Sayın Süleyman Karagülle ve Sayın Süleyman Akdemir yeni yayımladıkları "Yeni Anayasaya Geçiş Önerisi – Anayasal Sistemde Ortak Görüş Arayışı" kitabının birinci bölümünde, insanlık tarihinin geçirdiği evrelere değinmekteler. İki imzalı kitaplaştırılmış bu çalışmanın beni aşan bölümlerinde sessiz kalacağımı, bazı bölümlerini içtenlikle onayladığımı belirtip, bazı bölüm ve konuları da kritik edeceğimi belirtmek isterim.
Söz konusu kitabın 22. sayfasında yer alan “İnsanlığın Menşei” paragrafının son cümlelerinde “… Kullanılan araçlarda evrimleşme varsa da çağa ait taş kültürünün benzer olduğu ve bir merkezden geliştiği ortaya çıkmıştır. Bütün bunlar insanların bir anne ve babadan türediklerini kanıtlamaktadır” denilmektedir.
İnsanlık Tarihi verilerine göre dünyanın her döneminde aynı çağda birçok farklı topluluğa rastlanmıştır. “Hilkatin bidayeti”ne, yazarların dediği gibi “insanlığın menşei”ne dönüldüğünde, Adem ve eşine ulaşılıyorsa, bu konuda bazı kuşkularım var!
Antropolojinin verilerine göre insanın fiziki gelişmesini belgelemek bir ölçüde mümkün. Ancak akıl ve duygu gelişmesini belgelemek o kadar kolay değil. Bundan dolayı antropoloji ile Kutsal metinleri birlikte değerlendirmek gerekiyor.
Doğayı çözümleyenlerin işini kolaylaştıran analoji, antropoloji ile Kutsal metinler arasında da kullanılabilir.
Görüşümüz çoğunluğa uymasa da Tevrat ve Kuran’ın bildirdiğine göre Adem, fiziki gelişmesi ile beraber akıl ve duygu gelişmesini de tamamlayan bir topluluk içinden seçilen bir kişidir. Adem; Ahmet ve Mehmet gibi bir isim değildir. Aksine akıl ve beden gelişmesini tamamlayan ilk üye olmanın yanında nasıl bir fiziki özelliğe sahip olduğunu da göstermek için Adem denmiştir.
İnsanın akıl, duygu ve beden gelişmesini tamamlayıp içlerinden birinin Adem olmasına kadar geçen sürelerin ayrı ayrı ele alınması gerekir.
Antropoloji bu verileri Tevrat, özellikle Kuran kadar net ayıramıyor.
“E ve lem yerav keyfe yübdiüllahu’l halke sümme yuî’duh. İnne zalike a’laallahi yesîr.” (Ankebut.19)
“Görmüyorlar mı Allah nasıl “yaratmayı başlatıyor” sonra da onu iade ediyor. Bu Allah’a kolaydır.”
“Kul sîrû fîl ardı fânzurû keyfe bedeel halka, summ Allâhu yunşîun neş’etel âhırete, innallâhe alâ kulli şey’in kadîr”. (Ankebut-20)
“Yerde dolaşın ve böylece “ilk yaratılışın” nasıl olduğuna bakın. Sonra Allah, ahiretin yaratılışını inşa edecek Muhakkak ki Allah, her şeye kadirdir, de.”
Ankebut Sûresi’nin 19 ve 20. ayetlerinde yaratılışın başlangıcı ile Adem arasında herhangi bir ilişkilendirme yapılmamıştır. Adem, yaratılış devam ederken bir aşamada ortaya çıkmaktadır. Allah, insanın var ama Adem’in olmadığı bir dönemde, Adem diye muhalif bir varlığın ortaya çıkışını meleklerle müzakere ediyor. Müzakere konusu olan varlık, bedenen var ama fonksiyon olarak henüz yoktur.
