Yazara göre,
İslâmiyet'te daha başta Yahudi düşmanlığı yapılmış ve
kıble değiştirilmiştir.
"C- Müslüman Olmayan Unsurlara karşı Devlet'in ve Müslüman Halk'ın olumsuz tutumu Şeriat gereğince yerleşmiş bir tutumdur.
Her ne kadar müslüman olmayan unsurlar arasında "Ehli Kitab" sayılan Hiristiyan'lar ve Musevi'ler hoşgörü sınırları içinde yaşama hakkından yoksun kılınmışlarsa da daima "İKİNCİ SINIF YARATIK" durumunda bırakılmışlar ve gerek devlet'ten ve gerek müslüman halk'tan bu şekilde davranış görmüşlerdir... Hiristiyan ve Musevi ahali, müslümanlarla hiç bir şekilde eşit durumda görülmemiş, hukuken aşağı kertede kılınmışlardır. Şeriat hukuku ve kanunları sadece müslüman ahali için geçerli sayılmıştır...(s. 646)
Kur'an özellikle Yahudilere karşı kin ve nefreti körükleyici hükümlerle doludur... (Kudüsü kıble yönü yapması bir örnek olarak verilir)..."(s. 647)
MÜSLÜMAN HİMAYE EDER - YAHUDİ İHANET EDER.
İSLÂMİYET'TE YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YOKTUR.
Kur'ân'da Yahudiler seçkin kavim olarak gösterilmekte ve onlardan kitaplarına göre hareket etmeleri istenmektedir. Ancak onların bu seçkinliklerini çoğu kez insanlığın yararına değil de zararına kullanmaya başlamaları sonucunda cezalarını çektikleri bildirilmektedir. Yahudilerin gelecekte de Müslümanlara düşman olacakları haber verilmektedir. Dünyada bugün var olan din düşmanlığı onların eseridir. Az olan nüfusları ile bütün dünyayı sömürebilmek için faizi meşru hâle getirdiler. Başkaları dinsiz olup cennet sadece kendilerine kalsın diye diğer bütün insanları ateist yapmaya çalıştılar. Bugün de görüldüğü kadarıyla Kur'ân'ın haber verdiği bütün olaylar aynen gerçekleşmiştir.
Müslümanlar ise Yahudileri hep himaye etmişlerdir, onlar da hep Müslümanlara ihanet etmişlerdir.
Bunun en bariz örneği İstanbul Yahudileridir. Katliamdan kurtarılmak üzere İspanya'dan İstanbul'a getirilen bu kavim, şimdi Türkiye'de Müslümanlara yapmadıklarını bırakmamakta, faiz ve rüşvet başta olmak üzere, haram olan her şeyi kullanmakta ve Batı dünyasını Türklere saldırtmaktadırlar. İslâmî kuruluşlara karşı olanca güçleri ile düşman olmaktadırlar. Demek ki Kur'ân doğru haber vermiş.
İslâmiyet'te;
Yahudiler ile Müşrikler bir arada anılmaktadır. Çünkü onlara göre Allah yalnız İsrailoğullarının tanrısıdır. İsrailoğullarının dışındaki kavimler İsrailoğullarına hizmet etsinler diye yaratılmıştır. Dolayısıyla kendilerinden başka herkes hayvan gibidir, onların dini olamaz, hepsi de ateist olmalıdır.
İşte yazarın kitabı da bu davaya hizmet için kaleme alınmıştır.
Bununla beraber Kur'ân'da Yahudilerden de isteyenlerin her zaman hakka gelebileceğini, onların da diğer dinlere mensup olanlar gibi cennete gideceklerini beyan eder. Yani İslâmiyet'te Yahudi düşmanlığı yoktur. Onlar bir değildir, diyor Allah. Onların da doğru olanları vardır, dolayısıyla cennete gideceklerdir, diyor.
* * *
İlhan Arsel'e göre;
İslâmiyet'te Ehl-i Kitab'ın şahitlikleri kabul edilmez ve
farklı elbise giymeleri istenirdi.
"İlk İslâm devletlerinde müslüman olmayan teba'nın din nedeniyle aşağılık durumda kılınması:
Gerek Halife Ömer devrinde ve gerek daha sonraları ve örneğin Harun Reşit ve Mutevekkil devrinde devletin müslüman olmayan unsurlara, özellikle Yahudilere ve Hiristiyanlara yaptığı kötü ve farklı davranışların çeşitli örneklerini Arap tarihcilerinin yapıtlarından çıkarmak mümkündür... Hiristiyanların nasıl farklı giysiler içinde ve sırf teşhir olsun ve tanınsınlar için dolaşmaya zorlandıklarını, onların tanıklığına nasıl hiç itibar edilmez olduğunu, bir tek müslümanın beyanının bin Hiristiyanın beyanına nasıl tercih olunduğunu, müslüman olmayan tebaya topluma dahil gerçek unsurlar gözü ile nasıl bakılmadığını açıkça anlatmaktan kaçınmazlar...
Bu konuda gerekli örnekler ve nakiller için bk. L. Levonian, Moslem Mentality, (London 1928, sh. 28-9; 32-3)...(s. 647)
Filistin'i ve Kudüs'ü savaş sonucu ele geçirdikten sonra Halife Ömer'in oradaki gayrimüslim ahaliye hoşgörü ile davrandığını Hiristiyan yazarlar dahi kabul eder;... 1400 yıla yakın bir süre boyunca Halife Ömer'in bu emirleri-tüzükleri, İktidarda bulunanların tabiatına, tiynetine, hoşgörüsüne göre son derece haşin ve insafsız uygulamalara dayanak olmuş, zaman zaman daha hafif şekillere sokulmuştur.
Bu konuda bk. Sir William Muir, The Caliphate; its Rise, Decline and Fall, Beirut 1963 (ilk baskı 1898), sh. 149-150."(s. 648)
ELENME KANUNU VE ELENME SİSTEMLERİ
İSLÂM DÜZENİNDE İKİ SINIF VARDIR:
SAVAŞANLAR VE ÇALIŞANLAR.
Canlılar arasında denge vardır. Bu denge mücadele dengesidir. Böylece güçlüler yaşar, zayıflar elenir. Gıda bulamayan zayıflar yem olurlar, gıda bulan güçlüler ise çoğalırlar. Böylece devamlı olarak seleksiyon ve güçlenme meydana gelir.
Aynı elenme kanunu insanlar için de sözkonusudur. Savaşlarda güçlüler yener ve çoğalırlar. Güçsüzler yenilir ve elenirler. Böylece sağlam nesil hayatiyetini sürdürür. Makrodaki bu kanun değişmez ve bu nedenle savaşlar ortadan kaldırılamaz.
Bununla beraber insanlarda bir de ekonomik seleksiyon vardır. Çalışıp iş yapan ve kazanan insanlar, daha çok evlenip çoğalma imkânına sahiptirler. Buna mukabil çalışıp kazanamayanlar da evlenemez ve nesil üretemez hâle gelirler. Bundan dolayı da soyları yok olabilir.
İşte bu iki elenme sistemi birbirinden farklıdır. Yani savaşçılar iyi iş yapamazlar; iyi iş yapanlar savaşamazlar. Bu nedenle insanlar iki grupta toplanmışlardır. Savaşan topluluklar bedenen güçlü olurlar, çalışan topluluklar aklen güçlü olurlar. Zaman zaman istila ve göçler bu toplulukları kaynaştırır ve yeni bir medeniyetin kurulmasına neden olur. Sürekli bir şekilde bir medeniyetin oluşması için iş bölümüne ihtiyaç vardır: Savaşanlar ve çalışanlar.
Bununla beraber savaşanlar da çalışmalı, gerek olmadığı zaman savaşa yeltenmemelidirler. Öyle bir düzen getirmeliyiz ki, savaşa gerek olunca savaşmaya hazır olmalıyız. Ama savaşa gerek olmayınca da çalışarak yaşamalıyız. Demek ki toplulukta hem çalışan ama gerektiğinde savaşan insanlar vardır, bir de savaşmayan ve sadece çalışan insanlar vardır. Elenmelerini zengin olabilmeleri ile sağlamaktadırlar. Bunlara da savaşanlar ve çalışanlar diyebiliriz.
