İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
1351 Okunma
RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET

 

İKİNCİ KONU

 

 

İKTİDARIN KAYNAĞI

 

 

 

 

İlhan Arsel'e göre;

İslâmiyet'te iktidarın kaynağı halk olmamıştır.

 

"İKTİDAR'ın KAYNAĞI'nın İLAHİ (Tanrısal) OLUŞU ve BUNUN SONUÇLARI

Şeriat devleti uygulamasında iktidar sahibi kişiler için yetki kaynağı ne halk ve ne de millet olmuştur.

İktidar'a geliş dahi ne halk veya ne de millet iradesiyle olmuştur, Tanrı iradesiyle olmuş sayılmıştır.

İktidar sahibi'nin seçim yolu ile iktidara geldiğinin öne sürüldüğü hallerde dahi halk-millet kaynağı kabul edilmemiştir. Halk'ın İktidar sahibini ne denetlemek hakkı olmuş ve ne de yetki sahibinin halka hesap vermek zorunluluğu.

İktidar sahibinin yetki kaynağı sadece Tanrı sözleri (Kur'an), ve Peygamber hükümleri (Hadisler) ve bunlara dayanılarak ortaya atılan Şeriat esasları olmuştur..."(s. 515)

 

RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET.

İSLÂMİYET;

BU KONUDA YETERLİ MÜESSESE GETİRMİŞTİR.

 

İnsan iki unsurdan meydana gelir: 'ruh' ve 'beden'.

Beden araba ise ruh şöfördür. Bu konuda bir ihtilâfımız yoktur.

Şimdi bu konuda sorulacak bir sorumuz vardır:

Bu araba bu şöförün malı mıdır? Onu istediği gibi kullanma hakkı var mıdır? Yoksa araba başkasının da emaneten kendisine tevdi edilmiş ve o da sahibinin istediği gibi mi kullanacaktır?

Yazar gibi hürriyetçiler; arabanın sahibi ruhtur, onu istediği gibi kullanır, hiç kimseye hesap vermek zorunda değildir şeklinde düşünüp inanmaktadırlar.

Bu görüşü kabul etmeyenler diyorlar ki; bedeni ruh kendisi varetmedi, ona hazır beden verildi. Birtakım tabiî ve sosyal kanunlar gereği başkalarının emeği ile oluştu. Tabiatın ve topluluğun onun üzerinde hakları vardır. Ruh bedenin sahibi değil şöförüdür. Hareketlerini ona göre yapmalı ve düzenlemelidir. Gerektiğinde yaptıklarının hesabını vermelidir.

Aklın ve ilmin peşinden giden yazar bu görüşte midir? Bilemeyiz.

Ruh birtakım tabiî ve sosyal kanunlara uymak zorundadır.

Bu konuda anlaşanlar arasında bir ayrılık daha vardır:

Bedenin şöförü olan ruh her konuda yetkili bir şoför müdür?

Yoksa emir kulu gibi beklemekte ve ne denirse onu mu yapmaktadır?

İşte insanda 'hür irade' olduğunu kabul etmeyenler, emir beklemek zorundadır diyorlar. Bunlar ruhu yetkili kabul etmeyenlerdir. İslâmiyet'e göre; ruh bedeni yönetmede yetkili şöfördür. Sahibi adına kararlar alıp onu çalıştırır, bakımını yapar ve sonunda hesabını sahibine verir.

Ruhu yetkili şoför kabul edenler de ikiye ayrılmaktadır:

Bedenin sahibi kimdir ve biz sonunda kime hesap verme durumundayız? Müslümanlar bedenin sahibi olarak kâinatı yaratan Allah'ı kabul etmektedirler. O'ndan başkasına hesap verilmeyecektir.

Oysa bedenin sahibinin ruhtan başka diğer insanları ya doğrudan doğruya görenler veya sahibinin yetkili temsilcisi olarak görenler vardır ve hesabın da onlara verilmesi gerektiğini kabul etmektedirler.

Bir insanın bedeni için söylenen bu sözler, topluluk için de söylenebilir.

Ülkeyi yönetenler ülkenin sahibi midirler? Yoksa şoförü müdürler?

Ülkenin sahibidir diyenler, yöneticilere tam yetki verenlerdir.

Ülkenin şöförüdürler diyenler,

başkasının adına hareket ediyorlar demektir.

Peki, ülkenin sahibi kimdir? Müslümanlar bunun sahibinin de yine Allah olduğunu söylüyor, ancak iktidarı 'yetkisiz şoför' ve milleti de 'şoföre Allah adına emir veren bir temsilci' olarak kabul ediyorlar.

Bunu da inkâr edenler vardır. Onlara göre topluluk kendi kendisini varetmiştir. Kendisinin sahibi kendisidir, istediği gibi karar verir, herhangi bir yere karşı sorumlu değildirler.

Oysa İslâmiyet'in görüşü asla bu değildir. Devlet sadece şimdi yaşayanların devleti değildir. Onlar bu devleti kendilerinden öncekilerden miras aldılar, bundan sonra da mirasçılar var. Özel mirasta nasıl vasiyet varsa, özel mirasta nasıl mahfuz paylar varsa, topluluğun yasalarında da böyle geçmiş neslin ve geleceğin hakları vardır. İttifakla karar alsalar bile bazı şeyleri yapma yetkileri yoktur.

Demek ki iktidar mutlak olarak halkındır denirse, İslâmiyet bunu asla kabul etmez ve bu görüş ne ilme ne de akla uyar.

Ama iktidarı asıl sahibini temsilen kullanma hakkı topluluğun yani halkındır derseniz, İslâmiyet bunu yüzde yüz benimser. Buna göre içtihat, icma, biat ve hakemlik müesseselerini oluşturmuş olan yöneticilere teşri yetkisini vermiştir.

Bu konuda sadece İslâmiyet yeterli müessese getirmiştir.

Beden Allah'ın insana emanetidir. Onu kullanmada tam yetkilidir. Başka hiç bir beşeri kuvvet onun bu yetkisini kısıtlayamaz.

Mülk yani devlet, Allah'ın topluluklara emanetidir.

Onu seçtikleri ehliyetliler aracılığı ile kullanırlar.

Topluluk bunun hesabını sadece Allah'a verir, bir başka insana vermez.

Millî iradenin üstünde başka bir beşerî irade yoktur.

Yerel teşkilâtlanma ile bu irade kullanılır.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te mülkün sahibi Allah'tır, O verip alır.

 

"I- İKTİDAR'ın (Egemenliğin) KAYNAĞI konusunda İslâm'ın temel prensibi: "Sahib-ül Mülk Allah'tır, Allah bu MÜLK'ü dilediğine verir'.

Her ne kadar Kur'ân âyetlerinde ve Hadis'lerde "Tanrı EMANETİ içinizden ehil olanlara vermenizi emreder" şeklinde hükümler var ise de ve bu hükümlere dayanılarak İKTİDAR'ın (Egemenliğin) Tanrı olduğu ve fakat HALK aracılığı ile kullanılması veye kullanacak olanlara verilmesi gerektiği düşünülebilirse de Kur'ân'daki diğer pek çok hükümlerden ve bu hükümlerin 1400 yıllık uygulanmasından çıkan sonuç bu görüşe olanak bırakmamaktadır. Aksine İKTİDAR'ın (Egemenliğin) Tanrı'ya ait olduğu ve Tanrı'nın bu İKTİDAR'ı (Egemenliği) dilediği gibi ve dilediği kişilere vereceği veya verdireceği ve şu hale göre halkın bunda her hangi bir rolü'nün ve etkisi'nin olmayacağı anlaşılmıştır...

Ancak ne var ki Kur'ân'da yer alan ve çok daha geniş bir anlam taşıyan "Sahib-ül Mülk Allah'tır, Allah bu mülkü dilediğine verir" şeklindeki âyet bütün yukardaki görüşleri çürütecek nitelikte bir uygulama yaratmıştır. Bu âyetteki MÜLK deyimi EMANET deyiminden daha geniş, daha mutlak, daha genel ve hattâ onu da kapsayacak bir anlam taşır ve devletin temel unsuru olan EGEMENLİK (İktidar) anlamına gelir..."(s. 516,517)

 

İKTİDARA GETİREN VE İKTİDARDAN ALAN TOPLULUKTUR.

İSLÂM DÜZENİNDE;

BAŞKANLIK SEÇİMİ VE BAŞKANIN DEĞİŞTİRİLMESİ.

 

Her şeyden önce şu gerçeği ifade edelim ki;

'Mülk' yazarın iddia ettiği gibi 'iktidar' değildir.

Arapçada 'mülk' kelimesi 'devlet' karşılığıdır.

