Osmanlı Devleti’nin mefkûresi İslam’dı. “Osmanlı İslamı” da “İstanbul İslamı”ndan ibaretti. Bizans döneminde Hristiyanlık İstanbul’da nasıl içerik ve şekil değiştirdi ise İslam da Osmanlı döneminde İstanbul’da aynı amaca hizmet edecek şekilde içerik ve şekil değiştirdi.
Doğu Hıristiyanlığı dendiğinde ilk akla gelen, Hıristiyanlığın İstanbul yorumudur. Yani, Tanrı’yı göz ardı etmeden Hıristiyanlığın Bizans İmparatorluğu’nun çıkarlarına hizmet edecek şekilde yorumlanmasıdır.
Bizansiyen Hıristiyanlık, gerçek Hıristiyanlıktan uzaklaşma anlamına gelse de Paganlıktan(Puta tapıcılık) yeni bir dine ve ahlaka geçiş olduğundan bu farklılık bile imparatorluğun ömrünü uzatabilmiştir.
Ne kadar deformasyona uğrarsa uğrasın Bizansiyen Hıristiyanlık, Paganlıktan hem kitabî birikim hem de ahlak olarak ilerideydi.
Bizans halkı ve biraz da sarayın ahlakındaki değişim, Müslümanlarca önemsenmese de “ahlaktaki basit ve gözle görülür düzelme” bir devletin ömrünü yüzyıllarca uzatmaya yetmiştir.
***
Türkler Müslüman olurken ilim ve irfan tahsilinden geçerek Müslüman olmadılar. Türklerin Müslüman olmaya başladıkları dönemde İslam’ın teorik ve pratik 300 yıllık bir birikimi vardı.
Osmanlı’ya gelindiğinde Müslüman âleme siyasal istikrarsızlıklar hâkimdi. Bilim, ekonomi, mimari, ahlak ve inançtaki zafiyet de ileri düzeydeydi.
Osmanlı Türkleri, en iyi bildikleri konuda Müslümanlar adına “idare”ye talip oldular. Fakat Orta Asya’da edindikleri idare tarzı, Anadolu’da büyümeye başlayan bir devleti yönetmeye yemiyordu.
Osmanlılar yönetimde iki kaynaktan fazlası ile yararlandılar. Emevi, Abbasi, Selçuklu… hanedanlıklarının birikiminden… Bir de hemen yanı başlarında, bin yılı aşkın bir birikime sahip olan Bizans’tan...
Kur’an’ın, Hz.Muhammed’in ve dört halifenin “idare” tarzını ise benimsemediler. Çünkü Müslümanlar ilk dönem yönetim modelini yüzyıllar önce terk etmişlerdi. Bunu çağrıştıracak bir uygulama ne Türk geleneklerinde ne de Bizans’ta vardı.
Osmanlı’nın 1453’e kadarki dönemde “yönetim”, savaşta ve barışta “ordu”ya dayanıyordu.
1453’e kadar daha çok ordu, oldukça az olan bürokrasi yerini, Fatih ile beraber başlayan yeni dönemde “Bizansiyen bürokrasi”ye bıraktı.
Osmanlı’nın Fatih öncesinde güçlü bir İslami birikimi olmadığı gibi Fatih’ten sonra da olamadı. Kurulan çok sayıdaki medrese sadece devlete bürokrat yetiştirdi.
Bu iddiamızı abartılı bulanlar olabilir:
Yüzyıllarca Osmanlı’ya başkentlik yapmış İstanbul’da “yeni bir bilim” doğmadı. Oysa 1453 ile başlayan yeniçağda Batı’da baş döndürücü yenilikler ve yeni bilimsel keşifler ve yeni bilim dalları doğmaktaydı.
Fetih ile birlikte Konstantinopolis, İstanbul oldu ama Hıristiyanlığa yaptığı kötülüğü İslam’a da yapmaktan vazgeçmedi.
Osmanlı Devleti, Kanuni’den sonra iyice bürokratik bir nitelik kazanınca, paşa sınıfı, askerliği ikinci plana atarak savaşa gitmeyen Padişahlara yalaka oldu.
***
Emirleri Allah’tan alması gereken İstanbul uleması, Konstantinopolis günlerinde olduğu gibi emirleri Sultan/Kraldan aldıkları için devletin ve milletin “hiçbir” sorununa çözüm bulamadı. Kurnazlığın ve ilm-i siyasetin şahikalarını sergileyen İstanbul uleması, yeni denebilecek bir kitap dahi yazamadı.
Batı bilimleri ve teknolojisi ile çok geç tanıştığında ise çoktan iş işten geçmişti. Padişahlar, Batılı filozofları bile şaşırtacak ölçüde peş peşe yenilikler yaparken, buna İstanbul ulemasının tepkisi sadece “gavurlaşıyoruz” oldu.
Yeni yeni ortaya çıkan ve Batı’dan da etkilenen Osmanlı aydınlarının önemli tespitlerinden biri de şu oldu:
Gayrimüslimler ticaretten ve sanayiden başka bir şey düşünmezken Müslüman okumuşlar ise devlete memur olmak istiyordu. Müslümanlar devlette görev alma hastalığından kurtulmadıkları sürece bu devletin kanun çıkararak kalkınması mümkün değildir, demişlerdir.
***
Cumhuriyeti kuran kadronun çok iyi bildiği bir konu vardı:
Müslüman halkı, devlete memur olma hastalığından kurtarmak lazım!
Cumhuriyet’in Müslüman halka yaptığı en büyük iyilik, onları bürokrasiden uzaklaştırıp her türlü ekonomik ve sosyal hayatın içinde yer almaya mecbur bırakmasıdır. Yeni dönemde dindar halk, devlete memur olma ümidini yitirince, Osmanlı döneminde Gayrimüslimlerin yaptığı her mesleği öğrenmek zorunda kaldılar. Bir süre sonra atölye düzeyinde üretime yöneldiler. Çok geçmeden yeni yeni atölyeler ve fabrikalar Anadolu’nun ücra kentlerine kadar taşındı.
Aradan 50 yıl geçmişti ki Türkiye’nin özel sektörü, dünya pazarlarına açıldı.
Cumhuriyetin bu başarısının bin yıllık Anadolu İslam tarihinde örneği yoktur.
***
Meşrutiyet aydınlarının tedavisi olmayan bir hastalık gibi gördükleri “devlete memur olma” ve “devlet destekli zengin olma” illeti, ne yazık ki doksan yıl sonra yine büyük bir zafer gibi Müslümanın yakasına yapıştı.
Devletten makam, mevki, ihale, himaye, kayırma, torpil, bizim de hakkımız… illeti, Bizans’ı ve Osmanlı’yı bitirdiği gibi Türkiye Cumhuriyeti’ni de bitirecek.
Bilimin, başarının, imanın, ahlakın, üretimin, yeniliklerin… yerini devletten makam, mevki, ihale, himaye, kayırma, torpil, bizim de hakkımız… görüşü aldı ise…
Ahlaki çöküntünün önü alınamıyor ise…
İstanbul uleması da yöneticilerin ve zenginlerin yanlışlarına fetva yetiştirme derdinde ise büyük çöküş kaçınılmaz gibi görünüyor.