İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
1443 Okunma
İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR

 

Yazara göre;

Despotizm adaletin de üstündedir.

 

"KİŞİ'leri MUTLAK İKTİDAR'a itaat ettirmek adalet duygusundan daha önemli.

Fakat kişileri ve toplumu İKTİDAR'a körü körüne itaat ettirmek gereği adalet anlayışının da üstünde görülmüş ve Şeriat devlet zihniyetinin en kutsal prensibi haline getirilmiştir. Çünkü,(s. 528)

"60 yıllık despotizm bir saatlik adaletten daha iyidir" zihniyeti

Şeriat devlet uygulamasına egemen olan kutsal bir prensip sayılmıştır. Sırf siyasi huzursuzluk olmasın, asayiş bozulmasın ve anarşi çıkmasın için devamlı bir despotik yönetim bile meşru görülmüştür.İslâm Peygamberi'nin sözlerine ve davranışlarına dayatılan ve İmamı Gazali'nin kaleminde gücünü bulan bir formüle göre, 60 yıllık despotizm bir saatlik anarşiden daha hayırlı kılınmıştır... Osmanlı devletinin kanun anlayışı ve uygulaması da bu prensibe bağlanmıştı..."(s. 529)

 

İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR.

ADALETE TESLİM OLMAYAN KİMSE NE OLUR?

 

İki komşu düşünün, biri diğerine haksızlık yapıyor. Bu durumda iki şey olabilir. Birincisi, zulüm gören kendisini savunuyor ve birbirlerini öldürmeye kalkıyorlar ve belki de ölüyorlar. İkincisi, haksızlığa uğrayan sabrediyor ve hakkını sonra alıyor.

Bunlardan hangisi daha iyidir?

Mahkeme ne kadar zalimane karar verirse versin, vatandaş önce o karara uyacak. Çünkü mahkeme kararlarına uymasak devlet olmaz, devlet olmayınca da adalet olmaz. Mahkeme hangisinin gerçekten haklı olduğuna karar veren mercidir. Bu merciyi kaldırdık mı herkes kendisini haklı sanıp saldıracak ve devlet yıkılacak.

Şüphesiz yazar gibi düşünenler, öyle devlet olacağına yıkılsın diyebilirler. Ama ona karar verecek yine mahkeme olacağı için pratikte yine mahkeme kararlarına uymak gerekir. Ama hicret edenler uymaya zorlanamaz.

İslâmiyet'te bunun için interpol yoktur. Sonra adaleti talep edersin. Vermediler mi göç eder ve gittiğin yerden hakkını istersin, yine vermezlerse savaşırsın. Bunun dışında bir yol yoktur.

İslâmiyet'in getirdiği yol tek yoldur, tek doğru yoldur.

İslâm düzeninde; tutuklu yoktur.

Kişi eğer adalete teslim ise;

Cezasını kendi isteğiyle yerine getirecektir.

Cebri icra yoktur.

Kişi eğer adalete teslim ise;

Kararları kendisi kendi kendine infaz edecektir.

Kişi eğer adalete teslim değilse; artık onun adaletten yararlanma hakkı yoktur. Artık onun adalet nazarında kişiliği yoktur. Davalı ve davacı olamaz. Malları müsadere edilir ve kendisi de korunmaz. Dolayısıyla suçlu istediği yere kaçmakta serbesttir. Tazminatı siyasî dayanışma ortaklığından alınır. Onu kabul eden bucak bu tazminatı yüklenebilir. Kısası ise onu kabul eden bucak başkanı uygular veya uygulamaz. Yeniden muhakeme edip hükme bağlar. Böylece bucağını değiştiren bir hırsız kol kesme cezasından kurtulabilir, bucağını değiştiren bir zani dayak cezasından kurtulabilir. O bucakta o cezalar yoksa o ceza ona uygulanmayacak demektir. Ama o bucakta kalınca da adaleti o bucağın hukuku belirler ve ondan kurtuluş yoktur. Böylece hem sonuna kadar mevzuat uygulanıyor, hem de sonuna kadar mevzuatın ağırlığından kurtulma çareleri vardır.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Halife Ali aklı mesh dolayısıyla reddediyor.

 

"IV- AKLA ve MANTIĞA UYGUN OLANI değil ve fakat bunlara AYKIRI DAHİ OLSA DİN EMİRLERİNE VE MUHAMMED'in DAVRANIŞLARINA (dolayısıyle İKTİDAR'ın emirlerine) MUTLAK şekilde uyma zorunluğu.

Şeriat devleti uygulamasında AKLA ve MANTIĞA veya müspet bilim verilerine uygun olanı değil ve fakat bunlara aykırı dahi olsa Kur'an hükümlerine ve Peygamber davranışlarına uygun olanı yapmak geleneği vardır.Kişi, AKLA ve MANTIĞA uygun düşeni yapamaz; sadece Tanrı ve Peygamber tarafından emredilmiş veya yapılmış olanları yapmak zorunluğundadır. Kişi'ye kendi kanısınca doğru ve yerinde görünen şey, Peygamberin davranışlarına aykırı ise, uygulamak gereken şey Peygamberin yaptığını yapmaktır... Yüzlerce örnekten birisi olmak üzere Halife Ali'nin, kendi mantığına uygun bulupta Peygamber aksini yaptı diye Peygamberi taklid etmesiyle ilgili davranışlarını ve sözlerini verelim. Ali ayakkabısı'nın alt kısmının üst kısmına nazaran daha pis olduğunu düşünerek o kısmın temizlenmesinin uygun olacağı kanısındaolduğu halde sırf Peygamber aksini yapıyor, yani ayakkabısının altını değil üstünü temizliyor diye o şekilde davranmayı tercih etmiştir..."(s. 529,530)

 

MESH, SEMBOLİK TEMİZLİK HAREKETİDİR.

İSLÂMİYET'TE ASIL OLAN TABİÎ HUKUKTUR.