Başkan veya iktidar karşılığı değildir.

Başkan devlet demek olmadığı için melik adıyla yâdedilmez, 'resul' adıyla ve 'ulu'l-emr' adıyla yâdedilir. Verilen mülk ile alınan mülk iktidar değil, devlet olma özelliğidir. Yani devletleri kuran ve helâk eden Allah olup kişiler değildir. Dolayısıyla halkın Allah'tan başka minnet altında kalacağı bir kimse yoktur. Hükümdarlar Tanrı değildir. Bu Kur'ân'daki bir âyetin manasıdır. Bu din ile ilgili manadır.

Düzen ile ilgili manaya gelinirse, demokrasi anlatılmaktadır.

Allah'ın yeryüzündeki halifesi topluluk olduğuna göre;

Mülk eğer iktidar manasında anlaşılacaksa,

İktidara getiren de topluluktur;

İktidardan alan da topluluktur.

Dolayısıyla kimsenin onun üzerinde hak talep etmeye hakkı yoktur. Bununla beraber eğer biri iktidar olmuşsa kader onu iktidar etmiştir, bu durumda bizim yapacağımız bir şey yoktur. Ama aynı kader her zaman onu iktidardan indirebilir. Dolayısıyla bunun anlamı şudur; biz iktidara geleni indirmekle uğraşmayacağız anlamına gelmez. Anayasamızda, adil olmayan başkanı uzaklaştırma yolu yoktur, demek değildir.

İslâm düzeninde;

Aşiret, kabile, şa'b ve kavim başkanları  vardır.

Her halk bunları kendi usullerine göre şeçer

ve merkez de bunları değiştiremez.

Başkanlar; aşirette tüm seçmenlerin ittifakı,

diğerlerinde ilmî şûranın ittifakı ile seçilirler.

İttifak olmazsa bölünmeler olabilir. Yahut isteyen o topluluktan ayrılır. Böylece bütün başkanlar seçimle gelmiş olurlar. Halkın 'biat' ettiği komuanların kendilerine itaatı ile başkanlıkları kesinleşir.

Seçilmiş bir başkanın zalim veya hasta olması hallerinde uzaklaştırma yolları vardır. Bu yol, ilmî şûranın yeni başkan seçmesi ve komutanların yeni başkana itaat etmesidir; eski başkan fahrî başkan olarak kalır. Böylece gerektiğinde başkan değişmiş olur.

Başkanı yola getiren en önemli unsur, boykottur ve bu boykot da emirleri dinlememe şeklinde uygulanır. İslâm düzeninde isyan etmek haramdır ama içtihadına muhalif olan bir şeyin emrini dinlemek de yoktur. Evet, şeriata aykırı olan emirleri dinlemezsin. Ne var ki, şeriat senin kendi koyduğun şeriattır. Yani kendi görüşlerine aykırı olan emirleri dinlemezsin.

Son olarak, başkanı yola getirecek ve değiştirecek olan üçüncü husus, hicrettir. Aşiretini, bucağını, kabileni, şa'bını ve devletini her zaman değiştirebilirsin. Bundan dolayı dünya devleti yoktur. Böylece insan hürriyeti korunmuş ve halk iktidarı gerçekleşmiş olur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te valileri vali yapan Allah'tır.

 

""Emaneti ehline veriniz" sözünden kasıt hizmetlilerin (memurların) halk tarafından seçilmeleri de değildir:

EGEMENLİĞİN ve her şey'in sadece Tanrı'ya ait olduğu ve O'nun isteği ve dileği gereğince belli kişilere verileceği ve onlar tarafından yine O'nun iradesi gereğince kullanılacağı hususu Kur'ân'ın baştan sona kadar belirtmekten geri kalmadığı bir husustur...

Daha başka bir deyimle "Emanetleri ehline veriniz" sözünden halk'a hitap eder bir anlam çıkarmak mümkün değildir. Devlet yetkililerinin halk tarafından seçilmeleri diye bir şey bahis konusu değildir. Çünkü bu hizmetlilerin ve yetkililerin dahi Tanrı tarafından atandığını gösteren temel din hükümleri vardır. Örneğin, bir Hadis'e göre İslâm Peygamberi bir vesile ile şöyle demiştir: "Bir kul ki, Allah onu halkı görüp gözetmek üzere vali kılar da o hayır-bâhâne irşadiyle halkı muhafaza etmezse elbette o kişi Cennet kokusu koklamayacaktır." Bu Hadis'ten açıkça anlaşılmaktadır ki valileri VALİ yapan Tanrı'dır...(s. 517)

Hemen ekleyelim ki EGEMENLİĞİN (İktidar'ın) halk aracılığı ile onu kullanacak olanlara geçtiği görüşü, hiç eleştirilmemiş ve üzerinde hiç kalem oynatılmamış bir görüş ve sorun değilse de, kesin olarak söylenebilir ki bu görüş'ün koyu cehalet içerisinde tutulan İslâm toplumlarında hemen hiç bir etkisi olmamış, ve bundan olumlu hiç bir sonuç doğmamıştır."(s. 518)

 

VELAYET VE DAYANIŞMA ORTAKLIKLARI.

İNANAN İNSANLAR BİRBİRİNİN VELİSİDİRLER.

 

İslâmiyet'te 'velayet' kelimesi ile 'seçim' ifade edilir.

İslâmiyet'te sandık kurulup ekseriyet oyu ile seçme yoktur.

Bunun yerine aynı görüşü paylaşanlar bir araya gelir ve

bir dayanışma ortaklığını kurarlar, buna 'velayet' denir.

Velayet, arka çıkma demektir.

Dayanışma ortaklığı, ortaklarına arka çıkar ve kefil olur.

İlmî dayanışma ortaklığı; ortağımız bir bilgisizlikten dolayı size bir zarar verirse bize başvurun, biz ona kefiliz; ama siz bizden bir talepte bulunmadan saldırıda bulunursanız biz ortağımızın arkasındayız, hepimiz size saldırırız, demektir.

Ahlâkî dayanışma ortaklığı; ortakların ahlâkına kefil olur, eğer bu ortağımız meselâ sözünde durmadığı için tembelliğinden bir zarar verirse, biz ona kefiliz; ama bizden hak talep etmeden ona saldıracak olursanız, hepimize saldırılmış kabul edilecektir, demektir.

Meslekî dayanışma ortaklığı; ortaklarının meslek branşı ile ilgili alanında kendisine kefil olur, beceriksizlikten dolayı bir zarar verirse o zararı tazmin etmek üzere kefil olur, ama karşı taraftan gelen haksız saldırılara karşı da ortaklarının haklarını korur.

Siyasî dayanışma ortaklığı ise; ortaklarının siyasî yapılanma ile ilgili hizmetlerini görür, bu alandaki ihtiyaçlarını giderir ve bir akile kuruluşu olarak ortaklarının kasten yapılan suçlarının tazminatını ödemeyi tekeffül eder.

İlmî dayanışma ortaklığı kişinin fikir hürriyetini,

Dinî dayanışma ortaklığı kişinin vicdan hürriyetini,

Meslekî dayanışma ortaklığı, kişinin çalışma hürriyetini,

Siyasî dayanışma ortaklığı ise

Kişinin yaşama hürriyetini korur.

İşte bu müessese Kur'ân'da 'velayet' müessesesi ile belirtilmiştir. Allah, inanan kimselerin birbirlerine 'veli' olduklarını belirtmiştir. Yani devlet, bir topluluk içinde dayanışma ortaklıklarının kurulmasıdır. Başkanı ilmî dayanışma ortaklıkları seçer, bunlar ayrıca 'mevzuatı yapar', meslekî dayanışma ortaklıkları 'icra eder', dinî dayanışma ortaklıkları 'murakabe eder' ve siyasî dayanışma ortaklıkları ise yargı kararlarını 'infaz eder'.

Kaderde her şey Allah'ındır.

Geleceğin kaderi ise bizim irademizle kaza edilecektir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te

iktidarın halktan gelmesi görüşü etkisiz kalmıştır.

 

"A- İktidar'ın kaynağı ve kökeni sorunlarının ele alınmaması ve siyasal bilim bakımından işlenmemesi.

Egemenliğin - İktidar'ın - kökü ve kaynağı konusunda İslâm düşünür ve yazarları fazla derine inen eleştirmelerde bulunmamışlar ve fikir ortaya vurmamışlardır, ve daha doğrusu vuramamışlardır. Çünkü İktidarı Tanrı'dan aldığını sanan veya bunu böyle gösteren hükümdarlar ve iktidar sahipleri, İktidarın başka bir kaynaktan gelmiş olabileceği sonucuna varabilecek ilmî araştırmaların kendileri bakımından en büyük tehlike teşkil edebileceğini daima düşünmüşler ve bu yüzden bu konulara yönelecek araştırma ve eleştirmeleri önlemişlerdir...

