İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
1397 Okunma
OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR

ALTINCI KONU

 

 

"MİLLİYET" VE "YURT"

DUYGULARI MESELESİ

 

 

 

İlhan Arsel'e göre;

1912'de Türklük tedirginlik yapıyordu.

 

"I- Türk'lük bilincinden yoksun Osmanlı Hükümdarları; ve Osmanlı Toplumu:

Osmanlı devleti, Osmanlı Hükümdarları ve Osmanlı toplumu bakımından Türk'lük bilinci diye bir şeyden bahsetmek pek mümkün değildir. Çünkü Türk'lük bilinci her şeyden önce İSLÂMLIK içinde ve ikinci olarak da Osmanlı Hanedanlığına bağlılık duygusu arasında eriyip gitmiştir. Osmanlı Devleti'nin İNSANLARI için TÜRK DEVLETİ diye bir kavram, veya TÜRK TOPLUMU diye bir unsur, TÜRK YURDU diye bir ülke, TÜRK PADİŞAHI diye güç, TÜRK ASKERİ diye bir varlık yoktu. Sadece İSLAM DEVLETİ, sadece İSLAM TOPLUMU (ümmeti Muhammed / Muhammed topluluğu), sadece İSLAM YURDU (Dar-ül İslâm), sadece İSLAM PADİŞAHI, ve sadece İSLAM ASKERİ vardı...

Bu konuda bk. Bernard Lewis, "Turkey; Westernization, (İn "Unity and Varety in Muslim Civilization", Edited by G. E. Grunebaum, 1955 sh. 324)."(s. 669)

 

OSMANLI DEVLETİ'NİN DEVAMI İÇİN ÜÇ GÖRÜŞ.

OSMANLILAR MESELEYİ İSLÂMİYET'E SORMADI.

 

Osmanlıdevleti kurulurken çok açık bir siyasete dayanıyordu. İstilâ ettiği ülkelere güvenlik getiriyor ve yerli halkın rahat yaşamalarını sağlıyordu. Askeri maksatla yaptığı altyapı tesislerinden halkı da yararlandırdığı için ülkeye ekonomik canlılık getiriyordu. Hıristiyanlarla bir uyum içinde ve adeta bir iş bölümü çerçevesinde fetihler yapılıyordu. Yenilmeler başlayınca ve Osmanlı yönetimi bozulunca, gerek Müslümanların ve gerekse gayrimüslimlerin devlete olan bağlılığı sarsılmaya başladı. İç isyanlar ve ayaklanmalar başgösterdi. Kavmiyetçilik Batı etkisiyle yayıldı. Bu durumda devleti ayakta tutmak için ne yapılacaktı?

Bu hususta üç görüş ortaya çıktı:

1-İslâmiyet'i devlet için umde yapalım ve gayrimüslimleri ya tehcir edelim ya da zorla Müslüman edelim. İslâmiyet'e aykırı olan bu Panislâmizm düşünceleri fazla tutarlı görülmedi. Çünkü isyan edip ayaklananlar sadece gayrimüslimler değildi.

2- İkinci görüş ise, Osmanlı Devleti'ni bir Türk devleti yapalım ve diğer kavimleri asimile edelim şeklindeydi. Bu görüş de pek tutmamış ve kabul görmemişti. Çünkü Türkiye'de İslâm nüfusu bile yarıyı geçmiyordu. Türkler ise azınlıktaydılar.

3- Bunlara mukabil Osmanlıcılık görüşü ortaya atıldı. Osmanlı tebaası kaynaşıp bir Osmanlı milleti olsun. Din ve dil farkı gözetmeksizin Osmanlı ideali birliği sağlansın. Elbette bu görüşün de tutarlı bir tarafı yoktu. Çünkü artık insanlar kişilere tapmıyorlardı. Hiç kimse Osman Bey'i Tanrı'nın oğlu olarak görmüyordu.

İşte böylesine devlet ve varlık felsefelerini yitirip şaşkına dönmüş olan Osmanlılar, her üç düşünceye karşı da direniş gösterdiler. Bu görüş ve düşüncelerden herhangi birini benimseyenlerin de, benimsedikleri görüş dertlerine deva olmadı.

İslâmiyet'e göre;

Osmanlılar İngiltere'nin yaptığı gibi imparatorluğu parçalayacak ve her bölgede millî devletler oluşturacaktı. Arada muhacereti serbest bırakacak, böylece imparatorluk çökmeyecek, yumuşak iniş yapacaktı.Hanedan da bu şerefli hizmetinden dolayı tarihe geçecek, böylece çocukları hükümdar olmayacaktı ama mesut olabilecekti.

Meseleyi İslâmiyet'e sormadılar, Kur'ân'a sormadılar, içtihat yapmadılar; sadece kuru akıl ve kötü taklit ile çözüm bulmaya çalıştılar ve işte sonunda akibetimiz bugün içinde bulunduğumuz bu durum oldu. Akıllarına olabilecek tüm yanlışlıklar geldi, fakat her ne hikmetse bunların içinde tek doğru olan 'İslâm Düzeni' yoktu.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlı Hanedanı artık Türk soyundan sayılmazdı.

 

"A- TÜRK unsuruna dayandığı halde adını toplumdan almayan devlet; "Osmanlı Saltanatı ve İslam Halifeliği adı altında kurulu Şirket"; Osmanlı Devleti'nin "Aile Şirketi" olma niteliği; Türk unsurunu kendinden saymayan Padişah.

Devleti var kılan unsur Türk unsuru olduğu halde Osmanlı Devleti'nin Türkle pek yakın bir ilişkisi olmamıştır...(s. 670)

Halifelik niteliği içerisinde Padişah kendisini Devletin asıl kurucu unsuru olan Türk unsurunun değil ve fakat bütün Müslümanların başı olarak görülmüştür...(s. 671)

Osman ailesinin Müslüman olduğunun bile şüpheli bulunduğunu ileri sürenler olmamış değildir. Ünlü tarihçi Gibbons, "The Foundation of the Ottoman Empire" adlı kitabında "Osman'ın Müslüman bir aşirete mensub bulunduğunu belirleyen tarihi deliller yoktur" der. (Oxford 1916, sh. 25)...

Yabancı bir yazarın hesaplamasına göre: "Şayet ORHAN'ın, Türk asıllı (Mogol asıllı) olduğu gerçeğinden hareket edecek olursak ve yine gerçeğe çok yaklaşık bir deyişle diğer Padişahların analarının Türk kanından bulunmadıklarını düşünürsek, ve çocuğun oluşuna baba kadar ananın da ayni şekilde katılmış olduğunu gözönünde tutacak olursak, Orhan'dan sonraki yirmi kuşak uzaktaki Padişah'ın kanında 1/1.000.000 oranında Türk kanı olmak gerekir" der.

Osmanlı Tarihi konularında güvenilir araştırmaları yapan Prof. Lybyer'in bu görüşü için bk. A. D. Alderson, The Structure of the Ottoman Dynasty, (Oxford, Clarendon Press 1956, sh. 91)".(s. 672)

 

TÜRKLER ALDIKLERI ÜLKE HALKI İLE KAYNAŞIR.

İSLÂMİYET'E GÖRE NESEB NASIL AYARLANIR?