 

Her şeyden önce namaz, insanlara hayatı öğreten bir müessesedir.

Bir şeyin yapılması mümkün olmadığı zaman o sembolik olarak yapılır. Böylece onun zarureten yapılamadığı hatırlatılır ve zamanı gelince terkedilmesi gerektiği belirtilir. Sağlıklı yaşamanın şartı temiz olmaktır. Temizlik yalnız kişi sağlığı için değil, topluluğun sağlığı için de gereklidir. Çünkü hem pislik hem de hastalık bulaşıcıdır. Temizlik içinde ayakların yıkanması da vardır. Bir topluluğa katılıyorsanız, ayaklarınızı yıkamanız ve temizlemeniz gerekir. Ama eğer ayakkabı giyiyorsanız ve orda çıkarmıyacaksanız, o zaman yıkamak gerekmez. Ama yine de ayaklarınızı ve ayakkabılarınızı şöyle bir kontrol etmeniz gerekir. Ayakkabılarınız pis ve çamurlu mudur, yoksa temiz midir diye bakmalısınız. İşte bu kontrolu yapmanızı belirten bir işaret vardır ve ona 'mesh' denir. Mesh, ayağınız temiz ise geçerlidir. Onun için ister üstten ister alttan yapın, bir şey değişmez. Her tarafın temiz olması gereklidir. Dolayısıyla bu muhakemede bir mana yoktur. Hz. Ali'nin bunu söyleyip söylemediğini bilmiyoruz, ama söylemişse eksiktir.

Diğer taraftan şeklî görevler vardır. Evlenecek olan iki kimsenin asıl evlenmeleri, bu hususta buna karar vermeleridir. Ama evlilik nikahtan sonra başlar. Şeklin ne önemi var diyebilirsiniz. Ama hükümlerin objektif hâle gelmesi için belli merasimleri icra zorunluğu vardır. Biz hiç kimsenin kalbini bilemeyiz, ama bu merasimleri biliriz. Dolayısıyla misafir olan kimse orucunu bozar. Birçok yerlerde sembolik hareketler asıl yerine geçer. Elbise ve nişanlar da böyledir. Mesh de böyle yıkama yerine geçen sembolik harekettir. Orada doğrudan yararlılık aranmaz. Herkesin herşeyin hikmetini bilmesi de gerekmez. Sadece mevzuata uyulur.

İslâmiyet'te asıl olan tabiî hukuktur, sosyal ve tabiî kanunların, ilâhî kanunların uygulanmasıdır. Ancak tabiî ve sosyal kanunlar anlaşmalarla sembolleşir ve pozitif hukuka dönüşür. Ondan sonra artık bu kanunlara uyulur.

Böylece anlaşmalar, uygulamada ilâhî kanunların, tabiî ve sosyal kanunların önüne geçer. Bunların tabiî ve sosyal kanunlara aykırılığı, ilâhî kanunlara aykırılığı anlaşılırsa, o zaman değiştirin denir, ama değişinceye kadar uyulur. İslâmiyet'te, içtihatlar sayesinde bu değişme çok kolay olduğu için mesele yoktur. Batı dünyasında ise ekseriyet gerekir, olmayınca da kanunlara karşı gelmek meşrulaşır. Halbuki İslâmiyet'te karşı geleceğinize kolayca değiştirirsiniz. Onun için İslâmiyet'te itaat etmemek için bir sebep yoktur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te,

Hükümdarlara keyfî öldürme yetkisi verilmiştir.

 

"V- Şeriat devletinde Hükümdar'ın ve diğer yetkililerin KİŞİ'lerin "canı" ve "malı" üzerinde mutlak yetkiye sahip olmaları:

Şeriat devleti sisteminde İktidar sahiplerinin halkı görüp gözetmek ve korumak ve "zulm" etmemek görevleri olduğunu gösterir çeşitli din hükümlerine rastlamak mümkündür...(s. 530)

"Halk'a zulüm eden" İktidar sahiblerinin karşılaşacakları tek sorumluluk "Cennet kokusunu koklayamamak" şeklinde sonuç verecektir; yani Tanrı'ya kalmış bir şeydir bu...

Hükümdar'ın ve yetkililerin kişiler üzerinde mutlak öldürme hakkına sahip olmaları Şeriat sisteminin ortaya çıkardığı bir durumdur. Başta Kur'an ve Hadis kaynakları olmak üzere Şeriat'ın tüm hükümleri bu öldürme yetkisini çeşitli yollardan güçlendirmiş ve geliştirmiştir...(s. 531)

İslâm öncesi tarihinin ortaya vurduğu veriler gözönünde tutulacak olursa aslında TÜRK'ün son derece "Merhametli" ve "şefkatli", "cana kıymaktan kaçınan" bir niteliğe sahip olduğunu söylemek mümkündür. Şeriat'a saplandıkça TÜRK, Kişilerin canına kıyma alışkanlığını "meşgale" ve adeta "zevk" haline getirmiştir..."(s. 532)

 

İSLÂM DÜZENİNDE MAHKEMESİZ CEZA YOKTUR.

DEVLET HAKLILARI HAKSIZLARA KARŞI KORUR.

 

İslâmiyet'te muhakemesiz ceza yoktur. Şüpheler ukubatı ortadan kaldırır ilkesi vardır. En küçük hafifletici sebep cezanın uygulanmasını kaldırır. Nefsi müdafa, hata, tahrik, af gibi bir çok sebepler cezanın infazını durdurur. Suçların işkence ile tesbiti de gayrimeşrudur. Karakol tahkikatları yoktur. Buna benzer bir şey vaki olursa çok ağır ceza verilir. Caydırıcılığı etkindir. En küçük bir şüphe cezayı kaldırır. Ancak mağdurun mağduriyetini gidermesi için de dayanışma ortaklıkları kurulmuştur ve bunlar tazmin eder. Bunun için kesin delile gerek yoktur. Basit karine de tazminatı kimin akilesinin vereceğini belirler. Çünkü bu zaten yardımlaşmadır. Hattâ fail bulunmazsa , o fiili işleme ihtimali olanların akileleri öderler. Böylece hiç kimse mağdur edilmez ve herkes suçun işlenmesini önlemeye çalışır.

