İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
2711 Okunma
İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?

Yazara göre;

Asayiş uğruna hükümdarın kardeşleri, çocukları

ve vezirler öldürülüyordu.

 

"B- ASAYİŞ uğruna

İNSANLIK DIŞI CİNAYETLERE başvurma geleneği.

Saltanatı yaşatacağız, devleti ve milleti güvenlik içerisinde tutacağız, siyasi İktidarı sağlayacağız diye... bir yandan dehşet yaratmayı, kelleler uçurmayı ve öldürmeleri kardeş katline kadar götürmeyi;... millî bir gelenek haline getirmişizdir...(s. 580)

Verilebilecek örnekler yüzlerce, fakat sadece şu birkaçını hatırlatmakla yetinelim; Fatih Sultan Mehmet, kendisinden çok önce yerleşmiş olan kardeş katli müessesesini hukukileştirirken, bunu din adamlarından aldığı tavsiye ve fetva'ya ve bu fetva'nın dayanağı olan "Devlet güvenliği" ve "Toplumun Asayişi" nedenlerine oturtmuştu. Sanki yeryüzünde güvenliği ve huzuru sağlamanın başkaca hiç bir çaresi kalmamış... Bk. J. de Hammer, l'Empire Ottoman, (Paris 1838, Toma III, sh. 503)...(s. 581)

Böylece Osmanlı tahtına çıkan 37 Padişah'tan 18 Padişah kendi öz kardeş, amca, oğul, baba ve yeğen olmak üzere yakın akrabalarından 80 kiŞi'nin kanına girmişlerdir. Tarihte böylesine kanlı bir başka Hanedana, ve asayiş sağlama adına böylesine kana susamışlığa bir benzer örnek bulmak kolay değildir... Bu listeler için bk. A. D. Alderson, The Stucture of the Ottoman Dynasty, (Oxford Clarendon Press, 1956)..."(s. 582)

 

İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?

MÜSLÜMAN; HER ZAMAN VE YERDE HAKKI SAVUNUR.

 

İslâm düzeninde devlet, hükümdarın kabilesi tarafından yönetilir.

Ancak bu kabile biat ile oluşur, yani 'üstün ehliyetliler'den oluşur.

Hükümdar da ilmî şûra tarafından ittifak ile seçilir.

Hükümdar ancak kendi kabilesinin yani bucağının başkanıdır.

Onların davalarına bakar ve onlara hakemlik eder.

Kendi bucağı dışındakilere karışamaz ve emir veremez.

Her bucak başkanının kendi bucağından sürme yetkisi vardır.

Devlet başkanı bir kimseyi merkez bucağından sürdü mü,

o kimse  devlet yönetiminde görev yapamaz ve üstün ehliyeti de düşer.

Ancak eğer o merkez bucağından çıkmazsa

veya çıkar da başka il veya bucakta yönetime devam ederse,

bu kişiyi öldürtme yetkisi başkana verilmiştir,

Bu kimseyi koruyan bucak başkanına boykot müeyyidesi uygulanabilir.

İslâmiyet'in işte yukarıda anlattığımız bu yönetim sistemi tam oturmadan, daha içtihatlar dönemi gelip sistem tesbit edilmeden, hilafet saltanata dönüşmüş ve yönetim saltanatın kabilesi tarafından yani saraydan yapılmaya başlanmıştır. İşte temeli ve kuruluşu İslâm dışı olan bu saray sisteminde aklınıza gelen her şey olmuştur. İslâmiyet ile hiç bir ilgisi olmayan muameleler yapılmıştır. Doğmadan öldürülen çocuklar, saraya hapsedilen veliahtlar, asılan sadrazamlar artık kırıla kırıla gitmiştir.

Bu katliamlar yalnız sarayda olmamış, benzer olaylar cumhuriyetin ilk yıllarında Türkiye'de ve demokrasi ile yönetilmeyen dünyadaki bütün totaliter rejimlerde olmuştur. Bütün bunlar da açıkça gösteriyor ki, İslâm düzeni dışındaki bir düzen, ancak İslâmiyet'e yakınlığı nisbetinde insanî olmaktadır. Bunun böyle olduğu ile ilgili olarak sizlere canlı delil verebiliriz.

Düşününüz ki, biz şimdi burada bu cümleleri yazarken hep acaba ta o tarihlerden kalan zulmün kıvılcımları bize de çarpar mı diye düşünüyor ve kanunlara aykırı bir şey söylememek veya yazmamak için kendimizi yoruyoruz. Çünkü hâlâ tam bir fikir ve düşünce hürriyeti yok. Özal veya bir başkasını tenkit ederken böyle bir korkumuz yok da, Mustafa Kemal hakkında bir şey yazarken çekinerek yazıyoruz. Çünkü Özal'ın etrafında zalimler halkası oluşmamış. Oysa cumhuriyetin ilk yıllarında oluşan o zalimler halkası hâlâ sürüyor ve hâlâ o çarktan yararlananlar var.

İşte bunlardan biri de yazardır.

Yazarın düşüncesi özet olarak şudur:

Ben şeriata saldırırım ve bu arada bir de Mustafa Kemal'e sığınırım. Nasılsa hiç kimse şeriatı savunamaz, Mustafa Kemal'e de çatamaz! Böylece köpeksiz köyde değneksiz dolaşırım, diye düşünmüş ve bu kitabı ile diğer kitaplarını yazmıştır. Oysa İslâmiyet öyle bir dindir ki, köpeksiz köy bırak-mamıştır. Düşmanlarını değneksiz değil, değnekle bile dolaştırmaz. Çünkü getirdiği adil denge düzeni ile buna gerek bırakmaz.

Müslüman her zaman ve her yerde doğruyu savunur.

Doğruyu yeryüzündeki hiç bir hukuk sistemi yasaklayamaz.

Müslüman hiç kimseye hakaret etmez ki Mustafa Kemal'e etsin.

Sayın Yazar!