 

Türkler, fethettikleri ülkelerde halk ile kaynaşırlar. Yalnız hanedanın değil, halkın da Türklükle ilgisi kalmaz. Anadolu Türklerinin Tatarlara benzememesinin sebebi budur. Basık burunlu ve çekik gözlü değildirler.

İslâmiyet, evlenilen kimse Hıristiyan olarak kalsa da, yabancılarla evlenmeyi meşru saymıştır. Bu konuda böylesine geniş bir tolerans sahibidir. Diğer dinlerde ve inançlarda bu engin toleransı bulmak mümkün değildir.

Ne İslâmiyet'te ne de Türklerde asilzadelik vardır.

Bunun sonucu olarak Osmanlılar hep sonradan Müslüman olan gayri-müslimlerle veya Türk olmayan müslimlerle evlenmişlerdir. Türk beylerinin kızlarını almak için uğraşmamışlardır.

Osmanlılar, genel olarak böyle bir hayat sürdürmüşlerdir. Bütün bunlardan dolayı, gerçekten de Osmanlıların saf kan Türk ırkından olduğu söylenemez. Aslında Anadolu halkından hiç kimse için bu söylenemez.

Bununla beraber genetik bakımından baba kromozomu olan Y kromozomu anadan gelemez. Oysa X kromozomu hem anadan hem de babadan gelebilir. Bu nedenle anaların yabancı olması erkeğin nesebini bozmaz. Dolayısıyla Türk babadan doğan erkekler her zaman Türktür. Bu konuda şüphe ve tereddüt yoktur.

İslâmiyet'te neseb iki şekilde ayarlanır:

Aralarına hiç bir kadının girmediği atalara sahih atalar denmektedir.

Aralarında hiç bir erkeğin olmadığı ve girmediği analara da sahih analar denmektedir.

Aralarında erkek girmiş analar ile aralarında kadın girmiş atalara ise sahih olmayan analar veya atalar denmektedir.

Miras, velâyet ve hıdanede bu bölünmelerin önemi vardır. Bugünkü biyoloji ilmi de bu tasnifi esas almaktadır. Analar için hücre protoplazması, babalar için Y kromozomu belirleyici etken olmaktadır. Bundan dolayıdır ki neseb babaların babalarına izafe edilmektedir. Hıdane hakkı da anaların anasına verilmektedir. Osmanlı Hanedanı'nın nesebi bu bakımdan sahih olup Türktür.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda isimler Arapçalaşmıştı.

 

"Osmanlı Padişahları'nın ve Hanedan mensuplarının TÜRK adı yerine ARAP adı taşımaları geleneği

Osmanlı Hanedanına mensup kişilerin adları eleştirilecek olursa görülecektir ki Orhan ve Ertuğrul gibi bir iki ad hariç genel olarak Türk'e özgü Türk adları yerine Arap (veya Acem) asıllı adlar kullanılmıştır. İmparatorluğun ilk kurucusu Osman'dır. Hanedan'a mensup 250'den fazla Şehzadenin, ve Tahta çıkan Padişahların adları arasında en fazla kullanılanı MEHMED'dir; Arap Peygamberi Muhammed'in adına duyulan özlemden gelme bir alışkanlıkla Hanedan'ın 37 mensubu bu adı, "Mehmed" adını taşımıştır. Bunu AHMED adı izler;...(s. 672)

Hanedan'ı örnek alan millet de, büyük çoğunlukla MEHMED, AHMED, SÜLEYMAN v.s... gibi Arap adlarını benimsemek yoluna gitmiştir; öylesine ki Türk askeri'nin MEHMETCİK olarak sembolize edilmesi gelenek olmuştur.

Bu konuda bk. A. D. Alderson, The Structure of the Ottoman Dynasty, (Oxford, Clarendon Press 1956, sh. 121)".(s. 673)

 

İSİMLER KONUSUNUN DİNİ DAYANAĞI YOKTUR.

TÜRKLER İSLÂMİYET İLE ÇOK İYİ KAYNAŞMIŞTIR.

 

Hz Peygamber, 'güneşin kulu' şeklinde verilen ve putperestliği andıran adları değiştirmiştir. Ama Arapça olmayan İbrani adları değiştirmediği gibi, Selman ve benzeri Farsça isimleri de değiştirmemiştir.

İslâmiyet diğer ülkelere yayılmaya başlayınca, yerli isimlerin yanında Arapça isimler de konmaya başlandı. Osmanlılarda ise bu adeta vecibe hâlini aldı. Müslüman olmak için İslâm adları almak gerekiyormuş gibi bir gelenek oluştu. Hele Osmanlılar zamanında Müslüman olanlar dillerini korumakla beraber, adlarını korumadılar. Meselâ, Türklerin Dursun, Aydın, Karagülle gibi adları da İslâmî kabul edildi. Arnavutlar ve Çerkezler gibi değişik kavimler, Arap veya Türk isimlerini kullandılar. Bugün de Avrupa'da veya dünyada Müslüman olanlar adlarını değiştiriyorlar.

Bu uygulamanın dinî bir dayanağı yoktur.

İslâmiyet;

Kötü mânâları olan adların değiştirilmesini önerir. Ancak bunun dışında kişilerin adlarını kendi dillerinden seçmelerini daha iyi bulur. Böylece kişilerin kavimleri belirlenmiş olur. Tanımada kolaylık gösterir.

Kur'ân;

sizi tanışasınız diye ayrı ayrı kabileler hâlinde yarattık, demektedir.

Dolayısıyla herkesin kabile adını kullanması ve kaynaşması uygun olur.

Bu Türklerin yerlilerle kaynaşması siyasetinin bir sonucudur.

Türkler İslâmiyet ile çok iyi kaynaşmışlardır.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlıların başlangıçtaki yakınlık ve zaferleri

halkın onlara taparcasına bağlanmalarına sebep olmuştur.

 

"B- Osmanlı Devletinde Türk toplumu'nun, kendi benliğini unutacak kertede ve bilinçsizce Osmanlı Hanedanlığına bağlı kalması:

Tarih içerisinde Osmanlı toplumu kadar kendi millî benliğinden sıyrılmış, ve millilik bilincini unutmuş ve geçmişini dahi inkar etmiş ve bütün varlığıyla körü körüne belli bir Hanedan'a bağlanmış bir başka toplum gösterilemez...(s. 673)

XIXcu yüzyılın başlarında Osmanlı ordusunda askeri uzman olarak görev almış bir Fransız teknisyeni, A. de Juchereau de Saint-Denys, "Révolutionà Constantinople" adlı yapıtında (cilt I, sh. 13-16) Osmanlı halkının Osmanlı Hanedanlığına olan bilincsiz bağlılığının ve mutlak inkiyadının nedenlerini.. özetler:

Devlet'in ilk kurucusu olan Osman I, ve ondan sonra gelen ilk Padişah'lar, Orduyu ve askeri kendi aileleri efradı gibi kabul etmişler ve aralarında böyle bir duygu yaratacak şekilde davranmışlardır...