Nasıl polis kıyafetini siviller giyemez, asker kıyafetini siviller giyemez ise; İslâmiyet'te de her Müslim asker olduğu için asker olmayan çalışanlar savaşanların elbisesini giyemez. Çünkü o zaman topluluk yanıltılmış olur. Bunun gibi kadın erkeğin, erkek kadının elbisesini giyemez. Vatandaş olmayan da vatandaşın giydiği elbiseyi giyemez. Evli olan kadın evli olmayan kadının elbisesini giyemez, köle hür olanın elbisesini giyemez. Yani her şey açık olacak, kimse kandırılmayacak ve aldatılmayacaktır. Hiç kimse peçe takıp gezemez. Çünkü kim olduğu bilinmeli ve tanınmalıdır.
İslâm düzeninde;
Bir devlet içinde halk iki sınıfa ayrılır: Savaşanlar ve çalışanlar. Savaşanların siyasi hakları vardır. İç ve dış güvenliği bunlar sağlarlar. Çalışanlar ise askerlik bedeli verip bedenen savaşlara katılmazlar. Bunların siyasi hakları yoktur ve silah da taşımazlar. Cinayetlerde diyet de ödemezler.
İslâm düzeninde; Mahkemelerin soruşturması yoktur. Şimdi Amerika'da olduğu gibi serbest dedektiflik vardır. Bunlara 'şahit' denmektedir. Mağdur polisini kendisi seçer, ama ücreti bütçeden ödenir. Gerek kamu gerek özel davalar olsun bunların şehadetlerine göre hükme bağlanır. İşte bu polislik görevini çalışanlar yapamaz, mutlaka savaşanlardan olması gerekir. Bununla beraber her çalışan her zaman savaşan olabildiğinden, herkes her zaman şahitlik yapabilir. Yeter ki fiilen askerlik görevini kabul etsin.
Demek ki bu Hıristiyanlara veya başka dinde olanlara da sağlanan bir imkandır. Onların lehinedir. Çünkü savaşan çalışan sınıfına geçemiyor da, çalışan her zaman savaşan sınıfına geçebiliyor. Savaşanın çalışan sınıfına geçmesi için ülkesini değiştirmesi gerekmektedir.
Ne kadar makul ve adil hükümler, değil mi?
İşte İslâm düzeni budur ve böyledir.
Ondan daha iyisi de yoktur.
* * *
Yazara göre,
Hz. Ömer'in Hıristiyanlar aleyhine çıkardığı kararname
XI ve XII. asırlarda daha şiddetli bir şekilde uygulandı.
"Halife Ömer'in müslüman olmayan tebayı küçültücü ve kötü durumlara sokucu emirlerinin uygulanmaması nedeni,
Halife Ömer, Kur'an'ın çeşitli hükümlerini ve özellikle al-TavbaSuresi'nin 29cu hükmünü kendisine dayanak yaparak Hıristiyanların ve Musevilerin (daha doğrusu Ehl-i Kitap sayılanların) haraca bağlanması, onurlarının gururlarının kırılması, ve müslümanlara nazaran aşağı durumlarda tutulmaları, kilise inşa edememeleri, ve kendilerini müslümanlardan ayrı ve farklı kılacak özel elbiselerle dolaşmaları konusunda emirname çıkarmıştı...(s. 648)
Fakat yine de bu devreye gelinceye kadar mutlak bir hoşgörünün varlığından bahsetmek mümkün değildir. Örneğin IXcu yüzyılda al-Cahiz devrinde yukardaki hükümlere fazla başvurulmamış ve rağbet edilmemiş ise de, daha sonraki XI ve XII ci yüzyıllarda Bağdat'ta Hiristiyanların, Müslüman ahaliden çok farklı, çok daha aşağı davranışlara muhatap tutuldukları, ve özel giysiler giymeye (böylece kendilerini Müslümanlardan farklı kılıkta teşhir etmeye) zorlandıkları görülmüştür...
Bk. Lawrence E. Browne, The Eclispse of Christianity in Asia, from the Time of Muhammed till the XVI century, (New York 1967, sh. 60-1, ayrıca bk. sh. 45, 47, 58, 62-3)..."(s. 649)
İSLÂMİYET 1400 YIL KARDEŞÇE BİRLİKTE YAŞATTI.
ANADOLU'DA 900 YIL ONLARLA BİRLİKTE YAŞADIK.
Tarihte kendi dinlerinde olmayanların devlet içinde bir hukuk statüsü içinde ilk defa yer aldıkları devlet İslâm devleti olmuştur. Bu yer alış zorunlu değil hukuki idi. Bundan dolayı Osmanlı İmparatorluğu'nun sonuna kadar bu hukuk geçerli olmuştur. Türkiye'de bu hukukun son bulması cumhuriyet döneminde gerçekleşmiştir. Lozan'da tanınan imtiyazlara rağmen fiilen azınlık ortadan kalkmıştır. Bugün birkaç zengin firma dışında bir varlıkları görülmüyor. Faizli düzenin kalkmasıyla onlar da eriyip gideceklerdir. Oysa İslâmiyet 1400 yıl onları kardeş kardeş yaşatmıştır.
Hz. Ömer'in kurduğu sistem 1400 yıl insanlığa yalnız saadet getirme-miş, önce Avrupa'ya, sonra da bütün dünyaya bu saadeti öğretmiştir. Artık her dine, değişik dinlere mensup olanlar her ülkede hiç olmazsa hukuken yaşamaktadır. Zaman zaman gruplar arasında elbette çekişmeler olur ve farklı sonuçlar doğar. Meselâ, Tanzimattan beri kışkırtılan Rum ve Ermeniler Birinci Dünya Savaşı sonunda Türkleri kesmeye kalkıştılar ama kendileri kesildiler veya bu ülkeyi terketmek zorunda kaldılar. Temennimiz, tarihte böyle ihanetlerin ve böyle sonuçların bir daha tekerrür etmemesidir. Ama ne var ki Batı dünyası hâlâ bu taktiğini bırakmamıştır. Rum ve Ermeniler de onların aleti olmaktan vazgeçmemişlerdir.
İslâmiyet'e göre;
Savaş sonunda bir ülke fethedilirse onlarla galip kuvvet bir sözleşme yapar. O sözleşmeye sonuna kadar riayet edilir. Köle ettikleri kimseler dışında herkes göç hakkına sahiptir. Sözleşme ağır ise o ülke terkedilip gidilir. Anadolu'nun fethi 900 yıl önce başladı. Hıristiyanlar her zaman göç edip burasını istedikleri gibi bırakabilirlerdi. Mallarını da her zaman tam değerle satabilirlerdi. Ama 900 yıl bunu yapmadılar da sonra herşeylerini bırakıp kaçmak zorunda kaldılar. Demek ki, o kadar rahat idiler ki bırakıp gitme akıllarına bile gelmedi. Ama Tanzimattan sonra o kadar rahatsız oldular ki, tamamen terkettiler. İşte akıl düzeni ile şeriat düzeni arasındaki fark budur. Çarpıtmak sadece çarpıtanı rahatsız eder.
* * *
Yazara göre;
Sonraları İslâm ülkelerinde
gayrimüslimlere iş verilmez oldu.
"1- Hiristiyanları ve Musevileri devlet işlerinde kullanma zorunluğu nedeniyle onlar hakkında olumsuz din hükümlerinin bir süre uygulanmaması.
İlk başlarda, daha henüz devlet yeni oluşur olduğu devirlerde, işgal edilen yerlerdeki müslüman olmayan unsurların devlet hizmetlerinde kullanıldığı görülmektedir. Çünkü bu işleri görebilecek yetenekte Arab unsurlar yoktu. Abdülmelik devrine gelinceye kadar devletin resmî kayıtlayır Rumca, Acemce ve Koptik dilinde tutulurdu...
Fakat daha sonraları ve özellikle fanatizme saplanmışlık nedeniyle bu gelenekten ayrılındı ve devlet işlerinde gayrı-müslim tebaya iş verilmez oldu. Hatta İslâm'ı kabul etmiş olsalar bile Yahudi veya Hiristiyan asıllı olanlara devlet görevi verilmedi.
