İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
1453 Okunma
MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR

Yazara göre,

Osmanlılarda talancılar sadrazam oluyorlardı.

 

"Suç işleyip sonra para ile suçunu affettirenlerin sadrazamlığa gelişleri.

Devlet yöneticisi olmanın ahlâkî kuralları diye bir şeyden bahsedilemez. En bayağı davranışların en olmadık suçların insanları kolaylıkla devletin en yüksek mevkilerine gelebilmişlerdir. Suç işleyip de bu suçunu para vermek suretiyle affettirenlerin dahi sadrazamlığa kadar yükseldikleri görülmüştür. Yeğen Mehmet Paşa bu örneklerden biridir. Belgrat serdengeçtilerinden Hacı Yusuf adlı birinin oğlu olan Yeğen Mehmet Paşa 1155 hicrî yılında Belgrat'a giderek babası gibi serdengeçti olmuş "...orada Kabuk Kelle adlı serdengeçtiyle fitne çıkarmış ve Alanya tarafına kaçarak orada da fesat çıkarmış... İstanbul'a gelip Valde hanında gizlendikten sonra 50 bin kuruş caize vererek cürmünü affettirmiştir." Bk. Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler, Cilt I, sh. 271. İşte bu işleri gören kişi iki ay geçmeden Yeniçeri Ağası ve beş ay sonra da vezir olmuş ve nihayet 1196 yılında da Sadrazamlığa getirilmiştir. Tarihçilerin anlatışına göre bu vezir son derece fesatçı, kışkırtıcı ve tamahkâr olarak tanınmıştır."(s. 445)

 

MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR

ALTERNATİF ADİL SİSTEM VE DÜZEN ÖNERİLERİMİZ

 

Merkezî kuvvet sistemi talancılığa dayanır.

İyi silâh kullanan çevresini iyi korkutur ve iyi gasp ve talan eder. Halk bu tür insanlardan korkmaya başlar ve tek güç oluşur. Bunun adı da devlet olur.

Çok hırsızlık yapıp çalan zengin olur, parasıyla talancıları yanına toplar, artık halk talancıların aracılığı ile köleleşir. Bu sistemin adı da işçilik olur.

Çağımızda bunlar ikiz kardeştir:

Birine kapitalizm diğerine sosyalizm denir.

Osmanlı yönetiminin özelliği, idarenin talancıların elinde olmasıdır. Bu siyasî yönetim şekli, Muaviye'den başlamak üzere gayr-i İslâmîdir. Özellikle son asırlarda yönetim, yönetici eşkiyaların elindeydi. Çökme ve yıkılmanın ana sebebi de bu olmuştur. Hastalıklar çok olmakla birlikte 'baş hastalık' budur. Bu hastalık tedavi edilmedikçe de bu hasta iflâh olmaz.

Ne var ki, Muaviye ile kurulan bu düzen, devletin ancak dörtte birine hükmediyordu. Sadece yönetim ve askerî kanada hükmediyordu; ilim, din ve  iktisat ise Muaviye'den önce atılmış olan sağlam temellere dayalı olarak talancıların elinde değil halkın elindeydi. Çünkü halk istediği kimseyi kendisine 'şeyh' yapar ve istediği 'tarikat'a katılarak ahlâkî terbiyesini gerçekleştirirdi. Halk istediği 'hoca'nın tedris halkasına girer ve kendi seçtiği 'medrese'de ilmini alırdı. Halk istediği 'usta'nın yanında 'çırak' olur ve çarşıda uygun gördüğü 'esnaf' teşekkülünün üyesi olarak iktisadî ihtiyaçlarını giderirdi.. Yani hayatın bu temel üç alanında tam demokrasi vardı.

İslâm düzeninin asıl gücü de buradan geliyordu. Bu sistem sayesinde insanlar 1400 yıl talancılardan en az zararla kurtulabildiler. Çünkü bu sağlam halk kuruluşları sayesinde talanı yurt içine yönlendiremeyince bu sefer yurt dışına bilhassa İslâm olmayan ülkelere saldırılıyor ve buralar fethediliyordu. Gerileme çağında ise ne yurt içinde ne de yurt dışında talan yapılamayınca imparatorluk kısa zamanda çöktü.

Bu talan sistem ve zihniyeti, değişik şekil ve boyutlarda bugün de devam etmektedir. Siyasî partilerimizin ve devletimizin iç yapılarını ve bugün yaptıklarını birkaç saniye düşünmeniz, kısa bir değerlendirme ve mukayese yapmanız, neticeye varmanız için yeterlidir. Burada okumayı durdurun ve birkaç saniye yaşamakta olduğunuz genel devlet düzenini ve siyasî yapıyı kısaca düşününüz... Aklediniz... Fikrediniz...

Evet, düşündünüz mü?

Peki, bu düzen değişmeli midir?

Değişmeli diyorsanız; gelin hep birlikte değiştirelim.

Osmanlı döneminde, gücü yettiğince veya uygulandığı ölçüde talanı önleyen de şeriattı. Şeriat yalnız yurt içini talandan korumadı. Bir ülkeye savaş açabilmek için şer'î bir sebep olması gerekiyordu. Bundan dolayı Osmanlılar hep savunma durumunda saldırdılar. Önce düşmanın saldırıya geçmesini beklediler, sonra sefer düzenlediler. Bütün bu seferler hep şer'î fetvalara dayanıyordu. Savaş bittikten sonra o esnada yapılan ganimet talanından sonra artık orası halkı Müslüman olmasa da İslâm diyarı oluyor ve talan bitiyordu. Artık o ülke de uygulanabildiği kadarıyla şeriat ve İslâm düzeninin himaye ve hizmetine dahil oluyordu. Batı ve doğuda, Balkanlar ve Orta Doğu'daki Osmanlı uygulamaları genel olarak böyle olmuştur. Sadece kuruluş, gelişme, duraklama, gerileme ve çökme devirlerine göre farklılıklar arzetmiştir. Başlangıç ve gelişme yıllarında azami adalet, çöküş asrında da azami zulüm yapılmıştır.