Bundan başka bir de Yeniçeri örgütünün oluşum şekli de Padişah (Hanedan) ile asker (Ordu) arasında böylesine yakın ve sağlam ilişkilerin kurulmasını sağlayacak nitelikte olmuştur...(s. 674)

Yine bunun gibi Devlet'in askerî ve sivil bütün yüksek mevkilerine ve memuriyetlerine getirilen kişiler genellikle Saray mensupları ve Padişah'ın çevresinden olan kimselerdi (iç oğlanları, enderun halkı, v.s...)..."(s. 675)

 

OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR

İSLÂM HÜKÜMDARA İTAAT SİSTEMİNİ GETİRMİŞTİR

 

Osmanlılar, 'hâkim olma' yerine 'hâdim olma' yani hizmet etme ilkesini getirmişlerdir. Osmanlılar, çevrelerini asilzade olmayanlarla oluşturdular ve onlara karşı çok despotik davrandılar. Bunu inkâr etmek mümkün değildir. Ancak halktan uzak kaldılar ama daima halkın saadetine ve huzuruna hizmet ettiler.

Halk her kötülüğü yöneticilerden bilirdi; her türlü iyiliği de hükümdardan bilirdi. Zulme uğradı mı hemen padişaha baş vurur ve karşılığını alırdı. Öyle zamanlar olmuştur ki, halkın sosyal ve tabiî oluşlardan doğan sıkıntıları sadrazamdan bilinmiş ve hükümdarlar bile bile masum sadrazamların başını uçurarak halkı teskin etmişlerdir. İşte Osmanlıların bu siyaseti halkı kendilerine taparcasına bağlamıştır.

Mustafa Kemal bile, İstanbul'a çektiği telgrafta Padişah'tan başkasına güvenmediklerini bildirmişti. Dolayısıyla o da masum başlar istemişti. Osmanlıların çok güçlü olan sadrazamların başını bile hemen alması, onların hanedan olarak çok güçlü hükümdarlar olduklarını kanıtlıyordu. Böylece halk onların gerçekten de çok güçlü olduklarına inanıyordu. Adil olduğuna inanıyordu. İşte Osmanlı Hanedanı'nın yönetimde gösterdiği başarının sırrı da buydu ve bu başarı buradan kaynaklanıyordu.

İslâm düzeninde;

Hükümdara itaat sistemi getirilmiştir.

Çünkü bu itaat onu güçlü ve kuvvetli kılar.

Ancak hakem kararları olmadan masum vezirleri öldürme,

gayri İslâmîdir.

Azl ve nefy hakkı vardır ama ceza verme hakkı yoktur. Başkan dayak da atamaz. Dayak cezaları vardır ama dayak yoktur. Yani İslâmiyet'te muhakemesiz ve kanunsuz dayak yoktur. Sadece anne babaya onbeş yaşına kadar tedip hakkı verilmiştir. Bu hakkın diğer velilere ve vekâleten öğretmenlere tanınıp tanınmadığı ihtilâflıdır.

Onbeş yaşını dolduran kimselere her ne suretle olursa olsun dayak atmak ancak mahkeme kararı ile olabilir. Bu da elbette ancak işlenen bir suçun karşılığında olabilecektir. Başka hiç bir şekilde insanlara dayak atılamaz. Onun yerine 'sürme yetkisi' vardır.

Askerlikte de durum böyledir. Söz dinlemeyen, savaş hâli değilse ihraç edilir. Kişi başka orduya katılabilir. Hiç bir ordu kabul etmezse, o kimse ülkeyi terketmek zorundadır. Yoksa kesinlikle dayak yoktur. Bununla beraber dayağı kabul eden askeri birlikler de olabilir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmcılıktan sonra Osmanlıcılık,

ondan sonra da Turancılık gelişmiştir.

 

"C- Millet olma bilincinden yoksun Osmanlı toplumu; OSMANLILIK ve TÜRKCÜLÜK eğilimleri konusunda

Fakat DEVLET demek müslüman unsur demekti... İSLÂMLIK içinde erimiş ve kendi benliğini yitirmiş bu unsur Padişah'ın kölesi olmaktan daha üstün bir değere ve kerteye kendisini layik bile görmezdi...

Tanzimattan sonra Osmanlılık adı altında bir akım kendisini gösterdi...(s. 675)

Kısa bir zaman içerisinde Osmanlılık akımlarının ve eğilimlerinin bir sonuç vermeyeceği anlaşıldı. Bunun anlaşılması üzerine Birinci Meşrutiyet devrinin sonlarına doğru TÜRKÇÜLÜK adı altında ve milliyetçiliği kapsıyan yeni bir akım başladı...(s. 677)

Türkçülük akımlarının daha sonra ırkçı ve emperyalist şekiller altında (Turancılık, Oğuzculuk, v.s..) geliştiği görülmemiş değildir. Fakat bu gelişmekte olduğu şekiller içerisinde dahi ŞERİATÇILIK zihniyetinden uzaklaşmak akla gelmemiştir...(s. 678)

Layik anlamda millet ve milliyetcilik fikrini getirecek olan Atatürk olacaktır."(s. 679)

 

OSMANLILARIN GAYESİ: 'İLÂY-I KELİMETULLAH'

İSLÂMİYET'E GÖRE, DEVLET NASIL OLMALIDIR?

 

Osmanlılar başlangıçta İslâmcı değildiler. Savaşlar halkı Müslüman yapmak için yapılmamıştır. Osmanlılar, dirliği ve düzeni bozulmuş olan yerleri fethediyor, orada güvenlik sağlıyor, din ve fikir özgürlüğünü getiriyorlardı. Tebliğ yapabilme hürriyetini gerçekleştiriyorlardı. Müslümanlar da, cemaatlar halinde devlet kuvveti kullanmadan ve hiç bir zorlama yapmadan İslâmiyet'e dâvet ediyorlardı.

Bundan dolayı rahatlıkla ve tereddüt etmeden Osmanlıların ana gayesinin 'ilây-ı kelimetullah' olduğunu yani tebliğ serbestliğini sağlamanın olduğunu söyleyebiliriz. Yoksa kimseyi zorla Müslüman yapmıyorlardı. Osmanlı Tarihi incelendiğinde, bunun böyle olduğu açıkça görülür. İstanbul ve Anadolu'da ancak nüfusun yarısının Müslüman olması, diğer dinlere karşı bir zorlama yapılmadığını ispat eder. Osmanlı yönetiminde, İslâm yanında diğer dinler de varlıklarını sürdürmüşlerdir.

 

Fetihler durunca ve ülkeler de bir bir elden çıkmaya başlayınce, İslâmcılık, Türkçülük ve Osmanlıcılık gibi cereyanlar oluştu. Türkiye Devleti kurulunca, Turancılıktan vazgeçilerek Türkçülüğe geçildi. Avrupa'da faşizm çökünce, bu sefer Türkçülük de havada kaldı. Osmanlıcılığı takiben Atatürkçülüğe yöneliş başladı ve hâlen de bu akım varlığını sürdürmeye çalışmaktadır. Bütün bu akımlar ortaya çıkıp her türlü yanlış akım rüzgârları eserken, bir türlü İslâmiyet'in ve İslâm düzeninin ortaya koyduğu ideale gelinemedi. Bundan dolayı da huzursuzluk sürüp gidiyor...

İslâmiyet'e göre devlet nasıl olmalıdır?