Bk. A. S. Tritton, The Caliphs and Their Non-Muslim Subjects A Critical Study of the Covenant of Umar, (Oxford University Press 1930, sh. 18-19)."(s. 650)
KAPİTALİZMDE İNSANLIK YAHUDİLERİN KÖLESİ.
İSLÂM DÜZENİNDE 'MEDENÎ' VE 'SİYASÎ HAKLAR'
İslâmiyet'in getirdiği nizamda gayrimüslimler genel olarak çalışanlar kesimini oluştururlar. İsterlerse savaşan olabilirler. Mü'minler ise savaşanlardır, ama savaş olmadığı zaman çalışırlar. İslâm ülkelerinde ülkenin ekonomisi gayrimüslimlerin elindedir. İş sahibi olanlar onlardır. Dolayısıyla Türklerin onlara iş vermesi sözkonusu olamazdı. Ancak onlar belki Türklere iş verebilirlerdi. Bu durum hâlâ devam ediyor. Bugün dünyada Yahudiler sermayeleri ile hakim iseler bu nedenledir. Çünkü onlar savaşmıyor sadece ticaretle meşgul bulunuyorlar. Hıristiyan ve Müslümanlar ise devamlı savaş içindeydiler. Bundan dolayı da ekonomiye hakim olamadılar.
Kapitalizm sistemi doğunca bütün insanlık Yahudilerin kölesi oldu. Dünyadaki sermaye gücü hâlâ durmadan savaşlar çıkarmaktadır. Böylece yeryüzündeki sömürü düzenini sürdürmeye çalışmaktadır. Oysa dünya artık uyanıyor. Herkes ekonomisini geliştirme çabasındadır. Eğer şeriatın gösterdiği yoldan yürünürse zafer çok yakındır. Bunu çok iyi bilen sermaye bundan dolayı sürekli olarak şeriatçılık aleyhtarlığı yapmaktadır. Şeriat, kol kesme ve zina cezası olarak gösterilmektedir. Oysa Şeriat, onların ifade etmek istedikleri gibi değil, bizim sizlere anlattıklarımızdır. Yani herkesin kendi içtihadına göre hareket etmesi ve herkesin istediği sitede yaşaması hakkıdır.
İslâm düzeninde;
İlmî, dinî ve meslekî hukuk bakımından
'zımmî' ile 'müslim' arasında hiç bir fark yoktur.
Bunlara hukuk dilinde 'medenî haklar' denmektedir.
Sadece 'siyasî haklar'da farklı bir düzenleme vardır.
O da kendi istekleri ile savaşa katılmadıkları için böyledir.
Buna rağmen her zaman ve istedikleri anda 'müslim' olabilirler.
Bunun gerçekleşmesi için dinlerini değiştirmeleri de gerekmemektedir.
* * *
Yazara göre;
Daha IX. asırda Hıristiyanlar sürülmüş ve
kiliseleri yıkılmıştır.
"2- Müslüman halkın Müslüman olmayanlara karşı saldırıları:
Her ne kadar Halife Ömer II devrine gelinceye kadar Şeriat'ın gayri müslimler hakkında öngördüğü esaslar çeşitli nedenlerle uygulanmamış ise de bu dönemden sonra sertleşen bir tutum kendisini göstermiştir.
Esasen zaman zaman Müslüman halkın gayrı müslim tebaya karşı saldırılara geçtiği görülürdü. IX cu yüzyılın sonlarına doğru (Hicri 240) Halife Mütevekkil, hiristiyanların sürülmesine ve Kiliselerinin yıktırılmasına karar vermiştir. Buna benzer olayların pek çok olduğunu ve Müslüman yazarlar tarafından nakledildiğini görmekteyiz.
Bk. A. S. Tritton, The Caliphs and Their Non-Muslim Subjects A Critical Study of the Covenant of Umar, (Oxford University Press 1930, sh. 52-60, 231- ve d.)."(s. 651)
KİM SUÇLU? İHANET EDEN Mİ EDİLEN Mİ?
SAVAŞ OLMADAN TOPLU TEHCİR YOKTUR.
Bir devletin içinde oluşan il ve bucaklar, hattâ aşiretler sözleşme gereği yaşama haklarına sahiptirler. Devletin bunların iç işlerine müdahale etme hakkı yoktur. Şayet yönetim merkezlere karşı tavır alırsa ambargo baskısı uygulanır ve halk orasını boşaltır, ondan sonra oraya girilir. Halk zorla bir yere tehcir edilmez, kendileri istedikleri yere giderler.
Sosyal gruplar için de durum budur. Ne var ki, sosyal gruplar ihanet edip düşmanla işbirliği yapmaya ve ülkeyi yıkmaya çalışırlarsa, onlara uygulanacak hükümler başkanların takdiri ile yapılır. Bu durumda onlara savaş hukuku uygulanır. Ancak bu hukukun uygulanması savaştan sonra yapılır. Savaş esnasında sabredilir, savaşın bitmesi beklenir ve savaştan sonra yapılması gerekenler peyderpey yapılır.
Meselâ, İstiklâl Savaşı'ndan sonraki cumhuriyet hükümetinin tehcir politikası ve uygulaması böyledir. Rumlar ve Ermeniler, savaşta düşmanla işbirliği yaparak ihanet etmişler ve sonunda mağlup olmuşlardır. Savaştan sonra da bu ihanetlerinin karşılığı olarak ülkeden tehcir edilmişlerdir.
Tarihte de elbette bu tür olaylar olmuştur. Bazen de zulüm yapılmıştır. 1400 yıllık bir tarih döneminde değişik uygulamalar olmuş olabilir. Her insan ve hükümdarın farklı bir anlayışı vardır. Ancak bütün suçu sadece yapana atmak ve yaptıranı masum saymak yanlış olur. Meselâ, İstiklâl Savaşı'nda kim kime zulmetti? İhanete uğrayan Türkler mi, yoksa düşmanla işbirliği yapıp ihanet eden Ermeni ve Rumlar mı?
Tarihte olan olaylar da genellikle böyledir. Bu bizim yani şeriatın değil, o zulmü yapan ve yaptıranların sorunudur. Hiç kimse durup dururken zulüm yapmaz. Bu İslâmiyet'in değil, İslâmiyet'ten ve şeriattan ayrılanların sorunudur.
İslâmiyet'e göre;
Savaş olmadan toplu tehcir yoktur. Çünkü sorumluluk şahsidir. Kişinin bucaktan sürgün edilmesi vardır. Savaşta ise toplu tehcir vardır. Çünkü savaşın sorumluluğu kollektiftir.
Bakınız, açıkça görülüyor ki, şeriat her şeyi bir kurala ve usûle bağlamış, keyfî davranış ve uygulamalara son vermiş yani hukukî düzen kurmuştur. Savaşanlar bile zafer veya mağlubiyete göre sonuçları önceden biliyorlar.
Şeriat şeffaf bir sistemdir.
Her şey açıktır ve önceden bellidir.
Şahıslar ve topluluklar ona göre davranışlarını düzenliyebilirler.
* * *
Yazara göre;
Taberi ve Cahiz Hıristiyanları yermişlerdir.
"V-Halife Me'mun ve Halife Mu'tasım ve Halife Vatık ve Halife Mütevekkil'in (IX cu yüzyıl) Müslüman Olmayan Ahaliye ve Hür Düşünce Sahiplerine (Zındıklar-Mu'tezile sınıfı ve Şi'i mezhebi salikleri) Karşı Saldırıları.(s. 651)
Halife Mütevekkil, kendi devrinin en ünlü yazarlarından olan al-Tabari'ye (ki aslında Hiristiyanlıktan İslâm'a geçmiş bir bilgindir) bizzat emir vererek İslâm'ın savunmasını ve hiristiyanlığa üstünlüğünü ispatlamasını ve bu konuda kitap hazırlamasını istemiştir...
Bundan başka Halife al-Mütevekkil devrinin en ünlü diğer bir yazarı olan al-Cahiz'e de hiristiyanlığı yerici ve küçültücü ve İslâm'ı diğer dinlerin üstünde gösterici yazılar yazması emredilmiş ve bol paralar vaad edilmiştir. O da bunu yapmıştır "Hiristiyan-lığa Cevap" başlıklı risalesinde al-Cahiz Hiristiyan ahalinin Müslümanlarla ayni yerlerde ve ayni yüksekliklerde (seviyede) oturmalarının İslâm Peygamberi tarafından yasaklanmış olduğunu belirtmiş ve..."(s. 652)
FİİLÎ SAVAŞ YOKTUR AMA FİKRÎ SAVAŞ VARDIR.