Bakınız, sizin hakaretlerinize rağmen; biz size bile hakaret etmiyoruz.

Size hakaret etmeyen elbette başkasına da hakaret etmez.

Çünkü buna gerek görmez ve tenezzül etmez.

Müslüman hiç kimseye hakaret etmez ama;

Hak ve hakikatın yılmaz savunucusu olarak,

söyleyeceğini her zaman ve her yerde söyler.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te cinayetleri din adamları teşvik etti.

 

"C- ASAYİŞİ sağlama uğruna İKTİDAR'lar tarafından işlenen cina-yetlerin meşruiyetini hazırlayanlar: Din adamları(s. 582)

Ancak ne var ki bu cinayetlere, bu asıp kesmelere başvuran Devlet adamını ve çoğu zaman Hükümdarı bu yola sürükleyen, bu korkunç ve insanlık dışı çarelere zorlayan bir tek kuvvet vardı o da DİN ADAMI...(s. 583)

...barışçı görüşlere sahip olduğu için değil ve fakat bazı Saray entrikalarına karışmış olduğu için Padişahın gadrine kurban gitmiştir...(s. 584)

Din adamları, bu çeşit cinayetlere engel olmamak veya hattâ bu cinayetleri teşvik etmek hali şöyle dursun ve fakat bazan kendileri dahi bu cinayetlerin işlenmesine fiilen yardımcı olmuşlardır...(s. 585)

Sultan İbrahim'i boğmak hususunda kendisine emir verilen Cellad Kara Ali bu cinayeti işlemekten kaçınır ve hattâ celladlığına rağmen ona acırken Müftü Abdürrahim efendi, cinayetin işlenmesine bizzat yardımcı olmuştur...(s. 586)

Millet egemenliği fikrine şu son 50 yıl boyunca alışılmağa çalışılan Cumhuriyet Türkiyesinde bile bu durum zaman zaman kendisini hissettirmiştir...(587)

Batı'da "L'Etat, c'est moi-Devlet Ben'im" zihniyetine sarılmış XIV cü Louis,...: "Halk, derdi, istek ve arzularında hiç bir zaman doymak bilmez; onu okşadığınız, ona yaranmağa çalıştığınız nispette o sizi hakir görür, beğenmez." Bizdeki Şeriatçı kafanın bütün devirler boyunca inandığı parola da bu değil midir?.. Bk. M. Prélot, Histoire des Idées Politiques, (Paris 1959 sh. 305-6)..."(s. 588)

 

İSLÂMİYET'TE RESMÎ DİN VE İLİM ADAMI YOKTUR;

İSLÂM DÜZENİNDE YÖNETİM İÇTİHATLARLA OLUŞUR.

 

Her şeyden önce;

İslâmiyet'te resmî din adamı yoktur.

Yine aynı şekilde;

İslâmiyet'te resmî ilim adamı da yoktur.

Halkın doğrudan bağlanmayla oluşturdukları,

din adamları vardır ve ayrıca ilim adamları vardır.

Hükümdar kendisine din adamlarını veya ilim adamlarını seçer ve saraya alırdı, yani kabilesine ithal ederdi. İstediği zaman azleder ve yine istediği zaman da başını uçururdu. İşte başı padişahın iki dudağı arasında olan ve padişahın bizzat kendisinin seçip getirdiği bu din veya ilim adamı fetva vermiş; teşvik etmiş veya etmemiş konusunun ise hiç bir önemi yoktur.

Eğer zaman zaman güçlü Şeyhülislâmlar gelmiş ise, bu Şeyhülislâmların değil hükümdarların kerametidir. Ancak, ne olursa olsun ve nasıl olursa olsun, gayri İslâmî bir idarî yapılanma olan saray yönetimi içinde olanları savunma imkânı yoktur. Biz Bâb–ı Âli'yi de saraydan sayıyoruz. Çünkü siyasî yönetimin bir parçasıdır.

İslâm düzeninde yönetim içtihatlarla oluşur.

Ancak mağdurlar her zaman hakemlere gidip haklarını isteyebilirler.

Başkanlara karşı ceza davaları açılamaz ama;

Diyet davaları her zaman açılır ve hazineden tazmin edilir.

Başkanın, başkan olduktan sonra kendi mameleki zaten yoktur.

Böylece hükümdarın gücü zayıflamaz ama her istediğini de yapamaz.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Hükümdarların sürme hakkı Mithat Paşa'ya uygulandı.

 

"D- Asayiş uğruna hürriyetleri feda ediş geleneğinde değişen metodlar:

"1293 Kanun-u Esasisi" adını taşıyan 1876 tarihli ilk Osmanlı Anayasası, ki bilindiği üzere 1831 tarihli Belçika Anayasasından kopye edilmeğe çalışılmıştır, görünüş itibariyle sempatik ve sanki Meşrutî bir Monarşi'nin esaslarına yer veren nitelikte bir kanun idi...(s. 588)

Bu madde hükmü aynen şöyle demekteydi: "Hükümetin emniyetini ihlâl ettikleri İdare-i Zabıta'nın tahkikatı mevsukesi üzerine sabit olanları memaliki mahsusa-i şahaneden ihraç ve teb'id etmek münhasıran zatı hazreti Padişahinin yed-i iktidarındadır."...

Bilirmisiniz kimin başını yedi bu munis görünüşlü Anayasa maddesi ilk kez? Hürriyet kahramanı ve yurtsever MİTHAT Paşa'nın. Bu çok değerli insanımız "Devlet Güvenliği" adına mel'un Abdülhamid'in kurbanı oldu ve 113 cü madde gereğince Taif'lere sürdürülerek orada, vicdansız ve müstebid Padişah'ın emriyle insafsızca boğdurtuldu. Şüphesiz ki Mithat Paşa tek örnek değil; daha nice hürriyet aşığı nice değerli aydınlarımız onun akibetine uğramışlardır..."(s. 589)

 

SÜRGÜN, EN UCUZ VE EMİN TEDAVİ ÇARESİDİR;

BAŞKANLARA TANINAN TEK MÜEYYİDE SÜRGÜNDÜR.

