Yazara göre;
Baştan karşı çıkan ulema
sonra askerî reformları destekledi.
"A- Din adamı'nın karşı koymadığı tek reform: Askerî Reform.
Din adamı her zaman ve her vesile ile Türk toplumunun ve devletinin sosyal, siyasal, ekonomik her türlü gelişmesine ve yeniliklerine karşı direnmekten geri kalmamıştır. Karşı gelmediği tek reform alanı askerî reformlar olmuştur. Bunu da Türk'ün çıkarına olduğu için değil İslâm'ın çıkarlarına olduğu için yapmıştır...
Bundan başka ordu'nun reformlar sayesinde güçlenmesi din adamının da işine gelir olmuştur. Çünkü bu suretle hem dışarda "Gâvurlara" karşı Şeriat'ın emrettiği Cihad'lar yapılabilir "kâfirler böylece ezilir" diye düşünmüştür, ve hem de içerde halkı sulta altında bulunduracak ortam gelişir diye hesap etmiştir..."(s. 481)
İSLÂMİYET'E GÖRE MEDİNE'DEKİ YÖNETİM ŞEKLİ;
İSLÂMİYET'İN İSTEDİĞİ DEVLET VE DEVLET DÜZENİ.
İslâmiyet'e göre yönetim şekli şöyle oluşmuştu:
Medine Devleti kurulduğu zaman siyasî partiler oluşmuştu. Bunlar Arap geleneği çerçevesinde kabileler şeklinde organize olmuşlardı. Cinayetlerde diyetleri bu siyasî dayanışma grupları ödüyorlardı. Baştan soy esasına dayanarak oluşan siyasî gruplar, partiler, siyasî dayanışma ortaklıkları, Hz. Ömer zamanında 'akdî' olmaya başlamıştır. 'Divan' denilen defterlere adını yazdıranlar o komutanın eri oluyor ve onun 'akile'sine girmiş bulunuyordu.
İşte bu akile başkanları da kent başkanlarını seçiyorlardı. Merkez kentin başkanı aynı zamanda devlet başkanı oluyordu. Her seferinde seçim şekli değişik olmakla birlikte, ilk dört halife böyle seçilmiştir.
Muaviye ve taraftarlarının galip gelmesiyle bu seçim sistemine son verilince, ulema artık idareye karışmamış, kim kuvvetli ise ona arka çıkmıştır. İktidar da, ulema ve şuyeha (şeyhler) ile uğraşmamıştır. Çünkü iktidara gelince nasıl olsa onlardan destek alıyordu. Medrese ve tekke, asırlarca siyasetten uzak kalmış, daima iktidar olanı desteklemiş, hiçbir zaman ihtilâle arka çıkmamıştır.
Osmanlıların son döneminde askerî alanda yapılmaya başlanan reformlar, başlangıçta kendilerine danışılmadan yapıldığından başarılı olamama ihtimali sözkonusu olduğu için ulema taraftar görünmemiş, ama reformlarda başarı sağlanınca desteğini esirgememiştir. Cumhuriyet dönemi için de aynı şey söylenebilir. Ulema baştan halifeye arka çıkmış, ama Mustafa Kemal başarılı olunca ulema da cumhuriyetçi olmuştur. Bu tutum doğrudur; ancak İslâmî değildir.
Türkiye'de şimdi demokrasi var. Ulema bu demokrasiden yararlanarak harekete geçmelidir. Üniversitelerin önderliğinde, anayasada yer alan ve değişmez madde olarak kabul edilen 'Türkiye devleti demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti' olma vasfına kavuşturulmalıdır. Her konuda olduğu gibi bu konuda da ilim adamlarımızın rehberliği ve önderliği son derece gereklidir.
İslâmiyet'in istediği devletve devlet düzeni,
işte böyle bir devlet ve böyle bir devlet düzenidir.
İlim adamlarımız ve üniversitelerimiz, gerçek anlamda ilim adamı ve üniversite olup bu konulara el atmadığı sürece, kaos ve kargaşa devam edecek, meydan 'yazar' gibilere ve cahillere kalacak, fakülte ve üniversitelerimiz de sözde ilim kurumları olarak varlıklarını sürdürecekler, bu gibi sözde ilim kitaplarını yayınlamaya devam edeceklerdir.
Çağdaş sorunların çözümü için çağdaş çözümler üretilmesi gerekmektedir. Bunu da ancak gerçek ilim adamları gerçekleştirebilir; başkaları değil. İlim adamlarımız gerçek ilim adamı olup bu sorunları çözme seviyesine ulaşmadıkça, gerçek ilim adamı olamayacaklardır. Sonuçta bunun zararı hepimize dokunacak, kalp para gibi sahte demokratik, lâik ve sosyal hukuk devleti oluşacaktır.
Üniversitelerimizdeki ilim adamlarımıza ve bu konularda kafa yoranlara çağrımız şudur: Geliniz isterseniz kavramları sizin aklınıza göre tanımlayalım, ama tanımladıktan sonra da bu tanımların dışına çıkmayalım. Sonra hiç kimse kavram kargaşası içine dalıp dayatma yapmaya kalkışmasın. Ayrıca ihtilâfa düştüğümüzde yorumu biz değil de hakemlere yaptıralım. Hakemlerimizi de baştan seçelim. Gerçekten akıllı olmak ve akla göre hareket etmek istiyorsak, akıl için yol birdir.
* * *
İlhan Arsel'e göre;
Renan akılcı bir din adamı idi.
"B- BATI'da aklın üstünlüğüne inanmış DİN ADAMI tipi: Ernest RENAN
Batı AKLI gerçek olan değeriyle benimsemiş olan veya hiç olmazsa dini akıl süzgecinden geçirmek isteyen din adamları ile doludur. Hemen her yüz yıl içerisinde buna örnek bulmak mümkündür. Bu tip din adamının XIX cu yüzyıldaki en güzel örneklerinden biri Ernest Renan'dır.
Renan, Katolik dininde (Roman Catholic) yetiştirilmiş bir rahip idi... Dil ve yakın doğu tarihi uzmanı idi... Millet tanımlaması onunla birlikte bambaşka ve çok daha insancıl bir kavram oldu... Din adamı olmasına rağmen akıl dışı din verilerini reddederdi. Çünkü bütün görüşlerine "akılcılık" hakimdi. "Bütün yazılarında güttüğü amaç İsa'nın uhreviliği fikrini yok etmek, Hıristiyanlığın Üniversal bir din olarak tanımlanmasını cerhetmek, ve Yahudi-Hıristiyan (Judeo-Christian) lığın manevî tarihini duygusal maceralar serisi halinde ele alıp bunların akıl ürünü olan çalışmalara nazaran çok aşağı kertede şeyler olduğunu ortaya vurmaktı". Bk. Gilbert Highet, Man's Unconquerable Mind, (New York 1954, sh. 112).