Batılılaşma hareketleri başladıktan sonra, Avrupa'dan aktarılan kanunlar sayesinde talan daha değişik boyutlarda arttı ve devletin çöküşünü hızlandırdı. Cumhuriyet döneminde de bu sistem vergi zulmü, sigorta yükü ve yolsuzluk ile rüşvet olarak maalesef devam edegelmektedir... Hep birlikte bizzat içinde yaşadığımız ve çilesini çektiğimiz için uzun uzun anlatmaya gerek yok. Bu sistem ve düzenden memnun olanlara bir diyeceğimiz yoktur. Ama memnun olmayan, kurtulmak isteyen, yerine alternatif getirmek isteyenlere bir diyeceğimiz vardır.

Bizler, işte bu çağdaş hastalıklarımıza çare ve çözümler öneriyoruz. Siz de bizimle birlikte düşünün, çalışmalarımıza katılın ve uygun göreceğiniz şekilde katkıda bulunun ki zulmü ortadan kaldıralım. Bize ve bütün insanlığa, bu hastalıkları ortadan kaldıran ve yerine alternatif getiren adil bir sistem gerekiyor. Bu sistem cezalarla, yasaklarla ve suçlamalarla gelmez. Bütün bunlar sistem ve düzenin hastalıklarıdır. Geliniz hep birlikte bu sistem ve düzeni değiştirelim.

 

Bu düzenin yerine;

'Yerindenyönetim'i getirelim.

Başkanlara 'sürme yetkisi' verelim.

Böylece onbin bucak başkanından iyi olanlar olacaktır.

Halk o bucaklara 'göç' etmeye başlar ve sistem kendiliğinden düzelir.

Hâkimlik sistemi yerine 'hakemlik sistemi'ni getirelim;

böylece 'adalet' etkili olmaya başlar ve zulüm sona erer.

Mahkemelerin tahkikatı yerine

'Yeminli serbest polis tahkikatı' sistemini getirelim;

böylece mahkemeler hemen hafifler,

kısa zamanda karar verilir ve halk ferahlar.

     İşte bunlar bazı çözüm önerilerimiz.

     Bu çözüm önerileri uzatılabilir.

     Burada bu kadarlıkla yetinelim.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre;

Osmanlılarda göreve

beyinsiz ve uysal kimseler getirilirdi.

 

"C- Yetersiz kişilerin önemli görevlere getirilmesi siyaseti

Halet efendi örneği yetersiz kişilerin göreve getirilmesinde nasıl bir zihniyetin egemen olduğunu gösterir. "...Halet efendi... kendi fikrinde olmayan kimselerin Padişah huzurunda ağız açmalarına pek imkan vermezdi. Perde arkasındaki oyunlarının farkına varılmaması için fırsatını bulup bunları Padişaha açıklayabilecek kimseleri birer hile ile uzak bir yere memurluğa gönderir ya da büsbütün uzaklaşsınlar diye yollardı. Önemli yerlere hep güçsüzleri, başarısızları tayin ettirir, kendinden akıllı ve tedbirli ve bilgili birinin Padişahın gözüne görünmesini önlemek isterdi. Görmeleri gereken önemli işlerin bir türlü hakkını veremeyen o güçsüz ve başarısız kimseler, başları daraldı mı Halet efendiye başvururlar, gönlünü almak ve dertlerini açmaya fırsat bulmuş olmak için de ona bol bol hediye getirirlerdi...

Bk. Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler, İst. 1973, Cilt II, sh. 306."(s. 445)

 

MERKEZÎ YÖNETİM SİSTEMİNİN ÖZELLİĞİ.

YAŞLILIK HASTALIĞININ TEDAVİSİ YOKTUR.

 

Merkezî yönetim sisteminin özelliği odur ki; eğer merkezde çok güçlü kimse oturuyor ve kendisinden emin ise, çevresinde de kendisi gibi kimseleri toplar ve gerçekten görünüşte de olsa, geçici de olsa, başarılara ulaşılır. Askerlikte de bundan dolayı merkezî sistem uygulanır. Ancak merkezde oturan kimse kabiliyetsiz ve bilgisiz ise veya kabiliyetleri olmasına rağmen kendisine güveni yoksa, böyle birinin yapabileceği iş, kendisini dinletebilmek ve itaat ettirmek için çevresinde beceriksizleri toplamak olacaktır. Böylece güya varlığını ve iktidarını sürdürecektir, ama bu da mümkün olmaz. Çünkü beceriksiz kimseler iş yapamaz, sorunları çözemez ve işleri daha da berbat ederler.

Yaşlılık hastalığından kurtulmak mümkün değildir.

Tedavisi olmayan bir hastalıktır.

Yerinden yönetim sisteminde merkezle olan ilişkiler büsbütün kopar ve her biri bağımsız bir site hâline gelir; bu da dış tehlikeleri çeker ve devlet yıkılır. Merkezî yönetim sistemini uygularsanız, beceriksizler iş başına gelir, zaten berbat olan genel durumu daha da kötüleştirirler ve devlet kısa zamanda yine çöker. Beceriklileri iş başına getirirseniz, zulüm ve adaletsizliklere isyan eder yine devleti çökertirler. Velhâsıl, ne yapsanız kurtulamazsınız. Bu konuda korkunun ve tedbirin ecele hiçbir faydası yoktur.

İslâmiyet'e göre, bundan dolayı kaderle mücadele etme yerine, doğru ne ise o yapılır ve kader ne ise o olur. Kadere karşı gelmek için uğraşılmamalıdır. Ama yapılması gerekenler de ihmal edilmemelidir. Şeriat ne önermişse ve ne emrediyorsa o yapılmalı ve sonuca rıza gösterilmelidir. İslâmiyet öz itibariyle işte budur.

Bir hasta ilâç almak istemiyor. Oysa ilâç almazsa kesin olarak ölecek. Hastanın aklı ve iradesi yerinde. Biz ona zorla ilâç verip yaşatacak mıyız? Yoksa onun hür irade ve kararına karışmayıp ölüme mi terkedeceğiz? İşte bunun kanunî hükmü neyse bu konuda o yapılmalıdır. Orada aklımız veya duygularımız böyle emrediyor diye keyfî hareket etmemeliyiz.

 

İslâmiyet'e göre,

bu mesele onu tedavi eden doktorun içtihadına kalmıştır.