Bu konuda Mısırlı yazar Ali Abdulrazık'ın 1925 yılında, Atatürk'ün Hilafeti ilga etmesi üzerine, onun bu gayretlerini desteklemek maksadıyle yazmış olduğu "Al-İslam ve Usul al-Hükm" adlı kitabına bakınız, Arapça'dan Fransızca'ya çeviri için Bk. Ali Abdurrazıq, "l'İslam et les Bases du Pouvoir", ("Revue des Etudes Islamiques" Paris 1933, Cahier III, sh. 353-390.) Yukardaki husus için sh. 385)...(s. 518)

"...Halife'nin bütün iktidar ve kudretini Tanrı'dan aldığı hususu ile ilgili nazariye İslâm yazarlarının ve Müslümanların genellikle bağlı oldukları nazariyedir." der. (Bk. A.g.e., sh. 365)..."(s. 519)

 

TOPLULUKLARIN GELİŞMESİ NASIL OLUR?

İSLÂMİYET'E GÖRE İNKILÂPLAR NASIL OLUR?

 

Toplulukların gelişmesinin iki şekilde olabileceği ifade edilmektedir:

Birinci görüşe göre, halk iyiyi bilmediği için eskiden beri bildiklerinin meftunudur ve tutucudur. Ancak bir şey zorla kabul ettirilirse, sonra onu benimser. Bu görüşe göre, elinde kuvvet bulunanlar kendilerine göre ne doğru ise onu zorla halka kabul ettirmelidirler. Devrimci ve ilerici olmalıdırlar. Bütün totaliter rejimler bu felsefeye dayanır. 20. asrın diktatorya furyası hep bu zihniyetin mahsûlüdür. İlkokul mezunu Çavuş Hitler, İkinci Dünya Savaşı'nda dünyayı fethetmek iddiasıyla Almanları savaşa soktu. Sonra olanlar oldu. Bütün bunlar bu sakat aklın sonucudur.

İkinci görüş İslâmiyet'in görüşüdür.

İslâmiyet'e göre, inkılâplar önce ilmen tesbit edilmeli yani onların gerçekten iyi olduğu ortaya konmalıdır. Tartışılmalı ve önce yapılacaklar bilinmelidir. Sonra elde edilen netice din adamları tarafından halka ulaştırılmalıdır. Halk bunu ilâhî bir emir olduğunu bilerek benimsemelidir. Sonra iş adamları yeniliğe göre teşkilâtlanmalı ve anlaşmalar yapılmalıdır. Nihayet idare de bunu yargı yoluyla desteklemelidir. Tutucuların saldırılarına karşı gerekli önlemleri almalı ve korumayı sağlamalıdır. Yani devlet kendisi inkılâp yapmamalı, ancak inkılâp yapacak olanları da gericiliğe karşı savunmalıdır.

İslâm tarihi boyunca uygulanan siyasî sistem yani saltanat sistemi sebebiyle İslâm uleması siyasî açıdan halka demokratik adil bir düzeni çözüm olarak getirtemedi. İlim adamları bu alanda çözüm üretemediklerinden, din adamları da ilim dışı herhangi bir faaliyet gösteremedi. Şimdi biz çağdaş çözümleri ilmen ortaya koyuyor ve getiriyoruz. Din adamları ve dinî cemaatler bu çözümleri benimseyerek halka sevdirirse, halkımız, ülkemiz, insanlık ve dünya kurtulur.

İslâmiyet;

Yukardan gelen ve zorla kabul ettirilen bir inkılâbı kabul etmez. Ama gayrimeşru da olsa bir defa inkılâp olmuşsa, olanı kaderin bir sonucu kabul eder, iyilerini benimser, kötülerini kaldırmaya çalışır.

Bizim de cumhuriyet inkılâpları için söyleyeceğimiz budur. Bu inkılâplar ilâhî takdirle yapılmıştır. Bizim şimdiki görevimiz, bu inkılâpları ilmen tartışmak ve iyilerini benimsemek, yanlışlarını ise düzeltmektir.

Bu millet ve memleketin düşmanları ise inkılapları tartışmıyor veya tartışılmasına engel oluyorlar. Böylece ya kötülerin de devam etmesini istemekte veya iyilerin de reddini isteyerek ülkenin çökmesine çalışmaktadırlar. Maalesef cahil yöneticiler de hep bu oyunun maşası olmaktadırlar.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te göreve talip olunmaz, görev verilir.

 

"B- Siyasal atâleti oluşturucu iktidar anlayışı: "İktidar'a özlem-istek duyulmayacak".

Şeriat devlet anlayışında İKTİDAR Tanrı'dan gelmedir; sadece Tanrı'nın inayetiyle kişilere nasip olur; hiç kimse İKTİDAR'a tamah etmemeli, özlenmemelidir; İktidar'a göz dikmemeli ve ona sahip olmak için istek göstermemelidir. İktidar, İktidar sahibine kendiliğinden gelmiş olmalıdır...

Fakat bir de kişilerde İktidara sahip olma duygularını ve hırsını kökünden yok etmek gerekir. Bu nedenle İKTİDAR'a gelenlerin, iktidarı istemeyerek elde ettikleri örneğini yaratmaları uygun görülmüştür...(s. 519)

Bundan dolayıdır ki Arap Peygamberi: "...İktidar'a (yönetme işine, Halifeliğe, vs..) kendiliğinizden talip olmayınız; çünkü eğer İktidar, sizin dileğiniz üzerine size verilecek olursa bu takdirde onu kendi gücünüzle kullanma zorunluğunda kalırsınız; oysa ki şayet İktidar size, sizin dileğiniz dışında verilecek olursa, bu takdirde onu kullanmakda Tanrı size yardımcı olacaktır...", diye hadis koymuştur..."(s. 520)

 

KAMU HİZMETLERİ BİR MESLEK DEĞİLDİR.

GÖREVLENDİRME, KOLLEKTİF ATAMA SİSTEMİ İLE OLUR.

 

Kamu görevleri bir görevdir, hak değildir.

Kamu görevi ihtiyaç varsa verilir, yoksa verilmez.

Kamu görevlerinde görevlendirme yetkililere aittir.

Yetkililer serbest iradeleri ile bunu beyan ederler.

Kamu hizmetleri bir meslek değildir.

Herkesin üretim için kredisi var, herkesin işi var, herkesin işsizlik sigortası var, herkes sosyal güvenlik içinde bulunmaktadır.

Kamu hizmetleri geçim kaynağı değildir.

Dolayısıyla göreve talip olunmaz, yetkili tevcih eder.

Liyakat ehliyetliler tarafından tesbit olunur. Dayanışma ortaklıkları kefil olurlar ve yetkili kim ise onlar da seçerler. Kişi kendisi görev için başvuruda bulunmaz. Yetkili istediğinden gerekli önerileri alabilir. Böylece yetkilinin takdir yetkisi haleldar edilmez.

Meselâ, her dayanışma ortaklığı televizyondan kendisini anlatır ve tanıtır, sonunda da der ki; bu sözleşmemizi beğenenler varsa biz mukavele yapmaya hazırız. Halk bunların sözleşmelerini dinler, yaptıklarını görür ve istediğine oy verir. Bir kimseye oy vermek için onun adaylığını koyması gerekmez.

İşte yazarın sözünü ettiği hadisin hükmü budur ve bize göre gayet yerindedir. Birinci oylamada kendisine oy veren ikinci oylamada aday olma nisabını kaybettiği için birisine devredecek demektir.

İslâm düzeninde;

Kamu hizmeti herkese verilebilir.

Kişi hizmetliyi bizzat kendisi seçer.

Merkezî atamalarda yetkili başkandır.

Ayrıca ilgili dayanışma ortaklıkları sıralama usûlü ile vakıfların mütevelli heyetlerini seçerler. Adaylar dayanışma ortaklıklarınca gösterilir ve bu adaylar sıralama yaparak ilk on kişiyi ortaya çıkarırlar. Herkes kendisine göre sıralama yapar. Bir adayın aldığı sıraların tersleri toplanır ve ehliyet derecesi bulunur. Ayrıca bir kimsenin takdirlerindeki sapmalardan takdir derecesi bulunur ve ikisinin toplamı sıra derecesini verir. Böylece kollektif atama olur. Burada herkes kendisini en sonunda yazar. Yukardaki hadis bunu ifade etmektedir.

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te 'millî irade' fikri tiksinti ile karşılanmıştır.

 

"C- "Egemenliğin Millet'e ait olduğu" Fikri XXci yüzyılda dahi şeriat zihniyetinin benimsediği bir fikir olmamıştır.

