BİRİNCİ KONU
MÜSTEBİD VE KORKUTUCU
İKTİDARIN KÖKENLERİ
İlhan Arsel'e göre;
İslâmiyet'te devlet korkuya dayanır.
""MÜSTEBİD" VE "KORKUTUCU" VE "KEYFİ" İKTİDAR'IN KÖKENLERİ KONUSUNDA.
Şeriat devletinde devletin başı olan HALİFE, Tanrı'nın yeryüzündeki vekili olarak Şeriat hükümlerini uygulamağa memurdur. Halife ve İktidar sahipleri kendilerini, Tanrı'nın KORKUTUCUSU ve adeta onun, yaratma gücü hariç, bütün niteliklerine sahip olarak görmüşlerdir...
ŞERİAT DEVLETİ demek aslında KORKUTUCU DEVLET demek olmuş... kelleler kesmek ve KORKUTUCU olmayı meziyet bilmek olmuştur...
Bunun nedenlerini araştıracak olursak görürüz ki Arap toplumunu yönetme durumunda bulunanlar bu topluluğun ancak bu yollardan yani KORKU ve DEHŞET yaratıcı yollardan asayiş içerisinde tutulabileceğine inanmışlar ve bunun dışında başkaca bir usul, başkaca bir sistem düşünmemişlerdir."(s. 493)
BATI VE DOĞU'DA DEVLET 'KORKU' İLE YÖNETİLİYOR.
İDEAL DEMOKRASİ VE DEVLET YÖNETİMİ NASIL KURULUR?
İnsanlığın varolduğu ilk dönemlerden itibaren ilmî, dinî ve iktisadî hayat vardır. Yine ilk dönemlerden itibaren siyasî gruplar da vardır. İnsanlar, siyasî gruplar arasında oluşmuş olan 'caydırıcılık ilkesi' sayesinde sosyal varlıklarını sürdürmüşlerdir. Bu yapı devlet aşamasında siyasî grupların anlaşmasıyla oluştu. Siyasî gruplar bir başkanın hakemliğinde oluşurlarsa ve aralarındaki meselelerini artık savaşla değil de hukukla çözerlerse, bu topluluk 'devlet' olur. Bu anlaşma ve hukuk, ya 'uzlaşma' yoluyla oluşur ve devam eder, veya bir siyasî grup 'çatışma' sonucunda diğerlerini yener ve onları 'zorla' ve 'kuvvet' kullanarak hakimiyeti altına alır, böylece devlet oluşur ve devam eder.
Devletin nasıl oluşması gerektiği ile ilgili ilkeler bütün dünyada henüz açık ve net olarak ortaya konamamıştır. Çünkü 'saltanat dönemleri' buna izin vermemiştir. Bundan sonra ideal devletin nasıl olacağı ve nasıl kurulacağı ile ilgili kriterlerin ortaya konacağı ümidindeyiz. İnsanlık bunu gerçekleştirebilecek seviyeye gelmiştir ve gerekli birikime de sahiptir. Bu konuda elle tutulur tek bir ciddî çalışmanın bile olmaması ise insanlık adına son derece üzücüdür. Bu da insanlığın bu alanda henüz hangi seviyede bulunduğunu göstermektedir.
Bizim bu ve benzeri mütevazi çalışmalarımız, inşaallah bu yolda atılmış ilk adımlardır.
Ancak bu çalışmaları yaparken, her şeyden önce insanlığın tarihî yapısını ve gelişimini biraz da olsa bilmemizde yarar vardır. Sosyal gruplar oluşur veya sosyal bir sınıf ortaya çıkar. Bunlar kralın etrafında toplanırlar. Kral bu sınıflar arasındaki anlaşmazlıkları yok eder. Bunlar da halkı yönetirler. Bu sistemde yönetici sınıf ile başkan arasında demokrasi ve adalet vardır; ama yönetici sınıf ile halk arasında büyük bir zulüm vardır. Kral adına büyük zulümleri yapan bu yönetici sınıf, her türlü zulüm ve işkenceyi yapar ama suçlu kral olur. Çünkü bütün kötülükler onun adına yapılmaktadır.
İkinci yönetim şeklinde ise hükümdarlar ile yöneticiler arasında sıkı bir 'merkezî sistem' hâkimdir. Vezirler bile birer köleden başka bir konumda değildirler. Kral her istediği an yöneticilerin başını uçurur. Mutlak yetkilere sahiptir. Ancak halk adaletle yönetilir. Çünkü halkın ilmî, dinî ve meslekî kuruluşlar aracılığı ile kralın yöneticileri kontrol edilebilmektedir.
Bürokratik devletlerde halkla ilişki kurma ve münasebetleri geliştirme işi siyasi partiler aracılığı ile yapılmakta, işler ise bürokratik yoldan görülmektedir. Bundan dolayı en korkunç totaliter rejimler bile hiç olmazsa bir partiyi yaşatmışlar ve halk ile olan ilişkilerini o parti aracılığı ile yürütmüşlerdir.
Batı dünyasında yönetici sınıf arasında demokrasi vardır ve kral da zayıf bir konumdadır. Osmanlılarda ise yöneticiler arasında şedid bir merkeziyetçilik ve totaliter bir yönetim vardır, ama ülke genelinde adalet vardır ve halk rahattır.
Batı'da halk krala düşmandır ancak korku içinde de olsa itaat etmektedir, yöneticilerle kral arasında ise demokratik münasebetler yürürlükte bulunmaktadır.
Doğu'da halk kralını sevmekte ve istiyerek itaat etmekte, yöneticiler ise korkularından dolayı krala bağlanmakta ve her dediklerini harfiyen uygulamaktadırlar.
Sonuç olarak diyebiliriz ki;
Batı'da da Doğu'da da devlet 'korku' ile yönetiliyor.
Batı'da, halk yönetici sınıftan korkmaktadır;
Doğu'da, yönetici sınıf sultandan korkmaktadır.
Batı'da, yöneticiler ile kral arasında 'demokrasi' vardır;
Doğu'da, halk ile yöneticiler arasında 'demokrasi' vardır.
İslâmiyet, öyle bir yönetim sistemi önermiştir ki;
hem halk ile yöneticiler arasında 'demokrasi' vardır,
hem de yöneticiler ile başkanlar arasında 'demokrasi' vardır.
İlgili taraflar arasırdaki bu 'ideal demokrasi' nasıl sağlanacaktır?
İlmî, dinî, meslekî ve siyasî 'sosyal gruplar' ve halkın bu sosyal grupları 'değiştirme gücü', başkanın bu sosyal gruplar aracılığı ile halkın istek ve problemlerini 'istişare' yoluyla devamlı olarak öğrenmesi ve 'teminatlı serbest hizmetliler' aracılığı ile bu hizmetleri kamu hizmetlilerine gördürmesi, kamu hizmetlisini 'değiştirme hakkı'nın halka tanınması ve kamu hizmetlilerine ücretlerinin 'kamu bütçesinden ödenmesi' gibi 'denge kriterleri' ile zor ve korkuya dayanmadan 'adil ve demokratik' bir yönetim oluşur.
Ama korkusuzluk mevzuata ve hakemlerin kararlarına uyan kimseler içindir. Kişi mevzuata uymaz ve mevzuata uymadığı hakemler kararı ile sabit olursa, kendisine mevzuatta belirtilen ceza verilir. Cezaya razı olmayan o topluluğu terkeder; terketmezse öldürülür. Böylece bu devlet düzeninde kötüler her an korku içindedirler, iyilerin ise korkacakları bir şey yoktur.
Burada ifade edilmesi gereken gerçek şudur ki;
İslâmiyet'in istediği ideal adil devlet ve dünya düzeni,
I. İslâm Medeniyeti döneminde
tam olarak ve ideal ölçülerde kurulamamıştır.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet halkı çocukları korkutur gibi korkutmuş
ve onun bütün hayatını düzenlemiştir.
