***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 9
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
... ... مَا يُرِيدُ اللَّهُ لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ مِنْ حَرَجٍ وَلَكِنْ يُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (6) وَاذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ وَمِيثَاقَهُ الَّذِي وَاثَقَكُمْ بِهِ إِذْ قُلْتُمْ سَمِعْنَا وَأَطَعْنَا وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِذَاتِ الصُّدُورِ (7)
مَا يُرِيدُ اللَّهُ
(MAv YuRIyDu elLAHu)
“Allah murad etmez.”
“Ravada” kendi kendine istemek demektir. “Muravede” ise karşılıklı olarak birbirini istemek anlamındadır. “İrade” ise bir şeyi yapmayı istemektir. “Şae” de yapmayı istemek demektir. “Şae” ileride böyle yapayım demektir. Plan yapmak demektir. “İrade” ise onu yerine getirmek demektir. Şimdi bunu yapayım demektir.
Gerek meşiet gerekse irade hissî bir istek değildir; fikrî bir karardır, tercihli karardır. Hayvanlarda meşiet hiç yoktur; iradede hissî irade vardır, yeşil otu görür o tarafa meyleder.
Biz bir robota hissî iradeyi öğretebiliriz ama fiilî iradeyi öğretemeyiz. Satranç oynayan bir makine hissî iradesini kullanmaktadır. Onda fikrî irade yoktur. Hayvanlar satrançtan daha ileri seviyede hissî iradelerini kullanırlar. Bunlara talep denir.
Allah mutlak müriddir. O’nun için meşiet ile irade aynıdır. Zaman dışıdır. Biz Allah’ı ancak zaman ve mekân içinde düşünebiliriz. Bundan dolayı çoğu zaman düşüncelerimizdeki çelişkileri beynimizde gideremeyiz. Biz bizi ilgilendiren kısımlarını öyle kabul edecek, ona göre amel edeceğiz.
“Mâ” geçmişin menfisidir. “La” geleceğin menfisidir. Mâzi geçmişi, muzari geleceği bildirir. “Mâ” ile muzari yan yana gelince ya hâli ifade eder ya da geniş zamanı ifade eder.
“Lem Yurid” hâli, “Mâ Yurid” geniş zamanı içerir. Yani murad etmez. Burada da size verilen emirde murad etmiyor deniyor.
Yıkanmadan sonra bu âyetin gelmesi, ibadetlerin hikmetini bildirmektedir.
Allah bize emirler vermektedir. Bu emirleri niye vermektedir? Kendisine bir faydası var da ondan dolayı mı emretmektedir, yoksa bize eziyet olsun diye mi emretmektedir? Emir ve nehiylerin hikmeti nedir? Burada işte bunlar açıklanmaktadır.
Burada çok önemli açıklama bulunmaktadır. Kâinatta abes bir şey yoktur. Mutlaka her şeyin genel düzende bir işi vardır. İlim bunların hikmetlerini arayıp bulacaktır. Başka bir konu olarak biz de helal ve haramları tesbit ederken, emir ve yasakları ortaya koyarken, Allah’ın sünnetine uymak zorundayız; ona göre şeriat oluşturmalıyız.
Demek ki içtihatta uymamız gereken kurallar da Kur’an’ca belirtilmiş olmaktadır.
Bir kural ortaya koyarken, başta denge olması gerekmektedir; “Vezni ikame edin” âyetine uymalıyız. Diğer taraftan da o işin yapılması harec olmamalıdır. Ayak yıkama sıkıntılı olduğu için harec/zorluk olmasın diye mesh edilmesi de tecviz edilmiştir. Paradan vergi almak harecdir. Çünkü kişi para üretmemektedir. Mükelleften yapabildiği işi istemek gerekir. Siz nakitten vergi alırsanız birilerini başkalarına sömürtmüş olursunuz.
