Yazara göre;
Demokrasi doğrudan, temsili veya
yarı temsili sistemlerle olur.
"HALK'ın devleti oluşturan bir unsur olarak benimsenmemesi nedeniyle ŞERİAT DEVLETİ'NİN DEMOKRASİYE YÖNELMESİ MÜMKÜN OLAMAMIŞTIR.
HALK denilen varlığın devleti oluşturan bir unsur olarak benimsenmediği ahvalde demokrasi oluşamaz çünkü demokrasinin tanımı halk devleti olarak yapılır- (Demos demek halk demektir, Kratos ise İKTİDAR, EGEMENLİK demektir, bu şekliyle demokrasi HALK'a ait İKTİDAR, halk egemenliği anlamındadır.) Öte yandan demokrasiyi karakterize eden iki belirli özellik vardır ki bunlardan biri kararların çoğunlukla alınması ve diğeri de çoğunluk kararının, lehte ve aleyhteki fikirlerin ortaya atılması ve böylece toplumu oluşturan her eğilimin çatışarak bir sonuç şeklinde belirmesidir. Bk. P. Wigny, La Troisiéme Revision de la Constitution,Brixelles, sh. 236...(s. 685)
Bu nasıl olur?.. 1- Doğrudan doğruya demokrasi, yani halkın kendi kanunlarını bizzat kendisi yaparak, bunu uygulayacak olanları da bizzat seçerek ve bizzat kendisi hükümet olarak kendi kendisini yönetmesidir... 2- Temsili demokrasi şeklinde olmuştur. Yani toplum iradesi toplumun iradesi ve kararları onu temsil eden bir kuruluş (Parlamento) aracılığı ile belirir. Toplum sadece temsilcilerini seçmekle yetinir. Fakat bu iki uç denebilecek uygulama şekli arasında 3- Yarı doğrudan demokrasi ve 4- Yarı temsili demokrasi şekilleri de vardır ki bunların ne oldukları Anayasa ve siyasi hukuk dallarında okutulur...
Göreceğiz ki Şeriat devleti uygulamasında ve Şeriat doktrininde halk devletin bir unsuru olmaktan çok uzak kalmıştır."(s. 686)
BATI DEMOKRASİSİ VE GERÇEK DEMOKRASİ.
İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR.
Demokrasi, halkın kendi kendilerini yönetmesidir.
İdeal şekliyle kimsenin diğer bir kimseye emredememesidir.
Bu kolay bir şey değildir. Belli bir kültür ve seviye istemektedir. Bundan dolayı tarihte demokrasi yerine bir kişinin yönetmesi vardı. Bu ya Allah'tan vahiy alan peygamber idi, Allah'ın öğretmesiyle devleti ve insanları yönetiyordu. Ya da kendilerini Tanrı olarak kabul ettiren yöneticiler vardı ve halk onlar tarafından yönetiliyordu.
Zaman zaman peygamberler istişareli kararlar almaya başladılar ve böylece halk yönetime katılmaya başladı. Hükümdarların yanında asilzadeler ortaya çıktı ve onlar da yönetime ortak olmaya başladılar. Böylece insanlık devamlı olarak halkı yönetime katmaktadır.
Bazen siteler hâkim oldu ve yerinden yönetim gerçekleşti. Bazen de merkez hâkim oldu ve demokrasiden biraz daha uzaklaşıldı. Halkın yönetime katkısında Yunanlılar bir şey keşfettiler; aristokratların ekseriyet kararları. Eski Yunan'da site devletleri vardı. Site halkı da 'köle' ve 'vatandaş' diye ikiye ayrılıyordu. Kölelerin sayısı daha çoktu. Asilzadeler ekseriyetle karar alıyor ve ülkeyi yönetiyorlardı. Buna 'doğrudan demokrasi' denmektedir.
Sonraları kentler diğer kentleri hakimiyetleri altına alarak devlet aşamasına geldiler. Ancak krallar varlıklarını sürdürdüler. Halk ise kralların yanına asilzadelerden başka temsilcilerini gönderdi ve 'yarı temsili sistem' doğdu. Yahut asilzadeler ortadan kalktı, krallıklar da ortadan kalktı, onların yerine halkın seçtiği kimseler devlet başkanını seçtiler ve böylece 'temsili sistem' oluştu. Avrupa'da gelişen bu sistem görünüşte demokrasi ise de, gerçekte 'ekseriyet sistemi' ile kimin daha kuvvetli olduğunu belirleyen sistemdir.
Kapitalistlerde, kim daha zengindir? Kim daha çok para harcayabilmektedir? Onun tesbiti için seçim yapılır. Sosyalistlerde ise, kim daha çok korkutabiliyor, onun tesbiti için seçim yapılır. Çünkü yönetimde 'çoğunluk sistemi' vardır ve dört veya beş senede bir ancak bu yoklamalar yapılabilmektedir. Yine de bütün eksikliklerine rağmen, bu kadarının bile yararlı olduğu söylenebilir. Hiç olmamasından iyidir.
İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR
Şimdi 'gerçek demokrasi'yi tarif edelim ve İslâmiyet'te bunun nasıl sağlandığını görelim.
Gerçek demokrasi, bir kimsenin hareketlerine diğerlerinin karışmaması ve herkesin kendi hareketlerini kendisinin düzenlemesidir. Kimsenin kimseye emretmemesidir.
Ancak topluluğun varolabilmesi için bazı ortak hareketlere gerek vardır. Bu da birinin diğerlerine emretmesi ile sağlanır. Bunun için getirilen kriter, herkesin kendisine emredecek kimseyi kendisinin seçmesidir. Böylece birine bir yetki verildikten sonra, artık ona itaat edilecektir. Başkan, biat akdi ile seçilir. Temsilci, vekâlet akdi ile seçilir. Her iki durumda da azlin şartları vardır. Bir konuda yetkili kılındıktan sonra azli de mümkün olmaz, ama yeni işler için her zaman azli mümkün olmalıdır.
Şimdi de bunun sağlanması için
İslâmiyet'te kabul edilen müesseseleri sıralayalım:
1- İÇTİHAT MÜESSESESİ:
Herkes kendi hukukunu kendisi seçer. Bir hukuku seçmedeki serbestlik onu kendi kendisini yönetmeye götürür. Ancak hukuklardan birini seçmek zorunda olduğu için de topluluk içinde yer alır. Herkes bilir ki ben filan kimse ile bir muameleye girişecek olursam, onu ancak kendi hukuku ile ilzam edebilirim. Hukuk sistemi de müçtehitlerin içtihadı ile oluşur.
Ne var ki, değişik müçtehitler vardır. Bunlar kendi içtihatlarını pazarlamaktadırlar. Zira kendilerinin hukukunu benimseyen ne kadar çok kimse olursa, kamu bütçesinden o kadar çok pay almaktadırlar. Dolayısıyla kendi hukuklarını halka beğendirmek zorundadırlar. Tıpkı bir mal üreten fabrika gibidirler. Serbest rekabet vardır. Tek fark, burada bedel kamu bütçesinden karşılanmaktadır. Bu da hukukun devamlı değişmesine ve gelişmesine imkân sağlamakta ve dinamizmini korumaktadır. Bunun toplulukta karışıklık ortaya çıkaracağı söylenirse de, bu bugünkü akit serbestliğinden başka bir şey değildir. Herkes kendi sözleşmesine göre dava edilebilir. Yine de bu durum özel hukuk için söz konusu olmaktadır. Kamu hukuku için başka bir sistem geliştirilmiştir.
İçtihatlar, ülke çapında üstün ehliyetliler tarafından yapılmakta, il çapında yüksekehliyetliler tarafından uygulanır hâle getirilmekte, bucaklarda ortaehliyetliler tarafından uygulanmaktadır.
2- BAĞLANMA MÜESSESESİ:
Herkes kendisine bir ilmî, bir dinî, bir siyasî ve
bir meslekî 'veli' seçmektedir.
Bu kimse, kişinin ilmî, dinî, siyasî ve meslekî haklarını kullanmasına yardımcı olan bir dayanışma ortaklığının başıdır. Aynı sosyal grup başkanı olan veliye bağlananlar arasında, hakların kullanılmasında dayanışma vardır. Bunlar sahalarında müşavir olurlar ve gerekli bilgiyi verirler, ortak bir mağduriyete girerse onu korurlar. Sahalarında ortaklarına 'Teminatlı Ehliyet' verirler ve bir tazminat vermek zorunda kalırsa ortaklaşa o tazminatı karşılarlar. Böylece kişi kendi dayanışma ortaklığını kendisi seçmekle kendi kendisini yönetmiş olur. Teminatlı ehliyetlerle de etkin hâle gelirler.
3- TERCİHLİ KAMU HİZMETLERİ:
Bürokrasi uygulaması, görevlinin vatandaşın işleri hakkında karar vermesidir. Dolayısıyla antidemokratiktir.
Bunun yerine, kamu hizmetleri 'Teminatlı Ehliyet'e sahip olan ve ücretlerini devletten alan serbest meslek erbabı tarafından yürütülecektir. Kişi istediği kamu hizmetlisine başvurarak işini gördürecektir. Hizmetli ise yaptığı hizmet kadar kamu bütçesinden pay alacaktır. Böylece kamu hizmeti de serbest rekabete açılmış olacaktır. Diğer bir deyişle, hizmet de pazarlanmış olacaktır.