Renan, bütün varlığıyle, insan aklına iman beslerdi. AKLI öylesine yüceltirdi ki hiç çekinmeden onu ilâhî niteliğe sokardı... Bütün bu inanışlarına ve AKIL için giriştiği savaşlara rağmen AKLIN dahi yetersiz olduğu görüşlerine saplandığı haller yok değildi. AKLIN aczini, sınırlarını belirtmekten geri kalmazdı... Bu görüşlerini Renan'ın "Prière Sur l'Acropolis" adlı kitabında bulmak mümkündür...(s. 482)
Buna benzer bir davranışa Şeriat ülkelerinin düşünce tarihi içerisinde hiç rastlayamıyoruz..."(s. 483)
BÜTÜN MEDRESE MENSUPLARI AKILCI İDİLER.
KELİME VE KAVRAMLAR;
LÂİKLİK VE DEMOKRASİ TARTIŞMASI.
Batı'da bir tek akılcı din adamı gelmiş, o da Ernest Renan imiş, veya gerçekten de nadir kimselerdenmiş.
İslâm dünyasında bütün medrese mensupları akılcı idiler. Hattâ bu hususta medrese ile tekke arasında uzlaşmaz bir çatışma vardı: 'İnsan Allah'a aklıyla mı inanmalı, yoksa kalbiyle mi?' Onlara göre insanın aklı başında idi, oysa hissi göğsündeki kalbde idi. Kur'ân'da şöyle deniyordu:
"Hiç yeryüzünde gezmediler mi ki düşünecekleri kalpleri, işitecekleri kulakları olsun. Gözler kör olmaz ama başlardaki kalbler kör olur."(Hac[22]; 46)
Burada başta bulunan kalbi tevil edip 'beyin kör olur' diyeceklerine, başı göğüs olarak tevil edip 'göğüsteki kalp kör olur' dediler ve kalbi küfrün merkezi yaptılar. Böylece Allah'a imanın akıl ile değil de kalb ile yapılacağını yani hislerle yapılacağını söylediler. Oysa ulema, insanın kalble inanması doğru olsa bile, aklın tesbit ettiği gerçek Allah'a inanması gerektiği, hak din ile bâtıl din arasındaki farkın da bu olduğunu belirttiler.
Batı dünyası İslâmiyet'i ulema aracılığı ile tanıdığı ve ulema da imanı aklın emrine verdiği için Müslümanları dinsizlikle ve ateizmle itham etmişlerdir. Ancak 19. yüzyılda kilise medreselerin Avrupa'daki uzantısı olan üniversitelere yenilince, uzlaşma cihetine gitmiş ve İslâmiyet'in benimsemiş olduğu akılcı yolu tutmaya başlamıştır. Şimdi kilise de İslâmiyet gibi akılcı olma yolunda. Böylece, dinin bütün dinlere galip gelecektir, âyetinin haberi gerçekleşmiş oldu:
"Allah: "Elbette ben ve elçilerim galib geleceğiz" diye yazmıştır. Şüphesiz Allah güçlüdür, galibtir."(Mücadele[58]; 21)
Evet, Müslümanlar yenildi ama İslâmiyet galip geldi; her yönüyla galip geldi ve bundan sonra da galip gelecektir. Çünkü Avrupa beşyüz yıllık savaşlarla 'insan haklarını' getirdi; yani İslâmiyet'i getirdi... Şimdi de gerçek 'demokrasiyi' getirmek istiyor; yani İslâmiyet'i getirmek istiyor... Şimdi gerçek 'lâikliği' getirmek istiyor; yani İslâmiyet'i getirmek istiyor...
Kelime ve Kavramlar;
'Lâiklik' ve 'Demokrasi' Tartışması:
Burada yalnız kaldığımız bir noktaya ve önemli bir konuya işaret etmeden geçemiyeceğiz. Evet, yalnız kaldığımız bir nokta ve önemli bir konu var. Ne İslâm âlemi ne de Batı dünyası, bu noktada bizleri tasvip ediyor. Her iki taraf da kelime ve kavramlara farklı manalar verip karşı tarafı dalâletle itham ediyor. Ama uygulama olmasa bile, hem Batı hem Doğu aynı hakikatları savunuyor, aynı gerçekleri savunuyor, yani İslâmiyet'i ve onun düzenini savunuyor; ama her ne hikmetse çatışma devam edip gidiyor. Bizler de bu iki çatışan taraf arasında kalıp her iki taraftan muhalefete uğruyoruz. Bizler her iki tarafa da bir uzlaşma önerisi getiriyoruz. En tutucu İslâm alimini getirelim, sonra karşı taraftan bir tutucu ve meselâ bizim yazarı getirelim. Bunları bir araya getirelim ve asla İslâm, şeriat, lâiklik, demokrasi, cumhuriyet, saltanat, hilafet gibi kelime ve kavramları kullanmayalım. Biz sizlere sorular soracağız, siz de adını koymadan çözümler yazacaksınız.
Meselâ, bir insanın zorla başka bir insanın emrine girip bütün hayatını onun emrinde geçirmesini doğru bulurmusunuz?
Meselâ, bir kimsenin başkasına zarar vermeyen hususlardaki davranışını, başkasını cezalandırmayı doğru bulurmusunuz?
Yalan söylemeyi, insan öldürmeyi, hırsızlık yapmayı haklı sayar mısınız? gibi daha nice sorular sorsak, alacağımız cevaplar hep aynı çıkacak, iki taraf da aynı cevapları verecektir.
Aldığımız bu cevaplardan sonra bir soru daha sorsak;
"Peki, sonunda size göre bu sizin benimsediğiniz düzenin adı nedir?"
Biri şu cevabı verecektir:
"İslâmiyet'in şeriat düzenidir!"
Diğeri de şu cevabı verecektir:
"Avrupa'nın demokratik lâik düzenidir!"
Bu cevapları aldıktan sonra bir soru daha sorsak:
"Peki, sizin gibi düşünmeyenlerin düzeni nedir?"
Fanatik yazar: "İslâmiyet'in şeriat düzenidir!" diyecek;
Din yobazı da:
"Avrupa'nın demokratik lâik düzenidir!" diyecek!..
A be akılsızlar! İsimler, kelime ve kavramlar üzerinde ne diye kavga ediyorsunuz? Baksanıza, ikiniz de aynı rejim ve düzeni istiyorsunuz. İşte verdiğiniz cevaplar ortada!..
Evet, onlara böyle desek ve cevaplarını göstersek, bizzat kendi yazdıkları cevapları önlerine koysak...
Ne dersiniz? Yine de o fasit bir daire içinde geçen kelime ve kavramlar üzerindeki kavgalarını sürdürürler mi?..
Kur'ân'ın ve ilmin reddettiği anlayış, davranış ve tutum işte budur. Maksat ne ise hüküm ona göredir. Bir kelime ne maksatla kullanılıyorsa, kullananı ancak onunla suçlayabiliriz.
Madem ki her iki taraf da kendi kelimelerini iyi anlamda kullanıyorlar ve bunu destekliyorlar, o halde iki taraf da iyidir ve cennete gideceklerdir.
Eğer İlhan Arsel yazdıklarında samimi ise ve ona göre anlattığı şeriat gerçekten de o ise, öyle bir şeriata düşmanlık etmesi gayet normaldir ve haklıdır.