 

Osmanlıların özellikle son dönemlerinde, ilim ve tahsille bir ilgisi olmayanları padişahlar paşa yaparlardı, elçi yaparlardı. Bu cahil insanlar Avrupa'ya gider, Avrupa sokaklarında birşeyler öğrenir, ülkeye dönünce de sadrıazam olur ve sözde ıslahata girişirlerdi.

Bunlar cahil kimselerdi.

Cehaletleri yetmiyormuş gibi;

Kendilerini alim sanıyorlardı.

Zavallı Mithat Paşa da bunlardan biriydi.

Avrupa'daki kanunları bozuk bir Türkçe ile tercüme ederek devleti istedikleri gibi yönetmek istiyorlardı. Eski padişahlar böylelerinin kellelerini alırdı. Abdülhamid ise öldürme yerine sürgünü yeğledi. Tabii İslâmiyet'e uygun olan da buydu yani sürgündü. Ancak onlara maaş da vermeye devam etti. Bunun için belli yerlere gönderdi. Ayrıca 150'likler diye bilinenler de sürgüne gönderildi.

Bundan daha insanî ve bundan daha adil bir davranış olamazdı. Keşke Mustafa Kemal mecliste öldürülenleri ve şeyhleri de böyle sürgüne gönderseydi de cumhuriyet hiç kana bulanmasaydı. Doğudan ağaları ve beyleri kaldırdı, sürgüne gönderdi. Ne oldu? İsyan durdu ve onlar da şimdi varlar. Hayatlarından da memnunlar.

Sürgün, en ucuz ve en emin tedavi çaresidir.

Keşke hapishaneleri kaldırıp

yerine 'sürgün siteleri' kursak.

İslâm düzeninde;

Başkanlara tanınan tek müeyyide sürgündür.

Ancak sürülen kimse kesinlikle maddî zarara uğramamalıdır.

Sürülen kimse yerleşebileceği ve yaşayabileceği  bir yer bulabilmelidir.

Tevrat'ta bunlar için özel kentler kurulmuştur.

Müslümanlar da bunu uygulamalıdır ve

hiç bir kentin kabul etmek istemediği kimseler

burada yerleşip yaşama hakkına sahip olmalıdırlar.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda halkın isyanı disiplinsizlikten değil,

din adamlarının kışkırtmasıyla olmuştur.

 

"VI- Şeriat niteliklerine bürünmüş Türk'ün her türlü istibdat ve despotizme boyun eğen ve fakat sadece "fanatizm" (gericilik) nedeniyle iktidar'a başkaldıran yönü:(s. 589)

İktidarın her türlü uygulamasına EVET demeyi, ve itaat etmeyi dini bir görev olarak benimsemişlerdi...

Osmanlı toplumunun niteliklerini yakından izleyen Paul Rycaut yukarıda adını ettiğimiz kitabında, "itaati ikinci bir tabiat haline getirmiş olan Türklerin" sık sık isyanlara kalkmaları olaylarını inceler ve kendi kendine şu soruyu sorar: "İtaat etme ve iktidara boyun eğme geleneği Türklerin tabiatında kökleşmiş bir gelenek olduğu ... halde nasıl olurda Türk'ün tarihinde okuduğumuz bunca ayaklanmalar, ve isyanlar... görülür?" Bk. Paul Rycaut, The Present State of the Ottoman Empire..., (London, sh. 5)...(s. 590)

Tanınmış bir tarihçimiz, günümüzde şöyle yazar: "... Kamu oyu, Osmanlı devleti'nin siyasetini, sanıldığından daha fazla etkilerdi. Daha XVI cı yüzyılın ikinci yarısında çeşitli kapıkulu birlikleriyle zanaat erbabı arasında bir anlaşma vardı. Kapıkulu olanlardan pek çoğu bizzat zanaat ve ticaretle uğraşırlardı... İstanbul halkı, özellikle malî ve ekonomik bunalımlar sırasında ayaklanmaya her zaman için hazır beklerdi. Kamu oyu bu tür ayaklanmaları destekler ve Şeyhulislâm'ın fetvaları bu ayaklanmalara hukukilik verirdi. Bu ayaklanmalara en tipik örnekler olarak Sultan İbrahim'in 1648 de, Mehmed IV'ün 1687 de, Mustafa III'ün 1703, Ahmed III'ün 1730 da ve Selim III'ün 1807 de tahttan indirilmeleriyle ilgili olanları vermek mümkündür."... Bk. Halil İnalcık, The Ottoman Empire..., sh. 98..."(s. 591)

 

HALK ULEMA İLE ÜMERA ARASINDA DENGE KURMUŞTUR.

İSLÂM DÜZENİNDE;

KURULUŞLAR TAM BİR DENGEDEDİR.

 

Türk halkı, dinine ve devletine bağlıdır.

Her sözünde din ile devleti beraber kullanmıştır.

Dini ulema temsil etmiş;

Devleti de ümera temsil etmiştir.

Tarih boyunca bunlar asla birbirlerine dokunmamıştır.

Çünkü halk buna kesinlikle müsade etmemiştir.

Eğer ulema (bilginler) ümera (yöneticiler) işine karışacak olsa halk hemen ümera tarafı olmuş ve ulema susmuştur. Eğer ümera ulemanın işine karışacak olsa halk hemen ulema tarafı olmuş ve ümera susmuştur.

Konuları ve yetkileri çok kesin olarak ayrılmış bulunmaktadır.

Dolayısıyla tarih boyunca iki taraf arasında çatışma olmamıştır.

 

Ancak son zamanlarda devlet ulemanın işine karışmaya başlamış ve mektepler açmıştır. Bunu yapan Abdülhamid olmuş, bu ayırımı yapmaya kalkmış, ondan sonra ise halk ne tarafı tutacağını şaşırmış, devlet yıkılmış ve bugün de henüz ulema sınıfı doğmamıştır.