Şeriat toplumları "Egemenliğin millet'e ait olduğu" fikrine daima yabancı tutulmuşlardır. İslâm'ın 1400 yıllık tarihi boyunca DEVLET kavramı, Tanrı'dan gelme İKTİDAR'ın (Saltanat'ın) Tanrı'nın yeryüzündeki VEKİLİ'ne ait bulunduğu bir kuruluş anlamına alınmıştır. HALİFE olarak Tanrı'nın yeryüzündeki vekilliğini yapan ve İslâm halklarını yönetmekle görevli olan kişi, bu İktidar'ı ne seçim yolu ile almıştır Halk'tan ve ne de halk'ın iradesi'ne uygun olarak kullanma durumundadır. Bu iktidar halk iradesi dışında yerleşmiş olan Tanrı ve Peygamber emirlerine göre kullanılmak üzere kendisine verilmiştir. Millet egemenliği fikrini özellikle Arap yazarlar XXci yüzyılda dahi tiksinti ile karşılar olmuşlardır."(s. 520)

 

TOTALİTER REJİMLERDE GENEL DURUM.

İSLÂM DÜZENİNDE BAŞKAN NASIL ÇALIŞIR?

 

Totaliter rejimlerde, hükümdarın etrafında çıkarcılar toplanır. Bunlar milleti sömürmek ve kendi çıkarlarını sağlamak için hükümdarları son derece güçlendirirler. Merkezî otorite kurarlar. Böylece aşırı şekilde büyütülen hükümdar da artık kendi büyüklüğüne inanır hâle gelir. Kendisini peygamber veya tanrı gibi görmeye başlar. Oysa tüm otoritesi kaybolmuş ve esir olmuştur. Her mel'anet ve zulüm onun adına işlenir. Oysa o bir simgeden başka bir şey değildir. Artık çevresini de kolay kolay yaramaz ve aşamaz. Bu rejimde, 'ilâhî hakimiyet' deyip bir avuç çıkarcının hakimiyeti sözkonusu olur; 'millî hakimiyet' diyerek bir avuç çıkarcının hükümranlığı gerçekleştirilir.

Atanmış bir meclis, tek parti, ardından öldürülen milletvekilleri, İstiklâl Mahkemeleri, başların uçurulması tehditleriyle alınmış kararlar, tevhidi tedrisat, ...

Bütün bunlar yaşanıyor; ama bütün bunlar 'HAKİMİYET KAYITSIZ ŞARTSIZ MİLLETİNDİR' yazısı altında yaşanıyor! Millet de bunları görüp bizzat yaşayınca, gerçekten de 'millî hakimiyet' kelimesinden tiksiniyor. Millî hakimiyet yok ki!

 

Aradan bu kadar yıl geçti ve 'millî hakimiyet' açısından ne değişti? Yine bir avuç çıkarcının dış güçlere hizmetinden ve ülke menfaatlerini düşman-larımıza peşkeş çekmesinden başka yeni ve olumlu bir şey yok. Her zaman sözünü ettiğimiz sekiz sosyal ve ekonomik hastalık, mevcut perişanlığın belgeleri olarak varlıklarını sürdürmeye devam ediyorlar.

 

Aynı olumsuz durum ve atmosfer şeriat için de geçerlidir. Bir avuç çıkarcı padişahın etrafında toplanmış ve kimi dönemlerde adeta onu tanrılaştırıyorlar. Bu kisve altında da çeşitli entrikalarla mel'anetlerini işliyorlar. Zaman zaman başlar uçuyor ama gayrimeşru çıkarlara karşı direnmeleri kırmak için değil; tam tersine bu çıkar gruplarının çıkarlarını korumak için. Kimi zaman da bu çıkar grupları kendi aralarında çatışmaktadırlar.

 

İşte bizce olay özet olarak budur ve böyledir. Ancak bir şeyin kötü kullanılması, onun kötü olması demek değildir. Hatalar nelerdir? Suistimal nerede yapılmaktadır? Tedbirler nasıl alınabilir? Çözümler nelerdir? Sağlıklı sistem nasıl kurulur ve korunur? Asıl bunlar üzerinde durmak gerekir. İşte biz de bu hastalıklara karşı hep 'ilmî teşhisler' koyduktan sonra yine 'ilmî tedaviler' üretmeye çalışıyoruz.

İslâm düzeninde başkan;

Devlet meselelerini resmî toplantılarda görüşür, resmî toplantılar dışında hiç kimse kamu işlerini görüşmez ve tartışmaz; buna 'necva' denir. Çok istisnai haller dışında, kapalı ve gizli toplantılar yasaklanmıştır.

Başkan, hasımlar karşısında hazır bulunmadıkça tek taraflı olarak hiç kimsenin şikâyetini dinlemez. Tek taraflı bilgi sahibi olmaz. Yazılı ihbarlar itham edilenlere ulaştırılır, onların da cevabı alınır ve dosyalanır. Herkes kendisi hakkında ne söylenmişse bilmektedir ve dosya tetkik edilirken 'itham' ve 'savunma' birlikte tetkik edilir.

Başkan istişareyi şûra ehliyle yapar. Bir şûra üyesinin delaleti olmadıkça hiç kimseyi doğrudan doğruya dinleyemez. Başkan istişareyi topluluk içinde açık olarak yapar ve kararını da orada verir.

Nihayet aleyhinde iftira dedikodusu yapılan kimse soruşturmacılara başvurarak kendisini ibra tahkikatı yaptırabilir. Suç isnad eden kimse, isnad ettiği suçu ispat edemezse cezalandırılır.

Hükümdarlar yani başkanlar asla tecrid edilmezler. Her zaman halkın içinde bulunmak zorundadırlar. Namazlara katılmak mecburiyetindedirler.

Bütün bu tedbirler sayesinde millî hakimiyet ve ilâhî hakimiyet, gerçek millî ve ilâhî hakimiyet olur, hiç kimse de bu hakimiyetlerden tiksinmez. Yoksa adına ister 'millî' deyin ister 'ilâhî' deyin, sahte olan ve çıkarcılar için çalışan her yönetim tiksindiricidir. İstiklâl Savaşı'nda ortaya atılan millî hakimiyet fikrine hiç kimse itiraz etmemiş, aksine o fikrin etrafında kenetlenip tek vücut olmuş ve İstiklâl Savaşı'nı başarıya ulaştırmıştır.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Mısırlı Reşit Rıza da millî hakimiyete karşı idi.

 

"1- Atatürk'ün (Mustafa Kemal'in) "Millet Egemenliği" görüşlerini Şeriat'a aykırı bulan Modern Arap (ve Mısır) yazarları: Raşid Rida.

Bilindiği gibi Raşid Rida, XX ci yüzyıl İslâm dünyası'nın en ünlü ve en ilerici düşünür ve yazarlarından biri olarak kabul edilir...

Fakat bütün bu ilericiliğine ve Anayasalcı sistem heveslerine rağmen Raşid Rida, egemenlik denilen gücün millet'e ait bulunduğu ve millet'in öz iradesi'nin oluşumu demek olduğu fikrini kabul ve idrak'ten çok uzaktı...

Yukarıda adı geçen kitabında: egemenliğin "kayıtsız ve şartsız" millet'e ait olduğunu, ve bu şekliyle sınırsız bulunduğunu ve millet adına onun tek temsilcisi T.B.M. Meclisi tarafından kullanılacağını ve bu egemenlik hakkı üzerinde Padişah ve Halife'nin hiç bir iddia ve dilekte bulunmayacağını söyleyen ATATÜRK'e ve millî Türk devleti sistemine en ağır saldırılarını yöneltmekteydi...

Bu konuda ve Raşid Rida'nın bu kitabı hakkında bk. Malcolm H. Kerr, Islamic Reform; The Political and Legal Theories of Muhammed Abduh and Rashid Rida, (University of California Press 1966, sh. 159, 164)..."(s. 521)

 

MİLLÎ HAKİMİYET VE MİLLET KAVRAMI.

İSLÂM DÜZENİNDE HAKİMİYET ALLAH'INDIR.

 

Millî hakimiyet, başlangıçta 'istiklâl' için kullanılmış bir kelimeydi. Yani Türkiye'ye yabancılar değil, Anadolu ve Rumeli halkı, Müslüman halk hâkim olacak demekti. Bunun için Kuvvay-ı Milliye oluşturuldu. Anadolu ve Rumeli Müdafa-i Hukuk Cemiyeti bunu organize etti.

