İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
1414 Okunma
GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR

 

Yazara göre;

Nizamülmül halkı ayıya benzetmişti.

 

"4- Kişileri ve halk'ı hayvan niteliğinde gören İktidar'lar:

Daha önceki sayfalarda da değindiğimiz gibi kişileri ve teba'yı, tıpkı bir çoban'ın koyun sürülerini ahıra sokup çıkardığı ve köpeklere baktığı gibi, insanlık dışı gözle görmek Şeriat devletlerinde Halifeler ve Padişahlar için doğal bir davranış olmuştu. "Siyasetname" adlı kitabında Nizam-ül Mülk, halkı bu şekilde, ve daha doğrusu hayvan şeklinde örneğin AYI olarak, ve Hükümdarı da (İdare edenleri de) Ayı oynatıcısı gibi görme eğilimindeydi...(s. 617)

Görülüyor ki "...halkın kulağından kölelik halkasını çıkarmamalıdır" derken sanki ayı oynatan kişinin elinde tuttuğu ve ayının burnuna geçirilmiş ve zavallı hayvana her şeyi yaptıran halkayı ve zincirleri gözlerimizde canlandırmaya çalışmak-tadır..."(s. 618)

 

"GEÇMİŞTEKİLER BİRER TOPLULUKTU...   SİZ,

ONLARIN YAPTIKLARINDAN SORUMLU DEĞİLSİNİZ."

 

Kâinat, belli matematik içinde analogdur. Yani aynı formülleri kullanarak değişik olayları izah etme imkanı vardır. Topluluk da canlıdır, hayvanlar da canlıdır. Topluluğun bir özelliğini bir hayvanın özelliği ile izah etmede acaba ne gibi bir sakınca vardır? Yazar, olmayacak şeylerden hiç akla gelmeyecek anormal sonuçlar çıkarmakta ve bunu da bıkıp usanmadan tekrarlamaktadır.

Yöneten başkan ile yönetilen halk arasında ortaya çıkan dengenin izahı gerekmektedir. Biz bunu değişik misâllerle yapabiliriz. Tarihte de devletler kurmuş ve bugünkü devletimizin varoluşunda rol almış kişilerin elbette kusurları vardı; ama meziyetleri de vardı. Meziyetleri vardı ki, Anadolu fethedilmiş, Viyana kapılarına kadar gidilebilmiş ve bugünkü Türkiye Cumhuriyeti kurulmuş. Bir kişinin herhangi bir düşüncesinde bir hata vardı, dolayısıyla o hepten kötülüğü temsil ediyordu iddiaları, ne kadar tutarsız ve akıl dışı iddialardır.

Oysa biz diyoruz ki; bugünkü bizim tarihimiz falanın veya filanın değil de Allah'ın bir eseridir. Tarih sahnesinde oynayanların kusurları veya maharetleri, elbette onların amelleridir ama bizim açımızdan bütün olanlar Allah'ın bir takdiridir. Bizim hiç kimseye bir minnet borcumuz olmadığı gibi kimseye herhangi bir düşmanlığımız da yoktur.

Kur'ân diyor ki;

"Geçmiştekiler birer topluluktu.

Onların yaptıkları onlara sizin yaptıklarınız size aittir.

Siz onların yaptıklarından sorumlu değilsiniz."

Biz, bizim yaptıklarımızdan ve yapacaklarımızdan sorumluyuz;

Nizamülmülk veya bir başkasının yaptıklarından değil.

Siz de aynen öylesiniz.

Meselâ, Mustafa Kemal'in yaptıklarından değil, sizin yaptıklarınızdan sorumlusunuz. Siz bize ne yapmak istediğinizi söyleyin, onu tartışalım. Onların yaptıkları onlara aittir. Şerefleri de sorumlulukları da onlara aittir; size veya bize ait değildir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Selim III zindandaki cesedin yakınlarına verilmesinin

düzeni bozacağını beyan etmiştir.

 

"A- Halk'a karşı Devlet'in Merhamet göstermememe geleneği XIX cu yüzyıla kadar uzanır.

Padişah Üçüncü Selim'e verdiği bir yazıda Kaymakam Paşa- "Zindanlarda öldürülen Müslümanların denize atıldıklarını biliyorsunuz. Halbuki bunların akrabaları ölülerini almak istiyorlar. Onun için bunları akrabalarına verelim" diye ricada bulunur.(s. 618)

Padişah'ın buna cevabı şöyle oldu- "Bu usul eskimiş bir usuldur ve beyhude konmamıştır. Eski (kuralları) bozmak sakıncalıdır. Devletimizde merhamet artınca düzen bozuldu."...(s. 619)

 

GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR.

İSLÂMİYET;

GELENEKLERE UYMAYI VE TAKLİDİ YERMEKTE.

 

Gelişmemiş topluluklar gelenekleriyle yaşarlar ve yönetimlerini de bu geleneklerine dayandırırlar. Çünkü bu gelenekler uzun yılların veya asırların birikimiyle yerleşmiş ve kökleşmiştir. Bunun nasıl olduğunu bir misâl ile anlatalım:

Bir askeri birlikte parktaki kanepeler boyatılmış ve kimse kanepelere oturup yağlanmasın diye 'kanepelere oturmayın' levhası konmuş. Komutan fazla titiz olduğundan kanepelere oturulmamasını sağlamak için ayrıca nöbetçiler koymuş. Daha bu emir kaldırılmadan bölük komutanı değişmiş ve yeni komutan da emrin aslını bilmediği için bu yasağın kaldırılması ve nöbetçilerin oradan çekilmesi emrini vermemiş. Bu arada komutanlar değişmiş ama her biri eskiden beri kurulu olan düzene dokunmaya cesaret edememiş ve o ilk emir hep korunagelmiş. Aradan yıllar geçtikten sonra ilk emri veren komutan albay olarak bölükleri teftiş ederken parka uğramış ve bir de bakmış ki; yıllar önce verdiği emir aynen devam ediyor.

