***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 71
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَإِذْ أَوْحَيْتُ إِلَى الْحَوَارِيِّينَ أَنْ آمِنُوا بِي وَبِرَسُولِي قَالُوا آمَنَّا وَاشْهَدْ بِأَنَّنَا مُسْلِمُونَ (111) إِذْ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ يَاعِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ هَلْ يَسْتَطِيعُ رَبُّكَ أَنْ يُنَزِّلَ عَلَيْنَا مَائِدَةً مِنَ السَّمَاءِ قَالَ اتَّقُوا اللَّهَ إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (112) قَالُوا نُرِيدُ أَنْ نَأْكُلَ مِنْهَا وَتَطْمَئِنَّ قُلُوبُنَا وَنَعْلَمَ أَنْ قَدْ صَدَقْتَنَا وَنَكُونَ عَلَيْهَا مِنَ الشَّاهِدِينَ (113)
وَإِذْ أَوْحَيْتُ
(Va EiÜ EVXaYTu)
“Ve vahyettiğimde”
Âhirette Allah resulleri topladığında onlara “Ne cevap aldınız?” diye soracak, onlar “Biz bilmiyoruz” diyecekler. Bu toplanma Hazreti İsa’yı şahit olarak dinlediği zaman olmuş olacaktır. Allah âhirette Hazreti İsa’nın kendi hayatını hatırlatacak, böyle böyle oldu diyecek, asıl soruyu sonra soracaktır. Bu hayatını hatırlatma iki safhada olacaktır. Birincisinde kendisi ve annesinin peygamberliği hatırlatılacak, gösterdiği mucizeleri izah edecektir. Bunlara inanmayanlara karşı gösterdiği kanıtlardır, yani hasma karşı ikame edilen delilleri ortaya koymuştur.
Biz de insanlığı “Adil Düzen”e çağırırken Hazreti İsa’nın gösterdiği mucizelere benzer Kur’an’ın mucizesini göstermeliyiz.
İşsizliğe ve teröre çare bulmak demek ölüleri diriltmek demektir.
Hazreti İsa’nın hayatını anlatırken seni ruhu’l-kudüsle teyit ettik denmektedir.
Şimdi de havarilere vahyettik diyor.
Hıristiyanlık Hazreti Zekeriya peygamberin Hazreti Meryem’i eğitmeye başlamasıyla başlar. Manastırda yetişen Meryem sonra vahiy almış ve Hazreti İsa’yı büyütmüştü. Hazreti İsa daha çocukken vahiy almaya başlamıştı. Hazreti İsa’nın risaleti tamamlanmıştı. Allah ona 12 havari vermişti. Kur’an’da sayıları yoktur ancak cemi müzekker salim çoğulu 10 civarında çoğulu yani aşireti ifade eder. Biz onu aşiret olarak kabul edeceğiz.
Maide Sûresi bucağı anlatmıştır. Şimdi de Hazreti İsa’nın aşiretini anlatmaktadır. Bunlar nesep itibariyle akraba değildirler. Biz de on civarında kişiden oluşan bir aile olacak ve aşiretimizi oluşturacağız. İşimiz derslere devam olacaktır. Kur’an’da; yakın aşiretini inzar et denmektedir. “El-Ekrabîn” takyit değil tavsiftir. Yani aşiret en yakın olan en küçük topluluktur. Ondan başka da bir aşiret yoktur, yani uzak aşiret yoktur. Demek ki buradaki “İz” “İz Eyyedtüke”deki “İz”e atfedilmektedir.
Vahiy vardır. İlham vardır. Her ikisi de insana dışarıdan gelmeyen, içte doğan bilgidir yani ruhani bir bilgidir. Bedenimiz vardır. Çevrenin bir parçasıdır. Onlardan etkiler almaktadır. Ruhumuz bedenimizin şoförü mahiyetindedir. Nasıl şoförün muavini ve yolcuları varsa yani arabada şoförden başka kişiler varsa, bizim beynimizde de bizden başka ruhlar vardır. Onlar da bize bilgi vermektedirler.
Vahiy Allah’tan doğrudan veya melek vasıtası ile gelen bilgidir. Yalnız iyilikle ilgili bilgiler getirilir, hata olma ihtimali yoktur. İlhamda ise iyi ve kötü bilgiler de gelir, hata etme ihtimali vardır.
Peygamberlere vahiy olmaktadır. Bize de vahiy olmaktadır. Bir problemi çözdüğümüzde çevremiz onu tasdik ediyorsa o bize vahyedilmiştir demektir. Başka bir ifade ile icma olan yerde vahiy vardır. Çünkü Allah dalalet üzerinde aklı birleştirmez.
Havarilere ayrı ayrı vahyetmemektedir, onların içine birlikte muhalefetsiz tasdik kanaatlerini getirmektedir yani onlarda icma oluşmaktadır. İcma Ehli Sünnetin ve Şiilerin kabul ettiği kesin delillerdendir. Ne var ki onlar tüm İslâm âlimlerinin ittifakını icma kabul etmektedirler. İmamı Malik Medine icmalarını icma kabul etmiştir. Şiiler de Ehli Beytin icmasını icma kabul ederler. Bütün mezhepler örfü delil kabul ederler.
Biz bunlara dayanarak aşiretin kendisinin icmasının olacağını, kabilelerin kendilerinin icmasının olacağını, şa’bın kendileri için icma olacağını ve ülkelerin de kendileri için icmalarının olacağı hususunu “Adil Düzen Anayasamızda” kabul etmiş bulunuyoruz.
İşte burada da Havarilere vahyettik demekle onlara icmaları ile vahyettiğini bildirmektedir. Yukarda “seni teyit etmiştim” demişti, burada da “Havarilere vahyettim” demektedir. Aynı kalıbı kullanarak atfın oraya ait olduğunu belirtmektedir.
إِلَى الْحَوَارِيِّينَ
(ELay eLXaVARiyYIyNa)
“Havarilere”
“Hac” kelimesi gidip gelen demektir. “Devr” kelimesi ise dönen anlamındadır. “Havr” ise iç içe olan, dönen ve gidip gelen anlamındadır. İnsanların birbirlerine konuşmasına “muhavere” denir. “Hür” kelimesi de bağlı olmayan, serbest dolaşan, topluluk içinde olan demektir. O havr olunmayacağını zannetti, oysa rabbi ona basirdir âyetinde içine alma açıkça görülmektedir. Türkçede “eksen” karşılığı “mihver” kullanılmaktadır. Kur’an’da bu manâda kullanılmamaktadır.
Bir toplulukta karşılıklı ilişkiler kurulunca, herkes diğeri ile bağ tesis edince o “hâir” olur. Aşiret içinde kişiler birbirleri ile ikili ilişki kurarlar. Bu sürekli ilişkidir. Amca her zaman amcadır. Oysa kabile içinde ilişkiler geçicidir.
“Havari” demek artık birbirine çok yakın olmuş, ikili ilişkiler kurmuş kimseler anlamındadır. Kurallı erkek çoğul ile bunların bir topluluk olduğu ifade edilmektedir.
Topluluğa vahiy nasıl olur?
Eğer herkes kendiliğinden bir şeyi benimser hiç muhalifi çıkmazsa buna “icma” denir. İcma ile sabit olan şeyler vahiy kabul edilmektedir. Yani Kur’an’dan sonra kişilere vahiy sona ermiştir ama topluluklara vahiy sona ermemiştir. İcma müessesesi ile vahiy kıyamete kadar devam edecektir. Bu benim görüşüm değildir. Bu görüş Ehli Sünnetin görüşüdür. Şiiler de buna katılıyorlar. Sadece Ehli Beytin icmasını yeterli görüyorlar. Ehli Sünnet olarak onların iştiraklerini şart koşuyoruz ama yeterli görmüyoruz. Bizim reyimiz ise onlar için Ehli Beytin icması delildir, bizim için delil değildir. Çünkü biz mahalli icmaları kabul ediyoruz. Mahalli icmanın açık delili bu âyet olmaktadır.
Hazreti İsa ölmeden önce onlara, siz İsrail oğullarına değil dünyaya dağılın ve tüm insanlığı hakka davet edin diye talimat verdi. Böylece Tevrat ve İncil beşeri kitap oldu. Nâs için hidayet oldu. Hazreti Musa ve Hazreti İsa İsrail oğullarına resul idi. Havariler ise tüm insanlığa resuller oldular. Onları nebi olmayan resuller olarak da görebiliriz. Yani mucizeleri yoktu. Sadece İncil’i öğretiyorlardı.
Bizim bugünkü mucizemiz icmamızdır. Yani bize vahiy gelmiyor ama icma yapıyoruz. Havarilerin içtihat yetkileri de yoktu. Çünkü henüz Kur’an gelmemiş, içtihat müessesesi oluşmamıştı ama icma o zaman da vardı.
أَنْ آمِنُوا بِي وَبِرَسُولِي
(EaN EAvMiNUv BIy Va BiRaSUvLİv)
“Benimle ve resulüm ile emniyete alın diye”
Buradaki “En” mastar “En”idir. Türkçede de “Ahmet yarın geleceğini yazdı” dediğimiz cümleyi söyledi fiiline mef’ul yapar, “eğim” yerine “ğini” getiririz. Arapçada bu “En” harfi ile yapılır. “Ketebe Ahmedu En Eciu Gaden” deriz.
Allah Havarilere vahyediyor, onların kalbine düşürüyor; kendimizi ve topluluğumuzu Allah ile ve resulü ile güvene kavuşturmamız gerekir diye düşünmeye başlıyorlar.
İşte, sizin kalbinize de ben görevliyim, bunu yapmalıyım diye bir şey doğarsa, o Allah tarafından sana vahyedilmiştir.
“Adil Düzen”i oluşturma vahyini Allah Akevler’e vermiştir.
“Adil Düzen”i dünyaya yayma vahyini Allah Millî Görüşçülere vermiştir.
Şimdi de İstanbul’da bu seminerleri yapma görevini sizlere vermiştir ki buradasınız.
Evet, bir işi yapmam lazımdır diyor ve ona göre hareket ediyorsanız, bilin ki Allah size onu vahyetmektedir. Siz onun vahiy mi ilham mı olduğunu bilemediğiniz için ‘bana vahyolundu’ diyemezsiniz, ‘ben böyle içtihat ediyorum’ dersiniz. İsabetli içtihatları da O yaptırmaktadır. Eğer kimse muhalefet etmiyorsa o takriren teyit edilmiştir.
Kur’an nâzil olurken melek geliyor ve ‘yanlış anladın’ diyordu.
Şimdi melek gelmiyor, Allah birisine ilham ediyor, o geliyor ve muhalefet ediyor.
Muhalif çıkmazsa icma olmuştur, o kesindir demektir.
İcma ve içtihadı kabul etmemek demek, Allah’ı 1400 sene evvel yeryüzünden göndermek demek olur.
İçtihat ve icmayı kabul etmeyenler Allah’ı da kabul etmiyorlar demektir.
Burada “Bi” harfi tekrar edilmiştir. Zamire atfedilince harfin tekrarı gramer kaidesidir. Bana ve resule tek imanla iman ediniz demektir. Resule ayrı Allah’a ayrı iman ederim diye bir şey olmaz. Bu sebepledir ki başkanına itaat etmeyen, git dediği zaman gitmeyen kişi topluluğa da itaat etmiş olmaz. Çünkü başkan topluluğun görüntüsüdür. Bu sebepledir ki itaat edeceğim başkan bucak başkanıdır, bin ailenin başkanıdır. Onu kolayca terk edebilmeliyiz. O da bizi kolayca gönderebilmelidir.
قَالُوا آمَنَّا
(QAvLUv EaManNAv)
“İman ettik dediler.”
Kişi ben başkan olacağım demez.
Havariler bir araya gelir, seni başkan yapacağız der, o da başkan olur.
Necmettin Erbakan Konya milletvekili olunca Hasan Aksay, Süleyman Arif Emre, Fehmi Cumalıoğlu, Mehmet Satoğlu parti kurma çalışmalarını yapıyorlar, başkan arıyorlardı. Erbakan o zaman aralarında yoktur. Başkanlığı ona teklif ediyorlar, böylece parti kuruluyor. Tevfik Paksu da kurucular arasındadır.
Demek ki Allah kuruculara vahyediyor, kurucular da birisinde ittifak ediyorlar.
İşte bu “Kâlû”dur yani dille ifade etmişlerdir, ittifak etmişlerdir.
