İKİNCİ BÖLÜM
CUMHURİYETE
GEÇİŞ
BİRİNCİ BAŞLIK
CUMHURİYET DEVRİNİN
HAZIRLIK SAFHASININ
TEMEL ESASLARI
BİRİNCİ KONU
"Millet Egemenliğine" dayalı
Hür ve Bağımsız yeni bir Türk Devletini kurma çabaları
İlhan Asel'e göre;
Mustafa Kemal'de,
ömrü tamamlanmış olan müstebit yönetimden
ülkeyi kurtarma fikri daha ilk günlerde belirlenmişti.
"I- "Millet egemenliği" fikrinin ve bununla ilgili kuruluşların Devlet yaşamlarımıza kazandırılması.
19 Mayıs 1915 tarihinde Samsun'a ayak basan Atatürk, memleketin o zamanki durumunu anlatırken: "...düşman devletler Osmanlı devletine ve ülkesine maddeten ve manen saldırı halinde, yok etmeye ve paylaşmaya karar vermişler. Padişah ve halife olan kişi hayat ve rahatını kurtarabilecek çareden başka birşey düşünmüyor. Hükümeti de aynı halde. Farkında olmadığı halde başsız kalmış olan millet zulmet ve müphemiyet içinde kaderini bekliyor. Felaketin dehşet ve ağırlığını duymaya başlayanlar bulundukları ortam ve duydukları etkilere göre kurtuluş çaresi saydıkları tedbirlere yönelmişler. Ordu ismi var cismi yok bir halde, kumandanlar ve subaylar büyük savaşın bunca yoksunluğundan ve zahmetinden yorgun, vatanın parçalanmak-ta olduğunu görmekle üzgün, gözleri önünde derinleşen karanlık, felaket uçurumu kenarında dimağları çare, kurtuluş çaresi aramakla meşgul... Millet ve Ordu Padişah ve Halifenin hiyanetinden haberdar olmadığı gibi o makama ve o makamda bulunana karşı yüzyılların kökleştirdiği dinsel ve geleneksel ilişkilerle bağlı ve sadık, millet ve ordu kurtuluş çaresi düşünürken, bu geleneğin itişiyle kendinden önce kutsal hilafet ve saltanatın kurtarılmasını düşünüyor. Halifesiz ve padişahsız kurtuluşun kavramını anlamak yeteneğinde değil..." Bk, Kemal Atatürk, Nutuk, (Türk Devrim Tarihi Enstitüsü yayını 1950 cilt I, sh. 10) (s. 760)
Bu durum karşısında memleketi gerek yabancı işgallere ve gerek yüzyılların bir musibet gibi milletin başına musallat ettiği istibdat sahibine karşı kurtarmak gerekiyordu. İşte temelleri çökmüş, ömrü tamam olmuş ve parçalanmış Osmanlı devletinin yerine millet egemenliğine dayalı bağımsız yeni bir Türk Devletini kurmak kararı Atatürk'ün Anadolu'ya ayak bastığı andan itibaren uygulamaya geçtiği bir karar olmuştur."(s. 761)
HIRİSTİYAN+YAHUDİ İTTİFAKI
SİYONİZM VE HEDEFLERİ
MUSTAFA KEMAL VE MİLLET UYGUN YOL İZLEMİŞTİR
İslâmiyet Arabistan'da doğdu ve bir taraftan Afrika'nın kuzeyinden yayılarak yüz sene içinde Cebel-i Tarık Boğazı ile İspanya'ya ulaştı, diğer taraftan İran Sasani İmparatorluğu'nu yıkarak sınırları Türkistan'a kadar vardı. Türkler iyi savaşçı topluluk oldukları için savaşta yenilmediler ama medeniyetleri de olmadığı için İslâmiyet'i kabul ettiler ve yönetimi ele aldılar. İşte böylece Büyük Selçuklu İmparatorluğu doğdu. Sonra Anadolu Selçuklu Devleti ve arkasından Osmanlı İmparatorluğu ortaya çıktı. Osmanlı Medeniyeti, Türk-İslâm sentezi bir medeniyettir. Selçuklular ve Osmanlılar Bizans İmparatorluğu'na varis oldular. Onun tüm topraklarını ele geçirdiler.
Avrupa dışındaki tüm ülkeler İslâmiyet'e karşı direnmediler ve daha Arapların hükümran oldukları zamanlarda İslâmiyet'i kabul ettiler. Türkler hakimiyeti ele geçirdikten sonra hükümran oldukları yerlerde zaten İslâmlaştırma cihetine gitmemişlerdir. Ağır vergiler yüklemedikleri için halk Müslüman olmağa gayret göstermedi. Ama İslâmiyet her yere yayıldı. Avrupa Hıristiyanlık adına direndi. Haçlı orduları kurdular ve İslâm ülkelerine defalarca saldırdılar. Endülüs Müslümanlarının işini 500 yıl önce bitirdiler. Endülüs'te tek bir Müslüman bile bırakmadılar. Müslümanların başka ülkelere göç etmelerine de izin vermediler. Çeşitli oyunlarla yerinde imha ettiler. Selçuklu ve Osmanlılarla ise devamlı olarak uğraşıp savaştılar.
Endülüs'te Haçlı Orduları yalnız Müslümanları değil Yahudileri de karşılarına almışlardı. Böylece Endülüs'ten yalnız Müslümanlar değil Yahudiler de temizlendi. 500 yıl önce Endülüs Yahudilerini dünyadaki hiç bir ülke kabul etmemişti, ama Osmanlılar onları ülkelerine kabul etmişlerdi. Şimdiki İstanbul Yahudileri işte bu İspanya Yahudileridir ve hâlâ İspanyolca konuşmaktadırlar.
Osmanlılar ile yapılan savaşlarda ise Avrupa Yahudilerle işbirliği içine girdi. Onlara Arz-ı Mev'ud'u yani vâdedilmiş mukaddes toprakları vâdetti ve böylece Yahudileri yanına çekti. Bu işbirliği günümüze kadar gelmiştir ve hâlen de devam etmektedir. Bundan dolayı Osmanlılar yalnız Hıristiyanlarla değil Yahudilerle de aynı derecede boğuşmak ve savaşmak zorunda kalmışlardır. İşte genel olarak İslâmiyet'e karşı oluşan bu Yahudi + Hıristiyan ittifakına 'siyonizm' denmektedir.
Siyonizmin hedefi, Osmanlı İmparatorluğu'nu parçalamak; Arz-ı Mev'ud'u Yahudilere verip onlara Orta Doğu'da Avrupa bekçiliğini yaptırmak; tüm Avrupa'yı, Balkanlar'ı, Kırım'ı ve Anadolu'yu Müslümanlardan temizleyip arıtmak olmuştur. Bu iş 2000 yılında bitecekti. Ancak hedefe ulaşmak için iki kademelik bir plan hazırlandı. Bunlardan ilki insanî görüşlü olan, tabiî ve sosyal kanunlara uygun olan, ulusçuluk fikirleriyle önce imparatorluğu parçalamak ve ayrı ayrı devletler kurmak. Sonra buralarda Hıristiyan devletler oluşturmak, Orta Doğu'da ise Yahudi devletini kurmak. Sonra Müslüman ülkeleri birbirleriyle savaştırmak ve bu arada Müslüman halkı imha etmek.
Osmanlılara karşı yukarıda çok kısa olarak özetlediğimiz bu parçalama planını gerçekleştirmek için önce ülke dışında Genç Osmanlılar Cemiyeti, sonra Jön Türkler ve nihayet ülke içinde İttihat ve Terakki Cemiyeti kurulmuştur. Bunların gayesi insanî idi. Osmanlı İmparatorluğu yerine bir Türk devletini kurmak. Millî devleti oluşturmak. Her ulusun kendi kendisini yönetmesi...
Elbette bütün paravan fikirlerde olduğu gibi bu fikirlerde ve düşüncelerde de bir netlik yoktu. Elle tutulur somut şeylerden bahsedilmiyordu.
Meselâ;
Ulusal Türk Devleti'nin sınırları ne olacaktı?
Osmanlı Hanedanı'nın durumu neydi?
Bu yeni devletin dini ne olacaktı?..
Bu sorular çoğaltılabilir.
Bunlar ve bunlara benzer diğer temel konular belirsizdi, belirsiz kalmaya devam ediyordu ve herkes kendine göre anlıyordu.
Osmanlı İmparatorluğu, bu millî devlet kurulacak diye işte bu İttihat ve Terakki yöneticileri tarafından ihanetle çökertilmişti. Akılsız ve mantıksız bir şekilde savaşa girilmiş ve yine ciddi olmayan muharebe şekilleriyle imparatorluk çok kısa bir zamanda çökertilmişti.
