DÖRDÜNCÜ KONU
CEHALET VE AKILSIZLIK MESELESİ
İlhan Arsel'e göre,
İslâmiyet'te yöneticiler de cahildi.
"HALKI CAHİL TUTANLARIN AKILSIZLIĞI VE AKILSIZ YÖNETİM USULLERİ
Halkı tam bir cehalet içerisinde tutmak ve kişilerde akılcı davranış diye bir şey bırakmamak isteyen ve bu nedenle toplumu Şeriat eğitiminden geçirerek aklı işlemez hale getiren yöneticiler dahi bu aynı ortamın insanları olarak gerçekten akılsız ve bilgisiz idiler. Yeryüzü halkları içerisinde fikren ve düşünce yetenekleri bakımından en geri, ve aklı en az işleyen ve hiç bir şeye merak salmayan, ve olan hiç bir şeyle ilgilenmeyen, bütün her şeyi Tanrı hikmetidir diye kabullenen halklardan birisi de Şeriat halkları olmuştur... Osmanlı Devleti topluluğu da bu kuralın son örneklerinden biri olmuştur. Ancak ne var ki halkı böylesine geri ve cahil bırakarak saltanat süreceklerini sanan yöneticiler sınıfı, kendileri de bu yarattıkları cahil ortamın ürünü olarak cehalet örnekleri olmuşlar ve o şekilde ülkeyi yönetmişlerdir."(s. 423)
ASKERÎ EĞİTİM VE DÜZENLEMELER
DEVLET YAPISINDA İKİ TEMEL ESAS: İLİM VE SEÇİLME
İnsanlık tarihinde değişik devirler olmuş ve yaşanmıştır. İnsanlar başlangıçta din adamları ve peygamberler tarafından yönetiliyorlardı. Bu yöneticiler halka kendilerini sevdirir ve onlara hizmet eder, bunlar karşılığında da halk kendilerine itaat ederdi. Halk savaşlardan ziyade geçimlerini temin etme mücadelesi içindeydi. Topluluklar zamanla korktukları için itaat etmeye başladılar. Tanrı hükümdarlar ortaya çıktı ve halka hükmettiler. Bu hükümdarlar da insanlara kendilerini üstün varlıklar olarak takdim ediyor, kendilerinin onlardan daha üstün olduklarını iddia ediyor ve bu iddialara dayanarak da onlara hükmediyorlardı. 20. yüzyılın diktatörleri de bu gruba dahildirler.
Modern çağın kapitalizm nizamı ise yönetimi sermayeye verdi. Çağımızda sosyalist olmayan ülkelerin tamamı sermaye tarafından yönetilmektedir. Birkaç zenginden oluşan mutlu bir azınlık grubu bütün insanlığı köle hâline getirmiştir.
İslâmiyet'in benimsediği düzen ise denge düzenidir. Yasama ilmî şûralara, denetleme dinî şûralara, yürütme ise halkın kendi kredisini kullandırdığı iş adamlarına, yargı siyasî şûralara aittir. Böylece dengeli bir düzen doğmuştur. Başkan ise bu dört kuvvet arasında hakemdir ve denge unsurudur. Bundan dolayı başkanların alim olması şarttır. Hz. Peygamber, imamlık şartlarını sayarken önce ilim şartını getirmiş, sonra diğer şartları saymıştır. Kur'ân da başkan için ilim ve cisim şartını getirmiştir.
Başkan seçilebilmek için bucaklarda yüzbaşı, illerde albay ve ülkede yani devlette orgeneral olmak gerekir. Bunun gerçekleşmesi için de subaylar orta, yüksek subaylar yüksek ve kurmaylar da ilmen üstün ehliyetli olmalıdırlar. Başkanları ilim şûrası seçer ancak askerler arasından seçer.
İslâm düzeninde bu böyle olmakla beraber, ilk dört halifeden sonra babadan oğula tevarüs eden halifelik için herhangi bir ilmî şart aranmamıştır. Osmanlıların sonuna kadar halifelerin bazıları sadece klâsik medrese tahsili yapabilmişlerdir. Meselâ, Fatih böyle bir hükümdardır. Bir kısmı ise cahil olmanın ötesinde, maalesef içlerinden akıl hastaları bile çıkmıştır.
Görülüyor ki, mesele Sayın Yazar'ın iddia ettiği gibi değildir.
İslâmiyet, hükümdarlık yani başkanlık için ilmi şart koşmuş; ancak tarihteki uygulama öyle olmamıştır.
İslâm tarihine baktığımızda, İslâm düzeni ve medeniyeti açısından ne doğru yapılmışsa, bütün bu doğrular hep Kur'ân ve Hz. Peygamber'in öğrettikleridir. Ne yanlış yapılmışsa, bütün bu yanlışlar hep Kur'ân ve Sünnet'in doğru anlaşılamamasından veya bilerek uygulanmamasından ileri gelmiştir.
İslâmiyette, askerî eğitim ile ilmî eğitim farklıdır. Temel, başlangıç ve ilk ehliyetliler, onbeş yaşlarına gelince, bir veya iki senelik askerî eğitime tabi tutulurlar. Elbette sadece isteyenler askerî eğitimden geçirilir. İstemiyenler ise her yıl belli bir 'savaş bedeli' ödeyerek bu eğitimden muaf olurlar. Askerlik eğitiminden geçenlerden başlangıç ehliyetlilere erlik, temel ehliyetlilere onbaşılık ve ilk ehliyetlilere de çavuşluk rütbesi verilir. Bu rütbeler jandarma teşkilâtında da kullanılır ve bu rütbe sivil nöbetleşme veya görevlendirmelerde de değerlendirilir. Orta öğretimi bitirenler ayrıca üç senelik askerî eğitim görürler ve 'subay' olurlar. Bu eğitimden geçenler yüzbaşılığa kadar terfi ederler. Orta ehliyet almak için onüç yıllık tahsile gerek vardır. Üç yıllık askerî eğitimle birlikte onaltı yıl eder. Yüksek okulu bitirenler, ayrıca dört yıllık askerî tahsil görerek 'yüksek subay' olurlar ve albaylığa kadar terfi edebilirler. Üstün tahsil yapmış olanlar, toplam beş yıllık askerî tahsilden sonra 'kurmay subay' olurlar ve orgeneralliğe kadar terfi edebilirler. Orgeneralliğe terfi edebilmek için siyasi partilerin korgeneraller arasından sıralama usûlü ile seçim yapmaları gerekir. Her siyasi parti açık kadro kadar orgeneral adayını gösterir. Bütün partiler sıralama yaparak bu adayları derecelendirirler. Açık kadro kadar üst sırada olanlar orgeneral olurlar. Başkan ordu komutanlıklarına ancak bu orgenerallerden birini atayabilir. İllerde Jandarma Bölük Komutanlığına atanabilmek için yüzbaşı olmak gereklidir. Bu yüzbaşıları da il siyasi parti başkanları yukarıda anlattığımız sıralama usûlü ile getirirler.
İslâm devlet yapısında daima iki şey rol oynar: İlim ve Seçilme.
Seçilme için ilmî baraj temel sistemdir.
Ancak ilmî ehliyeti de seçenler verir.
* * *
Yazara göre,
Osmanlılarda herşey
Batı'nın akıldaneleri tarafından yönetiliyordu.
"I- "AKIL FRENK'TEN" ZİHNİYETİYLE GURURLANAN OSMANLI DEVLETİ YÖNETİCİLERİ.
Şeriat eğitiminin akılcılığa yabancı ve hattâ düşman nitelikte bir eğitim olduğunu kısaca belirttik. Akılcılıktan yoksunluk ortamının kurbanları sadece halk olmamış ve fakat halkı cehalet içinde tutmak isteyen yöneticiler de olmuştur...(s. 423)
Böylece Şeriat ülkeleri ve dolayısıyle Osmanlı Devleti: İlkel ve kötü yönetim + Fikirsizlik ortamı + Cahil toplum, üçlüsü şeklinde yaşayıp gitmiştir...(s. 424)
Medrese yetiştirmesi Osmanlı kafası, bu kötü ve kötü olduğu kadar sakıncalı geleneğe daha Kanunî Süleyman devirlerinde yer vermeye başlamıştı. Fakat asıl göze batar şekliyle bu gelenek özellikle XVIII ci ve XIX cu yüzyıllarda kendisini göstermiştir. Öylesine göstermiştir ki halk dilinde bu: "AKIL FRENK'ten, GÜZELLİK ÇERKES'ten, SALTANAT ÂLİ OSMAN'dan" şeklinde kullanılan bir slogan haline girmiştir. Daha başka bir deyimle; "Aklı yabancı'dan al, saltanatı sen sür" örneği yaşantımızın ilginç ve kolay anlatımıydı bu...(s. 425)
Her işimizin görülmesini ya Tanrı'dan ya da yabancı'dan beklemek, AKIL denilen unsuru kullanma alışkanlığından yoksunluğumuzun veya sadece gökten inme kurallara otomatikman uyma hevesimizin doğurduğu bir gelenektir... Saplı bulunduğumuz fasit daireden, yani yüzyıllarca süren medrese eğitiminin nasırlaştırdığı "hazırcı" zihniyetten sıyrılmayı ve bu milletin gerçek çıkarının ne olduğunu sezebilecek aydınları yetiştirme yolunu Atatürk ile birlikte öğrenir olmuşuzdur."(s. 426)
'İTAAT ETME' VEYA 'EMRETME' PSİKOLOJİSİ
İSLÂMİYET İSTİŞARE MEKANİZMASINI GETİRMİŞTİR
İnsan psikolojisinde bir özellik vardır; ya itaat eder ya da itaat ettirir. Eşitlik anlayışı yoktur. Bu insanın sosyal yapısından doğmuştur. Savaşlarda da benzer psikoloji vardır; ya galibiyet ya da mağlubiyet. Eşitlik içinde savaş bitmez; savaşta beraberlik yoktur. Bu hallerin dışındaki davranışlar istisnadır.