Kamu hizmetinde bir zarar doğarsa, ona teminat veren dayanışma ortaklığı o zararı giderecektir.
Hizmetli her zaman değiştirilebilecektir.
4- HAKEMLİK SİSTEMİ:
Kişiler arasında çıkan ihtilafları tarafların seçecekleri hakemler halledeceklerdir. Tarafların hakemleri kendilerine bir 'Baş Hakem' seçerler. Böylece herkes ancak kendi seçtiği hakemlerin kararına uymak durumunda kalır. Kimse başkasının atadığı hakemin kararına girmez.
Uluslararası ihtilâflar da aynı şekilde çözülür.
5- YERİNDEN YÖNETİM VE GÖÇ SİSTEMİ:
Her aşiret kendi işlerini kendisi yapacaktır. İhtilâflar ise bucakta halledilecektir. Her bucak yargı bakımından bağımsız bir devlet olacaktır. Hattâ merkezler de birer bucak olarak teşkilâtlanacaktır. Devlet başkanı da ancak kendi bucağının yargı sorumlusudur. Kamu hukuku ve kamu işleri, başkanın istişaresiyle şûranın ittifakla aldığı kararlarla yönetilecektir.
Her bucağın kamu hukuku farklı olacaktır.
Halk istediği bucağa göç etme hakkına sahiptir. Göç edenler maddeten zarara uğratılmazlar. Böylece kötü yönetilen bucak sakinlerini kaybeder ve bucağı tasfiye etmiş olur. Buna 'göç hakkı' da diyebiliriz.
Böylece yönetim de pazarlanmış olur. İyi yöneticilerin elinde nüfus artar ve bucak gelişir. Kötü yöneticilerin elinde bucak nüfusu azalır ve sonunda tasfiye olur.
Bucak başkanları da şûraların ittifakı ile seçilmektedir.
Görülüyor ki;
İslâmiyetgetirmiş olduğu içtihat, sosyal grup, serbest kamu hizmetlisi ve hicretli yerinden yönetim sistemleri ile tam demokrasiyi sağlamış bulunmaktadır.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te halkın yöneticileri kontrol sistemi yoktur.
"B- HALK, ne İKTİDAR'a katılabilir ve ne de onu KONTROL edebilir.
Daha önce de gördüğümüz gibi, Şeriat devleti'nde egemenlik ve iktidar halk'a ait değil Tanrı'ya aittir ve ancak Tanrı'nın vekili eliyle yeryüzünde kullanılabilir...(s. 686)
Halk devlet'in bir unsuru değildir. Halk sadece pasif bir unsurdur ve sadece Tanrı ve Peygamber emirlerine uymakla ve bu emirlere göre yaşamakla görevlidir. Batı Demokrasilerinde olduğu gibi halk'a karşı sorumlu bir devlet veya hükümet diye bir şey yoktur, Şeriat devletinde. Batı demokrasilerinde olduğu gibi kendisine uygulanacak olan hükümleri kendisi yapmak diye diye bir şey yoktur halk için Şeriat ülkelerinde... Pek nadiren ULEMA'nın, halk eğilimlerini, belirli belirsiz olarak Halife üzerinde etki aracaı yaptığı görülmüştür, fakat hiç bir zaman halkı kötü iktidara, ve istibdat yönetimine karşı gelmeğe teşvik etmemişlerdir... Bu konularda bk. Majid Khadduri, Political Trends in the Arab World, The John Hopkins Press, Baltimore, 1970, sh. 41, 46-8.."(s. 687)
BATI DÜNYASINDA YÖNETİMİ KONTROL SİSTEMİ.
İSLÂM DÜZENİNDEKİ DENETLEME MEKANİZMALARI.
Batıdünyasında, yöneticileri kontrol sistemi, sermayenin veya idarenin baskısı ile ancak dört veya beş senede bir yapılan seçimlerle sağlanmakta, 'ekseriyet partisi' de hükümeti güya düşürmek suretiyle murakabe etmektedir. Ama aslında bunlar murakabe olmayıp güçlüyü tesbit etme mekanizmalarıdır. Huzursuzluk ve dengesizlikten başka bir şeye yaramamaktadır.
İslâm düzeninde ise;
Temsilcileri her zaman değiştirme imkânı vardır. Görüşmeler alenîdir, herkese açıktır ve her vatandaş istediği zaman görüşmeleri izlemek üzere dinleyici olarak katılır. Böylece temsilciler her zaman yöneticileri kontrol etmektedirler. Ayrıca temsilcilerin yönetimde aldıkları oy nisbetinde katılma hakları vardır.
Hizmet vakıflarının mütevelli heyetleri her yıl değişmektedir ve sosyal gruplar atama yapmaktadır.
Kararlar, ekseriyetle değil, ma'şerî olarak alınmaktadır. Dolayısıyla sürekli olarak her vatandaşın yönetimi denetleme imkânı vardır.
Bunun dışında görevli ile vatandaş eşittir. Her hususta hakemleri eşit olarak seçerler ve tamamen bağımsız mahkemelerde eşit şartlarla muhakeme edilirler. Hatalı kararlar alan yönetimin kararları hakemlerin denetimindedir. Görevlilerin görev yapabilmeleri için sosyal grupların 'teminat' vermeleri gerekir. Bu da ayrı bir denetleme aracıdır.
Bir de aşiret başkanlarının dinî grup liderlerini tezkiye etmesi, dinî grupların da kendi cemaatlarını tezkiye etmesi sözkonusudur ki; herkes asla rahatsız edilmeden ve hakem kararı olmadıkça asla mahkum edilmeden, herkes herkesi denetler.
Kamu davalarını savcılar değil, sosyal grup başkanları açarlar. Bu da başka bir denetleme aracıdır. Şimdi atanmış savcı ve atanmış hâkim, bürokratik akış içinde halkı antidemokratik yoldan mahkum etmektedir.
* * *
Yazara göre;
Osmanlılarda
halkın çıkarı değil de padişahın çıkarı sözkonusudur.
"C- HALK'a, halk'ın çıkarlarına ve yararlarına YER olmayan DEVLET ANLAYIŞI:(s. 687)
Daha XVII ci yüzyılda Batılı yazarlar Osmanlı devleti'nin bu niteliğini iyice keşfetmişlerdi. Paul Rycaut, Osmanlı devleti hakkındaki izlemlerini 1687 yılında yayınladığı "İstanbul" anılarında: "... (bu devlette) Padişah'ın sağlığı ve çıkarları halkın refahı ve yararlarından önce gelmektedir" derken devlet ve hükümet faaliyetlerinin her şey'den önce "Padişah çıkarları" kıstasına dayatıldığını, ve padişah iktidarının bu kıstasa göre kullanıldığını söyler...
Bk. Paul Rycaut, The Present State of the Ottoman Empire Containing the Maxims of the Turkish Policy, London, sh. 3.
1908'lerde bir Fransız yazar Osmanlı'nın devlet anlayışını "aşiret" anlayışı şeklinde tanımlamış ve Osmanlı ülkesini "Padişah çiftliği" niteliğinde gördüğünü açıklamıştır: "DEVLET bir çadır, hükûmet ise onun kapısıdır; bu çadır Padişah'ı, ve onun haremini ve aile efradını ve yakınlarını ve sürü'sünün şeflerini barındırmak amaciyle kurulmuştur. Bu çadır'ın temel direği büyük vezirdir... Ordu'nun ağaları (subayları) hükümdarın güvenliği ve askerlerin inzibatı içindir; kadı askerler ve katipler, maliye defterdar... çadırın ipleri ise Aga'lardır..."
Bk. Viktor Bérard, "Reforme Ottomane", (dans "La Revue de Paris", Sept-Oct. 1908, Paris, Tome V, sh. 188-224; yukardaki pasaj için bk. sh. 189."(s. 688)
ÇIKAR PARALELLİĞİ OLAN İDEAL DÜZEN.
ÇIKAR PARALELLİĞİNİN İÇTİHAT KRİTERLERİ.
Çıkar paralelliği olan her düzende herkes kendi çıkarını düşünür. Ne var ki, başkasının çıkarını düşünmeden kendi çıkarını düşünen savaşa gider ve çıkarını kaybeder. Bu nedenle herkes kendi çıkarı ile çevre çıkarını paralel hâle getirir. O zaman hem kendisine çıkar temin etmiş olur, hem de barış içinde yaşamak mümkün olur.
Hükümdarlık da bu çıkar paralelliği üzerinde oturur. Halk kendi çıkarlarını düşünürken başkanlığın da çıkarını düşünür. Zira başkanlık yok olursa kendi çıkarları tehlikeye düşer. Başkanlar da başkanlık çıkarı yanında halkın çıkarını düşünürler. Zira halkın zararı sonunda başkanlığın zararıdır.
Çıkar paralelliğini sağlamak için kendi çıkarınızın yanında karşınızdakinin çıkarını da düşünme zorunluğu vardır. Ancak bu takdirde anlaşma olur. Üreticinin malını satabilmesi için tüketiciyi düşünmek zorundadır, yoksa iflas eder.