"I- Despotik İktidar yönetimi altında yaşam olanağını yaratan nedenleri Arap'ın nitelik ve karakterinde aramak gerektiği (İbn Haldun'un görüşü).
İslâm dini'nin Arap'ın yaşamlarının, niteliklerinin ve karakterinin oluşturduğu bir din olduğu görüşünü paylaşmayan ve benimsemeyen hemen hemen yok gibidir...(s. 493)
İslam dünyasının yetiştirdiği en büyük düşünürlerden sayılan İbn Haldun, ünlü yapıtında, Arap karakterini eleştirir; "...genel olarak söylemek gerekirse, Araplar Peygamber emirleri gibi bir din temeline oturmayan bir imparatorluk kurma yeteneğinden yoksundurlar... çünkü yırtıcı karakter, kibirlilik, kabalık ve haşinlik ve birbirlerine karşı özellikle siyasî konularda besledikleri kıskançlık, onları yeryüzünde yönetilmesi en güç bir millet yapmıştır, çünkü pek nadiren görüş birliğine sahiptirler, ve çünkü her bir Arap kendi kendisini tek başına büyük kişi olarak görmektedir, ve bilerek ve isteyerek bir başka Arap'ın emri altına girmesi pek nadir görülen bir şeydir, ve girdiği zaman da bunu daima kin ve adavet besleyerek yapar."
İbn Haldun burada ARAP deyimi ile çöl bedevisini kastetmektedir. Modern Arap yazarlarına göre Arap'ın bu niteliği yüzyıllar içinde değişmemiştir; bugün dahi Arap budur... Bu konuda bk. Edward Atiyah, The Arabs, Edinburg 1955, sh. 46...(s. 494)
Şeriat düzeni içine giren Araptan gayri toplumlar için dahi yıkıcı sonuç bu olmuştur. İslâm ülkelerinde despotizm'den ve hem de en korkunç ve küçültücü despotizm sisteminden başka bir yönetim yolunun iş görmeyişinin tek nedeni yine ŞERİAT'ın kendisidir...(s. 495)
Türkler, İslâm'a girmekle Arap'ın niteliklerine yatkın bir devlet ve hükümet sisteminin kölesi olmuşlar, buna alışmışlar ve bunun dışında hür ve demokratik bir sistemin olabileceğini akıllarından geçirmemişlerdir..."(s. 496)
'İSLÂM DİNİ' İLE 'İSLÂM DÜZENİ' AYRIDIR.
İSLÂM DÜZENİ ANLAŞMALARA DAYANIR.
İslâmiyet'i anlamada karşılaşılan en büyük zorluk,
'İslâm Dini' ile 'İslâm Düzeni'nin ayrı olduğunu,
ne hikmetse bir türlü anlayamayış ve kavrayamayışımızdır.
İslâmiyet, insanın bütün hayatını 'tayyib' ve 'habis' (yararlı ve zararlı) ilkelerine göre düzenlemiştir. Bunun için insan tabiî hukuk ilkeleri içinde içtihatlar yapar ve dinen de içtihatlarına göre hareket etmekle mükelleftir. Bu tayyib ve habis kriterlerine göre 'helallar' ve 'haramlar'ı tesbit etmek ve ona göre yaşama imkânı sağlamak için dinî cemaatler oluşur. Ancak bu dinî cemaatler zor kullanmazlar. Kişiler kendi hür hayatlarını kendileri yaşarlar. Bu şekilde kendi içtihadına göre de yaşamayan insan, Allah'a karşı sorumludur ve bunun hesabını ahirette verecektir. Yaptığı iyiliklere karşı en az 'on misli' karşılık alacak, yaptığı kötülüklere karşılık ise en çok yaptığı kadarıyla yani 'bir misli' cezalandırılacaktır, ama çoğu bağışlanacaktır. Helal ve haram zaten bu dünyanın 'yararlılık' ve 'zararlılık' ilkelerine dayanır. Dolayısıyla ilmîdir ve son derece makuldur.
İşte burada şeriatın insandan istediği çok önemli bir şey vardır;
her hareketini içtihada dayandırması ve ona göre davranmasıdır.
Ancak bunun dünyevî bir müeyyidesi yoktur.
Yani burada hem de iki defa hürriyet vardır:
Biri, kişi kendi içtihadına göre hareket ediyor;
diğeri, bundan dolayı sadece Allah'a hesap veriyor.
Elbette her hüküm hürriyeti kısar.
Kanunlar, hürriyetleri vermek için değil,
tabiî hakların kullanılması için kısılan hürriyetleri içerirler.
Şeriat da, içtihatsız akıl dışı keyfî davranışları haram kılıyor.
Geri kalan diğer kısımlar ise 'İslâm Düzeni'ni oluştururlar.
İslâm Düzeni anlaşmalara dayanır.
Yani din ve ırkları, görüş ve inançları ne olursa olsun bir arada yaşayan insanlar, uzlaşarak anlaşırlarsa, herkes anlaşmalara uymak zorundadır. Bu anlaşma, kişinin inançlarına ve anlayışına aykırı olabilir, ama bir defa anlaştı mı artık ona uymak zorunluğu vardır.
Anlaşma bozulabilir.
Ancak haklı veya haksız olsun, anlaşmayı bozan o diyardan ayrılıp gider.
İslâmiyet'e göre;
Bir topluluğun oluşması için herkesin 'kurallar' içinde hareket etmesi gerekir. Yani herkesin senin ne gibi hareketler yapacağını önceden bilmesi gerekir. Böylece yapacağın hareketinden onlar da yararlanır veya korunurlar. İşte insanın topluluk içindeki tüm hareketlerini önceden bilme mecburiyeti sebebiyle, kişinin kendi seçtiği yaşama kurallarına uyması gerekir. Ancak zarar vermemiş ise maddî ceza ile cezalandırılamaz. Nasıl hareket edeceğini ise kişi kendisi tesbit eder. Onun için İslâmiyet'te anlaşma dışında ve kendi içtihatları dışında mevzuat yoktur.
Batı dünyası akit serbestliğini öğrenmiştir ama daha içtihat müessesesini anlayamamıştır. Kişi diyor ki; benimle ilişki kuranlar bu içtihatlarıma göre ilişki kursunlar. Böyle diyor ve bunu ilân ediyor. Onunla ilişkiye giren de onu kabul ediyor ve böylece akit tamamlanmış oluyor.
Bundan dolayıdır ki, biz devlet olarak herkesi kendi içtihadına göre muhakeme edip mahkum ederiz. Devlet kişinin kendi hukukunu kendisine karşı da korur. Bu bana haramdır demişse, artık o malı talep sadedinde dava ikame edemez. Ama bu bana helaldır demişse devlet onun o malını korur.
Yazar Arsel, daha bunları anlayamamış;
Ama üzülmesin anlayabilecek seviyededir!
O ve onun gibiler de gerçekleri anlayacaklardır!
* * *
Yazara göre;
Arap karakteri despotik yönetimi zorunlu kılar.
"A- Şeriat Devletindeİktidar'ın "MUTLAK" ve "MÜSTEBİD" şekilde kullanılmasını gerektiren nedenler: Arap'ın disipline gelmez karakteri ve kaderciliği.