Biz hikâyenin buraya kadar olan kısmını sizlere anlattık. Bu durumda verilen ilk emrin değiştirileceğini zannediyorsunuz. Hayır, değişmemiş! Çünkü albay kanepelerin yeni boyandığını ve emrin de yeni olduğunu zannetmiş. Böylece kendisinin verdiği ilk emrinde bir değişiklik olmamış.

İnsanlar böyledir. Gelenek ve alışkanlıkları kolay kolay değiştiremezler. İşte bu da insanların gelenekçilik anlayışından doğan bir durumdur ve değiştirmek de çok zordur; ama imkânsız değildir.

İslâmiyet;

Geleneklere uymayı şiddetle reddedip

Geçmiştekilerin yaptıklarını taklit etmeyi yermekte;

Her zaman her hareketin illet ve hikmetinin bilinmesi

Gerektiğini belirtmekte ve bütün bunlara bağlı olarak da;

Hareketlerinde kasdın olsun demektedir.

Görülüyor ki, Selim III'ün kötü hareketinin kaynağı yine şeriatı bilmemek ve şeriattan uzaklaşmak olmuştur. Özellikle son dönem Osmanlı padişahları, kendileri cahil oldukları gibi etraflarına da hep cahil ve dalkavukları topluyorlardı. Buna bağlı olarak bu cahil kimselerin telkinleriyle de hep yanlış şeyler yapıyorlardı. Bu da İslâmiyet'ten uzaklaşmanın tabii ve olağan bir cezasıydı.

Aynı şeyler cumhuriyet için de sözkonusudur. Mustafa Kemal o zaman bir şey yaptı diye bugün biz onu illet ve hikmetini bilmeden taklit edersek, işte o zaman biz de o bölük kanepelerinde uygulanan emre döneriz.

Ah, İslâmiyet tam olarak bir bilinebilseydi ve yaşanabilseydi, o zaman dünyamız çok farklı ve adeta bir cennet gibi olacaktı. Ama ne hikmetse bazı insanlar onu bilip anlamamak ve yaşamamakta ısrar ediyorlar.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Abdülhami,

Kendi çıkarını devlet çıkarından üstün tutardı.

 

""Halk'a karşı insancıl davranmak caiz değildir" zihniyetini XIX cu yüzyılda benimseyen İKTİDAR.

Abdülhamid II, bunun yüzlerce örneğinden biridir. Halka karşı hükümetin biraz hoşgörü ile, biraz insanî şekilde davranması sonucunun Hükümdarın (Yöneticilerin) çıkarlarına tehlike yaratabileceği görüşünü, tıpkı 1000 yıl önce Gaznevi'nin, ve daha sonra Nizam-ül Mülk'lerin, Cüveyni'lerin ve diğerlerinin yaptığı gibi, o da en hararetli bir şekilde benimsemişti. Halkı inim inim inletmek siyasetinin bu zihniyet içerisindeki devamcısı olmuştu..."(s. 619)

 

BAŞKAN İLE TOPLULUĞUN VARLIĞI BİR BÜTÜNDÜR.

BAŞKANLAR KAYDI HAYAT ŞARTIYLA SEÇİLİRLER.

 

Baştan beri koyduğumuz bir ilke vardır:

İnsan önce kendi çıkarını düşünecektir.

Çünkü kendisi yok olunca hizmeti de yok olacaktır. Başkanların varlığı topluluğun varlığı ile bütünleşmiştir. Başkana yapılan saldırılar topluluğa yapılan saldırılar mesabesindedir. Başkanın kendisini koruması topluluğu koruması demektir. Bundan dolayı Mustafa Kemal'e yapılan hakaret devlete yapılan hakaret kabul ediliyor. Kaldı ki o şimdi sağ değildir. Ancak devletin bir şimdiki varlığı vardır ve onu şimdiki başkan temsil eder; bir de geçmişten başlayıp geleceğe uzanan bir varlığı vardır ki onu da kurucu başkan temsil eder. Sonra gelen başkanlar kurucu başkanın varisleri kabul edilir.

Cumhuriyetin ilk başkanı Mustafa Kemal olduğu için ona yapılan hakaret devlete hakaret kabul edilmiştir. Mustafa Kemal de kendi hükümdarlığı için bir çok insanı astırmıştır. Ancak hiç kimse Mustafa Kemal bunu kendisi için yaptı diyemez. O husus niyete bağlıdır.

Abdülhamit de elbette kendi varlığı ve saltanatı için birtakım hareketler yapacaktı. Bunları yaparken niyeti neydi? Bütün yaptıklarını hangi amaçlarla yapmıştı? Onu ancak Allah bilir ve hesabını da ona verecektir.

Biz sadece yapılanları tesbit edip değerlendiririz. Onun ötesinde bir şey yapmayız. Yapanların bu konuda yaptıklarını da doğru bulmaz ve kınarız. Ama insanlar her nedense böyle boş ve olumsuz şeylerle uğraşmaktadırlar. Bunlara bütünüyle engel olmak mümkün değildir.

İslâmiyet'e göre; Allah hiç kimseye kendisinin aleyhinde olacak bir şeyi yapmayı emretmemiştir. Tam tersine, hem kendi aleyhine hem başkasının aleyhine olan şeyleri yasaklamış, lehinde olanları ise yapmayı emretmiştir.

Abdülhamid'in kendisini düşünmesi kötülük değil iyiliktir. Devleti düşünmemesi veya kendisini düşünmemesi kötülüktür. Çıkar paralelliği içinde her ikisini de düşünmesi gerekir. Abdülhamid'in devletini düşünmediğini iddia etmek inandırıcı değildir. Çünkü saltanat devletle sultanı eşleştirir, devletini kendisinden fazla düşünmeye zorlar. Zaten krallığı savunanların temel dayanağı da bu anlayıştır. Japonya, İngiltere ve diğer bir çok Avrupa ülkesi bundan dolayı hâlâ krallıkla yönetiliyor.