Halk saltanatı kendi çıkarları kadar düşünmeseydi, onun emir ve komutası ile nasıl ölüme gidebilirdi? Bugün halk devletini düşünmüyor ama devlet zorla düşündürüyor.
Hangisi daha iyi?
İstiyerek buyurmak mı?
Yoksa istemiyerek sürüklenmek mi?
İslâm düzeninde;
Herkes kendisini düşünmek durumundadır.
Ne var ki, yakın problemleri değil uzak problemleri düşünmelidir.
Yakın problemler bugün değil geçmişte çözülmüş olmalıdır.
Sonra kendi problemini başkası ile birlikte çözmelisin.
Bunun için içtihatta dört temel kriter kabul edilmiştir:
1- Çözüm sürekli olmalı ve ileride her zaman kullanılabilmeli.
2- Çözüm kapsamlı olmalı yani başkaları da kullanabilmeli.
3- Çözüm kendi çözümün olmalı yani
herkes kendisi için içtihat yapmalı.
4- Çözüm ilmî olmalı yani deneylerle doğrulanmalıdır.
Bu sayede çıkar paralelliği doğar,
denge sağlanır, ideal düzen ortaya çıkar.
Herkes kendisini düşünürken,
Aynı zamanda herkes herkesi düşünmüş olur.
Sizin önereceğiniz başka bir dengeli çözüm var mı?
Varsa getirin de bizimkiyle bir mukayesesini yapalım.
İslâmiyet her şeyin idealini ve mükemmelini ortaya koyar.
* * *
Yazara göre;
Osmanlılarda Şiilere karşı da dinî savaş yapılmıştır.
"ŞERİAT devletinde (HALK-MİLLET) çıkarları değil DİN çıkarları önemli olmuştur.
İslâm'ın en ön planda tuttuğu prensip DİN çıkarları prensibidir. Her şey, her değer, her çıkar DİN adına feda edilmeli, her şey din uğruna yapılmalıdır...
Vatan veya millet duygusu, veya vatan-millet çıkarları değil fakat DİN duygusu ve din çıkarları asıldır...(s. 688)
Osmanlı devletinin en ünlü padişahları, örneğin Kanuni Süleyman, millet çıkarlarının gerektirmediği savaşlara sırf din adına girmiştir İran'a karşı giriştiği savaşların tek nedeni Şİ'İleri yani İslâm'ın (ortodoks İslâm'ın) düşmanı sayılan yahutta din adamının öyle kabul ettirdiği hakları yok etmek, kökünü kazımak içindi...
Sadece Kanuni değil diğer Padişah'lar da "... Osmanlı İmparatorluğu ile iyi geçinmekten başka bir şey düşünmeyen bu ülkeye (yani İran'a) karşı daha farklı şekilde davranmamışlardır."
Bu konuda bk. Halil Ganem, Les Sultans Ottomans, (Paris 1901, 2 volüm; yukardaki hususlar için bk. Vol. I, sh. 250)..."(s. 689)
İSLÂMİYET'TE DİN SAVAŞI YOKTUR.
HER CEMAATİN
KİŞİLİK VE ORGANİZE OLMA HAKKI VAR.
İslâmiyet'te din savaşı yoktur.
Ne müslimlere ne de gayrimüslimlere karşı din savaşı vardır.
Ancak İslâmiyet'i kabul eden İranlılar, milliyetliklerini Şiilikle korumuşlardır. Bu koruma ihtiyacı sebebiyle ayrı mezhep ortaya çıkmıştır. Türkler de İranlılara karşı milliyetliklerini Sünnî kalmakla korumuşlardır.
Osmanlılar Selçukluların devamıdır. Tarihteki İran-Türk savaşları, Şiî-Sünnî savaşlarına dönüşmüştür. Pers ve Türk kavimleri arasındaki çatışma hâlâ sürüp gitmektedir. Cumhuriyet döneminde de Şiîler problem olmuşlardır. Türkiye'de dinsizliği şimdi onlar yapıyorlar. Batı dünyası da bu durumu istismar etmekte ve din düşmanlığı ile Sünnîleri ezdirmektedir.
Burada bu konunun detaylarına girmek istemiyoruz.
İslâmiyet;
Her cemaate kişilik vermekte ve
organize olmalarına imkân sağlamaktadır.
Bugün Türkiye'de bir Şii sorunu varsa, bir Kürt sorunu varsa;
bu sorunlar onlara gerektiği gibi hayat hakkı tanımadığımız içindir.
Şiîler cemaatlerini oluşturup bütçeden pay almalıdırlar.
Devlet veya başka mezhepler bunlara müdahale etmemelidir.
Kürtler de kendi bucaklarını ve kendi illerini kurmalıdırlar.
Biz onların illerine, dillerine ve diğer değerlerine karışmamalıyız.
Halk kendi hürriyetini koruyan devlete itaat eder ve isyan etmez.
Böylece devlet bizzat kendi vatandaşları ile savaşmak zorunda kalmaz.
Din ile yönetim birbirinden ayrılınca, din savaşları da biter.
Demek ki, Osmanlıların İranlılarla veya Şiîlerle savaşı İslâmî değil;
İslâmiyet'ten çıkma veya uzaklaşma sonucundadır.
Yeniden barış düzeni sağlanacaktır.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te insanın bir değeri yoktur.
"V- "İnsan Değeri" kavramı'nın yokluğundan çıkan sonuçlar. Devlet toplum yararına değil Yöneten yararına...
"HALK'a ve onu meydana getiren KİŞİLER'e 'akıl', 'mantık' ve 'insaf' uzulleriyle değil ZOR ve KABA KUVVET yolu ile davranılmalıdır" zihniyeti, Osmanlı devletinin bütün yaşamlarına hakim olmuş olan bir zihniyettir. Bu zihniyet aslında ŞERİAT'ın getirdiği ve Türk yöneticisini halk'ın yararına iş görmez duruma sokan zihniyettir.
İNSANIN DEĞERİ kavramı diye bir şey olmayınca devletin sahibi görünen Padişah'ın halk yararına iş görmek, milletin gelişmesini düşünmek ve bu amaçlarla reformlar yapmak isteğiyle hareket etmesi beklenemezdi.
Halkı yönetmenin tek yolu KABA KUVVET'tir, ZOR ve ŞİDDET'tir. Halkı daima EZMEK, daima korkutmak, daima dehşet havası içerisinde tutmak gerekir..."(s. 689)
İSLÂMİYET'E GÖRE İNSANIN DEĞERİ.
ALLAH İNSANI KENDİSİNE HALİFE YAPTI.
İslâmiyet'e göre;
Allah kâinatın emanetini insana verdi.
Allah insanı kendisine halife yaptı.
Her varlıkta Allah'ın bir sıfatı tezahür ederken, insanda adeta bütün sıfatları tezahür etmektedir. Diğer varlıklarda 'irade' olmadığı halde, insanda 'irade' vardır. İnsan, kendisi karar verir ve kendisi mesuliyetini yüklenir. İnsanı kendisine muhatap almış ve ona şahsiyet tanımıştır. Peygamberler ve kitaplar göndermiş, böylece onu kendisine muhatap etmiştir. "Allah'a yardım edin, Allah da size yardım etsin" diyerek, adeta sanki insana muhtaçmış gibi bir düzen kurmuştur. Kendi içtihadıyla hareket etmede onu serbest bırakmış ve hukuk düzeni içine koymuştur. Bütün iyi hareketlerinde yanında ben varım demiş ve onu güçlü kılmıştır. Öldükten sonra onu tekrar diriltecek ve iyi işler yapmışsa cennete götürecektir.
İnsan Adeta Allah'ın dostu ve ahbabı durumundadır.
Sanki insanın bir tek (hâşâ) tanrı olması kalmıştır.
Acaba insanın bundan başka ne değeri olabilir?
Diğer taraftan bir ceninin öldürülmesini bile suç saymış; bir tek ferdin öldürülmesini bütün insanlığın öldürülmesi şeklinde görmüştür. İnsanı yalnız kendisine kul yapmak suretiyle aracıyı kaldırmış ve kula kulluğu yasaklamıştır. Oysa bugün basit bir amir bile sekreter kullanmakta, genel müdürler doğrudan vatandaş ile görüşmemektedirler. Devlet başkanı ile görüşmek ise süper devletlerin iznine ve kontrolüne bağlanmıştır.
Yoksa sizin insana değer verme dediğiniz bu mudur?
İslâm düzeninde;
İnsana kendi çıkarına olmayan bir tek emir verilmemiştir.
Hiç bir hakkı ve hukuku kesinlikle zayi edilmemiştir.
Acaba bunun dışında insana nasıl değer verecektir?
Kölelere bile kişilik tanımış, onları davalı ve davacı yapmıştır. Babaların çocukları, beylerin köleleri üzerindeki haklarını bile hukukileştirmiştir. Hiç bir insan, insan olma hakkı dışında sayılmamıştır. En suçlu insan bile insanlık haklarından mahrum edilmemiştir. Kişi olmak için bir yerin vatandaşı olma şartı bile getirilmemiş, herkese davalı ve davacı olma hakkı tanınmıştır.