Allah insanları yaratmış; onlara eziyet etmek için değil, onlara rahmet olsun diye yaratmış. Allah isteseydi bize hiç acı çektirmeden, hiç sıkıntı vermeden, bizi zevk ve sefa içinde bırakabilirdi. Bugün biz makine yapıyoruz; bu makine üzerine koyduğumuz sensörlerle (duyargaçlarla) çevresini algılıyor ve gerekli cevabı veriyor. Dileseydi, bizim bedenimizi de öyle var ederdi ki biz hiç acı duymadan o işler olurdu. Nitekim bitkilerde durum böyledir.
O halde biz acaba niçin böyle yaratıldık?
Allah böyle takdir etmiş ve böyle bir hayat vermiştir. Bunun rahmet olduğunu ifade etmektedir. O halde bu zorluğun sonunda elde edeceğimiz rahmet çok büyümüş olmalıdır.
O takdir-i ilâhidir. Öyle istemiş, öyle yapmış. O’na neden böyle yaptın demek bize düşmez. Asıl bizi ilgilendiren mesele “Allah”ı yani “Allah” kelimesini “topluluk” anlamında anlayıp, topluluğun ne yapması gerektiğini ortaya koymadır.
İslâm düzeninde kararlar içtihat ve icmalarla alınır. İcmanın dereceleri vardır. Bunlardan biri istişaredir. Başkan ortak vekil olarak istişare eder, sonra o mecliste başkalarına danışmadan kararını almış olur. Herkesin vekili sıfatıyla karar aldığı için karar ittifakla alınmış olur. Başkanın kararına karşı şura üyelerinin hakemlere gitme hakları vardır. Hakemlere gidilip kararın iptali istenebilir.
İşte, hakemlerin kararı iptal edebilmeleri için dayanaklardan biri dengenin olmasıdır, diğeri harec/zorluk teşkil etmesidir.
Bugün yapılan nedir?
Ağır hükümler konuyor, ondan sonra da uygulanamayınca takip edilemiyor. KDV var ama ödeyen yok! Vazi-i kanun harec olan bir hükmü içeren yasa çıkarmamalıdır.
İşte, hakemler bu kararın dengesizliği veya hareci/zorluğu içerip içermediğini inceleyecekler ve sonunda kararı iptal edecekler veya reddedeceklerdir.
Anayasada bu kurallar yazılacaktır. Bugün Anayasa Mahkemesi, kanunları iptal etmektedir. Mahkeme anayasayı da iptal etmeye kalkışmaktadır. İslâm şeriatında içtihat ve icmalar hakemlerin denetimindedir. Harec olan maddeler iptal edilir.
لِيَجْعَلَ عَلَيْكُمْ
(LiYaCĞaLa ĞaLayKüM)
“Size ca’letmeyi murad etmiyor.”
“Geceyi sakin ca’letti” dediğimizde, gecenin sakin kılındığı ifade edilmiştir. “Leküm” derse sizin için geceyi sakin kıldı anlamı çıkar. Bu emirlerle size harec ca’letmek istememektedir deniyor.
Aleyhimize olsun diye şeriatın hükümleri gelmemiştir. Yıkanmak, temizlenmek bizim rahmetimizedir. Her şeriat emri bizim içindir, bizim lehimizedir.
Bol yağmurlu ormanların altında da, sık alçak boylu ağaççıklar altında da dikenli çalılar bulunur, içeriye girilmesi zor olur. Hayvanlar otlamak için içine girmeye çalışırlar, sonra da çıkamazlar. Bu sebeple boğulanlar olur. Harec işte böyle sıkıntıyı ifade eder.
Zorluk vardır, ağır zorluk vardır.
İkrah vardır, ağır ikrah vardır.
Abdest almak, namaz kılmak harec değildir. Yıkanmak harec değildir. Çoğu zaman böyle hareketler insana zor gelir ama onlar harec değildir. Bir arabayı sürmeye başladığınız zaman size harec olur ama alıştıktan sonra artık o harec olmaz.
İşte bu kadar zorluk harec değildir.