Başkanın asla ceza verme yetkisi yoktur.Başkan otoritesini sadece bucağından sürme yetkisi ile kullanır. Sürülen kimseler asla maddî zarara uğratılmazlar. Suçlu da sayılmazlar. Başkanla geçinemeyen kimse bucağı terketme hakkına sahip olduğu gibi, başkan da kendisiyle geçinemeyen kişiyi sürme hakkına sahiptir. Sürüldüğü halde gitmezse, o zaman onu öldürtme hakkına sahip olur. Bu da gayet tabiidir. Başka türlü yapılacak bir şey yoktur. Devlet başkanı da kişiyi ancak kendi bucağından sürebilir, ülkeden süremez. İl başkanı da kendi bucağından sürebilir, ilden süremez. Bucağın iç güvenliğini korumakla görevli olan başkanlar sürme hakkına sahiptirler, sürülenler yine gitmezlerse savaş durumuna geçerler ve sürülen kimselere artık savaş hükümleri uygulanır.

İslâm düzeninde devlet;

Haksızlık yapanların şerrinden haklıları korumak için vardır. Bir zalime merhamet edeceğiz diye zalim olmayanlar rahatsız edilemez, masrafa sokulamaz. Bundan dolayı suçu sabit olmayan hiç kimse tutuklanamaz, nezarete alınamaz. Suçu sabit olunca da kendisi gelip teslim olmak ve cezasının infazını istemek durumundadır. Gelip teslim olmazsa, adalete karşı gelmiş olur. Adaletin himayesini isteme hakkını kaybeder. Bucak sınırları dahilinde can güvenliğinin korunması ilkesinden çıkar.

Bakın bizde akıl ne kadar hassas çalışıyor. Siz akılsızlığa akıl diyorsunuz. Şeriat baştan sonuna kadar yalnız ilim ve akıldır. Bununla beraber bucak yasaları hapishaneyi de öngörebilirler. İslâm devleti buna karışmaz, İslâm dini de karışmaz. O bucağa giren o kamu hukukuna tâbi olur.

 

*   *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te savaş, sürgün ve öldürme

Kur'ân ve Sünnet ile teşvik edilmektedir.

 

"A-  ÖLDÜRME cezasını ve fiilini oluşturan kaynaklar: Kur'an ve Hadis-Sünnet kaynağı.

Biraz yukarda da belirttiğimiz gibi Kur'ân'ın ölüm cezalarını sadece yol kesme ve kısas hallerine inhisar ettirdiği ve böylece "insanî bir istekle ölüm cezalarını mümkün olduğu kadar az uygulamağa çalıştığı" iddia edilir...(s. 532)

Kur'ân,... "Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün,..." ...

Yine bunun gibi Kur'ân, "lânet edilmişlerin" ve "münafıkların" öldürülmeleri yetkisini tanımıştır...

Görülüyor ki bizatihi ÖLDÜRME fiili yasaklanmak şöyle dursun ve fakat oldukça geniş bir uygulama alanı içinde bırakılmıştır...(s. 533)

Her ne kadar ÖLDÜRME fiilini yasaklayan hükümler de var ise de bu hükümler insan varlığının değerine ve insan hayatına önem verme amacı dışında ve daha ziyade fanatik bir amaç ile öngörülmüştür...

Kur'ân sadece KASTEN mümin öldüren müminler için CEHENNEM cezası öngörmüştür.

Bütün bu yukardaki hükümler ÖLDÜRME'nin ne derece kolay, rahat bir olanak ve yetki haline getirildiğini göstermeğe yeterlidir..."(s. 534)

 

SAVAŞ HÂLİ DIŞINDA MUHAKEMESİZ ÖLDÜRME YOKTUR.

ADALETE TESLİM OLMAYAN SAVAŞ DURUMUNA DÜŞER.

 

İslâmiyet'e göre, bir Müslüman her hangi bir insanla karşılaştığı zaman ilk işi onu 'selâmlamak' olur. İlk selâm veren, selâm vermenin sevabını almış olur. Diğeri de daha iltifatlı bir şekilde mukabelede ve iadede bulunur. Sonra oturup anlaşma şartlarını görüşürler. Selâmlamazsa, savaş durumu var demektir. Savaş durumunda Müslüman olanca kuvvetiyle savaşır. Çünkü savunma yapmak en büyük ibadettir. Anlaşma şartlarında uzlaşırlarsa birlik kurulur ve komşuluk yaparlar. Uzlaşamazlarsa, birbirlerine zarar vermeden ayrılırlar. İşte devlet içinde durum böyledir.

Bir kimse bir topluluğun içinde doğar veya dışarıdan gelirse, o topluluğun mevzuatını tetkik eder, eğer benimseyip kabul ederse orada kalır. Kabul etmezse ve ayrılıp gitmezse, o yerin güvenini ihlâl etmiştir. Aynı yerde başka bir otorite oluşturmaktadır demektir. Bu durum savaş hâlidir. O zaman da buna sebebiyet veren kimse öldürülür. Barış esastır, ama zaruret hâlinde savaşılır. Barış için her zaman savaşa hazır olunur. Savaşa hazır olmak, en büyük savaş caydırıcılık unsurudur.

İslâmiyet;

Savaş hâli dışında muhakemesiz öldürmeyi asla kabul etmez.

Ancak adalete teslim olmayanlar da savaş durumuna düşerler.

Mesele bu kadar sade ve basittir.

Saltanat dönemlerinde İslâmiyet'in bu hükümleri şeriata göre değil sultanların keyfine göre işlenmiştir. Bunun böyle olması da tabii idi. Çünkü yönetim şeriata göre oluşmuyordu.