Şeriat devletinin özelliklerinin başında İktidar'ın "Mutlak" ve "Müstebid" yollardan kullanılması geldiğini belirtmiştik. Bu özellik istisnasız olarak bütün Şeriat devletlerinde müşterek bir özelliktir ve ilk kurulan İslâm devletlerinden bugüne gelinceye kadar gelmiş ve geçmiş bütün Şeriat devletlerinde kendisini göstermiştir. Bir tek Şeriat devleti yoktur ki İKTİDAR uygulamasında mutlak ve müstebid nitelikler kendisini göstermemiş olsun. Bu böyle olunca, bunun elbetteki bir nedeni olmak gerekeceği açıktır. Biraz önce değindiğimiz gibi bu nedeni araştırdığımızda ARAP'ın nitelikleriyle yakından ilişkisi bulunduğunu görürüz."(s. 496)
ÇÖL VE BOZKIR ŞARTLARININ İNSANLARI VE YÖNETİM
İNSANLIK YÖNETİM AÇISINDAN YENİ BİR MERHALEDEDİR.
Zor tabiat şartlarında yaşayan topluluklar 'aşiret' hayatı yaşarlar. Aşiret hayatında kabile içinde sıkı bir 'hiyerarşi ve disiplin' vardır. Fertlerin aile büyüklerine karşı herhangi bir hürriyetleri mevcut değildir. Ama kabileler arasında serbestlik vardır. Her kabile ayrı bir devlet gibidir. Dolayısıyla bu özelliklere sahip olduklarından bunların kendi içlerinde ve kendi aralarında devlet kurma yetenekleri yoktur. Oysa kentte yaşayanlar, kendi aşiret ve kabileleri içinde gevşek ilişkiler içindedir, sıkı bir hiyerarşi yoktur. Buna mukabil yönetim ve disipline alışıktırlar, kurallara kolay uyarlar.
Bu nedenle kent halkı kolay yönetilir.
Çöl ve kuzey halkları ise kolay yönetilemezler.
Herkes kendi başına bir yönetici gibidir. Bundan dolayı 'yönetici hanedanlar' hep çöl veya bozkır topluluklarından çıkarlar.
Osmanlılar ve Selçuklular Orta Asya'da devlet kuramamışlardır; acaba neden? Çünkü kendileri yönetmesini biliyorlar, ama ortada yönetilebilecek halk yok. Halkın hepsi de yönetici. Oysa mutedil orta bölgelerde halk yönetilmeye müsait, tabiat şartlarının uygunluğu sebebiyle nüfus yoğunluğu da var, ama yönetici yok. İşte Büyük Selçuklu, Anadolu Selçuklu devletleri ile en sonunda Osmanlı İmparatorluğu bundan dolayı dünyanın orta kuşak bölgelerinde kurulmuştur.
Çöl veya bozkır şartlarının insanları, astığı astık kestiği kestik yöntemiyle yetişmiş yöneticiler olarak yönetici olma alanında güçlü, halk ise adalete ve yönetilmeye zaten yatkın bulunuyor. Bu ikisi bir araya gelince, güçlü ve büyük devletler ile imparatorluklar kurulmuştur. Burada unutulmaması gereken çok önemli bir nokta vardır. Bunlar kesinlikle ırk karakterleri olmayıp yaşama şartlarının karakterleridir. Teknoloji ortaya çıkıp geliştikten ve iyice yerleştikten sonra, bu sayede dünyanın her tarafı rahat yaşanabilecek hâle gelince, bazı bölgelerdeki insanların bu özellikleri yavaş yavaş kayboluyor, dolayısıyla yeni yönetim biçimlerine geçme zorunluğu doğuyor. İnsanlık bu açıdan yeni bir dönem ve merhaleye gelmiş bulunmaktadır.
İşte 'demokrasi yönetimi' ve 'siyasi partiler' insanlığın idarî yani siyasî alanda ulaşmış olduğu bu yeni merhalenin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışmaktadır. Ama henüz bunu nasıl yapacaklarını bilememektedirler. Ancak yeni ihtiyaçlar ve yeni arayışlar, yeni gelişmelere ve yeni oluşlara gebedir. İnsanlık yeniden yapılanma ihtiyacı içindedir ve bunun sancıları bütün yeryüzünü sarmış bulunmaktadır. İnsanlık açısından yeni oluşumlar pek uzak değildir.
İşte bizler bu alanda ilk adımları atmış bulunuyoruz.
Yakın bir gelecekte kurulacak olan yeni hak düzeninde
ve II. İslâm Medeniyeti'nde bu oluş hukukileşmiş olacaktır.
Sayın Yazar, her konuda olduğu gibi bu konuda da son derece basit ve ilkel bir anlayış içindedir. Ancak bu konularda bu kadar yoğunlaşıp binlerce sayfa kitap yazmış olması, bizim yazdıklarımızı okuduktan sonra hakikati anlayacağı ümidini vermektedir. Biz de kendisinin ve onun gibi düşünenlerin gerçekleri kavramaları için duacıyız.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet halkı namazla meşgul etmiş ve
baskı rejimini kurmuştur.
"1- ARAP'ın disipline gelmez karakteri konusunda:
İslâm'dan önceki devrede Arabistan yaşamlarının ilkelliğine, kötülüklerine ve Arapların karakter bozukluğuna ve zayıflığına değinen yazarlar Arabistan'da yaygın olan sosyal ve spiritüel (manevi) anarşiyi önlemek ve bu yaşamı yeni bir düzene oturtmak ve gerek dış ve gerek iç baskı ve kontrolden yoksun Arap'ı yola getirmek için Muhammed'in oldukça sert, otoriter ve zorlayıcı ve boyun eğdirici bir düzen getirmek ihtiyacını duyduğunu belirtirler... Bu konuda bk. H. A. R. Gibb, Muhammedanism, An Historical Survey, (5 th Edition London 1966) sh. 48...(s. 497)
Bundan dolayıdır ki Muhammed, din faaliyetlerini kişi'nin bütün yaşantılarına teşmil etmek suretiyle onun başkaca hiç bir şey düşünmeyecek ve her zaman için oyalanacak duruma girmesi gereğine inanmıştı. Özellikle namaz ve devamlı şekilde dua ve ibadet sistemi yaratarak Arap'a her zaman için vakit geçirici ve onu oyalayıcı ve böylece ruhi ve fiziki disiplin içinde tutucu bir düzen kurmuştur..."(s. 498)
NAMAZA GELDİLER,
KUR'ÂN ÖĞRENDİLER,
VE DEVLET KURDULAR.
NAMAZ;
GÜNLÜK, HAFTALIK, YILLIK VE...
HAYAT PROGRAMIDIR.
Bir 'dernek' kurmak istesek, önce o derneğin bir sözleşmesini hazırlarız, sonra bir icra organını oluştururuz, sonra ona bir yerlerden gelir temin ederiz ve gider yerlerini de gösteririz, nihayet en sonunda derneğin sözleşmesine uyum göstermeyenlere karşı uygulanacak müeyyideleri hazırlarız. Bir 'dernek' veya bir 'vakıf' bile böyle oluştuğu gibi; bir 'devlet' de böyle oluşur. Önce bir 'sözleşme' hazırlanır, sonra bu sözleşme halka 'anlatılır', sonra halkın bu sözleşmeyi anlayıp benimsemesinin ardından ona göre bir 'yönetim' oluşturulur, böylece organizasyon gerçekleşmiş olur ve artık 'devlet' olarak faaliyete geçilir.
Hz. Peygamber (s) ne yapmıştır?
Önce Kur'ân metinlerini getirmiştir.
İşte getirilen bu şey sözleşmedir.
Ama her şeyden önce bunun öğrenilmesi ve anlaşılması gerekir.
Bu nasıl öğrenilir ve anlaşılır?
Sayın Yazar! Dikkat edin, kelleler uçurularak yasalar yapılmıyor ve bunlar insanlara zorla dayatılmıyor.
"Ey İnsanlar! Gelin öğrenin ve anlayın", diyor. 'Namaz' işte budur. Dershanedir, mekteptir, medresedir, okuldur, üniversitedir... Elbette bugünkü 'tevhid-i tedrisatçılar' o zaman da vardı. Derhal yasaklarını koydular ve baskılarını uygulamaya başladılar... Baskılar uyguladılar, ama sonunda mağlup oldular ve teslim olup İslâm oldular.