Söyleyin bakalım, siz insana İslâm'dan fazla nerede değer verdiniz?
İslâmiyet'e göre;
Allah sadece insan için, 'Ben ruhumdan üfürdüm' demekle, şeklen benzemese bile insanın ruhen Allah'a benzediğini ifade etmiştir. Hattâ Tevrat'ta ve bazı hadislerde insanın Tanrı suretinde yaratıldığı bile söylenmiştir. Bunların gerçek mânâları yanlış ise de, insanın nasıl bedeni varsa ve ruhu ile bedenini idare etmekte ise; Allah'ın da bedeni vardır ve bu kâinattır. Kendisi adeta bir ruh olarak onu kullanmaktadır. Gerçi bedenimizi biz değil O var etti, ruhumuz kendiliğinden değil O'ndandır, O'nun bedeni olan kâinat ise bizzat kendisinin varettiğidir. Dolayısıyla benzerlik yoktur ama hiç olmazsa bizim O'nu kavrayabilmemizde paralellik vardır.
İnsan en güzel yaradılışla yaratılmıştır.
Kendi iradesiyle daha da yükselir ve yücelir.
Bütün diğer varlıkların ve meleklerin de üstündedir.
Ancak 'irade'sini kullanmazsa, en aşağı seviyede bir varlık olacaktır. Çünkü yüceliği de, alçaklığı da kendi iradesi ile seçmiştir. Oysa, şeytan şeytan olarak, melek melek olarak yaratılmıştır. Dolayısıyla kendilerinin kendi varlıklarına herhangi bir katkısı yoktur.
Bütün bu anlattıklarımızdan sonra;
İslâmiyet'te insanın değerinin olmadığını kim nasıl söyleyebilir?
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te kişi ve toplum devlete feda edilirdi.
"KİŞİ'yi her yönü ile DEVLET'e feda eden ve KİŞİ'ye, "Kişi özgürlükleri" için savaş olanağı tanımayan ŞERİAT.
Devlet'in varlık nedeni sadece DİN'i üstün kılmak ve uygulamaktır. Bunun dışında Devlet için yapılacak bir şey yoktur. Daha başka bir deyimle DEVLET kişi'yi mutlu kılmak, kişi'nin doğal özgürlüklerini sağlamak, korumak, teminat altında tutmak ve uygulamak için kurulmuş bir örgüt değildir. Devlet'in görevi ve kuruluş nedeni DİN'i yaymak, uygulamak, kişileri bu din kurallarına uygun yaşamlara sokmak ve bunu zorlamak, din birliğini sağlamak... ve Tanrı emirlerini ve peygamber sözlerini gerçekleştirmektir.
Bundan dolayıdır ki dini sürdürmeğe, yaymağa, yerleştirmeğe, uygulamağa memur İKTİDAR adına, Devlet adına her şey feda edilebilir. Böylesine bir görev ve misyon ile kurulmuş devlet karşısında kişi'nin üstün bir değeri olamaz ve kişi Tanrı iradesinin yeryüzündeki temsilcisi olan İktidar'a ve Devlet'e her zaman için feda edilebilir, edilmelidir...
Bu konuda bk. H. B. Sharabi, Nationalism and Revolution in the Arab World,... 1966, sh 16..."(s. 690)
DEVLET KİŞİ VE TOPLULUK HAKLARINI KORUR.
İSLÂMİYET HAK MÜCADELESİNİ HUKUKİLEŞTİRDİ.
Bir devlet, kişilerin ve topluluğun haklarını korumak için kurulmuştur. Esas gaye, devlet değil halktır. Ne var ki, tabiî düzen öyledir ki, devlet yok olduğu zaman halk da yok olmaktadır. Çünkü saldırganlar halkı öldürmekte ve mallarını yağmalamaktadırlar. Hattâ esir ve köle bile yapmamaktadırlar. Devlet olmayınca, artık ne mal ne de can emniyeti kalmaktadır. Bu nedenle devlet içinde bir zümrenin savunmayı yüklenmesi gerekir. Onlar devlet için canlarını vermeyi göze almazlarsa, devlet yaşamaz.
Ordu devlet için feda edilir mi, edilmez mi?
Bir an için düşmanın saldırıda bulunduğunu kabul edelim. Orduyu feda edersek devlet kurtulacak, orduyu feda etmezsek devlet yıkılacak; ama ordu yine feda edilmiş olacaktır. Meselâ, Çanakkale Müdafaası veya İstiklâl Savaşı'nı düşünelim. Bu savaşlarda yüzbinlerce askerimiz canı pahasına ülkeyi savunmasaydı, düşman onlarla birlikte bizleri de yok ederdi. O ordular bizim varlığımız ve bekamız için öldüler.
İslâm düzeninde;
Zımmîler dışındaki halk yani Kur'ân tabiri ile 'mü'minler', fıkıh tabiri ile 'müslimler', devletin ordusu olmuşlardır. Devleti savunmayı yüklenmişler ve bunun karşılığında devamlı olarak maaş almışlardır, yani halktan toplanan vergiden pay almışlardır.
Devlet tehlikeye girince, artık biz savaşmıyoruz mu diyeceklerdi?
Bunlar nasıl iddialardır, gerçekten de anlamak zordur?!.
Bunları iyi niyetli kabul etmek mümkün değildir.
İslâm düzeninde;
Mü'minler, yeryüzünde güvenliği sağlamakla yükümlü kılınmış bir topluluktur. Kendilerine sığınan herkesi kabul etmek zorundadır. Haklı iken mağdur duruma düşen kimselerin yanında yer almak zorundadır. Hele devlet içinde güvenliği sağlamak ve devleti savunmak, başta gelen görevleridir.
Müslim, hak uğruna öldüğü zaman kesin olarak cennete gideceğine inanır. Bundan dolayı, haksız saldırılardan korktuğu kadar haklı saldırılara teşnedir.
Bu sadece Müslümanlara has bir şey değildir. Tarihte insanlar, Allah'a inanmamış olsalar bile, insanlığın saadeti için savaşmışlardır. Yani cennet bile beklemeden hak uğruna ölenler olmuştur.
İslâmiyet ise hak mücadelesini hukukileştirmiş ve netleştirmiştir. Hak için cihadı en büyük ibadet saymış ve onu yapan dünya ve ahiret nimetlerinden yararlandırılmıştır.
Ateist, kendisine göre hak gördüğü şey için savaş verir. Oysa o yanılmış olabilir. Hisleri ona haklıyı haksız göstermiş olur.
Dinler, sübjektif hak anlayışını objektif hak anlayışına çevirmiş ve hemen hemen bütün büyük dinler aynı hak kriterlerini getirmişlerdir.
İslâmiyet buna bir de 'hakemlik sistemi'ni ekleyince, savaş sadece hak için ve adalet için olmaya başlamıştır.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te halk yönetime karıştırılmamıştır.
"VI- Halk'ı Devlet işlerine karıştırmama ve Seçmen niteliğinde kılmama geleneği
Daha önce de gördüğümüz gibi Halk'a karşı güvensizlik ve halkı devlet işlerine karıştırmama ve onu seçmen kitlesi haline getirmeme geleneği İslâm'ın daha ilk anlarından itibaren kendisini göstermiştir.
İlk halifeler halk tarafından seçilerek iktidara gelmiş değillerdir.
İlk halifeler son derece dar (en fazla 6 kişilik) heyetler ve bazan da hiç bir hukuki niteliği olmayan güçler tarafından ve SEÇİM denemeyecek usullerle seçilmişlerdir. Ebu Bekir'i seçen hey'et 6 kişilik bir hey'etti. Ömer'i halife yapan, bir bakıma Ebu Bekir olmuştur, çünkü ölümünden önce Ömer'i Ebu Bekir bu mevkie atamıştır. Osman'ı 5 kişilik bir hey'et seçmiştir ve fakat bu beş kişilik hey'et Ömer'in atadığı kişilerden meydana gelmişti ve bu hey'etin Osman'ı seçerken takip ettiği usul SEÇİM denebilecek nitelikte değildi. Osman'dan sonra halifeliğe gelen Ali'yi ise, o tarihlerde İktidara başkaldıran bir çete başa geçirmişti...(s. 691)
Halife seçimlerine halkın katılmaması ve daha doğrusu halkın bu seçimlerde rol oynamasına engel yaratılması nedeni fikir ve görüş ayrılıklarının ve karışıklıkların çıkmasını önlemek olmuştur. Bk. Mevlana Muhammed Ali, a.g.e., sh. 204."(s. 692)
HALK DIŞINDA YÖNETİM OLMAMIŞTIR.
İSLÂM DÜZENİNDE YÖNETİCİ SINIF YOKTUR.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ve ilk dört halife zamanında, Peygamber (s) ve başkanlar sadece hakemlik görevini görmüş ve savaşlarda orduya komuta etmişlerdir. Bunun dışında ne bir kapıcı, ne bir kâtip, ne özel kalem müdürü, ne de bir görevlileri vardır. Bir olay zuhur ettiğinde başkan istişare eder, karar verir ve bütün sahabeler onu icra ederlerdi. Bu yönetimde hapishane ve cellat yoktu. Başkan birine emreder ve o da cezayı infaz ederdi. Yapılacak işler de böyleydi; hattâ bunun için ücret bile verilmezdi.