Hükümdarların ve başkanların sadece sınırlı ve belli bir kaç yıl için seçilmeleri bunun için tehlikelidir. Olumsuz neticeler doğurur. Bunları yeri geldikçe açıkladık.

İslâm düzeninde ise;

Başkanlarkaydı hayat şartı ile seçilirler.

Ancak belli bir yaşa gelince 'fahri başkan' olurlar ve

aktif başkanlığı yeni seçilen sonraki başkana bırakırlar.

Kendi mal varlıkları ile devletin mal varlıkları birleşmiştir.

Artık mal varlıkları ile ilgili olarak kollektif şirkete tekabül eden şirket-i mufavede hükümleri geçerli olup mal varlığı haleflerine intikal eder. Sağken bu mallardan yararlanma hakları vardır.

Böylece cumhuriyetin mahzurları da giderilmiştir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda her iş merkezden yürütülürdü

ve halka savunma hakkı bile tanınmazdı.

 

"B- İKTİDARIN (HÜKÜMDAR'ın ve İDARE EDENLER SINIFININ) HALK'ı "YABANCI" ve "DÜŞMAN" ve hattâ Yabancı'dan da uzak görmesi ve halka kendini savunma hakkını dahi tanımaması.

Şeriat ülkelerinin hükümdarları ve yönetici sınıfları halkı öylesine aşağı görmeğe ve öylesine köle şeklinde yönetmeğe alışmışlar ve halkın iktidara körü körüne itaat etmesini öylesine Tanrı emri olarak benimsemişlerdi ki devletin ve hükümetin yapması gerekip te (ve örneğin halkı yabancı saldırıya karşı savunması) yapmadığı şeyleri halkın yapmağa kalkışmasına dahi karşı çıkmışlardı.(s. 619)

Halkın kendi kendine her hangi bir davranışa girişmesini, kendi başına karar almasını öylesine kendileri bakımından tehlikeli ve sakıncalı saymışlardır ki, halkın, çaresizlik içerisinde kendini savunma amaciyle dahi olsun yabancı saldırılara karşı kendini savunma hakkı olabileceğini kabul etmemişlerdir..."(s. 620)

 

MERKEZÎ YÖNETİM YOK MERKEZÎ HİZMET VAR.

İSLÂM DÜZENİNDE TEK DÜNYA DEVLETİ YOKTUR.

 

İnsan topluluklarının hayvan topluluklarından farkı vardır. Hayvanlarda iç içe topluluk yoktur. Oysa insanlarda iç içe topluluk vardır.

Bu ne demektir?

İnsan kendi aşiretinin ferdidir. Aşiretine karşı hak ve görevleri vardır. Ama o aynı zamanda kabilesinin ve bucağının da ferdidir. Onlara karşı da hak ve vecibeleri vardır. Ancak bu hak ve görevler aşiret aracılığı ile değil, sosyal gruplar aracılığı ile yerine getirilir. Şa'bına yani iline karşı da görevleri vardır. Ancak bu hak ve görevler de bucak başkanları aracılığı ile değil, sosyal gruplar aracılığı ile yerine getirilir. Devletine karşı da hak ve görevleri vardır. Yine bu hak ve görevler de il başkanları aracılığı ile değil, sosyal gruplar aracılığı ile yerine getirilir.

Devlet ayrıca illerin ekonomik ve iç güvenlik hizmetlerini yapar.

İller bucakların ekonomik ve iç güvenlik hizmetlerini yapar.

Bucaklar aşiretlerin ekonomik ve yargı hizmetlerini yapar.

Bu anlattıklarımızdan da açıkça anlaşılacağı üzere sistemde;

Merkezî yönetim yoktur, merkezî hizmet vardır.

Ama kendi hizmeti olduğu için devletin savunma işlerinde merkezî yönetim vardır. Bir ilin dış savunması devlete aittir. Bir il dışa karşı kendi başına kendisini savunamaz. Böyle bir yetkiye sahip değildir. Sadece düşmanın ülkeye girmesi durumunda sivil savunma seviyesinde iç güvenlik organizasyonu yapabilir.

Osmanlılarda bu hususta en çok karşılaşılan eksiklik şudur:

Devlet 'kavmî' yani 'millî' olması gerekirken imparatorluk olmuş ve bir çok devletler tek devlete dönüşmüştü. İlk halifelerden itibaren ortaya çıkan bu problem asırlar boyunca çözülememişti. Bu durumun getirdiği aksaklıklar ve sakatlıklar vardı. Nitekim idari alanda asırlar boyunca karşılaşılan problemler de bu bozukluktan ve yanlış uygulamadan kaynaklanmıştır. Halkın kendi kendini savunma hakkı asıl cumhuriyet döneminde ellerinden alınmıştır. Çünkü bu dönemde silah yasağı getirilmiştir. Halbuki Osmanlı döneminde silahlanma yasağı olmadığı için ülke düşman işgaline uğradığında halk ilk direniş hareketlerini başlatabilmiştir. İstiklâl Savaşı böyle kazanılmıştır.

İslâm düzeninde tek devlet yoktur.

Ortalama 50 milyon kişi için bir devlet sözkonusudur.

5 milyarlık dünyada 100'e yakın devlet oluşacaktır.

Devletler arası savaşlar ve mücadeleler olacaktır.

Tek dünya devleti olması sözkonusu değildir.

Kişi devletini değiştirme hürriyetine sahip olup

böylece savaşma hürriyetini elde etmiş olacaktır.

Dünyanın bir tek devlet hâline gelmiş olması demek;

Kişilerin hürriyetlerinin kalkması ve dengenin bozulması demektir.