Alışmakla, ekzersizle giderilemeyen zorluklar harec sayılır. İnsan gündüzleri yemek yemezse, belli zaman sonra alışır, yemek aklına bile gelmez. İnsan 12 saatten sonra açlığa dayanamaz, alışamaz. Bu durum onun sağlığına etki etmeye başlar. İşte o harecdir, zorluktur. 18 saatten fazla gündüz sürüyorsa artık bu kadar saat oruç tutulmayacaktır, çünkü o harecdir.
Bu durumda çözüm değişik şekilde olabilir.
Mart ve Eylül aylarını bekleyip o mevsimlerde oruç tutmak, yahut 12 saatlik oruç tutmak. Başka bir çözüm de Ramazan ayında yer değiştirmektir.
Görülüyor ki, harec olduğu zaman emirler kolaylığa götürür.
Demek ki harec aynı zamanda mazeretin de sınırını belirlemektedir.
Hareci “MiN” ile teb’iz etmiştir. Bunun anlamı şudur ki harec iki çeşittir. Biri şiddetli harec, diğeri de hafif harec. Allah hafif hareci murad eder, ağır hareci murad etmez. Yahut cinsin beyanıdır. Bu mânâyı verirken hafif zorluğu da harec olarak sayarsak, o zaman teb’iz içindir. Hafif hareci harec saymazsak o zaman tebyin içindir.
Ama aklen de tahsis edilir. Bunun delili budur. Bütün emirler normal şartlarda geçerlidir. Arazlar olduğu zaman hükümler değişmektedir.
“Namaz kıl” emri tüm insanlaradır ama çocuklara emir değildir diyoruz.
Delilimiz nedir?
İşte bu âyettir. Kanunlar ve kurallar geneldir. Daima özel haller vardır ve özel hallerde özel hükümler uygulanır. Kanunlar katı ve çıplak yorumları ile uygulanamaz. Eğer yapılan bir işte maksat hâsıl olmuyorsa, abesle meşgul olunuyorsa veya bir yasak aksi sonuçlar doğuruyorsa o tatil edilir.
Bu sebepledir ki rüşvet haramdır ama yasak değildir. Rüşvet alan da veren de suçlanıp cezalanmaz. Devlet görevlisinin hatalı iş yapmasına sebep olur. O hatalı iş kasten kabul edilir ama ceza verilmez. Neden verilmez? Rüşvet alana ceza verecek olursak verene de ceza vermiş oluruz. Bu takdirde veren rüşvet verdiğini gizlemek zorunda kalır. Öyle olunca da rüşvet alıp yürür. Verene ceza vermeyince alana da ceza vermeyiz.
Rüşveti nasıl önleyeceğiz?
Görevli görevini geciktirirse tazmin ettiririz. Gecikme zararını tazmin eder. Bir tapu memuru kaydı geciktirdi. Satış tamamlanmadığı için parayı alması gereken parayı alamamıştır. Para alamadığı için borcunu ödeyememiştir. Kişi hacredilmiştir. İşte bir günlük hacre sebep verdiği için gerekli tazminatı öder.
Başka bir örnek verelim. Esrar, tütün, rakı yasaklanmaz, bunların alınması ve satılması serbesttir; kullanılması suçtur. Çünkü yasaklarsak kaçakçılığı teşvik etmiş oluruz. Boşanmayı yasaklamak evlenmeyi yasaklamaktır.
وَلَكِنْ
(Va LAvKiN)
“Velâkin”
“Kin” “kâne” anlamındadır. Öyle değil böyledir denmiş olur. Birinci menfi cümle teyit ediliyor, müsbet cümle yerine getiriliyor. Böyle yorumladığımızda buradaki “La” tekit “lam”ı olmuş olur. “Ve” gelmiş olması ikinci ismin ayrı cümle olduğunu, yeni şey ifade ettiğini anlatır. Zorluk irade etmiyor ama hiçbir şey de irade etmiyor anlamında değildir. Onun yerine başka şey murad ediyor.
Kâinatta olan her şeyin hikmeti vardır. Biz bilemeyebiliriz ama mutlaka vardır. Geçmişte olan her olay hikmete tâbidir. Onları öyle değerlendirmemiz gerekir. Geçmişte olan olayları kişilerin yaptığını iddia etmek yanlıştır.
