ONİKİNCİ BAŞLIK
ŞERİAT DEVLETİNDE SAVAŞ AMACI
VE GETİRDİĞİ YOKSUNLUK
lhan Arsel'e göre;
Osmanlılarda savaş halk ve vatanı koruma uğruna değil,
din ve talan uğruna yapılıyordu.
"ŞERİAT DEVLETİNDE SAVAŞ AMACI VE BU AMAÇ İÇERİSİNDE SOSYAL-EKONOMİK ve DEMOKRATİK GELİŞMEDEN YOKSUNLUK.
Birazdan da izleyeceğimiz gibi Şeriat devleti demek savaş devleti demektir. Din adına savaşlar yapmak, dini yaymağa çalışmak, ganimetler almak, bu ganimetleri Şeriat esaslarına göre paylaşmak, fethedilen ülkeler halkını, eğer bunlar "Ehl-i Kitab" ise (örneğin kendilerine kutsal kitap indirildiği kabul edilen Hiristiyanlar, veya Yahudiler gibi), İslam'a davet etmek, kabul edecek olurlarsa Müslüman yapmak, etmeyecek olurlarsa cizye (haraç) vermeğe zorlamak, eğer bunu da kabul etmeyecek olurlarsa öldürmek, yok "ehl-i kitab" değillerse icaplarına bakmak, ve kısaca söylemek gerekirse, yeryüzünü bu şekilde Şeriat emirlerine ve hükümlerine bağlı kılıncaya kadar dövüşmek ve savaşmak, hep Şeriat devletinin temel amaçlarındandır...
Türk'ün Şeriat öncesi itibariyle de savaşlarla dolu bir geçmişi olduğu kabul edilir...(s. 698)
Fakat bu aynı Türklerin Şeriat sonrası yüzyıllar itibariyle bu nitelikleri yitirdiklerini izleyemeyenlerimiz eziklik içerisine düşerler. Çünkü SAVAŞ'ı HAK için, ya da GÜÇSÜZ'ün yardımına koşma uğruna değil de sadece SAVAŞ olsun için, sadece farklı inançtaki insanları bir başka inanç adına ezmek için, sadece ganimetler toplamak için, sadece... Düşünürler ki son bin yıllık tarihlerini dolduran sahifelerde ŞERİAT amacı dışında savaş yapmamışlardır..."(s. 699)
SAVAŞLARI MEŞRU KILAN SEBEPLER.
İSLÂMÎ SAVAŞLAR TALAN VE DİN SAVAŞI DEĞİLDİR.
Savaşları meşru kılan nedir?
Şüphesiz bunların başında savunma savaşları gelir. İslâm savaşları, başlangıçta bile savunma savaşı olmamıştı. Gerçi savaşlar Mekke'de değil Medine'de olmuştu. Bu da savunma savaşı gibi gösterilirse de, Medineliler Mekkelileri topraklarından geçirmemişlerdi. Bu savaş hakkını doğurabilir. Dolayısıyla o savaşlar bile savunma savaşı değildi.
O halde ne savaşı yapılıyordu?
Bu noktanın iyi anlaşılması gerekmektedir.
Savaşı meşru kılan sebepleri şöyle sıralayabiliriz:
1- Düşman hakem kararlarını almadan saldırırsa mukabele etmek meşrudur.
2- Düşman akitlerini bozarsa onlarla savaşmak meşru olur. Elçiyi öldürmek de böyledir.
3- Düşman ülkesinden çıkan ve hayati ehemmiyeti olan malları (meselâ petrol, petrol boru hattı) ihraç ettirmezse onunla savaş meşrudur.
4- Düşman önemli geçit yerlerini işgal eder de oradan gelip geçmesine izin vermezse onlarla savaşmak da meşrudur.
5- Düşman ülkesinden kendi halkı olsun olmasın çıkış izni vermezse o ülke ile savaşmak da meşrudur.
6- Eğer bir devlet kendi halkının iç güvenliğini sağlayamıyor ve halk adeta devletsiz kalmışsa, komşu devletler o ülkeyi fetheder veya yeni güvenlik sağlayacak devlet kurarlar veya kendilerine ilhak edebilirler.
İşte saldırı savaşının meşruiyeti bu altı maddeye dayanır. Hakemler burada zikredilen durumların varolup olmadığına karar vereceklerdir. Anarşi sebebiyle yapılan saldırılarda hakemlerin saldırı derecelerini de belirtmeleri gerekir. İşgal veya yönetimi destekleme ile ilgili savaşların durumu da aynıdır.
İslâmî savaşlar, daha çok fikir ve din hürriyetini sağlamak amacıyla, yani son iki şık nedeniyle yapılmıştır. Bunu bile meşru görmeyenler olabilir. Unutmamak gerekir ki, savaşı İslâmiyet icad etmedi ve her zaman savaş yapabilen talan için savaş yapmıştır. Teorik de olsa savaşları ideoloji haline getiren İslâmiyet olmuştur. Çağımızın savaşları hep ekonomiktir, ama savaş ideolojik yapılmaktadır. Bu da bir aşamadır. Bu aşamayı İslâmiyet sağlamıştır.
İslâmî savaşlara talan denemez, dinî savaş denemez. Talan denebilmesi için işgal edilen halkın fakirleşmesi söz konusu olmalıdır. Oysa işgal edilen topraklar refaha kavuşmuş, yerli halk yerinde bırakılmış ve eskisinden daha çok rahat etmişlerdir.
İslâmî savaşlara dinî savaş da denemez.
Öyle olsaydı halk zorla Müslüman edilirdi. Oysa halk daha çok dinî hürriyete kavuşmuş çünkü değişik mezheptekiler arasında uzlaşmaz bir kavga vardı. Bu çözülmüştü.
Görülüyor ki, yazar 800 sayfada hep aynı şeyi telkin ediyor, ama şöyle bir bakınca iddialarının tutarsızlığı belli oluyor. Türkiye ekonomisine hâlâ azınlıklar hâkim. Bu nasıl talandır ki, biz hâlâ onların fabrikalarında onların uşağı hâlindeyiz? Bu nasıl dinî baskıdır ki, Şiîlerin bile hâlâ sahip olmadığı hürriyete onlar sahip?
BİRİNCİ KONU
ŞERİAT DEVLETİNİN SAVAŞ AMACI
VE SONUÇLARI
Yazara göre;
Savaşçı devlet despotik devlet olma niteliğindedir.
"I- İstibdat rejimini ayakta tutan unsur olarak Savaş
ARİSTO devletin savaşçı nitelikte olmasını istibdat (despotizm) rejimlerini ayakta tutan bir neden olarak görürdü... Aristo'nun bu görüşleri için bk. The Politics of Aristotle, (İngilizce Çeviri J. E. C. Welldon, sh. 392, 393-4)...
Şeriat devleti'nin esas itibariyle SAVAŞCI DEVLET niteliğine sahip olması ve bütün amacının din adına Cihad'lara girişmek bulunması yüzündendir ki Şeriat ülkelerinde her zaman için despotik bir yönetim sürdürülegelmiştir. Osmanlı devleti'nin müstebid niteliğinin bir nedenini de bu savaşçı unsurda aramak gerekir. Nitekim ilerdeki sahifelerde bunun böyle olduğunu göreceğiz."(s. 700)
İSLÂMİYET'TE İKİ TÜRLÜ SAVAŞ VARDIR.
İSLÂM ORDULARI GÜÇLÜDÜR AMA ZALİM DEĞİL.
İslâmiyet'te iki türlü savaş vardır:
1- Birincisi, savunmadan doğan ülkenin savunmasına dayanan savaştır. Bu savaşlara herkes katılmak zorundadır.
2- Bir de bugün olduğu gibi Birleşmiş Milletler'in kararı ile yapılan savaşlar vardır. Kore Savaşları böyledir.