Tek İslâm devleti yerine;

Değişik ulusların değişik İslâm devletleri olacaktır.

İslâm devleti olması için;

Halkının Müslüman olması da gerekmemektedir.

 

İslâm devleti demek;

Giriş ve çıkışların serbest olduğu ülke demektir.

İslâm ülkesi demek, isteyen o ülkeye istediği zaman girer,

Orada o devletin düzenine göre yaşama hakkına sahip olur,

ve yaşama şartlarını uygun bulmadığında ise istediği zaman çıkar.

Bir ülkede gümrük ve pasaport kalkarsa, o ülke artık İslâm ülkesidir.

Dünya tek devlet olmayacak ama

Dünyada pek çok İslâm devleti bulunacaktır.

İslâmiyet;

Her şeyin en makul ve uygulanabilir çözümlerini getirmiştir.

Ortak Pazar kurmadan önce,

Gümrük birliği yerine önce gümrüksüzlük birliği kurulacak,

Serbest dolaşma birliği kurulacaktır.

Kime?

Bütün insanlara.

İslâm Ortak Pazarı işte budur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılar İstiklâl Savaşı'nı hoş karşılamadılar.

 

"Ve son Osmanlı Padişahının Yabancı işgallere ses çıkarılmaması öğütü

1919 tarihlerinde düşman işgalleri sırasında Anadolu halkı'nın sessiz sedasız, her şeyi Tanrı emridir şeklinde hiç direnme göstermeden yaşamasını, ve Padişah kendilerine savaş emri vermedi diye bu işgallere karşı kendilerini savunma yollarına gitmemelerini, ve eğer Atatürk çıkmamış olsaydı, yine de gitmeyebileceklerini şaşkınlıkla karşılamamak gerekir.

Atatürk'ün gayretleriyle ayaklanan ve yabancı işgallere karşı bağımsızlık savaşı vermeğe çalışan halka o devirde Padişah, etrafındaki din adamlarının kışkırtmasiyle, fetvalar yağdırarak yabancı işgallere karşı gelinmemesini, her şeyin sukunetle karşılanmasını, hiç bir direnme gösterilmemesini öğütlemekteydi..."(s. 620)

 

OSMANLILAR İSTİKLÂL SAVAŞI'NI DESTEKLEDİLER.

HANEDAN EŞSİZ ŞEKİLDE EFENDİCE SONA ERMİŞTİR.

 

Meşrutiyet'in ilânı ile Osmanlı Hanedanı hakimiyetini tamamen kaybetmiş ve hükümranlık Batı'nın oyuncağı olan Osmanlı paşalarına geçmişti. Osmanlı Hanedanı iç ihanetler ve dışa karşı mağlubiyetler karşısında artık baygın hâle gelmiş ve hiç bir şey düşünemez olmuştur. Kime güveneceğini ve ne yapacağını bilemez hâle gelmiştir. Düşman tarafından işgal edilen başkentte oturan padişah, idamlık mahkum gibi sehpanın kurulmasını bekliyordu. Artık karar alınmış ve sehpa dikilmiştir. Altı asırlık hanedan ölüm krizleri geçiriyordu. Bu olanlar karşısında da elinden hiç bir şey gelmiyordu.

 

Osmanlı Hanedanı, bütün bu gelişmelere rağmen tarihte görülmemiş bir metanet göstermiş ve Anadolu'nun kurtulması için de İstanbul elinden geleni yapmıştır. Başta Mustafa Kemal olmak üzere birçok kimseyi Anadolu'ya göndermiş ve onlara resmen yetkiler vermişti. Daha sonra dış baskılarla bu yetkiyi geri almıştı ama artık iş işten geçmişti. İstanbul'daki silahlar hep gizli olarak Anadolu'ya gönderilmişti. Bunu İstanbul'da organize eden Mareşal Fevzi Çakmak ve arkadaşları, İstanbul'da sonuna kadar yetkilerini korumuşlardı. Ondan sonra da bir çok subay ve aydınların Anadolu'ya geçmelerine hep göz yumulmuştur. Gerçi dış baskılarla göstermelik hilafet orduları oluşmuştur ama İstanbul sonuna kadar Anadolu ile diyaloğunu sürdürmüş ve adeta onu resmen tanımıştır. En sonunda da Vahdettin kendi isteğiyle saltanatı terketmiş ve problem olmak istememiştir.

Hilafetin kaldırılması ile yurt dışına gönderilen hanedana en efendice muamele yapılmış, onlar da dışarıda devletimizin aleyhinde asla herhangi bir faaliyette bulunmamışlardır. Tarihin hiç bir döneminde ve dünyanın hiç bir yerinde, bu kadar efendice sona eren bir hanedan ve saltanat olmamıştır. Burada Osmanlı Hanedanı'nın sağduyusu yanında Mustafa Kemal'in sağduyusu ve aklıselimi de büyük rol oynamıştır. Bu son derece iyiniyetli gerçekleri görmeyen ardniyetli bakışlara tek kelime bile söylemek istemiyoruz. Çünkü onların ardniyetlerinden hiç şüphemiz yoktur.

İslâmiyet'e göre, cennetle müjdelenen sahabeler arasında savaş ol-muş ve birbirlerini öldürmüşlerdir.

Kur'ân'da, bir mü'min diğer mü'mini öldürürse kâfirdir ve cehennemliktir, denmektedir. Bu durumda bütün sahabeleri tekfir etmemiz ve onların hiç bir rivayetlerini kabul etmememiz gerekir. O zaman elimizde ne Kur'ân ne de Hadis kalır. Bundan dolayıdır ki ulema şöyle fetva vermiştir: Onlardan her biri karşısındakileri kafir bildiği için savaştı. Yoksa karşısındakileri mü'min bilselerdi savaşmayacaklardı.