Bu olumsuz durumdan dolayı bizleri hâlâ askerler yönetiyorlar.

Tek çıkar yol, tekelci eğitimin ve tekelci dinin ortadan kalkmasıdır.

Esasen bugün dinler yani dinî cemaatler oluşmuştur. Bunlara resmiyet kazandırılmalı, Nurcular, Süleymancılar, Nakşîler, Şiîler hep kendi başlarına cemaat olmalı ve kendilerine mensupları nisbetinde bütçe-den pay verilmelidir.

Diğer taraftan üniversiteler de bağımsız hâle gelmeli ve halk da istediği üniversiteye bağlanabilmelidir. İlk, orta ve lise eğitim kurumları da bu üniversitelere bağlanmalıdır. Ancak bu sayede denge ortaya çıkar ve düzen sağlanır.

İslâm düzeninde;

İlmî, dinî, meslekî ve siyasî teşekküller vardır.

Bunların bütün görevleri detayları ile belirlenmiştir.

Asla ve hiç bir şekilde birbirlerine karışmazlar.

Başkan;

Bu kuruluşlar arasında hakemlik yaparak dengeyi kurar.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Osmanlılarda zulme karşı koyma fikri yoktu.

 

"VII- Zulme ve Kötü ve Despotik İktidar'a Karşı Direnme Zihniyeti'ni Gerçek Anlamiyle Getiren Atatürk Olmuştur.

Zulum idaresine ve kötü ve despotik iktidar'a karşı direnme ve hattâ isyan etme geleneği Batı'da oldukça gerilere giden bir gelenektir...

Fakat bilindiği gibi zulme karşı ayaklanma hakkını müsbet ilim esaslarına göre işleyen İngiliz filozofu John Locke olmuştur. Şeriat ülkelerinde ve Osmanlı tarihinde gerçek anlamda böyle bir tez işlenmiş değildir...

Osmanlı tarihi içinde despotik iktidara karşı gelme davranışı XIX cu yüzyıl sonlarına doğru bir gazeteciden gelmiştir...

Bundan dolayıdır ki zulme karşı koyma zihniyetini Türk'ün tarihinde ilk olarak Atatürk yerleştirmiş ve gerçekleştirmiştir demek hata olmaz."(s. 592)

 

 

OSMANLILARDA ZULMÜN ÖNLENMESİ VE İSYANLAR.

İSLÂM DÜZENİNDE;

ZULMÜ ÖNLEYİCİ MEKANİZMA VARDIR.

 

Osmanlılarda sultan, son müracaat mercii idi. Zulme uğrayanlar kademe kademe şikâyetlerini ileri götürür ve sonunda padişaha kadar ulaşırdı. Son sorumlu da sadrıazam olurdu. Sadrıazam suçlu olmasa bile suç ona yüklenir ve başı alınırdı. Bu suretle halk kötülüğü her zaman üstlerden değil astlardan bilirdi. Çünkü merkezî yönetim yoktu. Vali, paşa, ağa veya kaymakam son yetkiliydi. İyilik veya kötülük en alt yetkilide bilinirdi. Yetkililer, hem maddî açıdan hem de yetki açısından tatmin edilirlerdi. Ama halkın şikâyetlerine de devamlı olarak kulak verilir, en küçük haksız davranışlar bile müsamaha ile karşılanmazdı. Yani devlet yönetimi çok kârlı ve şerefli bir görevdi; ancak aynı derecede de sakıncalı ve tehlikeli idi. Yalnız halk için çok rahat ve iyi bir idare idi. Halk yönetimden son derece memnundu. Hele devletin genişleme zamanında en küçük bir aksaklık olmuyordu.

Ancak devletin büyümesi ve dillerin de yabancılaşması ile halkın şikâyetleri merkeze ulaşamaz olunca, valilerin tayin ve azilleri denetlenemez olmuş, bu nedenle taşrada valiler zulme başlamışlardır. Ondan sonra da isyanlar olmuştur. Bunlar büyümenin, hantallaşmanın, yaşlanmaya başlamanın tabiî sonuçlarıdır.

Halkın zulme karşı koyma fikri yoktur. Çünkü zulmün olmaması için sağlıklı bir mekanizma kurulmuştur. Zulüm olmayınca karşı düşünce de gelişemezdi. Bizzat yaşadıkları bir dünyada fikir olamazdı. Meselâ, havayı her saniye teneffüs ediyoruz ama varlığından haberdar değiliz. Onun varlığından ancak o yok olup ona ihtiyacımız olduğu zaman haberdar oluruz.

İslâm düzeninde;

Zulmü önlemek için mekanizmalar geliştirilmiştir.

Her şeyden önce ve başta olmak üzere merkezî kaza sistemi yoktur.

Her bucak kendi halkını kendisi muhakeme edip mahkum eder.

Zarara uğrayan herkesin;

Failin bulunmasını hiç beklemeden mağduriyetini isteme hakkı vardır.

Çünkü topluluk onun mağduriyetini önleyeceğini tekeffül etmiştir.

İnsanlar her zaman yargı çevresini değiştirme hakkına sahiptir.

Bu sayede kişi, istediği hukuku yaşama imkanını bulacaktır.

 

 

*    *   *

 

 

 

Yazara göre;

Padişaha karşı ilk karşı gelme fikri kaçkın suikastçinin

Cenevre'de çıkardığı Hürriyet gazetesinde ortaya atıldı.

 

"A- Osmanlı tarihinde ilk olarak Halk'ı kötü iktidara karşı isyan'a davet XIX cu yüzyıl sonlarında görülür.