Bütün bunlar gösteriyor ki;

İslâm âleminde iyi olan ne varsa o şeriat sayesindedir;

Kötü olan ne varsa o da şeriattan ayrılma nedeniyledir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Muhammed kendini tenkit edeni öldürmüştür.

 

"B- ve Muhammed örneği.

Katılmış bulunduğu yirmiyediye yakın din savaşında ele geçirilen tutsakların öldürülmesine bizzat emir vermesi hali dışında İslâm Peygamberi, İbn İshak ve İbn Hişam'dan öğrendiğimize göre, kendisini tenkid eden kadın ve erkek bazı şairlerin veya varlığını tehlikeli saydığı kimselerin öldürülmesine bizzat karar vermiştir. Kendisinden sonra Halife olarak devletin başına geçecek olanlara "asayiş" uğruna öldürtme gereği konusunda böylece ilk örneği kendisi vermiştir."(s. 534)

 

HZ. MUHAMMED'İN ŞAİR ÖLDÜRTME MESELESİ.

BAŞKANIN MAHKEMESİZ ÖLDÜRTME YETKİSİ YOKTUR.

 

Hz. Muhammed (s) Allah'tan aldığı vahiylerle hareket ediyor, bazen de vahiy bulunmayınca kendi kendine karar veriyordu. Yanlış karar almış ise vahiy geliyor ve yanlışını düzeltiyordu.

Hz. Peygamber'i hicveden ve bunu meslek hâline getiren şair ve şairelerin olduğu rivayet edilir. Bunlar müslim değillerdi. Hz. Peygamber bir gün, beni bunlardan kurtarın demiş ve sahabeler de onları öldürmüşler.

Böyle bir olay Kütübü Sitte'de zikredilmemektedir. Sıhhati bilinmiyor. Böyle bir olay olmuşsa, ne zaman olduğu da belli değildir.

Kur'ân'da Allah ile muharebe edenlere uygulanacak cezalar sayılmış ve derece derece cezalar gösterilmiştir. Devleti temsil eden başkanı hicvedenlere uygulanacak ceza sürgündür. Biz İslâmiyet diye bunu anlarız.

Yazarın sözünü ettiği o uygulamaya gelinirse, o olayı tam olarak bilmiyoruz. Normal uygulamada, şair veya şairlerin sürgün cezasına uymaması sebep olabilir. Sürgün âyetlerinin gelmesinden önce de olabilir.

Yazarın sözünü ettiği bu rivayet sahih bir rivayet bile değildir. Rivayet olsa bile, bu tür zayıf hadislerle amel etmek caiz değildir. Bunlara dayanılarak içtihat yapılamaz. Dolayısıyla bu konu pek ciddiye alınacak bir konu değildir.

Şimdi nasıl yazar iftiralar yapıyorsa, o zaman da böyle iftiralar olmuştur. Her haber de tarih yazarlarınca anlatılmıştır. Ancak İslâmiyet tarih kitapları ile değil; Kur'ân, hadis ve fıkıh kitaplarıyla değerlendirilir. Özellikle bizim değerlendirmelerimiz böyledir.

İslâm düzeninde;

Başkanın muhakemesiz olarak kimseyi öldürtme yetkisi yoktur.

Başkanın mahkemesiz ceza verme yetkisi de yoktur.

Tek tazir cezası sürgündür, sadece onu verebilir.

Bazen sürmeyi tahfif ederek ev hapsi cezalarını verebilir.

İsteyen ayrılıp gitmekle bu cezadan da kurtulur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te hükümdarların muhakemesiz idamları

halkı devlete düşman etmiştir.

 

"C- Mutlak ÖLDÜRME yetkisinin doğurduğu kötü sonuçlar: İNSAN HAYATI'na en ufak bir değer vermeyen devlet zihniyeti; devletten nefret eden kişiler yığını:

Devlet yönetenlerin mutlak öldürme yetkisine sahip olmaları nedeniyle İnsan yaşamının (hayatının) devlet ve devletin yetkileri indinde en ufak bir değeri olmamıştır...(s. 534)

Naima tarihi ya da Cevdet Paşa tarihini gözden geçirenler, bu tarih sahifelerinin hemen her satırında sırf devlet yetkililerinin kaprisleri ve insanlık dışı tutumları uğruna boğdurulan, kılıçtan geçirtilen kişilerin acıklı hikâyelerini okumakla dehşete düşerler, ve ÖLDÜRME YETKİSİ'nin ne derece akılsızca, insafsızca, ve devleti çökertircesine kullandığına şaşarlar...

Yargılamasız ölüm cezası Osmanlı Devletinde XIX cu yüzyılın ortalarına kadar süren bir uygulama olmuştur...(s. 535)

DEVLET kavramının kişi gözünde bu niteliği yavaş yavaş kaybeder olması Atatürk'ün getirdiği Devlet anlayışı ile başlar..."(s. 536)

 

GÖREVLİ ATAMA VE AZLETME YETKİSİ BAŞKANINDIR.

MUHAKEMESİZ ADAM ÖLDÜRTMEK CİNAYETTİR.

 

Saltanat yönetimlerinde devlet görevlileri vardı. Sultanlar halk ile doğrudan temasta bulunmaz, sadece sadrıazam ve en çok vezirlerle görüşürlerdi. Halk ile ayrıca ulema aracılığı ile temasları vardı. Şeyhülislâm özellikle bu görevi yürütürdü. Halk herhangi bir konuda rahatsız olmaya başladı mı, hükümdar suçu sadrıazam veya vezirlerden birine yıkar, saray entrikalarının desteği ile başını uçururdu. Halk da başına gelenlerin müsebbibi kabul ettiği kimseden kendilerini kurtaran padişaha dua ederdi.