Birisine arkadaş olmuş iseniz, dikkat ediniz ona emretmeye başlarsanız sessizce size itaat etmeye başlar; bu durumdan hoşlanmazsa ayrılıp gider ve size karşı gelmez. Eğer siz emretmezseniz hemen o size emretmeye başlar. Emirleri dinlemez ve uymazsanız, hemen ayrılma olur.
Topluluklarda da benzer durum vardır. Topluluklar ya kendilerini üstün görürler, yabancıların sözüne ve anlayışına hiç kulak vermezler, hep onlara kendi görüşlerini dikte ettirirler ki, Kanunî Süleyman döneminde durum böyledir. Ya da kendilerini aşağı görmeye başlar, yabancılar ne isterlerse hep ona uyarlar, yöneticilerin kulakları hep dışardadır, acaba onlar ne diyecek? Çökme zamanlarında durum böyledir.
Cumhuriyet döneminde de hâlâ bu anlayış ve durumdan kurtulabilmiş değiliz. Bu durumdan kurtulmanın tek yolu, başkalarına emretmeye başlamamızla mümkün olabilecektir. O da ancak o seviyeye gelmekle mümkün olabilecektir.
İslâmiyet;
Bu itaat psikolojisini zararsız hâle getirmek ve hattâ yararlı hâle dönüştürmek için istişare mekanizmasını getirmiştir.
Başkan istişare ehli ile istişare edecek ve sonunda kararını onların görüşlerinin bileşkesinde verecektir. Başkan bu istişareyi kendi cemaati ile yapınca onların etkisinde olur, halk diğerlerine değil kendilerinden üstün gördüğü başkana itaat eder, başkan ise doğrusu ne ise onu seçmiş olur.
İslâmiyet, istişare etmeyen başkanı terketmeyi ve oradan ayrılmayı emretmiştir.
Osmanlılar, mağlubiyetleri sırasında tüm yabancı elçileri toplayıp istişareyi yapacak ve kararlarını da onların ortak görüşleri içinde sentez edip vereceklerdi. Böyle yapmaları gerekirdi. Böylece bir tek devlete değil de tüm devletlere itaat etmiş olacaklarından, haysiyetlerini de belli ölçüde korumuş olacaklardı. Bunlar yapıldı mı yapılmadı mı? Yapılabilseydi netice ne olurdu? Burada bunun tartışmasını yapacak değiliz. Sadece bu vesileyle bu konudaki görüşümüzü beyan etmiş olduk.
Burada önemli bir noktaya işaret ederek bu bahsi kapatalım.
Osmanlı padişahları istişare mekanizmasını işletmek ve bu mekanizmanın başında yer almak yerine, kendilerini perde arkasına attılar. İşler bazı yetersiz ve yeteneksiz veya rüşvetçi vezirlere bırakılınca neler olabilecekse neticede onlar oldu.
Bütün bu olanlardan çıkarılacak netice ve alınacak ders şudur:
Bütün hastalıklar ve yanlışlıklar şeriattan ayrılma sebebiyle olmuştur.
* * *
İlhan Arsel'e göre,
Batı uyanmış gelişirken Osmanlı cehalet içindeydi.
"II- TOPLUMU YÖNETEN VE SÜRÜKLEYENLERDEKİ YETENEKSİZLİK
Toynbee "A Study of History" adlı kitabında Osmanlı devletini yöneten sınıfın bilgisizliğine değinir ve okuyucusunu şaşkınlıklara sürükleyen örnekler verir. Coğrafyadan habersiz Devlet adamlarından bahsederken Akdeniz'de Malta diye bir ada'nın varlığını duymamış Osmanlı Amirali'nin hikâyesini nakleder;... Bk. A. J. Toynbee, A Study of History,(Oxford University Press 1951, 6 cı baskı, Vol. III).
Geçen yüzyılın ortalarında Osmanlı Devleti ile bir ticaret anlaşması yapmak isteyen yabancı bir Devlet'in İstanbuldaki Büyük Elçisi şu anılarını anlatır; "Bakan'ın odasına girdiğimde... tırnaklarını keserken buldum... Bütün ziyaretim boyunca Bakan bunun dışında başka bir davranışta bulunmadı;... bu olay... İstanbul'da geçmekteydi." Bk. Alfred de Besse, The Turkish Empire,(Philadelphia 1854, sh. 174)...(s. 427)
1793 yılında Fransa'nın "Fevkalâde Büyük Elçi" olarak İstanbul'a yolladığı Marquis de Saint-Croix, Bosna havalisinden geçerken... 28 Mart 1793 tarihli mektubunda... Vardığı kanı o'du ki Türk toplumunu her bakımdan geri ve ilkel bırakan şey Toplumu yönetenlerdeki yeteneksizliktir ve özellikle Osmanlı Devletinin başında bulunanların ve Ulema'nın ve Din adamı'nın korkunç cehaletidir.
Buna mukabil yazar Türk'ün yetenekleri ve nitelikleri konusunda oldukça olumlu görüşler nakleder... BÜYÜK MİLLET olmak için yaratılmış Türk toplumunun, batıl itikatlara saplanmış ve fevklâde bilgisiz ve görgüsüz bir yönetici sınıf elinde (ki bu sınıf Devlet adamları, Din adamları ve Ulema sınıfıdır) çürümekte olduğunu ilâve eder.
Yazar özellikle Bosna Valisi olan Paşa'nın hamakatını ve fikir zavallılığını anlatır. Bu hususta Bk. Ed de Marcère, Une Ambassade à Constantinople; la Politique Orientale de la Révolution Francaise, 2 Vols, Paris 1927. Yukardaki pasaj için bk. Vol. I, sh. 23.(s. 428)
Osmanlı Padişahlarının (ilk On Padişah hariç) kültürsüzlükleri, bilgisizlikleri, ve bunaklığa varan davranışları karşısında şaşkınlığımızı gizleyemeyiz... PERİCLES'in akıllılığına, kültürüne, siyasî ve medenî olgunluğuna; bir tek örnek çıkmmıştır CONSTANTİNE'nin felsefî görüşleriyle hareket etmiş olsun? O Constantine ki IV cü yüzyılın bitiminden önce Hıristiyahlığı Roma İmparatorluğunun Resmî Din'i haline getirirken şöyle demişti: "Benim tasavvurum her şeyden önce şu idi ki Tanrı fikrinde farklı görüşlere sahip bütün milletleri bir birlik içerisinde toplamak. İkincisi, habis bir hastalığın etkisiyle rahatsızlıktan azab duyan yer yüzü düzenini refah haline getirmek. Çünkü şunu bilmekteyim ki eğer umut ettiğim şekilde Tanrı kulları arasında müşterek bir duygu ahengi yerleştirecek olursam her şey kişilerin kutsal arzularına uygun düşecek şekilde, değişmiş olacaktır"... Bu pasaj EUSEBIUS'un "Life of Constantine",(II, Ch. 65) adlı kitabından alınmıştır. Bk. Persecution and Liberty,(Essays in Homer of George Lincoln Burr, New York 1968, sh. 4).(s. 428,429)
Bizim Sultanlarımız, Devletlilerimiz Harem'den ya da Cami'den çıkmaz ve burunlarını Kur'an sahifelerinden kaldıramazlarken, savaş alanlarında bizi yenilgiden yenilgiye uğratan Rus Çar'ları, meselâ Romonov'lar (1613-1689), veya Büyük Petro'lar (1682-1725) ve asıl Katerina'lar (1762-1796) kendi ülkelerini Batılılaştırmak için çırpınmakta idiler. Bk. Jesse D. Clarson, A History of Russia, Random House, 2 nd, editon, 1969, sh. 165-251.
Rus Çar'ı Büyük Petro, kendisine yakın danışman olarak Leibniz'i seçmişti; Alman asıllı bu büyük düşünür ona toplum yönetimi konularında en iyi yollara götürmüşkür... Bk. Daniel Halévy, Essai sur l'Accélération de l'histoire, (Libraririe Artheme Fayard, 1961 sh 158).
Bizim azametli Padişahlarımız Saray havuzlarında cariyelere göbek attırırlarken Batı'da Büyük Frederik'ler, en ünlü Batılı düşünürlerden, Leibniz'den veya Thomasius'tan, Voltaire'den, Diderot'dan feyiz almakta, bu bilginlerin kültürü ile hal ve hamur olmakta idi.