Haksızlığa uğrayan bir devleti destekleme savaşları vardır. Bu destek hakem kararlarına dayanmalıdır. Birinci İslâm Medeniyeti'nde bu hakemlik sistemi işletilmemiştir. Yerine fetva sistemi getirilmiştir. Bu savaşlara gönüllüler katılır. Devlet, destekleme savaşlarına muhariplerin katılmasını zorlayamaz. Ama savunma savaşlarında ise savaşanlar kesinlikle katılmak zorundadırlar. Yoksa vatandaşlık haklarını kaybederler.
Savaştan vazgeçme yoktur. Cezası öldürülmedir.
Bunu belirttikten sonra, savaş hukuku ile barış hukukunun farklı olduğunu ifade edelim. Yani bir komutanın ordusuna karşı olan yetkileri ile, bir başkanın halkına karşı olan yetkileri farklıdır. Bu nedenledir ki, askeri yönetim ile sivil yönetim ayrılmıştır. Bundan dolayı yargı yetki ve görevleri, devletlere değil de bucaklara verilmiştir. Yine bundan dolayı kuvvetler dengesi oluşmuş, siyasî teşekküllerle ilmî, dinî ve meslekî teşekküller birbirinden ayrılmıştır.
Devletin görevi dış savunmadır. Devlet bunun için vardır. Bundan dolayı da, merkezde ister istemez despotik yönetim sözkonusudur. Ordudaki disiplinden farksız olan bu durum yerilemez.
Orduda disiplin kalmasa devlet de kalmaz.
Osmanlıların saraydaki despotizmini işte böyle izah edebiliriz.
Bununla beraber ordu disiplini hiç bir zaman despotizm demek değildir.
İslâm düzeninde;
Millî ordular değişik yerlerden toplanarak oluşturulur. Ancak bir devlette yine ona(10) yakın ordu vardır. Vatandaş kendi ordusunu kendisi seçer, ayrıca ordu içinde de asker kendi komutanını kendisi seçer. Böylece birlikler ve ordular kader birliği içindedirler.
Barış zamanında, savaş hazırlıkları yarışmalarında aldıkları başarıya göre bütçeden pay alırlar, dolayısıyla ahenkli takım oyunu oynarlar. Meselâ, atış yarışmaları olur, isabet derecelerine göre ödüller ordulara paylaştırılır. Harekât yarışmaları olur, bir yerden diğer yere intikal etmedeki sür'at ödülde farklı pay almaya sebep olur. Silâhsız olarak karşı karşıya boğuşmalar yapılır ve galip gelen ordu daha fazla ödül alır.
İşte burada da çıkar paralelliği temin edildiği için disiplin var ama despotizm yoktur. Hâsılı İslâm orduları güçlüdürler, ama asla zalim değildirler. Zaten olması istenen de budur.
* * *
Yazara göre;
Savaşçı topluluk miskin ve yoksul olur.
"II- Şeriat devleti'nin Savaşçı niteliği ve halkı savaşçı RUH içerisinde oluşturması, kişileri ve toplumu Yaratıcı zekadan ve güçten yoksun kılmıştır.(s. 700)
Cemaleddin RUMİ'nin fikirlerini eleştiren bir yazar'ın dediği gibi Savaşçı ruha sahip olarak zaferler kazanmak, ülkeler fethetmek, İmparatorluklar kurmak aslında kazanç değil kayıp demektir; uzun vade itibariyle asıl büyük kazanç, asıl akıllıca davranış, ve büyüklüğe ve mutluluğa yöneliş kişi'yi (ve toplumları) savaşcılığa değil YARATICILIĞA ve ÜRETME GELENEĞİNE yöneltebilmektir... Bk. A. Reza Arasteh, "Rumi the Persian; Rebirth in Creativity and Love", (Lahore 1965, sh. 188.)...
İlerde de göreceğimiz gibi Osmanlı Devleti'nin tam anlamiyle savaşçı bir devlet olarak kalması, Osmanlı toplumunu miskin zekalı, yaratıcı ve yapıcı hiç bir yönü olmayan toplum haline sokmuştur."(s. 701)
BARIŞ İÇİN SAVAŞIN YARARLARI:
İSLÂMİYET'TE SAVAŞ BARIŞ İÇİNDİR.
Savaş, her şeyden önce toplulukları üretimden alıkoyar. Sonra savaş giderleri söz konusu, nüfusun artmasını önler, dolayısıyla ganimet amacıyla savaş asla kârlı bir şey değildir. Türkler İslâmiyet'ten önce bu tür savaşlar yapıyor, onun için bir türlü gelişemiyorlardı. Oysa savaş barış için yapılırsa, ordu barış bekçiliği için beslenirse, zenginlik ve saadet kaynağı olur. Selçuklular ve Osmanlılar zamanında inşa edilen kervansaraylar, bunun en bâriz ve en önemli misâlidir.
Kervansaraylar, orduların hareket edebilmesi için kurulmuş olan konaklama yerleridir. Her altı veya sekiz saatlik mesafede, meselâ 100 kişilik konaklama tesisi yapılır ve ordu konaklaya konaklaya sefere çıkardı. Münavebe ile günde 400 kişi barındıran bu yerler sayesinde, bir ordu 10 günde 4 000, 100 günde 400 000 askerini meselâ Viyana'ya kadar götürebilirdi; hem de hiç bir masraf yapmadan.
Bunun için kervansaraylar yapılır ve o cıvardaki öşürler bu kervansarayı ayakta tutacak olan kimseye verilirdi. Hattâ o kimseye bir miktar canlı hayvan teslim edilir ve ordu geldiğinde bunlarla orduya yiyecek ve yemek hazırlanması istenirdi.
Kervansarayı işleten kimse, müslüman-kâfir ayırımı yapmaksızın her gün yüz kişiyi kervansarayda konuk etmek zorundaydı. Böylece savaş olmadığı zaman sivil halk da bu mekânlardan en verimli şekilde yararlanmış oluyordu. O kadar ki, adeta bu kervansaraylar sanki sivil halk için yapılır olmaya başladı. Her türlü yiyecek ve konaklama masrafları bedava olarak karşılanan halk, durmadan sefer yapıyor, böylece ticaretin ve kültürün gelişmesine neden oluyordu.
Askerlik eğitimi, halkın ayrıca teknik ve sosyal bakımdan da eğitilmesine sebep oluyordu. Ordular, bugün de bu hizmeti görmektedirler. İslâm devletleri böylece savaşı ve askerliği miskinlikten çıkarıp saadet ve refah kaynağı yaptılar. Zaten insanoğlu tabiî ve sosyal kanunları değiştiremez, savaşları ortadan kaldıramaz, ama savaşları kendine ve insanlığa yararlı hâle getirebilir. Nitekim İslâm devletleri bunu fazlasıyla başardılar. İslâm dünyasındaki savaşlar insanlığa felâket değil, saadet ve refah getirmiştir. Bu savaşlar Avrupa'nın yani Batı dünyasının yaptığı cihan savaşları gibi olmamıştır.
İslâmiyet'te; savaş barış içindir.
Gerektiğinde savaş yapılır. Diğer zamanlarda işle uğraşılır. Gayrimüslimler zaten savaşa katılmayıp devamlı olarak ülkenin refahı ile meşgul olurlar.
Müslimler de kredi alarak işyerlerini kurar ve devlete vergi verirler. Onlar da ülkenin refahı için çalışırlar.
Kadınlar ise savaşa katılmazlar ve gerektiğinde ekonomik yükü de yüklenmiş olurlar. Böylece savaş asla ülkelerin çökmesine neden olmaz.
Ancak her devlet yaşlanır, zayıflar, yıkılır veya dağılır. Bu ilâhî kaderdir. Bunu hiç kimse önleyemez. Yaşlanmanın, ölümün ve yıkılmanın çaresi yoktur.