Bu ara İstanbul'da Meclisi Mebusan toplanmış ve millî sınırları belirlemişti. Bu sınırlar aslında Avrupalılarca çizilmişti. Asırlarca önce çizilmişti. Geçici Müslüman Türk Devleti bu topraklarda kurulacak, sonra Hıristiyanlar iktidarda olacaktı. Çünkü Müslümanlar Anadolu'da henüz azınlıkta idi. Türkler asırlardan beri hep savaşıyor ve ölüyor, Rum ve Ermeniler ise dışarıdan aldıkları yardımlarla durmadan çoğalıyor ve gelişiyorlardı. Bir müddet sonra yönetim seçimle Hıristiyanlara geçecek, sonra da Türkler imha edilecekti.
Plan böyleydi. Ancak Misâk-ı Millî'nin çizilmesi Osmanlılardaki belirsizliği ortadan kaldırmıştı.
Mustafa Kemal Anadolu'ya giderken bunların hepsini biliyordu. Gayesi, Misâk-ı Millî sınırlarını ortaya koyup Batılıların da planlarında bulunan Anadolu ve Trakya'yı içeren devleti kurmaktı. Bundan dolayı Vilayeti Şarkiyye hudutlarını savunma adına genişletti. Anadolu ve Rumeli Müdafai Hukuk Cemiyeti'ne çevirdi. Mustafa Kemal Anadolu'da bir Türk Devleti'ni kurarken Batılıların ciddî bir mukavemeti ile karşılaşmayacağını hesaplamıştı. Çünkü geçici de olsa onların programında zaten böyle bir devlet kurma fikri mevcut idi.
Avrupa o tarihlerde ikiye ayrılmıştı. Fransa, İtalya ve Rusya geçici Anadolu devletinin kurulmasını ve Anadolu'nun Türklerden temizlenme işinin 2000 yılında yapılmasını savunuyorlardı. İngiltere ise bu işin fazla bekletilmeden hemen bitirilmesini, doğuda büyük bir Ermenis-tan ve Gürcistan, batıda ise büyük bir Yunanistan devletinin kurulma-sını öneriyordu. Türklere olsa olsa Anadolu'nun ortasında küçük bir yer verilmeliydi.
Anadolu'da geçici bir millî devlet kurulsa bile bu devletin dini devlet olmaması gerekirdi. Batılılar için bunun teminatı Mustafa Kemal'di. Mustafa Kemal alenen hiç bir zaman İslâmiyet'e karşı olmamıştı, ateist de değildi. Ancak özel hayatı İslâm kurallarına uymuyordu, içki içerdi ve kadınlara düşkündü.
Batı açısından, eğer devlet kurulacaksa Mustafa Kemal'in başkanlığında kurulması öneriliyordu. İşte Mustafa Kemal Anadolu'ya geçerken Batı bu bakımdan memnun olmuştu.
Böylece Hakimiyeti Milliye fikri hiç kimseye kötü gelmedi. Halk bunu istiklâl manasında anladı, Avrupalılar ise ateist bir devlet olarak anladı, sultanlar ise belki bunun ne anlama geldiğini bile düşünmediler.
İslâmiyet'e göre;
Savaşta savaş hükümleri uygulanır. Savaş hiledir denmiştir.
Savaşta kandırmak, hile yapmak ve her türlü oyun oynamak serbesttir.
Savaş ayrıca takip edilen yollarla değil;
Varılan sonuçla ölçülür ve değerlendirilir.
Öyleyse Mustafa Kemal ve Türk Milleti;
Gayet uygun ve başarılı bir yol izlemiştir, olan hayırlı olmuştur.
Kur'ân'da deniyor ki;
"Onlar keyd (tuzak) yaparlar.
Ben de keyd (tuzak) yaparım."(Târık[86]; 15,16)
"Benim keydim (tuzağım) metindir."(A'râf[7]; 183 ve Kalem[68]; 45)
* * *
Yazara göre;
Millî hakimiyetten gaye saltanata son vermekti.
"A- "Egemenliğin" millete ait oluşundan Atatürk'ün anladığı:
Egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait oluşundan Atatürk'ün anladığı şey bu gücün sınırsız ve paylaşılmaksızın doğrudan doğruya milletin olması idi... Daha başka bir deyimle Atatürk egemenlik deyimini kullanırken, onu sınırsız ve üstün bir güç olarak benimsemiş ve T.B.M.M.ni milletin tek temsilcisi olarak bu üstün güçle donatmayı da saltanat ve hilafeti yok etmek yerine Cumhuriyet rejimini getirmek amacıyla tek çare olarak görmüştür."(s. 761)
'MİLLÎ HAKİMİYET' NE DEMEKTİR?
İÇTİHADA GÖRE HAREKET İCMAYA GÖRE YÖNETİM.
Millî hakimiyet demek, seçim dışı iktidarı kabul etmemek demekti.
Mustafa Kemal bu sözü ile Avrupalılara şifre veriyordu; siz hiç endişelenmeyin ve merak etmeyin, ben bu saltanatı kaldıracağım, hilâfeti kaldıracağım, millî devlet kuracağım, sizin istediğiniz gibi bir devlet kuracağım. Şimdilik bütün bunlar ortak gayelerimizdir. Gelin bana izin verin, ben her ikimizin hasmı olan saltanatı ortadan kaldırayım, aramızdaki kozları ondan sonra paylaşalım.
Bu şifre işe yaramış, Sovyetler, Fransa ve İtalya hemen gevşemişlerdi.
Halk ise millî hakimiyet deyince, Türk milletinin kendi hakimiyetini anlıyordu. Bunu hemen Kuvvayı Milliye ile teyit ediyordu. Yani halk Kuvvayı Milliye kuracak ve halk kendi devletine hakim olacaktı. Sultanına bağlı olan halk elbette onu yine başında halife ve padişah olarak görecekti.
İslâmiyet'e göre;
Herkes kendi içtihadına göre hareket eder ve
icmalar ile yönetilir.
O günkü İslâm anlayışına göre Müslümanlar ümmeti vahide idi, dolayısıyla Hakimiyeti Milliye ile Hakimiyeti İslâmiye arasında bir fark yoktu.
Aslında Arapçada millet kavimden daha geniştir, bundan dolayı Hakimiyeti Kavmiye denmeliydi. Ama bu asla denemezdi. Çünkü o günkü seviye ve anlayış buna müsait değildi.
O halde 'Hakimiyeti Milliye'den kasıt neydi? Hiç kimse bunu açık ve net olarak bilmiyordu. Herkes kendine göre anlıyor ve bu kelime devletin kurulmasına neden oluyordu.
* * *
Yazara göre;
Millî hakimiyet cumhuriyet demekti, baştan bu gizlendi.
"1- Cumhuriyetin temelini kurma amacı:
Atatürk millet egemenliği esasını işlemekle ve onu yeni Türk Devletinin temeli yapmakla yeni devletin "devlet ve hükümet" şeklini de tanımlamış oluyor, yani cumhuriyetin tohumunu atmış bulunuyordu. Gerçekten de egemenliğin millete ait sayıldığı bir toplumda her şeyin genel seçimler gereğince belli olması ve devlet organlarının seçim yolu ile kurulması ve Devlet Başkanı'nın dahi normal olarak millet tarafından veya milletin seçtiği kimseler aracılığı ile seçilmesi gerekeceğinden millet egemenliği esasından Cumhuriyet rejiminin doğacağı pek normaldi...(s. 761)
Atatürk "Millete efendilik yoktur, hizmetkârlık vardır" derken millet egemenliğinin milletin bu düzeye çıkaracağını biliyordu. Millet egemenliği parolası ile işe başlarken bunun eninde sonunda milletin kendi iradesine göre kendisini yöneteceği bir Cumhuriyet rejimine varacağını düşünüyordu... "Başarı için diyordu Atatürk, pratik ve en güvenilir yol her safhayı vakit geldikçe uygulamaktı. Milletin gelişmesi..... için kurtuluş yolu bu idi."..."(s. 762)
HAKİMİYETİ MİLLİYE CUMHURİYET DEĞİLDİR.
'HER KAVMİN HÂDİSİ VARDIR'
MİLLÎ DEVLET DEMEKTİR.
'Hakimiyeti Milliye'nin anlamı değişik olarak anlaşılabilirdi. Osmanlı halkının Osmanlılara bağlılığı kendilerine değildi. Birlik olmanın yolu bir hükümdara bağlanmaktı. Yani milletin istiklâlini ve güvenliğini sağlayan bir vatandaşa bağlanmaktı. Hakimiyeti Milliye bunu gerektiriyordu. Yoksa bu başkan Osmanlı Hanedanından olacaktır veya olmayacaktır gibi bir şeyi içermiyordu.