Namaza geldiler ve Kur'ân'ı öğrendiler.
Öğrenme uygulama ile başlayacaktır. Bu da ortak hareketlerle olur. Bu ortak hareketleri yaptılar. İşte böylece askerlik talimini de yapmış oldular. Birlikte hareket etmeye alıştılar, itaat etmeye alıştılar. Ama sadece bunlar yeterli değildir. Bu arada insanca yaşamanın yollarını öğrendiler. Meselâ, her namazdan önce temizlenmeyi öğrendiler. Yiyeceklerde faydalı ve zararlı olanları öğrendiler. Oturmayı, kalkmayı, hep birlikte saf tutmayı, birlikte hareket etmeyi öğrendiler...
Namaz müessesesini tetkik edin, eksik veya fazla,
bunlardan başka bir şeyler mi bulacaksınız?
Hayır! Bunlardan başka bir şey yoktur!
Toplanma zamanları, toplanma yerleri, toplanma çağrısı, toplantı kıyafeti, toplantı temizliği, salonda toplanma, oturma yerleri ve şekilleri, divan başkanının seçilmesi, konuşma ve görüşme, ortak hareketler, ayakta durma, eğilme, yerlere kapanma, oturma, tekrar kalkma hareketleri; okuma, dua, dağılma...
Namaz,artık topluluğun kalbi olmuştur.
Günde beş defa atan bu kalp, insanları sabahleyin erken saatte uyandırmakta, sabah toplantılarını yaptırmakta, sonra öğleye kadar iş, sonra yine toplanma, sonra yine iş, sonra yine toplanma, sonra ailecek yemek ve ailecek toplanma... Ailecek istirahate çekilinceye kadar yirmidört saatlik hayat programı 'namaz' sayesinde düzenlenmiş olmaktadır.
İnsan vücudunda 'kalp' ne iş yaparsa,
sosyal bir yapı olan toplulukta 'namaz' aynı şeyi yapmaktadır.
Bu namazlar daha sonra 'haftalık cuma' ve 'yıllık bayram' namazlarına kadar gelişip genişleyecek; böylece önce kasaba ve kent, sonra devlet ve imparatorluk / topluluk olacaktır. Nihayet insanlar her yıl belli günlerde 'Hac' için Mekke'de toplanacak ve 'yıllık olağan genel kurul'larını yapmış olacaklardır.
Namaz, böylece günlük, haftalık, yıllık ve ömürlük,
bütün düzenlemeleri ve organizasyonları yapmış olmaktadır.
Geriye ne kaldı? Hiçbir şey kalmadı; sadece insanların bunun böyle olduğunu anlamaları kaldı! Mesele bu kadar basit. Ama bırakınız başkalarını, Müslümanlar bile bunun böyle olduğunun farkında mı? Namaz, Müslümanlar arasında bu fonksiyonunu icra edebiliyor mu? Maalesef etmiyor! Edeceği günler elbette gelecektir. O günler geldiğinde de, olması gerekenler olacak, sorunlar çorap söküğü gibi çözülecek, insanlar adil bir 'devlet ve dünya düzeni'ne kavuşmuş olacaklardır.
Bu devlet ve dünya düzenini kelle uçurmadan ancak 'namaz' ile gerçekleştirebilirsiniz. Yazar, İslâmiyet'in namaz, dua ve ibadet sistemine 'uyutma' diyor! Bu anlattıklarımızdan sonra da uyutma desin bakalım. Onun anlayışına göre, uyutmamak için başları uçurmak gerekmektedir. İşte kelleler uçurularak kurulan devletler ortada. İnsanlığın yüz karası olarak kuvvete dayanan korkutucu ve despotik devletler bugün bile varlıklarını sürdürüyorlar... Ve insanlık da bunlardan nasıl kurtulabileceğini kara kara düşünüyor.. düşünüyor... düşünüyor...
İnsanlık hürdür!
İster bizim namaz devletimizi benimser;
İsterse yazarın kelle uçurucu despot devlet çeşitlerinden birini!..
Doğru tektir;
Yanlışlardan oluşan 'izm'ler pek çoktur!
İnsanlar da bunlardan istediklerini seçme ve uygulamada hürdür.
* * *
Yazara göre;
Kur'ân hep 'benden korkun' ve 'sen korkutucusun' diyor.
"2- ARAP'ı İktidar'a boyun eğdirici ve disipline sokucu yol olarak "MUTLAK ve KORKUTUCU TANRI" fikri'nin Şeriat Devleti yaşamında temel prensip işini görmesi.
Nitekim de böyle olmuş ve İslâm KORKUTUCU ve ÖLDÜRÜCÜ Tanrı anlayışı üzerine oturtulmuştur. Kur'ân hükümleri arasında "BENDEN KORKUN" şeklinde Tanrı'yı kullarına karşı konuşturan âyetler çoktur. Tanrı'nın bir korkutucu olduğunu ve Peygamberini dahi korkutucu olmak üzere gönderdiğini belirleyen pek çok âyetler bulunur...(s. 498)
Bakara Suresi'nin 197 ci Ayetinde "Benden korkun" der. al-Ahkaf Suresi'nin 9 cu Ayetinde "...ve ben apaçık bir korkutucudan başka bir şey değilim",...
Müddessir Suresi'nin 1 ve 2 ci Ayetinde "Kalk da korkut" (veya Uyar), Bakara Suresi'nin 119 cu Ayetinde "Şüphe yok ki Biz seni dosdoğru bir müjdeci ve korkutucu olarak gönderdik" diye yazılıdır..."(s. 499)
KUR'ÂN ARAPÇADIR VE TERCÜME EDİLEMEZ.
YAPILAN TERCÜME YANLIŞLARINA ÖRNEKLER.
Kur'ân Arapçadır
ve başka dillere tercüme edilemez.
Hele hele tercümelerden yararlanarak
asla yorum yapılamaz.
Bu konuyu açıklamak için Kur'ân'da sık sık tekrar eden iki kelime üzerinde durarak örnek vermeye çalışacağız. Böylece tercümelerdeki yetersizliklerin ve yanlışların nelere sebebiyet verdiğini görmüş olacaksınız.
Arapçada torba gibi olan kaplara 'VIA' denmektedir, sandık veya kulübe gibi kaplara da 'VIKA' denmektedir. Bu kelime, aynı zamanda çobanların dağlarda tehlikeli anlarda kendilerini yabani hayvanlardan veya sıcak ve soğuktan koruması için yaptıkları kulübelerin de adıdır. Kulübenin bu koruyuculuğuna 'VİKAYE', kişinin korunmak amacıyla kulübeye girmesine 'ITTIKA' denir; aslı 'IVTIKA'dır.
Bu 'ITTIKA' kelimesi 'KORKMAK' değil, tam tersine 'KORKUDAN EMİN OLMAK'dır. 'Ittıka'da 'korkma' anlamı yerine, 'istiyerek vikayesine sığınma' anlamı vardır. Allah, 'yalnız Bana yani şeriata yani devlete sığının, devletin içine girin de korkulardan emin olun', diyor.'Düzen' manası bu olduğu gibi, 'Allah'ın şeriatına girin ve korkudan emin olun' anlamında kullanılır.
Tercüme edenler, Türkçede bu tür inceliklere sahip kelime bulunmadığı için 'BENDEN KORKUN' diye tercüme etmektedirler. Oysa gerçek anlamı bunun tam tersidir. Şöyle ki, 'Benim şeriatıma girin de korkulardan emin olun'; 'devletin güven şemsiyesine girin de eşkiyadan ve açlıktan emin olun' demektir.