* * *
Yazara göre;
Osmanlılarda devletin tek işi savaşmak olmuştur.
"III- Savaşcı Devlet olma niteliği içerisinde Şeriat ülkelerinin Demokrasi'ye yönelemediği konusunda.
Şeriat devleti'nin DEMOKRATİK devlet olma yönünde gelişme gösterememesinin ve genellikle askerî hükümet sistemleriyle askerî diktatorya rejimleriyle yönetilir olmasının nedenleri arasında devlet'in savaş amacı ile kurulu ve işler olmasını da hesaplamak gerekir...
Genel olarak Şeriat ülkelerinde DEVLET, dini yaymak ve din emri gereğince ülkeler fethetmek ve ganimetler toplamak işini ve amacını varlığının en temel unsurları olarak görmüştür.
Osmanlı devleti için de durum bu olmuştur...(s. 701)
NEDEN ŞERİAT DEVLETLERİ sadece SAVAŞ ile uğraşmayı kendilerine tek amaç ve tek görev saymışlardır?. Bu soru'yu genel olarak şu şekilde cevaplandırmak mümkündür: ŞERİAT devleti'nin temellerini atan ŞERİAT düzeni devletin tek amacının DİN'e uygun iş görmek yani DİN'i yaymak ve bunun için de "CİHAD" yapma gereğini Tanrı ve Peygamber emri olarak yerleştirdiği içindir ki ŞERİAT devleti için VAR OLUŞ VE KALIŞ nedeni SAVAŞÇILIK olmuştur.
Fakat her şeye rağmen İslâm'ın savaş dini olmadığını ve saldırıyı ve ülkeler fethini öngörmediğini ve hattâ aksine İslâm'ın tam anlamiyle BARIŞ DİNİ olduğunu, olsa olsa sadece SAVUNMA amaciyle savaşa yer verdiğini ve İslâm'ı savaş dini haline getirenlerin İslâm'a uymayanlar olduğunu..."(s. 702)
İSLÂM DÜZENİNDE BAĞIMSIZ İL VE BUCAKLAR.
İSLÂM SAVAŞLARI CAYDIRICILIK SAVAŞLARIDIR.
İslâm düzeninde devlet, 'bağımsız iller' ve 'bağımsız bucaklar' şeklinde teşkilâtlanmıştır. Ayrıca siyasî kuruluşların yanında ilmî, dinî ve meslekî kuruluşlar vardır.
Siyasî güç, güvenlik dışındaki işlerle uğraşmaz. Siyasî gücün temel görevi budur. Diğer taraftan siyasi gücün görevleri de bölüşülmüştür. Bunlar dış güvenlik, iç güvenlik, yargı ve yönetimden ibarettir.
Devlet dış güvenliği sağlar.
İl iç güvenliği sağlar.
Bucak yargı görevini görür.
Aşiret yerinden yönetimi gerçekleştirir.
Yönetim şekli yerinden yönetim olduğu için yönetim aşiretlere aittir. Bucak başkanı da kendi aşiretini yani 'başkanlık şûrası'nı yönetir. Durum böyle olunca, devletten maksat hükümet ise hükümetin işi sadece savaşmak olacaktır. Savaş olmadığı zaman da 'caydırıcı güç' olarak ayakta ve her an hazır duracaktır.
İslâmiyet;
Cezaları caydırıcılık olarak koyduğu gibi, savaşlar da caydırıcılık içindir. Savaşma gücü daima hazır bulunacak, saldıranlar perişan edilecek, ama bu hukuken olacak ve fiilen bu sayede savaş olmayacaktır.
İslâm savaşları kanlı savaşlar değildir. Savaşların sonunda halk daima serbest bırakılmıştır. Dolayısıyla onlara ciddi olarak savaş gözüyle bile bakılmaz. Malazgirt Savaşı'nı düşünelim. Savaşı Bizanslılar başlatmış ve yenilmişlerdi ama yenilen tarafın hükümdarı tekrar tahtına dönmüştü. Halk ise bundan asla zarar görmemişti.
Demek ki İslâm devletlerindeki tek çarpıklık saltanat sisteminden gelmektedir. Yani bu alanda şeriattan uzaklaşmakla çarpıklık olmuştur. Bu nedenledir ki cumhuriyet sözde şeriatı kaldırdı; oysa cumhuriyet resmen şeriatı kaldırdı ama fiilen şeriatı getirdi. Hem de dört halife döneminden sonra ilk defa seçimi kabul etmekle ve akit serbestliğini benimsemekle şeriat gelmiş oluyordu. Çünkü şeriat budur.
İsviçre Medeni Kanunu, çoğunlukla tamamlayıcı hükümleri muhtevidir. Esas hükümler kanton mevzuatına bırakılmıştır. Başlangıçta bucakların da tüzel kişilikleri vardı ve kanton sistemi geliyordu. Sonra vazgeçildi. İrtica oldu.
* * *
Yazara göre;
Orta Asya ve İspanya'ya barış dini olarak gidilmedi.
"A- İSLAM'ın SAVAŞ dini olmadığını ve ŞERİAT devleti'nin saldırı devleti değil BARIŞ devleti olduğunu ve İslâm'ı savaş dini haline getirenlerin İslâm'a bağlı olmayanlar (genellikle Türkler) olduğu iddiaları:
İslâm'ın SAVAŞ dini olmadığı iddiaları daha ziyade XXci yüzyılda öne sürülür olmuştur. Genellikle bir kısım Modern Arap ve Arap olmayan Müslüman yazarların özlem duydukları bir davranış vardır ki o da İslâm dini'ni SAVAŞ DİNİ niteliği dışında görmek ve göstermektir. Onların görüşüne göre İslâm SAVAŞ'ı saldırı unsuru ve amacı olarak benimsemiş değildir; İslâm, yine onlara göre BARIŞ dini'dir, ve savaş'ı sadece savunma amaciyle öngörmüştür...(s. 702)
M. M. Kureyşi adındaki bir Müslüman yazar, 1971 de yayınladığı "Landmarks of Jihad" adlı kitabında her ne kadar Kur'an'da CİHAD deyiminin geçtiğini ve fakat bundan anlaşılmak gereken şeyin saldırı savaşı olmadığını ve...
New York'taki "İslâm Kültür Merkezi" Başkanı M. A. Rauf'un 1971 yılında Amerikan kamu oy'una hitaben yayınladığı demecinde belirttiği görüş de bu olmuştur... M. A. Rauf, "İslâm" deyimi ile "Savaş" deyiminin bir biriyle çatışan ve çelişen deyimler olduğunu, ve Kur'an hükümleri arasında Barışçılığı öngören pek çok hükümler bulunduğunu ve İslâm'da saldırmak için değil savunmak için savaş yapıldığını ve tarih içerisinde İslâm'ın BARIŞ için önemli bir unsur yarattığını...
Diğer bir Arap yazar, Şeyh Abu Zahra: "Muhammed devrine inen tarihi olaylar şunu tanımlamaktadır ki İslâm dini sadece savunma ve kendini koruma amacıyla savaş'ı öngörmüş olup Müslümanlarla diğer milletler arasındaki ilişkileri barış prensibine oturtmuştur?"...
Bu pasaj için bk. J. A. Williams (Editor), Themes of Islamic Civilisation, (California, Press Berkeley 1971, sh. 301-2)...(s. 703)
İslâm'ın savaş dini olmayıp barış dini olduğunu öne süren ve onu savaş dini haline getirenlerin İslâm'dan uzaklaşmış ve İslâm'a aykırı davranan milletler olduğunu söyleyen yazarlar çoktur..."(s. 704)
DÖRT HALİFEDEN SONRA YÖNETİM SALTANATA DÖNÜŞTÜ.
İSLÂMİYET TABİÎ VE SOSYAL YAPIDA DEĞİŞİKLİK YAPMADI.