Eğer yobaz da görüşlerinde samimi ise ve anlattığı demokrasi ile lâiklik gerçekten de öyle ise, o zaman o demokrasi ve lâikliğe düşmanlık etmesi son derece normaldir ve görüşünde haklıdır.
Bu durumda ikisi de müslümandır ve ikisi de cennete gider.
Peki, kim cennete gitmez de cehennemi boylar? Samimi olmayan ve gerçekleri bile bile tahrif eden veya gerçeklerin var olduğunu bildiği halde inatla gerçekleri öğrenmek istemeyen kimse cehennemi boylar. O kimse cehenneme gider; adı ister 'müslim' olsun isterse 'müslim' olmasın, farketmez.
* * *
Yazara göre;
Luter halk iradesini savundu.
"Sadece DİN kurallarını AKIL süzgecinden geçirmek değil ve fakat kendi toplumunu yükseltmek için de çalışmıştır BATILI DİN ADAMI:
Batılı din adamı'nın uygarlığı ve kendi öz toplumuna yararlı olması sadece AKILCI davranışta bulunmak ve AKIL unsurunu din süzgeci haline getirmek yolu ile olmamıştır. Aynı zamanda kendi bağlı bulunduğu topluma MİLLÎ duygularla sarılabilmekle olmuştur. Almanya'da Luther ve İsviçre'de Zwingli, nice örneklerden bir ikisidir. Luther, Hıristiyan dinini kendi toplumunun yani Alman milletinin millî niteliklerine, Alman özelliklerine ve geleneklerine uydurarak yenilikler yaratabilmiş ve kendi toplumunu her bakımdan geliştirmeye çalışmıştır... Roland H. Bainton'un "The Reformation of the Sixteenth Century" kitabında Luther'in nasıl bir millî kahraman olarak iş gördüğünü ve... okumak gerek... XVI cı yüzyılın bu ünlü din adamı bir yandan dinde reform yollarını zorlarken diğer yandan da halk iradesinin özgürlüğü tezini işlemekteydi."(s. 483)
AVRUPA HIRİSTİYANLIĞI İSLÂMLAŞTIRMAYA BAŞLADI.
KENDİ İÇTİHAT VE İCMALARI İLE
HALKIN YÖNETİLMESİ SİSTEMİ:
Hıristiyanlıkta, henüz insanın kendi kendini yönetmesi esası yoktu. Peygamberler geliyor, insanlara ne yapacaklarını öğretiyor, onlar da Allah'ın iradesine uygun olarak hareket ediyorlardı. Çünkü insanlık henüz bâliğ olmamıştı, henüz rüşdünü tamamlamamıştı.
Ancak Hz. İsa bunun kısa zamanda değişeceğini, 'benim gibi yeni bir peygamber gelecek ve o size kendi kendinizi yönetmeyi öğretecek' diyordu.
Bunu ondan önce Hz. Musa da haber vermişti: 'İlerde bir peygamber gelecek, şimdi benim size getirdiğim Tevrat hükümlerini şeriat hükümlerine göre değiştirecek, artık Tevrat'ta olduğu gibi her hükmü ayrı ayrı saymayacak, size faydalı ve zararlı ilkelerine göre özel hayatınızı kendi içtihadınıza göre yaşamayı, ve anlaşmalara uyma ilkesine göre de toplu yaşamayı öğretecek' diyordu.
Hz. İsa'dan altı asır sonra Hz. Muhammed geldi ve bu haberleri doğruladı. Kanun sistemini kaldırdı ve yeni şeriat sistemini getirdi. Ama Avrupa Hıristiyan kalmaya devam etti. Avrupa'nın Hıristiyan kalması ne demekti? Başta ilk cümlemizde söylediğimiz, insanın henüz kendi kendini yönetmemesi demekti. Bâliğ olmamak ve rüşdünü ispat etmemekte ısrar etmek demekti.
Avrupa'da 'İslâm fikirleri' doğu ve batıdan, Balkanlar ve İspanya'dan, Sicilya ve İtalya'dan yayılmaya başlayıp Osmanlılar da Viyana kapılarına kadar dayanınca; Avrupa Hıristiyanlığı İslâmlaştırmaya başladı ve buna bağlı olarak reformcular ortaya çıkmaya başladı. İşte Almanyalı Luther ve İsviçreli Zwingli bu reformculardandır. Hıristiyanlık buna müsait idi. Çünkü İncil'de Kur'ân'da olduğu gibi teferruatlı hükümler yoktu. Bağlayıcı hükümler olmayınca da o dinin mensupları bunları ya bir yerden almak veya kendileri ortaya koymak durumundaydılar. Aramaya başlayınca, kapılarına kadar gelmiş olan, hattâ İspanya ve Balkanlar gibi bazı bölgelerde içeri de girmiş oldukları birilerinden yani Müslümanlardan birşeyler öğrenip alabilirlerdi. Nitekim aldılar, ama az aldılar; daha almaları gereken çok şey var...
İslâmiyet'in getirmiş olduğu,kendi içtihat ve icmaları ile halkın yönetilmesi sistemini,Luther de çok eksik olarak sadece Alman milletini papa hakimiyetinden kurtarmak için benimsemiştir. Luther ve diğer bütün Avrupalı reformcular, içtihatlarında hata etmişlerdir.
Ancak biz hepsinin iyi niyetli olduğuna, içtihatlarında hata etmiş olsalar bile iyi bir şey yaptıklarına ve bunun mükâfatını göreceklerini sanıyoruz.
* * *
Yazara göre;
Osmanlı uleması Rus ve Mısır uleması kadar olamadı.
"C- Rusya'da bile din adamı fanatizmi terkeder ve millet kalkınma-sına yardımcı olur da bizde ULEMA fanatizm ve gerilikler yolundan dönmez.
Büyük Petro'nun giriştiği reformların olumlu sonuçlar verdiğini gören din adamları Rusya'da, fanatizmi ve gericiliği terkederek ona müzahir olmuşlar ve onu desteklemişlerdir. Bunu biraz da kendi çıkarlarına uygun görmüşlerdir...(s. 483)
Bu nedenledir ki yeniliklere karşı çıkmaktansa bunları destekleme akıllılığı göstermişlerdi. Önceleri kabul etmek istemedikleri reformları sonra benimsemişlerdi. Bk. A. de Juchereau de Saint-Denys, Revolutions de Constantinople en 1807 et 1808, Vol. I, sh. XXII.
Oysa ki bizde, din adamı hiç bir zaman fanatizmi ve taassubu terketmemiş ve aksine gittikçe koyu bir hırsla gericiliğe sarılmıştır.
Fakat acıklı ve gerçekten üzücü olan husus şudur ki TÜRK'ün din adamı, bırakınız Batılı din adamlarının güzel örneklerini ve kendi toplumları için yaptıkları işleri, ve fakat Arap'ın ve örneğin Mısırlı din adamının yapabildiğinin binde birini dahi Türk toplumu için yapmamıştır..."(s. 484)
OSMANLI, MISIR VE RUSYA NE YAPTI?
İSLÂMİYET'E GÖRE REFORMLARI KİM YAPAR?