Eğer doktorun bağlı bulunduğu dinî cemaat hastaya zorla ilâç içirilmeli ve tedavi edilmeli diyorsa, doktor ilâcı içirmezse cani olur. Yok doktorun dinî mezhebi hastanın hürriyetine karışmayacaksın diyorsa, o zaman da doktor hastaya zorla ilâç içirirse, hürriyete tecavüz suçu ile cezalandırılmalıdır. Çünkü hasta doktorunu kendisi seçmiş ve dolayısıyla onunla sağlık açısından böylesine bir akit yapmıştır.

Bizler, şeriata uyulmalıdır diyoruz;

yani anlaşmalara ve sözleşmelere uyulmalıdır diyoruz.

Nasılsa yıkılma kaderle ilgili bir meseledir. Şeriatın dışına çıkmakla kurtuluş gerçekleştirilemez diyoruz. Bununla beraber, savaş hâlinde şeriat yani hukuk düzeni askıya alınır. O zaman emir - komuta devreye girer. Bu durum geçicidir. İnkılâplar için de geçici olarak savaş hukuku uygulanabilir diyoruz.

Bu açıdan bakıldığında cumhuriyetin ilk dönemlerindeki anti demokratik uygulamalar meşru görülebilir; ama başta tevhidi tedrisat olmak üzere bugün hâlâ o günlerin kanunlarını uygulamak tek kelimeyle bilgisizliktir. Zaten bu âciz siyasî meclisler bunları değiştiremedikleri için cezalarını çekiyor ve on yılda bir darbe yiyorlar.

Hayat durmaz, devam eder, değişime ayak uydurulmasını ve gereğinin yapılmasını ister; gereği yapılmayınca ve değişim gerçekleştirilmeyince de son derece acımasızdır ve darbesini vurur. Ne zamana kadar vurur? Kaç defa vurur? İnsanlar, iktidarlar, yöneticiler, idareciler, sorumlular akıllarını başlarına toplayıp yapmaları gereken düzenlemeleri yapıncaya, sistemi değiştirinceye ve alternatif adil bir düzen kuruncaya kadar. Uyarılara kulak verip uyananlar ve kendilerine çekidüzen verenler ayakta kalırlar; uyanmayan ve yeniden yapılanmayı gerçekleştirmeyenler de yok olurlar. İlâhî, tabiî ve sosyal kanunlar böyledir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanlı Devleti Karayorgi ve Vahhabilere mağlup oldu.

 

"D- Yabancı elçilerin Babıali'de Devlet yetkililerini rahatlıkla azarlayıp haşlamaları.

Devlet öylesine bağımsızlıktan yoksun, öylesine haysiyet duygusundan uzak idi ki hemen her önüne gelen devlet (Rusya, Fransa v.s.) Osmanlı devletinin içişlerine rahatlıkla karışabilir, ve içişleri bakımından devlet yetkililerini korkutmakla sonuç almağa çalışırdı. Sırbistan'da isyan bayrağı açan Kara Yorgi'nin, ceza görecek yerde Prens sayılmasını teklif eden Rusya'nın yaptığı teklifler için Fransa Osmanlı devletine "... bu sizin içişlerinize karışmağa, sizi içişlerinizde korkutmalarla yön vermektedir. Tekliflerini red ederek haysiyetinizi kurtarın" şeklinde uyarmalar yapabiliyordu...

Sırbistan olayları sırasında Osmanlı devletinin başında diğer bir bela vardı ki o da Arap'lardı. Vehhabiler Harameyne saldırmalarına karşı hiç bir şey yapıla-mıyordu..."(s. 446)

 

MİKROPLAR VE KANSER HÜCRELERİ

BİLMİYORSANIZ SUSUNUZ VE KONUŞMAYINIZ!

 

Vücutta daima mikrop bulunur. Vücut sağlam ise bu mikroplar sinmiş vaziyettedir. Vücut üşüme ve yaralanma gibi dış etkilerle zayıflarsa bu mikroplar harekete geçer ve insanı hasta ederler, vücut bunlara mağlup olursa ölür veya tedavi olur. Gençlik döneminde vücut bunlara karşı galip gelir. Ama yaşlı vücut bu mikropların faaliyetine karşı direnç gösteremez ve ölür.

Bu olay topluluklar için de böyledir. Osmanlılar yaşlanınca, dış güçlerin organizasyonu ile iç mikroplar harekete geçti. Bunlar gayri İslâmî gruplar yani mikroplardı. Bu yetmiyormuş gibi Vahhabiler gibi İslâmî gruplar da harekete geçti. Bunlar da kanser hücreleriydi. Bütün bu mikrop ve kanser hücreleri dış güçlerle bir olup altı asırlık Osmanlı Devleti'ni kısa zamanda yıktılar. Osmanlı Devleti genç değildi, yaşlanmıştı ve ölümü mukadderdi. Vakti gelince mikrop ve kanser hücreleri görevlerini yaptılar ve hastayı yok ettiler.

Olan olmuş ve ölen ölmüştür. Bizim asıl üzerinde duracağımız konu, Türkiye Cumhuriyeti'ni Osmanlılar'dan mevrus hastalıklardan; enflasyon, işsizlik, açlık, yokluk, fakirlik, vergi zulmü, sosyal güvensizlik, işkence, rüşvet, adaletsizlik, v.s. gibi hastalıklardan nasıl kurtaracağız? Çözüm olarak sizin dinsiz 'lâik aklınız' ne diyor; bizim dindar lâik yani 'şeriat aklımız' ne diyor? Bunlar üzerinde duralım. Geçmişi gelecek için öğrenelim ve mukayeseler yapalım. Hastalıkları 'teşhis' edelim ve 'tedavi' önerileri getirelim.

'Halk Tanrı'ya inanmazsa kurtuluş gerçekleşir' cümlesi geçersizdir. Bu sistemin uygulanabilir olmadığı Sovyet Sistemi ve örneği ile belli olmuştur. Ayrıca, yokluk oluşların sebebi olamaz. Bir şey yok olursa bir şey meydana gelmez. Belki engellerin yok olmasıyla yeni oluşlar olur. Ama oluşları meydana getiren başka sebeplerin var olması gerekir. Odanın ısınması için kapının kapanması gerekir, ama kapı kapamak odayı ısıtmaz.