Öncelikle şunu belirtmeliyiz ki, dört halife döneminden sonraki İslâm devletleri saltanata dönmüştür. Yani ülkeler İslâm adına değil, saltanat adına fethediliyordu. Devlet hanedanın mülkü sayılıyordu. Elbette Orta Asya'dan İspanya'ya kadar sadece barış için gidilmedi. Önce Emevîlerin, sonra Abbasîlerin, sonra Selçukluların ve en sonunda da Osmanlıların toprakları genişlesin diye gidildi.
Kimse bunları din için yapmıyordu, hanedan için yapıyordu.
Ne var ki, bunların hepsi kendi çıkarlarını İslâm'ın çıkarları içinde gördüklerinden, savaşları İslâm şeriatına göre yaptılar, halka İslâm'ın emrettiği gibi hükmettiler. Şimdi düşününüz ki bu savaşlar yine var, yine bu imparatorluklar kurulmuş ve yayılmıştır. Nitekim İslâmiyet'ten önce de pek çok imparatorluklar olmuştur. Ama bunlar Müslüman değil de putperest olsaydılar, insanlığın bugünkü hâli ne olurdu? Bunları düşündüğünüz zaman, İslâmiyet'in insanlığa ne büyük saadetler getirdiğini anlamakta zorluk çekmezsiniz.
Basit bir mukayese bile gerçekleri ortaya çıkarmak için yeterlidir.
Evet, istilâlar oldu; ancak o istilâlar zaten olacaktı. Ama İslâmiyet insanlığa şeriatı yani demokrasi ve lâikliği öğretti; ve bugün de İslâmiyet sayesinde umutla ikinci büyük barış medeniyetine doğru gidiyoruz. Yoksa geçmişte olduğu gibi Hunların ve Cengiz Han'ların istilâları sonucu hep bâtıl bataklıklar içinde yüzerdik.
İslâmiyet;
Tabiî ve sosyal yapıda değişiklik yapmamıştır. Savaşları ortadan kaldırmamıştır; ama savaşları insanlık için saadet ve refah kaynağı yapmıştır.
İslâmiyet, Birinci İslâm Medeniyeti döneminde hanedanlıkları yıkamamıştır. Savaşlar yine bir hanedanın hakimiyeti adına yapılmıştır, ama hanedanlıkları insanlığın saadetine hizmet ettirmiştir. Sonunda da zamanı gelince ortadan kalkmıştır.
Tarihe olduğu gibi gerçekçi bir bakışla bakmak zorundayız. Tekâmülü, değişmeyi ve gelişmeyi gözden kaçırmamalıyız. Tekâmülün de yıkıcılıkla değil yapıcılıkla olduğunu unutmamalıyız. Mukayeseleri ilmî verilere dayanarak yapmalıyız.
Peygamberler hep yapıcı olmuşlar ve bugünkü medeniyet onların eseri olmuştur. Karşılarında olanlar hep yıkıcı olmuşlar, onlar da eskileri ortadan kaldırmakla yine medeniyete hizmet etmişlerdir. Ama yıkmanın yapmak demek olmadığını, sadece şart olduğunu hepimiz biliyoruz.
* * *
Yazara göre;
Peygamber sabır göstermeyi bilmiş,
günü gelince savaşı saldırıya kadar götürmüştü.
"B- BAŞLANGIÇTA SAVAŞ fikri'nin SAVUNMA AMACINA DAYANIR GÖRÜNMESİ:
Muhammed henüz Medine'ye geçmeden (Hicret'ten) önce Mekke'de yaşarken ve hattâ Medine'ye ilk yerleştiği tarihlerde Muhammed oldukca zayıf ve güçsüzdü ve pek az taraftara sahip idi. Mekke'de yaşarken Mekkelilerin husumetine uğramış ve kendisini savunma güçlüğünde duymuştu...(s. 704)
Bu dönemde Muhammed kendi taraftarlarını savaş ve şiddet yollarına ve öldürme usullerine zorlamamış ve onlara saldırganlık konusunda öğütlerde ve telkinlerde bulunmamıştır. Çünkü böyle bir davranışta bulunması her bakımdan ihtiyatsız bir davranış ve daha doğrusu yok olma sonucunu doğurabilecek bir çılgınlık olurdu... Medine'ye yeni gittiği tarihlerde yerleştirdiği ilk hükümlerden biri Bakara Sûresi'nin 190 cı Ayet'idir ve şöyledir: "Sizinle savaşıp vuruşanlarla Allah yolunda siz de savaşın, vuruşun, fakat haddi aşmayın zulmetmeyin. Şüphe yok ki Allah haddini aşanları ve zulmedenleri sevmez.".
Bunun gibi kendi taraftarlarından her şeye sabır göstermelerini istemekten usanmamış ve Tanrı'nın onları "can noksaniyle" sınayacağını, (Bakara Suresi, Ayet 155) "Şiddet vakitlerinde Sabır" gerektiğini (Bakara, Ayet 177) anlatmıştır."(s. 705)
DEVLETLER SAVAŞA DAYANARAK KURULUR.
ALLAH,
PEYGAMBER GÖNDERİR VE İNSANLARI UYARIR.
Devlet savaşa dayanır. Savaşıp gücünü göstermeyen devlet, devlet olamaz. Kendi kendisine güvenemez.
Farzedelim ki Hz. Muhammed (s.) Mekkelileri anlaştırdı ve savaşmadan Arabistan'da bir devlet kuruldu, ülke devlet aşamasına girdi. Bu devlet devlet olmaz. Devletin devlet olduğu Bedir Savaşı'nda kanıtlanmış oldu. Hattâ site devleti olmaktan çıkma da ancak Mısır'ın veya Irak'ın fethi ile kanıtlandı. Yani İslâm Devleti dünya üzerinde devlet olma seviyesine ancak Hz. Ömer zamanında ulaşmıştı. Çünkü başka devletlerle o zaman savaşmış ve bir site devleti olmaktan o zaman kurtulmuştu. Hz. Peygamber hiç bir zaman tabiî ve sosyal kanunları değiştirmedi. Her safhada ve her yerde tabiî ve sosyal kanunları uygulayarak insanlığın yararına iş yaptı.
Hz. Peygamber, önce güvendiği ve kendisine inanan kimseleri gece toplantılarına çağırdı ve onlara Kur'ân'ı öğretti. Bu durum 7 sene sürdü. Bu süre zarfında Müslümanların sayısı ancak 40'a varabilmişti. Bu çalışmalar gizli değildi ama kapalı idi. Sonra bir cemaat oluşunca Kâbe'nin içinde namaz kılmaya ve Kur'ân okumaya başladılar. Kendilerine her türlü zulüm yapıldığı halde, sabrettiler. Asla mukabele etmediler. Bu durum 7 sene sene sürdü ve sayıları 150'ye vardı. Bu arada Mekke panayırına gelen tüm Araplar İslâmiyet'i gördüler ve öğrendiler. Sözde herkes karşı idi, ama herkes içinden tasdik ediyordu. Sosyal baskı vardı, onun için herkes fikren Müslümanlara saldırıyordu. Mekke'de iş bitti. Çünkü herkes İslâmiyet'i duydu ve öğreneceğini öğrendi.
Hz. Peygamber, bu merhaleden sonra arkadaşları ile birlikte Medine'ye hicret etti ve orada yerli halk ile uzlaşarak Medine Site Devleti'ni kurdu. Artık Müslümanların varlıklarını ispat etmeleri gerekiyordu. Mekke müşriklerini Medine'ye sokmadılar. Ticaret yollarından geçirmediler. Bunun üzerine Bedir Savaşı oldu. Savaşlar sürüp gitti. Sonunda Mekke fethedildi ve tüm Arabistan birleştirilerek tek devlet hâline getirildi. Hz. Peygamber, Vedâ Hutbesi'nde artık görevini tamamladığını beyan ederek vefat etti.