Yine Arapçada bir kelime daha vardır ki, Yazar da kitabının daha ilk sayfasından itibaren bunu sık sık ve hep yanlış olarak kullanmaktadır. Bu kelime de 'NEZR' kelimesidir. 'NEZR ETMEK' demek, 'gelecekte yapmayı kararlaştırmak' demektir. Ben yarın çarşıya çıkacağım deyince, bu nezr olur. Kâinattaki bütün sebepler bir nezirdir. Yani o oluyor demek, arkasından bilinen başka bir şeyin oluşması kararlaştırılmışıtır demektir. İşte peygamberler gelip bu tabiî ve sosyal kanunları öğretir. Ne yaparsanız ne olur? Onları öğretirler. Buğdayı eker ve korursanız, sonunda mahsul alırsınız; bu müjdedir. Yok ekmez veya hayvanlara yedirirseniz, mahsul alamazsınız diye öğretir. Buna 'UYARMA' denir.
Kur'ân devamlı şekilde, 'Sen sadece 'MÜJDELEYİCİ' ve 'UYARICISIN', Sen onlara 'ZORLAYICI DEĞİLSİN' diye ihtar eder. Kur'ân'ın çoğu kez beraber kullandığı 'MÜJDELEYİCİ've 'UYARICI'kelimelerini, mütercim ve yazar tam tersi bir anlamda 'KORKUTUCU'diye tercüme ediyor. Arapça bilmeyen veya bilmek istemeyen yazar da bu yanlışlara dayanarak, 'İslâmiyet korkutucu bir dindir!'; 'Peygamber de korkutan bir elçidir!' gibi yanlış ve çarpık sonuçlara götürmeye çalışmaktadır.
İslâmiyet'e göre;
Allah kâinatı yaratmış ve orada tabiî ve sosyal kanunlar koymuştur. O kanunları değiştirebilecek bir güç yoktur. İnsanları yaratmış ve ilâhî kanunlar çerçevesinde nasıl yaşayacağını önce 'vahiy', sonra 'ilim' yoluyla öğretmiştir. Bu kanunlara uyanlar onlardan yararlanacak, uymayanlar ise cezalarını çekeceklerdir.
İslâmiyet işte budur.
İlâhî kanunlar, tabiat kanunları,
tabiî ve sosyal kanunlar bunlardır.
İsteyen bu kanunları beğenir, inanır, benimser ve Müslüman olur; beğenmeyen, yazar ve onun gibi düşünenlerin peşinden gider. Ama şu kesin olarak bilinmelidir ki, hiç kimsede bu kanunları değiştirebilecek bir güç yoktur. İsteseniz de istemeseniz de O'nun kâinatında O'nun kanunlarına göre yaşayacaksınız. Bunun dışında başka hiç bir alternatifiniz yoktur!
Ha! Unutmadan söyleyelim: Amerikaya da gidebilirsiniz; ama maalesef orası da O'na aittir. Dolayısıyla dünyada ve kâinatta O'ndan ve O'nun kanunlarından kaçılabilecek bir yer yoktur.
* * *
Yazara göre;
Çölün monotonluğu Arapları kaderci yaptı.
"B- ARAP'ın fatalist niteliklerinin sonuçları: Şeriat Devleti'nin despotik niteliğini hazırlayan nedenler.
Arap ve Arap olmayan bütün yazarların ve izlenimcilerin belirttikleri odur ki Arap, tabiatı gereğince KADERCİ'dir. Kadercilik onda en köklü şekilde var olan fanatizm'e güç verir. Sadece Sami ırkına mensub bulunan toplumlar arasında değil fakat yeryüzünün bütün insanları arasında Arap kadar kaderci bir başka millet pek gösterilemez, denir.
Arap'ın böylesine koyu bir şekilde kaderciliğe saplanmışlığının nedenlerini onun yetişme tarzında ve yaşadığı fiziki ve coğrafî ortamda bulanlar çoktur...
Her ne kadar her iklimin altında tabiat olaylarının ebedî kanunlara bağlı olarak tekrar ve tekrar belirmesi insanları kader denilen düşünceye saplamakta etkilemiş ise de çöl koşullarının insan tabiatını ezen insafsızlıkta oluşu, çöl insanlarını çok daha büyük bir mahviyet içerisinde tabiat üstü güçlere ve kader fikrine boyun eğmek durumunda bırakmıştır..."(s. 499)
ÇÖL, DÜNYANIN EN ÇETİN VE ZOR TABİAT ŞARTLARI.
İSLÂMİYET;
BU ŞARTLARDA DİN VE DÜZEN OLARAK YEŞERDİ.
Çöl, son derece çetin tabiat şartları altında yaşanacak bir yerdir. İnsan bu zor şartlarda iradesini çok az kullanabilmektedir. Çünkü insanın bu tabiat şartlarında yaşadığı sorunlarla ilgili olarak pek fazla alternatifi yoktur ve genellikle çözümler tektir. En küçük bir sapma veya yanılma ölümle neticelenir. Bu olağanüstü olumsuz şartlar insanları tabiî olarak kaderci yapar. Çünkü pek fazla yapılabilecek bir şey yoktur. Olanlara ve olaylara pek tedbir alma veya değiştirme imkânları olmadığı için şartlar insanları kadere teslim olanlardan kılar. Ama bu insanlar bu şartlarda yaşadıkları için aynı zamanda serbest ve sergüzeşt ruhlu da olurlar, isyankâr tabiatlı olurlar, savaşçı olurlar, itaat etmeyen ve boyun eğmeyen bir yapıda olurlar. Bu insanları zorla ve dayatma ile devlet düzeni içine sokmak mümkün değildir. Çünkü çölün sonsuzluğu içinde avare ve hür yaşamaya alışmış olan bu insanlara, bırakınız bin beşyüz yıl önce, bugünün teknolojik imkânları ve araçları ile bile baş eğdirmek mümkün değildir.
Bunlar ancak 'namaz' gibi peryodik ve disipline ibadetlerle yola gelebilirler. Yani sevdirerek, kolaylaştırarak, inandırarak, velhâsılı İslâm'ın engin hoşgörü ve muhabbet atmosferi içine, çekim alanına çekilebilirler. Bölge insanının bu son derece çetin yapısından dolayı, Medine'de kurulan ilk İslâm devleti demokratik bir devlet olmuştur.
Hz. Peygamber (s), aslında fethettiği yerin yerel yönetimini değiştirmemiştir. İslâm dini de bundan dolayı ve bu uygun politika sayesinde ilk defa dünyanın bu en zor bölgesi olan Arap Yarımadası'nda çok kısa zamanda yerleşip yayılmış ve gelişebilmiştir. Çünkü en zor ve olumsuz şartlarda örnek verilmesi açısından yeryüzünde bundan daha uygun bir yer düşünülemezdi. Dünyada İslâm dinine ve düzenine en çok muhtaç olan yer burasıydı. Avrupalıların, Bizanslıların, Perslerin devletleri değil, imparatorlukları vardı. Oysa Arapların o gün devletleri olmadığı gibi öncesinde de yoktu. İlk defa devlet aşamasına gelmiş bulunuyorlardı.
Ayrıca en zor bölgede ve en çetin insanlara din ve düzeni kabul ettirdikten sonra, dünyanın diğer bölgelerine İslâmiyet'in din ve düzen olarak kabul ettirilmesi ve yayılması daha kolay olurdu. Nitekim öyle olmuş ve tarihte eşi görülmemiş bir sür'atle yeryüzünün dört bir tarafına kısa zamanda yayılmıştır. Bu da İslâmiyet'in mucizelerinden biridir.