Mısır, Osmanlıların bir vilâyeti olarak Batılıların desteğiyle oluşmuş bir devlet idi. Bir başarı gösteremediği, kurulan hanedanın çok kısa bir zamanda yok olması ile sabittir. Ayrıca Mısır saltanatını devirenlerin İsrail'e karşı mağlubiyetleri de bunu ispat eder. Osmanlılar, yaklaşık olarak yediyüz yıl süren bir saltanat kurdular. Kendi yerlerine de, yedi düvele karşı İstiklâl Savaşı'nı, ayrıca Kore ve Kıbrıs savaşlarını kazanan bir devleti mirasçı olarak bıraktılar. Bugün Türkiye ile Mısır, konumları bakımından aynı durumdadır, ama etkinlik açısından Mısır Türkiye'nin çok gerisindedir. Bu da gösteriyor ki, Mısır yönetimi Osmanlı yönetiminden hiç bir zaman daha iyi değildi.
Mısırlı ulema meselesine gelince. Mısır'da Ezher Üniversitesi hâlâ devam ediyor ama yeni hiç bir şey üretemiyor. Sadece Batı dünyasının düşünce ve görüşlerini İslâm elbisesi içinde takdim etmekle yetiniyor. Belki 'Müslüman Kardeşler Teşkilâtı' mensubu olan kardeşlerimiz bu görüşümüze kızacaklar ama biz gerçeği söylemekten imtina etmiyeceğiz; maalesef onlar da bundan başka bir şey yapmıyorlar. Türkiye'de Ezher Üniversitesi gibi bir üniversite ve emsali medreseler olmadığı halde, Mısır'dan daha ileri seviyede İslâmiyet'e doğru bir gidiş ve uyanış vardır.
Ruslara gelince, onların din adamları ilim adamı değildi. Bizim tekke şeyhleri misâli sadece dinî ve ahlâkî konularla ilgileniyorlardı. Ayrıca Ruslar galip devletler arasında bulunuyorlardı. Gelişme çağındaydılar. Yazarın buradaki karşılaştırması son derece yanlıştır. Ama Türkiye'de tarikatlar ve olabildiğince medrese varlığını sürdürmüş, asla Rusya'nın lideri olduğu Sovyetlerin düşmüş olduğu dinsizlik batağına düşmemiştir. O ülkelerde yapılanların onda biri bile Türkiye'de yapılmamıştır. Her şeyden önce mabetler kesinlikle kapatılmamış ve sınırlı da olsa varlıklarını sürdürmüşlerdir. Medrese derslerini veren Kur'ân Kursları ve tarikatların faaliyetleri, bütün yasaklamalara ve baskılara aldırmayarak devam etmiş, daha sonra da resmiyet kazanmışlardır. Öyleyse Osmanlı yönetimi, Sovyetlerle kıyaslanmayacak derecede daha hafif bir şekilde din düşmanlığı fırtınasını atlatmıştır; hâlen de Türkiye atlatmaktadır...
İslâmiyet;
Yönetimin reformlar yapmasına karşıdır.
İslâmiyet'e göre reformlar, ulemanın içtihatlarına dayalı olarak dinî kuruluşlar tarafından yapılmalıdır.
Yapmazlarsa, siyasî müdahale meşrulaşır. Dolayısıyla, Osmanlıların yöneticilerinin müdahalesi ve cumhuriyet döneminde yapılan inkılâplar yanlış olsalar bile, mahiyetleri itibariyle İslâmiyet'e göre meşrudurlar.
Yanlışlıkları ise, ulema ve dinî kuruluşların cehalet ve acziyetinden kaynaklanmaktadır. Hayat boşluk kabul etmez. Birileri görevlerini yapmadılar mı, yanlış da olsa başka birileri yapar.
* * *
Yazara göre;
Mısır hilâfetin kaldırılmasını alkışladı.
"D- Mısır'da Mehmed Ali Paşa, getirmek istediği reformlar konusun-da Mısırlı din adamının direnmesine pek uğramaz da ayni nitelik-teki reformlara girişmek isteyen Mahmud II nin karşısına bizim yenilik düşmanı din adamı dikilir.(s. 484)
Oysa ki İkinci Mahmud sırf din adamının melaneti ve direnmesi ve her türlü eğitim yeniliklerine ve reformlara karşı düşmanlığı nedeniyle Ordu'da gerekli reformları zamanında yapamamıştı...
Mısırlı din adamı Mısır'da Mehmed Ali'nin giriştiği reformlara karşı pek gelmez ve hattâ bu reformları desteklerken, bizde kendi din adamımız askerî reformlara bile hayır demek yolunu tutmuştur.
Meşrutiyet devrimlerinde ayni şey olmuştur.
Millî devlet yaşamlarımız başladığı ve Cumhuriyet devri geliştiği sırada Türk din adamı, özellikle hilafetin kaldırılması ve din ve devlet işlerinin ayrılması konusunda Atatürk'ün karşısında dikilirken, Mısırlı din adamı hilafetin pek âlâ ilga edilebileceğini öngörerek Atatürk'ün cesaretini ve yaptıklarını alkışlamakta idi." Bk. Halil Ganem, Les Sultans Ottomans, (Paris 1901, Vol. II, sh. 209. Ayrıca bk. A. de Juchereau de Saint-Denys, Revolutions de Constantinople en 1807 et 1808, Vol. I, sh. VII-VIII, ve Vol. II sh. 26-27 ve sh. 238-9."(s. 485)
İSLÂMİYET'TE HİLÂFET YOKTUR;
BİRLEŞMİŞ BARIŞ MİLLETLERİ TOPLULUĞU VARDIR.
İslâm düzeninde, resmî dinî teşkilât yoktur.
Kur'ân'ın açık beyanına göre, tek İslâm devleti de yoktur.
Her kavmin kendi devletleri ve başkanları olacaktır.
Bu durumda, İslâmiyet'te hilâfetin yeri yoktur.
Bu sefer sonda söyleyeceğimizi daha başta söylemiş olduk. Hilâfet konusunda, kim bilir belki de herkese veya pek çok kimseye aykırı gelebilecek bir hükme vardık. Çünkü bu konudaki geleneksel anlayış ve birikim, bunun tam tersi gibidir. Bu durumda geçmişte hilâfetin icra ettiği fonksiyonu icra edecek alternatif bir kuruluş olması gerekmektedir.
Bizim görüşümüze ve içtihadımıza göre;
'Mekke Emiri' bugünkü Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri gibi
bir statü ile bu fonksiyonu icrâ edecek ve görev yapacaktır.
'Birleşmiş Barış Milletleri Topluluğu' veya
'Müslüman Devletler Topluluğu' olacak,
'Mekke Emiri' de bu topluluğun 'Genel Sekreteri' olacaktır.
Bu durumda,
Mekke'nin konumunu ve statüsünü açıklamamız gerekmektedir.
Mekke, uluslararası serbest kent konumunda ve statüsünde olacaktır. Bu kentin Mekkelilerce seçilmiş bir yönetimi ve onlardan oluşturulmuş bir ordusu bulunmamaktadır. Bu kentin başkanı dinî lider değildir. Olsa olsa, ancak bugünkü Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri gibi görevi olan biri olacaktır. Bu görevin ve statünün geçmişte herhangi bir uygulaması olmamıştır. Bundan dolayı bu konuda tamamen yeni içtihatlar yapılması ve en sonunda da icmaya ulaşılması gerekmektedir.