Hakimiyeti Milliye cumhuriyet değildir.
Belki 'Hakimiyeti Nâs' olsa cumhuriyet olur. Yani cumhuriyette Hakimiyeti Milliye vardır ama her Hakimiyeti Milliyede cumhuriyet yoktur. Yabancıların yönetmediği her toplulukta Millî Hakimiyet vardır.
Mesele zaten rejim meselesi değildi. Elbette bir gün rejim meselesi de ortaya gelecekti. Ama şimdi onu tartışan yoktu. Osmanlı Hanedanı da bunu tartışmıyordu. Çünkü Osmanlılar için de kendi hanedanları ikinci mesele idi. Olsa da olurdu olmasa da. Nitekim zaferden sonra kendileri hiç bir iddiada bulunmamışlar ve direnmemişlerdir. Zaten bu merhalede direnseydiler de kimse peşlerinden gitmezdi.
İslâm düzeninde;
Yöneticilerin halkın kendi aralarından çıkması gerektiği esas alınmıştır.
'Sizden olan emir sahiplerine itaat edin' denmesi,
bundan ileri gelmektedir.
'Her kavmin hâdisi vardır' denmekle de,
millî devletin oluşacağı öngörülmüştür.
Onlu bir sistemde hiyerarşik bir teşkilâtlanma da devleti kavmî yapar.
Yani Allah insanı kendisine halife yapıp onu hâkim kılmıştır.
Devlet olma görevi de kavimlere verilmiştir.
Millet kelimesi Türkçede biraz daha farklıdır. Aşiret, kabile, şa'b ve kavmi birden ifade eden ilmî, dinî, meslekî ve siyasî teşekkülleri içeren bir organize topluluktur.
Ordu da millî bütünlük içindedir.
* * *
Yazara göre;
İktidar güçle elde edilir.
Sultanlar zorla elde ettiler, şimdi de kaybettiler.
"2- Bir yandan yabancı işgallere ve diğer yandan yüzyıllarca sürmüş olan iç istibdada karşı en etkili silah: "Millet egemenliği", en etkili yol: "Millet egemenliğini bilinçli kılmak".
Atatürk'ün giriştiği mücadele sadece dıştan gelen istilaya karşı değil ve fakat aynı zamanda bir iç mücadele yani Osmanlı Hanedan ve Saltanatının varlığına karşı ve hilafetin kaldırılması için bir mücadele idi. Atatürke göre, Osmanlı Hanedan ve Saltanatının sürdürülmesine çalışmak Türk Milletine karşı en büyük fenalığı işlemek olurdu... Hilafetin durumuna gelince, ilmin ve fennin yarattığı uygarlık dünyasında bunun gülünç sayılmaktan başka konusu kalmamıştı...(s. 762)...
1 Aralık 1921 tarihli konuşmasında "Millet egemenliğini almıştır ve isyan ederek almıştır. Alınmış olan egemenlik hiç bir nedenle ve suretle terk ve iade edilemez, bırakılamaz. Bu egemenliği tekrar geri alabilmek için, almak için kullanılmış olan araçları kullanmak gerektir" diyordu.(s. 763)...
31 Ekim 1922 tarihli bir konuşmasında da "..... egemenlik ve saltanat hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye konuşma ile tartışma ile (pazarlıkla) verilemez. Egemenlik, saltanat, kuvvetle ve kudretle ve zorla alınır. Osmanlı oğulları zorla Türk milletinin egemenlik ve saltanatına konmuşlardı ve bunu 600 yıldan beri sürdürmüşlerdi. Şimdi de Türk milleti, bu saldırganları uyararak egemenlik ve saltanatını isyan ederek kendi eline almış bulunuyor. Bu bir gerçek olaydır." Bk. Nutuk, C. II, (1920-1927, sh. 690 ve 691)."(s. 764)
KUVVET TEORİSİNE GÖRE GÜÇLÜ OLAN HAKLIDIR;
HAK TEORİSİNE GÖRE HAKLI OLAN GÜÇLÜ OLMALIDIR.
Kuvvet teorisine göre, kim güçlü ise haklı odur.
Hak teorisine göre ise,
Kim haklı ise onun kuvvetli olması gerekir.
Onun için haklı olan zayıfların birleşerek kuvvet oluşturmaları gerekir. Dış fetihlere yönelen bir topluluk için kendi içinde uzlaşma yani haklıyı kuvvetli kılma zorunluğu vardır.
Osmanlı Devleti korku üzerine kurulmamış saygı üzerine kurulmuştur. Fetihler de sadece şer kuvvetleri kovma şeklinde olmuş ve halk onu severek karşılamış, yönetimine karşı bir problem çıkarmamıştır. Hıristiyanlığın mutavaat felsefesine tam uyum göstermiştir. Bizans geleneği de aslında öyle idi.
Avrupa'dakilisenin hakimiyeti kuzey saldırılarından sonra ortaya çıkmıştır. Osmanlılar da ancak Bizans topraklarında hüküm sürebilmiş, öteye geçince gerilemeğe başlamışlardır. Çünkü orada din hakimdi ve yönetimi elinde tutuyordu. İslâmiyet'e teslim olmadı. Avrupa'nın İslâmiyet'e karşı direnmesi, oradaki yönetimin dinî olmasından ileri geliyordu. Çünkü Avrupa birliğini sadece din sağlıyordu. Bugün de hâlâ bu durum farklı değildir.
Yaşlanan imparatorluk artık çökmüştü. Yerine yeni güçler ortaya çıkmıştı. O yeni güç de millî orduları yöneten paşalar idi. Artık milleti bir müddet askerler yönetecekti. Ayrıca I. İslâm Medeniyeti de ömrünü doldurmuştu. İçtihat kapısının kapatılmasıyla artık kalıplaşmış olan mezheplerin yönetimde hiç bir yeri olamazdı. Bundan dolayı da yine belli bir müddet için Türkiye'yi ateist bir felsefe yönetecekti.
İslâmiyet'e göre;
İktidar güçle elde edilmez ama iktidarın güçlü olması şarttır.
Gücünü kaybeden bir hanedanın iktidarda kalmasının bir anlamı yoktur.
Gerçi Batı dünyası hâlâ bu geleneğini sürdürüyor ama bunun hiç bir aklî açıklaması yoktur. Hanedan ve krallıkların sembolik bir varlığı ve değeri vardır. Kral veya kraliçeler ülke yönetiminde etkili değildir.
Saltanatın kalkması ve
hilafetin bitmesi kadar tabii bir şey düşünülemez.
Ne var ki, Osmanlı Hanedanının gücünün kalıp kalmadığı başta bilinmediği için hep idarei kelâm edilmiştir. Ama saltanat kaldırıldığında artık hiç bir gücünün kalmadığı açıkça anlaşılmıştır. Çünkü hiç bir reaksiyonla karşılaşılmamıştır. Osmanlı Hanedanı da bu durumu medenice kabul etmiş ve köşesine çekilmiştir.
* * *
Yazara göre;
Kuvvetler birliği Meşrutiyete karşı kullanılmıştı.
"B- MİLLET EGEMENLİĞİ PRENSİBİ İLE BAĞDAŞABİLECEK TEK SİSTEMİN "kuvvetler birliği" ve "Meclis hükümeti" SİSTEMİ OLDUĞU TEZİ VE ATATÜRK:
Atatürk'e göre "kuvvetler birliği prensibi" memleket bakımından büyük önem taşımakta idi. Millet meclisinin Türk milletinin iradesini temsil eden tek organ olarak iş görmesi ve egemenlik hakkını kendinde taşıması ve bu nedenle yasama ve yürütme güçlerine sahip bulunması onun nazarında millî devletin kurulması ve hilafet ve saltanatın kaldırılması bakımından gerekli idi... Çünkü Atatürk'e göre "Meşrutiyet" demek kuvvetler ayrılığı demekti ve kuvvetler ayrılığı ise Meşrutiyet demekti. Meşrutiyetin var olabilmesi için egemenliği oluşturan 3 kuvvetin yani, yasama, yürütme ve yargı kuvvetlerinin ayrı ayrı ve bağımsız ellerde bulunması gerekti...(s. 764)... Oysa ki, meşrutiyet Atatürk'e göre, milletin gözünü boyamak amacıyla bulunmuş bir rejimdi... Millet egemenliği esası ile bağdaşabilecek bir tek hükümet sistemi vardı ki o da "meclis hükümeti" sistemi idi ve meclis hükümeti sistemi kuvvetler birliği esasına dayalı bir bir hükümet şekli idi..."(s. 765)
ASKERÎ MANTIKTA 'KUVVETLER BİRLİĞİ' ESASTIR
İSLÂM DÜZENİNDE 'KUVVETLER DENGESİ' ESASTIR
Askerî mantıkta 'kuvvetler birliği' esastır.