Marx'ın yanıldığı en önemli nokta budur. Marx'a göre, insanlık aileyi, dini, milliyeti ve mülkiyeti kaldırırsa saadeti bulacaktı. Bize göre, bunlar saadete engel değildir, ama gerçekten engel olsa bile bunların yok olmasıyla saadet gelmez. O halde saadet getirecek bir şey bulmalıyız. Tabiat boşluk kabul etmez. Mutlaka yerine bir şey koymak gerekir.

'Tanrı yoktur' demek, bundan dolayı bir şey ifade etmez. Tanrı yoktur dediğimiz zaman, o yokluğun yerine bir şey koymalı ve boşluğu doldurmalıyız. Akıl konamaz, çünkü akıl yoktan varedemez; varedilenlerden yararlanır. Tabiat konamaz, tabiattır ve kendi kendine oluşmaktadır denemez; çünkü kâinatın on ile yirmi milyar önce varedildiği, genişlemekte olduğu ve ölüme gittiği artık kesin olarak bilinmektedir.

O halde Tanrı yerine ne koyacağız?

Yerine hiçbir şey koyamadığımıza göre;

O'na inanmak zorundayız.

'Bilmiyorum!' demek,

kabul edilecek bir cevap değildir.

Bilmiyorsanız susunuz ve dinleyiniz! 

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Devlet batarken Osmanlılar hâlâ din ile uğraşıyorlardı.

 

"V- BÜTÜN FELÂKETLER KARŞISINDA MİSKİNCE OTURUP ABES İLE VAKTİNİ DOLDURAN DEVLET YÖNETİCİLERİ.

Cevdet Paşa, 1188 (hicrî) olaylarını anlatırkan "Devleti aliyede nizamlar bozulurken düşmanlar talimli asker icad etmişler ve harp fenninde ilerlemişlerdi. Osmanlılarda iş günü birliğine idareye kalmış ve hiç bir yeniliğe girişilmemiştir!" dedikten sonra Rusya da Katerina'nın nasıl canla başla milleti için çalıştığını ve nasıl Deli Petro'nun düşünüpte geçekleştiremediği işlere el atmış bulunduğunu anlatır. Bk. Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler, Cilt I, sh. 40.

Gerçekten de devlet bir felâketten bir diğerine sürüklenirken ve bütün bunların nedeni devleti yönetenlerin bilgisizlikleri ve beyinsizlikleri, ve toplumun geriliği iken, Osmanlı devleti miskinlik içerisinde kadere bel bağlayarak oturmakta idi. Daha doğrusu aklın almayacağı ne kadar iş var ise onlarla uğraşmaktaydı...(s. 446)

Padişah'ın görevleri arasında yer alan en önemli görev dinsizlerle uğraşmak olduğundan bu en felâketli günlerde bile Sadrazam tayin ederken "...din hainlerini tenkil edecek çareleri halk edip saltanatı seniyemin namusunu tamamlayasın" diye hattı hümayunlar çıkarırdı..."(s. 447)

 

İNSANLAR NİÇİN YAŞAMAK İSTER?

'O'NDAN GELDİK YİNE 'O'NA DÖNECEĞİZ.

 

İnsanlar niçin yaşamak ister?

Allah yoksa! Öldükten sonra hayat yoksa! On milyar yıl içinde benim azami yüz yıllık ömrüm ha elli olmuş ha otuz olmuş ne değişir? Ayrıca bu ıstıraplı, acılı, zulümlü, dertli ve çileli dünya olunca, yaşamağa değer mi?!.

Allah yoksa! Milletimiz de bir gün yok olacaksa! Devleti neden yaşatacağız? Osmanlılar yıkılıyormuş, bize ne? Eğer rahat ve huzur içinde yaşayabilme imkânımız varsa yaşarız. Acı çekecek duruma gelince intihar eder ve ölürüz!..

Allah'a inanmayanların bunlara ve bu sorulara verilebilecek aklî bir cevapları yoktur. Mantıklı bir cevap verilemeyince geriye hissî cevap kalıyor. İçgüdülerimiz ölüme direnmeyi emrediyor ve hislerimiz öyle istiyor. Yine iç güdülerimiz çocuklarımızın yaşamasını istiyor, ailemizin yaşamasını istiyor, devletimizin yaşamasını istiyor. İçgüdülerimiz bunlar için mücadele etmemizi ve savaşmamızı istiyor... Allah'a inanmayanlar böyle diyecekler. Çünkü yapabilecekleri başka bir açıklama yoktur.

Dünyaya gelmemiz elimizde değil ama gitmemiz elimizdedir. İntihar edelim ve gidelim. Bu sıkıntılardan ve bu ıstıraplardan kurtulalım. Nasılsa bir gün yok olacağız. Bu yok oluşu bir an önce gerçekleştirelim. Bu dünyanın çilesini çekmeğe değer mi? Evlenmeyelim, hattâ doğan çocuklarımızı da büyütmeyelim! Böylece onların da acı çekmelerini engellemiş olalım! Başkaları onlara acı vermeden biz onların acılarını dindirelim!

Ama Allah insanlara kuru aklın anlayamayacağı duygular vermiş ve düzeni korumuş. İnsanlığın kaderi böyle. Olaylara akıl değil de kader hâkim. Allah insanlara ayrıca öldükten sonra yaşamayı isteme duygusu vermiş ve insanları da buna inandırmıştır. Şimdiye kadar tabiatın yalan söylediği görülmedi. Bu tabiî duygular bizleri Tanrı'nın varlığına ve ölümden sonra dirilmeye inandırıyor. En çok da tabiî çökme ve ölüme yakın zamanlarda bunları daha yoğun olarak hatırlıyor ve yaşıyoruz. Çünkü artık son yolculuğa çok yakınız.

Her şeyimizle îman ve inanca bağlı olan bizler,

ölürken mi Tanrı'yı unutacağız?

O'ndan geldik ve sonunda dönüşümüz yine O'nadır.

Her nefis ölümü tadacaktır.

İslâmiyet;

İnsanda bulunan bütün duyguları tabiî kabul eder. İnsanı asla onları yok etmeye yöneltmez. Onların iyi kullanılmasına yönlendirir. İnsanı azami derecede onlardan yararlandırır. Bu duygulara barajlar yapar ve elektrik enerjisi elde eder.