XIV cü Louis , ünlü FENELON'un etkisiyle beslenmekte idi; o FENELON ki daha o devirlerde kadın'ın toplum hayatında ve özellikle erkeğin gelişmesi, incelmesi ve yaratıcı güce sahip olması konusunda temsil ettiği değeri bilen bir kimse olarak "Education Des Femmes" adlı eserini yayınlamıştı. Bk. G. M. Dutcher, "Furter Considerations on the Origins and Nature of the Engihtened Despotism", in 'Persecution and Liberty", (Essays in honor of G. L. Burr, New York 1968), sh. 376,377,383...(s. 430,431)
Fransa gibi bir Ülkede DIDEROT, kültür medeniyetini kendisine minnettar bırakacak olan ünlü Ansiklopedi'yi yayınladığı tarihte (ve daha sonra) sefâlet içerisinde açlıktan sürünmekte iken Katerina onun malî yardımına koşmuş, kitaplığını olduğu gibi satın almış ve kitapları Paris'te muhafaza ettirip sırf ilim adamına yardım olsun için Diterot'yu kitaplık memuru olarak tutmuş ve maaşa bağlamıştır. Diderot'nun yayınladığı Ansiklopedi, ki sansüre dahi uğramıştır o tarihlerde, Anglo Saksonların deyimi ile "The bible of Enlightennment" olarak görülmekteydi. Diderot, kendisine karşı yapmış olduğu bu iyilik dolayısıyle 1773 yılında St. Petersburg'a giderek Katerina'ya teşekkür borcunu yerine getirmişdir. Bk. G. Bruun, The Englightened Despots, 2 nd edition, 1967, by Holt Einehart and Wwnston, sh. 21."(s. 432)
MEDENİYET AÇISINDAN DOĞU İLE BATI MUKAYESESİ
MEDENİYET AÇISINDAN KADER VE İRADE MESELESİ
Batı, Greko-Romen ve Roma medeniyetlerine varisti. Ayrıca Hıristiyanlığı da kendisine uydurmuştu. Ne var ki, şimdi bizde nasıl İslâm Medeniyeti işe yaramaz hâle gelmiş ve varlığı bizim gelişmemize yardım etmiyorsa, o zaman da Batı dünyasının Hıristiyanlığı aynı durumdaydı. Bu yetmiyormuş gibi kuzeyden gelen saldırılar da Batı ülkelerini perişan etmişti. İslâmiyet de durmamacasına batıdan ve doğudan Avrupa'nın ortalarına doğru ilerlemeye devam ediyordu.
Bu çalkantılar Batı'ya sıkıntılı yıllar yaşatıp sıkıştırırken, tüm medeniyetlerin mirasını kendisinde toplamıştı. Bir taraftan elindeki bol malzemesi, diğer taraftan içinde bulunduğu zor durumu Batı dünyasını kendisini kurtarmaya zorladı ve buna bağlı olarak genel bir uyanma oldu. Bu arada kuzey saldırıları da sona ermişti. İslâm âlemi de duraklama dönemine girmişti ve artık eski gücünde değildi.
Bu yıllarda ayrıca Müslümanların geliştirdiği teknolojiyi kullanarak Avrupalılar denizaşırı ülkeleri keşfetmişlerdi. Bu gelişme Avrupa ülkelerine coğrafi üstünlük sağladı. Oysa bu üstünlük daha önce Akdeniz'deydi. Bundan sonra Atlas Okyanusu'na geçmiş oldu.
Osmanlılara gelince, Osmanlılar bir taraftan yaşlı bir medeniyetin varisi idiler, diğer taraftan devlet olarak da yaşlanmış bulunuyorlardı. Buna karşılık maddî açıdan üstün durumdaydılar; hem zenginlik bakımından refahtaydılar hem de güçlüydüler. Bu üstünlükler onlara statik bir hâl kazandırmıştır. Genel durumu, yaşlı ama zengin bir insanın gençler karşısındaki durumuna benziyordu. Bu yaşlı insan belki ne yapması gerektiğini biliyordu ama yapacak gücü ve enerjisi yoktu. Artık ölümü beklemekten başka bir çaresi kalmamıştı. Bütün mesele bunu şerefiyle yapmak ve tamamen yok olmaktan kurtulmaktı. Tarih Osmanlıların bu konuda ne kadar başarılı oldukları ile ilgili hükmünü verecektir.
Medeniyet meselesine gelince, oluşmuş ve oturmuş medeniyeti yıkmadan, onun üzerinde yeni bir medeniyet kuramazsınız.
Farzediniz ki tarlanıza arpa ektiniz, onu biçmeden ve o ürünü kaldırmadan buğday ekemezsiniz. Ama hasad edilmiş boş tarlaya, mevsim de uygunsa hemen buğday ekebilirsiniz. Batı, o yıllarda hasad edilmiş boş bir tarla durumundaydı. Osmanlı ise başağında oluşmuş ekin konumundaydı. Onlar ektiler, bunlar biçiyorlardı.
Bugün de Batı dünyası Osmanlıların o günkü durumundadır. Teknik bakımdan son derece gelişmiş olan Batı Medeniyeti, sosyalizm ve kapitalizm hastalığı ile maluldür. Bunu değiştirmesi ve bu hastalıkları tedavi etmesi mümkün değildir. Çünkü teknik başarısı köle düzenine dayanıyor. Kölelik sistemine alternatif bir sistem geldiği anda hemen iflas eder.
Oysa teknolojik açıdan hasad edilmiş olan doğu ülkeleri şimdi 'ortaklık sistemi' ekecek, 'yerinden yönetim' ve 'sosyal denge' sistemlerini ekecekler ve gelecekteki tarihçiler de geçmişteki tarihin aksini yazacaklardır. Doğuda böyle böyle uyanma varken, Batı şöyle şöyle uyuyordu diyeceklerdir.
İşte 'kader' dediğimiz şey budur.
Eğer gücünüz yetiyorsa Batı dünyasını bu kapitalizm ve sosyalizm uygulamasından ve belâsından vazgeçirin. İşçilik adı verilen kölelik sistemini kaldırın. Fuhuş mesabesindeki faizin yerine alternatif bir uygulama getirin. Cinsel hastalıkların önünü kesin. Sözde demokrasi adı verilen sermaye diktatoryasını düzeltin. Nüfus gerilemesini durdurun. Her gün artan suçları azaltın. Her türlü uyuşturucu kullanımını engelleyin... v.s. v.s.
Gücünüz yetiyorsa insanlığın tekrar dine dönüşünü -hem de şirksiz dine dönüşünü- durdurun. Aklınızı ve kadere karşı gelebilecek gücünüzü kullanıp bu gelişmeyi durdurun. Sosyalizm veya komünizmin çöküşünü engelleyip Gorbaçov'u susturun. Komünizmin ardından çökecek olan kapitalizmin çöküşünü engelleyin. Ama hepsinin ötesinde ilminiz, bilginiz, birikiminiz, teknolojiniz, askerî gücünüz yetiyorsa alternatif bir sistem getirin... v.s. v.s.
İslâmiyet'te;
Sosyal kanunlar biyolojik kanunlara benzer. Topluluklar ve medeniyetler de insanlar gibi doğar, gelişir, yaşlanır ve ölürler.
Sosyologlar tabibler gibidirler. Hastalıklarla mücadele edebilirler, ama yaşlılık ve ölüm ile asla. Hiç kimse gençlik ilacını ve aşısını keşfetmeyi düşünmüyor bile.
İşte kader ile irade arasında kurulan denge budur. İradeyi inkâr edip kaderci olmak ne kadar yanlışsa; kaderi inkâr edip iradeci olmak da o kadar doğru değildir.
Kader içinde irade vardır. İnsan iradesini kader içinde kullanır.
* * *
Yazara göre,
Osmanlıyı anlamak için
Cevdet Paşa Tarihi gözden geçirilmeli.
"A- BATI'nın yöneticileri'nin ve devlet adamlarının AKILCILIĞI ve BİLGİSİ karşısında Osmanlı Yöneticilerinin akılsızlıkları ve bilgi-sizlikleri konusunda. (Devam)
Batı'nın akıllı ve bilgili yöneticilerinin Osmanlı devleti'nin akılsız ve beyinsiz devlet adamlarını ve padişahlarını nasıl kolaylıkla alt edebildiklerini, nasıl çocuk gibi kandırabildiklerini anlamak için Osmanlı tarihçilerini ve özellikle Cevdet paşa tarihini gözden geçirmek yeterlidir."(s. 433)
CEVDET PAŞA TARİHİ VE GERÇEKLER
ESKİ İÇTİHATLAR VE YENİ İÇTİHAT GEREKLİLİĞİ
İnsanlar için geçmişteki tüm olaylar delildir. O olayları okuyup değerlendirmeler yaparlar. Bir olay tek başına hiçbir şey ifade etmez. Önce birçok olaylar okunur ve illiyet ilişkileri ile sosyal ve tabiî kanunlar bulunur. Buna 'tüme varım' denir. Böylece elde edilen sosyal ve tabiî kanunlar bir arada düşünülerek gelecek hakkında hüküm verilir. Buna da 'içtihat' denir. Deliller geçmişle ilgilidir, hükümler gelecekle ilgilidir. İnsan geçmişe etki edemez, sadece geçmişten etki alır; gelecekten de etki alamaz, sadece geleceğe etki eder. Hattâ geçmiş ve gelecek böyle tanımlanıyor. İnsanın etkilendiği olaylar geçmiştedir, etkileyeceği olaylar da gelecektedir. Bundan dolayıdır ki herkes için zaman farklıdır. Bizim için geçmiş olan sizin için gelecek olabilir. İşte Einstein'ın izafiyet nazariyesi budur.