Viyana muhasarasında Kırım Hanlığı ihanet etmiş, Osmanlı İmparatorluğu’nun yenilmesine sebep olmuştur. Bu ilk bakışta kötü bir olaydır. Oysa bu takdir-i ilâhidir. Viyana mağlubiyetimiz olmasaydı, bugünkü Avrupa uygarlığı olmazdı ve biz bugün “Adil Düzen” kuracak seviyeye gelemezdik. O halde o mağlubiyet bizim için büyük rahmet olmuştur.
Türkiye, III. bin yıl medeniyeti kuruluşunu Viyana mağlubiyeti ile başaracaktır.
يُرِيدُ لِيُطَهِّرَكُمْ
(YuRiDu LiYuOahHiRaKuM)
“Sizi tathir etmek istiyor.”
“Yüridu”nun mef’ulü mahzuftur. Yıkanma emrini murad ediyor.
Ne için veriyor?
Sizi tathir etmek için veriyor. Abdest alacağız, yıkanacağız, temiz olacağız.
Siz temiz olasınız değil, sizi Allah tathir edecektir, bunun için emrediyor.
Abdest alırken belli uzuvlarımızı yıkamaktayız.
- Yüzümüzü tathir ediyoruz. Yüzün kendisi beyni taşıyan bir yerin görüntüsüdür. İnsanın kişiliği yüzüne akseder. Sevinen, üzülen, kızan, seven yüz belli olduğu gibi; içki içenlerin, namaz kılanların, iyilik sevenlerin, haset olanların, hilebazların yüzleri belli olmaktadır. Yüzümüzü yıkarken aynı zamanda beynimizi yıkamaya çalışırız. “Rabbim, yüzlerin ağaracağı gün yüzümü ağart, yüzlerin kararacağı gün yüzümü karartma.” Bu dua yüzümüzü yıkarken okumamız öğretilen duadır.
- Ağzımıza su alırken; “Rabbim, bana temiz su içir, Rabbim kaynar su içirme.”
- “Rabbim, cennet kokusunu koklat, semum kokusunu koklatma.”
- “Rabbim, beni her söze kulak veren ve en iyisine uyanlardan yap.”
- “Rabbim, beni kitabı sağdan verilenlerden kıl,”
- “Kitabı, kitabı soldan ve arkadan verilenlerden yapma.”
- “Rabbim, rahmetini bana ğaşyet.”
- “Rabbim, ayaklarımı tesbit et.”
Bu hadisler âyetin yani “sizi tathir etmek istiyor”daki tathirin mânâsını açıklamış oluyor. Yani biz yüzümüzü yıkarken beynimizdeki pislikleri temizlemek istediğimizi ifade etmiş oluyoruz. Haram yemeyeceğimizi, pis havayı koklamayacağımızı, her söze kulak verip en iyisine uyacağımızı, ellerimizle günahlar işlemeyeceğimizi, ayaklarımızla kötü yollara gitmeyeceğimizi ifade etmiş oluruz.
Şimdi namazın ne olduğunu daha kolay anlamış oluyoruz. Beş vakit namazda bir araya gelerek nefsimizin muhasebesini yaparız. İki namaz arasında yaptıklarımızı gözden geçiririz, gelecek namaza kadar ne yapacağımızı kararlaştırırız. Herkes ne yapacağına kendisi karar verir. Ne var ki her söze kulak verip emrine uyarak istişare etme durumundadır.
Namazın bütün şartları bize bunları hatırlatmaktadır. Kişi kıbleye dönerken sıratı müstakimde olduğunu, saf yaparken topluluğa katıldığını, imama uymakla topluluğun yöneticilerine uyduğunu ifade eder.