O halde yine İslâmiyet için savaştılar diyorlar ve hepsini mü'min hattâ ölenlerini de şehit kabul ediyorlar.

İstanbuldakiler Anadoludakileri iyi karşılamamışlarsa, bu içtihatlarındaki hatalarındandır, yoksa vatana ihanetlerinden değildir. Aynı şekilde Anadoludakileri İstanbullulara karşı saldırgan kabul edersek, bu da içtihatlarındaki hatadan gelmiştir ve onları da kesinlikle ihanetle suçlayamayız. Kaldı ki, savaş boyunca iki tarafın da birbirine herhangi bir saldırısı olmamış ve İstiklâl Savaşı İstanbul ile diyalog içinde olunduğu halde sona ermiştir.

 

 

*    *   *

 

 

 

Yazara göre;

Osmanlılarda hükümdar ile halk kaynaşamamıştır.

 

"C- Yönetenler sınıfı ile Yönetilenler (Halk) arasındaki kopma ve devamlı yabancılık durumu:

Görülüyor ki İDARE EDEN'in, yani bir bakıma Tanrı'nın yeryüzündeki vekili sayılan HÜKÜMDAR'ın, İDARE EDİLEN'e (Halk yığınlarına) karşı tutumu sanki yabancı iki taraf, yabancı iki varlık, yabancı iki güç gibidir, ve en hafif bir deyim ile KÖLE ile EFENDİ arası ilişkiler düzeyindedir. İDARE eden, kendi kendini, o İdare ettiği toplumun bir parçası, ondan çıkma ve ona ait bir şey gibi görmemektedir...

Onları genellikle bu noktaya sürükleyen husus da İslâm'ın TANRI-KİŞİ ilişkilerindeki özelliktir. Bu ilişkilerin temelinde EFENDİ-KÖLE (kul) anlayışı yattığını biliyoruz. Kişi ve toplumun KUL nitelikleri içerisinde Tanrı'ya tapmaları asıldır. Bu esas İslâm'ın ilk öngördüğü esastır...(s. 621)

Bu durum Hükümdar (yönetici sınıf) ile halk (kişi) arasında devamlı bir uçurum yaratmıştır. Ne Hükümdar (ve yöneticiler) halkı sevmiş ve saymış ve halk uğruna İktidarı kullanmayı akıllarından geçirmişler ve ne de halk, İktidar sahiplerine karşı yakınlık, sevgi ve bağlılık duymuştur.

Bu hususlar için bk. C. F. Bosworth, The Ghaznevids, Their Empire in Afganistan and Eastern İran, 994-1040 (Edinburg 1963, sh. 49-50)."(s. 622)

 

İSLÂM DÜZENİNDE TEMSİLİ SİSTEM VE TEMSİLCİLER.

BÜTÜN GÖRÜŞMELER VE İSTİŞARELER ALENİDİR.

 

Bir topluluğun yönetilmesi için önce 10 kişilik bir 'yakınlar grubu' oluşturulur. Bunlar kendilerine bir 'başkan' edinirler ve başkana kayıtsız şartsız itaat ederler. Başkan bunlarla istişare eder, onları her zaman dinler, ama sonunda söz daima başkanındır. Başkana karşı gelme yoktur. İstenirse o topluluk terkedilebilir. Bu şart, topluluğun oluşması şartıdır.

Bu onluk grup halk içinde kendilerine gruplar toplar ve hep o başkan adına toplar. Onun adını yüceltir. Onun adına propaganda yapar. Ancak başkanla direkt görüşme olmaz. Yani başkanlar halktan uzak tutulur. Çünkü halk ulaşamadığı kimsenin kusurlarını ve eksikliklerini bilemez.

Oysa başkan halk ile doğrudan ilgilenirse hem vakti olmaz hem de halk nezdinde bir değeri olmaz. Bir kabile böylece yönetilmiş olur.

Eğer yönetim merhalesi daha ileri seviyeye gidecek ve il aşamasına çıkacaksa, bu yakınların çevresinde bir halka oluşturulur. Başkana temsilciler aracılığı ile değil de, temsilcilerin temsilcileri aracılığı ile ulaşılabilir hâle gelir.

Eğer başkan devlet başkanı ise bu temsilcilik üçüncü dereceye varır. Yani halkın bucaklarda temsilcileri vardır ve bucak başkanına onların aracılığı ile ulaşılabilir. Bu bucak temsilcilerinin illerde temsilcileri vardır, il başkanına onlar aracılığı ile ulaşılabilir. Bu il temsilcilerinin devlet merkezinde temsilcileri vardır, devlet başkanlarına onlar aracılığı ile ulaşılabilir. Böylece ancak aracılarla ulaşılabilen kimseler topluluk nezdinde büyür ve büyük insan olmaya başlar, böylece genel birlik sağlanır.

Bu durum ve uygulama, ister istemez halk ile yöneticiler arasına perde koyar. Her yönetimde bu perdeler vardır. Beyaz Saray'da da vardır. Hele bir hanedan tarafından yönetilen ülkelerde temsil sistemi de olmadığı için yöneticiler halktan tamamen kopmuştur. Ancak buradaki sorumluluk padişahlarda değil de sistemdedir.

İslâm düzeninde;

Bu temsili sistem ve temsilciler aracılığı ile başkanlara ulaşma sistemi vardır. Bu sayede devlet varolabilmektedir.

Ancak başkanın halktan, halkın da başkandan kopmaması için tüm görüşmeler ve istişareler alenidir. Herkes bu görüşmeleri yakından takip eder ve itirazlarını temsilciler aracılığı ile her zaman başkana ulaştırabilir. Temsilcisi bunu yapmazsa, halk temsilcilerini daima değiştirme imkanına sahip olduğu için bu ulaşma imkanını sürekli olarak elinde tutar.

Başkan böylece hem halktan uzak kalarak vakarını korur hem de halkla yakın olarak diyalogunu kurarak kopukluğa sebebiyet vermemiş olur.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te emir sahibi yabancı olsa,

müstevli olsa da ona itaat edilir.

 

"1- Halk'ı yabancı gözü ile görme alışkanlığı (Bu konuda Gaznevi dönemi ile Sultan Reşat dönemi arasında farklılık olmayışı)

1006 yılında Mahmud Gaznevi, kendi hükümranlık sınırları içerisindeki Balk halkını, sırf yabancı saldırılara ve düşman işgallerine karşı savunma yoluna gitti... ve yine halkın kendisini savunması sırasında hükümdar mallarına zarar verdi diye azarlamıştır. Oysaki devlet, kendisine vergi veren ve hükümetten mal ve mülkünün ve güvenliğinin korunmasını bekleyen halkın yabancı saldırıya karşı savunmasına koşmamıştı...(s. 622)

Bu olaylarla ilgili olarak C. F. Bosworth, "The Ghaznevids, Their Empire in Afganistan and Eastern İran, 994-1040" adlı kitabında şöyle der- "... Gaznevi hükümdarları, kendi halklarına, yabancı saldırıya devletin gerekli yardımı yapmadığı hallerde dahi kendi kendilerini savunma hakkını tanımamışlardır. Yabancı işgallere karşı kendilerini savundukları silahları belki Hükümdarlara karşı da kullanabilirler korkusu ile..."...

Bu korkunç zihniyet, yüzyıllar içerisinde ayniyle devam edip gidecek ve Abdülhamid'lere ve Sultan Reşad'lara kadar uzayacaktır;..."(s. 623)

 

 

DEVLET YABANCI DA OLSA DEVLETTİR.

İSLÂMİYET İTAAT VE SAVAŞ DİNİDİR; ANARŞİ DEĞİL.

 

Devlet yabancı da olsa devlettir. O yerlerin güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Devletsizlikten her zaman daha iyidir. Dolayısıyla savaş hâli dışında devlet içinde isyan yoktur, terkedip gitme vardır. Meselâ, Mustafa Kemal'in İstanbul'da savaşa girişmesi yanlış olurdu. Bu savaş İngiliz yönetimine karşı olsa da yanlış olurdu. Ama Anadolu'ya geçer, ordularını kurar ve savaşırsan elbette bu en meşru ve matlup bir haktır. Yazar bu anlayışın neresini tenkit ediyor? Doğrusu anlamak mümkün değil.

Devlet devlettir. Hangi devlet içinde yaşanıyorsa ona itaat edilecektir. Yazarın ne kadar çelişkiler içinde olduğu açıkça görülüyor. Bir taraftan İslâmiyet'te yalnız din savaşı vardır diyor ve İslâmiyet'i yeriyor, diğer taraftan yabancılara da müstevlilere de itaat edin diyerek hiç savaş yokmuş gibi yine yeriyor!

Oysa İslâmiyet'te devletlerarası savaş vardır.

Ama halkın yöneticilere karşı savaşı yoktur.

İsyan ve anarşi ise kesinlikle yoktur.

İslâmiyet'e göre;

İnsanların yetkililere ve orada yürürlükte olan mevzuata uyma zorunluğu vardır. Uyarmak, hakka davet etmek ve ıslaha çalışmak da görevdir. Ama kesinlikle isyan yoktur. Olmazsa o ülke terkedilecektir. Gerekirse ondan sonra savaş yapılabilir.

Devlete itaat ne kadar meşru ve memur ise haksızlığa uğrayan devletin başka devletle savaşı da o kadar meşru ve memurdur. Yalnız kendisinin haksızlığı ile değil, haksız olan devletle de savaşılacaktır.

İşte böylece İslâmiyet hem itaat dinidir, hem de savaş dinidir; ama kesinlikle isyan ve anarşi dini değildir. Zaten artık devletsiz bir ülke kalmamıştır ve hiç bir devlet de isyan ile anarşiyi meşru saymamaktadır.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Japonya Konfüçyüs felsefesiyle halkı birleştirmiştir.

 

"2- İktidar'a (Devlet'e) halkı eğitme ve yetiştirme ve halk'a yararlı olma amacının egemen olmaması:

Batı ülkelerinde Devlet kuruluşunun halk için ve halkı geliştirmek ve halka yararlı olmak amaciyle kurulmuş olduğu fikri Orta Çağ'da bile savunulan bir fikir idi...(s. 623)

Japonya Konfiçyüs felsefesine hakim devlet doktrininin etkisiyle hareket etme akıllılığını gösterebilmiştir.Konfiçyüs felsefesine göre KİŞİnin toplum ve devlet yaşamlarına katılması asıl olduktan başka iktidarın başlı başına tehlike teşkil ettiği ve bu nedenle otorite (Devlet otoritesi) unsurunun Hak dayanağına göre değil fakat SORUMLULUK dayanağına göre tanımlanması gereği de öngörülmüştür... İktidarı ancak onu kullanmağa ehil kişilere bırakmak gerekir...

Bk. Political Modernization in Japon and Turkey, Edited by. R. E. Ward and Dankwart A. Rustow, Princeton University Press 1968 sh. 76..."(s. 624)

 

 

İSLÂMİYET DEVLETİ 'DİNÎ'DEN 'KAVMÎ'YE ÇEVİRDİ.

ULUS, UMRAN DEĞİL İRFAN BİRLİĞİNE DAYANIR.

 

İslâmiyet'ten önce devletler dini idi. Yani bir topluluk tek Tanrı'ya inanır ve tek mezhepte olurdu. Mezhepler devletlerin ayrılmasıyla oluşurdu. Bu hem tek Tanrı'ya inananlar için hem de çok tanrıya inananlar için sözkonusu idi. Birinde tanrılar farklı idi, birinde de peygamberler veya mezhep kurucuları farklı idi.

İslâmiyet bunu kaldırdı ve devleti dinî olmaktan çıkarıp kavmî yaptı. Artık bir devlet içinde değişik dinler yaşamaya başladı. Bir dine mensup olanlar da ayrı devletler içinde yaşar oldular. İslâm devletleri hep bu felsefe üzerinde kurulmuş ve devlette din ve kültür birliği aranmamıştır. Devletin görevi sadece hak ve görevlerin korunması çerçevesindeydi. Devlet adeta bir bekçi konumundaydı. Mallar ortak değil, herkesin kendi malı kendisine ait, sadece bekçi ortak. Herkesin dili ve dini kendisine ait bulunuyordu ve devlet sadece bunları korumakla yükümlüydü.

Halbuki Japonya İslâm devleti olmadığı için eski çağların devlet anlayışını benimsemiştir, Avrupa devletleri de öyledir; cumhuriyet de öyle olmuştur. Oysa bugün artık din birliği ilkesi her yerde terkediliyor.

İslâm düzeninde;

Medeniyet vardır, umran vardır, irfan vardır.

Umran beşerîdir; bunlar din, ilim, iktisat ve yönetimdir.

Yani anlaşmalar ve anlaşmalara uymadır.

Bir de irfan vardır ve bu kültürdür;

Bunlar da dil, sanat, teknik ve hukuktur.

İslâmiyet'in kabul ettiği ilke şudur:

Ulus, umran birliğine değil irfan birliğine dayanır.

Devletleri de uluslar kurar ve

Bir ulus içinde herkes aynı dili bilmek zorundadır.

Ama başka dilin konuşulması ve yazılması da yasaklanamaz.

Demek ki, Osmanlılarda eksik olan, devletin bir ulusa dayanmamasıdır.

Bu tarihi gelişmede zorunlu bir basamak idi ve;

Her ülke bu basamağı yaşamıştır.

Bundan sonra ;

'İmparatorluklar' yerine 'topluluklar' varolacaktır.

Bu toplulukların varlığı ulusal devletleri ortadan kaldırmayacaktır.

Bilakis daha da güçlendirecektir.

 

 

*    *   *

 

 

 

Yazara göre;

Reformlar saltanatın korunması için yapılmıştır ve

Abdülhamid saltanatı için

Osmanlı topraklarını vermiştir.

 

"3- İKTİDAR'ın (Devlet'in) halk yararına ve halk için Reform diye bir şey düşünmemesi; Reform'ların sadece İKTİDAR çıkarları adına yapılması.

Şeriat devletinde HALK devletin bir unsuru olmadığından halkın iyiliği ve mutluluğu adına reform diye bir şey de bahis konusu olamazdı. Osmanlı devleti için de durum bu olmuştu...(s. 624)

Her ne kadar reform gayretleri görülmüş ise de bütün bu reformlar başlıca iki amaç etrafında toplanmıştır, ORDU'da disiplin sağlamak, ordu'yu güçlendirmek ve böylece her şeyden önce Padişah'ın saltanatını ve huzurunu güvenlik altına almak, Padişah'ın hazinesini doldurmak.

Bunun dışında ve halk'a yönelmiş bir reform, halkın yararına olabilecek bir davranış görülmemiştir... Bk. Victor Bérard, "Reforme Ottomane", (Dans "La Revue de Paris", Sep. Okt. 1908, Paris Tome V. sh. 196)...(s. 625)

Her ikisi de DİN ADAMI + ASKER ikilisinin husumeti ve direnmesi karşısında kalırlar. Üçüncü Selim, yeniliğe yöneldi ve Şeriat'a aykırı hareket etti diye din adamının verdiği fetva ile asker tarafından tahtından indirilir ve öldürülür. İkinci Mahmud ise "Gavur padişah" adına layık görülür..."(s. 626)

 

ÇOK BÜYÜYEN DEVLET BÖLÜNMELİDİR.

DEVLET İÇ - DIŞ GÜVENLİĞİ SAĞLAMAKLA YÜKÜMLÜ.

 

Osmanlı İmparatorluğu'nun çökmesinin başlıca sebebi, büyümeden doğan problemler olmuştur. Bir ülke yeterinden fazla büyüdü mü, artık o ülkenin savunmasına güç yetmez olur ve tüm ülke durmamacasına çökmeye başlar. Bu problemin çözümü için en uygun yol devletin parçalanmasıdır. Eskiden böyle oluyordu. Çok büyüyen devlet hanedan arasında bölüşülüyordu. Bu durum sadece kardeş kavgalarından ileri gelmiyor, sosyal yapı gereği böyle oluyordu. Ailede de aynı nedenlerle bölünmeler olur.

Osmanlılar ise bölünmeye karşı bir çok tedbirler aldılar ve bölünmeyi önlediler. Ne var ki, bölünmesine razı olunmayan topraklar, bu sefer temelli olarak elden çıkmaya başladı. Böylece sınır komşusu düşman devletler ortaya çıkmaya başladı. Halbuki karşılıklı anlaşma ve rıza ile bölünme olsaydı, bu devletler dost ve müttefik devletler olarak kalabilirlerdi. Bu yapılanmaya gidilemediği içindir ki bugünlere kadar uzanan düşmanlık tohumları ekilmiş oldu. Düşmanlarımız da bu durumdan azami derecede yararlanmasını bildiler.

II. Abdülhamid tahta geçtikten sonra işte bu savaş siyasetini bırakmış ve elde tutamayacağını anladığı toprakları vermiş, kalanı üzerinde devleti sağlamlaştırmaya çalışmıştır. Gerçekten de bunu başarmış ve uyguladığı bu olumlu politika sayesinde kendi saltanatı zamanında sonraları artık savaş olmamıştır.

Burada işaret etmemiz gereken eksik bir uygulama yapmıştır. Arap ülkelerini de bırakması gerekirken bunu akıl edememiştir. Arap ülkeleri vaktinde ve tabiî sınırları ile bölünebilseydi, bugün Orta Doğu çok farklı bir konumda olabilirdi. Hâlen varolan problemlerin büyük bir kısmı da olmazdı. Dolayısıyla kardeş ülkelerin birbirleriyle savaşmalarına da gerek kalmazdı. Yapılan hata veya eksik uygulama sebebiyle düşmana koz verilmiş ve bugünlere gelinmiştir.

Her şeye rağmen Osmanlı Hanedanı gitmiş ama yeni bir devlet yani Türkiye Cumhuriyeti doğmuştur.

İslâm düzeninde;

Devlet iç ve dış güvenliği sağlamakla görevli ve yükümlüdür.

Eğer bu güvenliği sağlayamıyorsa artık onu sağlayana terketme yöneticilerin görevi olmuştur. Fıkıhta bu konudaki kaide şudur; bir ülkeden alınan vergi o ülkenin iç ve dış güvenliğini sağlamak içindir. Eğer geri çekilme sözkonusu ise o yıl alınan vergi iade edilmelidir.

Osmanlılar bu bu fıkıh kaidesini uygulamışlardır.

Abdülhamid'in de iç ve dış güvenliğini sağlayamadığı toprakları sağlayacak olan devletlere bırakması, en makul bir uygulamaydı ve İslâmiyet'in emri de buydu. Sonraları kendisi ve hanedan da bu anlayıştan dolayı tahtı bıraktılar ve herhangi bir hak da iddia etmediler.

Kendisinden önce başlamış olan savaşları durdurup sona erdiren Abdülhamid'i savaşçılıkla itham etmek, gerçekten de hakikatları tahrif ve cehalet derecesinde bilgisizliktir. Bu değerlendirme ve yorumları iyiniyetli kabul etmek mümkün değildir. Zaten yazarın ardniyeti ve anlayışı başından beri bellidir. Böylesine bağnaz ve peşin hükümlü bir sözde bilim adamının değerlendirmeleri de ancak böyle olabilir.

 

 

 

 

 

 

 


İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
1-BESMELE VE İTHAF
1721 Okunma
2-KAPAKDETAYI
1444 Okunma
3-YAYIN VE REDAKTE KURULU
1393 Okunma
4-EDİTÖRDEN NOTLAR-REŞAT NURİ EROLDAN
1465 Okunma
5-Prof. Dr.ilhan Arsel kimdir?
4372 Okunma
6-TEŞEKKÜR-reşat nuri eroldan
1389 Okunma
7-S U N U Ş-Dr.SÜLEYMAN AKDEMİR
1340 Okunma
8-Ö N S Ö Z-YERİNE DAVET REŞAT EROL
1424 Okunma
9-İÇİNDEKİLER
1281 Okunma
10-CEHALET VE AKILSIZLIK MESELESİ
1495 Okunma
11-MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR
1502 Okunma
12-'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?
1561 Okunma
13-HIRİSTİYAN HAÇLILAR NE YAPTI?
1687 Okunma
14-YENİLİK DÜŞMANLIĞI VE DEMOKRATİK DÜZEY MESELESİ
1350 Okunma
15-İSLÂMİYET'E GÖRE MEDİNE'DEKİ YÖNETİM ŞEKLİ
1912 Okunma
16-İSLÂMİYET VE KUR'ÂN KORKUTUCU DEĞİLDİR
1432 Okunma
17-'İSLÂM DİNİ' İLE 'İSLÂM DÜZENİ' AYRIDIR.
1360 Okunma
18-TÜRKLÜK İRSÎ, İSLÂMLIK KESBÎDİR.
1401 Okunma
19-RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET
1395 Okunma
20-İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR
1442 Okunma
21-İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLER
1376 Okunma
22-İSLÂM DÜZENİNDE RESMÎ DİNÎ KURULUŞ YOKTUR
1387 Okunma
23-İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?
2788 Okunma
24-KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT
1322 Okunma
25-GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR
1414 Okunma
26-KUR'ÂN'IN EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR
1414 Okunma
27-İSLÂMİYET'TE YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YOKTUR
1625 Okunma
28-KAYNAŞMA TÜRKLERE HAS BİR ÖZELLİKTİR
1370 Okunma
29-OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR
1396 Okunma
30-İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR
1349 Okunma
31-İSLÂMÎ SAVAŞLAR TALAN VE DİN SAVAŞI DEĞİLDİR
2335 Okunma
32-İSLÂM DÜZENİNDE SAVAŞA İSTEYENLER KATILIR.
1322 Okunma
33-İSLÂMİYET İDEAL BİR DÜZENDİR
1350 Okunma
34-İSLÂM DÜZENİNDE 'HAKEMLİK SİSTEMİ' VARDIR
1452 Okunma
35-MÜSLÜMAN ALLAH İÇİN SAVAŞIR, KÂFİR TAĞUT İÇİN.
1730 Okunma
36-'MİLLÎ HAKİMİYET' NE DEMEKTİR
1463 Okunma
37-İLMÎ ŞÛRA BAŞKANI İTTİFAKLA SEÇER
1329 Okunma
38-ANKARA MECLİSİ'NİN KURULUŞU ŞERİATA UYGUNDU
1364 Okunma
39-BATI CUMHURİYET SİSTEMİNİN EN BÜYÜK MAHZURU
1345 Okunma
40-İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.
4383 Okunma
41-LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?
1607 Okunma
42-BATI ÇÖKMEKTEDİR BAŞARILI OLAMAYACAKTIR
1372 Okunma
43-ZAMAN YAZILARI-İSLAMI BİLMEK
1352 Okunma

© 2024 - Akevler