Hz. Muhammed, Arapların ve ilk İslâm devletinin başkanıydı. O hayattayken Arabistan dışında bir yer fethedilmemişti. Kur'ân'da şöyle buyrulmaktadır:
"Seni bütün insanlığa peygamber olarak gönderdik"
(Nisâ[4]; 79)
Ama sen sadece Arap kavminin devlet başkanısın.
"Sen (insanlık için) ancak bir uyarıcısın;
her kavmin bir başkanı vardır."(Ra'd[13); 7)
Özellikle ikinci âyet dört halife zamanında anlaşılmamış ve tek devlet sistemi benimsenmiştir. Bu hatalı veya eksik anlayış, hilâfet müessesesine son vermiştir. Çünkü Hz. Peygamber'den sonra vahiy yoktur. İnsanların hataları olaylarla bildirilecektir. Hz. Ali bunu anlayamamış ve değerlendirememiştir. Dolayısıyla Arapların başkanı olma fırsatını da kaybetmiştir. Bu hatanın sonunda saltanat sistemi gelmiştir.
Sultanlar, bu kurumu İslâm birliğini sağlamak için paygamber vekâleti olarak kullandılar. Oysa ilk dört halifenin adı 'Emiri'l-Müslimîn' veya 'Emiri'l-Mü'minîn' olmuştur. Bütün Müslümanların başkanının bir tek kişi olması görüşü İslâmî değildir. Bundan dolayı İslâm düzeninde bu anlamda bir isim de yoktur. Ancak Abbasîler bu yanlış hilâfet anlayışını devam ettirdiler.
Hakimiyet Abbasîlerin elinden çıkınca, hilâfet sadece dinî bir müessese gibi kaldı ve adeta papalığa benzemiş oldu. Elbette papa gibi ruhani yetkileri yoktu. Sadece hükümdarlara hakimiyet tevcih ediyordu. Selçuklu hükümdarları halifeden ferman alıyorlardı. Ancak afaroz müessesesi olmadığı için halife hükümdarları azledemezdi. Osmanlı Devleti ise bir Seçuklu Beyliği olarak kurulup gelişti. Bu durumda hilâfet, İslâm ülkelerine hâkim olmaya engel bir unsur teşkil ediyordu. Yavuz Sultan Selim Mısır'ı fethedince 'halife' ünvanını da aldı.
Hilâfet kalkınca, Mısır'da bazı yenilikçiler ve özellikle de bağımsızlık taraftarları bundan memnun oldular. Çünkü artık Osmanlılarla bir takıntıları kalmamıştı. Bunu Mısır ulemasının uyanıklığı yerine, yenilikçilerin ihanetleri olarak görmek de mümkündür.
İslâm düzeninde tek İslâm devleti yoktur.
Barış devletleri veya milletleri, dinleri ne olursa olsun
'Birleşmiş Barış Milletleri Topluluğu'nu oluştururlar.
İsmi 'Müslüman Devletler Topluluğu' da olabilir.
Bu topluluğun merkezi 'Mekke' kenti olacaktır.
Bütün insanlar buraya girip çıkma hürriyetine sahiptirler.
Burada cereyan eden cinayetlerden Mekkeliler değil de topluluk üyesi devletler sorumludur. Mekke'yi dış saldırılara karşı koruma görevi de onlara aittir.
Mekke'nin tamamen özel ve özerk olan statüsü üzerinde iyice düşünüp çalışmak, yeni içtihatlar yapmak ve en uygun olan hükümleri getirmek gerekmektedir.
Bir suçlu Mekke içinde bulunursa, o suçlu kendi isteğiyle Mekke'den çıkmayınca, zorla çıkarılamaz. Bu suçludan dolayı mağdur durumunda olanlar iki şıktan birini tercih edeceklerdir: Ya suçlunun Mekke'den dışarıya çıkmasını bekleyip dışarı çıktığında cezanın infazı yapılacak, veya ceza diyete dönüşecek ve memleketindeki akilesi onu tazmin edecektir. Bu kişi Mekke'nin yerlisi ise aynı hükme tâbidir. Yalnız bu suçlu Arap kavminden ise Arabistan Hükümeti bu diyeti ödeyecektir. Mekke'nin yerlisi yani başka ülkelerin vatandaşı olmayanların diyetleri hakkında Mekke bütçesinden ödeme yapılabilir...
İslâmiyet, sadece bizim içtihatlarımızdan ibaret sanılmasın diye, bu konudaki içtihatlar üzerinde daha fazla durmak istemiyoruz. Bizim gibi İslâm âleminin uleması da bu konularda içtihatlar yapacak, bunlar değerlendirmeye tâbi tutulacak, özellikle icma edilen hususlar tereddütsüz uygulanacaktır.
İslâm dünyası ve bütün insanlık, bu müçtehitleri ve yapacakları içtihatları, bunlara bağlı olarak da kuracakları 'Yeni Dünya Düzeni' ve 'II. İslâm Medeniyeti'ni beklemektedir. Dünya ve insanlık öylesine bunalmıştır ki, artık daha fazla beklemeye de tahammülü kalmamıştır.
* * *
Yazara göre;
Japonya ve Rusya Batılılaşabildi,
Osmanlı ve Mısır şeriatçı olduğu için Batılılaşamadı.
"VI- ŞERİAT'dan gelme "Yenilik Düşmanlığı"nın sonuçları: Demokrasiye yönelememe.
Şeriat zihniyeti demek, kendi dışında her şeye yabancı ve kapalı olmak demektir. Bu yabancılık ve kapalılık özellikle Batı'ya karşı kendisini en koyu, en sert ve en insafsız şekilde göstermiştir...
Şeriat temeline oturmamış ülkeler ise, ve örneğin İsveç, Polonya, Rusya ve Japonya gibi, bütün geriliklerden Batı'ya dönmek, Batı'yı taklit etmek, Batı'nın metotlariyle yenilikler aramak sayesinde kurtulmuşlar ve büyük aşamalar yapmışlardır...
Batı teknolojisini ve Batı yaşamlarını daha iyi benimsemek sayesinde Rusya XVII ci ve XVIII ci yüzyıllarda bunlara karşı gelebilmişti... Bk. Arnold Toynbee, The World and the West, (London, Oxford University Press 1953), sh. 4-16).(s. 486)
Büyük Petro'nun yolunu bilerek veya bilmiyerek takip edenler arasında Mısır (Mehmed Ali Paşa ile) Türkiye (Selim III, Mahmmud II, Atatürk) ve Japonya vardır. Fakat ne Mısır ve ne de Türkiye Japonya'nın başarısına ulaşabilmiştir. Çünkü bu iki ülke Şeriat ülkesidir ve her ikisinde de Batılılaşma yönündeki reformlara karşı Şeriat direnmesi kendini göstermiştir..."(s. 487)
RUSYA VE JAPONYA - TÜRKİYE VE MISIR FARKI;
HAK İLE BÂTIL ARASINDAKİ İNCE FARK NEDİR?