Cinsî duyguları,

zina yasağı barajı ile evlendirmeye dönüştürür.

Erkeklerdeki aşırı şehveti,

çok evlilikle bütün kadınları koca bulmaya dönüştürür.

Emretme ve itaat etme duygularını,

başkanlık sistemi ve cemaat oluşmasına dönüştürür.

Savaş duygularını,

barışı korumaya ve düzenlemeye dönüştürür.

Allah'a îmanı da,

dünyada hiç ölmeyecekmiş gibi çalışmaya;

yarın ölecekmiş gibi kanaate ve rızaya dönüştürür.

Acaba bu şeriat ve düzenin neresi beğenilmiyor?

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Devlet yıkılırken Osmanlı padişahı

mukaddes taşı İstanbul'a getiriyordu.

 

"VI- HALK'I BATIL İTİKATLARLA MEŞGUL EDEREK DEVLETİN UĞRADIĞI FELAKETLERİ UNUTTURMA SİYASETİ.

Bu arada devletin uğramakta olduğu bütün felaketlere çare olur ve belki halk bu felaketleri unutur düşüncesiyle oldukça başarılı bir çare daha akla gelmiştir ki o da Peygamber'in daha genç yaşlarda ticaretle uğraşırken, Şam'a geldiğinde, kervaniyle bir kale yakınına konmak için inerken ilk ayak bastığı taşı İstanbul'a getirmek... "Bu dar ve buhranlı zamanlarda böyle kutsal bir taş İstanbul'a getirilirse, bir ferahlığa yol açabilir inanışı ile hemen yola çıkarılması Padişahın emri ile Valiye bildirildi... Aslı yoksa bile böyle sayılması, İstanbul'a bu kadar karışık bir zamanda böyle kutsal bir taşın gelmesi elbette uğur ve bereket getirici olmuştur." Bk. Cevdet Paşa Tarihinden Seçmeler, Cilt I, sh. 188.

Bu satırları yazan ve bu inanışta bulunan da,... Cevdet paşadır; O bile kutsal bir taş ile her şeyin iyiye gidebileceğine inanmıştır..."(s. 448)

 

YAŞLANAN TOPLULUK VE MEDENİYET NE YAPAR?

TEVESSÜL, TEVEKKÜL VE ALLAH'A GÜVEN MESELESİ

 

Hastaların ıstıraplarını dindirmek veya çocukları uyutmak için nasıl meşgul edici hareketler yapılırsa; topluluğu da oyalamak, ümitsizlikler içindeyken onu teselli etmek için birtakım efsunlar, tılsımlar, sihirler, falcılıklar, kumarlar, v.s. ortaya konur. Osmanlı padişahlarının çaresizlikler içinde kaldıklarında yaptıkları da işte böyle bir şeydi. Talihsiz yöneticiler, şeriatla ilgisi kesilmiş olan yöneticiler, ilmî çözümlerden mahrum olan yöneticiler; artık çökmekte olan bir imparatorlukta böyle saçma şeylerde tesellî buluyor idiyseler bunu çok görmemek gerekir. Elbette bu konuda bizim asıl suçlayacağımız kimseler ulema sınıfı olmalıdır. Ulema sınıfı içtihat kapısını kapatmış ve ilmi, teorik tartışmalar cenderesine hapsetmiştir. İlmi basite indirgemiş, toplumsal sorunlardan uzaklaştırmış ve öylesine basit tartışmalardan ibaret sayar olmuştur. Ama böyle bir şey yeryüzünde ilk defa oluyor değildi. Daha önce çöküş ve yıkılış dönemlerini yaşayan İskenderiye, Atina, Roma, Bizans ve bugünkü Batı dünyası başkentlerinde de benzer şeyler görülmüş ve yaşanmıştır.

Medeniyet yaşlanınca, halk yeni fikir ve düşüncelere kulak vermez. Uyarıcı ilim adamları çıksa bile, hiç kimse onlara kulak vermez ve görüşlerine itibar etmez. Marifet iltifata tabidir. İltifat olmayınca çözüm üreten ilim adamları yetişmez. Bazı istisnalar yetişse bile ya tepki görürler veya çeşitli oyunlarla dışlanmak suretiyle unutulur giderler.

Görülüyor ki, yaşlanma Müslümanları şeriattan ve Kur'ân'dan uzaklaştırdı. Şeriat ve Kur'ân'dan uzaklaşan topluluk ve devlet de çöküp gitti. Yaşlanmasaydı, içtihadı bırakmaz, içtihadı bırakmayınca da olayları ilmî ve İslâmî olarak ele alır ve çözümler üretirdi. Dikkat edilirse yakın ve uzak tarih veya bütün insanlık ve medeniyetler tarihi için hep aynı şeyleri söylüyoruz, sadece sanıklarımız farklı.

İslâmiyet'te, tabiî ve sosyal kanunlar dışında tevessüllerde bulunma şiddetle yasaklanmış ve sebepler işlendikten sonra Allah'a tevekkül edip O'na güvenme telkin edilmiştir. Tarla ekilecek ve bu konudaki yapılması gereken bütün sebepler işlenecek, ancak ondan sonra 'Allah'ım bize ekin ver' diye dua edilecektir. Çünkü ekinin olması için bu yapılanlar yeterli olmayıp ayrıca ilâhî merhamete yine ihtiyaç vardır. Sonuçlara da kader olarak bakıp rıza göstermek, imtihan kabul edip yeniden işe koyulmak ve sıkıntı durumunda sabretmek gerekir. Çünkü Müslüman başarısızlığı hiçbir zaman başkasına veya Allah'a atamaz. Başarısızlığın kendindeki bir kusurdan ileri geldiğini düşünür ve kendisinde var olan bu eksikliği bulup düzeltir.

Meselâ, cumhuriyet döneminde İslâmiyet'e cephe alınmıştır. Yazar, o karşı koyma ve cephe almanın en açık örneğidir. Ancak suçlu olan onlar değil biziz. Çünkü biz Müslümanlar, İslâmiyet'i doğru anlayıp uygulayamadığımızdan dolayı, başımıza onlar gelmiş. Meselâ, İslâmiyet'te tarihte uygulandığı şekliyle bir halifelik yoktur, ama onun savunması bize düşmüş. İslâmiyet'te saltanat yönetimi uygulanmasaydı, onu savunmak da bize düşmezdi. Osmanlılar çağdaş içtihatlar yapıp yeni bir yapılanmayı gerçekleştirebilselerdi, onları savunmak da bize düşmezdi. Maalesef İslâmiyet ve Kur'ân'ı kavrayamadığımız yetmiyormuşcasına, şeriat ile kanun arasındaki farkı da anlayamamışız. Alternatif sistemimizi getirip uygulayamamışız.