Biz Adil Düzen Çalışanları çalışmaya devam edeceğiz. Bir gün biri çıkacak, belli hareketler yapacak, biz de onu siyasi başkan yapacağız. Ama bu bizim “Adil Düzen”i öğrenmemize bağlıdır. En az on aile bir yerde toplanacak. Arapça ve muhasebeyi öğrenecek. Bunlar olmaksızın içtihat yapılamaz. Kooperatifin sözleşmesini hazırlayacaklar. Biri bunların ne yaptıklarını anlayacak, harekete geçecek ve önce ekonomik uygulamalar yapacak. Kooperatifleri ülke içinde teşkilatlandıracak. Sonra belki başkası çıkacak ve ahlâkî kuruluşlar kuracak. Sonra başkası çıkacak ve siyasi kuruluşu kuracaktır.
Adil Düzen Çalışanlarının görevi ilim yapmak yani icma ve içtihatlarla meşgul olmaktır. Ekonomik uygulamaları da yapacağız ama bunlar deneme uygulamaları olacaktır. Ondan sonra Allah başka havariler ortaya çıkaracaktır.
Havari olmanın manâsı şudur. Kişiler bir araya geliyorlar, ailece günde en az bir namazı beraber kılıyorlar. İç içe birbirlerine yakın oluyorlar. Bir aşiret oluşturuyorlar.
Biz bu havariler aşiretini şimdiye kadar oluşturamadık ama hep çalıştık. O çalışmamızın da bereketini Allah bol bol verdi. Bir gün gelir Allah vahyeder. Bu aşiret oluşur. Kendilerine bir resul seçer, ona ve topluluğa inanırlar. İşte o zaman “Adil Düzen” gelir.
وَاشْهَدْ بِأَنَّنَا مُسْلِمُونَ (111)
(Va EŞHaD BiEanNaNAv MuSLiMUvNa)
“Ve Müslüman olduğumuza şehadet et.”
Havariler bir araya geliyorlar, Hazreti İsa’nın resullüğünü tasdik ediyorlar, kabul ediyorlar. Onlar kendi aralarında ittifakla iman ediyorlar ve Hazreti İsa’ya biz müslimiz diye şehadet ediyorlar. Burada şahit ol biz Müslümanız diyorlar. Allah’a iman ettik ve şahit ol biz Müslümanız demektedirler. Şahit ol biz mü’min olduk demektedirler.
İman kalbîdir, Allah ona şahit olabilir ama İslâm fiilîdir. Resul ise imana değil İslâm’a şahit olabilir. Bu sebeple “şahit ol biz müslimiz” diyorlar.
Havariler cihat yapan mü’minlerden değildir, müslim olan mü’minlerdendir. Gittikleri yerlerde ordular kurmuş ve savaşmış değildirler. Sadece tebliğ yapmışlardır.
Allah’ın ilhamı ile insanlar Hıristiyan olmuş, onların cemaatleri oluşmuş, kiliseler oluşmuş, gizli de olsa ibadetlere başlamışlardır.
Bir düzenin oluşturulması vardır bir de onun dünyaya anlatılması vardır. Aynı dili konuşan halk aralarında bir düzen oluşturabilir ama dilleri ayrı olan halk ise düzen oluşturamaz. Onlara tebliğ ulaşır, onlar kendi düzenlerini kendileri kurarlar. Bu sebepledir ki Hazreti İsa’nın ve Buda’nın şeriat kitapları yoktur. Şeriat halka bırakılmıştır. Yani insanlar iyi insan yapılmış ve kendi düzenlerini kendilerinin kurmalarına yönlendirilmişlerdir. Gerek Çin’de gerek Roma’da dindar olanların şeriatları lâiktir. Kendileri düzen oluşturmuşlardır. Böylece yeryüzü İslâm düzenine gelmiştir. İşte Çin’deki Sam Adian’ın savunduğu budur. Hıristiyanlık ve Budizm, peygamberler ve ilâhi kitaplar, insanları iyi insan yapar ve iyi insanların akılları vardır. Kendileri iyi düzen kurarlar. İçtihat ve icmalara gerek yoktur.
İşte burada Havariler biz müslimiz demekle mü’min değiliz demek istemektedirler. Yani bizim görevimiz sadece tebliğdir, biz düzenle ilgilenmiyoruz, o mesele kralların görevidir diyorlar.
Pavlus da buna dayanarak Hazreti İsa’ya iki kişilik vermiştir; biri ruhani kişiliğidir, biri de krallık kişiliğidir. Ruhani kişiliğini papa temsil eder, krallık kişiliğini de imparator temsil eder. Pavlus’a isnat edilen birçok iddialar gerçekten onun mudur, bilemeyiz. Bu sebepledir ki biz Kur’an’da adı geçmeyen kimselerin iyi veya kötü olduğunu söyleme imkânına sahip değiliz. Bizim reddettiğimiz Pavlus değildir. Bizim reddettiğimiz sadece teslistir.
Kur’an da başka bir şey yapmamakta, mü’minler için şeriat düzeni koymaktadır. Onlar kendi düzenlerini kuracak ve kendi cemaatlerini onunla yöneteceklerdir. Ama müslimler serbest olacak, kendi bucaklarını kuracaklar ve akılları ile istediklerini kendi düzenlerinde yapacaklardır.
O halde tartışma zahiridir. Pratikte bizimle Sam Adian’ın iddiaları arasında fark yoktur. Sam Adian Havariler gibi düzene karışmamaktadır. Dolayısıyla ‘düzen bizi ilgilendirmez’ diyor. Biz ise kendi düzenimizi kendimiz kuracağız, fetret devri doldu artık Kur’an devri başladı diyoruz.
Sam Adian’ın haklı olduğu taraf bizim başka bucakların yönetimlerine karışmamamız hususudur. Halkı Kur’an’a çağırmalıyız. Sam Adian’ın hata ettiği husus içtihat ve icmalarla Kuran’dan düzen kurulmasına karşı çıkmasıdır. Evet biz kendi düzenimizi başkalarına dayatmamalıyız ama kendimiz için elbette Kur’an’a göre içtihat ve icmalara dayalı düzen kurmalıyız.
Biz III. bin yıl uygarlığını Hıristiyanlarla kuracağız. Papalık Hıristiyan devletlerin yönetimlerine karışmayacak, Hıristiyanların nasıl olması gerektiği hususunda önderlik yapacak, Hıristiyan halkını eğitecektir. Halk kendi düzenlerini kendileri kuracaktır. Biz mü’minlerin yapacağı iş ise kendi bucaklarımızda Kur’an düzenini kurmak ve tüm dünya devletlerini de İslâm düzenine yani barış düzenine çağırmaktır. Barış düzeni demek hakemliği kabul eden düzen demektir. Kim hakemlik sistemini kabul eder ve kendilerinin seçtiği hakemlerin kararlarına uyarsa o müslimdir.
Biz Hıristiyan ve Müslümanlar olarak bu hususta anlaşmış olacağız.
***
إِذْ قَالَ الْحَوَارِيُّونَ
(EiÜ QAvLa eLXaVAvRiyYUvNa)
“Hani Havariler demişti.”
Yukarıda yorumlarken, “Va EŞHaD BiEanNaNAv MuSLiMUvNa / Ve Müslüman olduğumuza şehadet et” derken muhatap Hazreti İsa’dır, demiştim. Hatalı düşündüğüm burada ortaya çıkmıştır. Eğer öyle olsaydı burada “Havariler” demez, “onlar dedi” denirdi.
Burada neden “Havariler” kelimesini izhar etti?
Çünkü ilk konuşmaları kendi kendine ve Allah’la idi, şimdi ise Hazreti İsa ile konuşmaktadırlar. Kendi kendine Allah’ın huzurunda iken konuşan Havariler ile şimdi Hazreti İsa ile konuşan Havariler farklı olduğu ve kimlikleri farklı olduğu için “Havariler” kelimesi izhar edilmiştir. “Ve Kâlû” denseydi Hazreti İsa ile konuşmasını da Allah’la konuşması kabul eder, aynı mecliste ortak muhatap kabul ederdik.
Evet, Havariler Allah’a ve resule iman edip Müslüman olmaya karar verdiler. Ancak Hazreti İsa gerçekten resul müdür, onu imtihan etmek gerekir. Onun için Hazreti İsa’ya gidiyorlar ve tamam, biz müslimiz ama senin peygamber olduğun hususunda da delil istiyoruz diyorlar. Görülüyor ki Havariler hemen teslim olmamışlar, Hazreti İsa’dan mucize göstermesini istemişlerdir.
Biz de insanları “Adil Düzen”e çağırırken insanlar bizden mucize isteyecekler, gökten sofra indirmemizi isteyecekler yani işsizliğe ve aşsızlığa çare bulmamızı isteyecekler. Biz onlara izah etmekle yetinmeyeceğiz, işsizliği ve aşsızlığı çözeceğiz. İşte Kur’an’ın indirdiği sofra diyeceğiz. Bu sebepledir ki teorik anlatmaların yanında pratik denemelerle onlara bunu göstermeliyiz. Bizi destekleyen Adil Düzen havarileri vardır, bizden bunu istiyorlar.
يَاعِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ
(YAv GIySay iBNiMaRYaMa)
“Ey Meryem oğlu İsa!”
Hazreti Mesih’e Meryem oğlu İsa diye hitap etmektedirler. Çünkü Tevrat’ta ve diğer İbrani kitaplarında Hazreti İsa’nın geleceği müjdelenmiş, onun adı İsa olmuştur. Asıl adı Mesih’tir. Meshedilmiş yani genlerinde düzeltilme yapılmış anlamındadır. Ayrıca eski İbrani kitaplarında bir kız oğlan doğuracaktır diye yazılıdır. Bu sebeple “Meryem oğlu” diyorlar.
Evet, biz seni gelecek müjdecisi olarak kabul ediyoruz ama sen de mucizeni göster ve bunu kanıtla diyorlar. Onun için “Meryem oğlu İsa” diyorlar.
Müslimiz ama mü’min değiliz diyorlar, daha kalbimiz tatmin olmamıştır diyorlar.
هَلْ يَسْتَطِيعُ رَبُّكَ
(HaL YaSTaOIyGu RabBuKa)
“Rabbin istitaa edebilir mi?”
“Senin rabbin bunu yapabilir mi?” diyorlar.
Başta “Hel Yestetiu” kelimesi getirilmiştir. Yapabilir anlamındadır. Soru şeklinde soruyorlar. Amir olmamak için “gel” demezsin de “gelir misiniz” dersiniz. Havariler Yahudi ve dindar kimselerdir. “Rabbin bize sofra indirsin” demiyorlar da, “Bizim kalbimize imanın girebilmesi için böyle bir şeyin olması etkin olabilir, bu husustaki duamızı kabul edebilir mi?” diyorlar. Türkçedeki -ebilirim yardımcı fiil ile yapılan çekimler Arapçada istitaa ile yapılır.
“Tav’” koparılacak hâle gelmiş meyve demektir. Elinizle tuttuğunuz zaman direnmeden gelir uyar anlamındadır.
“Rabbuke” kelimesini kullanıyorlar, bunu bir mucize olarak talep ettiklerini ifade etmek için söylediklerini anlatmak için. Yani biz rabbimizden bizim karnımızı doyurmak için bunu istemiyoruz. Seni bize resul olarak gönderdiğini kanıtlamak için sana bu sofrayı göndersin, biz de yiyerek tatmin olalım diyorlar.
أَنْ يُنَزِّلَ عَلَيْنَا
(EaN YUNazZaLa GaLaYNAn)
“Bize tenzîl etmeye”
Bunu yapsın da iman kalbimize girsin diyorlar. Kimse kimsenin dediğini doğru kabul etme durumunda değildir. Yalnız zihnî ispat da yeterli değildir, fiilî ispat gerekmektedir.
“Nezele” konmak demektir. Türkçedeki inmek yukarıdan aşağıya düşmek anlamındadır. Yani gaye hedefe varma değil hedeften ayrılmadır. Oysa Arapçada “Nezele” hedefe varmak, ulaşmak anlamındadır. İki konak arasına “menzil” denmektedir. “Yünzile” denmeyip “Yünezzile” denmiş olması, sürekli yemek talep etmektedirler demektir.
Yani sadece mucize değil. Hazreti İsa’ya iman edince işleri bozulmakta, aç kalmaktadırlar. Biz size katılacağız ama işlerimiz bozulacak, aç kalacağız; o zaman rabbin bize yiyecek verecek midir?
Bugün de insanları “Adil Düzen”e davet ettiğimiz zaman aynı bahaneyi ileri sürerler.