“Ve iz kâle Rabbuke lil melâiketi innî câ’ilün fil ardi halîfe…” “Hani Rabbin Meleklere “Ben yerde bir muhalif” varedeceğim deyince…” (Bakara-30) ayetinde Allah var olan yani halk edilmiş bir canlıya “halîfe - muhalif” fonksiyonunu yüklemek istediğini meleklere anlatmaktadır.
Savunduğum teze gelince:
Adem’den önce yeryüzünün değişik bölgelerinde insan olmaya aday çok sayıda topluluk vardı. Bu toplulukların her birinin beden, duygu ve akıl gelişmişlik düzeyi farklıydı. Her toplulukta insanların inanma ve ahlak algısı da farklıydı. İnsanlar topluluk halinde bir din ve ahlak sahibi olmaya çalışıyordu. Veya yaşadıklarına anlam verme denemeleri insanları, Tanrı ve ahlak sahibi yapıyordu. Bu aşamada elde edilen ahlak ve inanç değerlerinin tamamı insanlara aitti, hiçbiri vahye dayanmıyordu.
Geçen sürede elde edilen sonuçların bir önemi yoktu ama insanın beden, duygu ve akıl gelişmesini tamamlaması ve vahyi anlar duruma gelmesi açısından önemliydi. Bu dönemin uzun sürdüğünü düşünüyorum.
Adem öncesindeki insanlar, Allah’ı ve ahireti anlayabilecek düzeye gelinceye kadar bir birinden ilginç pek çok Tanrı ve ahlak düşüncesine sahip oldular. Bu dönemde dağı, taşı, gök gürültüsünü, yırtıcı bir hayvanı kutsamış olabilirler. Oldukça uzun sürdüğünü tahmin ettiğimiz bu dönemi “dindarlık egzersizlerinin yapıldığı bir dönem” olarak görebiliriz.
Yeryüzünde bir çok topluluğun dini değerler edinme egzersizleri yaptıkları bu dönemde, Adem ve birlikte yaşadığı topluluğun üyeleri beden, duygu ve akıl gelişmesini tamamlamış ve vahiy alma aşamasına gelmişlerdi.
Adem vahiy almaya başladığında anatomik olarak bugünkü insandan tek farkı, uzun tüylerinin olmasıydı. Tüyleri dışında Adem ve topluluğu, bugünkü insandan farksızdı.
Günümüzde bile ormanda yaşayan çıplak insan topluluğuna rastlanabiliyorsa, biri bilgisayar teknolojisini geliştirirken diğeri çıplak yaşamaya devam ediyorsa, bu iki uç arasında gelişmişlik düzeyleri bir birlerinden çok farklı çok sayıda topluluk varsa ve bu uçurum da modern zamanlarda ortaya çıkmadıysa... Adem’e gelinceye kadar insanda gittikçe netleşen duygu ve akıl gelişme farkı, sonra da devam etti ve günümüze kadar geldi.
İşte Ankebul Sûresi 19-20’de belirtilen “yeri gezip gördüğümüzde” karşılaştığımız gerçek, insandaki duygu, akıl ve algı farklılığının taa yaratılışın başlangıcına dayandığını ve bunun izlerinin bugüne kadar geldiğini göstermektedir.
Özetlersek;
1-Yeryüzünde birçok insan olmaya aday topluluk vardı. Adem’in içinde bulunduğu topluluk da bunlardan biriydi.
2-Toplulukların her biri farklı beden, duygu ve akıl gelişme seviyesine sahipti. Ancak Adem’in içinde bulunduğu topluluk diğerlerinden öndeydi.
3-Adem’in topluluğunun yaşadığı süreci diğerleri de üç-beş yüz, bazıları bin yıl farkla benzer şekilde yaşadılar.
4-Dini değerlere sahip olma açısından tüm insanlar tam bir karanlık çağ içindeydi. Dindar olmayı deniyorlardı ama başaran yoktu. Tabiattaki nesnelerin tanrı olduğunu düşünenler olduğu gibi bunu bile başaramayan insanlar vardı.