Bütün bu şartlar düşünüldüğünde, yeni içtihatlara dayalı olarak lâik ve demokratik bir devlet ancak burada kurulabilirdi. Nitekim bu devlet kuruldu ve uzun vadede bu bölgenin kaderi yine de değişmedi. Sonraki yönetimler hep Arap Yarımadası dışında hükümferma oldular. Bu bölge, belli bir merhaleden sonra yine devletsiz yaşadı denilebilir. Çölün sonsuzluğuna hangi devlet gücü hükümran olabilir ki? Ama İslâmiyet zaten onlara devlet düzenini aratmadı. Bedevî Araplar, artık İslâmiyet ile zenginleşmiş olan binlerce yıllık gelenekleri içinde çöllerdeki hayatlarını sürdürdüler. Dünyanın diğer taraflarında olanlar onları pek fazla ilgilendirmiyordu! Onlar kaderleriyle baş başa çöl şartlarıyla mücadele etmeye devam ediyorlardı...
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet kaderci Arabı
şeriat kuralları ile disipline etmiştir.
"C- Arap'ın çöl yaşantıları İslâm'ın kaderci ve otoriter yönlerini hazırlamış ve İslâm'ın kaderci ve otoriter niteliği de İslâm'a girenleri bu niteliklere bürümüştür.
Arap'ın çöl yaşamları, biraz evvel belirttiğimiz gibi insanın tahammül gücünü yıpratan koşullar içerisinde oluşmuştur. Kızgın çöl sıcakları içerisinde, su ve bol ve çeşitli gıda maddelerinden yoksulluk, monoton bir yaşam, Arap'ı KADER olayı ile başbaşa bırakmıştır. Böylesine olumsuz bir yaşam koşulları içerisinde KADER'e isyan ya da boyun eğmek vardır. "İsyan"ın yetersiz ve sonuç vermeyeceği ortadadır. Geriye tek çare tevekkül ile boyun eğme kalmaktadır. İşte Arap Peygamberi Arap'ın bu yönlerini gözönünde tutarak onun kaderci niteliğini ele almış ve işlemiştir. Bilinç altında yaşamakta olan "isyan" yönünün belirmesini ve tehlikeli bir nitelik kazanmasını mutlak şekilde önlemek amaciyle kaderci felsefeyi kökleştirmiş ve bunu sağlamak için de İslâm'ın otoriter yönlerini geliştirmiştir.
Kur'ân ve Hadis hükümleri ve emirleri arasında, her ne kadar insan iradesine yer verir görünenleri varsa da esas düzen kadercilik va otoritenin mutlaklığı,..."(s. 500)
DEVLET OLMAK İÇİN NELER GEREKLİDİR?
İSLÂMİYET;
ZORLAMADAN DEVLET AŞAMASINA GETİRİR.
Dağınık bir hayat süren Arap kabilelerinin devlet olabilmeleri için her şeyden önce bir araya toplanmaları gerekiyordu. Bundan dolayı işe 'namaz' ile başlandı. Çünkü namazın bir çok özelliği yanında, en önemli ve en başta geleni toplayıcı özelliğidir.
Elbette sadece toplanmak ve bir araya gelmek de yeterli değildi. Bundan sonra topluluğun ortak bir 'bütçe'sinin oluşması ve bir arada yaşamanın nimetlerinin görülmesi gerekiyordu. Bu da ancak zenginleri 'vergi' vermeye ikna etmekle mümkün olabilirdi. Böylece vergi zenginlerden toplanıp fakirlere dağıtılmaya başlandı. Aslında zenginler de bu organizasyondan yararlanıyorlardı. Bu yeni gelişme sayesinde cemaat oluştu ve alışveriş hayatı iyice bereketlendi. Bir araya gelme ve cemaat oluşturma genel rantı yükselttiği için insanlar daha çok kazanmaya başladılar.
Ekonomik hayatın hareketlenmesi ve canlanması sayesinde, sadece 'zekât' alan fakirler değil, aynı zamanda zenginler yani tüccarlar en iyi şekilde yararlanmış oldular. Yoksullar ise üretimden daha çok pay almaya başladılar, zenginler de daha çok kâr ettiler. Bütün bu olumlu gelişmeler topluluktaki çeşitli kesimleri bu yeni düzene iyice ısındırdı ve bağladı.
Devlet olmak için önemli bir şey daha gerekiyordu ve o da bu bölgede öteden beri olmayan 'güvenlik' meselesi idi. Güvenlik sorununun çözümü için 'akileler' sistemi kuruldu, böylece iç ve dış güvenlik emniyete alınmış oldu. Saldırılara ortak olarak karşı konacak, ayrıca mağdur olanların mağduriyeti 'diyet' ile giderilecekti.
Bu gelişmeler de devlet olmak için yeterli değildi. Çünkü Araplar arasında yerleşmiş bir inanç sistemi olarak her kabilenin ayrı bir tanrısı vardı ve o tanrıyı bir 'put' ile temsil ediyorlardı. Tanrıların önemli bir istekleri vardı; savaşmak, hep savaşmak. Her kabile kendi tanrısının zoru ile savaşıyordu.
Bu bâtıl ve son derece ilkel inanç ortadan kalkmadıkça, Arabistan'da devlet olamazdı veya olsa bile varlığını sürdüremezdi. Bundan dolayıdır ki daha başlangıçtan itibaren 'Tek Tanrı' inancının mücadelesi verilmiştir. İnsanları ancak 'Tek Tanrı' inancı bir araya getirir, birleştirir, aralarındaki savaşlara son verir ve onları birbirlerine kardeş yapardı. Bütün insanlar 'Bir Allah'ın kulları olurlarsa, O'nun insanlara verdiği haklar ve vazifeler olduğundan onlara inanılır, böylece herkes kendi hakkı kadar karşısındakinin hakkına da riayet eder. Aksi halde bu birlik sağlanamazsa, herkesin kendi aklı veya her kabilenin tanrısı birşeyler söyler ve insanlar sürekli olarak birbirleriyle çatışma ve savaş hâlinde olurlar. Bu durumda kimse kimseyi beğenmez, herkes birbirine karşı olur ve her insan da kendini de hep yalnız hisseder.
Böyle bir toplulukta öyle bir psikoloji vardır ki, her insan nasıl başkalarına karşıysa, herkesin de kendisine karşı olduğu zannı ve inancı içindedir.
İşte bizim yazarın psikolojisi de budur. Kendisini yalnız ve huzursuz hissetmektedir. Kendi ruhi huzursuzluğunu birilerine çatarak giderme ihtiyacındadır. Birilerine çatmaktan korktuğu için onlara saldıramıyor; ama savunmasız bulduğu Müslümanlara kitabının ilk sayfasından itibaren çatıyor ve aklınca deşarj oluyor. Aslında sözünü ettiği zulümlerin hepsi de yapılmıştır, ama iddia ettiği gibi uzak geçmişte değil yakın bir geçmişte, yani Tanzimat ve Cumhuriyet dönemlerinde yapılmıştır. Biz bunları çok iyi bildiğimiz ve bir kısmını bizzat yaşadığımız için kendisini hoş görüyoruz.
İslâmiyet veya şeriat öyle bir düzendir ki, zor kullanmadan, baskı yapmadan, inandırarak ve sevdirerek devlet aşamasına getirir. Şeriatın gösterdiği yoldan her kim giderse bunu başarır. Dinde zorlama yoktur. Uyarma, müjdeleme, sevdirme ve inandırma vardır.
Nitekim Mustafa Kemal ve arkadaşları da, İstiklâl Savaşı'nı şeriata uyarak ve tam bir demokrasi uygulayarak başarmışlardır. Dünya o çağda eşsiz ve benzersiz olan bu bağımsızlık mücadelesine hayran olmuştur. Ama maalesef daha sonra şeriata cephe aldılar ve anti demokratik yollardan inkılâplar yaptılar. Bu dayatmacı inkılâplardan dolayı hem dünyanın hem de kendi milletlerinin gözünde, kurtuluş ve kuruculuk döneminin itibarını da kaybettiler. Bu itibar öylesine kaybedildi ki, daha sonra kanun ve hapishane yoluyla korunma cihetine gidildi ki; bu onların itibarlarını bir kat daha düşürdü.