Daha önce anlattığımız üzere, İslâmiyet yeryüzüne yayıldığı zaman dinde zorlama yapmadığı için pek fazla bir reaksiyon görmedi ve hemen hemen her yerde hoş karşılandı. Bu akıma direnen Avrupa oldu. Uzun seneler İspanya'daki Müslüman Endülüs Devleti'ni yıkmak için savaştı ve sonunda Haçlı orduları ile gayesine erişti. Aynı Haçlı zihniyeti, Balkanlar ve Anadolu'dan Müslümanları uzaklaştırmak için bin yıllık planlar yapmıştır. 2000 yılına doğru bu planı uygulayıp bitirme emelindedir. İşte bu planın uygulama safhaları şöyle olacaktı: İlk merhalede milliyetçilik anlayışıyla Müslümanları parçalamak, tek din anlayışıyla Hıristiyanları birleştirmek, Osmanlı İmparatorluğu'nu yıkmak ve en sonunda Anadolu Türklerini yerinde imha etmek. Ancak İstiklâl Savaşı'nda Anadolu halkı tek vücut olup Avrupa Haçlılarını ve Haçlı müttefikleriyle işbirliği yapan Hıristiyan ahaliyi yendi ve istiklâlini korudu.

Mustafa Kemal son derece kabiliyetli bir askerdi. Osmanlı Devleti'nin yıkılmasının hemen ardından Anadolu kurtarıldıktan sonra artık İslâm devleti kurulamazdı. Çünkü imparatorluk dağılmış ve hanedan mensuplarının hepsi de esir olmuşlardı. Onları kurtarma gücümüz de yoktu. Türkçülük de yapılamazdı.

Çünkü Anadolu'da savaşanların çoğu Türk ırkından değildi.

Bu durumda çözüm olarak 'millet' kelimesini buldu. Çünkü bu kelime Arapçada aynı dinden gelenler anlamına geliyordu. Türkçede ise kavim ile eşdeğer anlamda kullanılıyordu. Böylece Hakimiyet-i Milliye ve Kuvvay-ı Milliye ile başarıya ulaşıldı. Sonra 'millet' kelimesi 'ulus' anlamında kullanılarak İslâmiyet'e karşı cephe alındı.

Reşid Rıza, ya İslâmiyet'i anlamamış olduğu veya Türk düşmanlığı sebebiyle bu hususu istismar etmiş olabilir.

İslâm düzeninde hakimiyet Allah'ındır.

Ancak Allah hakimiyeti peygamberlerden sonra tamamen uluslara vermiştir. Ulus, Allah adına hilafeten seçtiği yönetim eliyle işlerini görür. İsyan dışında değişik yollarla görevlileri denetler. Denetleme yolunun başında halkın devamlı olarak sitesini, dayanışma ortaklıklarını, hizmetlilerini değiştirebilmesi ve hakemleri kendisinin seçmesi ile olur. İslâm düzeninde, imtiyazlı yönetici yoktur.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Diyanet İşleri Başkanlığı da

millî hakimiyeti şeriatın hakimiyeti şeklinde anlıyor.

 

"2- Ve aynı zihniyetin Türk Şeriatcısı tarafından Cumhuriyet'in 50 ci yılında savunulması.

Cumhuriyetimizin 50 ci yıldönümü vesilesiyle Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından yayınlanan HUTBELER adlı kitab'da Türk demokrasisini ve Cumhuriyet rejimini temelden sarsabilecek şöyle bir tanımlama yer almıştır-(s. 521)

"Milli hakimiyet, Kitabımızın ve Peygamberimizin gösterdiği yoldur". Aynı kitabın bir başka sahifesinde layiklik vicdan hürriyeti ve hoşgörü ilkeleri'ne bağlı olanları isyan ettirecek şu satırlar sırıtır- "İslâm'dan başka dinlere rağbet edenler tam bir sapıklık ve ziyan içindedirler"... Diyanet İşleri Başkanlığı Anayasa ile kurulmuş bir Devlet organıdır. Davranış ve tutumlariyle Devlet demektir ve devleti ilzam eder. Çok hatalı bir takdir sonucu olarak üstelik bir de halkın eğitilmesinde son derece etkili bir rol oynayacak duruma getirilmiştir. On binlerce Cami'de milyonlarca insanımızın dünya görüşü ve hayat anlayışı onun elinde şekillenmektedir. Kur'ân kursları ve din okulları sıralarında yetiştirilen ve beş on yıla kadar karşımıza Şeriat kuşağı olarak çıkacak olan yavrularımızın beyin hamuru da onun ellerinde yoğrulmada...(s. 522)

İslâm'ın 1400 yıllık tarihi içerisinde gerçek demokrasiye yönelebilen ilk Şeriat ülkesi Atatürk Türkiyesidir... Fakat bütün bunlar Diyanet Başkanlığı için önem arzetmez. O, bütün bu 50 yıllık gelişmeyi bir kenara atıp bu devleti Şeriat temeline dayatmak ister. Ve bu amaçladır ki "Millî hakimiyet Kitabımızın ve Peygamberimizin gösterdiği yoldur" tanımlamasiyle işe başlar...(s. 523)

İşte bir Devlet dairesi olan Diyanet Başkanlığı, 1973 yılında yayınladığı bir kitapta bir çağ içi gerçeği terk ile egemenliğin "Tanrı emirlerinden ibaret olduğu" şeklindeki çağ dışı zihniyeti getirmeğe çalışmaktadır...(s. 524)

Öte yandan Başkanlığın tutumu Türkiye'yi uygarlık dünyasına karşı suçlu duruma sokmaktadır çünkü Türkiye'nin dahil olduğu Birleşmiş Milletler..."(s. 525)

 

DİYANET BAŞKANLIĞI NİÇİN KURULDU? NE YAPIYOR?

BÜTÜN 'İZM'LER TÜKENİNCE İSLÂM'A DÖNECEKSİNİZ.

 

Bir ülkede eğer 'ekseriyet' diye bir avuç işbirlikçi çıkarcıların istekleri kanunlaşıyorsa, hattâ kanunları bile yapmaktan aciz olup yabancı ülke kanunları anlamadan tercüme edilip keyfî yönetim sürdürülüyorsa, o ülkede 'millî hakimiyet' yoktur demektir. Elbette millî hakimiyet yoksa, şeriat da yoktur demektir.

Bin yıl önce yapılmış olan içtihatlarla bir ülkeyi yönetmek istiyenlerden de şeriat anlayışı ve uygulaması diye bir şey beklenemez. Ancak Türkiye'de devlet eliyle kurulmuş olan Diyanet İşleri Başkanlığı var. Herkesin çok iyi bildiği gibi bu kuruluşun ana gayesi Müslümanları kontrol altına alma ve tutmadır. Ama bu kontrol silah zoru ile değil, halkı inandırarak, onların dini inançlarına hitap ederek olacaktır. Yürürlükteki kanunların şer'î olduklarını söyleyecektir. Bunun dışında yapacağı bir şey yoktur.

Yazar gibi bu kuruluşun da şeriata doğrudan saldırmasına gerek yoktur. Gerçek şeriatın gelmesine engel olması yeterlidir. Çünkü başta yazar gibiler olmak üzere şeriata saldıran kurumlar, kuruluşlar ve değişik gruplar vardır. Ayrıca bu kuruluşun da bunu yapmasına gerek yoktur. Bu teşkilâtın gereği, halkı ayaklandırmadan ve çaktırmadan dinlerini terketmelerini sağlamaktır. Bunu da böyle tevillerle yapacaklardır.

İslâmiyet bu durumda Müslümanlardan ne ister?

İslâmiyet mü'minlere şunu emreder: Devlet kanunları bir sözleşmeden ibarettir. Yanlış veya doğru, siz bu ülkede yaşamakla bu sözleşmelerin altına imza atmış bulunuyorsunuz. Şeriat size emreder ki; şeriata tamamen aykırı olsa da sözünüzde duracak ve karşı çıkmayacaksınız.

Bu ilâhî şeriata yani tabiî ve sosyal kanunlara aykırı olan kanunları değiştirmeyi istemeniz görevinizdir, ama değişinceye veya değiştirinceye kadar bu kanunlara uymanız da yine şer'î görevinizdir. Kaldı ki bu kanunların büyük bir çoğunluğu Batı dünyasından tercüme edilmiştir. Kaynağı ya Hıristiyanlıktır veya İslâmiyettir. Putperest Roma hukukundan eser bile yoktur. Dolayısıyla büyük kısmı şeriata uygundur. Böylece bu kanunlara uyduğunuz zaman şeriata da uymuş olursunuz. Bu da bir başka gerçektir.

Ama ille de ben bu kanunlara uymayı küfür kabul ediyorum diyorsanız, o zaman şeriat size bu ülkeyi terketmeyi emreder.