Savaşta bütün güç bir yerde teksif edilir ve komuta bir kişinin elinde olur. Bunun dışında bir yolla savaş kazanılamaz. Türkiye için 'kuvvetler birliği' sistemini savunma zorunluluğu vardı. İstanbul'da padişah vardı, İstanbul'da hükümet vardı ve meclis de karma bir meclisti. Bu şartlar altında savaşın yürütülmesi için bütün yetkilerin mecliste yani meclis başkanında toplanması kadar tabii bir şey yoktu.
Savaş kazanıldıktan sonra bu sistem değiştirilebilirdi.
Ancak savaştan sonra da savaş bitmiş sayılmamıştı. Daha inkılâplar yapılacaktı. Dolayısıyla sadece hükümet meclisten ayrıldı, onun dışında 1960'a kadar hep kuvvetler birliği teorisi korundu.
Daha önce devletin askerî metotlarla kurulduğunu ama askerî metotlarla yönetilemeyeceğini baştan belirttik. Dolayısıyla 'kuvvetler birliği' ilkesi başlangıçta çok iyi sonuçlar vermiş ise de, sonraları Türkiye'ye demokrasinin gelmesini geciktirmiştir; hâlâ da geciktirmektedir.
Türkiye'de neden demokrasi olmadığını daha anlamadınız mı?
İslâm düzeninde;
Ne 'kuvvetler ayrılığı' ne de 'kuvvetler birliği' sistemi vardır;
İslâm düzeninde 'kuvvetler dengesi' sistemi geçerlidir.
Devlet aşiret, bucak, il ve ülke olarak teşkilâtlanmıştır.
Ülkedeki teşkilâtın görevi dış savunmadır.
İl teşkilâtının görevi iç savunmadır.
Bucak teşkilâtının görevi adil bölüşmedir.
Aşiretlerin görevi birlikte çalışıp birlikte yaşamadır.
Bütün bu idari birimler bağımsız yönetimlere sahiptirler.
Her bucağın kendi kamu ve ceza hukuku vardır ve ayrıdır.
Bölge, ilçe ve siteler ise ekonomik kuruluşlardır ve
'merkezî yönetim' ile yönetilirler.
Ayrıca bucak, il ve ülkede
ilmî, dinî, meslekî ve siyasî teşekküller vardır.
Bunlardan her biri ayrı kuvvettir.
Ancak bunlar arasında 'kuvvetler dengesi' vardır.
Başkanın hakemliğinde ortaklaşa ülkenin yönetiminde söz sahibidirler.
* * *
Yazara göre;
Kuvvetler ayrılığı meşrutiyet gereği getirilmiştir.
"1- "Meşrutiyet" sisteminin ve "kuvvetler ayrılığı" esasının meşru ve gerçek olmadığı:
Atatürk kuvvetler ayrılığı nazariyesini çürütmek suretiyle meşrutiyet sisteminin meşruluk ve gerçeklik dışı olduğunu şöyle anlatmıştır."(s. 765)
AVRUPA, OSMANLILAR VE TÜRKİYE'DE YÖNETİM
İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET DÜZENİNİN DÖRT AYAĞI
Avrupa'da hükümdarlar mutlak yönetime sahip idiler. Kendileri kanun yapar, kendileri uygular ve mahkemeyi de kendileri yapıp ceza verirlerdi. Murakabe diye bir şey yoktu.
Bu sisteme iki koldan direnme gelmiştir:
1. Bunun biri asilzadelerden gelmiştir. Asilzadeler yönetime kendilerinin de girmesini istemişler ve bir lordlar kamarasını oluşturmuşlardır. Kral halka hakim olmak için bu kamaraya bazı haklar tanımıştır. Böylece tek başına halka hakim olma yerine asilzadeler aracılığıyla hakim olmayı daha kolay bir yol olarak bulmuştur.
2. İkincisi de halktan gelmiştir. Halk daha ziyade vergi altında ezilince krallara istediği gibi vergi koymaması için halk meclisleri oluştu. İngiltere'de de halk meclisi oluştu. Buna avam kamarası dendi. Böylece kara Avrupasında tek meclis ve parlamento gelişirken adeta çift meclis ve hükümdar arasında hakimiyet bölüşüldü.
Osmanlılarda padişahın kanun yapma yetkisi yoktu. Hele vergiyi hiç artıramıyordu. Dolayısıyla Avrupadaki olayların hiç birisi cereyan etmedi. Asilzadeler de yoktu. Osmanlıların derdi, yaşlanmış olmaları sebebiyle yenilme idi. Avrupadan suni meseleler getirilmişti. Ama bunlar asla fonksiyonel olmamıştı.
Mustafa Kemal bu suni ayırımları bırakıp 'kuvvetler birliği' ilkesini benimsedi. Hanedan zaten kalkacaktı, asilzadeler de yoktu. Yapılacak iş ve takip edilecek yol, tek meclis sistemiydi. Esasen inkılâpların yapılmasında meclisin de rolü olmayacaktı. Çünkü halka karşı yapılan bir harekette halkın temsilcileri işe yaramazdı. 20. yüzyılın inkılâpçıları şuna inanıyorlardı; halk henüz kendi kendisini yönetebilecek seviyede değildir, biz inkılâpları yapalım, dinlerin eğitmesi gibi biz de halkı eğitelim, sonra yaşlılar ölür, gençler ise zaten bilmezler. Böylece inkılâp olup biter sanmışlardır.
Bu anlayışın sonuç vermediği Sovyet uygulamasından anlaşılmıştır. Diğerleri için yeteri kadar zaman olmadı denebilir. Oysa Sovyetlerde yeteri kadar zaman geçmiş ama hedefe ulaşılamamıştır.
İslâm düzeninde;
Tanrı adına yüklenilen
millî hakimiyet dışında bir kuvvet kabul edilmiyor.
Başkan, başkan olduğu müddetçe yetkileri vardır.
Ancak bu yetki şûralardan gelmektedir.
Şûralar bağlanma ile oluşmaktadır.
Ne var ki, bir insanın nasıl iki eli ve iki ayağı varsa, devletin de dört dayanağı vardır; ilim, din, iktisat ve idare. Hakim olan millettir, ama değişik kuruluşlara değişik hizmetler gördürmektedir. Halkın değişik görevler için değişik kimseleri ataması normaldir. Ama aynı hizmetler için aynı kimseleri ataması manasızdır. Oysa çift meclis aynı hizmeti ortaklaşa görüyordu ve manasız idi.
İslâm düzeninde;
Yasama ilmî meclise,
Yürütme meslekî meclise,
Murakabe hizmeti dinî meclise,
Yargı da siyasî meclise verilmiştir.
Bunlar kesin olarak birbirlerinin işlerine karışmazlar.
Aralarında çıkan yetki ihtilâfları da başkanlar tarafından çözülür.
* * *
Yazara göre;
Tabiatta kuvvetler ayrılığı vardır.
"a) Neden "kuvvetler ayrılığı" diye bir şey olamaz.
T.B.M.M'de yapmış olduğu birçok konuşmalarında ve özellikle 1 Aralık 1921 tarihli nutkunda Atatürk kuvvetler ayrılığı diye birşey olamayacağını, bunun uydurma ve sırf bazı kişisel çıkarları veya sınıf ayrıcalıklarını sağlamak ve korumak amacıyla düşünülmüş ve bulunmuş bir formül olduğunu belirtirken: "Gerçekte efendiler, tabiatta efendiler, alemde efendiler, kuvvetler ayrılığı yoktur" diyerek bu görüşünü şu şekilde isbata çalışmıştır:"(s. 765)
TABİATTA 'KUVVETLER DENGESİ' VARDIR.
DEVLET;
ULUS İLE ÜLKE ARASINDA KURULAN DENGEDİR.
Tabiatta 'kuvvetler dengesi' vardır.
Bu denge en küçük atomun yapısına kadar iner. Çekirdek elektronu çeker, elektron da hareket ederek kaçmak ister, böylece denge kurulur. Atomlar arasında da itme ve çekme kuvvetleri vardır. Uzaklaşınca çekme kuvveti güçlenir, yaklaşınca da da itme kuvveti güçlenir, böylece moleküller oluşur.
Hayat sadece dengedir.
Dolayısıyla tabiatta kuvvetler ayrılığı yoktur sözü çok yanlıştır.
Bir mıknatısın kuzey ve güney kutbu vardır. Toplulukta da sağcılık ve solculuk vardır. Topluluğu bundan kurtaramazsınız. Tıpkı mıknatıs gibidir. Mıknatısı ortadan ayırırsanız hemen bir çift yeni kutup oluşur ve iki mıknatıs olur. Mühendisin bütün işi bu dengeleri bulup ona göre malzeme ve büyüklükleri seçmekten ibarettir. Sosyoloğun vazifesi de bu dengeleri koruyacak müesseseler kurmaktır.