Osmanlı tarihinde halkı, ilk def'a olmak üzere Padişah'a, ve onun kötü yönetimine karşı ihtilale teşvik davranışı XIX cu yüzyılın ikinci yarısı içerisinde kendisini göstermiştir. Yapanlar da Hüseyih Vasfi Paşa ile Mehmed Bey adında kişilerdir. Vasfi Paşa Abdülaziz'e suikast tertibi nedeniyle yakalanmış ve daha sonra tutuklu bulunduğu sırada Cenevre'ye kaçmış ve orada, Mehmed Bey (Necip Paşa hafiyesi) ile taş basması bir gazete çıkarmağa başlamıştı. "İnkılâb" adını taşıyan bu gazete ile Osmanlı halkını ihtilale ve devrimler yapmağa çağırmıştı. 1 Mayıs 1870 yılında yayınlanmaya başlayan bu gazetenin..."(s. 593)

 

 

YAZAR VATAN VE DEVLET HAİNLERİNİ SAVUNUYOR.

BİZ HIRİSTİYANLARLA BİN YIL BİRLİKTE YAŞADIK.

 

Batılılar Haçlı Ordularını kurmuş, Anadolu'ya saldırmış ve hep yenilmişlerdir. Savaşlarda yenemiyeceklerini anlayınca, Türklerin ve Müslümanların saflıklarından yararlanmayı denediler ve imparatorluğu içten çökertmeye çalıştılar. Bunun için dokunulmaz kabul edilen hanedana karşı suikastlar düzenlemeye başladılar. Satın aldıkları hainleri bunun için kullandılar. Rüşveti kullanarak insanları ülke dışına kaçırırlar, orda temin ettikleri sermaye ile gazete çıkartırlardı.

Bugün de aynı olayları yapmaktadırlar. Dış ajanlar Nihat Erim, Abdi İpekçi, Muammer Aksoy, Çetin Emeç, Bahriye Üçok ve Uğur Mumcu böyle kurbanlardandır. Elbette bunları tepe tepe kullandılar, öyle bir yere geldiler ki, artık işe yaramaz oldular; işte o zaman öldürttüler. Suçu da sağcılara yükleyip işi bitirdiler. Bir gün yazar da aynı akibete uğrarsa hiç şaşırmayın. Çünkü artık işe yaramaz hâle gelmiştir veya artık ölümü işe yarayacaktır.

Yazar işte bu vatan hainlerini, devlet hainlerini, dış ajanların bu maşalarını savunuyor ve insanı şaşırtacak şekilde onların yaptıklarını kahramanlık olarak göstermeye çalışıyor.

Değerli Okuyucular!

İşte şimdi gerçekleri anlamış olacaksınız.

Türkiye'de yaşayan bir çok azınlık grubu var ki,

maalesef aynı görüşteler.

Oysa siz ve biz, hepimiz bu devletin çocuklarıyız.

Görevimiz, kendi devletimizi yaşatmak.

İşte size lâik devlet, daha ne istiyorsunuz; hâlâ devam eden bu düşmanlığınız neden? Bilin ki, bu gemi batarsa siz de onunla beraber batacaksınız. Avrupa'nın sizi efendi ve kahraman diye karşılayacağını zannediyorsanız yanılıyorsunuz. Yazar gibilerini desteklememelisiniz. Yoksa sonunda siz zararlı çıkarsınız. İstiklâl Savaşı sizlere ders olmalıdır.

Anadolu'nun yarısı Hıristiyandı ve bu ülkede bin yıldır gayet rahat yaşıyordunuz. Onlar, işte aynen böyle, sizin gibi Batılıların kışkırtıcı ve aldatıcı oyunlarına geldiler ve artık burada bizimle birlikte değildirler. Biz bin yıl onlara karşı olmadığımız gibi bugün de karşı değiliz.

Biz bütün insanları ve insanlığı seviyoruz; ama ülkemizin insanlarını daha çok seviyoruz. Herkes ettiğini bulur ve yaptığının cezasını çeker. Gelin etmeyin eylemeyin de geçmişte olduğu gibi sizinle iyi vatandaşlık ilkeleri içinde birlikte yaşayalım.

 

 

*    *   *

 

 

 

Yazara göre;

Zulme karşı direnme meşru kılınmıştır.

 

"B- Zulme karşı Direnme Zihniyetini Getiren Atatürk olmuştur.

ATATÜRK'e gelinceye kadar "İktidar halka değil Tanrı'ya ve dolayısiyle Halifeye /Padişah'a aittir ve binaenaleyh Devlete, Saltanat makamına ve İktidara karşı gelmek Tanrı'ya karşı gelmek ve günah işlemek olur velev ki bu İktidar kötü olsun, müstebid olsun" zihniyeti hâkim iken...(s. 593)

Bilindiği üzere 1927 yılında irad ettiği büyük nutuk Türk gençliğine verdiği bir öğütle sona erer. Bu hitabesinde millete ve gençliğe verdiği öğüt şudur: İktidar sahiplerinin "Dalâlet" ve "Hiyanet" içerisinde bulunmaları halinde onlara karşı isyan...(s. 594)

Her ne kadar Atatürk'ün Cumhurbaşkanı olduğu devrede, çok ilkel bir toplumu medeniyet kervanına katmak ve sayısız reformları gerçekleştirmek maksadiyle HÜRRİYET ile İKTİDAR dengelemesinde İKTİDAR ibresinin daha canlı olduğu söylenebilirse de dünyaca ünlü Fransız Anayasa üstadı Maurice Duverger'nin "Hayırlı bir diktatorya" adını verdiği bu devreyi olağan üstü saymamız gerekir...(s. 595)

1961 Anayasası'nın Başlangıç hükümleri arasına: "Anayasa ve hukuk dışı tutum ve davranışlarıyle meşruluğunu kaybetmiş bir iktidara karşı direnme hakkını kullanarak 27 Mayıs 1960 devrimini yapan Türk Milleti" hükmü konmuştur..."(s. 596)

 

İÇ VE DIŞ ANLAŞMAZLIKLAR NASIL ÇÖZÜLÜR?

SAVAŞ MEŞRUDUR AMA FİTNE MEŞRU DEĞİLDİR.