Yoksa isyan etmeye izin vermez.

İslâmiyet itaat silahını kullanıyor ve zafere doğru süratle ilerliyor.

Benim işçilerime uyguladığım bir metodum vardı. İşçiye bir şeyi öğret-mek istediğim zaman, önce o işin nasıl yapılacağını ondan sorardım? Bu durumda o benim cahilliğime karar verir ve yapacaklarını anlatır. Ben de, bana göre böyle yapman gerek derim; ama sen yine de nasıl biliyorsan öyle yap, derim. O işe başlar ve uğraşır uğraşır, dediklerimi yapmamak için son gayretini sarfeder. Tabii yanlış yolda olduğu için başaramaz. Sonunda benim dediğimi de dener ve başarır. Elbette o zamana kadar usta da olmuştur. Benim gösterdiğim yolun çözüm olması kadar deneyimin de rolü vardır. Bundan sonra artık bir daha benim sözümden dışarı çıkmaz ve benim bilgili olduğuma kendi kendine inanır. Bu sistem İslâmiyet'ten alınmıştır. İslâmiyet de bunları size uyguluyor.

Size bir davette bulunuyoruz;

Gelin yerinden yönetim yapalım,

Gelin seçimde nisbî temsili getirelim,

Gelin hakemlik sistemini uygulayalım, ... diyoruz.

Hayır!

Bu şeriattır, biz şeriat istemiyoruz, diyorsanız; deyin bakalım!

 

 

Bunun dışında komünizme varıncaya kadar dünyada ne kadar 'izm' varsa hepsini deniyorsunuz ve başarıya ulaşamıyorsunuz. Bir gün gelecek, bu 'izm'ler tükenecek, başka çare kalmayınca denize düşenin yılana sarıldığı gibi siz de yılan zannettiğiniz İslâmiyet'e sarılacak, şeriatı deneyecek ve göreceksiniz ki; hastalıklar hemen tedavi olmaya başlayacak ve gün geçtikçe güçlenerek yeryüzünde sevilen itibarlı ve şerefli bir devlet olacaksınız. Ondan sonra da bin yıl süreyle kolay kolay bu sistemi bırakmayacaksınız.

Nitekim geçmişte de böyle olmadı mı?

Türkiye'ye 'Barış Düzeni' gelecek ama;

Bunu biz değil siz getireceksiniz.

Siz İlhanlar, Arseller ve öyle düşünenler; siz getireceksiniz.

Çünkü siz aslında İslâmiyet'i biliyorsunuz;

Bin yıl onunla birlikte yaşadınız.

Onu unutmanız ve yokmuş gibi davranmanız mümkün değil.

Bin yıllık bir mazi unutulamaz ve inkâr edilemez. Bir gün yeniden hatırlayacak, aslınıza ve özünüze döneceksiniz. Ne zaman mı?

Çok merak ediyorsanız, söyleyelim:

Artık başka çıkar yol bulamayınca, yeryüzünde tek çözüm kalınca, yapacağınız iş 'Barış Düzeni'ni getirmek olacaktır. Nitekim biraz uzaktan da olsa bunları müjdeleyen sesler gelmektedir. Baksanıza, Diyanet İşleri Başkanlığı bile İslâmiyet'i yıkmak için kuruldu; ama şimdi İslâmiyet'e hizmet ediyor.

Bu hep böyle olmuştur ve yine öyle olacaktır.

Çünkü bâtıl hiç bir zaman hakkı yenemez.

Sonunda mutlaka hep hak galip gelir.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te mümin olmak itaat etmektir.

 

"II-  Kur'an ve Hadis hükümlerine göre HALİFE'ye itaat etmek demek Peygamber'e ve dolayısıyle Tanrı'ya itaat demektir.(s. 525)

İslâm ülkelerinde Tanrı ve Peygamber emirlerine ve dolayısıyle onların vekili sayılan İKTİDAR sahiplerine uymak, körü körüne itaat etmek, İMÂN SAHİBİ olmak demeğe gelmiştir...

Ebu Hanife'ye göre İMAN, Tanrı'ya, Tanrı'nın peygamberi Muhammed'e ve Muhammed aracılığı ile indirilen Tanrı emirlerine ve peygamber sözlerine bağlılık, bunlara itaat ve bunları hiç tereddütsüz, sorgusuz ve sualsiz kabul etmekten ibarettir. İman sahibi olmak ancak bununla mümkündür..."(s. 526)

 

İSLÂM'DA İSYAN YOK İTAAT VAR;

YIKICILIK YOK YAPICILIK VARDIR.

 

İnsan kâinat içinde yaratıldı. Ona bu kâinatın varlık ve nimetlerinden yararlanması için bir çok imkânlar verildi. Bu nimetlerden yararlanmak için kâinattaki tabiî ve sosyal kanunlara uymak gerekir. Bunlar ilâhî kanunlardır. Bu kanunlara uymayanlar bu nimetlerden yararlanamazlar; aynı zamanda nimet cezalara dönüşür.

Diğer taraftan insan topluluk içinde yaratılmıştır. Her topluluğun sözleşmelerle oluşmuş mevzuatı ve bu mevzuatı uygulamakla yetkili kıldığı kimseler vardır. Topluluğun getirdiği nimetler vardır. Bu nimetlerden yararlanmak istiyorsan, o topluluğun mevzuatına ve yetkililerine itaat edeceksin. İtaat etmek istemiyorsan, o zaman o topluluğu terkedeceksin.

Şeriatın emrettiği itaat işte budur. Bunun neresi kötü? İtaatı değil de isyanı emretsin, böylece millet birbirini kırsın ve telef etsin. Evet, Haçlı zihniyeti, Türk düşmanları, İslâm düşmanları bunu istiyorlar. Ama bugüne kadar başaramadılar. Allah'ın izniyle bundan sonra da başaramayacaklar. Ümidimiz, bir gün sizin de bu gerçekleri görüp kelime-i şehadet getirmeniz ve itaat etmenizdir.

İslâmiyet'te ve İslâm düzeninde;

Yıkıcılık yoktur, yapıcılık vardır;

İsyan yoktur, itaat vardır.

Bir topluluk hoşuna gidiyorsa onun düzenine uy;

Gitmiyorsa ayrıl ve çek git yani hicret et.

Topluluğun yanlışları ve eksikleri varsa;

O topluluktaki yanlış ve eksiklerin giderilmesi için çalış;

Düzelmesi ve gelişmesi için çalış;

Ama sakın yıkmak için çalışma.

Sana saldırılmadıkça sen hiç kimseye saldırma.

Savaşı 'yıkmak' için değil 'yapmak' için yap.

 

*   *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te yöneticiye itaat Tanrı'ya itaattır.

 

"A- İktidar'a ve İktidarı kullananlara (Halife, İmam, v.s.) mutlak İTAAT gereği, istibdat şeklinde olsa dahi İTAAT gereği.

İslâm Peygamberi'nin yerleştirdiği inanış şu olmuştur ki HALİFE'ye itaat demek TANRI'ya itaat demektir, ve Halife'ye karşı gelmek, isyan etmek demek, Tanrı'ya karşı gelmek ve isyan etmek demek olur ve yine iktidar sahiplerine itaat etmek peygambere ve dolayısiyle Tanrı'ya itaat etmek, buna mukabil iktidar sahiplerine karşı gelmek, isyan etmek demek, Peygambere ve dolayısıyle Tanrı'ya karşı gelmek, isyan etmek demek olur.

Çeşitli Hadisleriyle İslâm Peygamberi kendisinden sonra halkının başına yöneticiler geleceğini ve bu yöneticilere itaat zorunluluğunu ve kötü şekilde ve istibdat yaparcasına iktidarı kullansalar da bunlara yine de itaat gerektiğini açıklamıştır. Peygamber bir hadisinde şöyle der: "...Bana itaat eden Tanrı'ya itaat etmiş olur, bana karşı gelen Tanrı'ya karşı gelmiş olur. Yöneticilere itaat eden bana itaat etmiş demektir ve yöneticilere karşı gelen (isyan eden) bana karşı gelmiş demektir"..."(s. 526)

 

MİLLÎ İRADE NASIL TEMSİL EDİLİR?

BAŞKANA İTAAT ALLAH'A İTAATTIR.

 

Bir topluluk yöneticilerle temsil olunur.

Millî irade onların şahsında ve ağzında tezahür eder.

Nasıl biz Kur'ân'ı Hz. Peygamber'den duyuyorsak, halk da milletin iradesini başkanlardan duyar. Millet başka türlü halk ile konuşamaz. İnsanlar Hz. Muhammed'e değil, Hz. Muhammed'in ağzında tezahür eden Kur'ân'a uyarlar. Topluluklar da başkanın imzası ile yayınlanmış olan kanunlara uyarlar. Meclisten çıkan kanun ancak başkanın imzası ile yayınlanırsa yürürlükte olur.