Oysa Mustafa Kemal ve arkadaşları, inkılâpları da şeriata uygun olarak yapabilirlerdi. Çünkü genel olarak yaptıkları şeyler şeriata aykırı değildi. Önemli olanlardan birkaç tanesini örnek olarak hatırlatalım.:
Cumhuriyet mi?
İslâmiyet'in kendisi cumhuriyetçidir.
Demokrasi mi?
İslâmiyet'in kendisi demokrasidir.
Lâiklik mi?
İslâmiyet'in kendisi lâik bir düzeni öngörmektedir.
Kıyafet hürriyeti mi?
İslâmiyet'teki en önemli hürriyetlerden biridir.
Hilafet mi?
İslâmiyet'in özünde zaten böyle bir müessese yoktur.
İnkılâplar, İslâmiyet'e ve şeriata karşı değil de, artık iyice eskiyen Osmanlı yönetimine veya I. İslâm Medeniyeti'ne karşı yapılırdı. O zaman İstiklâl Mahkemeleri kurulmaz, sehpalar dikilmez, başlar uçurulmaz, takrir-i sükûnlara gerek olmazdı.
İşte bu uygulamalarda da açıkça görülüyor ki, kim şeriat dışında bir iş yapacak olursa, bunu ancak kanla yapabiliyor. Yazar da bunları yapanlara bir şey söyliyemediği için şeriatı suçlayıp insafsızca yükleniyor.
* * *
Yazara göre,
Korkutucu Tanrı ve Peygamber inancı,
sonunda despotizme götürmüştür.
"D- KORKUTUCU TANRI TANIMLAMASI ARAP'IN DİSİPLİNE GELMEZ ve KADERCİ NİTELİKLERİNDEN DOĞMA BİR TANIMLAMA OLMUŞTUR.
Korkutucu Tanrı ve O'nun KORKUTUCU Peygamberi fikri Arap'ın karakterinin özelliğinden doğma bir fikirdir...(s. 500)
Arap'ı belli bir devlet örgütü halinde bir araya getirebilmek ve yönetebilmek için İslâm Peygamberi'nin düşündüğü tek şey KORKUTMA yollarını denemek ve KORKUTUCU TANRI ve KORKUTUCU PEYGAMBER fikrini yerleştirmekti. İçinden çıktığı toplumu herkesten iyi bilen Muhammed KORKUTUCU Tanrı fikrini en becerikli şekliyle yerleştirmek suretiyle Arapları peşinden sürükleyebilmiş ve onları belli bir düzen içinde belli kurallara uygun olarak ve CAHİLİYYE devri diye adlandırdığı ve çok olumsuz şekilde tanımladığı dönemden kurtarmış olarak yaşatma çarelerini aramıştır..."(s. 501)
HUKUK DEVLETİ VE KEYFÎ YÖNETİM;
KORKU SUÇLULARA YÖNELİK OLMALIDIR.
Hukuk devleti veya hukuk yönetimi ne demektir?
Ben mevzuata uyarsam, güvendeyim. İktidar veya yöneticiler bana bir şey yapamaz. Bana zarar vermek isteyen biri olursa, iktidar güçlüdür onu cezalandırır. Benim iktidarım ve yönetimim, suç işleyecek olanları korkut-muştur. Diğer taraftan, ben de suç işlersem, devletim o kadar güçlüdür ki, ben de işlediğim suçun cezasından kurtulamam. Demek ki devlet demek 'korku' demektir; aksi halde ne adı ne de kendisi devlet olabilir.
Keyfî yönetimde ise, halk mevzuat yerine yöneticilerden korkar. Eğer beni yönetenlerin hoşuna gitmeyecek bir iş yapacak olursam, hangi akibete uğrayacağım ve ne gibi işkencelere maruz kalacağım belli değildir. Böyle bir yönetimde insanın rahat yaşayabilmesi için yönetimin zayıf olması istenir. Ama yönetim zayıf ve iktidarsız olunca, artık orada herkes herkesten korkar hâle gelmiştir. 1980'li yılların öncesini veya sonrasını yaşayanlar bunu çok iyi bilirler.
Keyfî yönetime iyi bir örnek olması açısından, bizzat yaşadığımız yıllardan kısa bir özet yapalım. 12 Eylül 1980 öncesinde, gece ufak bir gürültü olsa, insanların ödü patlardı. Çünkü o anda hangi eşkiya grubunun orada eylem yapmakta olduğu belli olmazdı. Tam bir belirsizlik ve güvensizlik ortamı vardı. Bu arada size komik bir şey anlatalım.
Biz 'sağcı' idik ama bizleri 'sağdakiler' tehdit ediyorlardı. Akıncılar telefon açarak tehditler savuruyorlardı. Acaba neden? Bunun iki sebebi vardı. Birincisi, herkes gibi bizim de huzursuz edilmemiz gerekiyordu ki anarşi ortamı gerçekleştirilmiş olsun. Bunların tamamı aynı kaynaktan besleniyordu. Hepsini dış kaynaklar yönetiyor veya yönlendiriyordu. Böylece ihtilâle gerekçe hazırlanıyordu.
İkinci sebep, bu tehdit edenler solcu veya ülkücü birini tehdit edemezlerdi çünkü onların arkasında koruyucuları vardı. Bizim böyle koruyucu gruplarımız yoktu, dolayısıyla tehdit edilmemiz kolaydı. Böyle bir anarşi ortamının hükümran olduğu yıllardan sonra 12 Eylül müdahalesi gerçekleşti.
Sonra ne oldu? 12 Eylül'den sonra ne oldu? İnsanlar huzura ve güvene kavuştu mu? Bu sefer de her kapı çalınışında insanların ödü başka sebeplerden dolayı patlardı. Neden? Çünkü kapıyı çalan polis olabilir, karakola götürür ve en azından sabaha kadar işkence eder, hattâ 90 gün gözaltında tutabilirdi. Bu durumda anarşiden korkmakla fitneden korkmak aynı derecedeydi ve birbirinden farksızdı. Çünkü ikisine karşı da silahsız ve savunmasızdık, daha doğrusu savunma hakkımız yoktu.
İşte şeriat dışı devlet yönetimi budur. Ya eşkiyadan korkarsınız veya polisten korkarsınız ve sizin elinizde herhangi bir savunma aracınız da yoktur. Çünkü silah yasağı vardır. Şeriat devletinde sadece suçlular korkar; şeriat dışı devlet yönetiminde herkes her an korku içindedir. Cumhurbaşkanı ve başbakan bile korku içindedir. Çünkü bu düzenlerde her an onların başına da birşeyler gelebilir. Nitekim gelmiştir de...
Sizin önerdiğiniz veya kurduğunuz düzen ve dünya, hep böyle bir dünya olmuştur. Nitekim şeriatsız Türkiye'nin cumhuriyet döneminde insanlar ya anarşiden korkmuş, ya polisten korkmuş, ya jandarmadan korkmuş, ya ...
İnsanlar korkusuz bir gün ve gece bile geçirememişlerdir.
Osmanlılar da Tanzimat'tan sonra şeriatsız bir dünya düzeni kurmaya başlamışlar ve; önce kendi imparatorluklarını kaybetmişler, sonra bizlere bugünkü Türkiye'yi bırakmışlar...
İslâm düzeninde;
Halk dışında kolluk kuvveti yoktur. Devlet memuru yoktur. Bunlar yerine maaşları sosyal gruplar tarafından verilen ve yine onlar tarafından denetlenen 'kamu hizmetlileri' vardır. Bunlar memur değil 'serbest meslek erbabı'dırlar.