Tabiatta iki türlü denge vardır: Biri iki kuvvet arasında kurulan dengedir. Biri de sıcaklıkta olduğu gibi çok sayıda serbest hareketten dolayı doğan dengedir. Su basıncı böyle bir denge oluşturur.
Toplulukta da karı-kocada olduğu gibi ikili denge vardır veya çok partili sistemde olduğu gibi çoklu denge vardır. Sosyolog, bir sistemi önerirken tüm denge problemlerini çözmüş olmalıdır.
İslâm düzeninde devlet;
Ulus ile ülke arasında kurulan dengedir.
Ulus, ortak kararlar alarak ülkeye hakim olur, ülke de mülkiyet ile ulusun fertleri arasında paylaşılır. Böylece kamu kararları ile kişi kararları arasındaki denge devleti oluşturur. Yani devlet öyle bir nesnedir ki, hem topluluk kararlarına imkan verir hem de ferdî kararlara imkan verir. Bunların ikisini birden bir denge içinde tutan devlet olur.
İnsanda 'fikir' ile 'his' dengededir.
Meselâ, açsınız ve bir başkasının meyvasını gördünüz. Duygularınız sizi hemen o meyvayı alıp yemeye zorlar. Fikriniz ise karşı çıkar; bu başkasının malıdır sonra ağır ceza ödersin der. İşte bu çekişme sizde bir denge oluşturur. Sonunda karar verir ve bu karara göre hareket edersiniz.
'Din' ile 'ilim' arasında da böyle bir denge vardır.
Din şüphelenmeden uymayı, ilim ise şüphelenmeden hiç bir şeyi kabul etmemeyi emreder. Ekonomi yaptırıcı, idare yasaklayıcıdır. İşte bunlar arasında denge oluşmaktadır.
İslâm devlet düzeni 'denge' kriterleriyle oluşturulur.
* * *
Yazara göre;
Topluluğun kuvveti fertlerin kuvvetinden üstündür.
"Kuvvet denilen şeyin kaynağı"
Atatürk'e nazaran: insanlar sosyal varlıklardır ve bir arada yaşamak ihtiyaç ve zorunluluğundadırlar. Beraber yaşayan insanlar bir toplum oluştururlar ki, "... Bu toplum kendisini yapan kişilerin kuvvetlerinin toplamından ortaya çıkar ve işte irade, egemenlik denilen kuvvet bu kuvvetten ibarettir; İşte bu kuvvet toplumun kuvvetidir, ve bu kuvvet toplumu yapan her kişinin ayrı ayrı kuvvetine üstündür."
Bk. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, 1919-1938, (Türk İnk. Ta. Enst. Yayınları, İstanbul 1945, Cilt I, sh. 205)."(s. 765)
DEVLET DÜZENİNDE MEVZUAT VE TEŞKİLÂT.
HAKKIN ÜSTÜNLÜĞÜNE DAYANAN DEVLET ANLAYIŞI.
Mühendislikte bir cismin iç enerjisi vardır. Bunlar cisim içindeki gerilmeleri oluştururlar. Bunların bir kısmı dışa karşı kuvvetler şeklinde belirir. Bütün enerji dışa karşı yöneltilemez. Dışa karşı etki ancak içerde zıtlaşma yoksa mümkündür. İçteki zıtlaşmalar kuvvetleri ifna eder, dışa karşı kuvvetsiz kalınır. İçte de dengenin oluşması için zıtlaşma olmalıdır.
Bunun için şöyle bir kural vardır:
Dışarıdan etki gelmediği zaman iç kuvvetler birbirleriyle zıtlaşarak denge oluştururlar, dıştan etki gelince bir olup dışa karşı cephe kurarlar.
Benzer olay toplulukta da vardır. İçte zıtlaşma sonunda güçlenecekler, sonra dışa karşı birleşecekler. İşte o zaman topluluk bir kuvvet oluşturmuş olur. Topluluğun kuvvet olabilmesi için güçlerini bir tarafa yöneltmeleri gerekir. Bunu sağlayan da mevzuattır ve teşkilâttır. Mevzuatla teşkilât ahenkli etkilerle topluluğu bir yöne yöneltirlerse büyük güç oluştururlar.
İslâm'ın devlet anlayışı hakkın üstünlüğüne dayanır.
Haklı üstündür ve kuvvetli olmalıdır.
Peki, hakkın üstünlüğünü kabul etsek bile kuvvetli kabul etmeyince bir manası olmayacaktır. Öyleyse haklı kuvvetli hâline gelmelidir. İşte bunu sağlayan 'dayanışma ortaklığı'dır. Birimize gelen zarar hepimize gelmiş kabul edilecek ve zarar birlikte giderilecektir.
Bu dayanışma yalnız düşmana karşı değildir, iç barış için de şarttır. Birinin başından bir kaza geçti, meselâ komşunun arabasını ödünç olarak aldı ve kaza yaptı, bu durumda bu arabanın tamir ve tazmini gerekir. Ama kim tazmin edecek?
İşte dayanışma ortaklığı bunu sağlar.
Bilgisizlikten doğan hatalar ilmî;
Beceriksizlikten doğan hatalar meslekî;
Tembellikten doğan hatalar dinî;
Kasden iras edilen hatalar siyasîdayanışma ortaklığınca
giderilecektir.
Gelen siyasî tehlikeler de tüm ulus tarafından birden karşılanacaktır.
Böylece teşkilâtlanmış olan halk çok güçlü olmaktadır.
Yeter ki teşkilât halkı istismar ve suistimal etmesin.
İslâmiyet bunun için denge düzenini önermiştir.
* * *
Yazara göre;
Sosyal etki de bir kuvvettir.
"Bu kuvvetin niteliği.
Toplumu var eden kişilerin kuvvetlerinin toplamı olan bu kuvvetin mutlaka maddi olacağı sanılmamalıdır. Bu kuvvet maddi olduğu kadar manevidir de. Toplumda beraber yaşamak zorunluğunda olan insanların müşterek bir sosyal duygusu vardır. Manevi olan bu sosyal duygu "bir kuvvet ve sosyal etki" oluşturur. Bu kuvvet zamanla ve insanların gelişmesi ile yükselir ve milli irade ve millet egemenliği dediğimiz şey işte bu kuvvettir. Hükümet kavramı da bu kuvvetin oluşmasından başka bir şey değildir.
Bk. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, 1919-1938, (Türk İnk. Ta. Enst. Yayınları, İstanbul 1945, Cilt I, sh. 206)."(s. 766)
DEVLET AŞAMASI ÖNCESİ 'SOSYAL KUVVET'
İSLÂM DÜZENİNDE TEŞKİLÂTLANMA SİSTEMİ.
İnsanlar bir arada yaşarken birbirine çok yakın olanlar arasındaki etkiler sosyal değil psikolojiktir. Aşiretin yapısı psikolojik kanunlar içinde faaliyettedir. Buna mukabil kabile içindeki yapı tam sosyaldir. Kabile içinde herkes birbirini tanır, ancak birbirini yakından bilmez. İnsan tanıdığı kimseleri kazanmak ister, dolayısıyla ona hoş görünmeye gayret eder. İki taraf da böyle olunca ikisinin de ayrı ayrı benimsedikleri ama bir araya gelince ikisinin de karşı taraf öyle istiyor diye savundukları şeyler olabiliyor. Böylece topluluğun ayrı kişiliği oluşuyor. Bu topluluk ruhu fertlerin ruhları toplamı veya terkibidir. Hiçbirisinin ayrı ayrı beğenmedikleri fikirleri topluluk canla başla savunur hattâ uğrunda savaşır. Muhalefetini gizli tutar. İşte buna 'sosyal kuvvet' diyebiliriz.
Teşkilâtlanmayan halk bu sayede de güç oluşturur. Devlet aşamasından önceki hayat işte bu hayattır. Daha geniş topluluklar birbirini tanımadığı için topluluk oluşturamazlar, ama temsilcilerden oluşan aşiretler ve kabileler tüm ülkenin fikirlerini devlet içinde toplarlar.
Kur'ân'da;
'Tanışasınız diye sizi şa'b ve kabile olarak oluşturduk'
demek suretiyle organizasyonun tanışmaya dayandığını belirtmektedir.
Aşiret, birbirini çok yakından bilenlerdir.
Kabile, aynı dili konuşanlardır.
Şa'b da kabilenin altındadır.