Başkanın millî iradeyi doğru temsil ettiğine kani isen, başkanın yetki sınırları içindeki emirlerine uyacaksın. Savaştasın, başkan veya komutan ateş emri veriyor ve sen dinlemiyorsun. Bu durumda adamın hiç gözünün yaşına bakmaz ve derhal kurşuna dizerler. Başka türlü askerlik olmaz, disiplin, olmaz, düzen olmaz, savaş olmaz ve dolayısıyla barış da olmaz.

Diyeceksin ki, başkan millî iradeyi temsil etmiyor, milletin istediğinin aksini yapıyor. Bunu bilmenize imkân yoktur. Başkanla topluluk arasında bazan çok büyük gerginlik olur; başkan direnir, halk direnir, sonunda halk başkana itaat eder. Halk başkanın bu husustaki iradesini ve güçlülüğünü ölçmek için mukavemet eder. Sonunda başkanın kararında ısrarlı olduğunu görünce itaat eder.

Sözdeki muhalefet fiildeki muhalefet değildir. Bundan dolayı fikir serbesttir ve suç unsuru oluşturmaz. Tamamen aksi kanaatte iseniz, o operasyon bittikten sonra, meselâ savaş sona erdikten sonra o devleti terkedip hicret edebilirsiniz. Ama o devletin nimetlerinden yararlanıp hizmet etmemek caiz değildir.

Millî iradenin başkandan başka bir yerde tezahür ettiğini iddia etmek de mümkün değildir. Kur'ân'da tek Tanrı savunulurken, eğer birden fazla Tanrı olsaydı kâinat fesada giderdi, diyor. Bir başkandan başka birileri daha millî irade adına söz sahibi olursa devlet fesada gider. İçtihat, icma, istişare müesseseleri ayrı, başkanın yetkileri içindeki emirlerine itaat ayrıdır. Onlar hep o emirler içindir. Bunun aksi savunulamaz. Hiç bir yönetimde de bunun aksi olmamıştır. Oluyorsa, o yönetimin zafiyetindendir, yoksa adalet anlayışından değildir.

İslâm düzeninde;

Başkanlara yetkileri içindeki emirlere itaat edilir.

Bu itaat başkana itaat değil Allah'a itaattır.

Çünkü Allah emrettiği için itaat edilmektedir.

Bundan dolayıdır ki;

Yetki dışında bir üstünlük yoktur ve

Yetkiyi aşan konularda itaat etmek de haramdır.

Hicret farzdır.

İsyan haramdır.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te yasama, yürütme, yargı diye bir şey yoktur.

 

"B- Kuvvetler ayrılığı diye bir şey olamayacağı.

Bütün iktidar tek kaynaktan çıkmaktadır; Hükümdar veya Halife. Devlet içinde çeşitli yetkiler hep bu kaynaktan gelme ve ona tâbidir...

Kişinin yaşantılarını düzenleyici kurallar Tanrı marifetiyle kitap şeklinde (Kur'ân) hazırlanmış olduğundan ve Peygamberin yerleştirdiği hükümlerle birlikte bu değişmez ve ebedî düzen dışında başkaca bir yeni esas olmayacağından ne kişiler ve toplum için ve ne de Hükümdar veya diğer devlet organları için Yasama yetkisinden bahsetmek mümkün olamaz.

Yasama yetkisi sadece Tanrı'ya ve Peygambere ait olmuştur ve onlardan başkası için bu yetkiyi kullanmak mümkün değildir; mümkün olmuş olsa Tanrı'nın ve peygamberin iradesine eş bir başka irade ortaya çıkmış olacak demektir ki bu da Tanrı'nın TEK'liği ile bağdaşamazlık yaratacaktır. Tanrı'nın yerleştirdiği ve Peygam-berin söz ve davranışlariyle genişlettiği hükümlerin ve kuralların değiştirilmesi, geliştirilmesi ve kaldırılması bahis konusu olamaz. Bu nedenle "yasama gücü" veya "yürütme gücü" ayrılığı olamaz.

Bk. J. H. Kramers, Analecta Orientalia, Leiden 1956, Vol. II, sh. 169-171."(s. 527)

 

İNSAN VE MELEKELER, TOPLUM VE MÜESSESELER.

KUVVETLER AYRILIĞI DEĞİL KUVVETLER DENGESİVAR.

 

Şimdi biri sizlere bir soru sorsa ve dese ki; "Ağaçların bağırsakları var mıdır?" Ne dersiniz? Hemen hepiniz 'yoktur' dersiniz. Sonra, bağırsak nedir diye sorsa ne dersiniz? Eğer biyoloji biliyorsanız, ağzımızdan aldığımız gıda ağız ve midede erimiş hâle getirilir. Bu gıda önce bağırsaklarda istenilen şekle sokulur ve emici kıllar aracılığı ile damarlarda bulunan kana karıştırılır. Bu emici kılların bulunduğu boruya bağırsak denir, dersiniz.

Peki, şimdi ağaçlardaki kökler nedir diye sorsak, ne dersiniz?

Dersiniz ki; toprağa karışan, su ve bazı bakteriler tarafından gıda haline getirilen madenler ve su kökler tarafından salınan sıvılarla eritilip bitkiye yarayacak hâle getirilir. Sonra da köklerde bulunan emici gözeneklerle damarlara basılır. Öyleyse şimdi söyleyebilir misiniz, acaba ağaçların bağırsakları var mıdır? O zaman ağaçlardaki kökler hayvanlardaki bağırsaklara benzer fonksiyonlar görürler.

İşte buna analoji denir. Her toplulukta her müessese vardır. Ama ya gelişmemiştir ya da başka türlü gelişmiştir.

 

İnsan;

Fikir, his, irade ve ünsiyet

melekelerine sahip bir varlıktır.

Fikirler, yanlışı doğrudan,

Hisler, kötüyü iyiden,

İrade, zararı faydadan,

Ünsiyet, zulmü adaletten ayırır.

Toplulukta bu dört meleke

dört müesseseye dönüşmüştür:

Fikirler ilmi,

Hisler dini,

İrade iktisadı ve

Ünsiyet idareyi oluşturur.

Aynı görevler yüklenir ve bunlar;

Teşri, murakabe, icra ve kazadır.

Bunlar değişik topluluklarda değişik şekillerde mevcuttur.

İslâm düzeninde;

Teşrî yetki ve görevini medrese / ilmî teşekküller yüklenmiştir.

Murakabe yetki ve görevini

Tekke / dinî teşekküller yüklenmiştir.

İcra yetki ve görevini meslekî teşekküller yüklenmiştir.

Yargı yetki ve görevini de siyasî teşekküller yüklenmiştir.

Başkan, ilmî teşekküller tarafından seçilir.

Başkan, idarî ve siyasî teşekküllere komuta eder.

Hanedanlarda ilmî teşekküller değil de saray seçer. Başkan sadece siyasî teşekküllere komuta eder. Teşri, murakabe ve icra adeta devletten ayrıdır. Bu sistem İslâmiyet'e aykırıdır.

Başkan;

Bütün kuvvetler arasında denge unsurudur

ve hakem konumundadır.

Kuvvetler ayrılığı değil kuvvetler dengesi vardır.

Hepsi biata yani seçime dayanır.

Hepsi çoklu sosyal gruplar halinde teşkilâtlanmışlardır.

Kuvvetler ayrılığı ve çatışması yerine;

Kuvvetler ayrılığı ve dengesi vardır.

Avrupa bunları hep İslâmiyet'ten öğrendi. Bu fikirler hep İslâmiyet'in Batı'ya etkisinden sonra doğmuştur. Eski Yunan ve Roma'da yoktur. O medeniyetlerde meclis hükümleri vardır.

 

 

*    *   *

 

 

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te itaat adaletin üstündedir.

 

"III- Şeriat devleti uygulamasında en kutsal prensip: İktidar'ın mutlaklığı ve her değere üstünlüğü.(s. 527)

Gerek Kur'an ayetleri arasında ve gerek Hadis'lerde İKTİDAR'a mutlak İTAAT konusunda sayısız hükümler vardır. Bu hükümlerden anlaşılmaktadır ki İslâm'da MUTLAK İKTİDAR'a itaat kuralı her değerin üstünde bir yer almaktadır.

O, İslâm'ın önem verir göründüğü ADALET prensibinden de daha üstün bir değer taşımaktadır."(s. 528)

 

SAVAŞ, BARIŞ, ADALET VE DEVLET;

MÜDAHALE FİİLLE DEĞİL FİKİRLE OLUR.