Osmanlılar bu silahı veya sistemi son derece zekice kullandılar ve sultanlar zaman zaman çok sevdikleri sadrıazamları bile feda ederek hanedanı kurtardılar. Fatih Sultan Mehmed'in tam yetkili sadrıazam seçmesi bunu sağlamak içindi. Fatih, en zeki ve en kabiliyetli kimseyi bulur, o memleket ve millet için yapılması gereken iyi işlerin hepsini yapar, ama gerektiğinde bütün kötülüklerin de müsebbibi kabul edilip asılabilirdi. Nitekim bugünkü parlamenter hükümet sistemi de Osmanlıların bu uygulamalarından kaynaklanmış ve günümüzdeki şeklini almıştır. Burada yazarın iddialarının aksine çıkaracağımız netice şudur; padişahların saray ve saltanat sistemindeki yöneticileri gerektiğinde idam ettirmesi halka güven veriyor, sultanlara olan sevgi ve bağlılıkları artıyordu.

İslâm düzeninde;

Görevlileri atamak ve azletmek yetkisi başkana aittir.

Gerektiğinde bucağından sürme yetkisi de başkana aittir.

Ama muhakemesiz adam öldürmek;

Suçsuz yönetici idam ettirmek cinayettir.

Kur'ân'da, bunu yapanların kâfir olup cehenneme gidecekleri yazılıdır.

Böyle başkanların bucağına girmemek ve orada kalmamak gerekir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Şeriatta devlet fertten üstündür.

 

"D- KİŞİ ve toplum hürriyetlerini korumak görevi olmayan ve aksine kişi'yi devlete her zaman feda eden DEVLET zihniyeti:

Şeriat devleti demek şeriat düzenini korumakla ve Tanrı ve Peygamber iradesini yürürlükte tutmakla görevli devlet demektir. Şeriet düzeni ise kişi'nin bu yeryüzü yaşamlarını en ince noktasına kadar ayarlayan ve onu gelecek dünyalara hazırlayan düzendir. Şu hale göre Şeriat devleti Tanrı'nın ve Peygamber'in isteklerini, amaçlarını gerçekleştirmeği görev edinmiş bir devlettir, yoksa kişi'nin veya toplumun iradesini, isteklerini ve amaçlarını değil...

Kişi'nin DEVLET'e eşit, devletten üstün bir değeri veya hakları diye bir şey bahis konusu değildir. Kişi her zaman DEVLET'e (Şeriat'a) feda edilmelidir...

Bir yabancı yazar Şeriat'ın bu devlet doktrinini EFLATUN'un devlet nazariyesiyle kıyaslar ve ona benzetir; "... İslam'ın hukuk nazariyesi (yani devlet teorisi demek istiyor), 'Kişinin gelişmesini temel amaç' bilen modern Batı ideallerine değil ve fakat Eflatun'un Cumhuriyet prensiplerine daha yakınlaşmaktadır." der.

Bk. N. J. Coulson, The State and the Individual in Islamic Law, in 'The Interninational and Comparative Law Quarterly' Vol. VI, Jan. 1957, sh. 51.

Ancak ne var ki Eflatun'un Cumhuriyeti'nde gökten inme ve dondurulmuş ve bu nedenle insan mutluluğuna ve gelişmesine set çeken bir kanun düzeni diye bir şey yoktu; oysaki Şeriat tamamiyle böyle bir düzen üzerine oturtulmuştur."(s. 536)

 

SİSTEMLERE GÖRE FERT DEVLET MÜNASEBETLERİ.

İSLÂMİYET'TE ÇIKAR PARALELLİĞİ DENGESİ VARDIR.

 

Sosyalistlere göre, esas ve asıl olan devlettir. Fertler onun birer hücresidir. Fert ve topluluk çıkarları sözkonusu olunca, fert çıkarları feda edilir. Zaten fertler yani halk sosyalist düzenin veya devletin kölesidirler.

Kapitalistlere göre, esas ve asıl olan sermaye sahibi fertlerdir. Onların hakkı sözkonusu olunca devlet hakları feda edilir. Halkın hakları zaten yoktur. Çünkü kapitalistlerin görüşüne göre halk işçi olarak köledir. Patronların işine yaradıkları ölçüde beslenirler.

İslâmiyet'e göre ise her ferdin ve her topluluğun ayrı ayrı kişilikleri vardır. Bunun anlamı, hakları ve görevleri vardır demektir. Eşitlik ilkesi içinde bu hak ve görevlerin sınırlarını çizen de tarafların seçtiği hakemlerdir. Hakemleri kamu görevlileri ile vatandaşlar seçerler. Hakemler eşitlik ilkesi içinde seçilir ve verilen kararlar halk temsilcilikleri olan dayanışma ortaklıkları tarafından yine eşitlikle uygulanır. Devletin iç güvenliğini sağlayan polis teşkilâtları yoktur. Hakemler dışında bir idari mahkeme de yoktur. Ne fert devlet için, ne de kamu fert için feda edilir. Mevzuat içinde haklar dengededir.

İslâmiyet'e göre;

Genel denge durumu değişik ve farklıdır.

İslâm düzeninde;

Taraflar arasında 'çıkar paralelliği dengesi' vardır.

Bir fabrika düşünün, işçiler kendi çıkarları için gidip fabrikada çalışırlar. Çıkarları bittiği zaman da fabrikadan ayrılırlar. Patron da kendi çıkarı için işçileri çalıştırır, işleri bitince o da işçilerin işine son verir. Eğer işçiler çalışıyorsa kendi çıkarları için çalışıyorlar, patron da onları çalıştırıyorsa kendi çıkarı için çalıştırıyor. İşte devlet ile fert arasındaki ilişki de buna benzer.

Devlet, kendi çıkarı için vatandaşlara hizmet ediyor.

Vatandaş, kendi çıkarı için devletine hizmet ediyor.

İşte biz buna 'çıkar paralelliği dengesi' diyoruz.

Çıkar paralelliği ortadan kalktığında ayrılma sözkonusudur.

Başkan, gerektiğinde vatandaşı sürebilmeli;

Vatandaş da istediğinde ayrılıp gidebilmelidir.

