http://www.egedesonsoz.com/yazar/baslik/10570
Osmanlı; “Batılılaşarak Batıyı yenmek” istiyordu! Çünkü Batı’yı yenecek bir savaş teknolojisine sahip değildi. Bunu da ancak Batılılaşarak elde edebilirdi!
1775’te başlayan askeri teknolojinin yenilenmesine ayak uyduramayan eski ordu, yani Yeniçeri Ocağı kanlı bir şekilde kapatıldı. Çare oldu mu, yenilgiler son buldu mu; hayır! Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı tam bir hayal kırıklığı yarattı.
Ordudaki reformlar yeterli olmayınca Tanzimat Fermanı ile birlikte idarenin ve kanunların değiştirilmesine karar verildi!
Ordunun ve kanunların değişmesinin de olumlu etkisi görülmedi. 1839 Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı ve 1856 Kırım Savaşı ancak İngilizlerin ve Fransızların müdahalesi ile hezimet olmaktan kurtarılabildi!
1856 Islahat Fermanı, o güne kadar yapılan askeri, idari ve özel hukuktaki değişiklikler, bir kez daha yapıldı. Karşılığında ise Osmanlı Devleti, Batılı bir devlet oldu!
Osmanlı’nın yenilgileri de Batılılaşması da bitmedi! Üst üste Saray içi darbeler yapıldı, arkasından anayasal düzene, demokrasiye, parlamenter sisteme, padişahın yetkilerinin sınırlandırılmasına, kanun önünden eşitlik prensibine, basın özgürlüğüne… geniş haklar tanındı! Derken; bu kadar yenilik ve özgürlük fazla geldiği iddiasıyla anayasa ve meclis dâhil, bütün özgürlükler askıya alındı!
1865’te basında görülen ve sonradan İslâmcılık diye ünlenen bütün aydınlar, medreseliler, Türkçüler, Batıcılar, subaylar, bürokratlar, azınlıklar… bu kadar geniş bir Osmanlı vatandaşı, “özgürlük” paydasında anlaşarak II.Abdülhamit yönetimine karşı mücadele etti. Kimse elde edilen özgürlüklerden vazgeçmiyordu. Abdülhamit de bunu anlamak istemiyordu!
1908, 1909… 1912, 1914… önü alınamayan gelişmelerin asıl denedi, Abdülhamit’in 33 yıl süren iktidarı döneminde alternatif yeni yönetici kadroların yetişmesine fırsat tanınmaması olduğu iş işten geçtikten sonra anlaşıldı. Çünkü Abdülhamit’ten sonra devleti idare edecek ne bir padişah adayı ne de idareci yetişmişti. Sadrazam ve bakan olabilecek kişilerin yaş ortalaması 80’di ve bu kişilerin kariyerleri de Abdülhamit’e kulluk yapmaktan ibaretti.
Türkiye Cumhuriyeti, tamamen Osmanlı Devleti’nin devamı olarak kuruldu: Batıcıydı, medeniyetçiydi, Osmanlı’nın bütün borçlarının kefiliydi, bütün yeniliklerin sıkı bir takipçisiydi, eksik kalan her ne var ise onların da tamamlayıcısıydı…
Gerçek şu ki; Osmanlı’da hem eski hem de yeni her ikisi de vardı. Ama devletin desteği yeniden yanaydı. Mecelle-i Ahkâm-i Şeriyye Abdülhamit tarafından Mecelle Derneği’nin kapatılması karşılığında yürürlüğe konulmuştu. O da yöntem ve içerik olarak eski sayılmazdı.
Cumhuriyet’in bütün reformları ise Osmanlı’nın eskisinin kaldırılıp sadece yenilerinin kalmasıydı.
1923’ten 1973’teki Kıbrıs Barış Harekatı’na kadar Türkiye, Batılı hiçbir komşusuna ve dost olduğu devletlere karşı silah kullanmadı. Aynı politikayı Doğulu komşu ve dostlarına karşı da izledi.
1945’e kadar geçen süre, “eskisiz” yeni Türkiye’nin sindirilmesi süresi oldu. 1945’ten sonra siyasal sistemin demokratikleşmesi, ekonominin liberalleşmesi, düşünce ve fikir özgürlüğünde ise basit gelişmelerle geçti.
1945-1950 arasında Türkiye yeni dünyanın bütün ittifaklarına ya üye oldu ya da üyelik başvurusunda bulundu.
1950-60 arası Türkiye’nin yeni dünya sistemine entegrasyonunun sancılarıyla geçti. DP; entegrasyon yerine kurnazlığa başvurunca sonuç malum; darbe oldu!
1961 Anayasası’nı hazırlayan ilim adamları, kendi alanlarında hakikaten çok iyiydiler. Artık o düzeyde hukukçu ve anayasacı yetişmiyor!
1960’tan 2010’a kadar geçen süre bir açıdan bakıldığında Türkiye – AB ilişkileri ile geçti. Özgürlük, gelişme, eğitim ve sağlık… her ne var ise AB süreci ile Türkiye’nin gündemine geldi.
***
Başını iki elinin arasına alıp düşünen her T.C. vatandaşı şunu çok iyi bilir ki, Türkiye’yi idare edenler AB sürecini ya darbeyle ya da Sıkıyönetim veya Olağan Üstü Hal ile kesintiye uğrattı.
Bu nedenle “Şu kadar yıldır bizi AB kapısında bekletiyorlar” şikayetlerinin hiçbiri doğru değildir.
AB standartları çok doğru ve gerekli ise neyi bekliyor olabiliriz ki! Fasılların açılmasını beklemeden, Türkiye gelecekte de var olacaksa AB standartlarının üstünde bir düzen kurmak zorundadır.
Türkiye’nin zorunda olduğu durum budur!
Bizi almazlarsa yok efendim “Şunu deriz…, bunu yaparız…” bunlara hiç gerek yok!
Yeni teknolojiler üretememiş isek…
Bunu Batı’ya satamamış isek…
Fason üretimi ve yan sanayii “teknolojimiz artık gelişti” diye bir düşünceye kapılmadıysak…
Biz AB’siz ancak İran, Pakistan, Mısır… olabiliriz.!
Oysa talebimiz “daha fazla özgürlük, daha iyi iş, daha fazla aş, daha kaliteli kamu hizmeti, eğitim, adalet, adalet, adalet… ülke içinde ve dışında daha, daha fazla barışçıl siyaset…”tir.
Kimse bunu yanlış anlamamalıdır!
Hedefi de şaşırtmamalıdır!