Demek ki Allah bize şu ihtarı yapıyordu; tuttuğunuz yol yanlıştır, düzeltin. İşte biz biraz geç de olsa şimdi o düzeltmeyi yapıyoruz. Kim bilir belki de vakti ancak şimdi gelmiştir. Önce ne gibi hatalarımız varmış diye bakıyoruz. Meseleyi kavradıktan sonra içtihadımızı yeniliyoruz. Böylece içtihadı terkeden medrese zihniyetinden kurtulmuş olarak yeniden İslâmiyet'i anlama ve kavrama imkânı buluyoruz. Günümüzü düşmanlıkla, yıkıcı ve yanlış şeylerle değil; dostluk, kardeşlik, kolaylık, yeni çözümler, yeni bir dünya düzeni oluşturma, yeniden yapılanma gibi yapıcı şeylerle geçiriyoruz.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanlı seçkinleri Osmanlı gemilerine binmezdi,

resim yasaktı.

 

"VII- KENDİNDEN OLAN HER ŞEYE GÜVENSİZLİK DUYAN DEVLET VE AYNI GÜVENSİZLİĞİ ASIL SAYAN TOPLUM.

XVIII ci yüzyıl sonları itibariyle Osmanlı toplumunun devletiyle ve kişileriyle özellik taşıyan diğer bir yönü de TÜRK ile ilgili ne varsa her şeye güvensizlik besleyen tutumu idi. Özellikle biraz okumuş yazmış ve bu nedenle ihtiyatlı olmayı bilen kimseler, Türk gemileriyle seyahat etmezlerdi. Türk gemileriyle eşya da yollamazlardı...(s. 448)

Sadece kişiler değil ve fakat DEVLET dahi kendi gemileri bakımından ayni güvensizliği besler ve yabancı bandıralı gemilerle eşya taşımayı daha uygun ve sağlam bulurdu...

Bu gelenek bugüne kadar uzamıştır sayılabilir. Bugün dahi değişmiş bir şey yok... Örneğin Türk Hava Yolları ile değil de yabancı uçaklarla yurtdışına uçmayı ön plana alır ve çaresiz kalmadıkça Türk uçağına binmez...

Nakliyatı dahi Devletin yabancı gemilerle yaptırması konusunda D'Ohsson'un tarihine bakınız (1791, Vol. IV. Birinci kısım, sh. 218 ve d.)...(s. 449)

Resim mutlak şekilde yasaktı; ister insan resmi olsun isterse hayvan resmi, hiç kimse resim taşıyamaz ve evinde resim bulundurmazdı... Bk. A.g.e., Vol IV, Birinci kısım, sh. 280-2)..."(s. 450)

 

EKONOMİ FERMAN DİNLEMEZ;

ENFLASYON SEBEBİ FAİZDİR

YENİ HAK MEDENİYETİ 'MAL SENEDİ'NE DAYANACAK

 

Ekonomi ferman dinlemez.

Nasıl tabiî kanunları meclisin çıkaracağı kanunlarla değiştiremezsek, ekonomik kanunları da meclis kanunlarıyla değiştiremeyiz. Bu kanun şudur; halk daima en sağlamı ve en ucuz olanı tercih eder. Diğer millî veya dinî duygular bu seçim ve tercihi önleyemez. Osmanlıların gemileri güvensiz idiyse, pahalı idiyse veya başka eksikleri var idiyse, elbette insanlar onlarla seyahat etmeyecek ve varsa başka daha iyi gemileri tercih edeceklerdi. Bu son derece tabiî bir şeydir. Bu alandaki gerilik de Osmanlıların artık çökmek üzere olduklarını gösterir.

Peki, Osmanlılar acaba neden kaliteli mal ve iyi hizmet üretemiyorlardı? Bizler, bu konuları araştırmak üzere çok yönlü bir kooperatif kurduk. Değişik alanlarda üretime giriştik ve sebeplerini öğrendik. Ülkemizdeki ekonomik proplemlerin ana kaynağı fiyat anarşisidir, yani enflasyondur. Maliyet hesapları yapılamıyor. Kâr - zarar bilinemiyor. Kazanmanın yolu ancak hırsızlıkla, sahtekârlıkla, vergi kaçırmakla, kalitesiz mal üretmekle bulunabiliyor. Böylece kaliteli mal üretilemiyor.

Genel olarak zannedilir ki, bu gerilik teknik bilgisizlikten kaynaklanıyor. Oysa bu gerilik teknik bilgisizlikten değil, fiyat ve ücret mekanizmasından doğuyor; bunun kaynağı da enflasyondur; enflasyonun kaynağı da faizdir. Yanlış anlaşılmasın, mesele faizin yasak veya serbest olması değil, bütün mesele faizin bizzat bulunup bulunmamasıdır. Genel kural ve kanun şudur; ne kadar faiz o kadar enflasyon. Bu kanunu hiç kimse değiştiremez.

Batı ekonomisi faize dayanır, tamamen hukukîdir, ama fiilen faiz yoktur veya yok denecek kadar azdır. Bizdeki boşanmaya ve kol kesmeye benziyor. Bunlar hukukta var ama fiiliyatta yoktur. Aksine Osmanlılarda sözde faiz yasaktı ama topluluk faiz içinde yüzüyor ve adeta boğuluyordu. Mağşuş para derdi Kanunî Sultan Süleyman devrinden itibaren başlamış, çökme döneminde ve günümüzde ise her şeyi yok eden azgın bir canavara dönüşmüştür.

İslâmiyet'e göre;

Ekonomiye yasaklamalarla çözüm getirilemez.

Ekonomik bozuklukların temeli faizdir.

Ancak çözüm için faizi yasaklamak değil,

faiz yerine alternatif bir müessese getirmek gerekir.