Biz 1960’larda bağımsız adaylığımızı koyduğumuz zaman İzmir’deki Müslümanlar yanımıza gelip bizi desteklemeye başladılar. Ben kendilerine; “ben aday olursam masrafları karşılamak size ait olsun, ben aday olmazsam o zaman masrafları ben karşılayacağım, ben kaynağını bulacağım” dedim. Sonradan Millî Görüş sayesinde çok zengin olanlar bana söz verdiler, biz masrafları karşılayacağız dediler. 1200 lira para orada toplandı. 5000 liraya kadar taahhüt edildi. Ben de gittim ve Aydın’da 800 TL’ye bir aylığına bir oteli kapattım. O sırada Diyanet İşleri Başkanlığı yapan biri geliyor ve onlara diyor ki; siz ne yapıyorsunuz, maliyeden bir adam gönderirler ve sizi mahvederler. Ben gelip 800 TL’yi talep ettiğimde biz vermeyeceğiz dediler. Toplanan parayı veriniz dedim. Başka yerde kullandık dediler. Ben borç aldım ve seçim çalışmalarını devam ettirdim. Bugünkü AK Parti iktidarı işte böyle borç paralarla ve ihanetlerle mücadele ederek buraya geldi.
Şimdi bizim “Adil Düzen” savaşına girerken bize katılanların rablerinden maide indirilip indirilmeyeceğini sormaları normaldir. Bizim onlara çözümleri göstermemiz gerekir.
2000 sene sonra 2 milyar insan ona inanıyorsa gelişigüzel inanmamıştır.
İşte böyle gökten sofra talebi gibi çeşitli imtihanlardan geçerek o 12 Havariye inandırmıştır. Onlar da insanlığı inandırdılar. Hazreti İsa’yı asmadılar ama astıklarına inandılar. Demek ki o kadar zulüm yaptılar.
مَائِدَةً مِنَ السَّمَاءِ
(MAvEiDaTan MiNa elSaMAEi)
“Semadan bir maide.”
“Sema” burada marife gelmiştir. Cins içindir. “Semadan” demiş olmaları, doğrudan semadan gelmesinden ziyade, o dönemde yeryüzünde Romalılar hâkimdir. Biz senin yanında yer alınca aç kalırız. Yeryüzünde kazanacağımız bir yer yok. O zaman Allah gökten bize maide indirmelidir anlamındadır. Bu mecaziye gitme gökten maidenin inmeyeceğini kabul ettiğimiz zaman böyledir.
Peki, Allah gökten maideyi nasıl indirecektir?
Allah elbette sünnetullahı değiştirir ve her zaman yoktan var eder, öylece sofrayı indirebilir. Allah’ın buna gücü yetmez diye bir şey söylenemez. Ama Allah ben sünnetimi değiştirmem diyor yahut değiştiğini görmezsin diyor. O halde bunu sünnetullah içinde açıklamamız gerekir. Yani eğer gökten sofra indirmek hakiki ise bunu sünnetullah içinde açıklamamız gerekir.
Başka yıldızlarda mevcut gezegenlerde hazırlanan sofra ışınlama suretiyle buraya gelebilir. İkincisi, cinler güneşte pişirdikleri yemeği atom yapısından molekül yapısına çevirip yeryüzüne indirebilirler. Yahut melekler bâtın âlemde hazırladıkları yemeği zâhir âleme getirebilirler. Üç boyutun dışında hazırlanmış yemek bizim boyutumuza girebilir. Bunların hiçbirisi sünnetullahın değişmesi değildir. Bugünkü müsbet ilim bu söylediklerimin mümkün olabileceğini söylemektedir.
Bunların nasıl olabileceği hususuna tam kanaatimizin gelmesi için yüksek matematik bilgisine sahip olmamız ve dört ile beş boyutlu uzayları, zaman ve mekânın izafiliğini, ışıktan daha hızlı dalgaları öğrenmemiz gerekir. Melek ve cinlerin yapısını ancak bu şekilde kavrama imkânına sahip olabilirsiniz.
Mecazi manâda anladığımızda o zaman maide mecaz olmaz da sema mecaz olur.
“Sema” yüksek demektir. Yüksek dağlara sema denir. Hayvanın sırtına sema denir. Kentte yiyecek bulamayız ama köylerde, dağlarda sürüleri otlatan çobanlar bize yiyecek getirebilir mi anlamındadır.
Bugün de bize diyecekler ki; siz, bu para faiz parasıdır, faizle iş yapmayın, bu parayı kullanmayın diyorsunuz. Biz aç mı kalacağız? Köyden bu parayı kullanmadan nasıl yiyecek temin edeceğiz? Senin rabbin, senin düzenin yani “Adil Düzen” Artvin’in köyünde üretilen bir besini bize gönderebilir mi? Yani biz faiz parasını kullanmadan yaşayabilir miyiz?
“Sema” burada taşra anlamına gelir.
Görülüyor ki Kur’an’da bir yanlış bulamazsın. Aklına uygun ne ise Kur’an sana öyle hitap eder, öyle anlatır. Bu âyete manâ verirken isteyen semadan maide inemeyeceğine inansın veya inanmasın, herkes kendine göre manâ verir. Her iki manâ da doğrudur.
Tarihte aş sorunu olmuştur ama aynı zamanda üretim sorunu vardır. Topraklar yetmiyordu. İş sorunu hiç olmamıştı. Bugün ise iş sorunu vardır. Kimse ürettiğini tüketmiyor, ürettiğini satıyor, sonra başkalarının ürettiğini alarak yaşıyor. Bazen üretecek mal bulamıyor, aç kalıyor; bazen tüketecek mal bulamıyor, aç kalıyor.
İşte, bugünkü havariler biz Adil Düzen Çalışanlarına veya “Adil Düzen”e sahip çıkan siyasilere soracaklar, ‘Bana iş garantisini, aş garantisini veriyor musun?’ diyecekler.
İşte, bizim 100 dairelik apartmana gel ve gör de bak bakalım nasıl herkesin işi var ve herkesin aşı var. Semadan maide inmiş. Köyde bulunan bir yüz dairelik apartman kentte bulunan bir yüz dairelik apartmana kardeş olmuş ve birbirlerine takas yapmak suretiyle yaşıyorlar. Semadan inen maide işte bu maide demektir.
Bunu nerden biliyoruz?
Fiilin tef’il bâbından olması ve maidenin nekre olmasından biliyoruz. Herhangi bir sofra talep etmiyorlar. Sofralardan bir tür talep ediyorlar. Sürekli olmasını istiyorlar.
“Maide” “meydan” kelimesi ile aynı köktendir. “Med” kelimesi ile de akrabadır. “Med” uzatılmış demek, “Meyd” ise yayılmış demektir. Sofra bezi meyddir, yere veya masaya serilir. “Maide” isim olarak sofra yani yiyecek demektir. Arapçada dişilik alameti olan “T” harfi çeşitli anlamların verilmesi için kullanılır. Dişi anlamını verdiği gibi çoğul anlamını da verir. Cins isimlerde tekil anlamını verir. Bir de müştak kelimeleri isme dönüştürür. “Maid” yayılmış demektir. “Maide” ise sofra yani içindeki yiyeceklerdir. Buradaki “T” bunu sağlamaktadır.
“Sofra” kelimesini yiyecek anlamında kullandığımızda cüz ifade edip kül kastetmek veya fert ifade edip cem kastetmek olur. Yani sofra kelimesine mutlaka kurulmuş sofra anlamı yerine yiyecek anlamı da verilebilir.
قَالَ اتَّقُوا اللَّهَ
(QAVLa itTaQUv elLAHa)
“Allah’a ittika edin diye kavl etti.”
Peygamberlere mucize verilir. Allah bunu göster der. Onlar mucize isteyemezler. Allah’a sen böyle yap şöyle yap diyemezler. Eğer böyle her isteyen istediği mucizesini yapacak olursa sünnetullahı bozmuş olur. Dedelerimizi dirilt derler. Bunu da yapamayınca peygamberliğini ispat edememiş olur. Bu sebepledir ki Hazreti İsa onlara ittika edin diyor. Siz Tanrı’yı kendi emrinize mi almak istiyorsunuz? Ben işte size mucizeler gösterdim. Yaptıklarımı söyledim. Sizin şimdi iman etmeniz gerekir. Benden olmaz şeyleri istiyorsunuz.
R. Tayyip Erdoğan bir ilim heyeti oluşturuyor, onlara “Adil Düzen” üzerinde çalışma yapın ve bana bilgi verin diyor. Onlar da “Adil Düzen”i reddediyorlar! Onun yanlışlarını gösterelim diyorlar! R. T. Erdoğan diyor ki; Hoca bunu hemen atar, doğrusunu getirin diyor. Onlar da diyorlar ki; biz prensipleri koyarız, çözüm siyasiler tarafından üretilmelidir. Ama “Adil Düzen” bırakılmalıdır. Oysa “Adil Düzen”i siyasiler üretmemişti.
Hazreti İsa da sofrayı getiremeyeceği için “ittika edin” diyor.
إِنْ كُنْتُمْ مُؤْمِنِينَ (112)
(EiN KuNTuM MüEMiNIyNa)
“Mü’min iseniz”
Eğer siz iman ediyorsanız ittika edip Allah’a böyle olur olmaz emirleri buyurmayacaksınız diyor. Hazreti İsa önce bunu söylüyor. Allah maideyi inzâl etmese de Hazreti İsa davasından vazgeçmeyecektir. O inanmaktadır. Mucize olmasına gerek yoktur.
Kur’an’a inananlar şunu bilirler ki Kur’an’da mutlaka çözüm vardır, aşsızlığın ve işsizliğin çözümü vardır. Biz şimdi bilmeyebiliriz ama mutlaka vardır.
Kur’an’a değil Mehdilere inananlar çözümü Kur’an’da değil de Mehdide ararlar. O ölünce Tanrı’yı da öldürürler ve artık çözüm yoktur deyip kıyameti beklerler, tufanı beklerler. Oysa tufan çözümsüzlük olduğu zaman değil çözüm olduğu halde çözümü kabul etmezlerse olur. Kişiler çözüm değildir, şeriatlar çözümdür. Hele Kur’an’dan sonra kişilerin önderliği bile son bulmuştur.
Demek ki iman edenler Allah’a şartlar koşmazlar. Niye falan kimse yapmadan öldü diyemezler. O ne yapacağını en iyi bilir. Biz Kur’an’a inanacağız ve sorunlarla karşılaştığımız zaman ona başvurmamız gerekir.
Onlar iman ettik demişler, şimdi maide istiyorlar. Havariler iman ettik dediler. Resule uyulması gerektiğine, Allah’ın yeni düzen getireceğine inandık demektedirler. Yoksa daha Hazreti İsa’ya inanmış değildirler. Bugün olduğu gibi o zaman da Roma çok güçlü bir imparatorluktu. Dünyada zulüm vardı ama anarşi yoktu. Bugün anarşi de var.
Düzenin değişmesi gerektiğini AK Partililer bile hâlâ kabul etmiyor.
İşte, Havariler düzenin değişmesi gerektiğine inandılar ama düzeni kim değiştirecek, nasıl değiştirecek, henüz bu hususta bilgileri yoktur. İleride Hıristiyanlığın çözmesi gereken bir sorun olduğu için Havariler de onun çözülmesini talep ettiler. Allah onlara onu talep etmelerini vahyetti.
Şunu kabul etmek lazımdır ki bugünkü uygarlık faizli para ve bankaya dayanmaktadır. Banka kalptir, para kandır. Faiz dışı para ortaya çıkmadan bu düzen değişmez.
Havariler ve Hıristiyanlar bize diyorlar ki; faizsiz bir para çıkarabilir miyiz, o zaman biz faizli düzeni desteklemekten vazgeçelim. Ama şimdi yapacağımız bir şey yok.
Demek ki Havariler haklı oldukları gibi bugünkü dünya da Adil Düzen Çalışanlarına sormakta haklıdır. Parasız iş yapmak mümkün müdür?
Bunu göstermek zorundayız, Allah’tan isteyeceğiz, Allah da onlara gösterecektir.
***
قَالُوا نُرِيدُ أَنْ نَأْكُلَ مِنْهَا
(QAvLUv NuRIyDu EaN NaEKuLa MiNHAv)
“Ondan ekletmeyi murat ediyoruz dediler.”
Talep ettikleri yiyecektir. Her şey hayal olabilir. Filmi seyredersiniz, televizyonu seyredersiniz. Sesiyle, görüntüsüyle, tadıyla, kokusuyla, dokunmakla varlıkları duyarsınız. Bunların hepsi rüya olabilir ama bir şey rüya olmaz. İnsan rüyada doyamaz. Doyduğunu zannetse bile uyandığı zaman yine açtır. Her mucize tevil edilebilir ama ekmek tevil edilemez.