Bu bakımdan tarihler okunmalıdır. Ancak bu okuma peşin hükümlü olmamalıdır; yani gericiliğimizin sebebi şeriattan ayrılmamızdır veya şeriata sarılmamızdır deyip işin içinden çıkmaya çalışmak kadar basit olmamalıdır. Araştırma iki şey arasındaki ilişkiler ve mukayeseler için olabilir. Meselâ, şeriat ve gerilik konusu ele alınabilir. Bunun için önce şeriat nedir? sonra gerilik nedir? Bunlar tanımlanmalı. Sonra tarihte şeriata uyma ile gerileme arasında istatistikî karşılaştırma yapılmalı. İhtimaliyat hesapları yapılarak şu üç sonuçtan birine varılabilir:
a) Şeriat ilerlemeye nedendir.
b) Şeriat gerilemeye nedendir.
c) Şeriat ile ilerleme veya gerileme arasında bir ilişki yoktur.
Ezbere, geriliğimizin sebebi şeriattan ayrılmamızdır demek ne kadar gayri ilmî ise, yine ezbere, geriliğimizin sebebi şeriattır demek de o kadar gayri ilmîdir.
Cevdet Paşa sizden çok Osmanlı tarihini incelemiş ki, bugün siz ve bizler o tarihi okuyoruz. Ve Cevdet Paşa bu derin araştırmalarının sonucunda sizin vardığınız kanaatin tam tersine bir sonuca varmıştır. Cevdet Paşa, Osmanlıların gerilemesine sebep şeriattan ayrılmadır, diyor. Biz kime inanalım? Size mi, yoksa bu konuda sizden daha bilgili olan Cevdet Paşa'ya mı? Ne var ki, ilimde inanma yoktur. Teoriler kurar olayları izah edersiniz. Bir başkası da başka türlü izah eder. Kesin sonuç iddia edilemez.
İslâmiyet'e göre;
Osmanlılar bin sene önceki içtihatlara göre ülkeyi yönettiler. Oysa bin sene önceki içtihatlar o zaman için ne kadar uygun ve başarılı idiyse ve o çağdaki insanların ilerlemesine ve gelişmesine neden olduysa; şimdi değişen dünya için de o içtihatlar o kadar elverişsizdir ve o içtihatlara uymakla geri kalmak aynı şeydir.
Bu konuda sayın yazar yerden göğe kadar haklıdır.
Bu uygulama ilk bakışta şeriata uyma gibi görünüyorsa da,aslında İslâmiyet'tenuzaklaşmadır. Çünkü İslâmiyet her topluluğa kendi içtihatlarına ve icmalara uymasını emrediyor; başka müçtehitlerin içtihatlarına ve başka toplulukların icmalarına uymayı yasaklıyordu.
İşte Osmanlılar bunu yaptılar, başkalarının içtihatlarını kullandılar ve bunun için çöktüler. Başlangıçta içtihat yapan topluluklarla taklit eden Osmanlıların hayatı ve yaşayış şekilleri birbirine yakındı, dolayısıyla o içtihatlar kısmen ihtiyacı karşılayabiliyordu. Ama zamanla aradaki mesafe uzadı, kopmalar başladı, taklit edilen içtihatlar ihtiyaçları karşılayamaz oldu. Çünkü zaman, çağ, mekan ve şartlar değişmişti. Bu değişime ayak uydurmak gerekiyordu. Bu yeni durumlarla ilgili yeni içtihatlara ihtiyaç vardı, ama Osmanlılar yapmaları gereken en önemli iş olan bu çalışmayı yapmadılar veya yapamadılar. Çağa ayak uydurmadılar veya uyduramadılar. Değişimi gerçekleştiremediler. Yeni içtihatlar üretemediler...
Ve sonunda yapılması gereken bütün bu şeyleri yapmayan veya yapama-yan toplulukların başına gelenler Osmanlıların başına da geldi.
Yazarın asıl hata ettiği husus budur. Bu gerçeği anlayamıyor.
Eski içtihatlarla oluşmuş medeniyet yeni içtihatlarla yönetilebilir mi? Mükün değil. O zaman yapılabilecek tek şey kalıyor; kadere boyun eğmek. Yani hasta ölecektir. Ama biz yine ölüm sebeplerini teşhis eder ve hastalıkla mücadele ederiz. Hiçbir zaman, bu hasta nasıl olsa ölecektir, diyerek kadere terketmeyiz. Böyle bir davranış intihar olur, cinayet olur.
Aslında Osmanlılar bu gerçeği anlayıp bin sene önceki içtihatları terkederek bu sefer de Batı dünyasının kanunlarını tercüme ederek aktardılar. Bu kanunlar yeniydi ama yine bünyeye uygun değildi. Eski hata bir başka yönden yeniden tekrarlanıyordu. Ama bu seferki hata daha büyüktü. Çünkü taklit edilen topluluk tamamen farklı ve yabancı bir topluluktu. Kısmen farklı olan bir topluluğun içtihatları ile birkaç asır idare edebilme şansı vardı; ama her yönüyle farklı ve yabancı kanunlarla yaşayabilme şansı hiç yoktu.
Nitekim tabiî ve sosyal kanunlar açısından olan oldu veya olması gereken oldu ve imparatorluk kısa zamanda çöktü.
Yazar işte burada da son derece hatalıdır.
Osmanlılar Batılılaştıkları nisbette daha çok ve daha çabuk battılar. Osmanlılar yenilikçi ola ola ve Batı dünyasını taklit ede ede öldüler.
Oysa yapılacak iş ve çözüm olarak yapılması gereken şey çok basitti. Osmanlı uleması Batı dünyasını inceliyecek ve Batı'dan elde edilen veriler ışığında yeniden içtihatlar yapacaktı.
Her şeye rağmen şu gerçek açıkça ve çok iyi bilinmelidir ki; Osmanlılar ve Osmanlı Devleti yine kurtulamazdı, ama yeni kurulan Cumhuriyete Osmanlılardaki hastalıklar bulaşmamış olurdu. Ne yazıktır ki bu yapılamadı. Cumhuriyet döneminde de Osmanlıların arazları sürüp gelmektedir.
Enflasyon, açlık, işsizlik, dış borç, vergi kaçakçılığı ve zulmü, sigorta yükü ve sosyal güvensizlik, rüşvet ve yolsuzluk, işkence, yönetici acziyeti, yirmi yıl süren davalarla gerçekleşen adaletsizlik, yargı zulmü... v.s. v.s. Bu olumsuzluklar ve benzerleri bugün ülkemizde yürürlüktedir.
Yeni içtihatlar ve bu içtihatlara uygun olan uygulamalar yapılabilseydi, bu hastalıklar olmazdı.
Ama Osmanlı İmparatorluğu yine de yıkılırdı. Büyük Britanya İmparatorluğu veya benzeri imparatorluklar yıkıldığı gibi yıkılırdı.
Osmanlı ulemasının en büyük eksikliği Batı'yı öğrenip yeni içtihatlar yapmamasıdır.
Cumhuriyet profesörlerinin de en büyük kusuru İslâmiyet'i öğrenip içtihat yapmamalarıdır.
Biz bir ekol olarak, 'Akevler Ekolü' olarak bunu yapıyoruz. Bu kitabımızla ilgili çalışmamızı bitirdikten sonra, nasip olur da imkân bulursak, içtihatlarımıza göre oluşmuş bir anayasa örneğini milletimize sunmaya çalışacağız, inşaallah.
* * *
Yazara göre,
Köle Latif Ağa Medine Anahtarı sayesinde paşa olmuştur.
"1- Devlet'in büyük görevlerine atanmanın yolu-Dince kutsal sayılan işler görmek, (Medine'nin anahtarını getiren kişi'nin paşa olması örneği).
1811 yılında Mehmed Ali Paşa'nın İstanbul'a yolladığı Medine Anahtarını getiren Lâtif ağa bu örneklerden biri olarak burada belirlenebilir. Latif ağa,... Medine'nin anahtarını İstanbul'a götürmeğe memur edilmişti... Anahtar Darüsseade ağasının kucağında saraya getirildi ve Halife'ye teslim edildi. Lâtif ağaya kese kese altınlar ayrıca beylerbeylik rütbesi verildi. Böylece anahtar ağası birden bire Paşa oluverdi.
Osmanlı devleti Lâtif ağa örnekleriyle dolu yöneticiler elinde eriyip gitmiştir."(s. 433)
SALTANAT, ÖZEL GÜÇ VE UYGULAMALARA DAYANIR
İSLÂM'DA RÜTBE,
İLİM VE HALKIN BAĞLANMASI İLEDİR
Saltanat yönetimi özel bir güce dayanır. Emevîler, Emevî hanedanına dayanmışlardır. Abbasîler, Türklere dayanmışlardır. Selçuklular, Abbasîlerin himayesiyle yaşamışlar ama hemen dağılmışlardır. Osmanlılar, Anadolu Türk beyliklerini hakimiyetleri altına aldıktan sonra vezirler hep devşirmelerden olurdu. Böylece bu vezirlerin saltanata karşı gelme ihtimali kalmamıştı.