 

İnsanlar ya savaş halinde ya da barış halinde yaşarlar. Savaş halinde yaşayanlarda kuvvet üstündür. Kim kimi yenerse o haklıdır. Savaşı kazanan taraf, karşı tarafa istediğini yaptırır.

İslâmiyet, barış değil de savaş içinde olmak isteyenlere karşı savaşmayı emreder ve bunlarla savaşıp hadlerini bildirmeyi en büyük ibadet sayar.

     İşte cihad budur.

     İşte barış budur.

Böylece onlar da barışa zorlanmış veya böylece barışa karşı olanlar caydırılmış olur. Barıştan yana olanlara Müslüman ve barışçı denir. Barışçı olmanın tek şartı vardır: Mevzuata, hakemlerin kararlarına ve yöneticilerin uygulamalarına uymak; yani hukuka teslim olmak. Bu teslimiyet olmazsa orada savaş var demektir. Bundan dolayıdır ki, adalet ancak itaat varsa sözkonusudur. Yani insanlar mevzuata uyuyor, hakem kararlarına uyuyorlarsa, orada devlet vardır ve orada adalet sözkonusudur. Eğer mevzuat uygulanmıyor ve hakem kararları geçersiz sayılıyorsa, o zaman orada savaş durumu var demektir. Savaşta da adalet değil kuvvet konuşur.

     İşte barış budur.

     İşte adalet budur.

     İşte devlet budur.

İslâm düzeninde;

Devletin varlığı Allah'ın hükümranlığı anlamına gelmiştir.

Devlete karşı gelmek şiddetle yasaklanmıştır.

İsteyen o devleti terkedip gider.

Yoksa o devletin içinde iken o devletin varlığına son vermeye çalışmaz.

Devleti ıslah etmeye ve yanlışlarını düzeltmeye çalışmak  ise

ayrı bir şeydir.

Bu fiilî müdahale ile değil fikrî müdahale ile olur.

İslâm düzeninde fikir yasağı yoktur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te adalet şeriata uymak anlamındadır.

 

""Bir saatlik adalet 60 yıllık ibadetten daha iyidir" Kuralı:

İslâm devlet doktrininde ADALET mülkün (Devletin) temeli olarak benimsenmiştir. Muhammed'in, adalet prensibinin üstünlüğünü belirtmek amaciyle- "Hükümette bir saatlik adalet 60 yıllık ibadetten daha iyidir" dediği kabul edilir... Osmanlı Padişahlarına her zaman için tekrarlana gelen öğüt "Dünya yaşamları imansızlıkla da olabilir ama adaletsiz olamaz".

Bk. Bernard Lewis, İstanbul and the Civilization of the Ottoman Empire, (University of Oklahoma Press 1963, sh. 49).

Hemen hatırlatmakta yarar vardır ki burada geçen adalet deyimi DİN anlamındadır. Kur'an ve Hadis hükümlerinin uygulanması yolu ile bulunan adalettir. Çünkü adalet ZULMUN karşıtı olan bir kavramdır. ZULUM ise Kur'an ve Hadis hükümlerine göre hükmetmemektir..."(s. 528)

 

ADALET HUKUKA UYMAK DEMEKTİR.

İSLÂMİYET'TE; HUKUK KURALLARININ ADI ŞERİATTIR

 

Karşı karşıya gelen iki insan uzlaşır ve anlaşır, sonra komşuluğa başlarlar. Aralarında bir sınır çizer ve o sınır üzerinde taraflar olarak kalırlar. Bu sınır çizilirken tarafların anlaşmaları için de bazı sınırlara riayet etmeleri gerekir. Yoksa anlaşamazlar. Anlaşamazlarsa ayrılırlar. Ayrılmazlarsa savaş çıkar. Ayrılmaya hicret diyoruz. Hicret meşrudur. Anlaşma ise istenen bir şeydir. Anlaşmadan önce, anlaşırken insanların tâbi oldukları kurallar vardır.

Bu kurallar tabiî hukuk kurallarıdır.

Anlaştıktan sonra da anlaşmanın ortaya koyduğu kurallar vardır.

Bunlar pozitif hukuk kurallarıdır.

Bundan sonra üç durum sözkonusu olur:

Taraflar hudut üzerinde duruyorlar. Gerek tabiî gerek akdî hukukun çizdiği sınırı taşmıyorlar. İşte buna 'adalet' denir.

Eğer birbirlerinin sahalarına taşıyor, taşkınlık yapıyor ve hak iddia ediyorlarsa, buna da 'zulüm' denir.

Eğer her biri kendi sahasından karşı tarafa ikramda bulunuyorsa, buna da 'ihsan' denir.

Allah adaleti ve ihsanı emretmektedir.

İhsansız adalet eksik olur ve korunamaz.

Demek ki, adalet hukuka uymak demektir.

İslâmiyet'te hukuk kurallarının adı 'şeriat'tır.

Yazar acaba neyi tenkid ediyor?

Anlaşmalara uyulmayacak da neye uyulacak?

Yürürlükte olduğu müddetçe;

Yürürlükteki mevzuata uyma zorunluğu vardır.

 

 

 


İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
1-BESMELE VE İTHAF
1667 Okunma
2-KAPAKDETAYI
1394 Okunma
3-YAYIN VE REDAKTE KURULU
1349 Okunma
4-EDİTÖRDEN NOTLAR-REŞAT NURİ EROLDAN
1418 Okunma
5-Prof. Dr.ilhan Arsel kimdir?
4255 Okunma
6-TEŞEKKÜR-reşat nuri eroldan
1339 Okunma
7-S U N U Ş-Dr.SÜLEYMAN AKDEMİR
1288 Okunma
8-Ö N S Ö Z-YERİNE DAVET REŞAT EROL
1377 Okunma
9-İÇİNDEKİLER
1237 Okunma
10-CEHALET VE AKILSIZLIK MESELESİ
1442 Okunma
11-MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR
1454 Okunma
12-'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?
1515 Okunma
13-HIRİSTİYAN HAÇLILAR NE YAPTI?
1640 Okunma
14-YENİLİK DÜŞMANLIĞI VE DEMOKRATİK DÜZEY MESELESİ
1298 Okunma
15-İSLÂMİYET'E GÖRE MEDİNE'DEKİ YÖNETİM ŞEKLİ
1862 Okunma
16-İSLÂMİYET VE KUR'ÂN KORKUTUCU DEĞİLDİR
1388 Okunma
17-'İSLÂM DİNİ' İLE 'İSLÂM DÜZENİ' AYRIDIR.
1311 Okunma
18-TÜRKLÜK İRSÎ, İSLÂMLIK KESBÎDİR.
1353 Okunma
19-RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET
1351 Okunma
20-İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR
1389 Okunma
21-İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLER
1329 Okunma
22-İSLÂM DÜZENİNDE RESMÎ DİNÎ KURULUŞ YOKTUR
1335 Okunma
23-İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?
2721 Okunma
24-KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT
1272 Okunma
25-GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR
1372 Okunma
26-KUR'ÂN'IN EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR
1366 Okunma
27-İSLÂMİYET'TE YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YOKTUR
1574 Okunma
28-KAYNAŞMA TÜRKLERE HAS BİR ÖZELLİKTİR
1322 Okunma
29-OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR
1356 Okunma
30-İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR
1303 Okunma
31-İSLÂMÎ SAVAŞLAR TALAN VE DİN SAVAŞI DEĞİLDİR
2277 Okunma
32-İSLÂM DÜZENİNDE SAVAŞA İSTEYENLER KATILIR.
1279 Okunma
33-İSLÂMİYET İDEAL BİR DÜZENDİR
1300 Okunma
34-İSLÂM DÜZENİNDE 'HAKEMLİK SİSTEMİ' VARDIR
1400 Okunma
35-MÜSLÜMAN ALLAH İÇİN SAVAŞIR, KÂFİR TAĞUT İÇİN.
1675 Okunma
36-'MİLLÎ HAKİMİYET' NE DEMEKTİR
1419 Okunma
37-İLMÎ ŞÛRA BAŞKANI İTTİFAKLA SEÇER
1280 Okunma
38-ANKARA MECLİSİ'NİN KURULUŞU ŞERİATA UYGUNDU
1319 Okunma
39-BATI CUMHURİYET SİSTEMİNİN EN BÜYÜK MAHZURU
1299 Okunma
40-İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.
4298 Okunma
41-LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?
1552 Okunma
42-BATI ÇÖKMEKTEDİR BAŞARILI OLAMAYACAKTIR
1326 Okunma
43-ZAMAN YAZILARI-İSLAMI BİLMEK
1300 Okunma

© 2024 - Akevler