Ortak bir idealimiz var, o da 'fikir ve vicdan hürriyeti' ile 'iç ve dış güvenlik' meselesidir. İslâmiyet'e göre devlet budur.

İç ve dış güvenliği sağlayıp insanların istedikleri gibi çalışmalarına ve istedikleri gibi yaşamalarına imkân vermektir. İslâm devletinin ideali budur.

Devletin varlığı için 'ortak bir kültür' ve 'ortak bir dil'e ihtiyaç vardır. Ama devletin idesi ortak kültür değildir. Devletin idesi, 'insan hakları' ve 'insan güvenliği'dir.

İnsan bir devletin içinde yaşamak zorundadır. O devletin varlığını hiç olmazsa mâlen desteklemek zorundadır, buna 'çalışan vatandaş' diyoruz. Devletin varlığını canla başla desteklerse, buna da 'savaşan vatandaş' diyoruz.

Bundan başka ideal aramak beşer tabiatına aykırıdır.

Bu devlet değil de din olursa; dinde zorlama olur.

İslâmiyet'e göre devlet ve dünya düzeni budur.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'ten sonra Türklerde yurt fikri kalmamıştır.

 

"II- Yurtseverlikten yurt sevgisi yoksunluğuna:

Gerçek anlamda Yurt Birliği, Yurt Sevgisi, duygularına yer vermeyen Şeriat Devleti:

A- Şeriat öncesi Türk yaşamlarında Yurtsevgisi duygusu:

Ünlü Arab tarihcisi al-Cahiz'in "Risala fi fazail al - Atrak" adlı kitabını okuyanlar Şeriat sistemine girmeden önceki Türk yaşamlarında yurt sevgisi, yurda bağlılık duygularının ne önemli rol oynadığını izlerler. Bu kitabın İngilizce çevirisi için için bk. C. T. Harley, "Jahiz of Basra to al-Fath Ibn Khaqan on the Exploits of the Turks and the Army of the Khalifate in General" (İn "Journal of the Royal Asiatic Society", 1915, sh. 680-1).

Şeriat düzenine girmeden önce yurt sevgisi ve bağlılığı duygularına sahip olan Türkler Şeriat ile birlikte bu duyguları unutarak İMAN SEVGİSİ ve İMAN BİRLİĞİ ortamına girmişler ve yüzyıllar boyunca sınırları belli bir ülkeyi, bir yurdu savunmak veya geliştirmek düşüncesiyle değil ve fakat belli bir imana bağlı olarak, yurt duygusundan yoksun olarak yaşamışlardır... Ancak Atatürk ile birliktedir ki sınırları belli bir YURT parçası üzerinde yaşamak ve yurt sevgisine sahip olmak bahis konusu olmuştur..."(s. 679)

 

TOPLULUKLAR DOĞDUKLARI YERİ SEVERLER.

İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET VE VATAN VARDIR.

 

Topluluklar, doğup büyüdükleri ülkeleri severler.

Bu yalnız insanlar için söz konusu değildir. Amerikada yumurtadan çıkan balıklar, Avrupada hayat sürdükten sonra ölmek için yine Amerikaya dönmektedirler. Kuşların da böyle vatanları vardır. Ancak insanlığın avcılık dönemlerinde bu vatan fikri gevşemişti. Türkler avcı olduklarından fazla vatancı değildirler. Bunun için kolay göç etmişler ve akınlar yapmışlardır.

Çiftçilik dönemi vatanı kutsileştirdi. Toprak savaşlarını başlattı. Büyük sanayi döneminde bu vatan sevgisi gevşedi. İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra çok zayıfladı ve kitleler halinde işçi göçleri oldu. İslâmiyet'te ise Türklerin devreye girmesiyle savaşçılar için vatan mefhumu zayıfladı. Ama ülke fetihleri devam etti. Çünkü çiftçilik dönemi yaşanıyordu. Bugün ise açık ekonomi gelmiştir.

Günümüzde bir avuçluk yerde kurulan fabrikalar bütün dünyayı sömürebilmektedir. Çünkü üretici ham maddesini satmakta ve mamul olarak almaktadır. Dolayısıyla toprağın kendisine ait olması hiç bir şey ifade etmez. Bütün mahsul sanayicinindir. Sanayiciyi de sermaye gücü kıskıvrak bağladığı için asıl söz bankalarındır. Artık toprak için savaş yapmaya gerek kalmamıştır. Ekonomik sömürü yarışı vardır. Şimdilik bu mücadeleyi Yahudi sermayesi kazanmıştır. Mühür onlardadır.

İslâm düzeninde;

Devletler vardır; vatan da vardır.

Ancak bu vatan sadece 'güvenliğin sağlanması' ve 'farklı hukukun uygulanmış olması' bakımından vatandır. Yoksa ekonomik bakımdan yeryüzünün tümü bütün insanlarındır. Gümrük ve vize yoktur. Hattâ vergi dışında gümrük koyan ülkelerle savaşmak bile caizdir. Transit geçişlere engel olunamaz. Devlet, geçişlere engel olmak için değil, geçişleri sağlamak ve kolaylaştırmak için vardır.

Sermaye emperyalizmini önlemenin çaresi ise uluslararası paranın 'altın' olması, devletlerin 'karşılıksız para' çıkaramamaları ve 'kredilerin tüketici aracılığı' ile üreticiye yani işçiye verilmesi ile sağlanacaktır. O zaman sermaye yine varolacak ve sermaye yine payını alacak, ama sermaye hakimiyeti olmayacak, ateizm emperyalizmi yapılamayacaktır.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

İslâmiyet'te dinî savaşlar vatan sevgisini kaldırdı.

 

"B- Şeriat devletinde YURT (VATAN) anlayışı yerine İman anlayışı:

"Arap Milliyetçiliği ve Türkler" başlıklı kitabımızda da değindiğimiz gibi (Üniversite Matbaası, Ankara 1973, sh. 233 ve d. sh. 358 ve d.) İslâm'ın YURTSEVERLİK ve MİLLİYETCİLİK anlayışı, İslâm'ın Arap'tan gayri unsurları bakımından olumlu sonuç yaratacak nitelikte olmamıştır. İslâm dini, ona bağlı olan toplumlar için sadece ARAB'ın yurtseverliğini ve milliyetcilik duygularını geliştirecek şekilde iş görebilmiştir; Arap'tan gayri müslüman toplumlar bakımından aksine ne YURT duygusu ve yurt sevgisi ve ne de milliyet bilinci sağlayabilmiştir...(s. 679)

Bütün bunlar bir yana ve fakat Şeriat devleti YURT (Vatan) diye bir unsur tanımamıştır. İslâm Peygamberi YURT unsurunu İMAN unsuru ile değiştirmiş ve "YURT SEVGİSİ demek İMAN SEVGİSİ demektir" zihniyetini yerleştirmiştir..."(s. 680)

 

İSLÂMİYET BEŞERÎ BİR DÜZEN GETİRDİ.

BİZ, İSLÂM DEVLETİNİN NE OLDUĞUNU ANLATTIK

 

İslâmiyet'ten önce kavimcilik vardı. Henüz uzak olan devletlerin birbirleriyle anlaşmaları ve kaynaşmaları mümkün değildi. Haberleşme ve ulaşım gelişmemişti. O zamanlar her devlet ayrı bir dünya idi ve çiftçilik döneminde toprak kutsallaşmıştı.

İslâmiyet beşerî bir düzen getirdi.

Artık ayrı ayrı devletler olacak ama bu devletler birleşecek ve kaynaşacaklardı. Toprak sevgisinin yerini 'Allah sevgisi' ve O'nun yeryüzündeki halifesi olan 'insan sevgisi' almıştı.

Muhaceret mukaddes sayılmış ve toprak için boğuşma kaldırılmıştı.

İnsanlık, bugün bu seviyeye henüz gelememiştir. Ancak bir toprağın 'iç ve dış güvenliğini sağlamak' da en büyük ibadet sayılmıştır. Yani toprak sevgisinin yerini 'vatan sevgisi' almıştır. Bir yerin iç ve dış güvenliğini korumak, oradaki insanları özgür kılarak orada adaleti tesis etmek ve hakem kararlarını geçerli yapmak, ibadetlerin en büyüğü hâline gelmiştir. Böylece vatana giren yabancılar da yerliler gibi hak sahibi kılınmış, her türlü ilticalar kesin olarak kabul edilmiştir. Böylece devlet kutsileşmiş ve çıkarcılıktan kurtarılmıştır.

İslâmiyet'te devlet vardır.

İslâm düzeninde devlet vardır.

Devletin görevi, ülkenin güvenliğini sağlayarak halkın refah içinde yaşaması için gerekli olan alt yapı ve kamu hizmetlerini yapmaktan ibarettir. Bu hizmetler yalnız vatandaşlar için değil, gelip geçen yabancılar için de temin edilmiştir.

Ülkenin güvenini sağlayan vatandaşlardır.

Müslim ve gayrimüslim olan vatandaşlardır.

Çünkü savunmaya mâlen ve bedenen onlar iştirak ediyor, ama İslâm ülkesinde güvenlik bütün insanlık için sağlanmıştır. Oraya herkes girer ve güven içinde olur.

Bundan dolayıdır ki İslâm devleti demek;

a) Her türlü giriş ve çıkışların serbest olduğu,

b) Vize ve gümrüğün bulunmadığı bir devlet demektir.

Çünkü yeryüzünün her yeri sadece birilerinin değil, bütün insanlarındır.

Artık bu izahlardan sonra 'İslâm devletinin ne olduğu?' anlaşılmıştır. Bu düşünceler henüz Batı dünyası için hayaldir, ama İslâm devletleri bu felsefe üzerinde oturmuşlardır ve gelecekteki İslâm devletleri de bu felsefeye dayanacaktır.

İşte 'şeriat devleti' budur.

İslâm devleti ve İslâm düzeni budur.

Yazarın iddia ettiği saçmalıklar ve saptırmalar değildir

Değerli Okuyucu!

Bu devlet düzenini beğenip beğenmeme elbette sana aittir. Ama bu düzenin ne olduğunu iyi bilmen gerekir. Gerçekleri çarpıtıp saptıranların sahte resimleriyle değil, İslam manzarasının her karesini ve yedi rengini bizim anlattığımız şekliyle ve gerçek güzelliği ile bilmen gerekir.

İşte bunun için bu güzelim gerçekleri sizlere anlatıyoruz.

Anlatıyoruz ve aynı zamanda anlaşılmasını diliyoruz.

Çünkü anlaşılması uygulamanın da başlangıcıdır.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Mekke, Medine ve oraları ziyaret

Müslümanları büyülemiştir.

 

"1- Müslüman için gerçek Ülke-Mekke ve Medine, Müslüman Türk için Medine'yi kendi öz yurdundan daha kutsal ve değerli kılmanın yolu.

Her ne kadar "Vatan yok iman var" demek suretiyle fiziki sınırlar dışındaki birliği ve dolayısiyle "Dar-ül Harp" dünyasına karşı sonsuz savaşları öngörmüş ise de, ve yine her ne kadar "Memleketler (Tanrının) yarattığı yerler, insanlar da (Tanrı'nın) kullarıdır. Nerede huzur bulursan orada otur" diye öğütte bulunmuş ise de Arap peygamberi Muhammed'in asıl dileği MEDİNE'yi ülkelerin en üstünü, en faziletlisi göstermek ve her Müslümanı (daha doğrusu Arapları) orada toplamaktı...(s. 680)

Daha başka bir deyimle Mekke ve Medine birer arap kentidir...

Bütün bunlardan başka Mekke'yi ve Medine'yi ziyaret etmenin ve hac farizesini yerine getirmenin ve Kâbe'yi tavaf etmenin kişi'ye pek çok çıkarlar sağlayacağı da bilinmektedir...(s. 681)

Evet şimdi anlaşılıyor değil mi neden Osmanlı Padişahları, yüzyıllar önce kendi öz halklarını aç ve sefil bırakırcasına kefelerle altını, hem de büyük merasimlerle Medine'ye yollarlardı. Ve yine şimdi anlaşılıyor değil mi neden bu yoksul halk, yüzyıllar boyunca ve, hala bugün,... Hac yollarında ser sefil ölmeyi göze almışlardır ve almakta daha kimbilir ne kadar devam edeceklerdir..."(s. 682)

 

İSLÂM ÜLKELERİ BÜTÜN İNSANLAR İÇİNDİR.

MEKKE BEŞERİYETİN KALBİ MESABESİNDEDİR.

 

İslâmiyet, bütün İslâm ülkelerini bütün insanlar için yurt yapmakla beraber, yabancılar oranın savunmasına katılmadıkları için o topraklar üzerinde taşınmaz elde edemezler ve oranın hukukunu oluşturmada yetkileri yoktur. Tüm mevzuata ve yönetime uymak zorundadırlar.

Bir ülkeye girmek için oranın vatandaşlarından her hangi birinden izin almak zorundadırlar.

Böylece yine de girip çıkmalar kısıtlanmış olmaktadır.

Bu uygulamadan sadece Mekke istisna edilmiştir.

Mekke, bütün insanların serbestçe girip suçlu da olsalar çıkıncaya kadar cezalanmadıkları bir yerdir. Oranın kendine has serbest hukuku vardır. İşte bu hürriyet ve ma'şeri hava insanlar için saadet kaynağı olmaktadır. Milyonlarca insan Hac ziyaretini yapmaktadır. Burası adeta bütün beşeriyetin kalbi olmaktadır.

İslâmiyet'e göre;

Bizim bugünkü Mekke'nin statüsünü vermemiz yani yeniden düzenlememiz gerekmektedir. Her konuda olduğu gibi bu konuda da genel görüşlerimiz vardır. Mekke merkezinin insanlık açısından statüsünün nasıl olacağı ile ilgili ilk ve ön içtihatlarımızı daha önce arzetmiştik.

Bundan dolayı burada ayrıca üzerinde durmayacağız.

Bu konu üzerinde İslâm ulemasının ortak çalışması sonucunda içtihatlar ve icmalar üretilmesi gerekmektedir. Ulemayı bu yönde düşünmeye ve çalışmaya dâvet ediyoruz. Artık bu çalışmaların başlaması gerekmektedir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Türkler kendilerini İslâmlıkla unuttular.

 

"2- Milliyet Duygusu yoksunluğu da ayni nedenle:

YURT SEVGİSİ duygularından yoksun Şeriat halkları ve özellikle Türkler için milliyetçilik'de bahis konusu olmamıştır. İslâm'a girdikten sonra yüzyıllar boyunca TÜRK'ler TÜRKLÜK bilincini tamamiyle unutarak Müslümanlık ve daha doğrusu Arablık bilinci içerisinde yoğurulmuşlar ve bu nedenle TÜRKLÜK niteliği ile ilgili ne varsa her şeyi unutmuşlardır...

"Le Bolshevisme et l'İslam" başlığı altında Rusya'da yaşayan Türklerin yaşamlarıyla ilgili yazısında Joseph Castagne Bolşevik rejimine dahil Kırgızların, Tatarların, Özbeklerin ve Türkmenlerin kendi özel kültürlerini ve geleneklerini ve benliklerini tamamiyle unuttuklarını ve sadece ŞERİAT ruhunda birleştiklerini belirtir. Bk. Joseph Castange, "Le Bolshevisme et l'Islam", ('Revue du Monde Musulman', Volume LI, Octobre 1922, sh. 38)."(s. 682)

 

MÜSLÜMAN TÜRKLER TÜRKLÜĞÜ KAYBETMEDİ.

TÜRKÇE MEDENİYET DİLİ OLMAYA ELVERİŞLİDİR.

 

Eskiden her ulusun bir dini vardı. Bu ayrı tanrı şeklinde ortaya çıkar veya ayrı peygamber olarak tedvin edilirdi. Henüz sosyal gruplar oluşmamış, henüz lâiklik doğmamıştı.

Oysa İslâmiyet'in ortaya gelmesi ile siyasî akilelerin teşkili, sonraları Kur'ân'ın hükümleri içinde medrese, tekke ve âhî teşkilâtlarının doğması ile sosyal gruplar oluştu ve yönetimin tekkelere, medreselere ve loncalara karışmaması ile lâiklik gelişti. Ulus ortadan kalkmadı. Ancak ulus, beynelmilel olan, ilim, din, iktisat ve siyasetten oluşan medeniyet ile değil, dil, sanat, teknik ve örf ile oluşmaktadır.

İslâmiyet'i kabul eden bütün Türkler, birbirleriyle analaşabilecek kadar Türkçeyi korumuşlardır. Oysa Hıristiyanlaşan Finler ve Macarlar, bugün birbirleriyle ve değer Türk boyları ile anlaşamamaktadırlar.

O halde Türklüklerini İslâmlaşan Türkler değil;

İslâmiyet'i kabul etmeyen Türkler kaybetmişlerdir.

Bugün Anadolu'da rahatlıkla bir Türk devleti oluşabiliyor ve Türkçeyi devlet dili olarak kullanabiliyorsa; bu durum tüm Orta Asya ülkelerinde de geçerlidir. Bunun sebebi, İslâmiyet'in kavimleri Araplaş-tırmamasından ileri gelmektedir.

İslâmiyet;

Arapça öğrenmeyi teşvik eder.

Herkes Kur'ân okumayı bilir ve Arapça kelimelerin mânâlarından kısmen haberdardır. Hiç kimse başka dil bilmekten  men edilemez.

Osmanlıcanın Arapça ve Farsça kelimeleri kullanması, Türkçenin medeniyet dili olmamasından ileri gelmiştir. Bütün Batı devletleri de Latince kelimeler kullandılar. Hem de kendi dillerini bozarak Latinceleştirdiler.

Osmanlılar ise Arapça ve Farsça dillerinin kelimelerini kendi dillerini bozmadan kullandılar. Dilin yapısını bütün sağlıklı yönleri ile korudular. Dil kurallarına asla dokunmadılar. Türkçe kelimelerini, Arap veya Fars diline göre birleştirmediler.

Bugünkü Batı dilleri kuralsız dillerdir.

Türkçe ise henüz kurallı olan sağlam bir dildir.

Medeniyet dili olmaya ve daha çok gelişmeye elverişlidir.

Oysa Batı dilleri bu kabiliyette değildirler.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Türkler dini inancın yanında

kadın namusu uğruna da savaştılar.

 

"III- Millî Duygulardan Yoksunluğun Sonuçları: Askeri bile Savaş'a sürüklerken yurt savunması adına değil ve fakat cennet vaadleri ya da kadın düşmanlığı ve talanlar adına davranma usulleri:

Osmanlı devletinde millî'lik duygusu öylesine yoktur ki askeri savaşlara sürüklemenin başlıca yolları ya Kur'an ve Hadis hükümleriyle belirlenen din adına cihad teşviklerine girmek ve bunu yaparken askere Tanrı'nın ve Muhammed'in cennet vaadlerini hatırlatmaktır. Ya askerde en ilkel nitelikte bulunan duyguları yani talan ve yağma umutlarını tahriktir. Bu kategoriye sokabileceğimiz bir diğer tahrik aracı da kadın düşmanlığı temasını işlemek olmuştur...(s. 683)

Cevdet Paşa şöyle der: "Düşman tedbirli planlı, bizimkiler kararsız, dağınık... Kumandanlar cahil, asker çapulcu, mukadder hezimet, belli yenilgi gecikmedi."

Osmanlı Padişahı'nın "eksik etekli" deyimiyle nitelendirdiği Rus Çariçesi Katerina karşısında bozgun üstüne bozgun, kayıp üstüne kayıp..."(s. 684)

 

KADIN VE ERKEK ARASINDA İŞBÖLÜMÜ.

İSLÂM DÜZENİNDE VE SAVAŞTA KADIN.

 

Allah insanı yarattı. Bu insan, diğer bütün canlılar gibi eşleşerek çoğalmak zorundadır. Diğer canlılardan farklı olarak, insanın yetişme çağı çok uzun sürmektedir. Çünkü kendi iradesiyle hareket etmeyi öğrenmek zorundadır. Ayrıca zayıf beden yapısı nedeniyle yaşama zorlukları içindedir. Yiyeceğini, giyeceğini, yuvasını, yuvasının ihtiyaçlarını ve taşınmayı zor yapabilmektedir. Bunu ancak dayanışma ve işbölümü içinde başarabilmektedir.

Kadın, bu dayanışma ve işbölümü çerçevesinde, ev işlerini, evin yönetimini, çocuk doğurmayı ve büyütmeyi yüklenmiştir.

Erkek ise, nafaka temin etmeyi ve savunmayı yüklenmiştir. Kadını ve çocukları savunmak, onların varlıklarını ve iffetlerini muhafaza etmek, erkeğe aittir. Bu durum, işbölümü gereği böyledir.

Bizim köylerde bir kadın rızası ile başka erkekle birleşse bile, kadına ceza vermezler. Oysa bu işi yapan erkeği öldürürler. Çünkü onlara göre, kadının iffetini beklemek ve korumak erkeğe aittir. Kadın çocuk doğurmak ve onu büyütmekle yükümlüdür. Bu anlayış, İslâmî olmamakla beraber, insan fıtratını ortaya koyması bakımından zikre değerdir.

Erkekler, tek başlarına işte bunu başaramadıklarından, yani özellikle savunmayı ve nafaka temin etmeyi gerçekleştiremediklerinden dolayı, devlet kuruyor ve hep birlikte ordularla bunu başarıyorlar.

İslâm düzeninde;

Savaş dışı namuslu kadınları köle edinmek ve alıp satmak yoktur. Bir kadının bir doğurma devresi içinde bir erkekten fazlasıyla cinsî ilişki kurmak da yoktur. Savaşta elde edilen kadınlarla da, savaş bitip esirler kitle olarak paylaşılmadan cinsî ilişki kurmak yoktur. Savaş sonunda belki de o kadınlar serbest bırakılacak, belki de zımmî hâle getirilecektir. Köle yapılsalar bile, kimin kime düşeceği belirsizdir.

Ancak eğer kişinin payına düşerse, o zaman da onu ya kendisine akraba yapar ve artık onunla cinsî ilişki kuramaz. Satsa veya azletse de, bu akrabalık devam eder. Veya kendisine cariye yapar ki, o zaman da eşi gibidir. Eşinden farklı olarak, sadece ona hizmet ettirme hakkı vardır. Oysa hür kadının böyle hizmet etme mükellefiyeti yoktur. Hür kadın mirasçı olur, cariye olamaz.

Oysa şimdiki savaşlarda müstevli askerler zorla kadınların ırzına geçmekte, belki kendisinden hamile olan kadınları öldürmekte ve aynı zamanda evlat katili olmaktadır. Hak düzeninden uzaklaşan insanoğlu insanî değerlerini de yitirmektedir.

İslâmiyet ise din ve düzen olarak bütün bunları önlemiştir.

Savaş hâli bile olsa, izin vererek en çok dört ayda bir kişileri eşleriyle buluşturmaktadır.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Ulus olamayan topluluk devleti yaşatamaz.

 

"Milli'lik duygusu yoksunluğu Devlet'i yok olmağa kadar götürmüştür.

Osmanlı devleti'nin TOPLUM unsuru (beşeri unsuru) hiç bir zaman gerçek anlamda MİLLET niteliği içerisinde oluşmamıştır. Oluşmaması nedeniyledir ki ne demokrasi yönünde gelişmesi ve ne de hatta devlet olarak yaşaması mümkün olmuştur. Birbirine yabancı, birbirine adeta düşman, birbirinden kopmuş çeşitli unsurların meydana çıkardığı bu toplum içerisinde millî birlik duygusu diye bir şey hiç bir zaman var olamamıştır. Olamayışının nedeni de devletin DİN devleti olması ve Şeriat hükümlerine göre farklı din ve inançtakilerin devletin unsuru olarak iş göremeyecek şekilde farklı ve ayrı statüye bağlı kılınmalarıdır.(s. 684)

Gerçekten de Şeriat esaslarına göre müslüman unsurların müslüman olmayan unsurlarla beraber, iç içe, ve karşılıklı sevgi ve saygı duygularına sahip olarak yaşaması mümkün değildir. Şeriat bunu doğrudan doğruya yasaklamıştır, ve bu yasak Arab peygamberi'nin kendi yaşadığı devirlere ve onun verdiği veya Tanrı'dan nakleder göründüğü emirlere dayatılmıştır..."(s. 685)

 

 

DEVLET, ULUSUN ÜLKEDE HAKİMİYET KURMASIDIR.

DEVLET KAVMÎDİR VE NÜFUSU 30 - 100 MİLYONDUR.

 

Biz devlete, bir ulusun edindiği bir ülke üzerinde hakimiyetini kurmasıdır, diyoruz.

Osmanlılar, ulus devletini değil uluslararası bir imparatorluğu kurmuşlardır. Bütün imparatorluklar önce bir kabile teşkilâtı olarak ortaya çıkar. Gelişir ve bir ulusa dayalı devlet olur. Başka devletleri içine katarak imparatorluk hâline gelir. Daha sonra parçalanır ve ayrı devletlere dönüşür. Sonra yine parçalanır ve beylik olur. Başka bir kabile bunları birleştirir ve devlet yapar, yine imparatorluğa dönüşür. Bu böyle devam eder.

Emevîler, Abbasîler, Selçuklular, Osmanlılar hep aynı akıbete uğramışlardır. Batı dünyasında da aynı değişmeler olmuştur. Bununla beraber bazı devletler imparatorluk aşamasına gelmeden dağılırlar. Bazı devlet ve imparatorluklar komşuları tarafından paylaşılırlar.

Osmanlı İmparatorluğu, Orhan Bey zamanında beylik iken, Bursa'nın fethi ile devlet aşamasına gelinmiştir. Fatih zamanında imparatorluk olmuştur. Alınan sıkı tedbirler nedeniyle imparatorluk parçalanmamış, zamanla komşuları tarafından yavaş yavaş koparılarak küçültülmeye başlanmış, Birinci Dünya Savaşı sonunda dağılmıştır. Anadolu dışındaki topraklar önce Avrupalılarca paylaşılmış ise de, zamanla sözde de olsa, savaşsız bağımsızlıklarını kazanarak ayrı devletler olmuşlardır. Bu sözde bağımsızlıklar da, ancak İkinci Dünya Savaşı sonunda ortaya çıkmıştır. Sovyet sınırları içinde kalan Kırım Hanlığı ise, bu kadarcık bağımsızlığı Sovyet camiası içinde bile elde edememiş ve o topraklar zamanla Ruslaştırılmıştır.

 

İslâm düzeninde devlet kavmîdir.

Nüfusu 30 milyon ile 100 milyon arasında olmalıdır.

Devlet, dış güvenliği sağlamakla yükümlü olan bir kuruluştur.

İç güvenliği iller sağlar ve devlet illerin iç işlerine müdahale edemez.

Adaleti bucaklar sağlar ve

İller de bucakların iç işlerine müdahale edemez.

İslâm düzeninde imparatorluk yönetimi yoktur.

Devletler birleşerek bir ortak pazar kurabilirler.

Tüm insanlık ise yeryüzünün ortak hâkimidir.

Devletler arası hakemlik müessesesi vardır.

Ancak yaptırım gücü sadece savaş olup ortak yaptırım gücü yoktur.

İlmî, dinî, meslekî, hattâ siyasî merkezler yeryüzünde birlik sağlarlar.

Bir dine mensup olanlar her devlette bulunacağından yeryüzü din bakımından adeta yek vücut olur. Uluslararası şirketler de bunları sağlar. Aynı görüşlü siyasi partiler de kendilerine merkezler oluşturabilir. İllerdeki siyasi partilerin devlet merkezinde ortak başkanları bulunduğu gibi bunların da ortak başkanları olabilir. Ancak bunlar bir araya gelerek dünyanın başkanını seçemezler, dünyayı tek devlet hâline getiremezler.

Böylece hem yeryüzünde birlik sağlanır;

hem de merkezî despotizm doğmamış olur.

Savaş ortadan kalkmaz ve insanlık canlılığını korur.

 

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Osmanlılar ulus olamadığı için devlet de olamadılar.

 

"IV- Şeriat Devleti'nde H A L K (veya M İ L L E T) Devleti Oluşturan veya Devletin Temeli Sayılan Bir Unsur Anlamında Sayılmamıştır.

Şeriat devleti'nin MİLLET halinde oluşmuş bir toplum unsuru yoktu ve olamamıştır. Olamadığı içindir ki Şeriat devleti gerçek anlamda DEVLET niteliğine bürünememiş, bir aşiret devleti havası içerisinde yönetilmiş ve bu nedenledir ki demokratik gelişmeler içine girememiştir.

Kamu hukuku derslerinde belirtildiği üzere toplum millet olacak şekilde olgun-laşmamış ve millî bilinç ortamına sahip olamamış ise devleti yapacak kerteye gelmemiş demektir."(s. 685)

 

ANADOLU HALKI ULUS OLMUŞ VE DEVLET KURMUŞ.

İSLÂMİYET'E GÖRE DEVLETLERİ ULUSLAR KURAR.

 

Osmanlılar, tarihin en eski ve kalabalık ulusu olan Türklere mensup bir beylik idi. Bu beylik kendi ulusunun topraklarında devlet kurmadı. Aksine yaşlanmış olan Bizans İmparatorluğu'nun topraklarını fethederek büyüdü. Adeta Bizans'a varis oldu ve onun topraklarına yerleşti. Ne var ki, Bizans batıdaki topraklarının bir kısmını Avusturya İmparatorluğu'na kaptırmıştı. Bundan dolayı bu imparatorlukla da savaşmak zorunda kaldı. Kuzeydeki Rus Çarlığı da Bizans topraklarına varis olmak istiyordu. Bu sebeple daha sonraki asırlarda çatışmalar oldu.

Osmanlı Devleti, bir ulusu oluşturacak kadar bir zamanı bir ülkede geçirmedi. Ayrıca Türklerin kaynaşma ilkesi ve İslâmiyet'in asimilasyonu yasaklaması sebebiyle, Osmanlıların tek ulus hâline gelmesi mümkün olmamıştır. Ama sonunda bir Türkiye ortaya çıkmış ve gerçekten bir ulus olabilmiştir. Dış kışkırtmalarla gelişen ve artık bir kangren hâlini alan Doğu olayları da yatıştırılırsa, nüfusuyla ve ülkesiyle Türkiye ideal bir devlet olacaktır.

Devlet, her zaman tarihi ömrünü tamamlayınca yıkılır. Ne var ki, eğer halkı ulus hâline gelmişse, o topraklar üzerinde yeni devlet kurulur.

Selçuklulardan hemen sonra Osmanlıların kurulması, Anadolu halkının bir millet olduğunu gösterir.

İmparatorluğun yıkılmasından sonra Türkiye Cumhuriyeti'nin kurulması, Anadolu halkının bir ulus olduğunu kanıtlar. Bir hanedan ise hiç bir yerde ve hiç bir zaman ulus olamaz. İmparatorluk da tek ulus olamaz.

İslâmiyet'e göre;

Devletleri uluslar kurar.

Yönetim bozulunca devlet yıkılır.

Savaşlar sonunda veya savaş dışı güçlerle,

Topluluk yeni kan alır ve yeni devlet kurulur.

Türk işçileri Almanya'da böyle bir dinamizm getirmişlerdir. Böylece Almanya'da değişik ırkların yaşamasına imkân sağlanmış ve İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra güçlü bir devlet olmuştur. İki Almanya'nın birleşmesiyle de bağımsız devlet hâline gelmiştir.

Avrupa Ortak Pazarı, tek devlete dönüşmezse İslâmîdir; tek devlete dönüşürse irticai bir hareket yapmış olur. Çünkü devlet kavmîdir.

 

*    *   *

 

 

 

 


İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
1-BESMELE VE İTHAF
1721 Okunma
2-KAPAKDETAYI
1444 Okunma
3-YAYIN VE REDAKTE KURULU
1394 Okunma
4-EDİTÖRDEN NOTLAR-REŞAT NURİ EROLDAN
1465 Okunma
5-Prof. Dr.ilhan Arsel kimdir?
4372 Okunma
6-TEŞEKKÜR-reşat nuri eroldan
1389 Okunma
7-S U N U Ş-Dr.SÜLEYMAN AKDEMİR
1340 Okunma
8-Ö N S Ö Z-YERİNE DAVET REŞAT EROL
1424 Okunma
9-İÇİNDEKİLER
1281 Okunma
10-CEHALET VE AKILSIZLIK MESELESİ
1496 Okunma
11-MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR
1502 Okunma
12-'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?
1561 Okunma
13-HIRİSTİYAN HAÇLILAR NE YAPTI?
1687 Okunma
14-YENİLİK DÜŞMANLIĞI VE DEMOKRATİK DÜZEY MESELESİ
1350 Okunma
15-İSLÂMİYET'E GÖRE MEDİNE'DEKİ YÖNETİM ŞEKLİ
1912 Okunma
16-İSLÂMİYET VE KUR'ÂN KORKUTUCU DEĞİLDİR
1432 Okunma
17-'İSLÂM DİNİ' İLE 'İSLÂM DÜZENİ' AYRIDIR.
1360 Okunma
18-TÜRKLÜK İRSÎ, İSLÂMLIK KESBÎDİR.
1401 Okunma
19-RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET
1395 Okunma
20-İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR
1442 Okunma
21-İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLER
1376 Okunma
22-İSLÂM DÜZENİNDE RESMÎ DİNÎ KURULUŞ YOKTUR
1387 Okunma
23-İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?
2788 Okunma
24-KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT
1322 Okunma
25-GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR
1414 Okunma
26-KUR'ÂN'IN EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR
1414 Okunma
27-İSLÂMİYET'TE YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YOKTUR
1625 Okunma
28-KAYNAŞMA TÜRKLERE HAS BİR ÖZELLİKTİR
1370 Okunma
29-OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR
1397 Okunma
30-İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR
1349 Okunma
31-İSLÂMÎ SAVAŞLAR TALAN VE DİN SAVAŞI DEĞİLDİR
2335 Okunma
32-İSLÂM DÜZENİNDE SAVAŞA İSTEYENLER KATILIR.
1322 Okunma
33-İSLÂMİYET İDEAL BİR DÜZENDİR
1350 Okunma
34-İSLÂM DÜZENİNDE 'HAKEMLİK SİSTEMİ' VARDIR
1452 Okunma
35-MÜSLÜMAN ALLAH İÇİN SAVAŞIR, KÂFİR TAĞUT İÇİN.
1730 Okunma
36-'MİLLÎ HAKİMİYET' NE DEMEKTİR
1463 Okunma
37-İLMÎ ŞÛRA BAŞKANI İTTİFAKLA SEÇER
1329 Okunma
38-ANKARA MECLİSİ'NİN KURULUŞU ŞERİATA UYGUNDU
1364 Okunma
39-BATI CUMHURİYET SİSTEMİNİN EN BÜYÜK MAHZURU
1345 Okunma
40-İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.
4384 Okunma
41-LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?
1607 Okunma
42-BATI ÇÖKMEKTEDİR BAŞARILI OLAMAYACAKTIR
1372 Okunma
43-ZAMAN YAZILARI-İSLAMI BİLMEK
1352 Okunma

© 2024 - Akevler