Bu sayede sağlıklı bir 'çıkar paralelliği dengesi' kurulmuş olur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Tanrı korkutucudur, Peygamber korkutucudur

ve hükümdar Tanrı'nın vekilidir.

 

"VI- Şeriat devletinde devlet'in görevi kişi'yi korku'dan uzak kılmak değil aksine korku içinde tutmak ve yaşatmak olmuştur.

Şeriat devleti'nin başlıca amacı din adına savaşlar açmak, dini yaymak için fetihler ve talanlar yapmak ve böylece kişiyi devamlı savaş halinde tutmak ise, başlıca görevi de KİŞİ'yi KORKU içinde kılmak ve yaşatmak ve KORKU denilen duyguyu kişi'nin bilinci altına yerleştirmektir. Çünkü İslâm dini gerek Kur'ân ve gerek Hadis hükümleriyle KORKU unsurunu devlet ve toplum yaşamlarının temeli haline getirmiştir...

Kur'an ve Hadis hükümleri Kişilerde KORKU yaratıcı esaslarla doludur. Bu hükümlere göre Tanrı bizzat kendisi KORKUTUCU olduğu gibi yeryüzüne gönderdiği elçisi Muhammed de ayni şekilde bir KORKUTUCU'dur.

"Ey akıl sahipleri benden KORKUN" şeklindeki Bakara Suresi'nin 197 ci ayetinden başlayarak aynı nitelikte olmak üzere sayısız hükümleri burada sıralamak mümkündür."(s. 537)

 

BİZ HİSLERİNİZE DEĞİL AKLINIZA HİTAP EDİYORUZ.

ALLAH 'KORKUTUCU' DEĞİL 'KORUYUCU'DUR;

PEYGAMBER 'KORKUTUCU' DEĞİL 'UYARICI'DIR.

 

Psikolojide bir kanun vardır. İnsan bir şeyi ne kadar çok söyleyip tekrar ederse ona o kadar inanır. İbadetlerdeki tesbih yani zikir bundandır. Yazar bu sanatı iyi bildiği için yalanları sık sık ve peşpeşe sıralamakta, böylece sizin yani okuyucularının beynini yıkamak suretiyle bâtıla inandırmak istemektedir. Biz sanat veya sahtekârlık yapmayıp ilmî kalmak için bundan kaçınıyoruz. Aynı şeyleri aynı şekilde bir daha söylemiyoruz. Böyle yaptığımız için de biz psikolojik baskı açısından fazla etkili olamayız. Çünkü biz aklınıza hitap ederiz ama hislerinize pek etki edemeyiz. Durum böyle olunca, şayet varsa siz de bâtıl inançlarınızdan kurtulamazsınız.

Bu durumdaysanız yapmanız gereken iş, manasını da düşünerek tesbih çekmektir. Meselâ, böyle şüpheye düştüğünüz zaman, hemen yüz defe 'besmele' çekin. "Bismillahirrahmanirrahim / Rahmet edici ve Merhametli Allah'ın ismiyle" deyip tekrar edin; o zaman O'nun zalim ve korkutucu olmayıp merhametli olduğuna inanırsınız. Meselâ, yüz defa "Allahım, beni bağışla" deyiniz; böylece içinizdeki şüpheyi gidermiş olursunuz. "Lâilâheillallah / Allah'tan başka ilâh yoktur" deyin; böylece içinizdeki şirk kaybolur.

Demek istediğimiz şudur, biz sizin aklınıza hitap ediyoruz. Bu size doğruları gösterir ama inandırmaz. İnanmak meselesi ayrı bir olaydır. Yazar ve benzerlerinin kötü etkilerinden kurtulmak için ibadete başvurun, Allah'a daha yakın olmaya çalışın, zikirlerinizi artırın. O zaman Allah'ın sizin kalbinizi daha çok aydınlattığını ve fitnecilerin sebebiyet verdiği vesveselerden kurtulduğunuzu göreceksiniz. Şimdi ibadetin ve dua etmenin manasını daha iyi anladığınızı ümit ediyoruz.

Yazar, yukarıda kısaca alıntı yaptığımız bölümü yazdıktan sonra, yazılı itiraf ve hata izharı diyebileceğimiz aşağıdaki dipnotu yazma ihtiyacı hissetmiş. Aynen aktarıyor ve yorumu sizlere bırakıyoruz:

"Her ne kadar Diyanet İşleri Başkanlığının çevrisinde çoğu zaman UYAR veya UYARICI diye geçiyorsa da aslında bu deyim KORKUT, ve KORKUTUCU şeklinde olmak gerekir. Nitekim al-Ahkaf Suresi'nin 9 cu Ayetinde ve yine al-Feth Suresi'nin 8 ci Ayetinde, veya al-Muddassır Suresi'nin 2 ci Ayetinde, A. Gölpınarlı'nın çevrisine göre KORKUT deyimi geçmekte ise de Diyanet Başkanlığı'nın çevrisinde UYAR deyimi kullanılmıştır."(Dipnot; s. 537)

Allah 'korkutucu' değil 'koruyucu'dur.

Peygamber de 'korkutucu' değil 'uyarıcı'dır.

Allah, yapılan bir iyiliğe en az on misli mükâfat verecek ve bir kötülüğü de bir mislinden fazlasıyla cezalandırmayacaktır. Çoğunu da affedecektir. İyilerle kötüleri bir tutmayacaktır.

 

Başkan Allah'ın vekili değildir, peygamberin halefidir.

Aynı zamanda devlet başkanı olan peygamberin yerine geçmiştir.

Peygamber de Allah'ın vekili değil, sadece 'elçisi'dir.

Bunlar maksatlı olarak hep yanlış veya yalan yazılıyor. Böylece bu konularda insanların beyni yıkanmaya çalışılıyor. Artık bizim gibi siz de bu seviyesiz ve maksatlı yalanlardan tiksinmeye başlamış iseniz o zaman biliniz ki; siz de 'mü'minsiniz' demektir.