Hz. Peygamber'den sonra Arap Yarımadası dışındaki fetihler başladı. Bilhassa Sasani Devleti'nin toprakları alındı. Ondan sonra da saltanat devri başladı. İslâmiyet bundan yararlandı ve bu gelişmeler tüm dünyaya yayılmasına sebep oldu. Gerçi bu arada İslâm ve Hıristiyanlık savaşları oldu, ama bunun da büyük yararı oldu. Bugün İbrahim dini hâkimdir. Yeryüzünde İbrahim dininin duyulmadığı yer olmamıştır. Allan iradesini gerçekleştirdi.
Allah peygamberi gönderir ve insanları uyarır.
Sonra onları kendi hallerine bırakır ve onlar kendi çabalarıyla medeni-yetleri kurarlar.Ulu'l-Azm yani büyük peygamber olan Hz. İbrahim, Musa, Davud ve İsa peygamberlerde olduğu gibi, Son Peygamber Hz. Muhammed (s) de tebliğini yapmış ve gitmiştir. İslâm Medeniyeti'ni artık peygamberler değil Müslümanlar oluşturdular. Elbette I. İslâm Medeniyeti'nin eksik ve hataları olmuştur; bundan sonra da olacaktır. II. İslâm Medeniyeti'nde bunlar düzelecektir.
* * *
Yazara göre;
Mekke'de dinde zorlama yoktu.
"C- SAVAŞ'ı (Cihad'ı) DEVLET'in temel görevi ve amacı haline getiren DİN emirleri:
ŞERİAT devleti'nin savaş amacı güden devlet niteliğine sahip olmadığını, ve çünkü Şeriat devletinde temel Anayasa işini gören İslâm'ın savaşçı bir din olmayıp barışçı bir din olduğunu ve İslâm'ı savaş dini haline getirenlerin İslâm'a sıkı sıkıya bağlı olmayanlar (özellikle Türkler) bulunduğunu ileri sürenlere verilecek ilk cevap İslâm'da, Din'in temel kuruluşu olmak üzere yer alan CİHAD kuruluşu'nun savunma niteliğiyle değil ve fakat SALDIRI niteliği ile getirilmiş, benimsenmiş ve iş görmüş olduğunu ortaya vurmaktır...(s. 705)
Tarihi gerçek odur ki Mekke'de bulunduğu ilk yıllarda güçlü bulunmaması nedeniyle SAVAŞ fikrini genel olarak savunma amacıyla öngörmüş ve "Dinde zorlama olmaz" şeklinde hoşgörü örneği sayılabilecek hükümlerle meşgul olmuştur. Ancak Medine'ye geçipte güclenmeye başladıktan ve sonra Mekke'yi fethettikten ve yavaş yavaş gücünün arttığını gördükten sonra bütün bu hoşgörü ve meşru savunma siyasetini bir kenara atarak tam anlamiyle saldırgan bir davranış içine girmiş ve savaşı saldırı ve dini yayıcı silah olarak yerleştirmiştir..."(s. 706)
OKUMA, TEMİZLİK VE TEK TANRI'YA İMAN.
SALDIRANA KARŞI SALDIRI HAKKI DOĞAR.
Hz. Peygamber insanları Kur'ân ile dâvet etmeye başladı.
İlk olarak 'okuma' emredildi; 'temizlik' emeredildi; 'tek Tanrı'ya inanmaları' emredildi. Hz. Peygamber Mekke'de bunları yayıyordu. Müslümanların dinde zor kullanmaları mümkün değildi. Ama Mekkeliler yani Mekke müşrikleri zor kullanıyor ve Müslümanları dinlerinden vazgeçirmek için baskı yapıyorlardı. Müslümanlar Mekke'de hiç kimseye dininizi terkedin dememiştir. Hattâ onlara, 'siz sizin dininizde ben benim dinimde' diye onlarla birlikte yaşamayı önermiştir. Ama onlar asla izin vermiyor, İslâmiyet'i tamamen ortadan kaldırmağa çalışıyorlardı.
İslâmiyet ise bütün dinlere hayat hakkı tanımıştır. Sadece başka dinlere hayat hakkı tanımayanların hayat hakkı olmadığı ilkesini getirmiştir. Hürriyet düşmanlarının hürriyete hakları yoktur. Bilahare Kur'ân da Mekke müşriklerine bu nedenle Mekke'de yaşama hakkını tanımamıştır. Müslüman olduktan sonra ise yerlerinde kalmışlardır. Bugün de aynı ilke geçerlidir. İleride savaşlara izin verildiği zaman da asla hiç kimsenin dinine dokunulmamıştır. Mecusilere ve Hindulara da hep ehl-i kitaba benzer şekilde muamele yapılmıştır.
İslâmiyet'te, bir kaide vardır:
Haramlar 'kısas' iledir. Herkesin ancak kendisine yapılanları yapmaya hakkı vardır. Saldırana karşı yalnız savunma yapılmaz, karşı saldırı hakkı doğar; yaşama hakkı tanımayan topluluklara yaşama hakkı tanınmaz. Sözde durmayanlara karşı sözde durma vecibesi kalkar.
Mekke Müşrikleri Müslümanlara yaşama hakkı tanımadılar. Medine'de bile rahat bırakmadılar. Hudeybiye'de söz verdiler, sonra sözlerinden döndüler. Artık onların Müşrik olarak hem de Mekke'de elbette yaşama hakları olamazdı.
* * *
Yazara göre;
Medine'de önce savaş izni verildi.
"1- Mekke'de iken daha henüz GÜÇSÜZ bulunduğu yıllarda izlediği HOŞGÖRÜ ve BARIŞ siyaseti Muhammed, Medine'ye geçtikten ve kendisini güçlü görür olmağa başladıktan sonra terketmiştir.
Mekke'de bulunduğu sıralarda SAVAŞ fikriyle pek uğraşmaz ve sadece savunma bakımından taraftarlarına öğütler verirken Mekke'den Medine'ye hicret ettikten (yani Miladi 622 yılından) biraz daha yukardaki tutumunu yavaş yavaş değiştirmiş ve kendisini güçlü görmeğe başladıkça SAVAŞ fikrini benimsemeğe yönelmiştir. Çünkü Medine'ye göç ettikten sonra taraftarları artmıştır...(s. 706)
Mekke'de bulundukları sırada savaşmaları hakkında pek bir şey söylenmeyen taraftarlarına Medine'ye geçtikten sonra savaş izni verildiğini al-Hac Sûresi belirtir. Gerçekten de al-Hac Sûresi'nin 39cu Ayet'inde: "Kendileriyle savaşa girişilenlere, zulme uğradıklarından dolayı savaşmaya izin verildi ve şüphe yok Allah'ın onlara yardım etmeye gücü yeter".
Bu Ayet'i izleyen 40 cı Ayet de: "O kişilerdir onlar ki ancak Rabbimiz Allah'tır dediklerinden dolayı haksız olarak yurtlarından çıkarıldılar ve eğer Allah insanların bir kısmını bir kısmiyle def etmeseydi içlerinde Allah adının çok anıldığı manastırlar da yıkılırdı, havralar da, mescitler de ve Allah kendisine yardım edene mutlaka yardım eder.""(s. 707)
SALDIRI OLDUĞUNDA ÜLKEYİ SAVUNMA FARZDIR
KUR'ÂN'DAKİ SAVAŞ ÂYETLERİ VE FARKLI HÜKÜMLER
Bir ülkeye saldırı olduğunda;
O ülkeyi savunmak oranın halkına farzdır.
Ancak saldırı yapılmadan da bazen saldırı meşru sebeplere dayanabilir. Meselâ, sözden dönmek veya dinî baskı yapmak savaş sebeplerinden biridir. Ancak bu savaşlar farz olmayıp gönüllülerden oluşur.
Medine'de ilk site devleti kurulunca henüz Kureyş saldırmıyordu. Sadece pervasızca Suriye'ye gidip geliyorlardı. Oysa Müslümanlar Mekke'ye gidemiyorlardı. İşte bu nedenle Mekkelilerin ticaret yolu kesildi ve savaş başladı. Ancak bu izin mahiyetinde idi. Farz değildi. Sonra Mekkeliler tarafından Medine'ye saldırı yapılmaya başlanınca, savaş farz oldu ve Müslümanlar da savaşa teşvik edildiler. Böylece bu konuda nâzil olan âyetler izin şeklindedir, sonrakiler ise tergip şeklindedir.
Kur'ân'da değişik âyetler vardır.
Bu âyetler arasında farklı hükümler olabilir. Bir yerde savaşa izin verilir, diğer yerde ise savaşa gitme zorunluğu ortaya konur. Bu çatışmalar usûl olarak değişik âyetleri değişik yerlerde uygulamakla giderilir. Yani Kur'ân tek metindir. Bir cümlesi böyle başka cümlesi şöyle diyorsa, onların değişik yerlerde giderilmesi gerekir.
Savaş âyetleri de böyledir.
Savaş bazen sadece savunma olarak ortaya konur. Bazen de, düşman cizye verinceye kadar savaşın, der. Bunu birleştirmenin yolu, savaş başlamışsa düşman cizye verinceye kadar savaşın ve yendiğiniz zaman onları öldürmeyin, hattâ esir bile almayın, şeklinde olmalıdır. Sadece size askerlik bedelini versinler ve yerlerinde kalsınlar demektir. Diğer âyet ise savaş sebebi olmadan savaşılmasın demektir. Size saldıranlara misliyle saldırın âyeti de başka bir kural getiriyor.
* * *
Yazara göre;
Sonra hep birden barışa girin diye
saldırılara başlanmıştır.
"2- Sadece SAVUNMA amacıyla değil ve fakat DİN'i yaymak ve fetihler yapmak, kervanlar yakalamak ve ganimetler almak amaciyle SAVAŞLAR yapma siyaseti'nin oluşması.
Medine'ye geçipte yavaş yavaş güçlenmeye başlayınca Muhammed'in SAVAŞ anlayışında büyük değişiklikler olmuştur. Mekke'de bulunduğu sırada ve henüz kendisini güçlü görmediği ve Mekke'lilerin saldırılarına muhatap kaldığı günlerde SAVUNMA niteliğindeki davranışları ve savaşları öngörmekteydi...
Medine'de iken nazil olduğu kabul edilen Bakara Suresi'nin 208 ci âyet'inde saldırı ve savaş siyasetine kesin olarak yönelmiştir; fakat ayni zamanda BARIŞ'CI görünmeyi de ihmal etmemek amaciyle barışı da öngörür bir hükme yer vermiştir: "Ey inananlar, hepiniz birden sulh'a, selâmete girin; Şeytanın izini izlemeyin"..."(s. 707)
YERYÜZÜ DEVLETLERLE DONANMALI.
HER KAVMİN BİR DEVLETİ OLACAKTIR.
İslâmiyet'ten evvel yer yer devletler oluşmuş, bir çok yerlerde de henüz devlet aşamasına gelinmemişti. Arabistan da böyleydi. Araplar ilk defa devlet aşamasına gelmiş bulunuyordu.
İslâmiyet yeryüzünde tamamen devletler oluşuncaya kadar bir savaş hakkı getirmiştir. Yani devlet olmayan yer kalmamalıdır. Nitekim bugün bu durum aynen böyle gerçekleşmiştir. Artık karada bir devletin sınırları içine girmeyen yer kalmamıştır. Hattâ meskun olmayan kutuplar bile parsellenmiştir. Ondan sonra artık devletsiz ülkelerle değil de devletlerarası hukukla ilgilenilmiştir.
Anarşinin olduğu yere komşu devletlerin girme hakkı da bu devlet olma ilkesine dayanır. Gerçi bunun gayri insani olduğu ileri sürülebilir ama bu böyledir. Bucakların hukuken serbest olması nedeniyle böyle serbest bucaklar ihdas edilebilir. Ancak dışarda böyle hareketlere izin verilmez.
İslâm düzeninde;
Her kavmin bir devleti olacaktır.
Aynı kavimden olmasalar bile, bucak ve iller hâlinde o kavmin içinde yer almalıdırlar. Bir devletin nüfusu 30 milyon ile 100 milyon arasında olacak ve yeryüzü yaklaşık 100 devletten oluşacaktır.
İşte 'barışa girin' denmesinin mânâsı, yeryüzünde devletsiz bir ülke kalmasın, sonra devletler barış içinde yaşasın, demektir. Barışı ihlâl ederek hakem kararlarına uymayanlarla da hep birden savaşın, demektir.
Acaba yeryüzünde bunun dışında hangi barış önerisinde bulunulabilir?
Bu âlemde savaşanlarla savaşmama barışı diye bir şey yoktur ve olamaz.
Başka bir âleme göç edebilirseniz, orada yaşayabilirsiniz!
* * *
Yazara göre;
Savaşı haram aylarda da meşrulaştırmıştı.
"Bakara Suresi'nin 216 cı âyetinde SAVAŞ'ın Tanrı tarafından farz kılınan ve hayırlı görülen bir kuruluş olduğu belirtilmiştir.
Şöyle der bu âyet hükmü: "HOŞLANMAZSINIZ, size ağır gelir ama düşmanlarla savaşmak size, farzedilmiştir. Bazı şeyler de vardır HOŞLANMAZSINIZ, fakat HAYIRLIDIR size, Allah bilir, siz bilmezsiniz."...
Savaş için uyulması gereken bir etik kuralı dahi yoktur. Haram sayılan aylar'da bile gerekirse savaş'a girmek bir görevdir. Bakara Suresi'nin 217ci âyet'inde: "Sana, Savaş haram olan aylarda savaşı soruyorlar. De ki: "O ayda savaş büyük günahtır. Fakat insanları Allah yolundan çıkarmak, onu inkâr etmek halkı Mescid-i Haram'dan men'etmek ve Mescid ehlini oradan çıkarmak Allah katında daha büyük bir günahtır. Fitneyse adam öldürmeden de beterdir. Gücü yeterse sizi dininizden döndürmedikce sizinle savaştan geri kalmaz onlar. Sizden biri dininden döndü ve kâfir olarak öldü mü işlediği hayırlı işler, dünyada da heder olup gitmiş demektir, ahirette de. Onlardır ateş ehli, orada da ebediyen kalırlar."..."(s. 708)
MÜSLÜMANLAR HARAMLARA RİAYET EDİYORDU
İSLÂMİYET HER ÇEŞİT BARIŞI DESTEKLEMİŞTİR.
Arabistan'da halk kabileler hâlinde yaşar ve badiye halkı yağmacılıkla geçinirdi. Kim kimi yenerse o yaşardı. Ancak sürekli güvensizlik hâli Arap halkını belli aylarda ve belli yerlerde savaşı kaldırtmış, aralarında buna göre bir örf teessüs etmişti. Aslında bu örf Hz. İbrahim zamanından kalma idi. Kimse Mekke içinde yağmacılık yapmaz, kimse haram aylarda kimseye dokunmazdı.
Ne var ki, bu kuralı çiğneyenler olmuştur. Hele Müslümanlara karşı ise bu kurallara asla riayet edilmemiştir. Müslümanlar haramlara riayet ediyor, onların düşmanları ise sürekli saldırıyorlardı. Âyet geldi. Haram kısas iledir dendi. Onlar riayet ederlerse siz de riayet edin dendi. Etmezlerse, riayet etmekle mükellef değilsiniz dedi. Açıkça riayet edenlere siz de riayet edin diye hüküm vardır.
Acaba bunun dışında ne yapılabilirdi?
Yani düşman saldıracak ama Müslüman duracak mı?
Doğrusu burada da yazarın mantığını anlamak mümkün değil.
İslâmiyet;
Her çeşit yapıcılığı meşru saymıştır. Her barışı desteklemiştir. Ancak karşı tarafın barışa riayeti şartı ile desteklemiştir. Yoksa herhangi bir anlaşmanın bir maddesini bozan bütün anlaşmayı bozmuş olur. Tekerleği patlayan araba artık yürümez.
İslâmiyet;
Bu genel kuralı getirmiş ve her yerde uygulamıştır. Herkesten de aynı şekilde davranmasını istemiştir. Barış da savaş da bütündür. Kısmî barış olmaz. Bununla beraber, mütareke talep edilince hemen durdurulmasını istemiş, hattâ zaman kazanmak için de olsa uyulmasını emretmiştir.
* * *
Yazara göre;
Ehl–i Kitapla da savaş emredildi.
"Müşrikler ve "ehli kitap" ile savaş gereği (al-Tevbe Sûresi âyet 5, 6, 7, 12, 14, 28, 29, 36, 39, 41, 44, vs..)
al-Tevbe Sûresi, doğrudan doğruya saldırı niteliğindeki savaş emirleriyle doludur. Beşinci âyet "müşriklere" karşı savaş emirlerini kapsar:... Daha sonraki âyetler de bu şekilde devam eder gider...
Ayni sûrenin 29cu âyeti ise Yahudiler ve Hiristiyanlar gibi Tanrı tarafından kendilerine kitap verilenlere karşı açılacak savaşlarla ilgili emirleri kapsar. Hak dini'ni kabul etmeyenler (yani İslâm'ı benimsemeyenlere) karşı genel olarak savaş emridir (Cihad emri) bunlar...(s. 709)
Bundan başka ayni sûrenin diğer âyetlerine göre savaşa girişenlerin iki akibet ile karşılaşacakları, ya GAZİ veya ŞEHİD olmak durumunda kalacakları, bunlardan ikisinin de güzel olduğu, iyi olduğu belirtilir..."(s. 710)
EHL-İ KİTAP İLE SAVAŞ VE BARIŞ.
ÇALIŞANLAR VE SAVAŞANLARIN HUKUKU.
Savaşlar genellikle yöneticilerin baskısı ile yapılmaktadır. Devlet aşamasına gelmemiş yerleri savaş sonu devlet aşamasına getirir, halkı köle yapılıp dağıtılır yahut ehl-i kitap yapılır.
Ancak eğer bir topluluk devlet aşamasına gelmiş ise, böyle bir toplulukla savaş yaptınız ve yendiniz, onların yönetimini ortadan kaldırdınız, bu durumda ne yapacaksınız? Onları köle yapmanız bir işe yaramaz, çünkü zaten halkı yetişmiş kimselerdir. Kendilerini yeniden savaşçı yapmazsınız, çünkü silâhlanıp saldırırlar. Yapılacak iş onları zımmî yapmaktır. Yani o âyette emredilen ehl-i kitapla savaşmak değil, savaşın cizyeye râzı oluncaya kadar sürdürülmesi, ondan sonra durdurulmasıdır. Yola çıkmış birine rastlar da Ankara'ya kadar git dersen, ondan sonra git demek olur. Yani onlarla o zamana kadar savaşın demektir. Sonra onların devleti varsa ve Müslümanlar da o devletin içinde yaşıyacaklarsa aynı hukuka tâbi olacaklar.
Yeryüzünde 100 kadar devlet olacak ve bu devletlerde değişik rejimler hâkim olacaktır. O rejimi benimseyenler savaşçı olacak, diğerleri de çalışanlar olacaktır. Muhaceret de serbest olacaktır. Rejimler arası yarış sürüp gidecek ve böylece gelişme olacaktır. Burada 'ehl-i kitap' demek 'hukuk devleti' demek, yani kanunları ve nizamı olan kimseler demektir. Ayrı hukuk sistemlerini oluşturanlar demektir. Bu konu iyi anlaşılmalıdır.
İslâmiyet'te iki sınıf vardır:
Çalışanlar sınıfı ve savaşanlar sınıfı.
Savaşanlar sınıfı aynı zamanda çalışırlar. Savaşanlar sınıfından çalışanlar sınıfına geçilemez. Oysa çalışanlar sınıfından savaşanlar sınıfına her zaman geçilebilir.
Savaşanlar sınıfının ortak hukukları oluşur. Savaşanlara mensup olan alimlerin ittifak ettikleri hususlar icma olur. İcmalara aykırı içtihatlar geçersizdir. Birinin muhalefeti icmaı bozar. İcma, icma ile değişir. Savaşanlar sınıfında olmayan bir alimin muhalefeti icmaı bozmaz ve savaşanlar sınıfında olan bir kimse ancak savaşan alimlerin içtihadını taklit eder.
Bunun dışında dini ne olursa olsun eğer yazılı bir hukuku varsa ehl-i kitap olur. Ehl-i kitaplıların kendi hukuklarına dokunulmaz. Sadece askerlik bedeli alınır.
İcmaa muhalif içtihat yapanlar da savaşçı olamazlar. Yani icmaa muhalif olarak içtihat yapanlar ehl-i bid'at olup onlar da ehl-i kitaptan sayılırlar ve savaşçı yapılmazlar. Bu hususta karar hakemlerindir.
* * *
Yazara göre;
İslâm dini yeryüzünün tamamını İslâm yapmayı hedefler.
"D- ŞERİAT DEVLETİ'nin ve onun YÖNETİCİLERİNİN İLK VE EN BÜYÜK GÖREVİ: Dini yaymak için savaş-SAVAŞ'ı kutsal ve yüce gören din kuralları
İSLÂM'da DİN ve TANRI adına savaşlara girişmek ve farklı inançtakilerle döğüşmek kadar kutsal ve yüce bir şey yoktur. Ebû Hureyre'nin naklettiği bir Hadis'e göre Muhammed, Tanrı'ya ve Muhammed'e imân dışında en "efdal" davranış olarak her şeyden önce "Tanrı yolunda cihad"ı ve sonra da Haccı öngörmüştür...(s. 710)
İslâm'ı yaymak ve "kâfirleri" imana getirmek, İslâm'a girmeyi reddedenleri veya İslâm'ın emirlerini (örneğin cizye vermeyi) kabul etmeyenleri yoketmek ve yeryüzünü Dar-ül İslâm haline getirmek Şeriat devleti'nin ve onun yöneticilerinin (başta Halife olmak üzere) en büyük ve en önemli görevidir..."(s. 711)
İSLÂMİYET'TE TEK DEVLET VE TEK DİN YOKTUR.
İSLÂM DÜZENİNDE TEBLİĞ SERBEST, ZORLAMA YOK.
İslâmiyet'te tek devlet ve tek din ilkesi yoktur. Dünya, 100'e yakın devletten oluşacaktır. İstenen, bütün bu devletlerin barış yani İslâm yani demokratik ve lâik devlet olmasıdır. Ama olmayanlarla da savaş yapılmaz, yeter ki dışarıya çıkış serbest olsun.
Devletler sadece iç ve dış güvenliği sağlarlar ve adalet dağıtırlar. Diğer ilim, din, iktisat ve idareye karışmazlar. Dinlerde ise zorlama yoktur. Ancak herkesin herkesi hakka dâvet etme hakkı vardır. Bu dâvet ve tebliğ hakkı hiç bir şekilde engellenemez.
İslâmiyet'in istediği, herkesin kendi anladığı hakkı yaşamasıdır. Hakkı doğru anlaması için de, başkalarını dinlemesidir yani her türlü söze kulak vermesidir. Ondan sonraki hesabını ise Allah'a kendisi verecektir.