Namaz bütün şart ve rükünleri ile bir taraftan fiillerimizi düzenlemekte, diğer taraftan fiillerin gösterdiği ruhi uzuvlarımızı da eğitmektedir. Biz yüzümüzü yıkarken Allah da beynimizi yıkar. Biz namazımızın şartlarına uydukça Allah da beynimizi temizler. Çünkü insandaki kıskançlığı giderir. Onu sadece iradesi ile baş başa bırakmaz. Namazını kılanın kalbini Allah tedavi eder. Nasıl bir yerimizdeki yaraya baktığımızda, temizlediğimizde, merhem sürdüğümüzde o kendisini tedavi ederse, namaz ve diğer ibadetler de böyle yapar. Zamanla insanın içinde bulunan nefsî hastalıklar da terk edilmiş olurlar. Tarikat ehli namaza benzer başka ibadetlerle de sonuç aldıklarını ifade etmektedirler. Gerçekten de bunları yapanların yüzlerinin nurlandığı görülmektedir.
Bu konuyu anlayabilmemiz için bilgisayar hakkında bilgi vermeye çalışalım. Bilgisayar virüslenmektedir. Virüslere karşı özel program yapılmakta ve o virüsler temizlenmektedir. Virüs temizleme dosyasına bastığımızda çalışır ve temizler. Bunun için parmakla basabildiğiniz gibi ışıkla ya da sesle de bunu yapabilirsiniz. Şimdi siz bazı sesleri çıkardığınız, bazı hareketler yaptığınız zaman, bunlar beyninize etki eder, beyninizdeki virüs temizleme programları harekete geçerek kötü duygulardan arınmış olursunuz.
İşte, Allah bu âyette bize diyor ki; ben sizin beyninize virüs temizleme programları koydum, benim emrimi yerine getirip namazlarınızı öğrettiğim gibi kılarsanız, diğer ibadetleri emrettiğim gibi yaparsanız, o virüs programlarını çalıştırmış ve içinizi, bedeninizi, ruhunuzu arındırmış olursunuz.
وَلِيُتِمَّ نِعْمَتَهُ عَلَيْكُمْ
(Va LiYuTimMa NiGMaTaHUv GaLaYKuM)
“Ve sizin üzerinize nimeti tamamlamak için”
Evet, yıkanın, çünkü siz yalnız bedeninizi değil ruhunuzu da temizlemiş olacaksınız. Sadece iyi insan olarak kalmayacaksınız, onun da ötesine geçeceksiniz. İyi insanlardan oluşan topluluklar öyle hareket ederler ki herkes birbirini düşünmeye başlar, herkes başkasının hakkı bana geçmesin diye uğraşır. Halbuki abdest alıp yıkanmayanlar, bunun tam tersine benim hakkım başkasında kalmasın derler ve onlar hak almak yani haksızlık yapmak için yarışırlar. Oysa yıkananlar hak vermek için yarışırlar.
Böyle bir topluluğun nasıl gelişeceği çok açıktır.
İşte bu da O’nun nimeti olur. İnsanların beyinleri düzelince amelleri de düzelir. Böylece gökten bereket yağmaya başlar. Dualar bereketiyle, dua esnasında çıkan sesler bereketiyle hayvanlar da etkilenir, onların beyinlerindeki virüsler de temizlenebilir.
Beyninizdeki bilgisayar devrelerine benzeyen DNA devreleri vardır. Sistemi aynıdır. Orada elektrik, burada maddeler hareket eder. Onların DNA’larında virüs temizleme hücreleri vardır. Aldıkları etki ile onların virüs dosyaları harekete geçebilir. Bereketli mahsul alırız.
Demek ki Allah’ın emirlerine uyma sayesinde bizim daha bilemediğimiz nice maddî manevî bereketler vardır. Bugünkü ilmimizle bunları kısmen izah edebiliyoruz.
İnsanlar bin sene evvel bu âyetin bu mânâsını anlamayı tasavvur edebilir miydi?
O halde biz Allah’ın emirlerine teslim olup O’nun dediklerini yaparsak, bizim bilmediğimiz daha nice nimetlere ulaşacağız.
İnsanlar Kur’an’ın emirlerindeki hikmetleri bilmiyoruz diye Kur’an’a uymasaydılar bugünkü uygarlık doğar mıydı?
“Ve sizin üzerinize nimeti tamamlamak için” dendiği zaman bunu kastetmiş olur.