Kabile tanıyanlardan, şa'b da tanıyanları tanıyanlardan oluşmaktadır. Böylece bütün insanlık teşkilâtlanarak topluluk olmaktadır. İnsanlık bu organizasyonla hem bir vücut olmakta hem de çeşitliliği ve ayrılığı sonuna kadar götürmektedir.
Zaman zaman bu kademelerden biri zayıflamakta ve dolayısıyla belli huzursuzluklar ortaya çıkmaktadır. Ordularda ise bu zayıflama olmamakta, dolayısıyla gücünü korumaktadır.
Bundan sonra bu teşkilâtlanma sistemine önem verilecektir.
Çalışma ve yaşama aşiretler hâlinde yapılacak,
ortak üretim bucakta bölüşülecek,
iç güvenlik ilde korunacak,
dış güvenlik ise devlette korunacaktır.
* * *
Yazara göre;
Toplumun etki kuvveti ayrılmaz ve devredilemez.
"Bu kuvvetin ayrılamıyacağı ve devredilemeyeceği.
Atatürk'ün anlayışına göre, egemenlik denilen kuvvet "kuvvetlere" ayrılamaz ve devredilemez. Çünkü bir kere ayrılabilmesi veya parçalanabilmesi için toplumu yapan insanları ayırmak, parçalamak lazımdır... Bu kuvvet aynı zamanda devredilemez de, çünkü devredilebilmesi için o kuvvetin sahibi olan varlığın "mefluç olması ve mefluç bırakılması şarttır; ve atâleti ve betâeti kabul etmesi şarttır. Kuvvetini herhangi bir yere veren, kuvvet kullanmayan bir kişi, bir uzvu mefluçtur". Bir sosyal toplumu , siyasal bir toplum haline sokan şey, o sosyal toplumun, sosyal iradesi olan kuvvettir. Bu kuvvet o toplumdan alındığı veya başka bir yere tanındığı anda siyasal toplum dağılmış olur...
Bk. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, 1919-1938, (Türk İnk. Ta. Enst. Yayınları, İstanbul 1945, Cilt I, sh. 206)."(s. 766)
VEKÂLET SİSTEMİ VE DEVLETTE DENGE.
İSLÂMİYET'E GÖRE VEKÂLET VE EHLİYET.
Toplumun kendiliğinden oluşmuş kuvvetinin ayrılması ve devredilmesi söz konusu olamaz. Ancak toplumun organize olmayan bu ma'şeri gücü dışında organize olmuş gücü vardır. Bu da vekâlet sistemidir. Bir kimseyi on kişi tevkil etse, o kişi onların vekili olarak hareket etse, topluluk hareket etmiş olur. Burada kuvvet devredilmiş olur. Bir kimsenin yalnız bir kişiyi vekil etmesi yerine ayrı kişiyi tevkil etse kuvvet bölünmüş olur. Esasen devlet bu yetki devrinden oluşmaktadır, vekâlet sisteminden oluşmaktadır. Tüm özel hukukta vekâlet ilkesi vardır. Esasen başkan böyle bir vekildir. Halk şûra üyelerini kendisine tevkil eder, şûra üyeleri de başkanı kendilerine hakem yaparlar, böylece birlik oluşur ve kuvvet olur.
Halkın kendi işlerini tamamen bir meclise devri halkın kendi kontrolünü kaybetmesi demektir. Oysa teşri işlerini başka, icra işlerini başka, kaza işlerini başka ve murakabe işlerini de başka başka meclislere ve temsilciliklere devri halkın hakimiyetini elinde tutmasını sağlar. Vekâleti geri alıp başkasına verebilmesi de devamlı olarak hakimiyetini elinde tutma imkânını verir. İşlerin parçalanmadan başarılması için başkanlar vardır. Onlar hakemlik yapar ve birlik sağlarlar. Bir taraftan halkla temsilciler, diğer taraftan temsilcilerle başkanlar arasında kurulan etki, kamu hizmetlileri ile hakemler arasında kurulan etki, kamu hizmetlileri ile hakemler arasında kurulan denge devleti oluşturur. Bunlardan birinin eksik olması devletin totaliter olmasını zorunlu kılar.
İslâmiyet'e göre;
Adi vekâletle temsili vekâlette benzerlik vardır. Yalnız adi vekâlette tevkil etme zorunluğu olmadığı halde burada asaleten bulunma imkânı yoktur. Tevkil etmek zorundasın.
Bundan başka özel vekâlette bazı hususları istisna caiz olduğu halde, burada istisna caiz değildir. Bu tevkil gerekçesi ihtisastan doğmaktadır. Ehliyeti olmayana araba kullanma vekâleti vermek nasıl caiz değilse, nasıl sen de ehliyetin yoksa arabayı kullanamazsan, burada ehliyeti olmayan temsilci olamamaktadır.
Ancak ehliyetin tesbiti de onu tevkil edenlerin yeter sayıda olmasıyla belirlenir. Yani ehliyeti de yine topluluk vermiş oluyor. Bunun pratik sonucu olarak da temsilcilerin sayısı azalır ve istişare imkânı doğar, terkibi kararlar imkân dairesine girer.
Oysa bugünkü meclis sisteminde bir dayanak bulmak mümkün değildir.
* * *
Yazara göre;
Topluluklar olgunlaştıkça yöneticilerine karşı çıkarlar.
"2- Kuvvetler ayrılığı ne demektir, neden bazı ülkelerde kabul edilmiştir ve ne sonuç yaratmıştır?
a) "Aslî kuvvet" - "müstebit kuvvet" (İstibdat yapan kuvvet)
Atatürk'e göre: İnsanlar tabiatları gereğince beraber yaşarlar ve fakat beraber yaşayan bu insanlar mutlaka yönetilmek ihtiyacındadırlar...(s. 766)
Sosyal topluluğun oluşmasında onu yönetmek için birisi egemen olmak ister. Fakat diğeri, yani sosyal toplum olgunluğa kavuşur kavuşmaz, kayıtsız ve şartsız olarak bu egemenlikten kurtulmak ister. Demek oluyor ki, ortada sosyal topluluğun iradesi, egemenliği, doğal ve gerçek olan bir kuvveti, ve bir de bu topluluğun isteği ve dileği karşıtı ve çeşitli nedenlerden dolayı doğmuş emreden, ibtibdat yapan bir kuvvet vardır. Tarihin ilk devirlerinden bu güne gelinceye kadar emreden ve istibdat yapan bu kuvvet ile gerçek ve öz kuvvet (asıl olan kuvvet) çatışma halinde bulunmuşlardır, ve ne kadar süreceği bilinmeyen bir zamana kadar bu çatışma gidecektir, ve bütün bu çatışmalar aslî kuvvetin asıl sahibi olan sosyal toplumun gerçek mutluluğuna yönelmiş bir emeğin, istibdat yapan kuvvet ile mücadelesidir. Gerçek kuvvet, yani millî irade kendisini kabul ettirmeye çalışarak istibdat yapan kuvvetin karşısında şekil ve yer almak ister. Fakat hiçbir zaman o istibdat yapan kuvvet bunun belirmesini istemez. İnsanlar geliştikçe yavaş yavaş o müstebit kuvvet de sosyal topluma kendi kendisini yönetme hakkını tanımak zorunluğunda kalır.
Bk. Atatürk'ün Söylev ve Demeçleri, 1919-1938, (Türk İnk. Ta. Enst. Yayınları, İstanbul 1945, Cilt I, sh. 208). Atatürk'e göre, bütün milletlerin yönetim tarihi böyle olmuştur."(s. 767)
TOPLULUKLARDA OLGUNLAŞMANIN TANIMLANMASI.
İSLÂMİYET'TE,
FİKRÎ KARŞI GELME İLE FİİLÎ KARŞI GELME.
Toplulukların olgunlaşmasını tanımlamak gerekir.
Bunu işbölümü ilkesiyle tanımlamış olacağız.
Bir toplulukta kişinin 24 saati vardır. Bunun bir kısmını kendi işinde harcar, diğer kısmını da başkasının işinde harcar. Tüm saatlerin başkaları için harcanan saatlere bölümü o topluluğun medeniliğini ifade eder.
Bu arada insanların yavrularına ve anne babasına harcadığı vakitler de kendisine harcanmış kabul edilir. Bundan başka bir toplulukta insanlar çalışır ve kendi karınlarını doyururlar. Artan zamanlarında ya başka işlerde çalışırlar veya kültür faaliyetlerinde harcarlar.
Bir topluluğun tüm vakitlerini kendilerini doyurmak için yaptıkları çalışmalara ayırdıkları vakite bölünmesi, o topluluğun ve o ülkenin mamuriyetini gösterir. Nüfusun bir yılda ölene bölünmesi sonunda ortalama ömrü belirler. Nihayet nüfusun yılda cinayetlerle ölenlere bölünmesi sayısı olgunlaşmasını ifade eder.