Ayrıca saltanat bünyesinde de taht kavgasına son vermek için küçük kardeşi öldürme gibi son derece vahşi, gayri insani ve gayri İslâmî bir sistem getirildi. Ancak yönetim şekli gayri İslâmî yani saltanat olduğu için devletin birliği açısından böyle bir zulüm yapma mecburiyeti vardı. Aksi halde ya saltanat kalkacak ya da ülke parçalanacaktı. Bu parçalanmayı önlenmenin tek çaresi buydu. Nitekim ondan sonraki taht kavgaları asla parçalanmaya dönüşmedi.
O halde bu sistemde kölelerin paşa, vezir ve sadrazam olmaları son derece normal bir şeydi. Medine Anahtarı demek Medine hakimiyeti demektir. Dolayısıyla o anahtarı getiren paşa olabilirdi. Çünkü o çağda paşa olmak için okuma yazma bilmek şartı aranmıyordu.
Elbette bütün bu uygulamalar gayri İslâmî uygulamalardır.
İslâm düzeninde rütbe, 'ilim' ve 'halkın bağlanması' ile elde edilir. Başkanın sadece veto ve sürgün hakkı vardır. Bu husus, dört halife döneminden sonra usûl olarak tamamen terkedilmiştir. Dört halife döneminde de bunlar tam olarak müesseseleşmiş şekilde değildi. Henüz ilmî ehliyetler oluşmamıştı. Geçmişte uygulanmayan veya eksik uygulanan bütün bu temel esaslar, gelecekte kurulacak olan hakka dayalı medeniyetlerde uygulanacaktır.
* * *
Yazara göre,
Osmanlılarda ulema tartışmaları
eski metotlarla sürdürülüyordu.
"2- XIX cu yüzyılda (1811 yılında) Aydın diye geçinen sınıfların (Ulema'nın) uğraştığı temel konu Dünya'nın yuvarlak olup olmadığı.
Devleti yöneten sınıf, ki aydın sınıf diye geçinen Ulema sınıfı idi, eşine ender rastlanır bir bilgisizlik örneği olmuştur. Bu bilgisizlik her geçen yüzyıl itibariyle gittikçe artan bir sürat göstermiştir. Öylesine ki XIX cu yüzyılın ilk yarısı içerisinde (daha doğrusu 1811 yılında) İstanbul'da ulema'nın benimser olduğu görüşler Batı'da orta çağ karanlıklarında bile terkedilmiş hususlar olmuştur. 1811 yılında ulema arasında konuşulan başlıca iki konu olduğunu ve bunlardan birinin "Karantina", diğerinin ise dünyanın yuvarlaklığı ve hareketi konusu bulunduğunu Cevdet paşa tarihinden okumaktayız... "Malikî mezhebinden olan Mehmed Menaî karantina'nın haram olduğuna ve dünyanın düz olduğuna inanıyordu, Hanefî mezhebinden Mehmed Bayram ise karantina'nın lüzumlu olduğuna ve dünyanın yuvarlak olduğuna inanırdı.""(s. 434)
OSMANLILAR İSLÂM MEDENİYETİ'NİN YENİ FİLİZİDİR.
HER AN İÇTİHAT YAPIP ONA GÖRE AMEL ETMEK GEREKİR.
Osmanlılar, yaşlanmış olan İslâm Medeniyeti'nin verilerini son derece üstün bir beceri ve büyük bir ustalıkla bir araya getirdiler. Kökten yeniden filizlenerek İslâm Medeniyeti'nin ömrünü beşyüz yıl uzattılar. İslâm Medeniyeti son derece sağlam köklere sahip olduğu için yeniden filizlenen bu devlet de güçlü oldu. Medeniyeti olabilecek en iyi şekilde geleceğe ve dünyaya aktardı. Ancak kendisi kökten filizlendiği için hiçbir yenilik taşımıyordu. Sadece İslâm Medeniyeti'nin devamı ve aktarmasıydı.
Tohumdan yetişen ağaç ve meyvaların her birinin ayrı bir tadı vardır. Ama filizden yetişen ağaç ve meyvalar, aynen eski ağacın meyvelerindeki tadı korurlar. Osmanlı Medeniyeti böyle bir filiz medeniyeti olduğu için onda hiçbir yenilik bulamayız. Eskileri çok iyi biliyor ve başlangıçta uyguluyorlardı. Ama bütün bunlarda yeni bir şey yoktu. Tartıştıkları şeyler de ilmî olmaktan ziyade sosyal söylentilerdi. Bütün bunlar da Osmanlıların içtihat ve icma müesseselerini bırakarak şeriattan uzaklaşması nedeniyle olmuştur. Ama bu uzaklaşma da yaşlılığın tabiî bir sonucuydu. Başka türlü olması beklenemezdi veya mümkün değildi.
İslâmiyet'e göre emredilen;
Her an içtihat yapıp ona göre amel etmektir.
İçtihat yapar da hata edersen o içtihat yine geçerlidir.
İçtihat yapmaz isabet edersen o da yine geçersizdir.
Meselâ, dağ başında bulunan kimse içtihat edecek, araştıracak, buna rağmen su bulamazsa teyemmüm edecektir. Bu araştırması sonunda namazını kıldıktan sonra biri gelip su gösterse, namazı kabul olmuştur ve yeniden kılması gerekmemektedir. Buna mukabil, burada nasıl olsa su yoktur deyip araştırma yapmadan teyemmüm ederek namazını kılsa ve sonra birisi gelip burada su yoktur dese, bu kişi yeniden teyemmüm edip namazını kılacaktır.
Çünkü içtihatsız amel geçersizdir.
Müslümanlar sadece bu düsturu benimseseler, işlerini düzenlemek için akıllarını kullansalar, kurtulmak için bu bile yeterlidir.
Yazarın tüm iddialarına bu temel esas cevap vermeye yeterlidir.
* * *
Yazara göre,
İstanbul'a habersiz gelen İngiliz donanması
Osmanlıların ödünü patlattı.
"III- OSMANLI DEVLETİ'NİN SAFLIĞA VARAN AKILSIZLIĞI (XIX CU YÜZYIL)
Tarih-i Cevdet'ten vereceğimiz bir örnek şudur.
1219 (Hicrî) yılı olaylarını anlatan Cevdet paşa o tarihlerde İngiliz donanmasının, tehdit savurmak amaciyle İstanbul'a gelişini ve bunun yarattığı korkuyu nakleder. Rusya belâsı yüzünden Fransa ile işbirliği yapmak ve İngilizlere de yüz çevirmek durumunda kalan Osmanlı devleti bu acemi siyaset yüzünden İngiltere'nin düşmanlığını kazanmıştır. Osmanlı devletini Fransa'dan koparmak için İngiltere İstanbul'a bir donanma gönderir...(s. 434) Bayram namazından çıkan halk ve Padişah Donanmayı burunlarının dibinde görünce perişan olurlar, ve ne yapacaklarını bilemezler. Hükümet, verilen ultimatom gereğince hareket etmekten başka çare göremez...
Fransız elçisinin bu öğütü üzerine Padişahın huzurunda yeniden Bakanlar kurulu toplantısı yapılır. Fransız elçisi de hazır bulunur ve oradakileri daha da etkiler. Böylece İngiliz notası red edilerek savunma tedbirlerine başvurulur...
Bu basit olay Osmanlı devletini yönetenlerin ne kadar ufak zekalı insanlar olduklarını tanımlayan yüzlerce örneklerden biridir..."(s. 435)
İSLÂM DEVLETİNDE 'HİZMET SINIRI' VARDIR;
İSLÂMİYET'E GÖRE
YAŞLILIKTAN KURTULMANIN YOLU
Osmanlı Devleti İslâm devletidir.
İslâm devleti demek, her isteyen ülkeye girebilir ve her isteyen de ülkeden çıkabilir demektir. Kimseden vize ve pasaport sorulmaz, kimseye gümrük vergisi uygulanmaz. Bundan dolayı sıkı hudut kontrolleri yoktur. Sınırlar, o bölgede bir cinayet vuku bulduğunda, Osmanlı Devleti'nin oradan sorumlu olup olmadığı ve asayişi temin etmekle mükellef bulunup bulunmadığı ile ilgiliydi. Çünkü bir cinayet işlendiğinde, devlet onun canisini bulup akilesine diyeti ödetmeliydi. Bulamazsa devlet diyeti kendisi öderdi. İşte o devirdeki devletlerarası sınır buydu. Yani hakimiyet sınırı değil, hizmet sınırıydı.
Bundan dolayıdır ki; eğer bir devlet bir yerde güvenliği sağlama hizmetini yapamıyorsa, komşu devlet o hizmeti yapma yetkisine ve görevine sahip olur.
İşte Osmanlı Devleti'nde eskiden beri alışılagelen bu serbestlikten yararlanan İngiliz donanması İstanbul'a gelmiş ve terbiyesizliğe kalkışmıştır. Osmanlılar da bu tür hareketleri daima denge ile atlatıyorlardı. Yani İngilizlerin karşısına Fransızları, Fransızların karşısına Rusları, Rusların karşısına Almanları çıkarıyor, böylece kendilerini savunuyorlardı. Bu uygulamalar ve denge siyaseti sayesinde bugünlere gelebildik. İstiklâl Savaşı bile böyle bir denge siyaseti sayesinde başarıya ulaşmıştır.