Buradan çıkaracağımız netice şudur:
Halk yönetime iştirak ettirilmemiş değil;
Halk dışında yönetim söz konusu olmamıştır.
Yönetim saltanata dönüştükten sonra İran ve Bizans usûlünü izleyen hükümdarlar, halkı yönetime karıştırmamışlar ve istişare sistemini yürütmemişlerdir. Artık başkanlar istişarelerini sarayda kendilerinin atadığı kimselerle yapıyor, halktan gelmiş olan temsilcilerle yapmıyordu. Oysa ilk halifeler istişareyi akile reisleriyle yani halkın temsilcileriyle yapıyordu. Otuz yıl sonra bu iş bitmiş ve yerine saltanat sistemi uygulanmaya başlamıştı.
Birinci İslâm Medeniyeti'nde eksik kalan belki de sadece burası yani bu nokta olmuştur. Ne var ki, Batı dünyasında da, geçmiş dönem ve devreler bir yana, günümüzde bile durum asla farklı değildir. Halk hâlâ yönetime katılamamaktadır.
İslâm düzeninde yönetici sınıf yoktur.
Halk ilmî ve meslekî ehliyetlere sahiptir. Bu ehliyetler, dayanışma ortaklıklarınca teminat altına alınmıştır. Halk kendi hizmetlisini kendisi seçer ve o da kamu hizmetini yapar.
Cezaların infazı suçlunun rızası ile olur. Yine hizmetliler tarafından ifa edilir. Cezadan kaçanlar hukuktan kaçmış olurlar ve onlara savaş hükümleri uygulanır. Böylece yönetici sınıfa gerek kalmaz.
Ordular teşkil edilir ama bunlar iç güvenlikte kullanılmaz. Her bölgede bir ordu vardır. Ordu, o bölgeden olmayan vatandaşlardan oluşmuştur. Halk ordusunu kendisi seçmektedir ve onun komutasında savaşmaktadır.
Her ilçede o ilçeden olmayan jandarma birlikleri vardır. Halk kendi ilinde -ama kendi ilçesinde olmadan- jandarma hizmetini askerlik hizmeti gibi görmektedir.
Herkes birliğini kendisi seçmekte, isteyenler bedel vererek askerlik yapmamakta ve savaşmaktan kurtulmakta, ama bu durumda olanların siyasî hakları bulunmamaktadır.
Herkes aynı mahkemelerde kendilerinin seçtiği hakemler tarafından muhakeme edilmekte, kamu hizmetlisi başkan dahil herkes 'hâkim' değil 'hâdim' olmaktadır.
* * *
Yazara göre;
Demokratik ülkelerde hükümdarlık
bir sözleşme sonucu elde edilir.
"ŞERİAT düzeninde HALK'ın KARAR organlarını kontrol yetkisi yok.
Her ne kadar DEMOKRASİ'yi genellikle "halkın kendi kendini idaresi" şeklinde anlamak ve tanımlamak geleneği varsa da halkın kendi kendini idare edemeyeceği ve demokrasinin bu olmadığı iddiaları ileri sürülmüştür. Bu iddialara göre "Demokrasi, çoğunluk yolu ile veya sair suretle idare demek olmayıp, her şeyden önce kimin hangi amaç ile idare etme işini yükleneceğinin saptanmasını sağlayan yol demektir. Halk, ..., idare etmez, edemez. O sadece hükümeti (İktidarı) denetler". "Kısacası, siyasi bir sistem, karar organlarının halkın sıkı denetimi altında bulunduğu kertede demokratiktir."
Bk. H. B. Mayı, An İntroduction to Democratic Theory, New York 1960, sh. 59, 60...
XVIcı yüzyılda Monarkomaklar bu görüşü daha da geliştirmişler ve halk ile hükümdar arasında bir sözleşme bulunduğunu ve bu sözleşme gereğince iktidarın hükümdara halk tarafından verildiğini, ve sözleşmeye uygun davranmadığı takdirde hükümdarın sözleşmeyi işlemez hale sokacağını ve böyle bir durumda halkın sözleşmeyi feshedeceğini, yani daha başka bir deyimle egemenliğin sahibi olan halkın iktidarı denetleyebileceği fikri işlenmişti..."(s. 692)
TOPLULUKLAR SÖZLEŞMELERE DAYANIRLAR.
İNSANLARIN SORUMLULUKLARI AKİTLE AÇIKLANMIŞ.
Topluluklar sözleşmelere dayanırlar. Belki bazı sözleşmeler baskı ile yapılmıştır, zorla yapılmıştır; ama sözleşme olmadan topluluk olmaz, devlet olmaz. Hukuk devleti, zaten sözleşme demektir. Bir eşkiya bile talimat empoze eder ve onun istediği şartı yerine getirirsen o da sözünde durur.
Hanedanlar da böyle sözleşme sonucu oluşurlar. Halka kendi soyundan geleceklerine söz verir ve ondan sonra hep ona uyar. Demek ki tüm topluluklar ve devletler sözleşmeye dayanırlar. Totaliter rejimler de birer sözleşme sistemidir.
Asıl mesele, bu sözleşmelerin baş uçurulmadan halkın isteğiyle yapılmasıdır ve sözleşmelerin feshinin caiz olup olmamasıdır. Yani sözleşmeler rıza ile mi yapılıyor, yoksa zorla mı yapılıyor? Sözleşmeler feshediliyor mu, feshedilmiyor mu? Bunu sağlayan mekanizma getirilmelidir.
Saltanat sisteminde bunun mümkün olmadığı açıktır. Ne var ki, bu sadece hükümdarlar içindir. Halk ise akit serbestliği ve şeriat/ hukuk serbestliği içindedir. Her türlü seyahat hürriyeti vardır. Mezhepler, tarikatlar ve çarşılar her zaman değiştirilebiliyor ve istenen kente gidilebiliyordu. Dolayısıyla akitler daha çok rızaya dayanıyor ve devam ediyordu.
İslâm düzeninde;
İnsanların tüm sorumlulukları akitle izah edilmiştir. Allah insanlardan, İsrail oğullarından misak aldı, yani sözleşme yaptı, diyor. Hattâ bütün insanları yaratırken onlara 'Ben sizin Rabbiniz değil miyim?' diye sormuş, onlar da 'Evet' demişler, yani onlardan söz alınmıştır. Ferdin tek başına Allah'ın emirlerine uyma mükellefiyeti bile sembolik olarak sözleşmeden gelmektedir. Bunun anlamı, kişinin gerçekten veya zımnen verdiği sözden başka hiç bir mükellefiyeti yoktur.
Kişi eğer bir topluluk içinde yaşıyorsa, oranın hukukundan yararlanıyorsa, o da onlara o hukuka uyacağına dair söz vermiştir. Artık verdiği sözü yerine getirmelidir.
İnsan Allah'ın kâinatında yaşıyor ve O'nun nimetlerinden yararlanıyorsa, o da kâinatın düzenine uymalı, sosyal ve tabiî kanunlara isyan etmemelidir. Bu, burada kalmanın zımni anlaşmasıdır.
İnsan, topluluğunu ve devletini değiştirebilmesi ile hür oluyor. Onun için tek devlet sistemi istenmiyor. Kâinattan çıkma mümkün olmadığı için tek Tanrı'ya ibadet bunun için zorunlu. Ama Allah zaten insandan kendi yararlarına olmayan bir şeyi istemiyor.
* * *
Yazara göre;
İktidar halka karşı değil Tanrı'ya karşı sorumludur.
"HÜKÜMDAR'ın (Devlet'in) görevi halk iradesini değil sadece TANRI iradesini uygulamak.
Şeriat devletinde asıl olan şey halkın veya milletin iradesini değil ve fakat TANRI ve PEYGAMBER iradesini uygulamaktır. Hükümdarın (İktidar sahibinin) görev ve yetkilerini saptayan halk, toplum, değil doğrudan doğruya insan aklı dışında oluşmuş bulunan din kurallarıdır, Tanrı'dır, peygamberdir. Bu görevler çeşitli hükümlerle belirtilmiştir, ve genellikle DİNİ uygulamaktan yani Tanrı ve peygamber emirlerini yerine getirmekten ibarettir- Din adına savaşlar açmak, zekat toplamak, adalet dağıtmak, v.s...
İktidar sahibinin halka karşı sorumlu olmadığı ve onun tarafından denetlenmediği bir sistem elbetteki demokrasi sistemi olamaz. Şeriat bu bakımdan da demokrasiye sırt çevirmiş durumdadır."(s. 693)
İLMÎ ŞÛRA İTTİFAKLA BAŞKANI AZLEDEBİLİR.
BAŞKANLARIN DAYANACAĞI TEK GÜÇ HALKTIR.