Kişi hakkını kendisinin de seçmiş bulunduğu hakemler huzurunda isbat ettiğinde, devlet failini bulmasa da mağduriyeti tazmin eder. Bu nedenle hiç bir vatandaşta haksızlığa uğrama korkusu yoktur. Çünkü suçlu bulunmasa bile mağduriyet giderilir.
Öldürme olaylarında diyet ödenir. Hırsızlık da tazmin edilir. Diğer taraftan cezasını tazminat vererek çektiği için herkes suçluların ortaya çıkması için faaliyettedir. Ceza polis tarafından verilmez. Suçlunun rızası ile kendi akilesi tarafından ifa edilir. Rıza göstermezse bucaktan sürülür ve kendisiyle savaş hâli ilân edilir.
İllerde jandarma birlikleri vardır ve askerî hukuk statüsü içinde suçluyu yakalayıp cezalandırırlar. Bu suretle, bir bucak tarafından sürülmedikçe veya başka bir bucak tarafından kendisine sahip çıkıldıkça, hiç kimse mahkeme kararı olmaksızın cezalandırılamaz; karakola bile çağrılamaz. Mahkeme de kişinin kendi seçtiği hakemlerin kararı ile olur.
Demek ki korkusuz devlet olmaz;
ama bu korku suçlulara yönelik olmalıdır.
* * *
Yazara göre;
Peygamber şeriata aykırı imtiyazlı hayat sürmüştür.
"II- Tanrı'nın vekili olarak İktidara sahip olanlar için dahi durum budur: KORKUTUCU olmak, keyfi olmak.
Sadece Tanrı değil fakat Tanrı'nın yeryüzündeki vekili sayılan Peygamberin dahi mutlak ve keyfî hareket etmesi olağan sayılmalıdır. Nitekim başkalarının yapması yasak olan şeyleri Peygamberin yapabileceği Tanrı emri olarak inmiştir...(s. 501)
Halbuki İslâm'da Peygamber bütün kanunların ve kendi getirdiği kuralların dışında rahatlıkla hareket edebilmiş ve bu davranışlar Tanrı'nın müsade ve icazetiyle olabilmiştir. 1400 yıldanberi İslâm aleminde hiç kimse onun yaptıklarını olağan dışı, veya hatâ olarak kabul etmemiş ve tartışmamıştır. Bilakis Peygamberin böyle bir imtiyaza ve istisnaî tutuma Tanrı tarafından kavuşturulmuş olmasını iftiharla karşılamış, bunu bir mazhariyet olarak görmüştür..."(s. 502)
İSLÂMİYET AÇISINDAN HZ. PEYGAMBER'İN HAYATI.
İSLÂM DÜZENİNDE BAŞKANIN HUKUKÎ KONUMU.
Hz. Peygamber (s), Arap adetlerine göre gayri ahlâkî olan hiç bir fiilde bulunmamıştır. Kur'ân dışında, şeriat dışında, kendisinin koyduğu kurallar dışında da bir fiilde bulunmamıştır. Ancak bazı Arap adetlerini kaldırmıştır. Bu Arap adetlerini kaldırırken de, bu fiilleri Arap adetlerine aykırı olarak işlemiştir. Burada bunlardan bazılarını örnek olarak kısaca zikredelim.
İslâmiyet'te 'akdî mirasçı' edinme yoktur. Miras şer'î bir hak olup akdî değildir. İnsan bir anne-babadan doğar ve bunu değiştirmesi mümkün değildir. Evlilik ilişkileri de akde göre yasaklanamaz. Yani bir kız ile bir erkek, biz kardeş olalım deseler yine de kardeş olamazlar ve her zaman evlenebilirler. Nitekim kardeş olanlar için de aynı şey sözkonusudur; biz kardeş olmayalım demekle kardeşlik ortadan kalkmaz ve aralarında evlenme-leri de meşru olmaz.
Araplarda akdî kardeşlik ve oğulluk vardı. Artık aralarında evlenme olmazdı. Süt kardeşliği de böyleydi. İslâmiyet süt kardeşliğini ibkâ etti, ama akdî akrabalığı yürürlükten kaldırdı. Arabistan'da evlilik de kudsî sayılıyor, evlenme de boşanma da son derece zor oluyor, bu durum sosyal problemler ve olaylar doğuruyordu. İslâmiyet bu duruma da son verdi. Evlenme ve boşanma, biyolojik ve ekonomik bir olaydır. İnsanın kolaylıkla evlenmesi ve yine kolaylıkla boşanabilmesi gerekir. Yoksa fuhuş yaygınlaşır ve kadının esareti sözkonusu olur. Karı-koca arasında sevgi ve gönül birliğinin sağlanması için de ayrılmalar kolay olmalıdır.
Hz. Peygamber(s)'in teyze kızı ona aşık olmuştu ama o bunu bilmiyordu. Hz. Peygamber onu azad ettiği kölesi Zeyd ile evlendirdi, ancak bunlar aralarında pek geçinemediler. Peygamber geçinemediklerini öğrenince kendilerini evlendirdiğine pişman oldu, ama bir çözüm bulamıyordu. Nihayet Zeyd onu boşadı. Kur'ân açısından Arap adetlerine göre bir daha evlatlık müessesesi geleneğinin sürmemesi ve engel kalmayınca isteyenlerin evlene-bilmesi örneğini göstermesi için Hz. Peygamber Zeynep ile evlendi. Hz. Peygamber dörtten fazla kadınla da evlenmiştir. Bu evlilikler ne Arap adetlerine ne de daha önceleri şeriata göre yasaktı. Dört kadın sınırlaması, daha sonra gelen âyetlerle yapıldı. Daha sonra da zaten evlenmesi Kur'ân'da yasaklanmış oldu. Böylece Hz. Peygamber bu konuda şeriata aykırı veya şeriatça kaldırılanın dışında Arap geleneklerine aykırı herhangi bir fiil işlemedi. Hz. Peygamber (s)in hayatının en önemli özelliği, bütün hayatının şeffaf olmasıdır. Onun hayatında aile sırrı diye bir şey sözkonusu değildir.
İslâm düzeninde;
Yöneten sınıf yoktur, ama farklı olarak başkan vardır ve başkanın ayrı hukuku vardır.
Her şeyden önce, bucak başkanları da dahil olmak üzere başkanların malları tesbit edilip emanete alınır. Başkan öldüğü zaman bu mallar varislerine dağıtılır.
Ancak başkan olduktan sonra başkanın kazandığı bütün mallar bucağa aittir; ölünce varislere değil de sadece kendisinin halefine yani kamu bütçesine gider.
Başkan aleyhine kendi bucağında hukuk davası açılabilir, tazminat davası açılabilir; ama kısas talep edilemez. Başka bucağa gitmek ve oradan talep etmek gerekir.
Başkan dışında evlilik yapanlarda evlilik tazminatı zorunlu olduğu halde, başkanla olan evlenmelerde boşanma tazminatı konmaz. Çünkü başkanın kendi mameleki yoktur.
Demek ki başkan şeriata aykırı farklı bir hayat yaşamadı, şeriatın başkana tanıdığı farklı hayatı yaşadı.
Başkana karşı yüksek sesle konuşulmaz ilkesi getirilmiştir.
Onun başkanlığı altında kalındığı sürece başkana isyan etmeme ilkesi getirilmiştir.
Bucak başkanlarına bucaktan sürme yetkisi verilmiştir.
İslâmiyet;
Yöneticilerin değil halkın hukukunu korumuştur.
İslâmiyet, erkeğin veya kadının değil de çocukların hukukunu korumuştur. Ama herkes aynı zamanda insan olduğu için onların da hukuku kendiliğinden korunmuştur.
Yukarıda Hz. Peygamber (s)'in bütün hayatının şeffaf olduğunu söylemiştik. Başkanların hayatı da böyle olmalıdır.
O zaman fitne ve fesat olmaz.