İslâmiyet'e göre, yaşlılıktan kurtulmanın yolu, yerinden yönetim usûlü ile oluşturulan bucaklarda yeni içtihatlar yapılacak, bu yeni içtihatlarla oluşan bucaklardan başarılı olanlar örnek bucak olacak ve il merkez bucakları hâline gelecek, sonra bunlardan da başarılı olanlar merkez bucak haline gelecektir. Böylece devlet savaş olmadan değişimi gerçekleştirmiş olacaktır.
Bunu yapmayan veya bunun yapılmasına izin vermeyen devletler, Osmanlıların akıbetine uğrarlar. İngiltere akıllılık yapıp sömürgeleri bağımsız hâle getirdi ve dost ülkeler kazandı. Aynı şeyi Osmanlılar yapsalardı, şimdi Yunanistan, Bulgaristan ve Yugoslavya başta olmak üzere bütün Balkan ülkeleri, yine Suriye ve Mısır başta olmak üzere bütün Orta Doğu ülkeleri dost devletler olurlardı.
* * *
Yazara göre,
Cevdet Paşa da
Osmanlıların dünyadan habersiz olduğunu yazıyor.
"A- Ülke'yi halkın iradesine göre yönetmek şöyle dursun kendi aklına göre bile değil, yabancı'nın öğütlerine göre sürükleyen Devlet.
Ülke'yi halk ve millet iradesine göre yönetmek Osmanlı devleti için aklın alacağı bir şey değildi. Ancak ne var ki Osmanlı devletinin başında bulunanlar devleti kendi akıllarına ve iradelerine göre de yönetmezlerdi. Çoğu zaman devleti, yabancıların öğütlerine ve direktiflerine göre ve onların düşündükleri yönde sürüklerlerdi...
"Tarih-i Cevdet" adlı kitabının ikinci cildinde Cevdet Paşa, 1196 (hicrî) yılına ait ve özellikle Kırım'ın Ruslar tarafından ele geçirilmesi olaylarını anlatırken büyük bir açıkyüreklilikle Osmanlı devleti yöneticilerinin beyinsizliklerini ve bilgisizliklerini de ortaya vurur. Devleti gerçekten çökerten şey işte bu beyinsizlik ve bilgisizliktir..."(s. 436)
OSMANLILAR SON DÖNEMDE DÜNYADAN HABERSİZDİ
DİNÎ VE İLMÎ ALANDA YENİDEN YAPILANMA ÖNERİSİ
Evet, Osmanlılar dünyadan habersizdiler. Çünkü ulema yönetimden uzaklaştırılmış, dolayısıyla hayatla ilgisi kesilmiş, birtakım teorik tartışmalarla gününü gün ediyordu. Dünya işleriyle ilgili çözümleri olmadığı için halk onlara saygı gösteriyor, ama güvenmiyordu. Yönetimde olanlar ise zaten okur yazar bile değildi. Bunların nasıl dünyadan haberdar olmaları düşünülebilirdi ki. Batı dünyasındaki ülkelerde ise, İslâmiyet'teki medreseler yerine kurduğu üniversiteler hayat mektebi haline getirilmiş, devleti de buradan yetişenler yönetiyorlardı. Osmanlılarda bu gerçeği gören II. Abdülhamid olmuş ve Batı tipi yönetici kadrolar yetiştirmek için lise ve fakülteler açmıştı. Sonraki Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerinin yönetici kadroları bu okullardan yetişmiştir. Bu okulların tek eksik tarafı, program olarak tevhidi tedrisat uygulaması sebebiyle tek taraflı ve dar görüşlü insanlar yetiştirilmiş olmasıdır.
Aslında bir başka açıdan bakıldığında, birçok yerinde saçmalıklar bulunan Arsel'in bu kitabı büyük bir hizmettir. Biz bile bu vesileyle birçok konuyu ona cevap vereceğiz diye öğrenmiş oluyoruz. Onun sayesinde Kur'ân'ı ve İslâmiyet'i daha iyi anlıyoruz. O tenkid etmese, biz de cevap vermesek, düşünce dünyamız nasıl gelişecek? Çağdaş sorunlarımızı çözmek için önümüzde yeni ufuklar nasıl açılacak? Acaba başta yazar olmak üzere onun gibi düşünenler ve diğer insanlar, bazı konularda bizlere katılıp yapacağımız ortak çalışmalara katkılarda bulunabilirler mi? Bizim görüşlerimize katılıp üreteceğimiz bazı çözümlere iştirak edebilirler mi? Meselâ, Türkiye'deki dinî ve ilmî teşkilâtlanma konusunda yeniden yapılanma teklifi olarak 'Diyanet İşleri Başkanlığı'nı ve 'üniversitelerimiz'i ele alabiliriz. Burada kısaca bu konudaki önerilerimizi arzedelim.
Diyanet İşleri Başkanlığı'Diyanet İşleri Sekreterliği'ne dönüştürülecek. Halk dinî açıdan cemaatler halinde teşkilâtlanacak, ama cemaat başkanları doktora yapmış kimselerden olacak. Devletin resmî bir dini ve cemaati olmayacak. Cemaatler, cemaate mensup olanların sayısınca devlet bütçesinden ve imkânlarından yararlanacak. Ancak bu yararlanma oran olarak beşte biri geçmeyecek. Her cemaat gücü üyeleri nisbetinde televizyondan yararlanacak veya belli bir sistem çerçevesinde televizyon kanalı kurabilecek. Dinsizler yani ateistler de bir cemaat oluşturmak şartıyla bu imkânlardan yararlanabilecek.
Üniversitelerimiz de bağımsız yani tam 'özerk üniversite' hâline dönüştürülecek. Halk üniversitelerden birine katılmak mecburiyetinde olacak. Üniversiteler, üyeleri nisbetinde devlet bütçesinden ve imkânlarından yararlanacak. Her üniversite kendi programını bizzat kendisi yapacak. Ancak imtihanlar ülke genelinde ortak olarak yapılacak. Diplomalar da ortak imtihanlarla verilecek. İşte bu iki kurumu çok kısa olarak arzettiğimiz bir sisteme kavuşturabilirsek, o zaman devlet görevlileri ve yöneticilerimiz, kendi topluluklarından ve dünyadan gerçekten haberli hâle gelebilirler.
Kur'ân, her söze kulak verip en iyisine uymayı emretmektedir. Her bilenin üstünde daha iyi bir bilen vardır. 'Ben çok iyi biliyorum, seni mi dinleyeceğim?' demek yoktur. 'Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?' hatırlatmasını hiçbir an akıldan çıkarmamak gerekir.
Osmanlı uleması bu emre uymamış ve dünyadan habersiz kalmıştır. Bunun acısını ve olumsuz etkilerini cumhuriyet döneminde bizler hâlen yaşayıp çekiyoruz. Osmanlı dönemindeki aciz medrese, çözüm üreten bir kurum olmamaktan öteye, artık millete yük hâline gelmişti. Bundan dolayı kapatıldı. Ama bu durumda milletin bin yıllık tarihi ve geçmişiyle ilişkisi kesildi. Bu çok önemli konuyu bugün bile henüz çözebilmiş değiliz. Bırakınız diğer fakültelerimizi, ilâhiyat fakültelerimiz bile maalesef hem dünyadan hem de İslâmiyet'ten yeteri kadar haberdar değildir.
Bizler, mütevazi çalışmalarımızla bu cehaleti yenmek için kaderi inkâr etmeden irademizi kullanıyor ve çözümler üretmeye çalışıyoruz.
* * *
Yazara göre,
Ruslar Osmanlılara istediklerini dikte ettiriyorlardı.
"B- Devleti dışa karşı haysiyetsiz ve dilenci durumuna düşüren bilgisizlik.
Yöneticilerin bu korkunç bilgisizliği nedeniyledir ki Osmanlı devleti dışa karşı gerçekten haysiyet yoksunu ve çoğu zaman dilenci durumlarına düşürülmüştür.
Beyinsiz ve bilgisiz yöneticiler devlet adına imzalamak görevinde bulundukları sözleşmelerin ve andlaşmaların hükümlerini eleştirmek ve bunların ne sonuçlar doğurabileceğini taktir etmek yeteneğine dahi çoğu zaman sahip olmazlardı. Hicrî 1196 yılında Rusya ile yapılan Ticaret andlaşması sayısız örneklerden birisidir...(s. 437)
Yine aynı yıl Rusya tarafından Kırım hakkında bir andlaşmaya zorlanan Osmanlı devletinin... şaşkın ve perişan yetkilileri... "Bir toplantı yapıp konuşmaya dalarlar. Sadrazam ve Şeyhülislam ne yapılmak gerektiğini bir türlü kestiremez. En sonunda Rus baskılarına boyun eğme kararı alırlar..."(s. 438,439)
OSMANLI ŞERİATA GÖRE YÖNETİLSEYDİ NE OLURDU?
İSLÂMİYET'TE, EMPERYAL VE MERKEZî YÖNETİM YOKTUR.