"Japonya ve Rusya Batılılaşabildi, Türkiye ve Mısır şeriatçı oldukları için Batılılaşamadı" cümlesi doğrudur. Şöyle ki, Japonya ve Rusya'nın belirli bir sistem ve düzenleri yoktu. Çağdaş anlamda daha yeni devlet aşamasına geliyorlardı. Ortada ekilmeye son derece müsait boş bir tarla vardı. Batılılaşmak istediler, arazi müsaitti, tohumu ektiler, hemen yeşerdi ve ilk filizlerini vermeye başladı. 20. yüzyılın sonuna geldiğimizde de bugünkü seviyelerine geldiler. Daha fazla ilerliyebileceklerini zannetmiyoruz. Çünkü yeni bir şey yapmamakta, sadece Batı'yı taklit etmektedirler. Rusya'da gerileme ve çökme başladı bile...
Oysa Osmanlılarda ve Mısır'da Batı ile her alanda yarışabilecek, birçok sahada da Batı'dan çok üstün yönleri olan bir şeriat düzeni vardı. Ortada asırların birkimi ile oluşup gelişmiş gür bir orman vardı. Arazi boş değildi. Batılılaşabilmek için her şeyden önce arazinin açılması, bu büyük ormanın temizlenmesi, boş bir saha hâline getirilmesi gerekiyordu. Birçok açıdan bu kolay bir şey değildi. İnsanlar yüzlerce yılda yerleşmiş alışkanlık ve geleneklerinden, inanç ve anlayışlarından vazgeçmek istemezler. Bu sebeple şeriat anlayışı ile yerleşmiş olan alışkanlıklar sebebiyle, gerçekten de şeriat Batılılaşmayı önlemiştir. Ama bu onun kötülüğünden dolayı değil, iyiliğindendir.
Köylerde ekonomik durumu iyi olanlar orada kalırlar ve gurbete çıkmazlar. Arazisi olmayan fakirler ise kentlere veya dış ülkelere göç ederler ve oralarda çalışmaya başlarlar. Böylece kısa zamanda köylerindeki hemşerilerinden çok daha iyi duruma gelirler. Bu zengin olmanın kötü olmasından değil de, zenginliğin insanı tembel yapmasındandır. Mal ve mülkü olan, olmayan kadar çalışma gereği duymaz. Türkiye ve Mısır'ın asırlardan beri kendilerini süper güç yapan şeriat gibi bir zenginlikleri vardı, ne diye böyle bir zenginlikleri olmayan Rusya ve Japonya gibi yeni bir düzen arasınlar?
O dönem için Türkiye ve Mısır şeriat sayesinde tam bir Batı mukallidi olamadılar. Şeriat bir çok şeyi engelledi ve geri kaldılar. Şimdi Batı dünyası çökmekte olduğu gibi onları körü körüne taklit edenler de onlarla birlikte çökecektir. Türkiye ve Mısır ise, şeriat sayesinde yeni bir medeniyet oluşturabileceklerdir. Oysa Rusya ve Japonya'nın böyle bir şansları yok gibidir. O halde şeriatın kendisi iyidir. Bazen kötülüklere sebebiyet vermiş gibi görünür ama, aslında kötülükleri engellemekte ve geniş zaman içinde daima iyiliklere sebebiyet vermektedir.
İslâmiyet'e göre;
İki taraf için de galibiyet ve mağlubiyet mukadderdir. Hiç bir devlet ve topluluk, sistem ve medeniyet devamlı galip veya mağlup olmaz; bazen galip bazen mağlup olur.
İnsanlık daima gelişecek, iyi olan ve hak yolda bulunan sonunda mutlaka galip gelecektir. İslâmiyet'in zaferi, savaşları kazanmakla değil, savaşlarda düşmanlara teslim olmamakla sağlanıyor.
Hak hiçbir zaman teslim olmaz ve bâtılı taklit etmez. Bâtıl ise hayatını sürdürmek zorundadır, bunu sağlayacak her şey onun için mübahtır, hiç çekinmeden düşmanını taklit eder ve onun düzenine girer.
Hak ise asliyetinden taviz vermez, o anda bunu sağlamak için savunma yapması onun için yeterlidir, daha sonra vakti gelince o kendi bünyesinde varolan cevherinden dolayı gelişmesini sürdürecektir.
İşte hak ile bâtıl arasındaki ince fark da budur.
* * *
Yazara göre;
Batı'nın aksine şeriat donmuş bir şekilde
değişmeyi ve yenileşmeyi sağlıyamıyordu.
"VII- İlkel kalmağa ve yok olmağa yönelmişliğin nedenleri: kendi kendini aşamayış ve değişmezlik:
Uygarlık dünyasının bir yandan Kapitalist ve diğer yandan Komünist şekiller altında robotlaşmaya doğru gitmekte olduğunu ve bunlardan her birinin kendini en mükemmel ve en doğru ve haklı davranış içinde bulmakta olduğunu söyleyen ve bunun sakıncalarını "The Sane Society"adlı yapıtında eleştiren Erich Fromm (Fawcetty, Publication, Connecticut 1955; sh. 315)...(s. 487)
Batı'yı BATI, yani üstün yapan husus işte bu noktada kendini duyurmaktadır: Gelişmeyi sağlayıcı ve geriye gitmeyi önleyici yenilikleri ve yeni Çareleri, farklı yaşam metodlarını aramak ve bulmak... Batı her devirde (Orta çağ karanlıklarında bile) bu çareyi uygulayabilmiş, ve kendi kendini aşabilme yollarını bulabilmiştir; devamlı şekilde ileriye gidebilmesi bundandır. Her devir itibariyle bu ilerleme kendisini orada göstermiştir;... İlerlemek ve gelişebilmek için Batı kendinden olmayana bakar, başkalarındaki başarı sırlarını öğrenmeye çalışır. İYİ'yi MÜKEM-MEL'i nerede bulursa almaya gayret eder. Bütün bu yukarıda saydıklarımız ŞERİAT devleti zihniyetinin red ettiği şeylerdir. Şeriat için başkalarındaki iyi şeyleri görmek ve almak şöyle dursun, fakat kendindeki kötülükleri atmak bile günahtır. Şeriat ülkeleri için asıl olan ROBOTLAŞMAKTIR."(s. 488)
KOMÜNİZM ÇÖKTÜ.. KAPİTALİZM DE ÇÖKÜYOR...
YENİ İÇTİHATLARLA II. İSLÂM MEDENİYETİ KURULUYOR.
Yazar, insaflı ve gerçek bilim adamı bir Batılıdan aldığı ilhamla konuya şu cümle ile giriş yapıyor: "Uygarlık dünyasının bir yandan Kapitalist ve diğer yandan Komünist şekiller altında robotlaşmaya doğru gitmekte olduğunu ve bunlardan her birinin kendini en mükemmel ve en doğru ve haklı davranış içinde bulmakta olduğunu..."(s. 487)
Şimdi sorularımızı soruyoruz:
Dünyada donmayan, robotlaşmayan, yıkılmayan medeniyet var mı?