Herkesin sorumluluğu kendisine karşıdır. Verdiği sözde durması gerekir. İçtihat da verilen sözdür. Onun için kişi içtihadına göre hareket edecektir. İstişare sonunda alınan kararlar da verilen sözdür. Onun için herkes karara uymak zorundadır. Başkanlar daha çok uymak zorundadırlar,
Peki, uymadığı zaman ne olacaktır?
Mağdur hakemlere baş vuracak ve hakkını alacaktır. Kamu hakkı olarak hakemler cezayı takdir edecek ve infaz edilecektir. Suçlu başkan olursa kendi kendisine infaz söz konusu olacak, bu da mümkün değildir. Bu nedenle başkanın mağdur ettiği kimse maddî tazminatı kamu bütçesinden alır ama kısas talep edemez. Ona karşı müeyyide o bucağı terktir.
Başkana tek ceza uygulanabilir, o da azldir;
Bu da siyasidir.
İlmî şûra ittifakla başkanın başkanlığına son verir;
Ama başkanın fahri başkanlığı devam eder.
Dolayısıyla yine kendisine ceza uygulanmaz.
Eğer biz buna izin versek, o zaman korku sebebiyle infazları yapamaz ve güçlü olamaz. İşte başkana tanınan bu güç, onu son derece etkili kılar.
Bir bucakta yaşayan herkes başkana karşı gelmeyi ve onu düşürmeyi düşünmez. Başkanı beğenmeyen o bucağı terkeder. Devlet başkanlarının vatana ihanet suçundan başka bir fiilden dolayı mesul olmamaları, İslâmiyet'in bu ilkesinin kalıntısıdır.
İşte yetkileri son derece azaltılmış ve halka dayanma dışında hiç bir gücü bulunmayan başkanlar, aynı zamanda çok güçlü kılınmışlardır. Bu güç hukuki statülerinden ileri gelmektedir, yoksa elindeki sopadan değil. Başkan fiilen zulüm yapma imkânına ve gücüne sahip değildir. Kendisine başvuranların nizalarını geçici olarak halleder, taraflar hakemlere giderek mağduriyetlerini giderirler.
Teşri yetkisi bulunmayan ve doğrudan doğruya icra gücü olmayan başkanın yapacağı ne gibi bir zulüm olabilir? Bir de onu halkın rahatsız etmesi söz konusu olursa, o zaman huzur kalmaz. Bucakta yaşayan herkes, başkanı en fâzıl ve saygıdeğer olarak sayacaktır ki, orada huzur olsun. Şüphelenenlerin, diğer bucak sakinlerinin huzurunu bozmamaları için bucağı terketmeleri gerekir. İşte bu anlayış, halkın başkanlarını sevmesine neden olur ve huzur içinde emirlerine itaat edilir.
Elbette böyle yönetimin zevkini tatmayanlar bu güzelliği bilemezler.
Halk, başkanın emirlerine Allah'ın itaat emri olduğu için itaat eder.
Karşılığını dünyada ve ahirette alacağını bilir; gerçekten alır da.
* * *
Yazara göre;
Halktan her şey gizlenmiştir.
"En basit ve en olmayacak hususları bile HALK'tan gizlemeyi gerek sayan hükümetler.
Hükümetler için halk diye bir varlık yoktu. Olsa da her şey ondan gizli, ondan habersiz yapılmak ve her türlü halü kârda halka hiç bir şey duyurulmamak gerekirdi. 1871 tarihinde Ali paşa ile Kıbrıslı Mehmet Paşa'nın hastalıkları konusunda ahbablarından birine bilgi veren askerî doktor Aristidi Bey (ki her ikisini de tedavi etmekteydi) hastalarının sağlık durumunun kötüye gittiğini söyledi diye nerede ise sürgüne gönderilecekti."(s. 693)
KUR'ÂN KAPALI TOPLANTILARI HARAM KILMIŞTIR.
İSLÂMİYET'TE GİZLİ OLAN HİÇ BİR ŞEY YOKTUR.
Kuvvetin üstün tutulduğu yönetimlerde, yöneticilerin güçlü görülmesi ve onlardan korkması için her şey gizli yürütülür ve bu uygulama güya dış güvenlik gereği yapılır. Oysa bu daha çok iç güvenlik sebebiyle yapılmaktadır. Çünkü her zaman halktan korkulmaktadır.
Hakkı üstün tutan yönetimlerde, kuvvet halktan geldiği için halkın desteğini alabilmek ve halkın davranışlarını ve içtihatlarını doğru yapabilmelerini sağlamak için onlar yönetimin her safhasından haberdar edilir. Bu nedenledir ki, tüm kamu daireleri herkese açıktır ve muameleler herkesin yanında yapılmaktadır. Başkanlar da istişarelerini halkın huzurunda ve onların arasında yapmaktadırlar.
Kur'ân'da kapalı toplantılar haram kılınmıştır.
Gizliliği sadece istisnai hallere hasretmiştir. Daha çok özel kişi mahremiyetleriyle ilgilidir. Hattâ böyle kapalı toplantı yapacak olanlardan özel harç alma yani başkanı işgal harcı alma bile sözkonusu olmaktadır. Meselâ, bugün cumhurbaşkanı ile görüşmek isteyen belli bir miktar verir ve başkanla bir saat görüşür. Bu sistem bile halk ile başkanlar arasında yakınlık sağlar.
Şimdi o da yok.
Başkan halk içinde değildir.
Kararları gizli olarak almaktadır.
İslâmiyet'te gizli olan hiç bir şey yoktur.
İslâm düzeninde;
Başkan istişareyi açık yapmak ve kararı başkalarıyla görüşme yapmadan almak zorundadır. Gizlenecek bir şey varsa, askerlikle ilgili olmalı ve sadece kendisine has olmalıdır. Bunu hiç kimse ile paylaşmamalıdır.
Başkanların;
Gizli olarak yaptıkları her türlü anlaşmalar geçersizdir.
Topluluğa ait kararlar;
Yazılı hâle gelecektir ve alenî olacaktır.
Şifahi anlaşmalar veya alenî olmayan yazılı anlaşmalar;
Topluluğu hiç bir şekilde asla ilzam etmez.
Osmanlılarda gizli tutulmuşsa, bu Batı rüzgârlarının veya Roma yahut Sasani rüzgârlarının bir sonucudur. İkinci İslâm Medeniyeti'nde inşaallah bunlar olmayacaktır.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te halk dinî bilgilerle cahil bırakılır ve
boyun eğdirilir.
"HALK'ın görevi: İktidar'a boyun eğmek; yabancı işgallere karşı dahi ses çıkarmamak; her felaketi kader ve hikmet sayıp oturmak.(s. 693)
Aklı uyanık ve işler hale getirmeme yolları ise çok daha büyük bir titizlikle uygulanırdı; çünkü bilinirdi ki cahil halk yığınlarını yönetmek ve her türlü keyfilikler içinde tutmak kolaydır; ve yine bilinirdi ki insanların kafası aydınlandıkça onları şiddet ve dehşet usulleriyle veya Cehennem tehditleriyle yola getirmenin ve iktidara boyun eğdirmenin olanağı yoktur.
Tarih içerisindeki beşer yaşamları denemesi şunu göstermiştir ki insanları cehalet içerisinde tutmanın başlıca yolu onları dinsel bilgiler dışındaki her bilgiye yabancı kılmak, halkı kaderci ve fanatik yapmaktır.
İKTİDAR ile HÜRRİYET arası denge konusunda İKTİDAR'a kayıtsız ve şartsız üstünlük veren Şeriat sistemi içerisinde İslâm hukukçularının tutumu hiç te iç açıcı ve övünücü olmamıştır..."(s. 694)
DİNDE SAMİMİYETSİZLİK VE İLİMDE DE CEHALET.
DİNÎ BİLGİLER YOK; AKLÎ VE NAKLÎ BİLGİLER VAR.
Devlet halkın ilmine ve dinine karışmadığı zaman gelişme ve yükselme olur. Tam tersine, devlet dini ve ilmi kontrol altına alınca ezbercilik başlar ve dinde samimiyetsizlik, ilimde de cehalet olur. Bu nedenledir ki, İslâmiyet'te devlet asla bunlara karışmaz.
Sahabeler başta Kur'ân'ı öğrendiler, zaten o toplulukta öğrenecek başka bir şey yoktu. Sonra hadisleri toplayıp kitap haline getirdiler. Ondan sonra fıkıh tedvin edildi ve onu okudular. Sonra lisan ilimleri doğdu. Daha sonra da Yunan ve Hint kültürü girdi.
Bunların hiç biri devletin düzenlemesiyle olmadı. Devlet belki bazen bu faaliyetleri destekledi, ama asla müdahale etmedi. Herhangi bir program çizmedi. Millî Eğitim Bakanlığı kurulmadı. İşte bu uygulamaların yapıldığı yıllarda nelerin keşfedildiğini bilmek istiyorsanız, o devrin kitaplarına bakın.
Zamanla topluluk yaşlandı. Okuyup araştırma yerine şekillerini tekrar etme, hattâ anlamadan ezberleme cihetine gitti. Bu yaşlanma her topluluk ve her medeniyet için mukadderdir. Osmanlılar bu yaşlılık döneminde Batı ilimlerini tedris etmeye başladılar, ama bu asla yeni bir uyandırma ve diriliş sağlamadı. Bu sefer okunanlar daha değişikti, ama yine tekrar ve yine anlamadan ezberleme anlayışı sürüp gitti. Maalesef bu durum günümüze kadar böyle geldi.