Benim yalan söylemeyeceğine kesin inandığım bir arkadaşım bir arabada böyle sıcak ekmek geldiğini söylemiştir. Yine Bediüzzaman ormanda böyle sıcak ekmek bulduklarını yazmaktadır. Bu tür rivayetlere ben ne inanırım ne de inkâr ederim. Ama Allah’ın böyle bir şeyi yapmaya muktedir olduğunu kesin olarak bilirim. Yapıp yapmadığı hususunda Havariler gibi ben de görmek isterim. Ama artık bugün o tür mucizeler yoktur. Kur’an’la onlar kapanmıştır. Bugünkü mucize müsbet ilimdir. Kur’an eğer sorunlarımızı çözüyorsa o zaman Kur’an’ı biz doğru anladık demektir, çözmüyorsa biz anlamadık demektir. Kur’an’ın ilâhi kitap olduğunu yirmibeş mucizesi ile gösterdik, kitap olarak yazılıdır. Ben onlara dayanarak Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu kesin olarak biliyorum. Hiçbir bilgi o kadar açık değildir.
Ondan ekletmeyi murat ettik demektedirler. Nekule minha demektedirler. “Ekl” yiyecek dışındakiler için de söylenir. “Taam” ise yalnız yiyecekler için söylenir. Buradan anlıyoruz ki onların sorunları sadece karın doyurmak değildir. Roma’nın zulmüne karşı nasıl dayanabileceklerini ifade etmektedirler. Yine burada “onu yiyelim” demiyorlar, “ondan yiyelim” diyorlar. Bu da bir sofra değildir. Sofradan maksat yaşamak için gerekli olan tüm ihtiyaçlardır. Yoksa “Tenzil” değil “İnzal” derdi, “Minha” yerine sadece “Ha” derdi.
Bir âyete manâ verirken peşin fikirli olmamalıyız. Gramer kurallarına göre her türlü manâları ortaya koymalıyız. O kurallar yanlışları ayıklar ve sizi doğru manâya götürür.
Buradaki ifade açıkça gösteriyor ki bir defalık bir sofradan bahsetmiyorlar, devamlı yiyecekten bahsediyorlar. Semadan maksat bizim üretmediğimiz bir şey demektir. Allah rızası için çalışıp fakir olanlara Allah zekâttan pay ayırmaktadır. Hattâ bütün zekâtı onlara ayırmaktadır. Cihat edenlerin ikmalini yapmak Müslimlere de farzdır.
وَتَطْمَئِنَّ قُلُوبُنَا
(Va TaOMaEinNa QuLUvBuNAv)
“Ve kalplerimiz tatmin olsun.”
“Tameen” durulma demektir. Bulanık suyu bardak içine bıraktığınız zaman durulur.
Kalbimizdeki kuşkular gitsin. Allah’ın varlığından kalbimiz mutmaindir. Âhiret hususunda da kalbimiz mutmaindir.
Kur’an’ın Allah sözü olduğunda kalbimiz mutmaindir. Cehennem hususunda benim kalbim tam mutmain değildir. Allah miskale zerre kadar zulmetmez deniyor. Ondan sonra terazisi hafif gelen cehenneme gider ve ebediyen kalır deniyor. Bu husustaki bilgimiz tatmin olmuş değildir. Kur’an’a inandığımıza göre orada söylenenler gerçektir, inanıyoruz. Ama kalbimiz tatmin olmuş değildir. Tatmin değil de teslim vardır.
Geçici olarak içtihat ederseniz ona göre amel edersiniz. İçtihada devam edersiniz. Kalbiniz tatmin olunca artık içtihadı bırakırsınız. Kalbin tatmin olmasını hepimiz yaşarız. Aklımız erer ama kalbimiz bir türlü sindiremez.
İslâm için içtihat yeterlidir. Ona göre amel edersiniz. İman için kalbin tatmini gerekir.
Biz III. bin yıl uygarlığını kurmak için çalışıyoruz. Daha kalbimiz tatmin edilmiş değildir. Sorunları çözemedik, kendi içimizde çözemedik. Bizimle beraber bu işe başlayanlar bir makam yahut bir servet gördüler mi bizi bırakıp gittiler. Bazıları başarılı oldular, bazıları başarılı olamadılar. Bunun sebebini kendimde aramalıyım. Henüz bunun çaresini keşfetmiş değilim. Zannediyorum ki bilgilerimdeki eksiklik buna sebep olmaktadır. Yeni şeyler söylüyorum. Eksiktir. Zamanla bunlar durulacak, biz tatmin olacağız. O zaman da bu yolun salikleri çoğalacaktır. Eğer biz tatmin olmamışsak başkalarını da tatmin edemeyiz. Tatmin olmak için gayret göstermeliyiz.
Burada Havariler kendi ihtiyaçlarını ortaya koyuyorlar; maddi ihtiyaçları var, ruhi ihtiyaçları var.
“Adil Düzen” insanların maddi imkânlarını karşılayacaktır. Bugün başka sistemler de maddi ihtiyaçlarını karşılıyor. İkinci ihtiyaçları kalplerinin tatmin olmasıdır. İlim okumakla elde edilir ama tatmin amelle elde edilir. Bilhassa bir araya gelip Allah’a giden yolda birleşmede elde edilir. Bu konuyu mü’minler henüz kavramış değildirler.
Bediüzzaman’ın şakirtleri önce risaleler okurlardı. Risaleler kalpleri tatmin etmişti ama maideleri yoktu. Süleyman Tunahan’ın şakirtleri de öyledir. Şimdi maide geldi, karınları doydu ama onların bir kısmı Risale-i Nurları okumayı bıraktı, Kur’anî ilimleri bıraktı. İtminanları azalmaktadır. Humeyni’yi ziyaret etmiştik. Talebelerine hâlâ nasara yensuruyu okutuyordu. Her halükarda bir araya gelip en az bir iki saat Kur’an’ı ve Arapçayı mütalaa etmeyi bıraktığınız takdirde itminanız gider.
وَنَعْلَمَ أَنْ قَدْ صَدَقْتَنَا
(Va NaGLaMa EaN QaD ÖaDAQTaNAv)
“Ve bize sadık olduğunu ilm etmemiz için”
Ekletmek, mutmain olmak başkadır. İlmetmek daha başkadır.
Ekletmek maddi ihtiyaçlarımızı giderir. Bulunduğunuz durumdan da ruhen huzurlu olursunuz. Durulmuş ve orada olmaktan memnun olabilirsiniz ama maddi delillerle ispat etmiş olmazsınız.
Birincisi ekonomik durumu, ikincisi imanı ve ahlâkî durumu, şimdi de ilmî durumu açıklamaktadır. İnsanın irade, his, fikir ve ünsiyet melekeleri olduğunu varsayım olarak kabul etmiş, tüm fıkhımızı ve anayasamızı ona göre oluşturmuş bulunuyoruz. İşte bu âyette de dört melekeden değişik şekilde bahsetmektedir.
“İlim” doğru ve yanlışları birbirinden ayırır. İlmin kaynağı denemedir. Biz şimdi bir teori ortaya koyuyoruz. On aşiretin birleşip oluşturduğu semt topluluğun hücresidir. Hücrenin genetik yapısı ne ise ondan sonraki topluluklar da ona göre oluşurlar.
Bunu ilmen ne zaman ispat etmiş oluruz?
Yüz dairelik apartman yapar ve içinde yaşamaya başlarsak o zaman bunu ilmen ispat etmiş oluruz.
Gelenler mi çok olacak gidenler mi?
Bu geliş-gidişi deneyebilmemiz için geliş-gidiş kolay olmalıdır. Bu sebepledir ki oradaki evler oturanlara ait değildir. Oradakiler işyerinin lojmanlarında oturmaktadırlar. Kolayca bırakıp gidebilecek durumları vardır.
Bugün ne yapıyorlar?
Kıdem tazminatı koyuyorlar, işçi kıdem tazminatımı alayım diye senelerce oradan ayrılamıyor. Esir edilmiş. İşveren de kıdem tazminatı ödemeyeyim diye çıkarmamıştır.
Bizde kıdem tazminatı ödeyecekse devlet ödeyecektir. Nerde çalışırsa çalışsın değişmez. İşte böyle serbestlik sağladığınız halde eğer apartmanı idare edebiliyorsanız, o zaman ilmen “Adil Düzen”de sadık oldunuz demektir.
“Sadaktenâ” diyerek sen bize doğru söylüyorsun demektedirler. Hazreti İsa aleyhisselam ile ikili görüşmeler yapıyorlar. Hazreti İsa resul olduğunu söylüyor. O kadar mucizeler görmüş olmalarına rağmen maide istiyor yani geçimin nasıl olacağını söylüyorlar. İmparator madem mabut değil onu bırakacağız ama biz nasıl geçineceğiz, bunu öğrenelim diyorlar.
O günkü şartlar içinde Hazreti İsa onlara “Adil Düzen” getiremezdi ama “Adil Düzen”in 2000 sene sonra da olsa gelebilmesi için o gün Hazreti İsa’ya ve Havarilere gerek vardı. Hazreti İsa ve Havariler sayesindedir ki Roma Hıristiyanlığı kabul etmiş ve insanlık o sayede aydınlanmıştır. İslâmiyet’ten sonra da İslâmiyet’in tesiri ile batı değişmiş ve bugünkü uygarlığa ulaşmıştır. Bütün bunlar zincirin birer halkalarıdır. Halkalardan birisi kopuk olsa uygarlık devam etmez.
وَنَكُونَ عَلَيْهَا مِنَ الشَّاهِدِينَ (113)
(Va NaKUvNa ALeyHAv Mina elŞAvHiDIyNa)
“Ve biz onun üzerine şahitlerden olalım.”
Havariler öyle bir sofra istiyorlar ki onunla karınları doyacaktır, ahlâkları düzelecektir, ilim sahibi olacaklar, ondan sonra siyasi güçlerini kullanacaklar ve insanlara rahat rahat anlatacaklardır.
İşte, birinci Akevler denemesinde karşılaştığımız sıkıntılar bunlar olmuştur. Havarilerin yaptıklarını yapmadılar, bizden maide istemediler. Söylediklerimizi makul görünce bizi anlamadan desteklediler. İşte bu destek biraz sonra onları sıkıntıya soktu. Kendilerinde de tereddütler hâsıl oldu. Yoksa yanlış mı yaptık dediler. Kimi bırakmak kimi gevşemek durumunda kaldı.
Oysa Havariler böyle yapmadılar, semadan maide indirilmesini istediler.
Bugün biz “Adil Düzen” sahiplerinden semadan maide istemeliyiz. Rabbimiz bize “Adil Düzen” uygulamasını nasip etsin ve biz tatmin olalım.
Allah bize semadan maideyi nasıl indirecektir?
Bize imkânlar verecektir. Deneyin görün ki yüz dairelik uygulamada ne netice alacaksınız. İşte, eğer biz Havariler gibi gerçekten inanmış kimselersek, müslim olmuşsak bu ilâhi sofradan yemek durumunda olacağız. O zaman da “Adil Düzen” dünyaya yayılmış olacaktır. “Adil Düzen” Kur’an düzenidir, bugünkü küresel tekel sermayenin sömürüsüne son verecek bir düzendir.
Bugün yeryüzünde mevcut olan her hareket faiz parası ile olmaktadır. Faizin sömürü aracı olan karşılıksız parası yeryüzünün tanrısı olmuş, insanlar ona tapmaktadırlar. Biz ise semtimizi kurup o paradan kurtulmayı öneriyoruz. Nuh’un gemisi yüz dairelik apartmandır. Herkes gülecek, bir apartman mı bizi kurtaracak diyecektir. Evet, Hazreti Nuh’un bir gemisi nasıl insanlığı kurtarmışsa, yüz dairelik bir apartman da insanlığı kurtaracaktır.
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 72
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ اللَّهُمَّ رَبَّنَا أَنْزِلْ عَلَيْنَا مَائِدَةً مِنَ السَّمَاءِ تَكُونُ لَنَا عِيدًا لِأَوَّلِنَا وَآخِرِنَا وَآيَةً مِنْكَ وَارْزُقْنَا وَأَنْتَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ (114) قَالَ اللَّهُ إِنِّي مُنَزِّلُهَا عَلَيْكُمْ فَمَنْ يَكْفُرْ بَعْدُ مِنْكُمْ فَإِنِّي أُعَذِّبُهُ عَذَابًا لَا أُعَذِّبُهُ أَحَدًا مِنَ الْعَالَمِينَ (115)
قَالَ عِيسَى ابْنُ مَرْيَمَ
(QAvLa GIySay iBNi MaRYaMa)
“Meryem oğlu İsa kavletti.”