Kendini mükemmel zanneden Komünizm ve Rusya çöktü mü?
Çöken Kömünizmden sonra Rusya şimdi ne yapsın?
Çökmekte olan Kapitalizme mi dönsün?
Kapitalizm çökmeyecek mi?
Bize göre, çökecek!
Yı-kı-la-cak!
Yazar, "Batı'yı BATI, yani üstün yapan husus... yeni Çareleri, farklı yaşam metodlarını aramak ve bulmak... Batı her devirde (Orta çağ karanlıklarında bile) bu çareyi uygulayabilmiş,..."(s. 488) diyor. Sonra devam ediyor: "İlerlemek ve gelişebilmek için Batı kendinden olmayana bakar, başkalarındaki başarı sırlarını öğrenmeye çalışır. İYİ'yi ve MÜKEMMEL'i nerede bulursa almaya gayret eder..."(s. 488) diyor.
Şimdi sorularımızı soruyoruz:
Batı orta çağ karanlıklarını yaşarken İslâm âlemi hangi çağı yaşıyordu?
Batı ilerlemek için kendinden olmayana bakıyor idiyse o kimdi?
Başkalarındaki başarı sırları o çağda dünyanın neresindeydi?
İYİ ve MÜKEMMEL olan 'MEDENİYET' neredeydi?
O mükemmel medeniyet İslâm Medeniyeti miydi?
Dünyanın tek süper gücü Osmanlılar mıydı?
Osmanlıların bu gücü nerden geliyordu?
İslâm ve şeriat dışında bir güç müydü?
İslâmiyet gibi bir gücü olan devlet,
Batı'yı ne diye taklit etsin?..
Ve son bir soru:
BATI BATMAYACAK MI?
Bizim içtihadımıza göre;
BA-TA-CAK!
Yazarın sözünü ettiği Erich Fromm diyor ki: "Kişi bugün fevkalade önemli ve temel sayılabilecek bir seçim karşısındadır: Bu seçim Kapitalizm ile Komünizm arasında bir tercih yapmakla değil, fakat ROBOTLAŞMA (ister Kapitalizm ister Komünizm çeşnileri şeklinde olsun) ile "İnsansı (Hümanistlik) toplumcu sosyalizm"den birinde karar kılmakla ilgilidir. Görünüş o'dur ki ve olaylar onu göstermektedir ki KİŞİ robotlaşmayı tercih yolundadır ve bu ise, uzun vade itibariyle 'cinnet getirme'ye yönelme ve yok olma demektir. Fakat her şeye rağmen bu durum kişideki akılcılığa, iyi niyete ve sağlam düşünceye olan inancı yok edecek kadar güçlü değildir. Değişik ve farklı hal çarelerini düşünme olanağına sahip olabildiğimiz sürece kurtuluş umudunu kaybetmiş sayılmayız; hep beraberce birbirimize danışabildiğimiz ve yeni planlar yapabildiğimiz sürece umudumuzu yitirmiş olmayız..." (A.g.e., 1955, s. 315)
Erich Fromm, bu kitabını 40 yıl önce yazmış. Aradan bu kadar yıl geçtikten sonra Batı'nın durumunu kısaca gözümüzün önüne getirelim. Batı, robotlaşmanın ötesinde çöküyor; Komünizm çöktü, şimdi de Kapitalizm çöküyor...
Yazarın sözünü ettiği 'Humanistic Communitarian Socialism' yani 'Hümanist Toplumcu Sosyalizm' veya başka herhangi bir 'izm' Batı dünyasını bu çöküşten kurtarabilecek midir? Yazar, 'Değişik ve farklı hal çareleri düşünmekten' söz ediyor ve 'hep beraberce birbirimize danışabildiğimiz ve yeni planlar yapabildiğimiz sürece umudumuzu yitirmiş olmayız' diyor.
Batı dünyası gerçekten değişik ve farklı hal çareleri düşünebilecek, yeni planlar yapabilecek güçte midir? Bir an için bunları yapabileceğini varsaysak bile, uygulamaları hangi insan gücü ile yapacaktır?
Kendisinin de ifade ettiği gibi 'cinnet geçiren' toplumu ile mi?
Yozlaşıp yıkılan aile ve hastalanıp azalan nüfus ile mi?
Giderek tükenen tabiat ve kirlenen çevre ile mi?..
Bu soruları öylesine çoğaltmak mümkün ki!
Ama biz son bir soru ile yetineceğiz:
Batı, beşyüz yıl önce orta çağ karanlıklarında yaşarken,
bulunduğu durumdan çıkış için çözüm ve çareyi nerede buldu?
Bugün yine İslâmiyet'ten başka bir alternatif çare ve çözümü var mıdır?
İslâmiyet;
Teferruatları zamana bırakmış, sadece değişmeyecek olan ilkeleri getirmişti. İnsanlara içtihadın nasıl yapılacağını da öğretmişti. Teferruat diyebileceğimiz yeni durumlar yani zamana ve mekâna göre değişen hallerle ilgili olarak sürekli yeni içtihatlar yapılacaktı.
I. İslâm Medeniyeti'nin belli bir döneminden sonra bu içtihatlar yapılmadı, yapılamadı; belki de yapılamazdı. Çünkü gelişmiş ve oturmuş olan o sistem içinde yapılacak yenilikler belki de bir işe yaramazdı. Artık iyice yaşlanmış olan içtihatlar ölüp yok olmalıydı ki yerlerine yeni içtihatlar yapılabilsin.
İşte medreselerin kapatılması, eski medeniyetin bütün müesseselerinin ortadan kaldırılmasının sebep ve hikmeti bu olsa gerektir. Artık yeni içtihatların yolu ve önü açılmıştır. Sadece bunları yapacak veya yapabilecek ulemayı beklemektedir.
Samimi ve iyiniyetli kanaaatimiz odur ki;
Bizim içtihatlarımız yeni medeniyeti,
II. İslâm Medeniyeti'ni oluşturacak
ve bu da insanlığın şeriatı olacaktır.
Bu içtihatlar çağdaş, yeni, ilerici, mükemmel olacak, ama beşyüz yıl sonra onlar da yaşlanacak, belki birileri yine içtihat kapısını kapatacak ve yeni içtihatlar yasaklanacak; böylece sistem ve medeniyet donmuş olacağından Batı benzeri bir medeniyet üstün olacaktır. Allah Kitab'ında bunun böyle olduğunu söylüyor; bugüne kadar böyle olmuş ve bundan sonra da böyle olacaktır.
İslâmiyet'e göre;
Tabiî ve sosyal kanunlar vardır. İnsanlar o kanunları değiştirebilme gücüne sahip değildirler. Sadece, nasıl mühendisler tabiî kanunlardan yararlanarak makina yapıyorsa, sosyal bilimciler veya toplum mühendisleri de bu sosyal kanunlardan yararlanarak ileri seviyede yeni toplumsal projeler hazırlayabilirler.
İçtihat ve icma işte budur.