Siz faizsiz olarak her ihtiyaç sahibine yeteri kadar kredi verirseniz, kim faizli kredi alır? Bu faizsiz kredi sistemi 'tekaruz' ve 'selem senetleri' ile Kur'ân'da tedvin edilmiş, ama bugüne kadar İslâm dünyası bundan hiç yararlanmamıştır. Batı, 'mal senedi' yerine 'para senedi' çıkarmıştır.

Yeni dünya ve yeni hak medeniyeti 'mal senedi'ne dayanacak

ve artık en güvenilir ve en ucuz malı şeriat ehli insanlar üretecektir.

 

*    *   *

 

Yazara göre,

Osmanlı Devleti dış denge ile yaşıyordu.

 

"VIII- KENDİ AKLINA GÜVENEMEYEN OSMANLI DEVLETİ'NİN KURTULUŞ ÇARESİ OLARAK BEL BAĞLADIĞI TEK ŞEY: TANRI İNAYETİ; VE TEK ÜMİDİ: DÜŞMANLARIN BİRBİRLERİNE DÜŞ-MELERİ.

Düşmanlarının birbirlerine düşmelerini dahi Tanrı'nın kendisine acıdığını belirti sayan Osmanlı devleti;

Fransa'nın Mısır'ı eline geçirmek istemesi vesilesiyle Osmanlı devletinin durumunu eleştiren Cevdet Paşa -"Osmanlı devleti, Allah'ın lütfuna ve inayetine sığınmış, düşmanlarının birbirlerine düşmelerinin Allah'ın kendine acıdığına ve koruduğuna belirti saymış, eli böğründe duruyordu." der. A.g.e., Cilt II, sh. 56.

Bilindiği gibi Napolyon, Osmanlı devletinden toprak koparmak hırsından, sırf devletler arası denklem ve denge bakımından vazgeçmiştir...(s. 450)

IX- Osmanlı Devleti'nin Fanatizm'e saplanmışlığı ve ilkelliği nede-niyle XIX cu yüzyılda onunla ilişki kurmayı haysiyet kırıcı gören BATI DEVLETLERİ

Bir İngiliz yazar R.R. Madden, 1862 yılında yayınladığı "The Turkish Empire in its Relations With Christianity and Civilization" adlı kitabında (Londra 1862, iki cilt) "... Eğer İngiliz diplomasisi Frankeştayn örneği bu canavara devamlı olarak destek sağlamamış olsa" Osmanlı devletinin varlığını bir an olsun sürdüremeyeceğini söylüyordu... "Acaba Osmanlı İmparatorluğunu, bütün o fanatik ruhluğuna ve Hükûmet yönetimindeki barbarlığına ve vahşetine rağmen İngiliz altınları ve İngiliz politikasının mahareti sayesinde yaşatmak İngiliz milletinin Şerefiyle ve,... yüksek ahlâk anlayışıyle bağdaşır mı?" (Cilt II, sh. 433)..."(s. 451)

 

GEÇMİŞ VE GELECEKLE İLGİLİ BİR MUKAYESE;

GELECEK KONUSUNDA DÜŞÜNCE VE ÖNERİLERİMİZ

 

Bütün varlıklar, iç ve dış dengelerle varlıklarını sürdürürler. İnsan, her canlı varlık gibi önce gıdasını alır ve sonra da yaşamını sürdürür. İnsanın beslenmesini sağlayan en önemli şey olan gıda dışardan gelir. Sıcaklık ve soğukluk gibi etkiler dışardan gelir. Cansızlar da dahil olmak üzere her varlık, iç ve dış dengelerle varlıklarını sürdürürler. İç denge bir dereceye kadar varlığın kendisinin elinde olsa da, dış denge tamamen devre dışıdır ve varlığın elinde olan bir şey değildir. Meseleyi böyle anlayıp kavradığımızda çok iyi görür ve anlarız ki, gerçekten de dış dengeler olmasaydı ne Osmanlılar olur ve Osmanlı Devleti'ni kurabilirler, ne de Türkiye Cumhuriyeti kurulabilirdi. Osmanlı devleti, dış denge ile kurulmuş ve daha sonra altı asırlık ömrünü de bu denge üzerinde sürdürmüştür. Artık çok yaşlanmış olan Bizans yeni bir devlet bekliyordu. Batı dünyası da henüz geri kalmışlığından kurtulup kendine gelememişti. Kendi iç çekişmelerini, onlarca yıl süren iç savaşlarını ve gruplar arası mücadelelerini sürdürüyordu. Yaşlı Avusturya İmparatorluğu da Bizans'ı alıp yönetebilecek durumda değildi.

Hıristiyan dini dünya işlerini düzenlemiyordu. Kilise sadece ahlâk ve din konusuyla ilgileniyor, dünya işlerinde etkisiz kalıyordu. Osmanlıların elinde ise adil bir şeriat sistemi vardı. Türklerin en önemli özelliği olan 'asker millet' olma gibi çok önemli bir gücü vardı. İşte bu askerlik gücünü değerlendirerek kentleri ve ülkeleri fethediyorlar, daha sonra İslâmiyet'in getirdiği adil şeriat yönetimi ile bu kent ve ülkeleri sevdirerek kendisine bağlıyorlardı. Osmanlılar, başlangıçta Batı dünyasında var olan dengesizlikler ve kendisinde var olan güçlü denge gücü sayesinde, Avrupa ortalarına ve Viyana kapılarına kadar uzanabiliyorlardı. Oysa sonra denge bozuldu ve tersine döndü. Yeni içtihatlar yapılmadığı veya yapılamadığı için şeriat hükümleri eskidi, yeni meseleleri çözemez oldu ve buna bağlı olarak devlet de adil olma özelliğini kaybetmeye başladı. Bu arada Batı dünyası da uyanmış ve millî devletlerini kurmuştu. Yani durum tersine dönmüş, bu sefer de dış denge kurulmuş ama iç denge bozulmuştu. Bu durumda mağlubiyet mukadderdi.