Şimdi yeni yeni kıpırdanmalar ve arayışlar var. Bunlar da ya solcularda ya faşistlerde ya da Müslümanların bir kısmında görülüyor. Büyük kitle ise hâlâ uykuda. Bu kitap ve bizim buna cevabımız, ümit ederiz ki topluluğu ve milletimizi biraz daha uyanmaya yönlendirir.
İslâmiyet'te dinî bilgiler diye bir şey yoktur;
Aklî ve naklîbilgiler vardır.
Aynı sonuçlar ya geçmiştekilerin denemeleri değerlendirilerek elde edilir veya siz dener ve sonuca varırsınız. Geçmiştekilerin deneyleri bizlere dil ile intikal eder. Öyleyse dil ilimleri vardır. Denemeler ise matematiğe dayanır. Öyleyse matematik ilimleri vardır. Bunların bir arada olması istenir. Yani bir sonuç ne sadece nakle ne de sadece akla dayanmalıdır. Her ikisinden de birlikte faydalanılmalıdır. Yani akıl + nakil delil değildir;akıl x nakil delildir. Dünyanın yuvarlak olduğunu hem deneylerle ispat etmeliyiz hem de Kur'ân'da yerini bulmalıyız.
İslâmiyet'in önerdiği sistem budur.
Kur'ân'da bir şey söylenmiş ama deneylerle onu tahkik etmemiş isek, o müteşabih âyettir, amel edilmez. Deneylerle bulunmuş ama Kur'ân'da yerini bulamamışsak, hükmünü bilmiyoruz demektir; uygulayamayız. Kendi düzenimizin içinde yer veremeyiz. Meselâ, bir zaman çizgisini belirlemeyiz.
Demek ki dinî ilim diye bir şey yok, sadece 'ilim' var. Bu ilim akla ve nakle dayanır. İlletleri ve hikmetleri vardır. Biri olmadan diğeri olmaz. Birini terkedenler ikisini de terketmiş olurlar. Osmanlılar 'aklı', Batılılar da 'nakli' terkettikleri için bugün sosyal denge kurulamamıştır.
Batı ilme dayalı bir hukuk sistemini geliştirememiştir. İlme dayalı bir yönetimi oluşturamamıştır. Atomu keşfetmiş ama onu insanlığın yararına kullanamıyor. Çevre kirliliği içinde boğulup gidecektir.
Başta Batı dünyası olmak üzere bütün insanlığa sesleniyoruz:
Gelin, İslâmiyet'in çözümlerini ve önerilerimizi dinleyiniz.
İnsanlığın bundan başka çıkış ve çözüm yolunu biz bilmiyoruz..
* * *
Yazara göre;
Osmanlılarda halka değil halifeye hizmet edilirdi.
"HALK'a değil HALİFE'ye (Padişah'a) hizmet zihniyeti:
Şeriat devleti'nin ruhuna egemen olan anlayış o'dur ki asıl olan HALK'a (Millet'e) hizmet değil ve fakat doğrudan doğruya Halife'ye (Hükümdar'a-Padişah'a) hizmettir. Kendilerine iktidar-yetki-tanınmış olan görevliler için halk'a (millet'e) hizmet kavramı diye bir şey bahis konusu değildir. Bunu düşünemezdi bile. Halk (millet) hizmet edilmesi gereken bir varlık olmamıştı...(s. 695) Osmanlı devleti için de durum bundan farklı olmuş değildir. Osmanlı yöneticilerinin başlıca görevi her şey'den önce Tanrı'nın emrettiği işleri yapmak ona ve onun yeryüzündeki vekili sayılan Halife'ye hizmet etmekti. Devlet denilen şey Padişah (Halife) demek olduğundan Osmanlı devletine hizmet ediyor görünürken Padişah'a hizmet etmekte idiler..."(s. 696)
ÇIKAR PARALELLİĞİ DEĞİŞMEZ İLKEDİR.
İSLÂM DÜZENİNDE SAĞLIK SİSTEMİ NASIL OLACAK?
Bir ülkede iç ve dış güvenlik sağlanır ve sosyal kuruluşlar rahatlıkla faaliyette bulununca, o topluluk varlığını sürdürür. Tüm üretim ve hizmet kollektiftir. Tüketim ise bölüşme ile olur. Herkes bir hizmet yapar.
Neticede devleti düşünmek demek, ona hizmet eden insanları düşünmek demektir.
Osmanlılarda vakıflar kurulmamış;
Halk vakıflardan yararlanmamış mı?
Osmanlılarda yollar yapılmamış, halk yollardan yürümemiş mi?
Osmanlılarda hastahaneler açılmamış, halk tedavi olmamış mı?
Osmanlılarda medreseler açılmamış, halk oralarda okumamış mı?
Gelişmiş topluluklarda kişiler ayrı ayrı düşünülmez, müesseseler kurulur ve o müesseselerden yararlanılır. Müesseselerin başında devlet gelir ve devletin temsilcisi de padişahtır. Halk her şeyini devlete verir, devlet de onu halka bölüştürür.
Burada yani bu yönetimde halk düşünülmüyor değil; yalnız halk düşünülüyor. Çünkü o topluluklarda devlet başkanı devletle özdeşleşmiştir. Esasen sistemin özünde 'çıkar paralelliği' vardır. İki kişi herhangi bir anlaşma yaptığı zaman, burada hem tarafların çıkarı olmalıdır, hem yöneticilerin çıkarı olmalıdır, hem de topluluğun çıkarı olmalıdır. Bu durumda herkes kendisini düşünürken, topluluğu ve hizmetlileri de düşünmüş olur.
İslâm düzeninde;
'Çıkar paralelliği' değişmez bir ilkedir.
Meselâ, bir kişinin sağlıklı olması kendisi için çıkar sağlar. Ailesine ve işyerine çıkar sağlar. Topluluğa hastalık bulaştırmadığı ve vergisini verdiği için çıkar sağlar. Bu bugün de böyledir. Oysa doktora çıkar sağlamaz. Çünkü hasta olmazsa doktor aç kalır. Bu nedenledir ki, insanların sağlığı doktorlar için çıkar çatışmasına götürür.
Öyleyse İslâm düzeninde paralı sağlık teşkilâtı olmaz.
Maaşlı sağlık teşkilâtı da çıkar paralelliği sağlamaz.
Bu sefer doktor çalışacak ama geliri artmayacaktır. Diğer doktorlar çalışmayacak, o çalışacak, ama gelirleri aynı olacaktır. Bu da çıkar paralelliği sağlamıyor. Bundan dolayı yeni sistem geliştirilmiştir.
Yeni sağlık sistemi nasıl olacaktır? Açıklayalım:
Doktorlara, hastayı iyi ettiği için değil, insanın sağlığını koruduğu için maaş verilecektir. Hasta sayısı kadar değil, sağlığını tekeffül ettiği insan sayısı kadar maaş alacaktır. Hem de bütçeden pay alacaktır. Bu takdirde genel sağlığa ne kadar çok katkıda bulunursa insanlar yani onu kendilerine doktor olarak seçenler çoğalacak ve geliri o nisbette artacaktır. Halk ne kadar çok sağlıklı olursa doktorun işi o kadar azalacak ve az emekle çok kazanacaktır. İşte bu sistem sayesinde doktorların çalışmaları da çıkar paralelliği statüsüne göre düzenlenmiş olmaktadır. Artık doktor kendisi için çalışacak, ama aynı zamanda halk için de çalışmış olacak, devlet için de çalışmış olacak, diğer devlet görevlileri için de çalışmış olacaktır. Çünkü genel sağlık iş gücünü artırır, bu da kamu gelirini artırır, sonuçta herkesin kamu gelirlerinden payı artar. Çünkü hizmetlilere sabit maaş değil, genel bütçe gelirinden pay verilmektedir.
Bu sistem yalnız sağlık için değil,
Diğer tüm kamu hizmetleri için böyledir.
Başkanlar için de aynı sistem getirilmiştir. Halk ister kendisi için, ister başkanı için, ister devleti için çalışsın; çıkar paralelliği vardır ve paylar kesin olarak bölüşülmüştür. Hepsi aynı kapıya çıkar.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te savaşlar ganimet için yapılırdı.
""Savaşlar ve fetihler dahi millet çıkarları için değil ve fakat elde edilen ganimetler ve hasılat Vükela'ya ve askerlere dağıtılsın için yapılır" zihniyeti?
Osmanlı Padişahları için HALK, devletin gelirlerinin sarfedileceği ve böylece refah ve mutluluk içinde yaşatılmak gereken bir varlık değildi. Savaşlar halkın çıkaları adına yapılmak gereken bir şey değildi; savaşlar elde edilecek ganimetlerin halk'ın gelişmesine ve refahına sarfedilsin için yapılmazdı. Aksine bu ganimetler ve elde edilen zenginlikler Padişah'a ve emrindekilere (Vükela'ya) ve askerlere dağıtılmak için yapılırdı. XIXcu yüzyılda bile Osmanlı devletine egemen olan zihniyet bu idi..."(s. 696)
İSLÂM DEVLET NİZAMINDA İŞSİZ İNSAN YOKTUR.