Biz doğup büyümekle zaten O’nun nimetine ermiş oluyoruz ama Allah nimeti iki türe bölmüştür. Rahman sıfatı ile in’amdır ki bütün insanlara o nimeti vermektedir. Bir de amel-i salih işleyenlere nimet vermektedir. Bu da rahim sıfatı ile olan in’amdır. İşte bunların nimetleri bu şekilde tamamlanmış olmaktadır.
Namaz kılmayanların nimeti eksiktir. Evet, namazı yukarıda anlattığımız gibi şuurlu bir şekilde kıldığımızda Allah nimetini bize tamamlayacaktır.
Şimdi sizin namazın hikmetlerini anlatan eser yazmaya başlamanız gerekir. Farz-ı kifayedir. 10 sene, 20 sene, 30 sene sonra bu eserinizi insanlığa takdim edecek ve insanların hidayete gelmesine vesile olacaksınız.
لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (6)
(LaGalLaKuM TaŞKuRUvNa)
“Şükredesiniz diye.”
“Lealle”yi umulur diye tercüme etmektedirler. Bu tercüme eksiktir. “Le” tekit lamıdır. “Alle” ise “enne”den dönüşmüştür. Elbette şükredersiniz demektir. Buradaki gerçekten tahakkuku değil, tahakkuk etmesi gerektiğini ifade etmektedir. Onun için harflerde dönüşme olmuştur.
“Bu nimetlere şükredersiniz.”
“Şükretmek” teşekkür ederim demek değildir. “Hamd” dille ve beyinle yapılır. “Şükür” ise amelle yapılır. Deveye yem verseniz, o da semirse, iyi süt verse, şükretmiş olur. Biz de Allah’ın nimetlerine uğrayınca bu nimetlerden yararlanır, ona göre daha iyi, daha salih insan oluruz.
Demek ki abdest almak ve yıkanmakla başlıyoruz, içimizin de temizlenmesini istiyoruz. Allah beynimizdeki virüsleri temizliyor. Ruhumuz arınıyor. Sonra amel-i salih işliyoruz. Rabbin nimetleri yağmaya başlıyor. O nimetlerden yararlanarak daha sağlam vücuda, daha sağlam topluluğa ulaşıyoruz. Böylece “Adil Düzen”i kurmuş oluyoruz.
Burada şu soru sorulabilir: Camilerimiz dolup taşıyor ama sefalet içindeyiz; neden?
Bunun anlamı şudur.
Biz camilerimizi dolduruyoruz ama namazdan sehv ediyoruz, namaz kılıyoruz zannediyoruz ama aslında kılınması gerektiği şekilde namaz kılmıyoruz. Namazı gerçek anlamda kılmamız için Kur’an’ı bugünkü sorunları çözecek şekilde okumamız gerekmektedir.
Dikkat edilirse burada bir kişi için söylemiyor, cemaat için söylüyor. Sabikun olanlar, evvelun olanlar, böyle cemaati oluşturmaya çalışırlar. Bu cemaat oluşuncaya kadar cemaati oluşturanlar sıkıntı çekerler. Allah bunların çektiği sıkıntıların karşılığını onları seçkin insan yaparak gerçekleştirecektir.
İşimizin zorluğu namazımızı, zekatımızı, orucumuzu ve haccımızı eda edemeyişimizdir. Bunları ediyoruz zannettiğimiz halde eda edemiyoruz.
Henüz cemaatle namaz kılmaya başlamadık.
Henüz gerektiği gibi cemaatle zekat vermeye başlamadık.
Kişi kırkta birini ayırıyor, ona buna veriyor, bunu zekat zannediyor.
Oysa Allah zekatları verin demiyor, zekat verin diyor.
İşte bu sebeplerden dolayı nimetine henüz ulaşmamış bulunuyoruz.
***
وَاذْكُرُوا
(VaÜKuRUv)
“Ve zikredin, anlatın, anın.”