Osmanlılar, devletin yıkılmaya yüz tuttuğu son yıllarda artık iyice çökmüşlerdi. Kendi başlarına ayakta kalabilecek ve yaşayacak durumda değillerdi. Herhangi bir ülkenin elçileri veya yetkilileri bir vesileyle gelip de bir şey talep edince, bu talebi hemen kabul ediyorlardı. Sonra bunun haberini öbür elçilere uçuruyor ve o elçilerden baskı yapmalarını bekliyorlardı. Sonunda değişik ülkelerin elçileri uzlaşamadıkları için Osmanlı Devleti ayakta kalabiliyordu. Bu durum cumhuriyet döneminde de hâlâ devam edegelmektedir ve bu gerçekten de son derece haysiyet kırıcı bir şeydir. Yalnız çaresiz kalınınca yapılabilecek başka bir şey de yoktur.
Osmanlı Devleti gerçekten şeriat hükümlerine göre yönetilseydi, çözüm olarak ilk yapacağı iş kendisine bağlı olan uluslara bağımsızlık vermek ve onları güçlendirmekti. Sonra bunlarla güçlü bir devletler topluluğu oluşturmaktı. Bunu sağladığında, herhangi uluslararası bir sorun ile karşılaştığında bu ülkeleri arkasına alır ve problem çıkaran ülkenin sefirini huzurundan kovabilirdi. Oysa bunu yapmayıp merkeziyetçi bir görüşle yönettiği ülkeler ve kavimler, bu problemlere bigane kalmanın ötesinde, zaman zaman karşı gelmişler ve düşmanı da destekliyebilmişlerdir. Meselelere köklü çözümler getirilemeyince problemler en kötü şekliyle geri tepmiştir. Sonuç, imparatorluğun kısa ve feci bir şekilde çöküşü olmuştur. Hastalıklar ve yetersizlikler, tüm camiadaki topluluklara da bulaşmıştır. Eski Osmanlı toprakları üzerinde kurulmuş olan bütün devletler bugün geri devletler kategorisine dahil bulunmaktadırlar.
İslâm düzeninde;
Emperyal yönetim yoktur.
Aşiretler, kabileler, şa'blar ve kavimler, derece derece bağımsız olarak organize olup yaşarlar. Sistem sağlam ve sağlıklı olunca, devlet çökse bile ulus çökmez ve kendisini yeniler.
Merkezî sistem ve yönetimde ise gelişme de birlikte olur çökme de. Ana merkez çöküp yıkılınca, ona bağlı ve bağımlı olan bütün ülkeler de birlikte çöküp yıkılır.
* * *
Yazara göre,
Osmanlı yöneticilerinde haysiyet yoktu.
"IV- DEVLET'in HAYSİYET DUYGUSUNDAN YOKSUN YÖNETİCİ SINIFI.
ŞERİAT devletlerinin özelliklerinden biri de yönetici sınıfın HAYSİYET bilincinden yoksun oluşudur.
Osmanlı devleti için de durum bu olmuştur. Başta Padişah ve sadrazam ve diğer belli başlı yöneticiler olmak üzere Osmanlı devleti, Kanunî Süleyman'dan sonra HAYSİYET bilincinden yoksun yöneticiler devleti olmuştur. ŞERİAT'a körü körüne saplanmışlık arttıkça bu yoksunluk da orantılı olarak artmıştır... Ne Padişahlar ve ne de diğer yöneticiler için DEVLET HAYSİYETİ kavramı diye bir bilinç bahis konusu olmamıştır...
Devleti yönetenler "haysiyet" bilincinden öylesine yoksun idiler ki yabancı devletlerin en kötü ve en haysiyet kırıcı davranışlarına dahi maruz kalmaktan korkmazlardı."(s. 439)
ÇÖKME DÖNEMİNDE HAYSİYETSİZLER YÖNETİCİ OLUR.
İSLÂMİYET,
TAKLİDİ YASAKLAMIŞ VE İÇTİHADI EMRETMİŞTİR.
Osmanlı yöneticileri, çökme döneminde gerçekten de haysiyetsiz bir hâle gelmişlerdi. Ancak yazarın buradaki ifadeleri tam olarak doğru ifadeler değildir. Bir toplulukta her zaman haysiyetli ve haysiyetsiz kimseler yetişir. Çökme zamanlarında haysiyetsiz kimseler görev başına getirilir. Çünkü yapılabilecek başka bir şey yoktur. Topluluğun tarihî gelişim sonucu oluşan geri kalmışlığı vardır. Bu durumu birden bire değiştiremezsiniz. Nitekim Osmanlı yıkılıp da cumhuriyet dönemine geçildiğinde de çözüm olarak pek bir şey yapılamadı.
Tarih bir oluşma ve gelişmedir. İslâmiyet'in yapılmasını istediği ve öngördüğü şeylerden neler yapılabilmiş, neler yapılamamış? Asıl bunun üzerinde durulması gerekir.
İslâmiyet temelde taklidi yasaklamış ve içtihat yapılmasını istemiştir. İçtihat olduktan ve yapıldıktan sonra yanlış veya eksik olsa da İslâmîdir. İçtihat yapılmadıktan sonra netice doğru da olsa o İslâmî değildir.
Sonuç olarak çok iyi biliyoruz ki, Osmanlılar başından beri büyük ölçüde içtihatsız hareket ettiler; öyleyse isabet etmiş olsalar bile, hareketleri tam İslâmî değildir. Ne var ki, başlangıçta başarıya ulaştılar, sonunda çöktüler. Başarı İslâmî miydi? Bu sorunun cevabı 'hayır' ise; çöküşün cevabı da 'hayır' olacaktır.
İslâmiyet'e göre;
'Hak' olursa 'bâtıl' tutunamaz; ama bir bâtılın yanında başka bir bâtıl mücadele eder.
Osmanlı düzeni, genel yapısı itibariyle İslâmî değildi; ama Batı düzeni hiç değildi. Onun için başlangıçta Batı Osmanlılara karşı hep yenildi. Bugün de sonuç itibariyle madem ki Anadolu'da bir Türk devleti var, madem ki İstanbul hâlen Müslümanların elinde, bu durum Batı dünyasının emeline ulaşamadığını gösterir.
Biz İslâm dünyası olarak ise gayemize ulaştık.
Batı dünyasına İslâmiyet'i tebliğ ettik.
Bu tebliğ hizmetimizin karşılığı ve ücreti olarak da Anadolu ve Trakya'yı aldık. Son yıllarda iki-üç milyon insanımızı Avrupa'ya gönderdik. Avrupa'ya 'köle' yani işçi olarak gittik ama sonunda 'efendi' olacağız. Çünkü İslâmiyet, din ve düzen olarak yaşanıp uygulandığında insanı aziz ve üstün kılar.
* * *
İlhan Arsel'e göre,
Dış müdahalelerle o zamanın Hürriyet gazetesi
yabancı kitapçılarda satılırdı.
"A- Hürriyet kısıtlamalarını devletin haysiyetini çiğnetecek kerteye getiren zihniyet.
Fatih Mehmed zamanında İstanbul'daki Rum Kilisesi Baş Piskoposu Gennodius Skolarius'un Hıristiyan dini akideleriyle ilgili kitabı Karaferye Kadısı Ahmed tarafından Türçeye çevrilir ve... yayınlanır... Bk. Jean Deny, "A Propos des Traductions en Turcs Osmanıl des Textes Religiuex Chrétiens", "The World of İslâm", Leiden 1956 Vol. IV, sh. 30.
Şimdi dörtyüz yıllık bir atlama ile Abdülhamit II devrine gelelim. 1879 yılında İstanbul'da yaşayan Alman asıllı Köller, yabancı dile vakıf Ahmed Tevfik adındaki bir lise öğretmeninin yardımı ile bazı Hıristiyan din kitaplarını (İncil'i) Türçe'ye çevirir. Fakat çevirmesiyle birlikte tutuklanır ve tabiî onunla beraber Ahmed Tevfik Efendi de soluğu hapishanede bulur...(s. 440)
Şimdi gelelim ikinci örneğimize: Bilindiği üzere 1876 yılında "Yeni Osmanlılar" adı altında ve zulüm idaresine son vermek ve Meşrutiyeti ilân etmek amaçlarıyle gizli bir siyasî örgüt kurulmuştu... Bu örgüt faaliyetlerini yurt dışında yürütmekte idi. Fransa ve İngiltere'de yayınladıkları kitap ve gazeteleri gizlice Türkiye'ye sokarlar ve fikirlerini aydınlara aşılamağa çalışırlardı. Hürriyet adlı gazete bunlardan biri idi...(s.441)
Hürriyet gazetesi İstanbul'da, Beyoğlu'nda Caq (Kok) adındaki bir Fransız kitapcısında satılırdı..."(s. 442)
MERKEZÎ YÖNETİMLERİN MÜZMİN HASTALIĞI:
RÜŞVET
HER ŞEYİN ÇÖZÜMÜ ŞERİAT DÜZENİNDE VE KAYNAK
KUR'ÂN
Merkezî bürokratik yönetimlerin en büyük hastalığı rüşvettir. Kapitalizmde, özel teşebbüs arasında mevcut bulunan rekabet bu rüşveti kısmen önlerse de; sermaye terakümünün olmadığı ve dolayısıyla tekellerin oluşmadığı yönetimlerde bu rüşvet ardı arkası alınamayacak kadar korkunç boyutlara ulaşır. Ayrıca Batılılaşma uğruna, tutucu olurlar iddiasıyla dindar ve ahlâklı insanlar devlet yönetiminden uzaklaştırılır, inançsız ve ahlâksız kimselere yetki verilir, böylece bürokrasi adeta bir rüşvet şebekesine dönüşür. Dışarda da rüşvet şebekeleri oluşur. Ortalıkta komisyoncular ve aracılar kaynamaya başlar. Devlet ve devletin bütün imkânları bunlar arasında yağmalanır. Bu hastalık yavaş yavaş üst kademelere kadar yükselir ve cumhuriyet dönemlerinde, meşrutiyet dönemlerinde, hükümdarlar bile rüşvet almaya başlarlar. İşte böyle yönetimlerde rüşvet ortamı oluşsun ve rüşvet alınabilsin diye pek çok şey yasaklanmaktadır. İnsanlar önce yakalanıp suçlanmakta, sonra da rüşvet alınarak serbest bırakılmaktadır. Bu tür yönetimlerin bünyesinde ve uygulamalarında böyle mantıksızlıklar çok olur.