İslâm dini;
Yeryüzünün tamamını ayrı ayrı devletler içinde barışçı yapmayı hedefler, ama asla bunun için dinî baskı yapılmasını tecviz etmez. Bütün insanlığı hakka çağırır ama kimseye bir başkasına karışma hakkını vermez.
Tebliğ serbest, zorlama yok.
Hattâ inanmadan ve kanaat getirmeden bir başkasını taklit etmek küfür sayılmıştır. Herkes kendisine göre hak olana uyacaktır; yanlış da olsa geçerlidir. Başkasına uyan, hakkı bulmuş olsa bile geçersizdir.
Bundan daha geniş hürriyet ve
insanı yücelten bir şey düşünmek mümkün değildir.
* * *
Yazara göre;
İslâmiyet'te Allah yolunda savaş
her şeyin ve ailenin de üstündedir.
"E- Kişiler ve toplum bakımından da öyle:
Din ve Tanrı adına savaşlar açmak ve savaşlara girişmek görevi Devleti oluşturan kişilere de (topluma da) yine Tanrı tarafından yüklenmiş bir görevdir. Kur'an hükümleri arasında Tanrı'nın, tehditler ya da mükafatlar yolu ile inananları savaşa teşvik ettiği ve zorladığı görülür...(s. 711)
Tanrı adına ve dini yaymak için savaşlara katılmak ve savaşlar yapmak sadece bir görev ve zorunluluk değil ve fakat ayni zamanda faziletli olmanın bir koşuludur da. al-Tevbe Sûresi'nin 24cü Ayet'inde Tanrı yolunda savaş'ın, baba, oğul, karı, memleket, v.s... sevgisinden daha üstün olduğu ve savaşmayanları Tanrı'nın doğru yola sokmayacağı belirtilmiştir..."(s. 712)
İNANANLAR İNANDIKLARI REJİMİ SAVUNUR.
GÖNÜLLÜLER BARIŞI KORUMAKLA EMROLUNDU.
Bir toplulukta bir sınıf halk, insanların barış içinde yaşamalarını tekeffül etmiştir. Savaş ancak ölümü göze almakla yapılır. Ben ölmeyeyim diyen ve ölümden korkan savaşamaz. Savunmaya söz verenler savaşmaya söz vermiş olurlar. Bunlar artık mallarından ve canlarından vaz geçerek savaşmak zorundadırlar. Yani savaşan olup olmamak insanın elinde ama savaşan oldu mu ondan sonra korkma yoktur.
Savaşta şehit olanların ailelerine refah sağlanır. Onun için fasıllar vardır. Ama savunmak için ölmeyi göze alamıyanlar savaşanlar arasına girmemelidir.
Bugün de insanlar savaşıyorlar. Savaşta iken ölmekten başka ne düşünülebilir ki? Savaşa gidenler geri geleceklerini mi hesap ediyorlar? Kaldı ki, günümüzde insanlar inanmadıkları idealler için zorla savaştırılıyorlar. Oysa İslâmiyet sadece inananlara inandıkları rejimleri savunma ve onlar uğrunda savaşma yükümlülüğünü yüklemiştir.
Değerli Okuyucu!
İnsafla düşün de aramızda iyi ve doğru olanla hükmet.
Allah;
İnsanlardan gönüllü olanlara barışı korumayı emretmiştir.
Bu koruma savaş ile olmaktadır. Savaşanların malları ve canları, cennet karşılığı satın alınmıştır. Artık onların kendilerini veya ailelerini korumak için savaştan kaçmaları caiz görülmez. Kaçan öldürülür.
Oysa bugün insanlar zorla savaşa götürülüyorlar.
İnsanlık önce bu baskıyı halletmelidir.
Vatandaşlarını zorla asker eden ve
savaşa götüren devletlere boykot edilmelidir.
* * *
Yazara göre;
Devletin başlıca geliri ganimet idi.
"VARLIK SAĞLAMANIN EN SAĞLAM YOLU: DİN ADINA SAVAŞLARA GİRİŞİP ÜLKELER ELE GEÇİRMEK, GANİMETLER ALMAK.
"Ganimet" savaş'ın en doğal sonucu olmak üzere ortaya çıkan bir şeydir. O kadar doğal ki İslâm bunu Kur'an ve Hadis kuralları ile inceden inceye düzenlemiş ve savaş sonu elde edilen ganimetlerden ne miktarının Tanrı payı olacağını ve ne miktarının Peygambere ve yakınlarına ve nihayet savaşa katılanlara ait olacağını belirtmiştir. Şeriat devletlerinin başlıca gelir kaynağı, savaş yolu ile elde edilen "ganimetler", "kazanılan topraklar" ve "insan gücü" (köle) olmuştur...(s. 712)
Dini yaymak ve kafirleri İslâm'a sokmak amaciyle girişilen savaşlar sırasında ele geçirilen ganimetler sayesinde İslâm'ın ilk kurucularının ve yayıcılarının ne geniş zenginliklere ve varlıklara kavuştuklarını..."(s. 713)
BUCAK, İL VE DEVLETİN GELİRLERİ:
ŞERİATTAN UZAKLAŞMANIN CEZASI NEDİR?
İslâm düzeninde bucağın, ilin ve devletin görevleri farklıdır.
Bucak, hakem kararlarını uygular. İl, iç güvenliği sağlar. Devlet de dış güvenliği sağlar. Her birinin gelirleri de farklıdır.
Bucakların gelirleri;
Hukuki teminattan dolayı sermaye gelirleridir.
İllerin gelirleri; İç güvenliği sağladığı için zirai gelirlerdir.
Devletin gelirleri ise;
Dış güvenliği sağladığından ganimet ve madenlerdir.
Çünkü madenler bütün insanlığın ortak malıdır. Devlet sadece yaptığı bekçilik karşılığı beşte bir alır, ondan sonra onun satılmasına mani olamaz. Ayrıca devlet aldığı haraçlarla yaşar. Yani güvenliğini koruduğu kimselerin verdikleri cizyeler de devletindir.
Sanayi devrimi yapılmamış ülkelerde sınai gelirler azdır. Ama şimdi bu gelirler artmıştır. Osmanlı Devleti yeni vergiler icad etmediğinden olanlarla yetinmek zorunda idi. Başlangıçta ve belli bir döneme kadar da o vergiler devlete yetiyordu.
İslâmiyet'te;
Arazinin metre karesi ile artan üretimlere zirai üretimler denir ve bunlardan onda bir vergi alınır, bunlar il gelirlerindendir.
Topraktan koparılıp götürülen kaynakları kullanarak yapılan üretime sınai üretim denir. Devlet gelirlerindendir. Ganimetler de bu fasıldan maduttur.
Osmanlı Devleti 600 yıl, Batılılaşmaya başlamadan önce çok zengin ve adil bir devletti. Avrupa'ya kapağı attıktan sonra çökmeye başladı; hâlâ da çöküyor. Enflasyon yüzde yüzlerde seyrediyor. İki milyon insan Avrupa'da dileniyor, altı milyonu da ülkemizde işsiz. Bunların ardından gelen diğer sefaletleri saymıyoruz. İşte şeriattan uzaklaşmanın cezası budur. Mağlubiyetlerin sebebi budur. Biz olanları böyle yorumluyoruz.
Bir başka açıdan bakıldığında, bunlar yaşlılığın tabiî sonuçlarıdır, diyoruz. Yoksa biz de şeriat kelimelerinin yerine batılılaşmayı koyar, daha sağlam temellere dayalı 850 sayfalık bir kitap yazabilirdik. O zaman daha da inandırıcı olurdu.
Batılılaşıp zengin olan bir İslâm ülkesi yoktur, ama tarihte Müslüman olup zengin olan pek çok İslâm ülkesi vardır.