“Zeker” çelik demir demektir. Eğildiği zaman tekrar bırakınca eski yerine gelirse, buna “zeker” denir. İnsanın unuttuğunu hatırlaması “zikir”dir. Müteaddi olarak da başkasına anlatmak demektir. “Hasan’ın yanında Ahmet’i andı” dediğimizde, “zikretti” deriz.
Burada bize bir emir verilmektedir, “anın, zikredin, anlatın” denmektedir. Emir vücubu ifade eder. Yani Allah bize bazı şeyleri anlatmamızı istemektedir.
Kimin yanında neyi anlatacağız?
Bunu tesbit etmez gerekir.
Allah’ın nimetlerini anlatın denmektedir.
Bunu ne zaman kaç defa yapacağız?
Emir zamanla mukayyet midir, yoksa bir defa yapmamız yeterli midir?
Bunu anlayabilmemiz için “Ve” harfinin nereye atıf yaptığını bilmemiz gerekmektedir. Emir sigası olduğuna göre, bundan önceki emirlere atfedilmiştir.
Su bulamazsanız teyemmüm edin, ondan önce cünüp olursanız yıkanın, ondan önce abdest alın emri vardır. Arada başka şey anlatmasaydı, aynı âyet devam etseydi, teyemmümü de zikredin mânâsı çıkardı. Bu şekildeki ifade yüzünüzü yıkayın emrine atfedilmiştir. Bunun önemi şuradadır ki, emir sadece bir defaya mahsus değildir, her namaza kalkıldığında zikredilmesi gerekmektedir.
Kur’an başka yerlerde namazda da zikretmeyi emretmektedir. Oralarda namazdan evvel mi sonra mı olduğu açıkça anlaşılmamaktadır. Burada ise bu çok açık bir şekilde ifade edilmiştir. Çünkü abdest alınmaya atfedilmiştir. Yani her namaza kalkmadan önce, abdest aldıktan sonra, namaza durmadan evvel Allah’ın nimetleri zikredilmelidir; birlikte topluca zikredilmelidir.
Nasıl zikredilecektir sorusuna geçmeden önce, acaba abdest gibi bozulduğu zaman mı zikredilecektir? Her namazda gerek yok, abdestimizi bozduğumuz zaman mı zikredilecektir?
Önce “heladan geldiği” ifadesi vardır ki, birlikte heladan gelinmediğine göre o şartlar buraya teşmil edilemez. Diğer taraftan abdesti bozan şey bildiriliyor ama zikri bozan şey bildirilmiyor. Zikir abdest gibi namazın şartıdır ama aynı zamanda rüknüdür. Çünkü namazdan zikir olarak bahsedilmektedir. Zaten, namaza kalktığınızda abdest alın, ayrıca yani namazdan ayrı da Allah’ın nimetini zikredin şeklinde de anlayabiliriz. Bu takdirde zikri namazdan sonraya da bırakacağız.
Namazda kıraatin farz olduğunda icma vardır. Yani mânâsını anlamasak da namazda Kur’an’ı okuyacağız. Ayrıca zikir de farzdır. Ama bunun içinde olacağı tesbit edilmemiştir. Kur’an okuyun, mânâsını anlayın, mânâsını da verip yetinmeyiz. Çünkü Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini anlatın diyor. Kur’an okuduğunuzda bizim üzerimizdeki nimeti değil de, tüm insanlara, tüm mahlukata olan rahmetini öğreniriz. O halde buradaki “zikredin” emrine göre namazdan evvel veya sonra zikredilmesi gerekir.
Bunun çözümü şudur.
Toplantıya başladığımızda bir açış namazı kılarız. Bu takdirde zikir namazdan sonra başlar. Sonra dağılırken de namaz kılarız, o da namazdan evvelki zikirdir.
Şimdi namazları tekrar edelim, hatırlayalım.
Günde üç defa toplantı yapılacaktır.
- Sabah toplantısı. Vitir kılınacak, kahvaltı yapılacak, mescide gelinecek. Vitir cemaatle farz değil. Sabah sohbeti yapılacak. Sabah namazı kılınarak dağılınacak.