 

Osmanlı İmparatorluğu'nun çökmesi ve artık devlet olma özelliğini kaybetmesini müteakip, Anadolu ve Trakya halkı kendi kendine direnmeye karar vererek yeni bir devlet kurmuştur. Yabancı yönetime teslim olmamıştır. Bu tabii ki Müslümanlar için örnek bir durumdur. Aynı direnmeyi maalesef diğer Müslüman ülkeler gösterememiş ve hepsi de teslim olmuşlardır. Gerçi daha sonra göstermelik de olsa Müslüman ülkeler bağımsız devlet olma yoluna girmişlerse de, savaşa dayanmayan devlet suni devlettir, her an geldiği gibi gidebilir.

Düşmana karşı direnme düşüncesi, Mustafa Kemal Anadolu'ya çıkmadan başlamış, Mustafa Kemal bu direnişi birleştirerek devlete dönüştürmüştür. Yani direniş düşüncesi Mustafa Kemal'den gelmemişti. Kendisi 'Nutuk' kitabında bunu açıkça izah eder.

İç yönetime karşı direnme fikri hiçbir zaman olmamıştır, yoktur da. Sadece dış mihraklarca organize edilen sol akımlar anarşi çıkarmışlar ama halk bunlara asla katılmamıştır. Hattâ halkın bunlardan kurtulması için askerî yönetimleri alkışlamıştır. İslâm kesimini bu tür anarşiye alet edemeyince, bu sefer Türkçüleri organize etmiş ve bir ara kullanmışlardır. Ne var ki, şimdi onlar da gerçekleri görmüşlerdir ve bugün bu oyuna alet olmuyorlar. Şimdi solcular da bu gerçeği gördüler; kala kala bir Kürtçü solcular kaldı. Yakında onlar da gerçeği göreceklerdir.

Halk kendi devletine isyan edemez.

Bu hiç bir meşru nizamda yoktur.

Zulmü yok etme çabası başkadır;

Devleti yok etme çabası başkadır.

İslâm düzeninde;

Savaş meşrudur ama fitne meşru değildir.

"Fitne savaştan eşeddir"(Bakara[2];191) cümlesi ve âyeti budur.

Başka bir ifade ile;

İç anlaşmazlıklar hukukla,

Dış anlaşmazlıklar ise sonunda savaşla çözülür.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Asayişi sağlamak için hürriyetler feda edilemez.

 

"VIII- Asayişi Sağlama uğruna asıl kaybettiklerimiz.

Bütün tarihimiz boyunca çektiklerimizin, ve bugün hâlâ çeker bulunduklarımızın tek kaynağı bu fikir kısırlığı ve kültür zavallılığı değil midir? Ve bu kısırlığı, bu zavallılığı sürdürmek için hemen her devirde, kimbilir belki de farkında olmadan , ayni inad ve ayni usullerle israr etmemişiz midir? Aman farklı bir düzen gelmesin,... Fakat biz daima yanlış ve yanlış olduğu kadar toplum için gerçekten zararlı bir noktadan hareket etmişizdir: sanmışızdır ki hür fikri, hür düşünceyi ve farklı görüş ve tutumları kökünden kazımakla asayiş ve devlet güvenliği kurulabilir...

Üstelik bütün her şey'e rağmen asayişi de, medenî bir toplum düzenini de hiç bir zaman sağlayamamış ANARŞİ ile DESPOTİZM arasında bocalamış durmuşuzdur..."(s. 597)

 

ASAYİŞ OLMAYAN YERDE HÜRRİYET OLMAZ.

ZALİM DEVLET BİLE DEVLETSİZLİKTEN İYİDİR.

 

Asayiş varsa hürriyet vardır.

Asayiş yoksa hürriyetten söz edilemez.

Hürriyet demek, insanın başkasına zarar vermemek şartı ile istediği gibi hareket etmesi demektir. Bu da ancak asayişin olduğu ülkede söz konusudur. Asayiş yok demek, bazı kimselerin bazı kimselere istediklerini yaptırabilme gücüne sahip olması demektir. Böyle bir yerde elbette hürriyetten bahsedilemez.

Peki bu hürriyetlerin sınırını kim çizecek?

Bunu anlaşmalar tesbit edecek, ama son çözüm hakemlere aittir. O halde son varacağımız dayanak hakemler olacaktır. Hakem sistemi yoksa o ülkede hürriyet yok demektir. İktidarın saltanatı var demektir. Ancak bu hal bile anarşiden bin defa daha üstün ve iyidir. Hiç olmazsa nasıl koruma yapılacağı bilinir.

İslâm düzeninde devlet;

Adil ve demokratik devlet olmalı,

Ama zalim de olsa devletsizlikten iyidir.

O halde zalim devletleri adil yapmak için çalışırız;

Ama zalim devleti kesinlikle zayıflatmayız ve yıkmayız.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Şimdi de asayiş uğruna anayasada yetki istenmektedir.

 

"IX- GEÇMİŞTEN BUGÜNE

1961 den sonra devlet güvenliği konusu İkinci Cumhuriyet devri Anayasası'nın kaderine hâkim olur nitelik kazanmıştır. Siyaset adamlarımız toplumun huzur ve asayişini sağlamanın sırrını sanki Anayasada arar görünmüşlerdir. Anayasa'ya şu veya bu hükmü koymakla, veya Anayasa'dan şu veya bu maddeyi çıkarmakla bu huzurun kendiliğinden geleceğini sanmışlardır...(s. 598)

Düşünülmemiştir ki Fransa, genellikle hürriyet rejiminin ve özellikle fikir ve düşünce hürriyetinin teminatını yer yüzünde en mükemmel şekilde sağlayan ülkelerden birisidir ve bu hürriyet anlayışını ne Devlet güvenliği, ne millî çıkarlar, ne asayiş ve ne de başkaca "kutsal" hiç bir şey uğruna feda etmez, kısıtlamaz...(s. 599)