Demek ki, refah yılda ölüm sayısıyla, medenilik iş bölümü ile, gelişmişlik yiyecek üretimindeki verimle, olgunluk ise işlenen öldürme suçları ile ölçülmektedir. İdamlar da bu sayıya dahildir.
Şimdi olgunluk, öldürme cinayetlerinin ve idamlarının az olması ile ölçüldüğünde yöneticileri kritik etme artar. Artar, zira ölüm korkusu yok demektir. Cinayetler işlenmiyor demek, halk tenkitlerle deşarj oluyor demektir ve ölüme varmadan işler düzeliyor demektir.
Burada karşı gelme iyi değerlendirilmelidir. Fikren karşı gelme ile fiilen karşı gelme çok farklıdır. Olgunlaşmış topluluklarda fikren karşı gelme artar, ama fiilen karşı gelme azalır. Herkes yetkilere ve mevzuata uymaya başlar, hakem kararları işler hâle gelir. O nisbette de fikir hürriyeti vardır. Yapılanlar veya yapılacaklar tartışılmaktadır.
İslâmiyet'e göre;
Günahların en büyüğü yönetime fiilen karşı gelmedir.
Hiç bir şey yapılamazsa, topluluğun yönetimine karşı gelme yerine orasını terkedip gitmedir. Fiilen karşı gelip topluluğun düzen ve huzurunu bozmayacak, ayrılıp gideceksin. Kötü topluluklar iç karışıklıklarla değil, ayrılmaların artmasıyla dağılma şeklinde tasfiye edilecektir. Buna mukabil fikren birbirini uyarma hakkı, tavsiye etme ve bu tavsiyelerde sabretme de o nisbette sevaptır.
Kur'ân;
Ancak bunları yapan toplulukların kurtulacağını söylemektedir.
Herkes herkesi uyaracak ve herkes herkesi dinlemek zorundadır.
Bundan dolayı konuşma hürriyeti vardır;
ama dinlememe ve susturma hürriyeti yoktur.
Demek ki, fikrî karşı gelme ile fiilî karışı gelme
birbirine karıştırılmamalı ve iyice ayırt edilmelidir.
Kanunları kritik etme başka şeydir;
kanunlara aykırı hareket etme başka şeydir.
Bundan dolayı bizim düzenimizde fikir suçu yoktur.
* * *
Yazara göre;
Türkiye Büyük Millet Meclisi
çağ açan bir yönetim tarzıdır.
"b) Kuvvetler ayrılığı sistemi insanların gözünü "meşrutiyet" fikri ile boyamak için konmuş sahte bir sistemdir.
Meşrutiyet sisteminin ve kuvvetler ayrılığı nazariyesinin kabule şayan olmadığını ileri süren Atatürk, kuvvetler ayrılığının dayandığı bir "meşrutiyet" hükümet şekli olduğunu ve "meşrutiyetin" dahi meşru olmadığını belirterek, kuvvetler ayrılığı nazariyesinin bu niteliğini şöyle açıklıyor: Yukarıda bahsi geçen aslî kuvveti yani milletin iradesini temsil eden kuvveti, istibdat yapan kuvvetin baskı ve etkisinden ayırmak fikrini savunan düşünürler ancak kuvvetleri ayırmak suretiyle topluluğun mutluluğa kavuşabileceğini iddia etmişlerdir. Çünkü bu iki kuvvetin sahiplerinin birbirine hiç olmazsa en az zarar verecek bir şeklini kuvvetlere ayırmak esasında bulmuşlardır. Bu buldukları şey nazariyat kitaplarında meşrutiyet adı altında anlatılmıştır. İstibdat yapan kuvvetin sahibini aldatmak için "korkma herşeyde egemen sensin, herşey senin... yalnız senin. Yalnız şu kötüye kullanmayı ve uyguladığın kuvveti senin de rahatın ve fakat senin de mevkiini asla sarsmamak şartı ile izin ver de ayıralım" demişler ve ayırmışlar... A.g.e., sh. 208.(s. 767)
Egemenlik denilen "aslî" iradenin aslî kuvvet olarak milletten başka bir yere ait olamıyacağını, böylece belirten Atatürk: "Gerçek halde egemenlik yalnız bir şekilde oluşur. O da egemenliğin sahibi olan insanların doğrudan doğruya bir araya gelerek yasama, yürütme ve yargı görevlerini bizzat görmeleri ile mümkündür"... Bilginlerin ve filozofların, sosyal toplumun gerçek çıkarlarını zedeleyen kuvvetin etkilerini hafifletmek amacıyla ve "ehvenişer" olmak üzere, kuvvetler ayrılığı nazariyesini ortaya attıklarını, ancak kuvvetlerin ayrılığı sisteminin insanların mutluluğuna yaramadığını söyleyen Atatürk: "Ve ben güveniyorum ki arkadaşlar diyordu, yeryüzünde var olan hükümet şekillerinden bir adım daha ileriye çıkmak, insanlık için mümkün olacak olursa, ....bulacakları şekil TBMM. Hükümetinin şekli olacaktır." A.g.e., sh. 209."(s. 768)
TÜRKİYE BÜYÜK MİLLET MECLİSİ'NİN OLUŞMASI.
SAVAŞTA DA İSTİŞÂRE EDİLMESİ EMREDİLMİŞTİR.
Tarihte devletler ya bir kuvvetin etrafında toplanır ve devletlerini oluştururlar, yahut temsilciler bir araya gelip sözleşme yapar ve kuvvet hâline gelirler. Böylece devlet oluştururlar. İslâmiyet bu ikinci tür devleti önermektedir.
Tarihte bu tür devletler çok azdır.
Hz. Musa (a.s.) kavmini ikna ederek Mısır'dan çıkarmış ve 40 yıl çölde dolaştırarak devletlerini kurdurmuştu.
Hz. Muhammed (s.a.v.) Medine'de değişik dinlerde ve ırklarda olan kabileleri birleştirerek anlaşma yoluyla devletlerini kurdurmuştu.
Bismark Alman prensliklerini gümrük anlaşmalarıyla birleştirerek onları bir araya getirdi ve devlet yaptı.
Bugünkü Avrupa Topluluğu da böyle anlaşmak suretiyle adım adım tek devlet olmaya doğru gidiyor.
Türkiye Büyük Millet Meclisi de bu yolla ve anlaşma suretiyle oluşmuş bir meclistir.
Onları kuvvet değil, hakkı savunma ve hakkı güçlü kılma ilkesi birleştirmiştir. Afganlıların bu işi yapamadıkları, savaşı kazandıkları halde devleti kuramadıkları, bu durumun aksine bir örnektir. Bu meclisin büyük önemi, son derece demokratik çalışmasıdır. Bu meclis aynı zamanda savaş meclisidir, yani demokrasinin askıya alınması gereken dönem meclisidir.
İslâmiyet'e göre;
Savaşta da olsa istişâre edilmesi emredilmiştir.
Bir savaşta Hz. Peygamber istişâre etmiş ve cemaatin fikrine uymuştur.
Bir savaş mağlubiyetle neticelendiğinde;
Akıl artık istişâreyi bırakmayı söyler.
Kur'ân ise istişâreyi emrediyor.
Sadece kararın başkanca verilmesini söylüyor.
Görülüyor ki, meclis İslâmî bir sistemdir.
Kararları alma ise ekseriyet ile değil yetkili başkanın istişâre sonunda vardığı kanaate göre olacaktır.
İslâmiyet'in bu usûlü birinci mecliste uygulanmış, meclis başkanını dinlemiş ve istediği istikamette kararlar almıştır.
Daha sonra, mecliste ekseriyeti temin edemiyen başkan farklı davranmış ve meclisi demokratiklikten çıkarmıştı.
* * *
Yazara göre;
Halk yönetimi sonradan istibdat yönetimine dönüştü.
"c) Kuvvetler birliği sisteminin doğal bir sistem olduğu:
Egemenliğin gerçekte yalnız bir tek şekilde ortaya çıkabileceğini ve bunun da egemenliğe sahip olan insanların bir araya gelerek yasama, yürütme ve yargı görevlerini doğrudan doğruya yerine getirmeleri ile mümkün olabileceğini söyleyen Atatürk, bu tür hükümetlerin esasen insanlık tarihinde yeni görülmüş bir şekil olmadığını, tarihte örnekleri bulunduğunu, ve örneğin Roma'da, İsparta'da, Atina'da ve Kartaca'da Halk Meclislerinin olduğunu, bunların kanun yaptıklarını, memurları seçtiklerini, adalet işini yerine getirdiklerini söylüyordu. Ancak 2000 yıl önce iş görmüş olan bu sistemlerin çeşitli nedenlerle ve örneğin insanları aldatan istibdat sahiplerinin ortaya çıkmaları ile son bulduğunu ve Halk Yönetimi sistemlerinin zamanla mutlak krallıklara ve imparatorluklara dönüştüğünü ve bundan dolayıdır ki, bugün için Halkın Yönetimi kullanması yolu ile mümkün olacağını belirtiyordu. Bk. A.g.e., sh. 210."(s. 769)
İSTİKLÂL SAVAŞI DEMOKRATİK MECLİSLE KAZANILDI.