İSLÂM SAVAŞI NASIL BAŞLAYIP BİTECEKTİR?
HAKEM KARARI OLMADAN DÜŞMANA SALDIRILMAZ.
İslâm düzeninde kurulmuş olan her müessese çıkar paralelliğine dayanır. Bir devlet eğer savaşmak zorunda olmazsa üretim fazla olur, refah olur ve herkes yararlanır. Savaş olursa üretim azalır ve gelirler ganimetlerle sağlanır. Üstelik savaşların ganimetleri muhtemeldir. Belki ölümle bitecektir. Çalışmanın ganimeti ise kesindir.
İslâm devlet nizamındaişsiz insan yoktur. Çünkü kredi çalışana verilmektedir. Dolayısıyla işsiz kalan aylaklar savaşmak zorunda değildirler. Ancak ne var ki, insanlar rahat bırakmıyor, huzur içinde yaşayabilmek için savaşmak gerekiyor. Çünkü huzursuz devletlerde refah olmaz. İşsizler çoğalır. Onlar geçimlerini savaşla temin ederler. İşte o zaman İslâm ülkesi de savaşmak zorunda kalır. Çıkar paralelliğinin sağlanması için savaş ganimetlerinin paylaşılması gerekir.
Diğer taraftan caydırıcılık için savaş çıkaranların tedip edilmesi ve onlara ders verilmesi gerekir. Bu nedenledir ki, İslâmiyet asla ganimet için savaşmaz; ama savaşmak zorunda kalırsa savaşı savaşa finanse ettirir.
Burada bu vesileyle İslâm savaşının nasıl başlayıp bite-ceği hususunu belirtelim:
İslâm devletinin topraklarına girilmesi yani düşmanın istila etmesi halinde, oranın halkı kadınıyla erkeğiyle hiç bir yerden izin ve müsade almadan karşı koyar. Bu durum devlete taarruz mahiyetinde kabul edilerek acilen o bölgeye ordular sevkedilir.
Bu savunma savaşıdır. Savunan haklıdır.
Ancak bir çok hallerde saldırma da meşru hâle gelir. Meselâ, saldırana saldırmak meşrudur. İşte bunun için hakemlere gitmek gerekir. Saldırmanın meşru olması için saldıracak devlete karşı uluslararası hakemini seçer ve karşı tarafa bildirir. O da seçerse, hakemler bir araya gelir ve bir 'baş hakem' seçerler. Saldırmaya hakkı olup olmadığına karar çıkarırlar. Karşı taraf hakeme gitmezse saldırma hakkı doğmuş olur. İşte böylece hakemlerin kararı olmadan düşmana saldırılmaz.
Osmanlılar bunu şeyhülislâmdan fetvâ alarak yapmışlardır.
Bize göre bu uygulama eksiktir.
Seferberlik ilân edilir ve seferberliğe gerekli olan mallar konur. Halktan alınan bu malların kimlere ait olduğu miktarlarıyla tesbit edilir. Ayrıca savaşa katılan insanlar da tesbit edilir ve cepheye gidilerek düşman topraklarına girilir. Bir defa düşman eline geçen topraklar da artık düşman toprağı sayılır. Savaş bitince ganimetler elde edilir. Halk köleleştirilerek ganimete eklenebilir veya zımmî olarak bırakılabilir.
İşte bu ganimetin yarısı, rütbe farkı gözetilmeksizin savaşa katılanlara eşit olarak bölüştürülür. Kadınlar yarım hisse alırlar. Köleler de yarım hisse alırlar. Ganimetin diğer yarısı da sermaye payı olarak bölüştürülür. Ticarette olduğu gibi zarar veya kâr edilir. Yani savaş bir şirketi mudarabedir.
Ne var ki, savaşa gidebilmek için meşruiyet söz konusudur.
İslâmiyet'te hiç bir zaman savaş olması istenmez.
Daha çok mecbur kalındığı için savaş yapılır.
Düşmanın savaşmadan teslim olması durumunda;
Sadece cizye alınır ve ganimet paylaşılmaz.
Burada açıkça görülüyor ki;
İslâm düzeninde;
Her şey gayet ince ve kesin olarak akla göre çözülmüştür.
Yazar, İslâmiyet'i şamanizm sanmış,
Buna dayanarak da akıl dışı hareket ediyor diye vasıflandırmış.
Bir profesör İslâmiyet hakkında bu kadar bilgisiz olursa, diğer aydın geçinen cahillerin durumunu değerlendirmeyi sizlere bırakıyoruz.
"De ki: Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?"
(Zümer[39]; 9)
* * *
Yazara göre;
Osmanlılarda azınlıklar
daha serbest ve okur-yazar durumda.
""Halk" ve "Millet" Kavramlarını Devlet'in temel unsuru olarak yerleştiren ve "Halk'a efendilik yoktur hizmet vardır" zihniyetini getiren Atatürk olmuştur.(s. 696)
İlerideki sayfalarda "Halk" ve "Millet" kavramlarının Devlet'in temel unsurları olarak ATATÜRK tarafından nasıl ilk kez yerleştirilmiş olduğunu ve nasıl "Halk'a EFENDİLİK yoktur (hizmet) vardır" zihniyetinin yine onun tarafından geliştirilmiş olduğunu göreceğiz. Fakat şimdilik şunu belirtmek gerekir ki "Halk'ı" (Millet'i) HÜR iradeye (yani egemenliğe) sahip ve devletin temel bir unsuru olarak ilk kez benimseyen ve benimseten Atatürk olmuştur. Atatürk'e gelinceye kadar Halk devletin bir unsuru olmak şöyle dursun ve fakat devlet'in sahibi olanların (Padişah ve avanesi) sömürdükleri bir varlık idi...
Ve ne gariptir ki bu düşmanlığını devlet asıl müslüman Türk halkına göstermekten haz duyardı. Müslüman olmayan ahali, azınlıklar, Müslüman ahaliye nazaran çok daha hür ve serbest yaşar, kendi yağı ile kavrulurdu. Onların kendi eğitim kuruluşları kendi din örgütleri vardı ve kendi halklarının çok daha lehine çalışırlardı..."(s. 697)
SAVAŞANLAR İLE ÇALIŞANLAR ARASINDAKİ FARK.
BİR AVUÇ İNSAN,
OSMANLI İMPARATORLUĞUNU NASIL YÖNETTİ?
Bir toplulukta kamu hizmeti yüklenenler, daha çok o devletin nimetlerinden yararlanma imkânına sahiptirler. Meselâ, ordu mensupları ve devlet memurları, halktan daha fazla yararlanırlar, ancak onların serbestlikleri de o nisbette kısılmıştır. Halk devletten maaş almaz, aksine vergi öder, ama daha serbest ve hürdür. Bu durum başkanlar için de böyledir. Saraydan dışarı çıkamazlar. Adeta hapis gibidirler. Ama sarayda da istedikleri gibi yaşarlar.
İslâm devletlerinde, savaşanlar ile çalışanlar arasında vatandaşlık farkı vardır. Çalışanların siyasî hakları yoktur. Ancak bunun yanında savaşanlar için yasak olan bir çok şey onlar için yasak değildir. Savaşanların mükellef olduğu askerlik hizmeti onlarda yoktur. Onlar kendi aralarında tamamen serbesttirler. Daha çok çalışmak ve serbest yaşamak imkânını bulurlar.
Bu durum Lozan Anlaşması ile Cumhuriyet döneminde de devam etmiştir. Onlar Elence ve Ermenice gazete çıkarabiliyor da, biz Osmanlı harfleriyle bir kitap bile basamıyoruz. Yani haklar bakımından onların imtiyazı devam ediyor da bizim ezilmişliğimiz sürüyor; ama eşit haldeyiz.
Bu nasıl eşitlikse?!.
Tüm krediler onlara, tüm serbestlikler onlara; ama biz yine eşitiz!
İslâmiyet'e göre;
Savaşa katılmayıp siyasi haklardan yararlanmıyanların ödedikleri fazla vergiden dolayı da farklı yararlanma hakları vardır. Bu hakların belirlenmesinde ilk sözleşmeler esastır.
Osmanlılar genel olarak bunları hep onların lehinde yapmış, böylece tebaasını memnun etmiş ve huzur içinde devletini yönetmiş, ayrıca yeni fetihler de kolaylaşmıştır. Güvenleri ve düzenleri bozulan ülkelerin halkı, Osmanlıları adeta bekler olmuştur. Kalelerin çoğu içten fethedilmiştir. Fethedilen kalelerin başına yine eski beyler bırakılmış ve onlarla sıhrî yakınlıklar kurulmuştur. Yani azınlıkların -ki o zaman çoğunluk idiler- serbestlikleri çıkar paralelliğine dayanıyordu.
600 yıl boyunca bir avuç insanın koskoca imparatorluğu yönetmesi ve bu kadar geniş bir coğrafyada yaşayan insanları sağlıklı bir dengede tutabilmesi böyle mümkün olmuştur.