Yok; "Bunlar yalan ama olsun, böyle iyi yalanı kim söyleyebilir, adama helal olsun,!" deyip zevkten dört köşe oluyorsanız; söylemeye dilimiz varmıyor ama o zaman 'kâfirsiniz' demektir.

İslâmiyet'e göre;

Her şeyden önce akıl yoluyla, ilim yoluyla gerçekleri bulacaksınız.

Sonra o gerçeklerin gereği olan işleri yapmaya başlayacaksınız.

İçinizi temizlemek için de zikirler ve ibadetler yapacaksınız.

O zaman Hakka ve hakikata inanan mümin olursunuz.

Biz size İslâmiyet'i bütün yönleriyle tanıtıyoruz.

Kabul veya reddetme konusu size aittir.

Hesabınızı da Allah'a vereceksiniz.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Gazali halkı cehennem korkusuyla eğitiyordu.

 

"A- Şeriat'ın Öngördüğü Korku Unsurunu Eğitimin ve Ahlakın Temel Felsefesi yapan Düşünür: al-GAZÂLÎ

Şeriat'ın KORKU unsurunu kişi davranışlarında ayarlama gücü yapan zihniyete yeni bir itiş veren Gazâli olmuştur. İslâm'ın en büyük düşünürü olarak kabul edilen İmam-ı Gazâli doğmatizmayı İslâm'ın temeli ve yaşam şekli haline getirmekle (ve dolayısiyle İslâm'ın gelişmesine engel olmakla) kalmamış ve fakat Kur'ân ve Hadis'lerin insana dehşet veren CEHENNEM tehditleriyle, ÖLÜM tehditleriyle kişileri eğitmenin en iyi yol olduğunu sanmış ve tabii bu yoldan kişideki KİŞİLİK duygusunu mahvetmiştir...(s. 537)

İyilikle, yumuşaklıkla, hoşgörü ile insanları eğitmek mümkün değildir. Halk yığınlarını korku ve dehşet içinde tutmaktan başka çare yoktur...

Bütün bu görüşleri felsefî esaslara bağlamağa çalışırken Gazâli'nin ilham aldığı kaynak Kur'an ve Muhammed kaynağı idi. Kur'ân'da dünya yaşamının düzenlenmesi KORKU unsuruna göre ayarlanmıştı. Buna ek olarak Muhammed de her şeyi KORKU duygusu üzerine oturtmuştu...

Gazâli'nin bu konudaki görüşleri için onun MUNKİT adlı yapıtı ile "Korku ve Umut"  adlı kitabına bakınız. Ayrıca bk. Duncan B. Macdonald, Muslim Theology, Jurisprudence and Constitutional Theory, (1965 sh. 239 ve d. Kitabın ilk baskısı 1903 tarihlidir). William McKane, al-Ghazzali's Book of Fear and Hope, (Leiden 1962 sh. 42, 30 ve d.)."(s. 538)

 

 

CEHENNEM FIRIN DEMEKTİR; FIRIN NİÇİN YAPILIR?

ALLAH ADİLDİR VE HİÇ KİMSEYE ZULMETMEZ.

 

Allah'ın yarattığı kâinatı ve ondan sonrasını beğenmeyenler vardır.

Bunlar diyorlar ki; Allah bu dünyada zaten yeteri kadar zulmediyor, bir de ahirette cehennem olur mu? Bu O'nun azametine yakışır mı? O halde Kur'ân'da niçin bunlar var? Cahil halkı korkutup yola getirmek için.

İşte bu felsefe tartışılırken Gazali cevap veriyor. Gerçekten cehennem vardır ve oradan korkulması gerekir, diyor. Yoksa Allah kullarını yalancılık dışında yola getirmekten aciz midir? Allah insanları yaratmış ve onlara serbest iradeleri ile kendilerini yetiştirmelerini istemiştir. Eğitime tâbi tutmuş, imtihan ediyor, başarırlarsa cennete götürecek ve üstün bir hayat başlayacak. Başaramayanlar kalacak, onlar da cehenneme götürülerek eğitilecek ve cezalarını çektikten sonra kurtulacaklardır.

Cehennem fırın demektir.

Fırın niçin ve kimin için yapılır?

Ham maddeleri ve ham şeyleri pişirmek için.

Bunlar gerçektir. Çünkü Allah şimdiye kadar hiç yalan söylemedi. Bundan sonra da yalancı olması gerekmez. Bunun için herhangi bir sebep ve gerekçe de yoktur.

Yazarın bu gerçekleri anlaması ve inanması, onun mantalitesi ile bakıldığında zordur; ama imkânsız değildir. Olaylara, meselelere ve hayata çok yönlü bakılabilir, ama bu bakışların çoğu yanlıştır. Doğru ise tektir ve o da İslâmiyet'tir.

İslâmiyet'e göre;

Allah adildir.

Kimseye zerre kadar zulmetmez.

Müteşabih âyetlerle

İslâmiyet'e inanmayanları korkutarak yola getirmektedir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Devlet korkuya değil hürriyete dayanmalıdır.

 

"B- Oysa ki Batı'da daha Orta Çağlarda Bile Devlet'in görevinin Kişi'yi Korkudan Uzak Tutmak olduğu görüşü savunulmuştur. SPİNOZA

İslâm ülkelerinde hiç bir zaman ve hiç bir devirde Devleti korkutucu din hükümlerini uygulama yolundan çıkaracak bir fikir akımı, bir cesaret örneği görülmemiştir...(s. 538)

Oysa ki Batı'da KORKU yaratan bir sistemin ve KORKU duygusunun insanları ne kerte aşağılattığı ve küçülttüğü ve fikir ve karakter gelişmesinden alıkoyduğu daha orta çağlarda anlaşılmıştır ve denilebilir ki Hıristiyanlıktan önceki devirlerde ve eski Yunanda Epicurus'un görüşlerine benzer görüşler belirtilmiştir.