Kur’an’da peygamberlerden bahsederken Hazreti İsa’dan başka hiçbirisinden filanın oğlu diye bahsetmez. Mesela İshak oğlu Yakup demez, sadece Musa, İbrahim diye bahseder. Sadece Hazreti İsa’dan bahsederken çoğunlukla “Meryem oğlu İsa” diye ifade eder. Bazen “el-Mesih İsebni Meryem” olarak geçer. Mesih İsa’nın geçtiği yerde Meryemoğlu olarak geçer. Melekler Meryem’e İsa’yı müjdelerken Meryem oğlu İsa Mesih isimli bir oğul müjdeliyorlar. Oğulun ismini veriyorlar. O “Meryemoğlu” olarak anılacaktır deniyor.
Kur’an’da kadın ismi olarak sadece Meryem geçmektedir. Hazreti Meryem kadınlığı ve kadınları temsil eden bir nebi olmaktadır. Hıristiyanlık âlemi de Hazreti İsa kadar Hazreti Meryem’i de takdis etmektedir.
Burada da dua eden Hazreti İsa değildir. Meryemoğlu İsa Mesih de değildir. Burada dua eden Meryemoğlu İsa’dır.
Hazreti İsa’nın üç adı vardır; İsa, Meryemoğlu İsa, Meryemoğlu İsa Mesih.
Mesih onun İbrahim gibi asıl adıdır. İsa Peygamber İsa’dır. Meryemoğlu İsa Ruhü’l-Kudüs ile teyit edilmiştir.
Havariler Hazreti İsa’dan semadan maide indirmesini isteyince Hazreti İsa önce itiraz ediyor ve diyor ki; Allah’tan ittika edin, böyle şey talep edilir mi diyor. Havariler ısrar ediyor ve sebebini açıklıyorlar. O zaman Hazreti İsa’nın da aklına yatıyor ve dua etmeye karar veriyor.
Havariler meclisteki şura üyeleridir. Bizim öngördüğümüz anayasada ilmî, meslekî, siyasî ve ahlâkî şuralar vardır. Hazreti İsa ahlâkî risaletle görevlendirilmiş biridir. Dolayısıyla onun havarileri de ahlâkî şurayı temsil ederler.
Havarilerin Hazreti İsa’ya inanmaları için ondan mucizeler istemeleri doğaldır. Daha önce saydığımız mucizeler maddi mucizelerdir, zahiri mucizelerdir. Bunlar ruhani mucize de talep ediyorlar. O da semadan sofranın inmesidir. Hazreti İsa da onların bu taleplerini kabul etmektedir.
Kur’an nazil olduktan sonra da şeriat ve tarikat devam ettiğine göre bugünkü ehli tarik de böyle zahiri olmayan kerameti şeyhlerinden talep edebilirler mi? Şeyh de bu kerameti gösterebilir mi?
Şeriat ehli olan bizlerin bunlara aklımız ermez ama Gazali dâhil birçok samimi ilim adamları şeyhlerden kerametlerin zuhur ettiğini söylerler. Bunları tekzip etmek mümkün değildir. Mevlana ve Muhyiddin İbni Arabî gibi zatların kerametlerinden bahsetmek dışında, bugünkü ehli tarikat da bu tür kıssalar anlatmaktadırlar. Gerçek olan şudur ki onlar buna inanmaktadırlar. Şeyhlerinde görmek istedikleri kerameti görmektedirler.
Hazreti İsa’nın kıssası da bütün bunların boş olduğunu iddia etmemize manidir. Şeriatçı Ehli Sünnet buna şöyle fetva vermişlerdir. Evliyanın kerameti haktır. Evliyaya gelen ilham başkasına delil değildir. Yani Ehli Sünnet kerametleri inkâr etmemektedir ama kerametlere dayanarak amel etmeyi de doğru saymamaktadır.
Bizim içtihadımız şudur. Musa’nın yol arkadaşı kıssası bize gösteriyor ki, şeriatın ötesinde bir şeyler vardır ama şeriatçıların buna akılları ermez. Dolayısıyla Hazreti Musa gibi şeriatçı olanların bu tür konularla ilgilenmemeleri gerekir.
Biz diyoruz ki; askeri mantık başkadır, sivil mantık başkadır. Askerler sivillere, siviller de askerlere karışmamalıdırlar. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasamız” bu ilkeye dayanmaktadır. İşte Kur’an’daki delili olarak Hazreti Musa’nın kıssasını esas alabiliriz.
Konuyu biraz daha ileri götürelim. Ceza hukukunda kural vardır. Kısasın uygulanması için fiilin kasten işlenmesi gerekir. Hataen işlenen suçlara ceza verilmez.
İslâmiyet’ten aldıkları bu kuralı batılılar da uygulamaktadırlar.
Kastın olup olmadığı nasıl tesbit edilecek?
İşte burada soruşturmacının kanaati önemlidir. Davranışları, hareketleri, öldürme biçimini göz önüne alarak kendi kanaatine göre şehadet edecektir. İşte bu ilhamdır ve sonunda tarikattır. O halde tarikattan tecrit edilmiş bir şeriat olmaz. Bu sebepledir ki hukukla ahlâk birbirinden ayrılmaz. Fıkıhta hükümler birlikte ele alınır.
اللَّهُمَّ رَبَّنَا
(elLAvHumMa RabBaNAv)
“Rabbimiz Allah’ım”
“Allah” kelimesinin sonunda “umma” getirilmiştir. Birleşik kelime yapılmıştır. “M” harfi Türkçede ve Fransızcada ben anlamına gelir, “Benim” dersiniz, “Geldim” dersiniz. Fransızlar “me” der. Gürcüler “me” der.
Arapçada da acaba “m” harfi “me” olarak gelir mi?
İlk görünüşte Arapçada “m” harfi “ben” manâsına gelmez. Ne var ki harflerin dönüşme kuralları ile hareket ettiğimizde “b” harfi düşer bile deki “b” düşmüş “ile” olmuş, “bolmak” kelimesinden “b” düşmüş “olmak” olmuş. Bunun dışında “V” harfi de “T” harfine dönüşmüştür. “Ticaret”in aslı “vicare”dir. “Takva”nın asıl “vakya”dır. “Nasartu”daki “T” “ve” den dönüşmüştür. Onun için ötrelidir. “Ensuru”daki “E” de “M”den dönüşmüştür. Aslı “mensuru”dur. Ben yardım ederim demektir. Zamir başa alınırsa gelecek zaman olur. Sona alınırsa geçmiş zaman olur.
Bu tahlili yaptığınız zaman “Allahümme”yi Türkçeye “Allah’ım” diye çevirebiliriz.
“Allah” kelimesinin Ya ile gelmesi fasih değildir. Harfi tarifin başına “Ya Eyyuha” gelir “Ya” gelmez. Bu sebepledir ki “Ya Allahu” Kur’an’da yoktur. “Allahümme” kelimesinin başındaki “Ya” harfi de düşmüştür. “Yarabbi” gibidir. Buna sonundaki “ümme” yeterli görülmüştür. Arap gramercileri “Allahümme”nin “Ya Allah” manâsında olduğunda birleşmektedirler ama “ben” manâsını içerdiğini biz ortaya koymuş oluyoruz.
Burada “Allah’ım” dedikten sonra “Rabbimiz” demiş olması bizim yorumumuz ile çelişkili görünebilir. “Allahümme Rabbi” denmesi gerekirdi.
Buna iki şekilde cevap verebiliriz. Biri “Allah’ım” kelimesinin çoğulu yoktur. Tekil ve çoğul bir anlamdadır yani Allah’ımız” dediğimiz gibi “Allah’ım” da diyebiliriz.
Diğer bir yorum; Hazreti İsa Allah’a kendisi dua ettiği için “Allah’ım” demekte ama Havarilerin isteklerini yerine getirdiği için “Rabbimiz” de demektedir. Allah’ım Rabbimiz. Yani benim Allah’ım ve bizim rabbimiz demek olur. Sen rabbimizsin. Ben de böyle bir sofranın gelmesini istiyorum.
“Allahümme” kelimesi beş defa geçer. “Rabbimiz Allah” kelimesi yalnız burada geçer. Yani burada Allah’a dua ederken kendisinin Havariler adına dua ettiğini ifade etmektedir. Siz birisine bir şey teklif ederken ne adına teklif ediyorsanız o adı söylersiniz. Babanız vali ise vilayetle ilgili bir şey söyleyecekseniz “Ey Vali” dersiniz, babanız olarak bir şey söyleyecekseniz “Ey Baba” dersiniz. Hazreti İsa da burada kendisinin Allah’ı olarak dua etmekte ama Havarilerin rabbine dua etmektedir. Kendisi de Havariler içindedir.
“Rab” terbiye eden, eğiten demektir, yetiştiren demektir. Terbiye etmek ona bilgi vermek ve ikna etmek demektir. Burada terbiyenin bir kuralı olmaktadır. Çocuğu terbiye ederken onu ikna ederek terbiye edeceksiniz. Kimse ben söylüyorum demeyecek, ona makul deliller getirme durumundadır.
Bizim aklımızın ermediği hususlarda Kur’an’da vardır diye inanmamız gerekmez. Kur’an bizi ikna etmektedir. Söylediğine deliller getirmektedir. Bu sebepledir ki Kur’an’da müteşabih âyetler sadece Allah’tandır der geçeriz, onlarla amel etmeyiz. Amel etmemiz için içtihat etmemiz yani bizim ona kani olmamız gerekir. İçtihat kati sonuçlar değildir ama ondan daha iyisi olmadığı için ona uyuyoruz.
أَنْزِلْ عَلَيْنَا
(EaNZiL GaLaYNAv)
“Bize inzâl et”
“Enzele” kelimesi “Alâ” ile gelmektedir, “İlâ” ile de gelmektedir. Eğer gelen şey bize etki etmeyecekse “İlâ” ile gelir, bize etki edecekse “Alâ” ile gelir.
Burada istedikleri şey gelsin ve kendilerine hem besin olsun hem de mucize olsun istemektedirler. Hazreti İsa da o şekilde dua etmektedir. Bu inzal Hazreti İsa ve Havarilere olabildiği gibi sonra Hıristiyanlara da inzal olabilir. Hazreti İsa duayı ümmeti için yapmış olabilir. Havariler tef’il bâbında tenzili talep etmişler, Hazreti İsa if’âl babından inzali talep etmiştir. Devamlı olarak semadan sofra indirilmesi sünnetullaha aykırı bir durumdur. Bir defaya mahsus mucize olarak sofranın indirilmesi makul sayılabilir ama “biz sana inanacağız ama bize hep böyle çalışmadan rızık ver” demenin manâsı yoktur. Havarilerin bunu talep etmelerinin sebebi ise görevlerini yapabilmeleri için ihtiyaçları olan besini temin etmeyi talep etmektedirler.
Bugün de hepimiz Allah’ın yolunda amel etmemiz gerekirken beslenmemiz için gerekli imkânımız olmalıdır. Bunun için dua etmekte herhangi bir sakınca yoktur. Semadan denmesi kırdan, dağlık yerden, köylülerden manâsında olabildiği gibi bizim bilmediğimiz sebeplerle rızkımızın verilmesi olabilir.
Hazreti İsa tereddüt ediyor, “nezzil” demiyor da “enzil” diyor.
مَائِدَةً مِنَ السَّمَاءِ
(MAEiDaTan MiNa elSaMAvEi)
“Semadan bir maide.”
Mütekellim ve muhatap değiştiği için “semadan maide” kelimesi iade edilmiştir. Kelime aynen tekrar edilmiştir. “Semadan bir maide.”
“Sema” kelimesi marife getirilmiştir. Belli bir sema kastedilmiştir. “Semavattan” denebilirdi. “Maidete Semain” (Bir göğün sofrası) denebilirdi. Marife getirildiğine göre Kur’an’da adı geçen semalar olmalıdır. Yağmur bize rızık getirmektedir. Güneş de bize rızık göndermektedir. Ayrıca “semada sizin için rızık var” denmektedir. Güneş semasının kastedilmiş olması gerekir. Havariler “semadan” demekte, Hazreti İsa da “semadan” demektedir. Eğer “Aleyna” kelimesi olmasaydı yağmur yağdır anlamında olabilirdi. “Aleyna” deyince sadece bizim için yağdır da olabilir. Böyle bir dua edilebilir. Mucize olsun diye Havarilerin topraklarına yağmur yağar, diğerlerinde yağmaz. Yahut Havarilerin bahçeleri daha fazla mahsul verir, diğerleri vermez. “Semadan” kelimesine yapılan vurgu ile doğrudan semada pişirilen yemeğin inmesini istiyorlar. “Maide” denmesinin sebebi budur. Bununla beraber bugün fırında pişirilen yemeği yiyoruz. Mangalda yapılan köfteyi yiyoruz. Bunlar da semada pişirilen maide olmaktadır. Semadan maide demek burada bizim pişirmediğimiz hazır pişirilmiş yemek de olabilir.
Bugün yemekleri evlerde pişiriyoruz. Oysa bu zaman israfıdır. Gıda tüketimi vergiden muaf olmalıdır. Yani yemek pişiren yerler yemekleri daha ucuza mâl etmelidirler. Evde yemek yapmak hem pahalı hem zor olmalıdır. O takdirde herkes hazır yemek satın alır. Evde ailece eşin hazırladığı sofra belki sosyal bakımdan iyi olur. Hazır yemekler evde yenir. Ocakta da birlikte yenebilir. Artıklar azalır. Herkes ihtiyacı kadar alır ve tüketilir. İşte bu semadan inzal olunan sofra olur. Geleceğin dünyası buna doğru gitmektedir.
O günkü insanların ve Hıristiyanlık âleminin bu mucizeye ihtiyacı vardır ama bizim mucizemiz vardır, o da Kur’an’dır. Biz o mucizelere Kur’an bildirdiği için inanıyoruz. Bir de milyarlarca insanı 2000 yıl peşinden götüren Havarilerde bir fevkaladelik olmalıdır diyoruz.
Marife olan semadan maksat güneş seması olabilir. Yahut mecazi olarak semadan maksat dışarıda pişirilmiş yemek olabilir. İman bakımından birinci manâ doğrudur. Bizim için mucize olmasa bile madem Kur’an bunları bildirmektedir, demek ki bu doğrudur diyoruz. Bu anlayış bize çok büyük huzur getirir.
Eski Yunanlılar da Tanrı’ya inanırlardı ama onlara göre Tanrı da bizim gibidir, her şeyi bilmez, küllü bilir cüz’ü bilmez. Diğer taraftan herkesle ayrı ayrı ilgilenmez, kurallar koyar, herkes kurallar içinde yaşar. Bu ve buna benzer kıssalardan öğreniyoruz ki Allah herkesle ayrı ayrı ilgilenir, onlara rızık verir, ilham eder.
Yine bu âyetlerden anlıyoruz ki dua ettiğimizde duamız kabul olunur. Bu dünyada cennet ver diye dua edersek Allah bu dünyada değil de âhirette cennet verir. Biz bizim için neyin iyi olduğunu bilemeyiz. Kastımız bizim için iyi olanı istemektir. Biz bilemeyiz ama Allah bildiği için ne iyi ise onu verir.
Yeryüzüne gelen güneş sınırlıdır. Bu güneşin ürettiği kalori bellidir. Yeryüzünün nüfusunu bir yere kadar götürebiliriz. Nüfus artmaya devam ettiği takdirde gökteki güneşten yararlanma imkânımız olacaktır. Şimdiden proje yapılmaktadır. 100 metre çapında bir silindir yaptığımızda bunun içini 1 atmosfer hava ile doldurduk, bu basınca dayanabilmesi için demir halatlarla takviye ederiz. İçinde yüz dairelik apartmanlar kurabiliriz. Yerden götüreceğimiz karbondioksit tüpleri ile oksijen tüplerini güneş ışığında buğday hâline getirip indirebiliriz. Böylece uzay güneşinden yararlanabiliriz. İleride böyle bir teknolojiye ulaşacağımızı Kur’an “semada sizin için rızık vardır” ifadesi ile bildirmiştir.
İşte Hazreti İsa’nın semadan bize rızık indir duası bu imkânı da haber veriyor.
تَكُونُ لَنَا عِيدًا
(TaKUvNu LaNAv GIyDan)
“Bize iyd olsun.”
“IYD” kelimesi “GVD” iade etmek, ait olmak, avdet etmek, miad olarak Türkçede kullanılmaktadır. Kur’an’da bir yerde geçmektedir. Araplar “iyd” kelimesini bayram anlamında kullanmaktadırlar. Yılbaşı gibi devredenlerin devre başlarına iyd denmektedir.
Miladi yılın başı Hazreti İsa’nın doğduğu gündür. Güneş takviminin başlangıcı o kabul edilir. Yerin güneşe en çok yaklaştığı gündür, 2 Ocak’ta yaklaşır.
Bizim iydmiz de Ramazan ve Kurban bayramı günleridir. Ramazan Kur’an’ın nâzil olduğu günlere rastlamaktadır. Kurban da Kur’an’ın nüzulünün tamamlanmasına rastlamaktadır.
Hazreti İsa sofranın nâzil olduğu günün miladın başlangıcı olarak kabul edilmesini istemektedir. Bugün bu Ocak ayı olarak belirlenmiştir. Belki de ikisi aynı tarihlere rastlamaktadır.
Biz nasıl Medinelilerin Müslümanlığı kabul ettikleri tarihi hicri yılın başı olarak kabul ediyoruz. Hazreti İsa da Havarilerle anlaşma yapıyor. Onların Hazreti İsa’yı resul kabul etmeleri tarihini takvimin başlangıcı olarak yapmayı dua etmektedir.
Havarilerin Hazreti İsa’nın peygamberliğini kabul ettikleri gün yemek vermek istemektedirler. Bir ziyafetle kutlamak istiyorlar. Nitekim biz de Ramazan Bayramını fitre ziyafetiyle, Kurban Bayramını da kurban ziyafetiyle kutluyoruz.
Zengin fakir Ramazan Bayramında senelik yiyeceğinin biraz fazlasını getirip sofralara koyarlar. Herkes başkasının yemeklerini yer. Böylece senede bir gün bütün insanlar eşit ziyafetle doyarlar. Kurban Bayramı günü de kurbanlar kesilir. Üçte biri orada pişirilir. Herkes doyasıya o gün çeşitli yerlerde otlayan hayvanların etlerini yerler. Üçte biri kesmeyenlere bölüştürülür ve eve götürürler. Üçte birini de kesenler kendi evlerine götürürler. Böylece kurban etinden tüm halk eşit şartlar altında yararlanırlar.
Hazreti İsa bunun için dua etmektedir. Havarilerin ziyafet verecek imkânları yoktur. Hazreti İsa’nın resullüğünü bir ziyafetle ilan edecekler ama imkânları yoktur. Hazreti İsa’dan bunun duasını istiyorlar. “Semadan” deyince köylerden anlamındadır. Köylerde âdettir. Gelen yabancılara köyün yemeklerinden ikram ederler. Bunlar da Allah’tan gidip oralardan yemek almamıza müsaade etsin, gidelim köylüden yiyecek alıp sonra da bayram yapalım yahut köylüye diyelim ki yiyeceklerle gelin, bize orada ziyafet verin.
لِأَوَّلِنَا وَآخِرِنَا
(Li EavVaLiNAv Va AOıRıNAv)
“Evvelimize ve âhirimize iyd olsun.”
Demek ki Hazreti İsa kıyamete kadar iyd olacak bir günün tespitini istemektedir. Böylece yılbaşını belirlemektedir. Nitekim bugün tüm insanlığa o gün iyd olmaktadır.
Buradaki olay şudur, Hazreti İsa peygamberliğini böylece ilan etmiş olacaktır.
Hazreti Muhammed de peygamberliğini ilan ettiği bir gün bir dağda insanları toplamış ve halka sormuş, “Ben şimdi size desem ki bu dağın arkasında düşmanlar geliyor, sizi mahvedecekler, bana inanır mısınız?” demişti. “İnanırız” dediler. “Şimdi size ben Allah’tan haber veriyorum ki bu dağın arkasında düşman var. Kendinizi korumanız gerekir. Ben Allah’ın size bunu haber vermek için görevlendirdiği kimseyim.” dedi. “Hoppala!” dediler. “Bizi bunun için mi buraya getirdin?” dediler.
Hazreti İsa da aynı işlemi yapması için Allah’tan yardım istiyor. Köylünün ve halkın onları desteklemesine izin vermesini istiyor. Nasıl Havarilere vahyetti ve onları oraya getirdiyse, şimdi de köylülere vahyetmesini Allah’tan istemektedir.
Kur’an son kitaptır. Hazreti İsa da insanlığa Hazreti Muhammed’den önce gönderilen son resuldür. Hazreti Muhammed Kur’an’la düzeni kurmuştur. Hazreti İsa insanlığı mucizelerle imana getirmiştir. İslâmiyet âlimlerin dinidir. Hıristiyanlık ise halkın dinidir, fikirlerden çok hislerle insanlar Allah’a ulaşmaktadırlar.
وَآيَةً مِنْكَ
(Va EAyYaTan MiNKa)
“Ve senden bir âyet olsun.”
Buradaki âyet iyde atfedilmiştir. İydin vasfı âyetin de vasfıdır. Yani evvelina ve ahirina âyet olsun demektedir. Kıyamete kadar o maide âyet olacaktır.
“Âyet” demek trafik işareti demektir. Eskiden tepelerle yol belirlenirdi, özel dağlardan her biri âyet, tamamı birlikte âyât idiler. Kur’an’ın sözleri de insanları hidayete götürdüğü için âyetlerdir. Bugünkü trafik levhaları birer âyettir.
Yıllar sayılırken ocak bir başlangıç noktası olsun diye bize semadan maide inzal et denmektedir.
Âyetin başka bir manâsı daha vardır. Tevrat’ta Hazreti Musa’yı takip eden Firavun’un bedeninin öldüğü, yok olduğu yazılı idi. Başka yerde ve sonraki kitaplarda kurtarıldığı yazılı idi. Kur’an’da “âlemlere âyet olsun diye bedenini kurtaracağız” denmiş, sonra mumyalanmış olarak o beden bulunmuş ve âyet olmuştur. Nuh’un Gemisi de ileride böyle âyet olacaktır.
Hazreti İsa’nın bu sofrasının kalıntısı bulunacak, Kur’an’da bildirilen hususlar ilmen ispatlanacak ve âyet olacaktır. Kaldı ki bugün bütün insanlığın yılbaşı olarak onu kutlaması ve kabul etmesi de bir âyettir, mucizedir.
وَارْزُقْنَا
(Va EuRZuQNAv)
“Ve bizi rızıklandır.”
“Maideyi inzâl et ve bizi rızıklandır” demekte, minha veya fiha dememektedir, çünkü burada dua ettiği o günkü bayram rızkı değil, kıyamete kadar gelecek rızıktır.
Bayramların ekonomik harekete yardımı vardır. Bayram günleri tüketim artar ve pahalılık ortaya çıkar. O pahalılık da üreticiyi harekete geçirir. Böylece bayram günleriyle ekonomiye gelişme dürtüsü vurulur. Bayram olsun da böylece ekonomik canlılığı korusun. Maaştan fazla ikramiyeler verilmektedir, bu da ekonomik dürtüdür. Bu sebepledir ki her topluluğun bayramları vardır. Hazreti İsa “bizim de bayramımız olsun”” diyor.
Ne var ki bayramların tesisi kolay değildir. Halkı bir vesile ile o gün toplayacaksınız. Halk kazanç için değil de o vesileyle gelmeye başlar. Böylece pazar oluşur, panayır oluşur. Hac bu amaçla teşri edilmiştir. Cuma bu sebeple teşri edilmiştir.
Hazreti İsa’nın bu duasıdır ki tarihte ilk büyük uygarlığı Hıristiyanlar oluşturdular. İstanbul’da onların yaptığı su yollarının altından hâlâ geçmekteyiz. Sanayide ve ekonomide Hıristiyanlar görevlidir. Hazreti İsa’nın duasını almışlardır. Biz ise hukukta ve yönetimde görevliyiz. Bizim bugün yapacağımız iş hukuku ortaya koymadır. Fıkhı diriltmek ve çağın ihtiyaçlarına cevap verecek şekle sokmaktır. Onlar bilgisayarı yapacaklar, biz ise halk muhasebesini kuracağız. İstanbul Yenibosna’da iki üç gariban bununla meşguldür. Hazreti İsa da böyle bir garibandı, misafirlere yemek verme imkânına sahip değildi. Hazreti Musa öyle, Hazreti Muhammed öyleydi. Biz vahiy almıyoruz ama bizim elimizde Kur’an var, Usulü Fıkıh var. İleride bizim de bayramlarımız olacaktır. Ramazan ve Kurban Bayramları böyle kutlanmayacak, Cumalar böyle kutlanmayacak. Şekli değişmeyecek, rekâtlar artıp eksilmeyecek, secdeler kıraatler terk edilmeyecek ama bunlar ruh kazanacak, bunlar canlanacak ve bize tezkire olacaktır.
Hıristiyanlık ne yaptı? Geliştirdiği sanayi ve ekonomi işletmeleriyle gökten rızıklar indirdi. Ben kendi ürettiğimi tüketmiyorum. Ben ürettiğimi satıyorum, bütün dünyanın ürettiği mallardan istediğimi alıyorum. Kullandığım malların üretimine katılanların çoğu şimdi yaşamamaktadır. Yaşayanlar da şimdi başka şeyleri üretiyorlar. Ben ürettiklerimle gelecekteki insanların yaşamasına katkı yapıyorum. İnsanlık da Hazreti Âdem’den beri ürettikleri ile beni yaşatıyor. İşte bu semadan gelen maidedir. Yani Hazreti İsa tarım döneminden ticaret dönemine işaret ediyor.
Bugün de ticaret döneminden sanayi dönemine geçilmektedir. Hazreti İsa’nın duası ile bugün bu seviyeye gelmişlerdir. O bizim de resulümüzdür. Biz de Hıristiyanların sanayide ve ekonomide yaptıklarını hukukta ve yönetimde tamamlayacağız.
Doğu hukukta ve yönetimde bir adım atar, yeni düzen getirir. Batı 500 sene sonra bundan yararlanarak sanayide ve ekonomide hamle yapar. 500 sene sonra doğu medeniyeti yaşlanır ve tarih olur. Yeni teknoloji ve mâli yapının adil hukuk sistemini doğu oluşturur. Böylece doğu batı dayanışması içinde uygarlaşma devam edip gider. Her adım bin yılda bir atılmaktadır, tekrarlamalı olarak atılmaktadır. İşte “iyd” kelimesi bunu ifade eder.
وَأَنْتَ خَيْرُ الرَّازِقِينَ (114)
(Va EaNTa OaYRu ELRaZIQIyNa)
“Ve sen rızık verenlerin hayırlısısın.”
Bundan önce “semadan maideyi inzal et ve bizi rızıklandır” diyerek, maidenin dışında kıyamete kadar bize rızık ver demişlerdir. Şimdi de isim cümlesi getirerek yukarıdaki duaya hâl yapmıştır. Hayırlı razıkların hayırlısısın izafeti ile onun hayırlı rızık ihsan edeceğini ifade etmektedir. Hazreti İsa Hıristiyanlar için rızık talep ediyor.
Onlar büyük sanayi keşifleri yapacaklar, üretimi artıracaklar, göklerde bile tarlalar yapacaklar. Bu onların görevidir. Ne var ki üretimin işe yaraması için adil bölüşüm sisteminin olması gerekecektir. İşte bu adil bölüşüm sistemi şeriatın işidir. Hazreti İsa’nın görevi değildir. Uygarlıkta yardımlaşma içinde Hıristiyanlara o görev verilmemiştir. Çünkü zengin olmanın kuralları ayrıdır, saadet içinde olmanın kuralları ayrıdır. İşbölümü vardır. Onlar üretecekler ama bölüşmeyi başkaları yapacaktır. Onu Ehli Kur’an yapacaktır. Bu durum kıyamete kadar böyle devam edecektir.
Bu sebepledir ki bize hayırlı rızık ver demiyor, rızkı hayırlı yapmak senin işin diyor, düzen senin işin diyor.
Biz rızkın semadan inmesi üzerinde düşünmeye başladık, her türlü açıklamaları yapmaya çalıştık, inkârcı olmadık ama sofra deyip de orada bırakmadık. Varsayımları ortaya koyduk. Adım adım yorumlamada ilerledik. Şimdi âyetler bizim varsayımlarımızı tasdik etmektedir.
Üretim olmadan tüketim olmaz ama tüketim olmadan yapılan üretim de üretim sayılmaz. Patatesi ürettiniz ama satamadınızsa o üretim olmaz. Patatesi satın aldınız ama yiyemedinizse o da tüketim olmaz. Adil bölüşüm demek üretimin sağlıklı şekilde tüketilmesi demektir. Bir insan beş kilo yiyemediğine göre üretim var ama adil dağılım olmuyorsa üretilenler boşa gidiyor demektir.
Razıkların hayırlısı rızıkları adil bir şekilde bölüştüren demektir.
Biz bugün teknolojide batıyı geçeceğiz demiyoruz, biz hukukta ve yönetimde batıyı geçeceğiz, çünkü onların ne yönetimi ne de hukuku bizim 500 sene önceki seviyede değildir.
Laikliğin sistemini Hazreti Muhammed Medine Sözleşmesi’nde koydu. Bütün din mensuplarını kendi dinlerinde serbest bıraktı. Hazreti Peygamberin bu sünnetini Emeviler bozmak istemişler ama hemen arkasından Abbasiler gelmiş ve en geniş şekilde laikliği uygulamışlar. Kurtuba’da Emeviler de laik düzeni en ileri seviyede tesis etmişlerdir. Türkler zaten kendi yapıları laik olduğu için sıkıntı çekmediler. İran’da hâlâ Mecusiler vardır.
***
قَالَ اللَّهُ إِنِّي مُنَزِّلُهَا عَلَيْكُمْ
(QAvLa elLAHu EinNIy MuNazZiLuHaV GaLaYKuM)
“Allah, ben onu size münezzil olacağım diye kavl etti.”
Allah Hazreti İsa’ya cevap veriyor. Duasını kabul etmiş ama bazı şartları veya ayrılıkları vardır.
İsim cümlesi olarak kuruyor. Başta “İnne” ile teyit ediyor. “Münzil” değil de “Münezzil” diyor. Maideye zamir gönderiyor. “Aleyküm”ü tekrar ediyor.
İsim cümlesi devamlılığı gösterir. Ben bunu hep yapacağım demektir. Yani ben maideyi size hep inzal edeceğim diyor. Hâlbuki Hazreti İsa bir defa inzal etmesini istemişti. Bu tekrarı teyit için if’al bâbını değil tef’il bâbını getirmiş, “Münezziluhâ” denmiş, yani bol bol, çok çok, tekrar tekrar göndereceğiz. “Sema”yı iade etmemiş, “aleyküm”ü iade etmiş. Eğer “aleyküm”ü iade etmeseydi “sema”nın iadesine gerek olmazdı. Ama zamir ya vasıfları ile müşarun ilyehe işaret eder ya da mutlak olarak yalnız kendisine işaret eder. Vasıfları ile işaret edecekse hiçbirisi iade edilmez. Biri iade edilirse demek mutlak işaret etmiş, vasfını belirtmiştir. Allah diyor ki ben o bayramlık sofrasını size tenzil edeceğim ama semadan olmayabilir. Başka şekilde inzal etmiş olabilirim ama size tenzil edeceğim. Yani siz Hıristiyanlara ayrıcalık tanıyacağım, büyük sanayi keşiflerini, dev üretim fabrikalarını siz kuracaksınız diyor.
Bakınız, âyetlere hep kurallar içinde yorum getiriyoruz. Kafadan atmıyoruz ama kurallar hep bugünkü olayları doğru olarak açıklamaktadır.
Başka bir tarihi olayı hatırlatalım. Ekonominin iki kolu vardır, reel ekonomi ve finans ekonomisi. Finans ekonomisi Yahudilerin elindedir ve çok kötü durumdadır. Bölüşümle ilgilidir. Faizli, karşılıksız paralı, krizli ekonomi vardır. Reel ekonomi ise üretim ekonomisidir. Bu husustaki batının başarısına kimse bir şey diyemez. İşte bu ekonomi yani reel ekonomi Hıristiyanların elindedir. Hazreti İsa’nın duasıyla çok başarılı bir şekilde gitmektedir. Finans ekonomisini Kur’an ekonomisine çevirdiğimiz zaman yani adil ekonomiyi kurduğumuz zaman insanlık üçüncü bin yıl uygarlığına süratle adımını atmış olacaktır.
Finans ekonomisini de düzlüğe çıkarmamız için karşılıksız para sorununu halletmek zorundayız. Bu da “faiz parası” yerine “emek parası”nı ikame etmektir. Bunun için “halk muhasebesi”ni kurmamız gerekmektedir. Bizim çalışmamız yeterli değildir. Siz genç mü’minler buna bedenen katılmak durumundasınız.
Bu arada şunu da bilmemiz gerekir ki İsrail oğullarının da gelecek uygarlıklarda yeri vardır. Ticarette ve ilimde onlar mahirdirler. İlimde mahirdirler çünkü dünyaya dağılmıştırlar. Bütün dünya dillerini bilmektedirler. Bu onları ilmî çalışmalarda daima etkin yapmıştır. Benim Yahudi hocalarım vardı. Almanya’dan kaçmışlardı. Dersleri Türkçe verirlerdi. İlmin ötesinde bir dertleri yoktu. Abbasiler de Yahudilerden çok yararlandılar, eski uygarlıkları onlar sayesinde Arapçaya geçirdiler.
Yahudilerin başka bir görevi de ticarettir. Bölüşmede kimin neye ihtiyacı olduğunu onlar bilmektedirler. Filistin de onların ülkesidir, Tevrat ve Kur’an onlara vaat etmiştir.
Adil Düzen Çalışanlarının insanlarla bir sorunu yoktur, sistemle sorunu vardır. Faizden vazgeçtikleri zaman ruusi emval onların olacak ve insanlığa yine hizmete devam edeceklerdir. “Adil Düzen”e karşı direnir de Erbakan’a yaptıklarını yapmayı sürdürürlerse bir daha sürgün hayatı yaşamak zorunda kalırlar.
Son günlerde Amerika’daki sermaye sahibi Yahudilerin de artık eski inatlarından vazgeçmek üzere olduğu haberlerini alıyoruz. Duamız hakkı kabul etmeleri, insanlığı daha çok meşgul etmemeleri ve kendilerinin de üçüncü bin yıl uygarlığının mimarları olmalarıdır. Hıristiyanlar için Kur’an bu müjdeyi bize vermektedir. Yahudiler için ise dengede bırakmaktadır. Dönerseniz döneriz demektedir. Tarihi gidiş de böyledir.
فَمَنْ يَكْفُرْ بَعْدُ مِنْكُمْ
(FaMaN YaKFuR BaGDu MiNKuM)
“Bundan sonra kim küfrederse.”
Buradaki “Fa” harfi sonuç fasıdır. Yani bundan önce söylenen cümlenin sonuçlarını bildirir. Birincisi ikincisinin sebebidir. Evet, ben size maideyi inzal edeceğim ama bunun sonucu sizin için tehlikeli olacaktır. Şimdi kesin deliliniz olmadığı için inanmamakta mazursunuz ama kesin delile ulaştıktan sonra inanmamak ve gereğini yapmamak, nankörlük etmek, nimete şükretmemek çok daha ağır cezayı gerektirecektir.
Bilmeyen ve delilleri olmayan insanların hataları mazurdur ama bildikleri ve kesin delilleri olduğu halde inkâr etmek ise çok daha ağır cezayı intaç ettirecektir. Kâinatımızın yapısını felsefi olarak kavradıktan sonra bu âyetin manâsı daha iyi anlaşılır olacaktır.
Kâinat bundan 13.7 milyar yıl önce patlamıştır ve büyümektedir. Genişlediği için soğumaktadır. Sıcaktan soğuğa doğru düzgün akan enerji zamanla bozularak ısıya dönüşmektedir. Isı ile ışık arasında aslında yapı farkı yoktur. Işık bir istikamette akan enerjidir. Isı ise dağılımı her istikamette akan enerjidir. Kâinattaki varlıklar bilinçli bilinçsiz varlıklar düzgün akan ışığı ısı enerjisine çevirerek varlıklarını sürdürürler. Belli bir zaman sonra bu ışık tükenecek, ısıya dönüşecek, hayat bitecektir.
Bu geçici kâinattır. Kur’an’ın bildirdiğine göre asıl ileri kâinat, ölümsüz kâinat ondan sonra başlayacaktır. Bu kâinatın görünür dünyanın sahibi insanlardır. Hızları ışık hızına yakın olanlar cinlerdir. Biz o kadar yavaş hareket ederiz ki ışık hızının yanında hızımız yokmuş gibi olur. Her parçacığın iki hızı vardır. Biri kendi hızıdır, buna v denir. Biri de dalgasının hızıdır, buna da u denir. İki hızın çarpımı ışık hızının karesini verir. v*u=c*c yani ışık kendi hızı dalga hızına eşit olan varlıktır. Buna göre dört çeşit varlık vardır.
Hızları ışık hızından daha büyük olan dolayısıyla kendi hızları ışık hızından küçük olan varlıklar vardır. Ses hızını geçen uçakların durumu böyledir. Diğerleri ise kendi hızları ses hızından küçük olan varlıklardır. Denizde yürüyen geminin durumu böyledir.
Bunlardan hızları ışık hızına yakın olanlar cinler ve meleklerdir. Hızları ışık hızından uzak olanlar insanlar ve ruhlardır.
| Hızları ışık hızından büyük Hız > Işık Hızı | Hızları ışık hızından küçük Hız < Işık Hızı |
Hızları güneş hızına yakın Hız <> Işık Hızı | MELEK | CİN |
Hızları ışık hızından uzak Hız <<<<>>>> Işık Hızı | RUH | İNSAN |
İnsanlar soğuk dünyada ve gezegenlerde yaşarlar. Cinler sıcak dünyada yıldızlarda ve güneşte yaşarlar. İnsanlar karalarda Allah’ın halifesi olarak kâinatın emanetini yüklenmişlerdir. Şimdilik yıldızların çevresindeki gezegenlerde yaşayan insanlardan haberimiz yoktur ama Kur’an onlardan haber vermektedir; kâinatın halifesinden insan olarak, yeryüzündeki halifesinden de âdemoğlu diye bahsetmektedir.
Âdemoğulları iki takımdır. Birileri yapıcıdır, bunlar mü’minlerdir. Diğerleri ise temizleyicidir, yıkıcıdır, bozulmuş, eskimiş, işe yaramaz olanları ortadan kaldırırlar.
Canlılarda da durum böyledir. Mikroplar temizlik yaparlar. Bitkiler ve hayvanlar ise yapıcıdırlar. Bu dengenin sağlanması için Allah insanları cehul halk etmiş, tam bilgi vermemiş, daima mütereddit bırakmıştır. Bu sayede insan mü’min veya kâfir olabilmektedir. Allah kâfirlere de zaman tanımaktadır. Çünkü onlar da kâinat dengesinin bir organıdırlar. Karşı takımdırlar.
“Kâfirleri” de derece derece ayırıyoruz. Bilmeden kâfir olanlar vardır, bilmeden yıkıcılık yapanlar vardır. Bunlara azap yoktur. Tam olarak bilmemekle beraber tahmin eden ama yine de yıkıcılık yapanlar mevcuttur. Bunların bu dünyada yaşama şansları vardır. Âhirette hesap vereceklerdir. Kesin bilgileri olduğu halde yıkıcılık yapanların artık dünyada yaşama şansları yoktur.
Bugünkü dünyanın durumu da böyledir. İnsanlık “Adil Düzen”i henüz tam olarak duymadı, öğrenmedi. Bu sebepledir ki yıkıcılar varlıklarını korumaktadırlar. Biz eğer “Adil Düzen”i tam olarak onlara gösterir ve ispatlarsak, ondan sonra onların artık yaşama şansları kalmaz, ondan sonra ya inanacaklar ya da helâk olup gideceklerdir.
“Minküm” yani kendilerine maide gönderilen kimseler demektir. Bunların içinde Hazreti İsa da vardır, kıyamete kadar gelecek Hıristiyanlar vardır. İşte bugün onlara o sofra gönderilmiştir. Allah’ın onlara öğrettiği müsbet ilimler sayesinde bugünkü sanayiyi kurdular ve dünyanın nimetlerine ulaştılar. Müsbet ilim sayesinde Tevrat, İncil ve Kur’an’ın ilâhi kitap olduğunu öğrendiler. Erbakan’ın tebliğleri ile de “Adil Düzen”i duydular. Erbakan’ın “Adil Düzen” kitaplarında ilâhi hukuk ve yönetim düzeninin varsayımları vardır. Onlar o varsayımlara dayanarak sorunları şeriata göre çözecek durumdadırlar. Başka bir ifade ile Hazreti İsa’nın maide dışındaki mucizelerini görmüş bulunuyorlar. Şimdi de sofranın gelmesini istiyorlar. Yani hazır içtihatları istiyorlar. Kendileri içtihat yapma zahmetine katlanmak istemiyorlar.
İşte, Allah onlara bu çözümleri Adil Düzen Çalışanları sayesinde ulaştıracaktır. “Adil Düzen” sofrasını hazırlamamız ve onları davet edip ziyafet sunmamız gerekecektir.
Bu ziyafet nasıl olacaktır?
Yüz dairelik apartmanları kurar ve onlara da kendi ülkelerinde sunarsan, işte sofra o zaman inmiş olur. Yeryüzü yüze yakın devletten oluşmaktadır. Her devlette de ona yakın bölge vardır. Türkiye’de 12 bölge vardır. Her bölgede birer yüz dairelik yapıları kurmamız gerekir. O yapının işyerinde o bölgenin ürettiği mallar alınacak, başka bölgelere gönderilecek. Başka ülkelerden gelen mallar o bölgede satılacaktır. İşte bu mallar semadan gelen sofra durumundadır.
İşte bu “Adil Düzen”in kesin kanıtı olacaktır. Bunun için iktidar olmamız gerekmez. Herhangi bir kuruluş bu kooperatifleri kurar ve bu işi başarır. Mesela F. Gülen grubu bunu yapabilir. Millî Görüş bunu yapabilir. Ama yapamazlar, çünkü bilmiyorlar. Biz de yapamayız, çünkü biz de bilmiyoruz.
İşte bizim bu çalışmalarımız “Adil Düzen”i öğrenme çalışmasıdır.
فَإِنِّي أُعَذِّبُهُ عَذَابًا
(Fa EinNIy EuGaüÜiBuHUv GÜaBan)
“Ben onu bir azapla tazip edeceğim.”
“Fa” harfi “Men” şartının cevap fasıdır. Cevap “Fa”sız geldiği zaman bir defaya mahsus şart ve cevaptır, “Fa” ile geldiği zaman her zaman aynı şartın aynı cevabıdır. Bu şartla azap edeceğini bildirmektedir.
Geçmişte bütün peygamberler için durum böyle olmuştur. Tebliğ bittikten ve iddia kesin olarak ispat edildikten sonra hâlâ yola gelmeyen varsa onlar azaba uğratılır.
Firavun tüm delilleri gördüğü halde İsrail oğullarının çıkışına izin vermemiş ve bu sebeple boğulmuştur. Mekke ancak tüm deliller tamamlandıktan sonra fethedilmiş, Mekkeliler de direnmedikleri için helâk olmamışlardır.
Birinci Kur’an uygarlığı savaşla değil barışla çözülmüştür.
İkinci Kur’an uygarlığı da böyle olacaktır.
Anadolu saldırılarla alınmamıştır. Sadece yöneticileri değişmiştir. Anadolu’nun ve Balkanların statüsü değişmemiştir. Anadolu’dan Hıristiyanların uzaklaştırılmasını Müslümanlar değil ateistler yapmışlardır.
“Azap” burada nekre gelmiştir. Her durumda azap farklıdır. Beklenen azap değil başka türlü azap gelir. Mesela bugün beklenen azap atom savaşıdır, çevre kirliliğidir. Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarına benzer savaş tarihte asla olmamıştır. Yine isim cümlesi getirilerek ve “İnne” ile teşdit ederek azap vermenin kendisine ait olduğunu bildirmiş olmaktadır.
Hazreti İsa’ya bildirilen bu haberler sonraları nasıl tahakkuk etmiştir?
Önce Hıristiyanlar Allah’a tapacaklarına daha ilk yıllarda Hazreti İsa’ya tapmaya başladılar. Romalılardan büyük zulüm gördüler. Sonra Romalılar Hıristiyanlığı kabul ettiler. Bu sefer Hıristiyanlar Hıristiyan olmayanlara zulmetmeye başladılar. İmparatorluk yıkıldı, papalık başladı. Sonra papalık Müslümanlarla savaşmaya başladı. Avrupa ateist oldu ve beş yüz senedir Avrupa kan gölüne dönmüştür. Bugün de en korkunç azabı beklemektedir.
O halde Avrupa bundan nasıl kurtulur?
Gelen semavi maideyi yani şeriatı kabul etmekle kurtulabilir.
Bu semavi maide rızıktır. Bugünkü refahtır. Ne var ki hayırlı bir refah değildir. “Adil Düzen”i kabul etmekle bu maidenin şükrünü yapmış olur.
لَا أُعَذِّبُهُ أَحَدًا مِنَ الْعَالَمِينَ (115)
(LAv EuGaüÜiBaHUv EXaDan MiNa elGAvLaMIyNa)
“Âlemlerden kimseye azap etmediğim bir azap ile.”
Bu cümle yukarıdaki “azaben” kelimesinin sıfatıdır. İki manâ vardır. Başkalarına vermediğim şiddetten en az ceza ile cezalandırmam denmektedir.
Tarihte Hıristiyanların uğradıkları azaplar en büyük olmuştur. Hele yirminci asırda on milyonlarca insanın birbirini kırması, sosyalizmin yaptığı zulüm, Hitler’in ve Mussolini’nin yaptığı zulüm. Amerika’daki kuzey ile güneylilerin savaşı ve birbirlerini katletmeleri.
Bu manasıyla da doğru olmakla beraber başka şeyi de ifade eder. Bu da her topluluğa verilen cezanın farklı olmasıdır. Savaşlar da böyledir. Yeni silah bulan veya yeni savaş taktiğini icat eden galip gelir. Bilinen silahlara ve bilinen savaş usullerine karşı, karşı taraf hazırlık içindedir. Dolayısıyla kendisini savunur ve yenemezsiniz. Çünkü savunma saldırmadan daha kolaydır.
Savaşlar hep yeni teknolojinin bulunması ile yapılmakta ve böylece uygarlaşma mümkün olmaktadır. Uygarlığın kaynağı hep savaş olmuştur. İkinci Cihan Savaşı atom bombası ile kazanılmış, bu sayede insanlık atom enerjisi üzerinde bilgi sahibi olmuştur. İngiltere kendisini radarla korumuştur. Üçüncü cihan savaşı hangi yeni silahı getirecektir bilemiyoruz. Büyük silah keşiflerini Hıristiyanlar yapmış, birbirlerine karşı kullanmış, dolayısıyla en büyük azabı onlar çekmişlerdir.
Buradaki müfret zamir “Men”e gitmektedir. Aynı zamanda çoğulu ifade eder. “Âlemin”den teb’iz etmiştir. Kurallı erkek çoğuldan teb’iz olmaz, cins için olabilir. Yani onlara mensup anlamında olabilir. Menfi geldiği için burada cins için olamaz. Başka topluluklara vermediğim cezayı size veririm demiş olur. Yani “Men” kişiyi değil topluluğu göstermektedir. Zaten “Küm” harfi bunu ifade eder. Bunu biraz daha şöyle açıklayalım. Havariler muhatapsa, Havarilerin içinden biri küfrederse o Havariye azap etmiş olacaktır. Bu takdirde ya “ehaden mine’n-nâs” denmiş olması yahut “ehaden min gayriküm” denmiş olması gerekirdi. Oysa burada kurallı çoğul olanlardan biri olarak zikretmiş olmaktadır. Başka topluluklardan hiçbirine yapmadığım bir azabı denmiş olmaktadır. Yani “Ehad” kişiyi değil topluluğu ifade etmektedir. Çünkü kişi topluluklardan biri değildir, topluluğun ferdidir. O zaman “Hu” zamiri de ferdi değil topluluğu ifade eder. Yani Havariler kastediliyorsa Havarilerin tümü kastedilmiş olur.
O zaman da “MinKüm” ifadesine manâ verilemez. Bu sebepledir ki buradaki “Küm” Havariler değil tüm Hıristiyanlık âlemidir. “Hu” zamiri de onların topluluklarıdır. Farklı azaplara veya büyük azaplara uğrayacağı ifade edilmiş olur.
Bu âyetlerde bahsedilen hususlar Kur’an geldiği zaman bilinmiyordu. Kur’an’da zikredilince ve sonra da aynen olunca bu Kur’an’ın mucizesidir. Rum Sûresi’nde Hıristiyanlığın bu zaferi açıkça ifade edilmiştir. O zaman iki süper güç vardı. İran yenilmiş ve tarih olmuştur. Oysa Romalılar hâlâ devam etmektedirler. Üçüncü bin yıla girerken dünyaya hâkim durumdadırlar.
İşte bu bir mucizedir.