FİKRÎ TARTIŞMALAR SERBEST VE YAPILMASI FARZDIR.
Herkes kendi içtihadına göre yaşama hakkına ve görevine sahiptir.
Aynı zamanda,
Herkes kendi içtihadını savunma hakkına sahip olduğu gibi;
Karşı içtihadı tenkit etme hakkına da sahiptir.
Mezhepler ve meşrepler arasında ;
Fiilî savaş yoktur ama her zaman fikrî savaş vardır.
Buna 'fikir hürriyeti' diyoruz.
Herkes yanlış gördüğü bir şeyi duyurmak ve uyarmak hakkına sahiptir. Bu hak İslâmiyet'te o kadar geniş tutulmuştur ki, hiç kimsenin susturma hakkı yoktur. Yani kimse kimseye, seni dinlemek istemiyorum, sus, diyemez. Belki, ben seni dinledim şimdi de sen beni dinle, demeye hakkı vardır. Çünkü ortak hareketlerde siyasî zorlama yoktur ama fikrî, hissî ve iktisadî zorlama vardır. Bu da olmasa topluluk olmaz ve oluşmaz. Dinlemek istemeyen meclisi terkeder, konuşmak isteyen değil. Bu durumun tabiî sonucu olarak neşriyatta sansür yoktur ve fikir suç değildir.
Taberi ve Cahiz, Hıristiyanlığı tenkit etmişlerse insanlık haklarını kullanmış ve görevlerini yapmışlardır. Yazar ise İslâmiyet'i yermiyor, aksine İslâmiyet'e saldırıyor, küfrediyor ve tahkir ediyor. Cahiz ve Taberi için ilmî tenkit bile suç oluyor da, sizin için saldırı ve tahkir neden marifet oluyor? Bu çifte standardın bir mantığı var mıdır? Evet, tahkir etmemek şartıyla herkesin istediği gibi tenkit etme hakkı olmalıdır.
Aslında bizim size cevap bile vermememiz gerekir. Nitekim bizim dışımızdaki Müslümanlar öyle yapıyorlar. Biz ise size cevap veriyoruz. Neden? Her şeye rağmen aykırı düşüncelerin ve söylenenlerin doğru bir tarafı olabilir veya vardır diye düşünüyoruz. Gerçekler aydınlığa çıkmalı ve hak belirlenmelidir. Okuyucular tek taraflı telkinlere maruz kalmamalıdır.
Siz hep tek taraflı saldırılarda bulunuyorsunuz ve bir kesim okuyucu da bunları gerçek zannedip etkisinde kalıyor. Hattâ yıllardır bu yazdığınız tahkir, saldırı ve bazı saçmalıklara cevap verilemediği yazılıp söyleniyor. İşte sizin bütün dünya literatüründen de yararlanarak derlediğiniz saldırıların her satır ve sayfasına cevap!
Artık bundan sonra hiç kimse İslâmiyet'e kolay kolay saldırıp tahkir edemeyecektir. Çünkü İslâmiyet ve şeriatın her şeye cevabı vardır. Biz, meseleye bu açıdan bakıldığında sizin de bir hizmet yaptığınıza inanıyoruz.
İslâmiyet'te fikrî tartışmalar tamamen serbesttir ve
hakkı tavsiye mahiyetinde oldukları için de farzdır.
Hissî çekişmeler ve tartışmalar ise haram kılınmıştır.
Putlara sövme bile kesin olarak yasaklanmıştır.
"SİZİN DİNİNİZ SİZE, BİZİM DİNİMİZ BİZE",
diyerek dinlere yapılan hissî saldırıları kaldırmıştır.
Ancak dinlerin felsefelerini tartışmayı meşru kılmıştır.
Hz. Meryem'e hakaret etmek başkadır, Hz. Meryem'in Tanrı eşi olmadığının ve bunun ilmî olmadığının söylenmesi başkadır. Taberi ve Cahiz, Hıristiyanlığı değil Hıristiyanlıkta yanlış gördükleri görüşleri eleştirmiş, hattâ Hıristiyanların ve Yahudilerin kendi kitaplarına uymamalarını tenkit etmişlerdir.
Batılılar bizi, biz da Batılıları tenkit etmiyor muyuz? Bugün bizim yaptığımızı geçmişte onlar neden yapmasın? Yoksa yazara göre onlar akıl ve düşünce sahibi insanlar değil miydiler? Onların neden konuşma ve yazma hak ve hürriyetleri olmazsın? Bu hak -hem de hakaret şeklinde- sadece yazara ve onun gibi düşünenlere mi ait olsun?!.
* * *
Yazara göre;
Batı ayırımcılığı bırakmış
Selçuklular hâlâ sürdürüyorlardı.
"VI- Aynı tutumun Şeriat geleneği olarak Türk yönetimi altında sürdürülmesi:
Müslüman olmayan ahaliye karşı Arap devletlerinde Şeriat'ın bir gereği olmak üzere sürdürülen olumsuz siyaset Türk İslâm devletlerinde de aynen izlenmiştir. Nizam-ül Mülk, Kur'an hükümlerine ve Hadis'lere ve özellikle Halife Ömer'in yukardaki yorumuna dayanarak Hiristiyanların ve Musevilerin devlet hizmetlerinde kullanıl-mamaları ve işe alınmamaları konusunda Selçuk Hükümdarı Alp Arslan'ı bir hayli etkilemişti...
Şüphesiz ki Batı ülkelerinde de durum vaktiyle böyle idi fakat bu olaylar Batı'nın orta çağ karanlıklarından kurtulması ve din hoşgörüsüne kavuşmasıyla azalmağa başlamıştır. Oysaki Şeriat ülkelerinde "Gavur" düşmanlığı, açıkça değilse bile kapalı şekilde bugün dahi sürdürülmekte..."(s. 653)
BU AYIRIM DİNÎ DEĞİL SİYASÎDİR.
HÜKÜMET HÂKİM DEĞİL HÂDİMDİR.
Tarihte değişik dinlere mensup olanların birlikte yaşama sistemi İslâmiyet tarafından getirilmiştir. Sırasıyla önce İspanya, sonra Sicilya, sonra İtalya, sonra Fransa'da bu anlayış fikren benimsendi, ama bugün bile fiilen zor gerçekleşebiliyor. Ayrıca bugün çarpık uygulamalar da vardır. Meselâ, Yahudiler yeryüzünde kendilerine yer bulabilmek için sermaye gücü ile bunu bütün dünyaya kabul ettiriyorlar; diğer taraftan aynı sermaye gücünü bu sistemi getiren dinin aleyhine ve dinsizliğin yayılması için kullanıyorlar.
Batı dünyasındaki bu anlayış ve düşünce, İslâmiyet'ten gelme veya alınmadır. Müslümanlar daha başta bu meseleleri çözmüşler, bu çözümlere dayanarak da her gittikleri yerde zaferden zafere koşmuşlardır. Savaşan ve barışan ayırımı, fiilen müslim ve zımmî ayırımına dönüşmüştür. Çünkü Müslümanlar inandıkları bir dinin yayılması için ve ayrıca çalışmayı da pek bilmediklerinden fiilen savaşçı oluyorlardı. Hıristiyanlar da inanmadıkları bir dinin yayılmasına hizmet etmemek için savaşçı olmuyorlardı. Dolayısıyla savaşçı olmadıklarından çalışan oldular.
Tarihte bu konuda değişik uygulamalar yapılmıştır. Medine Devleti'nde Yahudiler de savaşanlara dahil bulunuyorlardı. Hz. Ömer zamanında Mısır çiftçileri çalışan olmak istemişler, Hz. Ömer de bu isteklerini kabul etmiştir. Demek ki esas hüküm 'dinî ayırım' değil 'siyasî ayırım'dır. Bu uygulama daha sonraları fiilen din ayırımına dönüşmüştür. Çünkü zamanın şartları öyle olmasını gerektiriyor veya zorluyordu.