Fransa'da hürriyet ve devlet güvenliği dengesinin kişi hürriyetlerini feda etmeden nasıl sağlanabildiğini ve De Gaulle rejimine rağmen oradaki tenkid serbestisi, Üniversite özerkliği, okuma ve öğrenme hürriyeti konusundaki uygulamaların nasıl başarıldığını etüd etmelerini dileriz...(s. 600)

Toplumumuzun belli sosyal gruplarına ve hattâ aydın sınıflara hâkim olan görüş ASAYİŞ'in korunması yönündedir ve şüphesiz ki bundan daha meşru bir dilek, bir tutum tasavvur olunamaz. Fakat böyle bir tutuma bağlı kalarak asayiş sağlayıcı her türlü rejime körü körüne KURTARICI gözüyle bakmak, ve hele siyaset adamlarımızın şimdi ister göründükleri Anayasa değişikliklerine destek olmak aşırılık sayılmalıdır..."(s. 601)

 

ANARŞİ VE ANAYASALARIN DÜNÜ VE BUGÜNÜ.

İSLÂMİYET'İN GETİRDİĞİ SADE VE BASİT ÇÖZÜM.

 

1918 yılında Osmanlı İmparatorluğu düşmana teslim olunca, önce İstanbul'da meclisin toplanması teşebbüsüne girişilmiş, ancak bu meclis düşmanlar tarafından dağıtılmıştı. Sonra Ankara'da toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, demokrasi örneği içinde İstiklâl Savaşı'nı başarmıştı. Hazırlanan anayasa tamamen uzlaşma sonucu doğmuş, millî iradeyi tamamen hesaba katan ve her milletvekilinin gerçekten milletvekili muamelesi gördüğü bir meclis idi.

1924 Anayasası ise inkılâplara yarayacak şekilde ayarlanmış, tek parti sistemine dayalı ve merkezî sistemi öngören bir anayasa idi. Nitekim bu anayasanın uygulanmasında karşılaşılan direnmeler hemen yok edilmiş ve devlet tam merkezî sisteme göre yönetilmişti. Bu hususta Mustafa Kemal'in güclü ve başlangıçta millet tarafından sevilmiş ve sayılmış bir lider olması yanında, İsmet Paşa ile Fevzi Paşa'nın sonuna kadar birbirlerini desteklemeleri büyük rol oynamıştır.

En büyük direnme Kazım Karabekir Paşa'dan gelmiş, ama o da direkt isyan etmediği ve ona da dokunulmadığı için bir olay çıkmamıştır.

İlk ayrılık İkinci Dünya Savaşı sonunda olmuştur. Mareşal Fevzi Çakmak emekliye sevkedilmiş, böylece eski yönetici dayanışması ortadan kalkmıştı. Bundan sonra Celal Bayar ile İsmet Paşa arasında dayanışma devam etmiş, ancak bu anlaşmalı muhalefet - iktidar şeklinde olmuştur. 1950 seçimleri beklenenden fazla halkın direnme gösterdiğini ortaya çıkardı. Menderes, iki tarafı da idare ederek ülkeyi 1960'lara kadar getirdi. Ancak tek parti anayasası ile çok partili sistem uyuşmadığı için askerî müdahale oldu. Ondan sonra çok partili anayasa geldi. Ancak bu anayasa da anarşinin nasıl önleneceği formülünü getirmedi. Anarşi işte bundan dolayı devamlı olarak tırmandı ve bu durum her on senede bir ordu müdahalesini zorunlu kıldı.

Bu durum değişmiş değildir. Düğmesi CIA'nın elindedir. Ancak bazı olaylar bu mekanizmayı artık çalıştırmaz duruma getirmiştir. Amerika daha düğmeye basmıyor. Anarşi tehlikesi atlatılabilecek midir? Bu şimdilik daha kesin olarak bilinmemektedir.

Anarşinin Türkiye'de 1980'leri getirdiğini yazar da görmüş ve her halde yanılgısını anlamıştır. 1980'lerde anarşi büyük bir zulümle önlendi. Yurdun her tarafı işkence merkezi haline getirildi. Bilhassa sol kesim öğrenci ve öğretmenleri tarihin en şedid zulmünü gördüler. Sağ kesim de hapishanelere sürüldü. Onlara da işkence edildi, Millî Selâmet ve Milliyetçi Hareket Partileri kapatıldı, yöneticileri tutuklandı. Anayasada da anarşiyi önlemek için tedbirler alındı. Bu işkence o kadar fazla oldu ki, 1990'da anarşi belini doğrultamadı. CIA bunun için düğmeye basamadı.

Özal Hükümeti de gayet cesurane kararlar alıp meclisi çalıştırdı. Ülkeyi sorumlusu bulunmayan ve sahibi olmayan bir durumda bırakmadı. CIA yaptırdığı bir suikast sonucunda Özal'ı  yaraladı ama öldüremedi. Allah yardım etti. Bunun anarşiyi önlemede önemli rolü oldu. Bu hususta SHP de büyük destek verdi ve asla anarşinin yanında yer almadı.

Diğer taraftan eskiden CIA tarafından kullanılan çevreler gerçeği gördüler ve artık anarşik olaylara girmediler. Ordu da akıllandı ve böyle dış tezgahlara girmemek için sivil iktidarı destekledi. Bilhassa Kenan Evren ve Güvenlik Konseyi Üyeleri bu hususta son derece müsbet hareket ettiler.

Bu arada Amerika'da da Türkiye lehinde bir hava oluşmaya başladı. CIA kendi içinde de yıpranmağa başladı. Amerikan yönetimi de eski cesaretini kendisinde bulup ihtilâller yapmaktan vazgeçmek zorunda kaldı. Çünkü gücünü kaybetmiş ve eski oyunlar işe yaramaz olmaya başlamıştı. CIA'ya karşı olanlar da onun metotlarını öğrenmiş oldular.