BAŞKAN HER ZAMAN İSTİŞÂRE ETMEK ZORUNDADIR.
İstiklâl Savaşı demokratik bir meclisle kazanılmıştı.
Gerçekten burada 'halk meclisi yönetimi'nin ne kadar güçlü bir yönetim olduğu ispatlanmıştı. Ne var ki, halk bu zaferleri meclisten değil Mustafa Kemal'den bildi. Mustafa Kemal ise inkılâplar yapmak istiyordu. Meclis ise ekseriyetiyle artık kendisini desteklemiyordu. Bu durumda yapılacak iş bu meclisi dağıtmak ve halkın kendisine bağlı olan meclisi seçmesini sağlamaktı. Bunu halkın rızası ile de yapabilir, baskı da kullanabilirdi. Çünkü artık güçlü idi. Yahut da iktidarı bırakmak söz konusu olabilirdi.
Mustafa Kemal kuvvet teorisine inanıyordu, iktidar verilmez alınır diyordu. Onun elinden iktidarı alabilecek bir güç de yoktu. Bunda da haklı idi. İktidar devredilemez. İktidar iyi olarak kullanılır ama devredilemez. Bu nedenle tüm sultanları meşru sayıyoruz. Hanedan iktidarını başka bir hanedana devredemez. Devretmesi için başka bir güç çıkmalıydı. Bu güç de genellikle başka bir hanedan oluyordu.
Demokrasinin gelişmesinden sonra hanedanların elinden iktidarı alan güç belirmeye başladı. İşte bu nedenledir ki Mustafa Kemal tek parti sistemini geliştirip yerleştirdi ve kendisine göre iyi kabul ettiği inkılâpları yaptı. Durum kısaca ve özet olarak bundan ibarettir.
İslâmiyet ekseriyet sistemini kaldırmıştır.
Başkan her zaman istişâre etmek zorundadır.
Şûra, başkanı korkutmak suretiyle değil;
İkna etmek suretiyle yola getirmelidir.
Son söz ise başkanın olmalıdır.
Durum böyle olunca başkan şûrayı dağıtmaz;
Başkan istişâreden kaçınmaz.
Ama bugün olduğu gibi 'ekseriyet sistemi' uygulanırsa, başkan ya meclisi kendine uygun kimselerle doldurur ve fikir söz konusu olmaz veya hepten istişâreden kaçıp keyfî yönetimi sürdürür. O halde tek parti sistemi, yine Türk toplumunun şeriatı bilmeyişi ve ondan kaçışı sonucudur.
Olayları şahısların hareketleriyle değil de sosyal kanunlarla yorumlamalıyız.
* * *
Yazara göre;
Yürütme yasamaya da hakim oldu.
"3) Kuvvetler ayrılığı sisteminin yürütmenin istibdadına yol açabilen bir sistem olması nedeniyle sakıncalı bulunduğu.
Atatürk, kuvvetler ayrılığı nazariyesinin uygulanışı ile ortaya aslında bir tek kuvvetin ve daha doğrusu yürütme kuvvetinin istibdadının çıkabileceğini söylemiştir. Atatürk Meşrutiyet nazariyesinin kurucusu olan düşünürlerin kuvveti üç ayrı parçaya ayırdıklarını ve bunlardan herbirinin bağımsız olarak kullanılmasını dilediklerini ve bu kuvvetlere yasama, yürütme, yargı adını verdiklerini belirterek bu üç ayrı kuvvet arasındaki ilişkilerin ve dengenin dahi onlarca öngörüldüğünü söyler: Kuvvetleri ayıranlara göre yasama kuvveti kanun yapan kuvvettir; bütün kanunları o yapar. Yürütmenin varlığı ancak yasamanın yaptığı bu kanunların içinde, o kanunlarla sürmüş olduğundan dolayı yasama kuvvetinin yürütme kuvvetinin üstünde olduğu sanılır...(s. 769)
Yasama kuvvetine gelince: gerçekte yasama kuvveti kanun yapar. Fakat yaptığı kanunun uygulanmasını bizzat kendisi sağlamaz: "Oysa ki, ...her şey kanun yapmaktan ibaret değildir. Bilakis her şey o kanunları uygulamak ve uygulatmaktan ibarettir." (Bk. A.g.e., sh. 207). Bundan dolayıdır ki yürütme kuvveti yasamaya nazaran üstün bir durum kazanır. Çünkü, uygulayan, yürüten, karar verenden daima daha güçlüdür. Böylece Atatürk, kuvvetler ayrılığı sisteminden sonuç olarak yürütme kuvvetinin üstünlüğünün ve istibdadının çıkacağını, ve bu nedenle kuvvetleri ayırmamak, parçalamamak gerektiğini ve daha doğrusu, bütün kuvvetleri milletin temsilcisi olan organda toplamak zorunluluğu olduğunu belirterek, ancak bu takdirde millet egemenliğinin oluşabileceğini düşünmüş ve bu esasları Anayasa yaşamlarımıza kazandırmıştır."(s. 770)
I. MECLİS VE II. MECLİSTEKİ FARKLI UYGULAMA.
BAŞKAN HER ZAMAN HALKIN İSTEKLERİNE UYMAZ.
Türkiye Büyük Millet Meclisi her türlü fikrî muhalefeti yapıyordu, ancak savaşta olduklarını takdir ediyor ve Mustafa Kemal ne istiyorsa kabul ediyordu. Fiilî muhalefet yahut oy muhalefeti yoktu.
Mustafa Kemal da aldığı her kararda meclisin oyunu koruyabilmek için dikkatli şekilde kararlar alıyordu. Zaten istişâre de işte buydu. Yani yürütme de yasama da yine yönetimin elinde idi; Mustafa Kemal'in elinde idi. Ancak ne var ki, Mustafa Kemal istişâre sonunda ve halkı dağıtmayacak şekilde hesaplı olarak bu kararları alıyordu. Başarıya da böyle ulaşıyordu.
Daha sonra ise meclis kalmadı. Fonksiyonunu adeta yitirdi. Seçilmiş değil de atanmış olan milletvekilleri susmuştu. Mustafa Kemal istişâresiz kararlar alıyor ve dolayısıyla yönetimi de demokratik olmuyordu. Bu uygulamanın tabiî sonucu olarak inkılâplar bir türlü oturmamış ve gayesine ulaşmamıştır. Çünkü bu inkılâpların hiçbiri istişâreler sonucunda yapılmamıştı.
İslâm düzeninde;
Başkan her zaman halkın isteklerine uymak durumunda
veya zorunda değildir.
Halk kitle hâlinde düşünür ve aklın kriterlerine sahip değildir. Çelişkili isteklerde bulunur. Sosyal baskının mantığı yoktur. Pekalâ çelişkili kararlar bir toplulukta yer alabilir. Olamayacak şeyler istenebilir.
Bu nedenledir ki, başkan bu tür istekleri frenler, görüşünde direnir ve sonunda topluluk başkanın makul taleplerini benimser. Çünkü topluluğun muhalefeti fikrîdir, fiilî değildir. Sonunda razı olur.
Şimdi, diyelim ki, halk hilâfetin kaldırılmasını istemiyor. Bunun için başları uçurma tehdidine ve dayatmaya gerek yoktur. Halkla istişâre edecek mekanizmayı kuracak ve bu konuyu tartıştıracak. Yani başkan doğrudan doğruya kendisi ortaya çıkmayacak. Hilâfetin kaldırılmasını isteyenlerle hilâfetin kalmasını isteyenleri tartıştıracak, o sadece seyirci ve dinleyici olarak kalacak. Halk iki taraftan da yorulacak. Oylama yapılsa belki çoğunluk hâlâ hilâfetin kalmasını isteyecek, ama başkan sonunda çıkıp 'ben hilâfeti kaldırdım' dediği zaman, oylama da yapılmış olduğundan herkes ona itaat eder. Zaten kimse hangi fikrin çoğunlukta olduğunu bilemez.
İşte böyle yapılmayıp parmak hesabı olunca topluluk ya çelişkilerle dolu kararlar alır veya istişâresiz tek kişinin yönetimine girer.
Bakınız, tüm aksaklıklar şeriattan uzaklaşmamızdan dolayı olmuştur.