İslâmiyet bunu ilk defa hukuk alanında ve sosyal yapıda gerçekleştirmiştir. Batı dünyası ise bunu teknoloji ve ekonomide sağladı. Şimdi İslâmiyet bunu yeniden sosyal yapıda gerçekleştirecektir.
Doğulular hukuk alanında, Batılılar mühendislikte üstad olmuşlar; böylece sırayla insanlığa hizmet etmişlerdir. Gelecek çağlardaki hizmet alanları farklı olacaktır.
* * *
Yazara göre;
Doğu rahat hayata alışmıştır.
"ROBOTLAŞMAK veya GELİŞMEK
Batı ile İslâm ülkeleri arasında en büyük ayrılıklardan biri de bu olmuştur. Batı ROBOTLAŞMAK tehlikesinden AKILCILIK, GENİŞ görüş sayesinde kurtulmasını bildiği halde Şeriat ülkeleri ve özellikle Osmanlı devleti aksine daima DEĞİŞMEZLİK ve eskiye saplanmışlık ve robotluğu benimsemişlik içerisinde kalmıştır...(s. 488)
Felaketlerden ders almayan yönlerimizi Atatürk gidermeğe çalışmıştır. Batı'ya açılma ve Batı'nın düşünce tarzına yönelme hep onun sayesinde olmuştur... Değişmezliğimizin, köhne geleneklere saplanmışlıklarımızın ve kendi içimize kapanmışlığımızın ve her türlü yeniliğe düşmanlığımızın kökenlerini o kazımış ve o yok etmeğe çalışmıştır."(s. 489)
İNSANIN 'SOSYAL' VE 'EKONOMİK' VARLIĞI
VE İSLÂMİYET'İN ÖNERDİĞİ DÜNYA DÜZENİ
İnsanın iki varlığı vardır:
Sosyal varlığı ve ekonomik varlığı.
Bunlar insanın maddî varlığını oluşturur.
Doğulu insan için 'sosyal varlık' daima üstün gelmiş ve ekonomik varlığını da sosyal varlık olarak kullanmıştır. Doğulu insan, zevk ve eğlence hayatında kullanmak amacıyla zengin olmayı istemez. Doğulu insan, elde ettiği zenginlikle ya daha çok eşini ve dostunu misafir olarak ağırlayıp ikramlarda bulunacak, ya daha çok hayır hizmeti yapacak, ya ailesine daha müreffeh bir hayat yaşatacak ve çocuklarını daha iyi eğitecek, ya da kendi güvenliği ve ülke savunması için değerlendirecektir. Doğulu insanın ekonomik kazançlarının ve zenginliğinin ana hedefi, bu ve benzeri sosyal etkinliklerin daha iyi ve daha üstün seviyede yapılabilmesidir.
Batılı insan için ise 'ekonomik varlık' daima üstün gelmiş ve sosyal varlığını da ekonomik varlığın emrinde kullanmıştır. Batılı insan, daha çok kazanıp daha çok eğlenmek, daha çok üretip daha çok tüketmek, daha çok kazanıp daha çok harcamak, daha çok evlilik dışı münasebetlerde ve çeşitli cinsî ilişkilerde bulunmak, daha çok gezmek ve tatil yapmak, nihayet daha çok kazanmak ve sömürebilmek amacıyla güçlü ve zengin olmak ister. Batılı insanın ekonomik kazançlarının ve insanları sömürerek servet etmesinin ana hedefi, tamamen dünyevî zevk ve arzuların temini üzerine kurulmuş olan bir hayatı sürdürmek içindir.
Bunların hayat anlayışlarının yanında, ayrıca insanların bir kısmı mistisizme meyyaldir. Daha çok duygularıyla hareket eder. Bir kısmı da pozitif düşüncelere sahiptir. Genel olarak Doğu mistisizmi, Batı ise septisizmi benimsemiştir. Bunlar dünyanın bu bölgelerinde yaşayan halkların genel alışkanlıklarıdır.
Dinler ve inançlar konusuna gelindiğinde durum değişmektedir. Dinlerin en önemli özelliği, halkın genel karakterine ters yönde gelişme göstermeleridir. Dinler halkın etkisinde kalarak oluşmazlar, tam tersine halkı etkileyip dengeye getirmek isterler. Hıristiyanlık genel özellikleri itibariyle mistik bir dindir. İslâmiyet ise daha çok pozitivist rasyonel özelliklere sahip olan bir din olarak görülür.
Ulusların tarihî oluşum sürecinde adeta genetikleşmiş özellikleri vardır ve kesinlikle birbirlerine eşit değildirler. Her ulusun farklı özellikleri vardır. Din ve ilim, bu özellikleri değerlendirerek o insanlar için daha mutlu ve daha müreffeh bir dünyayı oluşturmakla görevlidir.
İslâmiyet'e göre;
İlmî kuruluşlar ve ilim adamları, değişik ekollere göre teşkilâtlanacak ve ilim yoluyla insanlığı daha mutlu edecek projeler geliştirecek, bunların en az zararla ve en verimli şekillerde nasıl değerlendirilebileceğini bulacaklardır.
Dinî kuruluşlar, yine çoklu sosyal gruplar halinde ve ilmin bulduğu ve ilim adamlarının geliştirdiği saadet yollarını halka götürecek ve sevdirerek onlara inandıracaklardır.
Meslekî kuruluşlar, yine çoklu gruplar şeklinde ve her alanda halkın ekonomik teşkilâtlanmasını sağlayacak, böylece ilmin ve alimlerin bulduğu, dinin de sevdirerek öğrettiği saadet yollarında çalışmalarını temin edeceklerdir.
Siyasî kuruluşlar, kurulmuş olan bu düzenin korunması ve sürdürülmesi amacıyla halkı çoklu gruplar hâlinde organize edecek, hakemlerin verdikleri kararların adilane uygulanmasında kuvvet unsuru olacaklardır.
İslâmiyet işte böyle bir dünya düzenini önermektedir.
Gelin, Osmanlılar şeriattan uzaklaştıkları için mi çöktüler? Yoksa çöktükleri için mi şeriattan uzaklaştılar? bulmacası üzerinde tartışmayalım. Hele hele ilmî hiçbir veriye dayanmadan Osmanlı Devleti'ni şeriat geri bıraktı gibi falcılık uydurmalarını hiç ağzımıza almayalım.
Osmanlıyı çağının süper gücü yapan güç kaynağını iyi bilelim. Osmanlı, çağının en güçlü, en uzun ömürlü ve en adil devletini kurmuştu. Osmanlı Devleti'ni oluşturan gücün şeriat olduğunu aslında yazar da kabul ediyor. Böyle yapmazsak bu ilmi inkâr olur, aklı inkâr olur, mantığı inkâr olur. Nice inkârlarla hiçbir hakikata ulaşamayız.
Aslında şu da inkâr edilemiyecek bir ilmî hakikattir ki, varlık sebebi aynı zamanda yokluk sebebi kabul edilir. Çünkü varolmasaydı sonra yok olamazdı. Günü gelip ömrünü tamamladığında yok olmasaydı bugün yeniden varolamazdı.
Gelin, yeni düzenimizi nasıl kuracağımızı tartışalım.