İslâm düzeninde;
Devlet hak ve hürriyetleri kısan bir kuruluş değildir.
Aksine hak ve hürriyetleri koruyan bir kuruluştur.
Devlet herhangi bir şeyi dikte edemez ve zorlayamaz. Halk ne isterse onu yapar. Devlet kendisine verilen vergilerin mukabilinde tevdi edilen hizmetleri yapar.
Hükümet hâkim değil hâdimdir.
Hz. Peygamber sadece 'elçi' idi.
Halk da 'tebaa' değil 'arkadaş' idi.
Hem Kur'ân'da hem de tüm Sünnet'te 'arkadaş' tabiri kullanılmakta ve asla küçültücü tabir kullanılmamaktadır.
Başkanlık bir görev ve hizmettir.
Yetki, bu görevin yerine getirilmesi ve hizmetin yapılabilmesi için gerektiği kadar vardır. Başkanlara ancak bu sınırlar içinde itaat edilir.
* * *
Yazara göre;
Osmanlılarda zımmîlerin hâmisi olan
Yeniçeri ordusu kaldırılınca yabancılar onları
himaye etmek zorunda kalmışlardır.
"Şeriat zihniyetine saplandıkça Osmanlı Devleti'nin kendi tebası sayılan "Gayri Müslimlere" karşı olumsuz davranışları:
Gerek Kanuni Süleyman'ın çıkardığı Kanunnamelerle ve gerek Selim I emirnameleriyle hıristiyan ahalinin Müslüman halkın saldırılarına karşı korunması sağlanmıştı. Bu konuda ve bu kanunnameler ve emirnameler için bk. Nicoara Beldiceanu, "Lex Valachica dans un Kanunname du Sultan Selim I e." (Proceedings of the XXII Congress of Orientalists, II, sh. 377-385, 378)...(s. 654)
Rycaut, Padişah'ın reayası sayılan gayri müslim tebaanın ve hiristiyan halkların, sanki düşman halkı imiş gibi nasıl ezildiğini, nasıl soyulduğunu nakleder... Bu konuda Rycaut'nin izlemleri için bk. Sir Paul Rycaut, The Present State of the Ottoman Empire, (London, Starkey and Brome, 1668, sh. 170-1)...(s. 655)
Osmanlı devletinin Türk unsurları, müslüman olmayan unsurları, ve hiristiyan unsurları din açısından "kafir", "Gavur", "pis" şeklinde görmeğe alışmıştı ve bu duygularını açıklamaktan ve gayrı müslimlere karşı husumeti canlı tutmaktan geri kalmazdı... Bu konularda bk. A. Gielgud, "European Turkey and its Subject races", (in "The Fortnightly Review", vol. VI, August December 1866, sh. 609)...(s. 656)
Nitekim Osmanlı toplumu böyle bir toplumdu...(s. 657)
Böyle olunca müşterek bir ideal, beraberce yaşama isteği, milli birlik duygusu diye bir şey bahis konusu olamazdı. Olamayınca da müslüman olmayan unsurların yabancı devletlerden koruyucu yardım beklemeleri ve bu devletlere kurtarıcı gözüyle bakmaları olağandı..."(s. 658)
SİSTEMLER ARASINDA İLMÎ MUKAYESE YAPILMALI.
HANGİ DÜZEN ŞERİATTAN DAHA ÜSTÜN OLABİLİR Kİ?
Bir yönetici kadro düşünün ki, bir ülkeyi istila etmiş, tüm ekonomik faaliyetleri onlara bırakmış, kendi hukukları ile yaşama imkânını sağlamış, çocuklarını alıp asker yapmış ve onlardan sadrıazamlar bile çıkarmış. Ama o halk yine de isyan etmemiş. O çağa kadar yeryüzünün neresinde böyle bir düzen kurulmuş? İnsanlığın yazılı tarihi böyle bir sistemin varlığından söz etmiyor.
Daha sonraları ise resmen eşit haklara kavuşmuş ve vatandaş olmuş, Yeniçeri Ocağı da ortadan kaldırılmış ama bu sefer isyan etmiş. Neden isyan etmiş? Kimin için veya kimin adına isyan etmiş? Batı dünyasının baskıları ile değişik sözde haklar verildiği halde neden isyan edip ihanet etmişler?
Devlet güçlü iken ve farklı muamele görürken isyan etmemiş de, farklı muamele ortadan kalktıktan ve devlet de güçsüz hâle geldikten sonra isyan etmiş. Bu durumları iyi değerlendirmek ve ikisi arasında ilmî mukayeseler yapmak gerekmektedir. Bu sadece tarih ilminin işi değildir. Mesele değişik boyutları ile ele alınmalı ve incelenmeli, daha sonra sonuca varılmalıdır.
Şeriat düzeninin ne efsunkâr ve tatminkâr olduğunu buradan da anlamak mümkündür. Şeriat olabildiğince uygulandığında, bütün kesimler rahat ve huzur içindedir. Şeriattan ayrılma ve uzaklaşma ölçüsünde problemler başlamakta, başlangıçta itaatkâr olan topluluklar tatbikat değiştikçe ve sözde bazı eşit haklar verildikçe isyankâr olmaktadır. Bunun sebeplerini iyi irdelemek ve anlamak gerekmektedir. Şeriat dışındaki akıl düzenlerinin ve değişik 'izm'lerin insanlığın başına ne belâlar açtığını tarih çok iyi anlatacaktır.
İslâm düzeninde;
Zımmîlerin hâmisi şeriat ve İslâmiyet'tir.
Herkesin dava açma hakkı vardır.
Hakemini seçme hakkı vardır.
Hicret etme hakkı da vardır.
Bedel vermek şartıyla, savaşma zorunluğu yoktur.
Bunlardan başka daha ne istenebilir ki?
Şeriat dışında hangi düzen bunları verir?
Zalimler ise her zaman haksızlık yaparlar.
Böyle olmasaydı devlet ve düzen olmazdı.
O zaman ne dine ne de İslâmiyet'e yani şeriata gerek kalırdı.
Bozulan bir araç da artık iş yapmaz. Ama araba bozuluyor diye hiç kimse araba yapmaktan vazgeçmiyor. Karşılaştırma da sağlam arabalar üzerinde yapılıyor. Yeni bir Renault araba elbette bozulmuş olan bir Mercedes'ten daha üstün olacaktır; hattâ at arabası bile daha üstün olacaktır. Çünkü bozuk araba hiç bir işe yaramaz. Ama her şeye rağmen araba yapımı devam ediyor. Hayat devam ettiği sürece de devam edecektir.
Sistem ve düzen sonunda bozulsa da, yapılır.
Devlet sonunda yıkılsa da, kurulur.
Devran böyle döner durur.
* * *
Yazara göre;
Türklerin ise hâmileri yoktu ve daha çok ezildiler.
"VII- Osmanlı Devleti'nde Hiristiyan ve gayri müslim unsurların Türk teba'ya nazaran çok daha güvenlik içinde bulunması:
Şunu da belirtmek gerekir ki Osmanlı devleti'nin temel ve öz unsuru sayılan TÜRK unsuru İmparatorluğun en fazla ezilen, ve en az güvenliğe sahip olan unsuru olmuştur. Sadece küçük görülmek, hakarete muhatap kılınmak bakımından değil ve fakat yönetim tarzının kötülüklerini en ağır şekilde üzerinde duyan sınıf Türk unsuru idi. Türk unsuru dışında kalan Müslüman ve Müslüman olmayan sınıflar çeşitli nedenlerle kısmen daha iyi durumda sayılabilirlerdi...(s. 658)
Mithat Paşa'nın Londra'da Sefir iken 1878 de yayınladığı ve 1901 yılında Fransızca'ya ikinci baskı şeklinde çevrilen ve "La Turquie, Son Pasé, Son Avenir" başlıklı kitabı vardır ki Türk'ün kendi öz devletinden neler çektiğini göstermeye yeterlidir...
Ayni izlemleri Mustafa Fazıl Paşa da Paris'te iken Hükümdara yazmış olduğu mektubunda belirtmişti... Bu konuda yabancı kaynak olarak bk. V. Bérard, "Reforme Ottoman", (dans "Revue de Paris" Septembre-Octobre 1908, Tome V. pp. 188-224, 207)..."(s. 659)
HALKA HÂDİM OLAN ONLARA HÂKİM OLUR.