EPİCURUS, Tanrı korkusu yaratan dinlerin kişi ve kişinin gelişmesi bakımından ne büyük tehlike yarattığını öne sürerdi. Bk. Leo Strauss, Spinoza's Critics on Religion, (New York 1965 sh. 42-45).

SPİNOZA, devletin başlıca amacının ve varlık nedeninin kişiyi korkudan kurtarmak olduğunu ETİCS adlı yapıtında işlerdi... Bk. B. de Spinoza, Ethics, III, App. 27..."(s 539)

 

DEVLET İLE HÜRRİYET ARASINDAKİ İLİŞKİLER.

DEVLET, MEVZUATTAKİ HAKLARI KORUMAKLA MÜKELLEF.

 

Devlet, insana hürriyeti sağlayan bir teşkilâttır.

Ancak hürriyet serbestlik ve başıboşluk değildir.

Hürriyet, mevzuat içinde kalan kimselere ait hakların devletçe teminat altına alınmasıdır.

Ben istediğim gibi hareket etmekten feragat ediyor ve mevzuata göre hareket etmeyi kabul ediyorum; buna karşılık da bu hareketlerimi devlet eliyle teminata bağlıyorum. Ben mevzuat içinde kaldığımda korkmuyorum. Mevzuat dışında bir koruyucum yoktur. Çünkü devlet onları teminat altına almamıştır. Mevzuatı ihlâl edersem, işte o zaman devlet tepeme biner. Nitekim bana saldıranlara da aynı şeyi yapıyor. O halde devlet hürriyetlerin bekçisidir, ama aynı zamanda eli silahtadır. Düşmanı korkutarak düzeni koruyor.

Ama silahını efendisine çevirirse o zaman savaş var demektir.

İslâm düzeninde;

Haklar sayılmamış sadece görevler sayılmıştır.

Devlet sadece mevzuatta yer alan hakları korumakla mükelleftir.

Ancak bilinmelidir ki;

Böylece her türlü haklar koruma altındadır ve korunmaktadır.

Mamafih kişi bunu kendi içtihatları içine almalıdır.

Devlet mevzuatın bekçisidir ve mevzuatı korumakla mükelleftir;

Ama mevzuatı kişi bizzat kendisi hazırladığı için

Her şey mevzuatın içine girebilir.

Oysa Batı dünyasında ekseriyet temin etmek gerekiyor;

Bundan dolayı  bir çok haklar mevzuata konamadığından güme gidiyor!

 

 

 

 


İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
1-BESMELE VE İTHAF
1721 Okunma
2-KAPAKDETAYI
1444 Okunma
3-YAYIN VE REDAKTE KURULU
1394 Okunma
4-EDİTÖRDEN NOTLAR-REŞAT NURİ EROLDAN
1465 Okunma
5-Prof. Dr.ilhan Arsel kimdir?
4372 Okunma
6-TEŞEKKÜR-reşat nuri eroldan
1389 Okunma
7-S U N U Ş-Dr.SÜLEYMAN AKDEMİR
1340 Okunma
8-Ö N S Ö Z-YERİNE DAVET REŞAT EROL
1424 Okunma
9-İÇİNDEKİLER
1282 Okunma
10-CEHALET VE AKILSIZLIK MESELESİ
1496 Okunma
11-MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR
1502 Okunma
12-'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?
1561 Okunma
13-HIRİSTİYAN HAÇLILAR NE YAPTI?
1687 Okunma
14-YENİLİK DÜŞMANLIĞI VE DEMOKRATİK DÜZEY MESELESİ
1350 Okunma
15-İSLÂMİYET'E GÖRE MEDİNE'DEKİ YÖNETİM ŞEKLİ
1912 Okunma
16-İSLÂMİYET VE KUR'ÂN KORKUTUCU DEĞİLDİR
1432 Okunma
17-'İSLÂM DİNİ' İLE 'İSLÂM DÜZENİ' AYRIDIR.
1360 Okunma
18-TÜRKLÜK İRSÎ, İSLÂMLIK KESBÎDİR.
1401 Okunma
19-RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET
1395 Okunma
20-İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR
1443 Okunma
21-İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLER
1376 Okunma
22-İSLÂM DÜZENİNDE RESMÎ DİNÎ KURULUŞ YOKTUR
1387 Okunma
23-İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?
2788 Okunma
24-KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT
1322 Okunma
25-GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR
1414 Okunma
26-KUR'ÂN'IN EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR
1414 Okunma
27-İSLÂMİYET'TE YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YOKTUR
1625 Okunma
28-KAYNAŞMA TÜRKLERE HAS BİR ÖZELLİKTİR
1370 Okunma
29-OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR
1397 Okunma
30-İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR
1349 Okunma
31-İSLÂMÎ SAVAŞLAR TALAN VE DİN SAVAŞI DEĞİLDİR
2335 Okunma
32-İSLÂM DÜZENİNDE SAVAŞA İSTEYENLER KATILIR.
1322 Okunma
33-İSLÂMİYET İDEAL BİR DÜZENDİR
1350 Okunma
34-İSLÂM DÜZENİNDE 'HAKEMLİK SİSTEMİ' VARDIR
1452 Okunma
35-MÜSLÜMAN ALLAH İÇİN SAVAŞIR, KÂFİR TAĞUT İÇİN.
1730 Okunma
36-'MİLLÎ HAKİMİYET' NE DEMEKTİR
1463 Okunma
37-İLMÎ ŞÛRA BAŞKANI İTTİFAKLA SEÇER
1329 Okunma
38-ANKARA MECLİSİ'NİN KURULUŞU ŞERİATA UYGUNDU
1364 Okunma
39-BATI CUMHURİYET SİSTEMİNİN EN BÜYÜK MAHZURU
1345 Okunma
40-İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.
4384 Okunma
41-LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?
1607 Okunma
42-BATI ÇÖKMEKTEDİR BAŞARILI OLAMAYACAKTIR
1372 Okunma
43-ZAMAN YAZILARI-İSLAMI BİLMEK
1352 Okunma

© 2024 - Akevler