Dünyada yeniden yapılanma olmuş ve eski sağ-sol düzeni bozulmuştur. Artık ordu müdahalesi için ortada bir sebep kalmamıştır. Çünkü Sovyet emperyalizmi bitmiştir. Artık şimdi başka emperyalizm çeşitleri icad etmeye çalışıyorlar. Bakalım bu işi nereye kadar götürmeye çalışacaklar? Yalnız tekrar etmek gerekir ki, Türkiye'de anarşi çıkarmak bir düğmeye basma işidir.

Peki, bu durumdan nasıl kurtulunacaktır?

İslâmiyet'in getirdiği çözüm sade ve basittir.

Türkiye 10 000 bucağa ayrılır ve her bucak kendi iç güvenliğini kendisi sağlar. Tamamen seçilmişlerden oluşmuş olan yönetim kendi halkına çok kolay hakim olur. Eğer anarşiyi davet eden sebepler varsa onlar da kendileri tarafından giderilir. Başkan yönetime hakim olamıyorsa ilçe merkezinden jandarma müfrezesini çağırır ve yönetimi askeri yönetime bırakır. Orada artık 'dâr-ı harb' hükümleri uygulanır. Bucak başkanı git dediği zaman gider. Yine sivil yönetim gelir. Böylece askerî yönetim sadece genel güvenliğin sağlanamadığı bucaklarda uygulanır, diğer bucaklar mağdur edilemez. Şayet bucaklar birleşir de il yönetimine karşı silahlı isyana giderler de il yönetimi jandarma teşkilâtı ile bunlara hâkim olamazsa, o zaman il başkanı örfi idare ilân ederek askerî yönetim oraya gelir ve hakim olur. Ta ki il başkanı orduya çekil desin. Böylece anarşi çıkarmayan iller sıkı yönetime girmemiş olur.

İl başkanının bağımsızlık istemesi, vergi vermemesi veya vatandaşları askere göndermemesi halinde ekonomik ablukaya alınır ve ilden çıkış serbestisi bırakılır, giriş yasaklanır. Nüfusu bir ilden aşağı düştüğünde ordu girerek o ili dağıtır. Gerekirse oranın halkını tehcir eder. İşte bu sistem bir ülkede anarşiyi yok eder. Bucak başkanları da sadece sürme silahını kullanmakla bucaklarına hakim olurlar. Kimsenin de burnu kanamamış olur. Tabii eşkiya hariç.

 

 

 

 

 


İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
1-BESMELE VE İTHAF
1657 Okunma
2-KAPAKDETAYI
1383 Okunma
3-YAYIN VE REDAKTE KURULU
1340 Okunma
4-EDİTÖRDEN NOTLAR-REŞAT NURİ EROLDAN
1409 Okunma
5-Prof. Dr.ilhan Arsel kimdir?
4245 Okunma
6-TEŞEKKÜR-reşat nuri eroldan
1329 Okunma
7-S U N U Ş-Dr.SÜLEYMAN AKDEMİR
1279 Okunma
8-Ö N S Ö Z-YERİNE DAVET REŞAT EROL
1367 Okunma
9-İÇİNDEKİLER
1228 Okunma
10-CEHALET VE AKILSIZLIK MESELESİ
1433 Okunma
11-MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR
1442 Okunma
12-'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?
1503 Okunma
13-HIRİSTİYAN HAÇLILAR NE YAPTI?
1631 Okunma
14-YENİLİK DÜŞMANLIĞI VE DEMOKRATİK DÜZEY MESELESİ
1288 Okunma
15-İSLÂMİYET'E GÖRE MEDİNE'DEKİ YÖNETİM ŞEKLİ
1851 Okunma
16-İSLÂMİYET VE KUR'ÂN KORKUTUCU DEĞİLDİR
1379 Okunma
17-'İSLÂM DİNİ' İLE 'İSLÂM DÜZENİ' AYRIDIR.
1302 Okunma
18-TÜRKLÜK İRSÎ, İSLÂMLIK KESBÎDİR.
1343 Okunma
19-RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET
1342 Okunma
20-İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR
1380 Okunma
21-İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLER
1318 Okunma
22-İSLÂM DÜZENİNDE RESMÎ DİNÎ KURULUŞ YOKTUR
1323 Okunma
23-İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?
2711 Okunma
24-KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT
1263 Okunma
25-GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR
1361 Okunma
26-KUR'ÂN'IN EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR
1357 Okunma
27-İSLÂMİYET'TE YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YOKTUR
1564 Okunma
28-KAYNAŞMA TÜRKLERE HAS BİR ÖZELLİKTİR
1314 Okunma
29-OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR
1343 Okunma
30-İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR
1294 Okunma
31-İSLÂMÎ SAVAŞLAR TALAN VE DİN SAVAŞI DEĞİLDİR
2266 Okunma
32-İSLÂM DÜZENİNDE SAVAŞA İSTEYENLER KATILIR.
1267 Okunma
33-İSLÂMİYET İDEAL BİR DÜZENDİR
1291 Okunma
34-İSLÂM DÜZENİNDE 'HAKEMLİK SİSTEMİ' VARDIR
1392 Okunma
35-MÜSLÜMAN ALLAH İÇİN SAVAŞIR, KÂFİR TAĞUT İÇİN.
1663 Okunma
36-'MİLLÎ HAKİMİYET' NE DEMEKTİR
1410 Okunma
37-İLMÎ ŞÛRA BAŞKANI İTTİFAKLA SEÇER
1270 Okunma
38-ANKARA MECLİSİ'NİN KURULUŞU ŞERİATA UYGUNDU
1309 Okunma
39-BATI CUMHURİYET SİSTEMİNİN EN BÜYÜK MAHZURU
1287 Okunma
40-İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.
4284 Okunma
41-LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?
1542 Okunma
42-BATI ÇÖKMEKTEDİR BAŞARILI OLAMAYACAKTIR
1314 Okunma
43-ZAMAN YAZILARI-İSLAMI BİLMEK
1292 Okunma