Ne var ki, Allah bu sırada da başka bir denge varetmişti. Bizans'ın dinî varisi olan Ruslar İstanbul, Boğazlar, Anadolu ve Türkiye'ye göz koymuşlar, buraları kendilerinin tabiî hakkı olarak görüyorlardı. Böylece Akdeniz ve sıcak denizlere inmeyi planlıyorlar ve bunu gerçekleştirmek için çalışıyordu. Diğer taraftan bir Akdeniz ülkesi olarak Fransızlar ve İtalyanlar da Anadolu'ya talip bulunuyorlardı. Dünya hakimiyeti için mücadele veren İngilizler, özellikle Boğazlar'ı hiç kimseye bırakmak istemiyorlardı. Almanlar ise, kuzeyli olmanın verdiği güçle bütün Avrupa'yı hakimiyetleri altına almak istiyorlardı...

Avrupa devletleri arasındaki bütün bu çekişmeler nedeniyle Osmanlı İmparatorluğu'nun ömrü belki ikiyüz yıl uzadı ve bu sayede Türkiye Cumhuriyeti kuruldu. Müslümanlar işte bunun için kadere inanıyorlar. Tarihî sosyal gelişme ve dengeler bizi bir yerde bulunduruyor. Kısaca özetlemeye çalıştığımız bütün bu değerlendirmeler, bizim geçmişle ilgili düşünce ve görüşlerimizi içermektedir. Peki, geçmişimiz böyle ise geleceğimiz ne olacaktır?

Gelecek konusunda şöyle düşünüyoruz:

Şu anda bulunduğumuz bu makamımıza lâyık olursak Allah bizlere daha fazlasını verir; lâyık olamazsak elimizde bulunanları da alır. Öyleyse çözüm olarak yapılacak tek şey kalıyor; lâyık olmaya çalışmak.

Haydi gelin hep beraber;

Enflasyonu,

İşsizliği,

Açlığı,

Vergi adaletsizliğini,

Sigorta zulmünü,

İşkenceyi,

Rüşveti

Adaletsizliği

yok edip bütün insanlığa hizmet edecek olan

Adil Bir Düzen kuralım.

İslâmiyet'e göre;

Topluluklar yanlış yola girince Allah onlara birtakım azap ve sıkıntılarla hatırlatmalarda bulunur. Belki uslanır ve uyanırlar diye bir müddet bunları kaldırır. Sonra yine böyle benzer imtihanlarla yine hatırlatmalar yapar. Düzelmemek ve uyanmamakta ısrar ederlerse, en sonunda artık bütünüyle helâk edip yok eder.

Sevr mağlubiyetimiz böyle bir hatırlatmadır.

Lozan anlaşması Allah'ın bir nefes alma lutfudur.

Düzelmezsek, daha ağır darbeler bizleri beklemektedir.

Askerî darbeleri de böyle değerlendirmemiz gerekmektedir.

Akıllanmadığımız sürece

her seferinde daha ağırını dâvet eder olduk.

 

 

 

 

 

 

 


İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
1-BESMELE VE İTHAF
1665 Okunma
2-KAPAKDETAYI
1391 Okunma
3-YAYIN VE REDAKTE KURULU
1347 Okunma
4-EDİTÖRDEN NOTLAR-REŞAT NURİ EROLDAN
1415 Okunma
5-Prof. Dr.ilhan Arsel kimdir?
4252 Okunma
6-TEŞEKKÜR-reşat nuri eroldan
1336 Okunma
7-S U N U Ş-Dr.SÜLEYMAN AKDEMİR
1287 Okunma
8-Ö N S Ö Z-YERİNE DAVET REŞAT EROL
1374 Okunma
9-İÇİNDEKİLER
1236 Okunma
10-CEHALET VE AKILSIZLIK MESELESİ
1440 Okunma
11-MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR
1453 Okunma
12-'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?
1512 Okunma
13-HIRİSTİYAN HAÇLILAR NE YAPTI?
1638 Okunma
14-YENİLİK DÜŞMANLIĞI VE DEMOKRATİK DÜZEY MESELESİ
1295 Okunma
15-İSLÂMİYET'E GÖRE MEDİNE'DEKİ YÖNETİM ŞEKLİ
1860 Okunma
16-İSLÂMİYET VE KUR'ÂN KORKUTUCU DEĞİLDİR
1386 Okunma
17-'İSLÂM DİNİ' İLE 'İSLÂM DÜZENİ' AYRIDIR.
1309 Okunma
18-TÜRKLÜK İRSÎ, İSLÂMLIK KESBÎDİR.
1350 Okunma
19-RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET
1349 Okunma
20-İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR
1387 Okunma
21-İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLER
1327 Okunma
22-İSLÂM DÜZENİNDE RESMÎ DİNÎ KURULUŞ YOKTUR
1333 Okunma
23-İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?
2719 Okunma
24-KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT
1270 Okunma
25-GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR
1369 Okunma
26-KUR'ÂN'IN EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR
1365 Okunma
27-İSLÂMİYET'TE YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YOKTUR
1572 Okunma
28-KAYNAŞMA TÜRKLERE HAS BİR ÖZELLİKTİR
1321 Okunma
29-OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR
1353 Okunma
30-İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR
1301 Okunma
31-İSLÂMÎ SAVAŞLAR TALAN VE DİN SAVAŞI DEĞİLDİR
2275 Okunma
32-İSLÂM DÜZENİNDE SAVAŞA İSTEYENLER KATILIR.
1276 Okunma
33-İSLÂMİYET İDEAL BİR DÜZENDİR
1298 Okunma
34-İSLÂM DÜZENİNDE 'HAKEMLİK SİSTEMİ' VARDIR
1399 Okunma
35-MÜSLÜMAN ALLAH İÇİN SAVAŞIR, KÂFİR TAĞUT İÇİN.
1673 Okunma
36-'MİLLÎ HAKİMİYET' NE DEMEKTİR
1417 Okunma
37-İLMÎ ŞÛRA BAŞKANI İTTİFAKLA SEÇER
1277 Okunma
38-ANKARA MECLİSİ'NİN KURULUŞU ŞERİATA UYGUNDU
1318 Okunma
39-BATI CUMHURİYET SİSTEMİNİN EN BÜYÜK MAHZURU
1297 Okunma
40-İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.
4295 Okunma
41-LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?
1549 Okunma
42-BATI ÇÖKMEKTEDİR BAŞARILI OLAMAYACAKTIR
1323 Okunma
43-ZAMAN YAZILARI-İSLAMI BİLMEK
1299 Okunma