YÖNETİCİLİK YÜCEDİR AMA YAPILMASI ZORDUR.
Topluluklar bir sınıf tarafından yönetilirler. Yöneticilerin eline fazla imkan geçer. Eğer yöneticiler bu imkanları kendi lehlerine kullanırlarsa yöneticilikleri biter. Bunu çok iyi bilen akıllı yöneticiler, bundan dolayıdır ki ellerindeki imkanları hep kendi aleyhlerine kullanmak suretiyle sürekli olarak yönetimde kalmayı sağlarlar.
Nasıl uçağın havada kalması için uçması gerekiyorsa, iktidarda olanların da iktidarda kalmaları için fedakar olmaları gerekmektedir. Elbette bu durum hakka dayalı olan yönetimler için sözkonusudur. Kuvvete dayalı yönetimlerde ise daha güçlü olmak için iktidarı kendi lehlerine kullanma zorunluğu vardır.
Türkler İslâmî yönetim sistemini getirmiş ve uygulamışlardır. Hakka dayalı dünya görüşünün hükümran olduğu bir dünya düzeni kurmuşlardır. Bundan dolayı fedakarlık yapmak onlara düşmüş ve buna bağlı olarak da ezilmişlerdir. Ama bin yıl süren hakimiyetlerini de bu sayede sürdürebilmişlerdir.
Hâdim olan hâkim olur.
Kuvvete dayalı olan yönetimler ise bir asır bile sürmüyor. Sovyet sistemi ancak 70 yıl dayanabilmiştir. Halbuki sadece Osmanlı yönetimi altı asır varlığını sürdürmüştür.
İslâm düzeninde yöneticilik;
Bir hak değil gönül rızası ile talip olunan bir görevdir.
Mertebesi yücedir ama yapılması zor bir iştir.
Ayrıca, başkanlar ;
Başkanlıkları zamanında kazançlarını varislerine bırakamazlar.
Başkan olan kimse
Ailesinden bile kopmuştur ve toplumla özdeşleşmiştir.
Hakka dayalı toplulukta yöneticiler fedakarlık içindedirler.
Ekonomide vermek almaktan daha üstündür.
Oysa yönetimde itaat etmek emretmekten daha üstündür.
Biat etmek farzdır, biat ettirmek farz değildir.
Başkanlar musaytır (baskıcı) değil, sadece hakemdir.
* * *
Yazara göre;
Hattâ Türkleri de
haysiyetsizce yabancı devletler koruyordu.
"Türk unsurları bile Osmanlı yönetiminin kötülüğüne ve despotizmine karşı YABANCI DEVLETLER korur.
Türk unsurları zaman zaman Osmanlı devleti despotizmine karşı koruyan güç yabancı güçler olmuştur. 1879 yılında Ahmet Tevfik efendi, yabancı din kitaplarını Türkçeye çevirdi diye din adamları tarafından ölüme mahkum edilince İngiltere elçisi derhal harekete geçmiş ve Padişah'a sunduğu bir nota ile ve eğer Ahmet Tevfik efendi serbest bırakılmaz ise kendi hükümetinin Osmanlı devleti ile olan diplomatik ilişkileri keseceğini belirtmişti. Bu ultimatom üzerine... Elçinin her istediği şeyin yerine getirileceğini bildirmişlerdir..."(s. 660)
KURT KUZU HİKÂYESİ VE YAŞLI DEVLETLER.
DEVLETTEN FERDE KADAR MÜDAHALE YOKTUR.
Devletler yaşlanıp zayıflayınca dış müdahaleler artmaya başlar. Bunları durdurmak mümkün değildir. Çünkü zayıf her zaman güçlünün iştahını kabartır. Ama bu arada saldıran tarafın bazı gerekçeler veya bahaneler uydur-ması gerekmektedir. Bunların gerçek veya mantıklı olması da şart değildir. Zaten pek gerçek olmaları da mümkün olamaz.
Meşhur kurt kuzu hikâyesi vardır. Herkes bilir ama biz yine de anlatalım. Belki bu yazdıklarımızı yabancılar da okur. Bu vesileyle onlar da bu hikâyeyi öğrenmiş olurlar. Hikâyemiz şöyle: Bir kurt ile bir kuzu ırmaktan su içiyorlarmış. Kurt yukarıda kuzu aşağıda olduğu halde, kurt kuzuya saldırmış. Kuzu dayanamayıp sormuş, 'ne şuçum var ki saldırıyorsun?' Kurt, 'suyumu bulandırdın!' demiş. Kuzu da, 'Nasıl olur da ben senin suyunu bulandırabilirim? Ben ırmağın aşağısında su içiyordum' demiş. Demiş ama kuzu yine de kurdun karnını boylamış.
Zayıflayan devletler işte böyle komşularının iştahını kabartır. Bulanık su bahaneleri bulunur. Yalan da olsa yine de söylenir. Osmanlılar zayıflayınca komşular veya güçlü devletler saldırma bahaneleri aramışlar, özellikle gayrimüslim olan halktan da destek bulmuşlar ve onlar da sözde haklarını korumuşlardır. Osmanlılarda bu yanılma ve aldanma, düşmanlardan imdat dileme veya dâvet etme, Avrupa'da tahsil görmüş veya görev yapmış aydınlarca yapılmıştır. İttihat ve Terakki Cemiyeti, böylece düşmanlarla işbirliği yapan bir kuruluştur. Genç Türkler bunların ilkleridir.
Ama Osmanlılar yenilince sözde hak savunucusu düşmanlar tarafından Müslüman Türkler imha edilmeye kalkışılmış ve ülkede bulunan azınlıklara her türlü destek verilmiştir. Mağlup devlet için haysiyet aramak gerçekten de şaşılacak şeydir. İçten ve dıştan yapılan saldırılar, devleti çok zayıf zamanında yakalamış ve bütün düşman devletler bir olup Osmanlıları yıkmışlardır. Bundan daha tabii ne olabilir? Bütün dünya devletler tarihi böyledir. Güçsüzler güçlüler tarafından yenilir ve yok edilir.
Biz isterdik ki, yeni kurulan genç devlette o hastalıklar olmasın.
Maalesef aynı hastalıklar vardır ve hâlâ devam etmektedir.
Bugünkü bütün meselemiz bunlardan kurtulmaktır.
İslâmiyet'e göre;
Yaşlanmış olan ve iç güvenliğini sağlayamayan devleti yıkmak meşru kabul edilmiştir. Ancak hiç bir suretle ve hiç bir şartla iç işlerine müdahale etme asla kabul edilmemiştir. Değil bir devletin başka bir devlete müdahalesi; hakem kararı olmaksızın merkezin ile, ilin bucağa, bucağın aşirete, aşiretin kişiye müdahalesi bile kabul edilmemiştir. Bazı durumlarda insanın öldürülmesine izin verilmiştir de, hürriyetinin gaspına kesinlikle izin verilmemiştir. Bundan dolayı İslâm düzeninde hapis cezaları konmamıştır. Çünkü hapis insanın iradesini yok etme demektir.
* * *
Yazara göre;
El-Ezher Yunanistan'da
bir müslim bir gayrimüslime oy veremez diyor.
"VIII- Müslüman seçmenlerin "Müslüman olmayan" temsilcileri seçemeyeceği fikri:
İslâm'ın "Hürriyet" ve "Demokrasi" demek olduğunu ilan etmekle büyük gurur duyan Al-Azhar Üniversitesi'nin demokrasi anlayışı oldukça gariplikler arzeder. Çünkü onun demokrasi anlayışında müslüman seçmenin müslüman olmayan kişi için oy vermesi ve onu temsilci seçmesi diye bir şey yoktur. Hatta müslüman olmayan bir aday, müslüman halkın çıkarları için savaşsa ve bu çıkarları gerçekleştirme durumunda bulunsa bile, müslüman seçmenin oylarına mazhar olmamalıdır... Al-Azhar Üniversitesince yayınlanan MACALLA dergisinin 1965 Kasım-Aralık nüshasında bu konuda yayınlanan Fetva'da bu husus açıkça belirtilmiştir...
Fetva, Yunanistandaki Müslüman azınlığın yaşamlariyle ilgili bazı konuları hükme bağlamıştır... Azınlık mahallî seçimler sırasında müslüman olmayan bir aday için oy veremez..."(s. 660)
YABANCI ÜLKEDE NASIL YAŞANACAKTIR?
MÜSLÜMAN SEÇİMDE NASIL HAREKET EDECEKTİR?
Kur'ân, bir gayrimüslimin İslâm ülkesinde nasıl yaşayacağını çok belirgin bir şekilde ortaya koymuş ve uygulamıştır. Ancak bir müslimin bir gayrimüslim devlet içinde nasıl yaşayacağı hususu başlangıçta ele alınmamıştır. Önceleri İslâm uleması buna cevaz vermemiş, daha sonra caiz görmüştür. Yani biz bir ülkeyi fethettiğimizde nasıl onlarla anlaşıyor ve vergi mukabili onları vatandaş yapıyorsak, onların devletleri içinde de Müslümanların durumu böyle midir?
Bu bir düzen sorunu değildir. Yani bir devletin iç işlerine karışma olmadığı için oradaki Müslümanların hukuku ile İslâm devleti ilgilenmez. Çok açık bir ifade ile, hicret etmeyen mü'minlerle ilgili olarak sizin bir yükümlülüğünüz yoktur, diyor. Ancak dinen böyle bir şey caiz midir? Müslüman olan kimse gayrimüslim bir ülkede yaşayabilir mi? Buradaki meselemiz ve cevabını aradığımız soru budur.
Bu hususta İslâmiyet'in koyduğu kriter şöyledir:
Eğer İslâmiyet'i yaşama görevi ifa ediliyor ve tebliğ görevi de yapılabiliyorsa, orada kalınır. Bu mümkün olmazsa, oradan hicret edilir. Eğer bir devlet hicrete de müsaade etmiyorsa, o devletle savaş yapmak caizdir. Ancak orada kalındığı müddetçe oranın yasalarına uyma zorunluğu vardır. Çünkü ahit öyledir.
Seçimde ise, müslim - gayrimüslim ayırımı yerine 'ehliyet ayırımı' sözkonusudur. Zira Allah, emaneti ehline veriniz, diyor; mü'min olanlara veriniz, demiyor.
Öyleyse şeçim esnasında oyunu kullanırken o ülkenin yönetiminde en ehil kim ise oy ona verilecektir. Bununla beraber mü'minin mü'min olanı en ehil görmesi gerekir. Benzer kuralı Hıristiyanlar için de uygularız.
Ateistlerin müslim olanlara rey vermemeleri gerekir. Sosyal grupların inançlarına göre oluşmasını tabiî karşılamamız gerekir. Yoksa sosyal grup olmaz.
* * *
Yazara göre;
Şeriat ulusun oluşmasını önlemiştir.
"IX- Şeriat Devleti Olarak Osmanlı Devletinde "Toplum unsuru"nun Demokratik gelişmeyi sağlayacak nitelikte olmayışı:
Yukarıdaki açıklamadan anlamak mümkündür ki Osmanlı devleti demokratik gelişmeye sahip olabilecek bir TOPLUM unsurunu yaratmamıştır. aslında devleti yapacak olan MİLLET unsuru da oluşmamıştır.
Batı ülkelerinde XIXcu yüzyılın ortalarına gelinceye kadar rol oynayan "milletler" prensibi, veya millet halinde oluşumun çeşitli usulleri Şeriat devletlerinde ve dolayısiyle Osmanlı devletinde görülmemiştir. Şeriat devleti sadece DİN unsuruna dayanan bir toplum anlayışına bağlı kalmıştır.
Ve öylesine bağlı kalmıştır ki, sadece İslâm'a bağlı olmayan tebayı yabancı saymakla kalmamış ve fakat Müslüman olan Teba'nın dahi müşterek bir millî duyguya sahip olabilmesini engelleyecek durumlar yaratmıştır..."(s. 661)
İSLÂMİYET;
İNSANLARIN GRUPLAŞMALARINI EMREDER.
ŞERİAT;
ULUSÇULUĞU ÖNGÖRMÜŞ IRKÇILIĞI REDDETMİŞTİR.
İslâmiyet, insanların yatay dikey gruplanmalarını emreder.
Herkesin bir aşireti, bir kabilesi, bir şa'bı ve bir kavmi olacaktır.
Devleti 'kavim' kurar. Ayrıca herkesin ilmî ve siyasî grubu olacak, bunların yanında meslekî ve dinî gruplar oluşacaktır. Bütün insanlık İslâmiyet'e çağrılacaktır, ama kimse dinde zorlanmayacaktır. Devletin bir 'resmî dili' olacaktır. Bu da tek kavmin oluşmasına götüren yoldur. Bununla beraber her aşiret kendi dilini konuşacak, kendi iç yaşayışını kendi dili ile düzenleyecektir. Her bucağın ayrı bir dili olabilecektir. İller de orta öğrenimi mahallî dillerle yapabileceklerdir. Özel hukuk devlet içinde resmî dil ile tedvin edilmiş olacaktır.
İslâmiyet daima oluşma taraftarıdır, her türlü birlikten ve birleşmeden hoşlanır. İslâmiyet ayırmayı ve bozmayı yerer. Kur'ân'da ulus karşılığı olan kavim sık sık bahis konusu edilmiştir. Devlet kurma yetkisi kavimlere verilir. Tek dünya devleti olmadığı gibi tek İslâm devleti de yoktur. Gerçi Araplar fethettikleri ülkeleri Araplaştırmaya başlamışlar, ancak bilahare yönetim bile Arapların dışındaki kavimlere geçmiştir.
Tekrar edelim ki, her metin okunduğunda ona istenen mânâ verilebilir. Kötü yorumlanarak kötü mânâlar çıkarılabilir. İyi yorumlanarak iyi mânâlar çıkar.
Kur'ân-ı Kerîm;
Kendisinin iyi yorumlanması gerektiğini, hattâ iyi yorumlanamayan kısım varsa o kısmın müteşabih olarak terkedilmesi gerektiğini söyler. Artık bu kitaptan kötü mânâ çıkarmak mümkün değildir. Çünkü kötülüğü baştan reddetmiştir.
Şeriat kesinlikle ulusların oluşmasına mani olmamıştır.
Çünkü ulusçuluk iyidir. Sadece ırkçılığa mani olmuştur.
Yani bir ırkın diğer ırka tahakkümünü kabul etmemektedir.
İslâmiyet her iyiyi kabul etmiş ve her kötüyü de reddetmiştir.
* * *
Yazara göre;
Ulusun oluşmasında fetih önemli rol oynar.
"A- Millet halinde oluşumun çeşitli yolları ve olumlu veya olumsuz sonuçları.
Toplumların millet niteliği içerisinde ortaya çıkmaları çeşitli usuller ve yollarla olmuştur ve fakat bu yolların müşterek olan yönü genellikle FETİH şeklinde kendisini göstermiştir. Ancak ne var ki fethedilen yerler halklarını bir tek ruhta birleştirmek ve fetheden toplum ile kaynaştırmak metodlarına başvurmak veya vurmamak suretiyle ortaya farklı sonuçlar çıkmıştır. Bir yabancı yazarın tasnifine göre millet halinde oluşum ve toplumların aşiret halinden devlet -millet haline geçişlerinde uygulanmış olan üç farklı usul vardır ve bu usullerden en başarılısı Anglo-Sakson usulu, en başarısızı da DOĞULU usuller olmuştur."(s. 662)
ULUS, KÜLTÜR BİRLİĞİDİR VE MİYARI 'DİL'DİR.
İSLÂMİYET'E GÖRE DİLLER VE DEVLET MESELESİ.
Ulus, kültür birliğidir.
Kültür;dil, sanat, teknik ve örfden oluşur.
Bununla beraber en bariz miyarı 'dil'dir.
Aynı dili konuşan her topluluk ulustur.
Devleti kuranlar aynı dili konuşanlardır. Aksi takdirde birlik sağlayamazlar. Bununla beraber aynı dili konuşmak devlet kurmak için yeterli değildir. Ülke birliği de şereftir. Bir dili konuşan ayrı iki devlet olabilmektedir.
Dilleri gruplara ayırmak gerekir. Günlük yaşantıda kullanılan dil vardır. Kelime ve cümle yapıları aynıdır. Ancak onların ifade ettiği mânâlar her aşirette farklıdır. Onlar kendi dillerini kendileri anlarlar. Meselâ, 'depo' deyince her ev için ayrı mânâsı vardır. Nitekim sen 'ben' deyince başka mânâ kastedersin, ben 'ben' deyince başka mânâ kastederim. Bunun üstünde aşiret dili vardır. O da bazı deyiş ve vurgu farklarını oluşturur. Eğer ortak baskı görmemiş iseler, konuşmalarında hemen nereli oldukları anlaşılır. Bununla beraber dinlediğiniz zaman anlamada zorluk çekmezsiniz, ama kulağınıza hoş gelmez ve komşu kabiledekiler için o ton gülme aracı olur.
Şa'bların dilleri ise zor takip edilir. Teker teker düşündükçe konuşmalar anlaşılır. Ancak normal konuşulan dinlenmekle kolay kolay anlaşılmaz. Anlamak için çok yavaş yavaş konuşulur. Bu dillerin oluşması için yazı diline gerek yoktur.
Oysa devlet dili yazı diline ulaşmıştır. Artık sadece konuşma dili değil aynı zamanda mantık dili olmuştur.
Medeniyet dilleri ise uzun zaman değişik devletlerin aynı dili devlet dili veya ilim dili olarak kullanmaları ile doğar. Bu da daha çok başka ulusların o dili kullanmaları ile elde edilir.
Tarih boyunca dillerin nasıl olduğunu veya oluştuğunu henüz tesbit edememekteyiz. Yalnız her aşiretin konuştuğu diller vardır. Türkçe, İngilizce ve Çince gibi çok geniş bir sahada konuşulan diller vardır. Ancak bu dillerin gelişme ve genişlemesinde fethin rolü bulunduğu kesindir.
Yeni dil nasıl oluşmuş, topluluklar birbirlerinden ne kadar zaman ayrı kalmış, böylelikle topluluk nasıl artık ayrı dil konuşur olmuş, bilinmiyor. Meselâ, Azerilerle Türkler henüz birbirlerini anlayabiliyorlar. Gagavuzlarla da anlaşıyoruz. Amerikalılarla İngilizler de birbirlerini anlayabiliyorlar. Ama Macarlarla Türkler anlaşamıyorlar. Bunun nedenini henüz bilemiyoruz. Bunun sebebi din birliği veya ayrılığı mı olmuştur, yoksa ayrılmanın yakınlığı veya uzaklığı mı olmuştur? Bu soruların cevabını henüz tam olarak bilemiyoruz.
İslâmiyet'e göre;
Diller birer tarihi hazinedir.
Aşiretler veya kabileler kendi dillerini korumalıdırlar.
Bir ülkede bir dilin konuşulması asla yasaklanamaz.
Ancak bir devlet, kendi ülkesinde vatandaş olup hele askeri hizmeti yapabilmek ve ekonomik faaliyetlere katılabilmek için o devletin dilini öğrenme zorunluğu getirebilir. Bazı ehliyetlerin kullanılması için devlet dilini bilme şartı istenebilir. Bunu sağlamak maksadı ile okul ve askeri kamplara katılma zorunluğu getirilebilir. Devlet dilini konuşmayı, okuyup yazmayı bilmeyenlere temel ehliyet verilmeyebilir.
Bugün eğitim araçları olarak kullanılabilecek olan radyo, televizyon, video, v.s. o kadar çoğalmıştır ki, bunları sağlamak artık mesele bile değildir. Dolayısıyla bu yönde çalışmaların yapılması gerekmektedir.
Bununla beraber kavimlerin kendi dillerini de konuşma ve tedris yapma serbest olacaktır. Konuşma dili aşiret dili olacaktır. İlk öğretim 'bucak dili' ile, orta öğretim 'il dili' ile, yüksek öğretim 'devlet dili' ile ve ilim ise 'medeniyet dili' ile olacaktır. Yani doktora çalışmaları bu dillerle yapılacaktır.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet doğu usûlü yerlileri vatandaş saymaz.
"Millet oluşumunda DOĞULU metod.
Doğulu metod, fethedilen ülkeler ahalisini yabancı statü içerisinde tutma metodudur. Bir aşiret yavaş yavaş genişler, fetihler yolu ile büyür ve komşu ülkeleri ve milletleri boyunduruk altına alır ve fakat o fethettiği yerler halklarını hiç bir zaman kendisine massetmez, kendisiyle kaynaştırmaz. Aksine ona yabancı kalır, ve beraberce ayni topraklar üzerinde ve ayni sınırlar içerisinde yaşadığı bu yabancı saydığı unsurları siyasi temsilden (yönetime katılmaktan) yoksun tutar.
İslâm ülkelerinin geçmiş tarihinde durum bu olmuştur...
Ayni olay Osmanlı devleti için de bahis konusudur...
Bu konuda bk. John FİSKE, The Begin ing of New England, (Boston-Cambridge 1889, sh. 9-11)."(s. 662)
ÜÇ DİL GRUBU VE ÜÇ KAVİM: SAM, HAM VE YAFES.
İSLÂMİYET'İN AYIRIMI:
'ÇALIŞANLAR' VE 'SAVAŞANLAR'
Müstevlilerin takip ettikleri usûl vardır. Bu çok değişiktir.
Ancak dünyada medeniyet dilleri olarak üç dil ortaya çıkmış ve yeryüzüne yayılmıştır. Bunlardan biri 'Sami Dilleri'dir. Mısır ve Asur dilleri bunlardandır. Bu dilin bugünkü temsilcisi 'Arapça'dır.
Diğeri 'Ham Dilleri'dir. Bunlara Hint-Avrupa dilleri de denmektedir. Etiler, Hintliler, Slavlar ve Cermenler bu dilleri konuşmaktadırlar. Bugünkü Avrupa bu dil üzerindedir. Farsça da bu dillerdendir.
Bu dillerin diğeri yani üçüncüsü de 'Yafes Dilleri'dir. Bunlar da Çinliler, Japonlar, Moğollar, Tatarlar tarafından konuşulan dillerdir. Bu dilin bugünkü yaygın temsilcisi olarak 'Türkçe' vardır.
Bu üç dil grubu Hz. Nuh'un üç oğluna izafe edilmektedir. Realite de bunu onaylamaktadır. Böylece yeryüzünde istilacı 'üç kavim' ortaya çıkmaktadır.
Bunlardan Avrupalılar yani Ham'ın çocukları işgal ettikleri yerlerde sınıflar oluştururlar ve asilzadeler de yönetici olurlar. Diğer halk da onların yönetileni olurlar. Bugünkü Avrupa'da bu sistem hâlâ devam etmektedir. Eski asilzade geleneğinin yerini sermaye sınıfı almakta, halk 'patron' ve 'işçi' olarak ikiye bölünmektedir. Bu sınıflar arasında geçiş çoğu kez hukuken mümkün olmamaktadır. Avrupa'da hukuken mümkün görünmekte ise de kapitalizm kanunları bunu imkân dahiline sokmamaktadır.
Diğer Sam veya Yafes istilacılarında ise böyle bir 'yerli' ve 'asilzade' ayırımı yoktur.
İslâmiyet de topluluğu iki sınıfa ayırmıştır:
Çalışanlar ve savaşanlar.
Ancak bunlar asla yerli ve yabancı ayırımı şeklinde değildir. Askerlik hizmetini yapıp savaşmak isteyen kimselerle askerlik bedelini veren kimseler şeklinde ayırmaktadır. Her çalışan her zaman savaşçı sınıfına geçebilmektedir. Irk ayırımı değil, isteğe bağlı statü ayırımdır. Ayrıca ekonomik sınıflaşma tamamen kaldırılmıştır. Sermaye vergisi ile ekonomide zengin ve fakir sınıfı yok edilmiştir. Tek tek zengin ve fakir vardır. Orta servete sahip olanlar ise çoğunluktadır.
Oysa sınıflı topluluklarda zenginler var, fakirler var, orta servetliler ise çok azdır.
Bu tür sınıflı topluluklarda fakirlerin zenginleşmesi fiilen mümkün olmamaktadır.