Keşke bu müzmin hastalık cumhuriyet dönemine intikal etmeseydi. Eğer Fuzûlî'nin 'selâm verdim rüşvet değildir diye almadılar' diye başlayan şikâyetnamesi olmasaydı, biz bu rüşvet işinin cumhuriyet döneminde başladığını zannedecektik. Ama görülüyor ki kökleri tâ devletin çökmeye başladığı yıllara dayanmaktadır.
Her kötülüğü kadere yüklemekle, her kötülüğü şeriata yüklemek arasında bir fark yoktur.
İslâm düzeninde;
Bundan dolayıdır ki hiç kimsenin kamu hakkı konusunda kendi seçtiği kimse dışında biri karar veremez.
Bir gazetenin satılması yasaklanamaz. Sadece o gazetenin satılacağı yerin bucak başkanı bu tür fitne ve fesat işi yapanı bucağından sürebilir. İl başkanı ve devlet başkanı da ancak kendi bucakları için sürme hakkına sahiptirler. Bir de basın organı gerçekten de suç unsuru ihtiva ediyorsa hakemlere başvurulur ve o bucakta belirlenen ceza verilir.
Fikirler ise hiçbir zaman suç olamaz.
Fikir fikirle karşılanır.
Yalan haber meselesine gelince, topluluk içinde soruşturmacılar vardır. Olay onlara tahkik ettirilir ve halk da onların beyanına inanır. Çünkü onlar mutemet, muteber ve yalan söylemeyen kimselerdir; topluluğun dinî cemaatleri tarafından tezkiye edilmişlerdir.
Buradanşu sonuca varıyoruz: Çözümler şeriat düzenindedir ve bu şeriat düzeninde vardır ve bu şeriat düzeninin oluş şeklini Kur'ân göstermiştir; akıl da onu onaylamaktadır. Yanlışlar çoktur, ama doğru tektir. Dolayısıyla hangi yoldan gidersek gidelim aynı sonuca varırız ve o zaman da doğruluğuna inanırız.
Bugün bu gerçekleri kâinatın çapından, kâinatın büyümesinden, entropi-nin büyümesinden, yıldızların yaşlanmasından, meteor taşlarının yaşlarından olmak üzere çeşitli yollardan ölçüyoruz. Yaklaşık olarak 10 milyar civarında buluyoruz. Bundan dolayıdır ki emin oluyoruz.
İşte gerçeklere hem akıl hem nakil yoluyla gittiğimizde aynı sonuçları elde ediyorsak o zaman emin oluyoruz. Bunlar, bir olaydaki iki şahit gibi yani onların mesabesinde oluyorlar.
Gelin, kavga edeceğimize problemlerimize ortak çözümler arayalım.
Sadece bizim değil bütün insanlığın problemlerine çözümler bulalım.
Hep birlikte çözümler bulalım ve insanları saadete kavuşturalım.
* * *
Yazara göre,
Osmanlılar da haysiyetsiz muamele görürlerdi.
"B- Devlet adamı olma haysiyeti bulunmayan ve Padişah'ın çocuk azarlar gibi azarladığı veya hediyeler karşılığında kendisine dua ettirdiği Sadrazamlar.
Batı'da devlet adamının haysiyet anlayışı, "insanlık haysiyeti duygusu" içersinde olmuştur. Parlamento sisteminin doğup geliştiği devirlerde Parlamento'nun güvenini kaybetmek devlet adamının görevden ayrılması için yeter sayılmıştır. Oysa ki Osmanlı devletinde devlet adamı için haysiyet duygusu diye bir şey bahis konusu olmamıştır. Sadrazam kendisini o göreve getiren Padişah'ın kulu ve kölesidir. Padişah'ın her türlü hareket ve küfürlerine muhataptır...(s. 443)
Görülüyor ki yeniden göreve getirilen sadrazam aslında kötülükler yaptığı, rüşvetler aldığı için daha önce görevden atılmıştır ama, Padişah onu belki bu huylardan vazgeçti diye tekrar göreve getirmektedir. Getirirken de onu çocuk azarlar gibi uslandırmaya çalışmaktadır. O da bütün bu azarları, ve hakaret dolu fermanı başının tacı edip Sadrazamlık mevkiine gelecektir..."(s. 444)
İSLÂMİYET MERKEZÎ SİSTEME KARŞIDIR
MÜSLÜMANLARIN GÜNDE KIRK DEFA OKUDUKLARI FATİHA
Merkezî sistemlerde, hukuk yerine keyfî yönetimin olduğu yerde, üst astı azarlar, ast da üste ubudiyet eder. Bu durumdan üst de ast da zevk alır. Çünkü biraz sonra o da astlarını azarlayacak ve şimdi kölelik, sonra efendilik yapacaktır. Bir üste itaat edecek, ama on astı kendisine kul yapacaktır. Bu durum en alt kademeye kadar inecek ve sonunda halk ezilecektir. Bu durumda şöyle bir hiyerarşinin oluşması tüm merkezî sistemlerde ve özellikle de demokratik olmayan yönetimlerde geçerlidir. İşte bizler de zaten bundan dolayı merkezî sisteme karşıyız. Bunun için işçi ile işveren arasında denge kurmaya çalışıyoruz. Krediyi bunun için işverene değil de işçiye veriyoruz. Bunun için işsizlik sigortasını yapıyoruz. Böylece işçi işverene karşı eşit seviyede olsun. Onu haysiyetsiz hâle getirmesin diyoruz.
Neden kamu hizmetlisini seçme hakkını halka veriyoruz?
Neden objektif başarı kuralları koyuyoruz?
Neden başkana sadece hakemlik yetkisi -o da sadece acil kararlarda- veriyoruz ve diğer işlere karıştırmıyoruz? Yani şeriatın bize öğrettikleri bütün sistem hep bu haysiyeti sağlama çalışmasıdır.
Neden yalnız Allah'a ibadet ediyoruz?
Neden amire karşı değil de topluluğa karşı sorumluyuz?
Neden bütün izzet Allah'ındır diyoruz, yani topluluğundur diyoruz?
Neden hükümdarın kanun yapma yetkisi yoktur diyoruz? O milletin vekili bile değil, sadece elçisidir. Görevi haber getirip götürmektir ve bir kelime bile ilâve yapmaya yetkisi yoktur.
Neden Peygamber de Allah'ın ne halifesi ne de vekilidir, sadece O'nun elçisidir. Hz. Peygamber sadece İslâmiyet'in bir modelidir.
Neden biz Hıristiyanları tekfir ediyoruz? Çünkü Hz. İsa'yı tanrılaştırdılar diye değil mi? Sonuçları söyleyin, 'bunu şeriat böyle yaptı' demek acaba kaç kişiyi kandırır?
Müslümanların günde en az kırk defa okudukları Fatiha Suresi, hep insanı bu kula kul olmaktan ve haysiyetsiz olmaktan kurtarmak içindir.
Her türlü üstünlük sadece ve sadece Allah'ındır.
Çünkü herkesi ve herşeyi O varetmiştir.
Yaşatan ve çalıştıran O'dur. Hesap ta sonunda O'na verilecek.
Öyleyse bizim yalnız O'na kulluk etmemiz ve
Yalnız O'ndan karşılık beklememiz gerekir.
Dolayısıyla bize yapacaklarımızı O göstermeli,
Biz O'nun yolunda birlik olup,
Hep beraber O'nun nimetlerinden yararlanmak için yol almalıyız.
Haysiyetsizler arasına girmemeliyiz.
Tembeller ve miskinler arasına girmemeliyiz.
İşte FatihaSuresi budur.
Müslüman her gün onlarca defa bunları tekrar eder durur.
FÂTİHA SURESİ
Rahmân ve Rahîm Allah'ın adıyle
1 - Âlemlerin Rabbi Allah'a hamdolsun.
2 - O Rahmân'dır, Rahîm'dir.
3 - Din Gününün sahibidir.
4 - Ancak sana kulluk eder, ancak senden yardım isteriz.
5 - Bizi doğru yola ilet.
6 - Nimet verdiğin kimselerin yoluna.
7 - Kendilerine gazabedilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil.