İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
Süleyman Karagülle
1566 Okunma
'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?

 

 

BEŞİNCİ KONU

 

 

AKILSIZLIK MESELESİ

(DEVAM)

 

 

 

İlhan Arsel'e göre;

Kadere iman Muhammed'den başlamıştır.

 

"AKILSIZLIKTAN UZAK KALMANIN SONUÇLARI (Devam)

Geçmişten ve Felaketlerden ders almak yerine her şeyi KADER'e yorma ve devleti bu şekilde yönetme geleneği.

Devlet yönetiminde AKIL yerine ŞERİAT'ın KADER felsefesi egemen olursa hiç bir olay, hiç bir felaket topluma DERS işini görmez. Osmanlı devleti için durum bu olmuştur. Fakat bu gelenek Osmanlılara Şeriat sisteminin bir armağanı olarak geçmişten miras kalmıştır; çünkü Şeriat toplumlarının tarihinde başarısızlıklardan ve felaketlerden ders almak, felaketlerin nedenlerine eğilmek ve hataları düzeltmek diye bir şey olmamıştır. Daha Muhammed zamanında bu gelenek kurulmuştur.

Uhud savaşında yenilen Muhammed'in kendi taraftarlarına bunu "imansızlığın" veya yeteri kadar kendisine bağlanılmamışlığın sonucu gibi gösterip eğer İMAN'a sarılınacak olursa ilerde başarılar kazanılacağını söylemesi bu tutum ve davranışın ilk örneklerindendir."(s. 452)

 

'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?

İSLÂMİYET 'KADERCİ' VE 'İRADECİ'DİR.

 

Kader, 'ölçü' demektir.

Kâinatta tabiî ve sosyal olaylar sayı olarak birbirine bağlıdır. Yani hiç bir olay yoktur ki başka bir olayın sonucu olmasın. Bu olaylar da birbirlerine miktar yani ölçülerle bağlıdır. Bu ölçüleri ve bu ilişkileri hiç kimse değiştiremez. Oysa eskiden insanlar, tanrıların veya gizli güçlerin bu olayları gelişigüzel istedikleri gibi yönlendirdiklerini zannederdi. Yani insanlar determinizmi kabul etmiyorlardı.

İslâmiyet, hiç kimsenin değiştiremiyeceği ilâhî bir başka deyişle tabiî ve sosyal kanunlar olduğunu ortaya koydu ve buna inanmayı da Müslüman olmak için şart koştu. Peki, melekler de dahil olmak üzere, insanların yapabilecekleri bir şey yok mu? Var; tabiî ve sosyal kanunları kullanmak; tabiî ve sosyal kanunlara komuta etmek; onlardan en iyi şekilde yararlanmak. En iyi kullanmasını ve yararlanmasını bilen başarılı olur.

Buna da 'irade' denmektedir.

Kaderin bu manası, bugün bütün ilimlerce sabit olup kimse tarafından inkâr edilmemektedir. Kaderin bu manasını getiren İslâmiyet, insanlığa bir mucize getirmiş oluyordu. Tabiî ve sosyal kanunlar vardır. Biz aklımızı kullanarak onlara uyar ve onlardan yararlanırız, o tabiî ve sosyal kanunlara komuta ederiz; planları değiştiremeyiz. Biz kanat takıp uçabiliriz, ama yer çekimi kanununu değiştiremeyiz.

Kaderin başka bir manası daha vardır, o da insan için geçmiş olan her şey kaderdir. Çünkü bundan sonra asla ona müdahale edemez ve değiştiremez. Bundan dolayı geçmişi gelecek için alacağı kararlara yardım olsun diye öğrenir, yoksa asla geçmişi değiştirmeyi düşünmez. Çünkü hiç kimsenin buna gücü yetmez. Bilgisayarda hata yaparsan geri alır düzeltirsin, ama hayatta geri alma yoktur.

Buna mukabil geleceğe tabiî ve sosyal kanunlar içinde yön verme bize aittir. Geleceğimiz de irademize bağlıdır. Geçmişimiz için kadere rıza gösterme durumunda olduğumuz için de sonuç ne olursa olsun ümitsiz hallerde bile irademizi olmasını istediğimiz yönde kullanırız. Kanserden ölecek olan hastanın son nefesine kadar tedavisiyle uğraşır ve burada da 'Allah'tan ümit kesilmez' deriz.

Görülüyor ki, tabiat kanunlarını değiştirme veya geçmişi geri getirme konularında 'İslâmiyet kadercidir' ve kadere uymak zorundadır; ama bu tabiat kanunlarını kullanmada ve geleceği için ona göre çalışmada 'İslâmiyet iradecidir' ve bu iradeye göre insan sorumlu olacaktır.

Devlet yapısında da felsefe olarak bu anlayışı hemen görürüz. Biz cezayı niye veriyoruz? Suçludan intikam almak için mi, yoksa gelecekte bu tür olayların işlenmesini önlemek ve caydırmak için mi?

İşte İslâmiyet'in getirdiği felsefe; ceza intikam için değil gelecekte olayları önlemek ve caydırmak içindir.

Medenî dünyanın bugün kabul edip uyguladığı ceza anlayışı da budur.

Uhud Savaşı'na gelince.

Bu savaşta son derece önemli ve ibret verici dersler vardır. Burada bunlar üzerinde uzun uzun duracak değiliz. Bu savaşta Hz. Peygamber bir tepeye elli okçu yerleştirmiş ve ne olursa olsun orayı terketmemelerini emretmiştir. Ama savaşı Müslümanlar kazanmaya başlayınca, okçular verilen emri unuttular, stratejik mevkilerini terkettiler ve ganimet toplamaya başladılar. Bunu gören düşman geri döndü. Sonuçta savaş berabere bitti.

Bu savaştan alınacak en önemli ders, verilen emirlerin harfiyen yerine getirilmesi ve hiç bir zaman tedbirin elden bırakılmaması gerektiğidir.

Yapılması gereken yapılmazsa ne olur?

Müslümanlar bunu Uhud'da bizzat yaşayarak öğrenmiş oldular. Ayrıca yenilme veya mağlubiyet psikolojisini de tatmış oldular. Çünkü sürekli olarak kazanılan zaferlerle başka havalara girmiş olabilirlerdi. Demek ki başlarında Allah'ın Elçisi olsa bile, gerekenleri yapmadıkları zaman mağlubiyet sözkonusu olabilirdi. Bunlar ve bunlara benzer daha nice hikmet ve dersler.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Savaştaki yenilgiler hep kadere bağlanmıştır.

 

"I- FELAKETTEN VE HEZİMETTEN DERS ALMAK DEĞİL ONU TANRI HİKMETİ ŞEKLİNDE GÖRME GELENEĞİ.

Devletin uğramış olduğu felaketleri ve hezimetleri birer ders şeklinde ele alıp bunun nedenlerini araştırmak ve bundan olumlu sonuçlar çıkarmak ve hataları ve kusurları tekrardan kaçınmanın yollarını aramak diye bir tutum ve davranış olmamıştır Şeriat devleti uygulamalarında. Bilakis her şeyi Tanrı iradesine bağlayıp bunda bir hikmet aramak, ve her başarısızlığı iman zayıflığına hamletmek daha ilk anlardan itibaren benimsenen bir yol olmuştur. İslâm Peygamberi'nin Uhud savaşında yenilgiye uğraması ve bu yenilginin nedenlerini Tanrı isteğine ve savaşa katılanların iman zayıflığına bağlaması olayı daha sonraki bütün devirler içerisinde yenilgi sorumlularının örnek olarak sarılacakları başlangıç olmuştur..."(s. 452)

 

YENİLMİŞSEK, ARTIK BU KADER OLMUŞTUR.

GEÇMİŞE RIZA, ÜMİT VE GELECEK İÇİN ÇALIŞMAK

 

Evet, geçmiş geçmiştir ve madem ki yenilmişizdir artık bu kader olmuştur. Buradaki mağlubiyet üzerinde ah vah etmenin hiç bir yararı yoktur. Yapacağımız en iyi iş, neden yenildiğimizi tesbit etmek, sebebini bulmak ve o sebebi gidermektir. Nitekim Osmanlılar da böyle yaptılar. Yenilmeyi kadere rıza olarak karşıladılar, ama son saniyeye kadar, Meşrutiyetçiler iktidara gelinceye kadar teslim olmadılar. Yeniçeri Ocağı'nı kaldırdılar ve günümüze kadar ulaşan askerî teşkilâtı kurdular. Bu konuda başarılı oldular. Bugünkü Türk Ordusu işte o ordudur. Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucusu olan ordu da o ordudur.

Eğer bunu başaranlar geçmiş için iradeci olsalardı, boş işlerle uğraşır ve ölürlerdi. Eğer bunlar gelecek için kaderci olsalardı, miskin miskin otururlar ve dünyanın en büyük ve uzun ömürlü devletini kurmaz, ondan sonra da Türkiye Cumhuriyeti ortaya çıkmazdı. Cumhuriyetin ilânına kadar hep şeriat zihniyeti ile hareket edilmiştir. Yani bugünkü devleti de 1400 yıl öncesinin kader ve irade anlayışı oluşturmuştur. Eğer insanlar Allah'a inanmasaydı, iman gücü olmasaydı, her şeyini kaybetmiş olan millet neye güvenecek de yedi düvele karşı İstiklâl Savaşı'na girişecekti? Nitekim Mustafa Kemal de bunu çok iyi bildiği içindir ki hep dinî motiflere dayanarak bir milleti harekete geçirdi ve yeni devleti oluşturdu.

Kadere inanıldığı içindir ki, ömrü dolmuş olan hanedanın saltanatına son verilmiş ve cumhuriyet kurulmuştur. Kadere inanıldığı içindir ki, İslâm Medeniyeti'nden vazgeçilmiş ve Batılılaşmaya başlanmıştır. Çünkü hem Osmanlı Hanedanı hem de I. İslâm Medeniyeti artık yaşlanmış ve ölmüştü. Her ikisinin ölümü de bizim elimizden olmamış, kendi yaşlılıkları sonucunda olmak üzere düşmanlar eliyle olmuştu. Artık yapılacak tek iş kalmıştı, cenazelerini kaldırmak ve rahmet okumak.

Bunlar kaderdir demeyip Türk Milleti olanlara karşı çıksaydı, şimdi Türkiye Cumhuriyeti olmazdı. Bunlar kaderdir deyip İslâmiyet'i bıraksaydı, bugün Türkiye dinsiz bir ülke olurdu.

Tanrı'sına inandığı için iradesini istediği istikamette kullanıp çaba gösterdi ve çağdaş yeni bir devlet kurdu. Şimdi de uzun vadeli zafere doğru adım adım gitmekte, yepyeni bir İslâm anlayışı ile geleceğin bin yıllık düzen ve medeniyetini hazırlamaktadır.

Evet, geçmişi rıza ile karşılayıp Allah'tan ümit kesmiyerek gelecek için var gücüyle çalışmak; İslâm felsefesi işte budur. Hz. Muhammed (s)'in felsefesi işte budur.

Bundan daha iyi bir felsefeniz ve öneriniz varsa getirin.

Kendisini Tanrı kabul eden kimse iktidarda iken zalimdir; Tanrı olmadığını anlayan da bir hiçtir.

Allah'a inanan kimse iktidarda iken de hakka teslimdir; zayıf düştüğünde de hakka teslimdir ve ümitlidir.

Şeriata dayanmayan bir iktidarın

zalim olmadığı görülmemiştir.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Moğol istilası Tanrı gazabı olarak görüldü.

 

"A- Moğol istilasını Tanrı emri ve halkın iman zayıflığı şeklinde göstermeye çalışan düşünür: Ata Malik Cüveyni. (XIII cü yüzyıl)

XIII cü yüzyılın ünlü tarihçisi Alaeddin Ata Malik Cüveyni, "Cihan Fatihinin Tarihi" adlı yapıtında İslâm ülkelerinin Moğol işgalleri altına girmesi olaylarını İLAHÎ İRADENİN (DİLEĞİN) YERİNE GETİRİLMESİ şeklinde tanımlamıştır.

Cüveyni bu kitabında Moğolları, Tanrı'nın gazabını yeryüzünde infaza memur millet olarak görmüştür. Ve Moğol istilasını daha önceki devirlerde Tanrı'ya itaatte kusur eden milletlerin başına gelen felaketlerle kıyaslamıştır. Bunu yaparken de İslâm peygamberinin Hadis'lerini kendisine destek yapardı...

Bu kitabın İngilizce çevirisi için bk.

Ala-ad-din Ata Melik Juvaini, The History of the World-Conqueror, (Transl. by. J. A. Boyle from the texte of Mirza Muhammed, 2 vol. Harward University Press, Cambridge 1958).Yukardaki konular için bk. Vol. I, sh. 3, 12, 17, 24."(s. 453)

 

 

MOĞOL İSTİLASININ SEBEBİ VE HİKMETİ.

EKSİKLİĞİN GİDERİLİP DÜZELTİLMESİ İÇİN ÇALIŞMAK.

 

Bir devlet güçlü, çalışkan ve adil kimselerin gayretiyle kurulur. İnsan zayıf iken zulüm yapamaz. İslâm Medeniyeti, medeniyet olarak böyle kuruldu.

Sonra Emevî Hanedanı geldi ve iktidarı ele geçirdi. Başlangıçta adil davrandıkları halde, sonra tabiî ve sosyal kanunların gereklerini yerine getirmediler. Devletin yapısı bozuldu ve Emevî Hanedanı iktidardan düştü. Bu nedenle Abbasîler ortaya çıktı. Böylece yeni ve güçlü bir devlet oluştu. Ancak aradan belli bir zaman geçtikten sonra o da yaşlandı. Tüm İslâm topluluğu bozulmaya ve zayıflamaya başladı. Kuzey halkı bu bozuk ve zayıf topluluğa saldırıp istila etti.

Bu durum, tarihte hep görülen bir şey değil midir?

Daha önce bunları izah etmiştik. Kısaca yine özetliyelim.

Kuzeyliler güçlü kimselerdir. Sık sık güney bölgelerini istila ederler ve yeni medeniyetlerin oluşmasına neden olurlar. Bu gelişme ve oluş ilâhî bir takdirdir.

Moğollar İslâm ülkelerini istila ettiler ve yeni kan verdiler. Müslümanlar bunu ilâhî kader ve ceza saydılar, ama teslim olmadılar. Kendilerine göre buldukları eksiklikleri giderdiler ve yeniden bin yıl daha yaşadılar. Bu ceza Allah'tan değil deyip, yenildik o halde Tanrı yoktur deyip, intihar mı etselerdi?

Tanrı'ya inanan insanın yapacağı iş, bunun Tanrı'nın iradesiyle yapıldığına inanmak, Tanrı'nın bunu neden yaptığını araştırıp bulmak ve onu düzeltip kurtulmak olacaktır.

Tanrı'ya inanmamak çözüm değildir. Tanrıya inanmamak, ancak kendini Tanrı sanmakla mümkündür. İktidarda iken böyle bir yalan ve aldatmaca ile avunabilirsin, ama iktidardan düşünce kendi aslını çok iyi bildiğin için bir başka tanrıya, meselâ Avrupa veya Amerika'ya sığınırsın. Onlar da kemali afiyetle seni parçalayıp yemek ve yok etmek için çalışırlar.

 

İslâmiyet'e göre;

Gelen her musibetin Allah'tan olduğu bilinecek, insanın kendi eksikliğinden olduğu bilinecek ve o eksikliğin en iyi şekilde giderilip düzeltilmesi için çalışılacaktır.

Düzeltme ameliyesi  bâtıl inanışlarla değil;

tabiî ve sosyal kanunlara, ilâhî kanunlara uymakla olur.

Sebeplere tevessül etmek ve sarılmakla olur.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

En güçlü olduğumuz zamanlarda bile

yendiğimiz kadar yenildik.

 

"B- XIV cü  yüzyılın ikinci yarısından XVII yüzyılın başlarına gelinceye kadar olan süre içinde 35 Savaş'tan yarısını kaybetmiş, fakat bunun nedenlerini araştıracak yerde her şeyi KADER'e yüklemişizdir.

Bir tarihçi'nin yaptığı hesaplara göre 1366 tarihinden 1606 tarihine kadar olan 240 yıllık süre içerisinde Osmanlı devletinin yapmış olduğu 35 Savaş'tan 17 si kaybedilmiştir...(s. 453)

Daha başka bir deyimle kendimizi en güçlü sandığımız dönemlerde, sırf din uğruna giriştiğimiz savaşların aşağı yukarı yarısını kaybetmişizdir; fakat bir tek insanımız çıkıpta bunun aklî ve ilmî nedenlerini aramamış ve eleştirmemiştir. Bir tek insan çıkıp da bu yenilgiler neden ileri gelmiştir, bunun teknit nedenleri nelerdir, diye sormamıştır... Yenilgiler ve gerilemeler ve çökmeler karşısında AKIL hiç bir zaman bize rehberlik etmemiş veya edebilecek gibi görülmemiştir...

Eğer biraz olsun geçmişten ders almasını bilen bir davranışımız olmuş olsaydı, ki bu da ancak akılcı bir tutum içerisinde olabilirdi, bu takdirde yenilgilerin nedenlerinin teknik gerilemede ve asıl bilgisizlikte ve savaş san'atına yabancı kalışımızda olduğunu anlar ve ona göre tedbir düşünebilirdik..."(s. 454)

 

İSLÂMİYET'E GÖRE SAVAŞ KARARI NASIL ALINIR?

İSLÂMİYET'TE DENGE VE ÇIKAR PARALELLİĞİ VARDIR.

 

Savaşlarda yenme ve yenilme kumara benzer; bazen yenersiniz bazen yenilirsiniz. Tarihte görülmüştür ki bir çok durumlarda daha küçük birlik veya ordu, kendinden daha büyük birlik veya orduyu yenmiştir.

Yazar, doğru veya yanlış olduğunu bilmediğimiz bir tesbit getiriyor; Osmanlılar güçlü oldukları zamanlarda yaptıkları savaşların yarısında yenilmişler. Biz de onun gibi aynı şeyi söyleyerek ilâve edelim; Osmanlı orduları çökme zamanlarında yenildikleri kadar da yendiler. Ne var ki, gelişme zamanlarında Osmanlı Devleti genişliyordu, çökme zamanlarında da geriliyordu.

Bununla şunu demek istiyoruz, ne gelişme ne de çökme askerîdir. Osmanlı Devleti asker gücüyle kurulmadı, yaşamadı ve çökmedi. İşte bu durum kader ile izah edilebilir. Bunun nasıl olduğunu açıklayalım.

Yensen de yenilsen de, eğer genç isen büyürsün; yensen de yenilsen de, eğer yaşlı isen çökersin. Gençlikte sen küçüksün, saldıran sensin, iki savaşta bir ülkeyi genişletiyorsun demektir. Yaşlılık ve çökme zamanlarında ise hudutların genişlemiştir, artık savunmadasın, her iki savaşta bir toprak kaybediyorsun demektir.

Bu durum, evrensel azalan verim kanunu ile izah edilir. Her şey başlangıçta büyüdükçe daha çok güçlenir. Belli bir yere geldiğinde büyüme güçlenmeye etki etmez. Daha çok büyüme zayıflamaya sebep olur. Ekonomide buna, azalan verim kanunu diyoruz.

 

İslâmiyet'e göre savaş;

Tabiî ve sosyal kanunlar gereği olacaktır. Kader ne ise sonuç o olur. Bizim görevimiz Allah'ın istediği yerde ve Allah'ın istediği şekilde savaşmaktır.

'Allah'ın bu istediği nedir?' diye soracak olursanız; biz bunu içtihadımızla ve aklımızla tesbit ederiz; istişâre ve ma'şerî karar ile tesbit ederiz.

İslâmiyet'e göre savaş kararı nasıl alınır?

Bu konuda mevcut olan hüküm şudur: Savaşın yapılabilmesi için meşru olması gerekir. Savaşın meşruiyetine ilim şûrasında görüşülerek başkanca karara bağlanır. Bu savaşın meşruiyeti ile ilgilidir. Karşı devletin bu karara karşı hakemlere gitme hakkı vardır. Taraflar hakemlerini kendi ülkelerinin hakemlerinden seçerler. İki hakem başka ülkelerden birinin hakemlerinden birini seçer. Bunlar durumu tesbit edip haklı veya haksızı ortaya koyarlar. Bu şartlarla meşru olarak savaşan ortaya çıkar. Eğer hakemler aksi karar vermişlerse artık savaş yapılamaz. Ancak ilmî şûra ittifak ederse yeniden savaş kararı alınabilir ve yeniden başka hakemlere gidilebilir. Bu böyle devam eder.

Böylece savaşın meşruiyeti karara bağlanmış ise; düşman on mislinden (1/10) fazla ise savaşa girilmeyecektir, düşman iki katından (1/2) az ise savaşa girilecektir. Düşman bu ikisinin arasında bir sayıda ise, o zaman başkan ordularla istişare eder, ordular ve siyasî teşekkül başkanları savaş taraftarı olurlarsa başkan savaşa karar verir; savaşa taraftar değillerse savaşmamaya karar verir. Onda yediden (7/10) fazlası savaşa taraftar ise savaşmaya karar verir; onda üçten (3/10) az ise savaşmamaya karar verir. Arada ise takdir kendisinin yani başkanındır.

Bunlar ,

Kur'ân âyetlerine dayanılarak çıkardığımız hükümlerdir.

Siz bu konudaki kararları nasıl alıyorsunuz? Belli değildir.

İslâmiyet, hiçbir zaman insana taşıyamayacağı yükü yüklemez.

İslâmiyet,

hiçbir zaman insandan kendisi için zararlı bir şey yapmasını istemez.

İslâmiyet'te denge vardır, çıkar paralelliği vardır.

Bütün yollar akılla bulunabilir. Ancak akıl başkalarını dinlerse, ondan sonra karar verirse, kendisine kolaylık olur. Başkalarının bildiklerinden de yararlanır. Yanlışları tabiî akılla ayırmak durumundadır. Bu arada Kur'ân ve Peygamber de dinlenirse ne kadar yararlanacağını anlar.

Bakınız Kur'ân, 'sadece beni dinleyin başkalarını dinlemeyin' demiyor; tam tersine 'herkesi dinleyin beni de dinleyin' diyor. Kulaklarını tıkayanları cezalandırıyor.

Sizin veya başkalarının,

Getirebilecekleri başka bir öneri varsa;

Biz dinlemeye ve değerlendirmeye hazırız.

Siz de bizi sadece dinleyin; bize uyun demiyoruz.

Bizi dinledikten sonra kendi aklınızla ne yapacağınıza karar verirsiniz.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

1699 Karlofça Anlaşması mazur gösterildi.

 

"1- Utanç verici hezimetler ve yenilgiler sonucu 1699 ve 1700 tarihli İstanbul andlaşmalarını imzalayan Osmanlı devleti, yenilgi'nin gerçek nedenleri üzerine eğilecek yerde kader felsefesini benimser.

26 Ocak 1699 tarihli Karlofça ve 12 Temmuz 1700 tarihli İstanbul andlaşmalarının imzalanmasına vesile olan ağır yenilgiler ve hezimetler karşısında da Osmanlı devletini yönetenlerin kaderci ve akıl dışı tutumları ibret vericidir. Askerî ve siyasî başarısızlıkların ve savaşlarda uğranılan utanç verici yenilgilerin gerçek nedenleri üzerine eğilecek, bu nedenleri eleştirecek ve gerekli çareleri arayacak yerde Osmanlı kafası, bir yandan her şeyin kader sonucu olduğu ve diğer yandan bu başarısızlıkların sanki gerçek anlamda başarısızlık olmadığı iddialariyle her şeyi halletmek davranışında idi...(s. 454)

Ünlü tarihçi NAİMA (1665-1716) zamanın başveziri Amcazade Hüseyin Paşa'nın istek ve zorlamasiyle hazırladığı tarih özetinde, bu yenilgileri sanki hiç önemli değilmiş, ve sanki pek olağan şeylermiş, ve hattâ sanki İslâm'ın yararınca olmuş şeylermiş gibi göstermeğe çalışmıştır...

Bu konuda bk. Naima, Tarih-i Naima, İstanbul (hicri) 1281-83, Cilt I, sh. 12-44.

Ayrıca bu konuda bk. Rifaat A. Abou'al-Haj, "The Formal Clasure of the Ottoman Frontier in Europe 1699-1703" (in "Journal of the American Oriental Society" vol. 89, no. 3, 1699, sh. 467-475, 486)."(s. 455)

 

BİZE GÖRE OSMANLILARIN TEMEL HATALARI.

BİR GRUP ALİMİN YURT DIŞINDA TEFAKKUH ETMELERİ.

 

Evet, Osmanlılar yenilmeye başlamışlardır. Her yenilen, kendisini ve halkını avutmak için bazı mazeretler ileri sürer. Bunlar insan tabiatında olan şeylerdir ve yenilenlerin psikolojisidir. Osmanlılar, hiç bir zaman mağlubiyeti mazur gösterip oturmadılar. Her zaman var güçleriyle savaştılar ve direndiler. Ondan sonra da 200 yıldan fazla yaşadılar. Birtakım ıslahat ve inkılâplar yaptılar. Kiminde başarılı oldular, kiminde başaramadılar. Ama asla kaderci olup teslim olmadılar.

Bize göre, yaptıkları temel hata şuydu:

Yenilikleri ve ıslahatı ilmî yoldan değil de körü körüne taklitle ve kuru akılla yaptılar. Osmanlı idarecileri alaydan gelmeydiler, alaylıydılar, tahsilli değildiler. Medrese ise yönetimden uzak tutulmuştu. Sonuçta yapılan yenilik hareketleri de iptidaî olmuştur. Avrupa'ya giden okur-yazar bile olmayan elçiler, balolardaki danslarda gördüklerini getirmekle ıslahat yapabileceklerini sanmışlardır. Ne kadar anlamışlarsa o kadar olabilmiş ve o kadar yapmışlardır. Her şey sadece şekil ve kuru bir taklit boyutunda kalmıştır.

Osmanlılar, medrese ulemasını Avrupa'ya gönderip değişik ilim dallarında doktora yaptırmalıydılar. Doktora yapan o ulema ülkeye döndükleri zaman, İslâmiyet'i ve Batı'yı bilecek, bu sayede yeni içtihatlar yapacak ve yeni bir düzen oluşturacaklardı.

Cumhuriyet döneminde de aynı hata yapılmaktadır. Avrupa'ya İslâmiyet'i bilen profesörler gönderip araştırmalar yaptıracağımız yerde, ülkemizde yabancı kolejler açıyor ve geleceğimiz olan gençlerimize Batı kültürü aşılıyoruz. Çocuklarımız iki cami arasında kalan bînamaz hâle geliyor ve kişilik sahibi olamıyorlar. Kimlik bunalımı geçiren nesillerden ne bekliyebiliriz ki?..

Kur'ân;

Bir grup alimin başka ülkelere giderek tefakkuh etmeleri ve

ülkelerine döndüklerinde ulusunu uyarmalarını emretmiştir.

Ulemasız yapılan ıslahatlar ve inkılâplar bu kadar olabilmiştir. Cumhuriyet dönemi de benzer hataları devam ettirdi. Halk diliyle Türkçeleştirilen kanunlar, hâlâ hukuk dilini oluşturamamıştır. Esasen İslâmî hukuk dili ile de tercüme edilmeleri mümkün değildi. Çünkü kullanılan kavramlar farklıydı. Yapılanlar bütün yönleriyle eksik ve yanlıştı. Ama başka yapılacak bir şey de yoktu. Çünkü bundan daha iyisini getiren yoktu. Bu da o günkü medreselerin bir eksiğiydi.

Gerçi bugünkü fakülte ve üniversitelerimiz de ne yapıyorlar ki?!.

Onlar da günümüzde aynı perişanlık içindedirler.

Yaşlılık kaderdir deyip geçmek ve;

bugün üzerimize düşeni yapmaktan,

başka bir çaremiz yoktur.

Üzerimize düşeni yapmak ve bu yolda bize katılacak dostları beklemek,

beklemek... beklemek...

Yukarda konunun başlangıcında, balolar, balolardaki danslar ve bu balolarda görülenlerin ülkeye getirilmesiyle ıslahat yapabileceklerini zanneden bürokrat ve yöneticilerden söz ettik. Bu size basit gelebilir ama gerçekten de her şey bu balolarla başlamıştır. Daha sonra bu balolar İstanbul'da düzenlenmeye başlamış ve zamanla özellikle de cumhuriyetin ilk yıllarında ülke geneline yayılmıştır.

Bu bir yaşam biçimidir ve beraberinde taklit edilen kültürü de getirir. Ülkemizde bugün yaşanmakta olan genel sosyal hayatı şöyle bir gözünüzün önüne getirirseniz, ne kadar haklı olduğumuzu anlarsınız.

Ahmet Cevdet Paşa, 'Tezâkir' isimli eserinde balolardan söz ederken, Sultan Abdülmecid'in de katıldığı bir balodan bahseder. İngiliz Elçisi Lord Stratford Canning'in verdiği bir baloya, Şeyhülislâm dışında hemen hemen bütün Tanzimat ricali katılmış. Ahmet Cevdet Paşa, önceleri elçilerin balolarına ve ziyafetlerine hiç gitmeyen sadrazamların bir seneden beri bu âdetlerini bozduklarını, hattâ saz dinlemeyi ve raks seyretmeyi büyük günah sayan ortodoks patriklerle hahambaşının bile katıldıkları bu baloya kendisinin de davet edildiğini ifade ettikten sonra şöyle devam ediyor:

"Sadrazama sordum, 'Şeyhülislâm Efendi'den istîzan et' dedi. Şeyhülislâm'a sordum, 'Sadrazam bilir' dedi. Birinden bir cevab-ı şâfî alamadım. Ben de gitmedim. Fransızlar'ın te'sîr-i nüfûziyle Reşid Paşa'nın düşmesinden dolayı Canning gücenmiş idi. Balosuna Teşrif-i Şâhâne vukûu misli sebk etmemiş bir iltifat olmak hasebiyle bir nevi tarziye yerini tuttu. Baloda Zât-ı Şâhâne, sefarethanenin büyük salonuna dahil olup vükelâ sağda ve süferâ solda oturmuşlar. Ferdâsı Canning teşekkür zımnında Mâbeyn-i Hümâyun'a gidip avdetinde Reşid Paşa'nın sâhilânesine uğradı. Paşa ise o gece İstanbul'da kalmış olduğundan yalıda bulunmadı. Fakat fakir yalıda bulundum. Birbuçuk saat kadar Canning ile aramızda ahvâl-i politikaya dair cereyan eden muhâverâtı ferdâsı Reşid Paşa'ya tebliğ eyledim."

Meraklısına Not:  İngiliz Elçi Canning'in Türkiye hatıraları hakkında Stanley L. Poole'un yazdığı kitap Can Yücel tarafından Türkçeye çevrilmiştir: Lord Stratford Canning'in Türkiye Anıları (Birinci baskı, Türkiye İş Bankası Yayınları, Ankara 1959; ikinci baskı, Yurt Yayınları, Ankara 1988). Osmanlı yöneticilerinin katıldıkları ilk balo hakkında geniş bilgi isteyenler de Adolphus Slade Paşa'nın Kaptan Paşa (Çev. Osman Öndeş, Boğaziçi Yayınları, İstanbul 1973) adıyla çevrilen hatıralarına bakabilirler.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Osmanlılarda yenilgiler yeniliği getirmemiştir.

 

"2- 1718 de PASAROFCA, ve 1739 da BELGRAD andlaşmalarını imzalatan haysiyet kırıcı yenilgilerden ders almayan ve bunların gerçek nedenlerini araştırmayan ve her şeyi "İman zayıflığına" yükleyen Şeriat kafası.

1714-1718 yılları arasında Venedik ve Avusturya ile yaptığı savaşları kaybeden Osmanlı devleti 1718 tarihinde PASAROÇA'yı imzalar. Daha sonra Rusya ve Avusturya'ya karşı açılan ve yenilgilerle biten savaşlardan sonra 1739 tarihinde BELGRAD andlaşmasını yapar. Fakat bu yenilgilerin asıl gerçek nedenleri nelerdir, araştırmaz. Sadece din duyguları azaldı, iman gevşedi ve kader böyle istedi diye kendi kendini aldatır...(s 455)

1739 dan sonra Batı ülkeleriyle uzun barış andlaşmaları yapma zorunluğunda kalmış olmasına rağmen kendi geriliğini bilmeyen ve bu nedenlerle kendini güçlü sanan veya Tanrı inayetine terkeden Osmanlı devleti hiç bir reform yoluna gitmeyi denememiştir... Bk. MUBADELE, An Ottoman-Russian Exhange of Ambassadors, (Annoted and Translated by n. İtzkowitz and M. Mote, The University of Chicago 1970, sh. 2)"(s. 456)

 

OSMANLILAR YENİLİK YAPMAYI BAŞARAMADILAR.

EKSİKLERİ İLMÎ YOLDAN TESBİT EDİP DÜZELTMEK

 

Osmanlılar yenilmeye başlayınca, hiç direnmeden, halkı dinlemeden, ulemaya danışmadan, Batı'ya gönderdikleri okur-yazar olmayan elçilerle yenilik yapmaya kalkışmışlardır. Ancak yenilik yapmayı başaramamışlardır. Bunların nedeni üzerinde durmak gerekir.

Osmanlıların çok güçlü ve ayrı tipte bir medeniyetleri vardı. Birden bire bu medeniyeti bırakıp yeni bir medeniyet alamazlardı. Osmanlılarla Batılılar arasında önemli metot farkı vardı.

Batılılar, İslâmiyet'ten öğrendikleri 'tüme varma' metodunu teknikte ve ilimde uygulamışlar ve ilmî teknolojiyi geliştirmişlerdi. İlmî teknoloji ne demektir? Hesap teknolojisi demektir. Süleymaniye'nin kolonuna ait çap ustanın kendi takdiri olmuştur ve bin yıllık tecrübeye dayanır. İstanbul'daki köprünün asıldığı direk ise hesaba dayanır. Birkaç saatlik veya günlük bir çalışmanın sonucudur. İnsanlık baştan beri kişilerin takdiri ile yaşıyordu. Zamanla ilmîleşme başladı. Müslümanların geliştirdikleri bu metot Batı'da teknolojiye uygulanmış ve çok kısa zamanda mesafeler alınmıştı.

Osmanlılar bu metodu alacaklarına, kendi metotları ile Batı'nın teknolojisini almaya kalkıştılar. Bu taklit alışı olduğu için hâlâ Batı'yı geriden takip ediyoruz. Türkiye de bugün bundan dolayı geridir. Çünkü İslâmî yol izlenmemiştir. Kuru akıl ve taklit yolu izlenmiş ve ancak bu kadar başarılı olunabilmiştir.

İslâmiyet'e göre;

Başarısızlıkla karşılaştığınız zaman takip edeceğiniz yol, eksiklikleri ilmî yoldan tespit edip düzeltmektir. Buna 'içtihat' denmektedir.

Böyle yapılmaz da körü körüne kim olursa olsun taklit edilirse, bazen başarılı görünse bile bu uygulama başarısızlıktır. Çünkü taklit eden kendi varlığını ortaya koyar. Sadece körü körüne taklit eder. Kendisi hiçbir şey yapmaz.

Demek ki, Osmanlılarda en çok hükümdarlar ıslahatçılık taraftarı olmuşlar ama bilgisizlikleri nedeniyle başaramamışlardır. Bu başarısızlıkların sebeplerini ise yeri geldikçe açıklıyoruz.

 

*    *   *

 

 

Yazara göre;

Osmanlılar Napolyon mağlubiyetini tevekkül ve

dua ile karşıladılar.

 

"C- Mısır örneği: Napolyon'un Mısır seferinde yendiği Mustafa Paşa yenilginin gerçek nedenine eğilecek yerde Tanrı iradesi-kader mazeretine sarılır.

Mısır seferini başarı ile bitiren Napolyon, Suriye üzerine yürümeye başladığı sırada (1213 Hicrî) Babıâli ne yapacağını şaşırır... Napolyon, kendisinden kat kat kuvvetli olan Osmanlı ordusunu, basit bir manevra ile yenilgiye uğratır. Bu yenilginin asıl nedeni Osmanlı ordusunun modern savaş tekniği bilgisinden yoksunluğudur...(s. 456)

Değerli bir tarihçimiz şöyle diyor- "Mektubun son satırlarında Osmanlı ricalinin ne kadar fatalist bir zihniyette oldukları kolaylıkla anlaşılıyor. Kaybedilen bir savaşta, yok edilen bir ordunun, esir düşen seraskerin hatalarını ve sorumluluğunu ortaya vurmak gerektiren başarı veya yenilginin Tanrı'nın elinde olduğu söylenmekte ve Padişahın tesellisine çalışılmakta ve düşmana ait bilgi yerine mektup bir dua ile bitmektedir." Bu mektubun aslı için bk. Enver Ziya Karal, Fransa- Mısır ve Osmanlı İmparatorluğu (1797-1802), istanbul 1938, sh. 120."(s. 457)

 

 

MAĞLUBİYETTEN SONRA NE YAPILMALIDIR?

MÜSLÜMANLAR BÂTIL İLE HAK İÇİN SAVAŞMALIDIR.

 

Müslümanlar, savaş kaybettikleri zaman bunu ilâhî takdir olarak görür, bu sonuçtan ders alır, Allah'a güvenerek kendilerini savunmaya girişir, Allah'a dua eder ve bütün bunların sonunda başarırlar. Napolyon bir savaşı kazanmış ama hiçbir İslâm ülkesinde devamlı kalamamıştır. Müslümanlar şimdi yeniden uyanıyor ve canlanıyorlar; Allah onların dualarını kabul etmiştir.

Bir mağlubiyetin arkasından yapılacak iş nedir?

Olanı olduğu gibi kabul etmek, bir daha mağlup olmamak veya galip gelmek için var gücüyle çalışmak. Bunun için Allah'a iman gerek. Gelen kötülüğün Allah'tan olduğunu bilirsen sabredersin. Gelen musibetin Allah'tan olduğunu bilirsen kendini düzeltir, Allah'a dua eder ve sonunda başarırsın. Nitekim Batı dünyasının bütün hasmane tutumlarına rağmen, İslâm âlemi ve Müslümanlar, artan nüfusları ve uyanmaya başlamış olmalarıyla, bu tevekkül ve sabırlarının sonuçlarını almaya başlamışlardır. Artık açıkça görülmektedir ki gelecek Müslümanlarındır. Bunun sebepleri pek çoktur. Biz burada kısaca sadece birkaç tanesini zikretmiş oluyoruz.

Burada bu vesileyle önemli bir noktayı daha belirtelim. Eskiden toprak genişliği çok önemliydi. Çünkü bir ülkenin ne kadar toprağı varsa o kadar nüfusu besleyebilirdi. Bugün bunlar hiç önemli değildir. Durum değişmiştir. Dengeler başka alanlara kaymıştır. Eğitilmiş ne kadar çok insanın varsa o kadar çok nüfus besleyebilirsin. Öyleyse yeni dünyada toprak savaşına gerek olmayacaktır.

 

İslâmiyet'e göre;

Karaları ve denizleriyle bütün yeryüzü, tüm insanlık için yaratılmıştır. İnsanlar, toprak ve servet için değil, bâtıl ile hak için savaşmalıdırlar.

Ne var ki, hakkı zorla değil de,

sevdirip inandırarak kabul ettirmeye çalışmalıdırlar.

Din hürriyeti için de devlet olarak savaşmalıdırlar.

Bir dini zorla kabul ettirmek için savaşmamalıdırlar.

Müslüman halk ve gönüllü kuruluşlar da,

sivil organizasyonlarla İslâ,miyet'i yaymalıdırlar.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

III. Selim sadece askerî ıslahat yaptı.

 

"II- Reform taraftarı görünen SELİM III dahi başarısızlıkların ve yenilgilerin nedenlerini iman zayıflığında ve Şeriat'ın özünden uzaklaşmakta bulur ve din'in özüne dönme çarelerini arar.

Birbirini takip eden askerî yenilgiler ve genel başarısızlıklar sonucu SELİM III, uçuruma gidişi durdurmak ve kendi tahtını kurtarmak amaciyle ordu'da bazı reformlar düşünür. Fakat o dahi kendisini dinsel düşünce çizgisinden ayırmış ve devlet sorunlarını akılcı açıdan ele alabilmiş değildir. Aksine, uğranılan başarısızlıkları ve yenilgileri o, tıpkı diğerleri gibi, din'in öz ve esasından ayrılınmış olmakta geleneksel kuruluşların din hükümlerine uygun şekilde işletilmemesinde ve genel olarak din ve iman duygularının zayıflamasında aramıştır...(s. 457)

Şu durumda askerî gücü ele alıp gerekli reformları yapmaktan başka düşünülecek bir şey yoktur. Reform sadece askerî konularda, yeni ve gelişen tekniğe uygun silahlar, askerî eğitim konularında olmak gerekir. Diğer alanlarda, siyasal veya ekonomik konularda düzeltilmek ve geliştirmek gereken hiç bir şey yoktur Osmanlı kafası için;...

Bu konularda bk. Stanford J. Show, Between Old And New Ottoman Empire Under Sultan Selim III, 1789-1807, (Harward University Press 1971, sh. 71 ve d.)"(s. 458)

 

İSLÂMİYET'TE MİLLÎ ORDU VARDIR.

TÜRK ORDUSUNDA YAPILMASI GEREKEN DEĞİŞİKLİK.

 

Islahata bir yerden başlamak gerekir. Hiç bir şey bütünüyle ve tamamı ile birden bire ıslah olmaz. Islahata nerden başlanmalıydı?

Acil durum orduda görünüyordu. Çünkü er meydanlarında ve savaşlarda yeniliyorduk. Yenilgileri zaferlere dönüştürmek gerekiyordu. Ordu oluş ve kuruluş şekliyle de artık ihtiyaca cevap veremez durumdaydı. Çünkü milliyet fikirleri uyanmıştı. Toptan ve bazı milletlerin topyekün ihanetleri sözkonusu olabilirdi. Ayrıca ordu yaşlanmış ve gerçekten de işe yaramaz duruma gelmişti. Diğer taraftan yeni ordu biçimi İslâmî ordu biçimi idi. Çünkü İslâmiyet'te millî ordu vardı. İslâmiyet'te ne paralı, ne köle , ne de devşirme ordu vardı. Yeni oluşturulmaya başlanan yapısı itibariyle millî ordu idi, İslâmî ordu idi. Teşkilât bakımından da büyük bir şekilde uyuyordu.

İkinci önemli bir sebep ise şudur, orduda ıslahat yapmadan başka bir kuruluşta ıslahat yapamazsınız. Nitekim ondan sonra Cumhuriyetin kuruluşuna kadar bütün inkılâplar hep orduya dayanmıştır. İstiklâl Savaşı da orduya dayanmıştır.

İslâmiyet'e göre;

Güçlü olan haklı değildir, ama haklı olmak için güçlü olmak gerekir.

Millî ordulara dayanmıyanlar demokratik yönetimi kuramazlar.

İlk İslâm devleti bu bakımdan tam demokratik bir devlet idi. Medine Devleti'nde din ayırımı gözetmeksizin anlaşmaya imza koyan kabileler, savaşlara kendi birlikleri ile katılıyorlardı. Medine böyle savunuldu. Sonra bütün Arabistan böyle fethedildi.

Ne zaman ki Abbasîler Türklerden paralı askerler edinmeye başladılar bu sistem bozuldu. Osmanlılarda da bu yeni gelenek Yeniçeri Ocağı ile devam etti.

Bugünkü Türk ordusunda İslâmî açıdan yapılması gereken değişiklikler çok azdır. Bu vesileyle onu da açıklamış olalım ki İslâmiyet'in bu konuda da gizli hiç bir tarafı kalmasın.

Türk ordusunda yapılması gereken değişiklikler:

Türkiye ekonomik bakımdan yaklaşık on bölgeye ayrılacak. Her bölge, bir gün ablukaya alınırsa ekonomik bakımdan kendi kendine yaşaya-bilecek durumda olacak, yani ekonomi bakımından tam bağımsız olacak. Ancak yönetim bakımından merkezî olacak, yani yöneticiler merkezden atanacak ve o bölge halkından olmayacak. Bu savunma açısından ve bölünmemek için gereklidir. Denge kanunundan bu hükme varıyoruz. Ekonominin beynelmilel oluşundan bu hükme varıyoruz.

Her bölgenin kendisine tahsis edilen garnizonunda bir ordu bulunacak. Bu ordu da ilerde o bölgenin ekonomik imkânlarıyla bağımsız olarak savaşacak şekilde organize olacak. Ordu bağımsız savaşa ve savunmaya hazırlanacak. Ancak ordu komutanını devlet başkanı atayacak ve azledebilecek. Böylece çok sayıdaki ordu ve devlet başkanının atama ve azletme yetkisiyle denge oluşacak.

Orduların gelirleri askerlik bedelinden, gümrük gelirlerinden, bütçeden anayasa ile ayrılmış yüzde payından, bir de ordunun kendisine tahsis edilen yerlerde kendisi için yapılmış olan üretim paylarından oluşacak.

Askerlik müddeti anayasada belirlenecek.

Askerlik bedeli ise ordu tarafından belirlenecek.

Her ordunun mensupları kendi bölgesinden olmayacak, halk kendi bölgeleri haricinde istedikleri bölgelerde askerlik yapabilecektir.

Görülüyor ki, hem demokratiklik ilkesine ve hürriyete uyuyor hem de birliği koruyoruz. Bunlar denge kanunlarıdır. Bu şekilde teşkilâtlanmış olan millî ordu, millî hakimiyeti korur ve halkın iradesine itaat eder.

Bugünkü ordu bundan dolayıdır ki zaman zaman müdahale etmek zorunda kalıyor ama sonra tekrar kışlaya dönüyor.

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Nasır da İsrail'e yenilgisini kadere teslim ile geçiştirdi.

 

"III- Şeriat zihniyeti her yerde ve her devirde aynı- 1967 yılında 6 gün savaşı yenilgilerini Tanrı denemesine bağlayan NASIR: "KADER KARŞISINDA ÖN TEDBİRİN HİÇ DEĞERİ YOKTUR" DER.

Şeriat ülkeleri yöneticilerinin yüzyıllar içerisinde hiç değiştirmeyip XX ci yüzyıl sonlarına kadar sürükledikleri "kaderci" zihniyet her yerde ve dönemde ayni güçlükle iş görmüştür...

İsrail karşısında, hem de asker ve silah adedince çok üstün durumda olmasına rağmen, 1967 yenilgisine uğrayan Nasır, halkın karşısında "Bu tanrı denemesidir" özürü ile çıkabilmiştir...(s. 458)

"6 gün savaşı" adiyle tarihe geçecek olan savaş, bilindiği üzere, Haziran 1967 tarihinde cereyan etmiştir. Mısır'ın İsrail karşısında, son 20-25 yıllık süre içinde üçüncü def'a ve en ağır şekilde yenilmesiyle son bulan bu savaştan...

Tanrı istek ve iradesi ne olursa olsun Millet için kadere boyun eğmek gerekir. Bütün bunları söylerken Nasır,... Ona göre kötü sonuç önlenemezdi çünkü Tanrı'nın emri böyleydi. Bu durumda "Kadere karşı tedbir almak yararsızdır". Bu sözler Nasır'ın ağzından çıkan sözlerdir. Bu konuda bk. Morroe Berger, İslam İn Egypt Today, (Cambridge 1970 sh. 128-9)."(s. 459)

 

NASIR ŞERİATÇI DEĞİL ŞERİAT DÜŞMANIDIR.

İSLÂMİYET'E GÖRE KADERE BOYUN EĞMEK NEDİR?

 

Her yenilen, ister istemez kadere sığınır. Geçmişi olduğu gibi kabul eder. Olan olmuştur, artık geleceğe bakmak gerekir, diye düşünür. Zaten o an için yapabileceği başka bir şey de yoktur.

Ama geçmişi böyle değerlendiren Müslüman, gelecek için 'kader böyledir' deyip çabadan vazgeçmez. Derhal yeni bir mücadele hamlesi başlatır. En ümitsiz durumda bile hayat mücadelesini verir. Çünkü bu mücadeleden vaz geçme demek, Allah'tan ümidi kesme demektir. Böyle inanıp mücadeleden vazgeçmek küfürle eşdeğerdir.

Biz yapacaklarımızı yapar elimizden geleni eksik etmeyiz. Bütün esbaba tevessül ettikten sonra, artık sonuç bize değil Allah'a yani kadere aittir. Biz sonuçtan değil yapmaktan sorumlu bulunuyoruz.

Meselâ, şeriat düşmanlığı yaparak siz bir kitap yazdınız. Ne gibi bir netice aldınız? Sizin düşündüğünüzün tam tersi bir netice hâsıl oldu. Çünkü siz bu kitabı yazmasaydınız, biz bu cevapları vermezdik. Böylece binlerce, yüzbinlerce, milyonlarca kişinin eksikliklerini ve yanlış anlamalarını düzeltemezdik.

Siz yine de kendinize göre görevinizi yaptınız. Bu yaptıklarınızdan ve yazdıklarınızdan sonra, artık gerçekleri görüp anlayacak olan sizin aklınızın sizi cezalandırması gerekir. Elbette bizim de Allah'ımızdan göreceğimiz ceza veya mükâfat da şimdilik belli değildir. Ancak bizlere bu hizmet şerefini bahşetmiş olması, başlangıç olarak bizleri ümitlendirmektedir.

Hepimiz için duamız, dünya ve ahirette akibetimizin hayırlı olmasıdır.

Bunun gerçekleşmesi için var gücümüzle çalışıyoruz.

Dilek, temenni ve duamız budur.

Nasır, başlangıçta İslâmî olmayan metotlarda Müslümanları kullanarak iktidara geldi. Sonra Müslümanlara en büyük zulümleri yaptı. Böyle bir insan nasıl şeriatçı olabilir? İktidara gelirken Mısır'daki krallık hanedanını devirdi. O sizin akıllı dediğiniz Mehmet Ali Paşa'nın hanedanının ömrü yüz yılı bile geçmedi. Sizin akılsız dediğiniz padişahlar ise yediyüz yıl hüküm sürdüler. Akıllı Mehmet Ali Paşa devletine asi oldu ve sonunda hanedanı da aynı akibete uğradı. Mısır halkı tarafından devrildi. Oysa Osmanlı Hanedanı, canını tebaasının elinde değil düşmanlarının elinde verdi. Nasır önce Müslümanlarla bir oldu, sonra onlara ihanet etti. Çünkü Müslümanlara uymakla iktidar olunamazdı. Yazara göre aynı şeyi Mustafa Kemal da yaptı. Ancak Mustafa Kemal Türkiye'yi padişahlardan değil, düşmanlardan kurtardı. Bir gün siz de kadere teslim olmak zorunda kalırsanız, o zaman bu gerçekleri çok iyi anlarsınız.

Burada son olarak bir noktaya işaret etmeden geçemiyeceğiz. Yazarın, en büyük şeriat düşmanlarından biri olan Nasır'ı şeriatçı sayması tek kelime ile ilginç. Pes doğrusu! Nasır da şeriatçıysa, bilmem ki biz neyiz? Yazar şeriata saldırabilmek amacıyla her şeye sarılıyor.

Ne yapsın? Bir kere böyle bir yola koyulmuş.

Denize düşen yılana sarılır!

İslâmiyet'e göre;

Kadere boyun eğmek, tabiî ve sosyal kanunlar demek olan ilâhî kanunlara boyun eğmek demektir. Çünkü bunları değiştirmek hiç kimsenin güç ve kudretinde değildir. İnsanlar tabiî ve sosyal kanunlardan yararlanır, onları kullanır; ama onları asla değiştiremez.

İnsan ayrıca geçmişi de değiştirmek gücüne sahip değildir. Kadere teslim olmanın dışında yapabileceği bir şey yoktur. Geçmişten ders alıp geleceği düzenlemekle yükümlüdür.

Gelecek için ümitsizliğe düşüp teslim olmak yoktur.

Bizim şeriatımız böyle inanılmasını ve böyle yapılmasını emrediyor.

Değerli okuyucularımız!

Beğenip beğenmemek, inanıp inanmamak, üstün görüp görmemek meselesi ayrı bir meseledir. Bunlardan önce şeriatın ne olduğunu ve ne emrettiğini doğru bilmek gerekir. Geçmişteki yanlış anlamalar ve yanlış uygulamalar, şeriatı bağlamaz. O yanlışlıklar sadece onları yapanları bağlar. Gerçek bütün açıklığı ve çıplaklığı ile ortaya çıktıktan sonra, herkes ister inanır ister inanmaz, ister saldırır ister saldırmaz, ister kötüler ister kötülemez. Artık yazarın zihniyetine veya bizim anlayışımıza inanma ve o yollardan birinden gitme konusunda serbestsiniz.

 

*    *   *

 

İlhan Arsel'e göre;

Ezher de yenilgiyi kadere bağlıyor.

 

"1967 Yenilgisini "İman zayıflığı'ndan başka nedenlerde aramayan el- AZHAR; yüzyıllar öncesinin akıl dışı davranışını XX ci yüzyılda sürdüren "ilim yuvası".

Al-Azhar Üniversitesinin görüşü o idi ki Müslümanlar arasında din duygularının ve imanın zayıflaması nedeniyledir ki Araplar İsrail karşısında yenilgiye uğramışlardır...(s. 459)

Al-Azhar'ın büyük bilginleri, 1967 yenilgisini izaha çalışırlarken İsrail'i "Tanrı'nın elindeki Gazab kılıcı" şeklinde görüyor, ve Tanrı'nın, Müslümanları cezalandırmak için bu kılıcı kullandığını yani İsraili savaşlarda başarılı kıldığını söylüyorlardı...

Bu görüşler için bk. Hava Lazarus-Yafeh, "Contemporary Religious Thought Among The Ulema of al-Azhar" (in "Asian and African Studies", 1971, Vol. 7, sh. 211, 236, 234)...(s. 460)

Şimdi bütün bu yukardaki AKIL dışı tutumları ve Nasır'dan al-Azhar hocalarının demeçlerine varıncaya kadar,... ilk defa Şeriat ülkeleri içerisinde Türkiye'yi AKIL rayına oturtan ATATÜRK'ün her konudaki ilmî ve akılcı açıklamaları ve Türk'ü başarısızlıklara ve yenilgilere sürükleyen Şeriat zihniyetine karşı tutumu ile kıyaslayınız..."(s. 461)

 

KARŞILIKSIZ PARA SİSTEMİ İLE DÜNYAYI SÖMÜRENLER.

GÜNLER... İNSANLAR ARASINDA ÇEVRİLİR DURUR.

 

Ezher uleması veya Mısır, yenilgiyi kadere bağlayıp teslim mi oldu?

İntihar mı etti?   Ordularını mı dağıttı?   Savaşmaktan mı vazgeçti?

Kendilerine göre iş yapıyor, direniyor ve mücadele ediyorlardı.

Yanlışlarını düzelttiler, hâlen varlıklarını da sürdürüyorlar.

Geçmiş olayları elbette tabiî göreceğiz. Eksiklerimiz varsa onları tesbit edip tedbir almak durumundayız. Tabiî görmeyip de ne yapacağız? Yenilmişiz bir defa. Yenilginin sebepleri pek çoktur. Bütün dünya Yahudilerin emrinde ve onları destekliyor. Bankalarda basılan paralar onların. Kurdukları ekonomik sistem ile bütün insanları esir etmişler ve köle gibi çalıştırıyorlar.

Yahudiler dünyayı nasıl sömürüyorlar?

Ülkemizde Türkiye Merkez Bankası vardır. Halka dağıtılan ziraî kredilerle esnafa verilen kefalet kredileri vardır ki; bunlar sadece halkımızı borçlandırıyor ve hiçbir işe yaramıyor.

Türkiye'de gerçekçi, sağlıklı, doğru bir araştırma yapın ve bakın bakalım, kredilerin yüzde kaçı Yahudilere verilmiş? Hiç tahmin edemiyeceğiniz bir netice ile karşılaşırsınız.

Bu çarkın nasıl işlediğini kısaca anlatalım.

Merkez Bankası karşılıksız para basıyor ve bizleri enflasyon batağına doğru sürüklüyor. Yahudiye kredi veriyor, Yahudi bununla fabrika kuruyor, sonra bu fabrikada bizi köle gibi karın tokluğuna çalıştırıyor. Fabrikada ürettiği mallara da faizi yüklüyor ve bize satıyor. Devletten aldığı krediyi faizsiz olarak iade ediyor. Çünkü enflasyon sayesinde iade edinceye kadar geçen zaman içinde paranın değeri düşmüştür. Kendisi ise istediği kadar üretilen mala zam yapıyor. Çünkü sadece kendisinin yararlandığı banka ve kredi sisteminden dolayı tekel durumundadır.

Böylece dünyanın her tarafına dağılmış olah Yahudi, bulmuş olduğu bu karşılıksız para sistemiyle ve her ülkede kurduğu mekanizmalarla bütün insanlığı sömürüyor. Ülkelerdeki yönetimler de onların elinde ve emrinde. Sadece iç kredilerle değil, dış kredilerle de bu sistem destekleniyor ve çark uluslararası seviyede dönüyor. Bu durumda diğer dünya ülkeleri gibi siz de Mısır'ın Nasır'ı konumunda değil misiniz?

İslâmiyet, teslimiyet demektir.

Teslim olursanız siz de kadere inanırsınız.

Allah şimdi iktidarı onlara vermiş. Ne yapalım diyerek sabreder ve Allah'ın iktidarı onların elinden alacağı zamanı beklersiniz. Çünkü Kur'ân öyle diyor.

İsrâ suresinden hep beraber okuyalım:

4 - Biz İsrail oğullarına Kitap'ta şu hükmü verdik: "Siz yeryüzünde iki kere fesat çıkaracaksınız ve büyük bir yükselişle yükseleceksiniz.

5 - Birincisinin vâdesi geldiğinde üzerinize güçlü kuvvetli kullarımızı gönderecek ve yurdun içine girecekler. Bu yerine gelecek olan bir va'ddir.

6 - Sonra tekrar size onları yenme imkânı vereceğiz ve mal ve nüfusla sizin savaşçılarınızı çoğaltacağız.

7 - İyilik ederseniz, siz kendinize iyilik etmiş olursunuz. Kötülük ederseniz, o da sizin kendi aleyhinizedir. Sonuncu başkaldırmanızın va'di geldiğinde , yüzlerinizi karartıp kötü duruma soksunlar ve ilk kez girdikleri gibi Mescid'e (Kudüs'e) girsinler ve sizin yükselttiklerinizi yıksınlar.

8 - Bundan sonra belki Rabb'iniz size merhamet edecektir. Ama siz (bozgunculuk yapmaya) dönerseniz, biz de (sizi cezalandırmaya) döneriz. Cehennemi, kâfirler için kuşatıcı (bir zindan) yapmışızdır.

Burada açıkça görülüyor ki, Yahudiler iki defa güçlü olup insanlığa hâkim olacaklar. Bu duruma Allah'ın şiddetli kulları son vereceklerdir. Nitekim Hz. Ömer zamanında Kudüs fethedildi. Şimdi tekrar dünyaya hâkim bulunuyorlar. Karşılıksız para sistemi ile dünyayı sömürüyorlar. Kudüsü de Kur'ân'ın bildirdiği gibi geri aldılar. Demek ki bunlar hep kader. Şimdi Kur'ân'da haber verilen Müslümanların ikinci zaferini bekliyoruz. Yahudiler de, yine Kur'ân'da va'dedilen Allah'ın merhametini beklesinler.

Peki bu durumda kadere boyun eğmeyip de ne yapalım? Bombalar alıp da dünya ülkelerinin merkez bankalarına mı saldıralım? Veya kılıçlarımızı çekip bir zamanlar Hıristiyanların yaptıkları gibi her gördüğümüz yerde Yahudileri kesmeye mi başlayalım? Söyleyin bakalım; hangisini yapalım? Ama hayır! Biz bütün bunlara 'hayır' diyoruz! Zamanı geldiğinde bunlar da düzelecek ve bizim günlerimiz ve bizim devrimiz başlayacaktır.

Allah, Âl-i İmrân suresinin 140. âyetinde şöyle buyuruyor:

"Eğer size bir yara dokundu ise, o topluluğa da benzeri bir yara dokunmuştu. O günler... Evet onları biz insanlar arasında çevirip duruyoruz. (kâh bir kavme, kâh ötekine galibiyet veriyoruz; bazan bir topluma iyi veya kötü günler gösteriyoruz, bazan ötekine). Allah inananları ortaya çıkarsın, sizden şehidler edinsin diye (samanı kâh lehinize, kâh aleyhinize çevirmektedir). Allah, zalimleri sevmez."

Evet, bazen onlar iktidar olur, bazan biz. Bunlara dayanmamız ve sabır göstermemiz gerekir. Hak ile bâtılın sonsuz gibi görünen serüvenidir bu. Nitekim İsrail oğulları binlerce yıldır birçok çilelere dayandıkları içindir ki bugün hâlâ varlar. Onlar ve Müslümanlar var olduklarına göre, bu mücadele sürüp gidecek demektir.

Bugün onların... Yarınlar bizim...

O günler... İnsanlar arasında çevrilir durur...

Bizler, o günlerin gelmesi için

var gücümüzle çalışıyoruz...

 

*    *   *

 

Yazara göre;

Busbeq Kanunî Süleyman ordusunu tetkik etmiş ve

Batı dünyasına onun gibi yapmalarını önermiştir.

 

"IV- BATI'nın Farklı Tutumu; BATI'lı, kendi başarısızlıklarını ve eksiklerini akıl yolu ile keşfedip, kendisini yenilgiye uğratanın üstünlüğünden ders almasını bilmekte.(s. 461)

Oysaki biz bu yenilgilerimizi ve başarısızlıklarımızı ve devamlı şekilde kötüye gidişlerimizi AKIL dışı din hükümleriyle anlamağa ve anlatmağa çalışırken ve her şeyi ya kadere ya da iman zayıflığına (din ihmallerine) bağlarken Batılı, bizi akıl denemesinden ve süzgecinden geçirerek eleştiriyor ve bundan kendisine en yararlı malzemeyi ve sonuçları çıkarıyordu. Karlofça'yı imzalamağa zorlandığımız yenilgilerden 150 yıl önce İstanbul'a gelen ve Kanunî Süleyman döneminin kuruluşlarının ve askerî disiplin ve örgütlerini gören ve eleştiren Fransız Busbeq, bu güclü ve disiplinli ordu karşısında Hıristiyan ülkelerin neden dolayı yenilgiye uğradıklarını ortaya vuruyor ve alınması gereken dersleri eleştirerek gerekli öğütleri veriyordu..."(s. 462)

 

İNSANOĞLU YENİLİNCE NE YAPAR?

OSMANLILARIN EN BÜYÜK HATASI NEYDİ?

 

Evet, demek ki insanoğlu yenilmeye başlayınca kendisini savunmak ister ve buna ilmî bir metotla karşı koyarsa zafer kazanır. Batı Osmanlı Devleti'ne karşı yenilgilere uğrayınca araştırmalar yapmaya başlamış, bulduğu yeniliklerle Osmanlı Devleti'ni durdurmuş ve akıncıları geri çevirmişti. Osmanlılar da Avrupa devletleri karşısında yenilmeye başlayınca aynı şeyi yaptılar ve orduyu ıslah ettiler. Bu arada başka reformlara da giriştiler. Askerî alandaki reformlarda muvaffak oldular, ancak diğer hususlardaki reformlarda başarısız oldular. Çünkü ilmî yollardan ve metotlardan hareket etmediler. Batı dünyasını körü körüne taklit ettiler. Böyle yapınca sonunda olacağı buydu ve bu kadardı. Ne kadar anlayıp uygulayabildiyseler, ancak o kadar başarılı olabildiler.

Ancak kurdukları yeni ordu sistemi sayesinde, daha sonra Anadolu ve Trakya'yı düşmanlardan kurtardılar ve yeni Türkiye Cumhuriyeti'ni kurdular. Son dönemde önemli olan ve elle tutulabilen tek başarıları budur. Ama maalesef Osmanlılar dönemindeki aynı taklit hastalıkları ve gayri ilmî çalışmalar bugün de devam ediyor. Hattâ kimi daha azgın ve çarpık olarak hükümranlığını acımasızca sürdürüyor. Buna bağlı olarak problemler de gün geçtikçe büyüyor. Artık bunlara gerçekten dur demenin zamanı gelmiştir. Çünkü dayanabilme sınırını çoktan aştılar. Bunlar düzelmedikçe ülke sık sık krizler geçirecek ve bunalımlara düşecek...

Asker de ortalama olarak her on yılda bir,

imdada yetişecek ve kolundan tutup kaldıracak...

Bu bozuk düzen de,

düzelinceye kadar böyle kırık-dökük dönmeye devam edecek...

Ne zamana kadar?

Millet uyanıp 'yeter artık!' deyinceye kadar.

Peki millet uyanır mı?

İki ihtimal var: Ya uyanacak veya yok olacak!

Durum özet olarak böyle. Şaşılacak şey! Yazar, böylesine kinle dolup taşmış olduğu halde kendi milletine ve inançlarına acaba neden saldırıyor? Bir şeyler sezinlemiş olmakla birlikte bunu daha tam olarak anlayabilmiş değiliz. Demek ki bu konuyu da araştırmamız gerekiyor.

İslâmiyet'e göre;

İlim mü'minin yitiğidir, nerede bulursa oradan alacaktır. Ancak ilim tahkik edildikten sonra ilimdir. Ancak o zaman tahkikî ilim seviyesine çıkar. Çünkü tahkikî ilim seviyesine çıkamayan ilme de doğrusu ilim denemez.

Biri kitabında, su ısıtılırsa kaynar derse, bunu dinleyeceğiz ama suyu kaynatıp bizzat görmedikçe inanmayacağız.

Buna 'tahkik' diyoruz veya 'içtihat' diyoruz.

'Her söze kulak verirler ama en iyisine uyarlar' emri budur.

Mutlaka dinlemek, kulak vermek, seçmek ve içtihat yapmak gerek.

Osmanlıların en büyük hatası neydi?

Osmanlıların en önemli ve en büyük hatası; içtihat kapılarını kapatmış olmaları ve ıslahatlarını cehalet içinde körü körüne taklit üzerine oturtmuş olmalarıdır.

Ancak bu durumu ve uygulamayı da tabiî karşılamamız gerekiyor. Çünkü hem Osmanlılar yaşlı hem de uyguladıkları medeniyet artık çok yaşlıydı. Ömrünün son demlerini ve devirlerini yaşıyordu. Bu açıdan bakınca onları mazur görebiliyoruz.

Ama bütün bu hastalıklar

cumhuriyet devrine geçmeyebilirdi.

Geçmeyebilirdi ama geçti ve bugün de bu haldeyiz.

Bizlere de tedavi yolları aramak düşüyor.

Gelin hep beraber arayalım;

Arayıp bulalım ve;

Uygulayalım.

 

 

 


İSLAM-Devlet/Dünya-DÜZENİ-2-İlhan Arsele reddiye
1-BESMELE VE İTHAF
1731 Okunma
2-KAPAKDETAYI
1450 Okunma
3-YAYIN VE REDAKTE KURULU
1400 Okunma
4-EDİTÖRDEN NOTLAR-REŞAT NURİ EROLDAN
1472 Okunma
5-Prof. Dr.ilhan Arsel kimdir?
4380 Okunma
6-TEŞEKKÜR-reşat nuri eroldan
1395 Okunma
7-S U N U Ş-Dr.SÜLEYMAN AKDEMİR
1345 Okunma
8-Ö N S Ö Z-YERİNE DAVET REŞAT EROL
1429 Okunma
9-İÇİNDEKİLER
1288 Okunma
10-CEHALET VE AKILSIZLIK MESELESİ
1501 Okunma
11-MERKEZÎ KUVVET SİSTEMİ TALANCILIĞA DAYANIR
1507 Okunma
12-'KADER' VE 'İRADE' NE DEMEKTİR?
1566 Okunma
13-HIRİSTİYAN HAÇLILAR NE YAPTI?
1693 Okunma
14-YENİLİK DÜŞMANLIĞI VE DEMOKRATİK DÜZEY MESELESİ
1356 Okunma
15-İSLÂMİYET'E GÖRE MEDİNE'DEKİ YÖNETİM ŞEKLİ
1916 Okunma
16-İSLÂMİYET VE KUR'ÂN KORKUTUCU DEĞİLDİR
1436 Okunma
17-'İSLÂM DİNİ' İLE 'İSLÂM DÜZENİ' AYRIDIR.
1366 Okunma
18-TÜRKLÜK İRSÎ, İSLÂMLIK KESBÎDİR.
1406 Okunma
19-RUH VE BEDEN, MİLLET VE DEVLET ARASI MÜNASEBET
1399 Okunma
20-İSLÂM DÜZENİNDE TUTUKLU YOKTUR
1447 Okunma
21-İKTİDAR - KİŞİ HÜRRİYETLERİ ARASINDAKİ İLİŞKİLER
1381 Okunma
22-İSLÂM DÜZENİNDE RESMÎ DİNÎ KURULUŞ YOKTUR
1391 Okunma
23-İSLÂM DÜZENİNDE DEVLET YÖNETİMİ NASIL OLUR?
2792 Okunma
24-KUVVET VE HAK TEORİLERİNE GÖRE KÂİNAT
1327 Okunma
25-GELİŞMEMİŞ TOPLULUKLAR GELENEKLERİYLE YAŞARLAR
1418 Okunma
26-KUR'ÂN'IN EMİR VE NEHİYLERİ TEDBİRDEN İBARETTİR
1419 Okunma
27-İSLÂMİYET'TE YAHUDİ DÜŞMANLIĞI YOKTUR
1629 Okunma
28-KAYNAŞMA TÜRKLERE HAS BİR ÖZELLİKTİR
1375 Okunma
29-OSMANLILAR 'HÂDİM OLMA' İLKESİNİ GETİRMİŞTİR
1401 Okunma
30-İSLÂMİYET'TE GERÇEK DEMOKRASİ VARDIR
1353 Okunma
31-İSLÂMÎ SAVAŞLAR TALAN VE DİN SAVAŞI DEĞİLDİR
2340 Okunma
32-İSLÂM DÜZENİNDE SAVAŞA İSTEYENLER KATILIR.
1326 Okunma
33-İSLÂMİYET İDEAL BİR DÜZENDİR
1355 Okunma
34-İSLÂM DÜZENİNDE 'HAKEMLİK SİSTEMİ' VARDIR
1457 Okunma
35-MÜSLÜMAN ALLAH İÇİN SAVAŞIR, KÂFİR TAĞUT İÇİN.
1735 Okunma
36-'MİLLÎ HAKİMİYET' NE DEMEKTİR
1468 Okunma
37-İLMÎ ŞÛRA BAŞKANI İTTİFAKLA SEÇER
1333 Okunma
38-ANKARA MECLİSİ'NİN KURULUŞU ŞERİATA UYGUNDU
1368 Okunma
39-BATI CUMHURİYET SİSTEMİNİN EN BÜYÜK MAHZURU
1350 Okunma
40-İSLÂMİYET'E GÖRE CUMHURİYET YÖNETİMİ.
4390 Okunma
41-LOZAN'IN GİZLİ ŞARTLARI NELERDİR?
1611 Okunma
42-BATI ÇÖKMEKTEDİR BAŞARILI OLAMAYACAKTIR
1376 Okunma
43-ZAMAN YAZILARI-İSLAMI BİLMEK
1357 Okunma

© 2024 - Akevler