- Öğle toplantısı. Öğle ezanı okunduktan sonra yemek yenecek ve sonra mescide gelinecek, öğle namazı kılınacak. Müzakere yapılacak. İkindi kılınarak dağılınacak. Eğer günler çok kısa ise müzakere kısa kesilir ve cem yapılır.
- Akşam toplantısı. Akşam ezanı okunacak. Herkes yemeğini yiyecek. Mescide gelinecek, akşam namazı kılınacak ve sohbete başlanacak. Yatsı kılınarak dağılınacak.
Böylece toplantı başlarken namaz kılınacak, bir de toplantı biterken namaz kılınacak. Bunun istisnası sadece vitirdir. Vitir evde kılınacak.
Şimdiye kadarki içtihadım iş tatilinde namaz kılma şeklinde idi.
Bu âyete göre içtihadımı değiştiriyorum. Toplantı yapılmadan önce namaz kılınacak ve toplantı sona erince de namaz kılınacak.
Emri böyle anladığımız zaman, sabah namazı hariç diğer namazlarda toplantı başlamadan önce herkes gelecek, toplantı bitmeden önce kimse gitmeyecek.
Allah aşiretimizi bir apartmanda birleştirerek namaz kılmamızı nasip ettiği zaman, iş yerimiz de apartmanımızın altında ise bu mesaiyi uygulayacağız. Bizim bu hususta yüz dairelik apartman projemiz vardır. Bu projede her aşiret bir katta oturur ve özel meclisleri yani mescitleri vardır. Burada bu çok kolay gerçekleşir.
نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ
(NiGMaTa elLAHı GaLaYKuM)
“Allah’ın sizin üzerindeki nimetini zikredin.”
“Allah’ın rahmeti” var, “Allah’ın nimeti” vardır. Allah’ın nimeti ekonomik rahmetidir, rahmeti de sosyal nimetidir. “Rahmet” annenin çocuklara yaptıklarıdır. “Nimet” ise davarların bize verdiği süt ve ettir. Yani “nimet” çalışmamızla ilgilidir, ekonomiktir; oysa “rahmet” sosyaldir, birbirimize karşı yaptığımız iyiliklerdir.
“Allah’ın nimeti” deyince topluluğun nimeti olarak anlayabiliriz.
Günde üç defa bir araya geleceğiz, topluluğun işlerini görüşeceğiz.
Kapitalistler gayenin insan olduğunu, toplulukların insana hizmet için var olduğunu söylemektedirler. Sosyalistler ise gayenin topluluk olduğunu, kişilerin ise topluluğu yaşatmak için var olduğunu söylemektedirler. Tavuk-yumurta hikayesidir bu. Topluluksuz fert olmaz, fertsiz de topluluk olmaz. Burası tamam, ancak bu uzlaşmayı nasıl yapacağız?
Kişi kendi başına kaldığı zaman kendi çıkarını düşünecektir. Ne var ki bu çıkarını meşru yoldan yani kurallara uyarak sağlayacaktır. Kişiler bir araya gelip müzakereye geçtikleri zaman ise ortak çıkar düşünülecektir. İster toplu görüşmelerde, ister kendi içtihatlarında unutulmaması gereken şey çıkar paralelliğidir.
Kişi kendi sorunlarını çözerken topluluğun da sorunlarını çözmektedir. Topluluk da topluluk çıkarlarını sağlarken kişilerin çıkarlarını gözetmektedir. Misal olarak yolu ele alalım; yol topluluğun çıkarıdır, kişilerin de çıkarıdır. Ben yol yapımına 10 lira kattığım zaman bana sonra 100 lira getirecektir. Ama eğer ben bu katkımla bütün servetimi versem, sonra hiçbir iş yapamadığım için bana bir kârı olmayacaktır. O halde öyle bir miktar vardır ki ben o kadarını, mesela gelirimin beşte birini versem, yapılan yol bana/bize en çok kârla döner. Bu azami verim noktasıdır. Ondan az versem ortak işler yürümez, çok versem benim işlerim bozulur. İşte bu miktarı bulup vergilendirmeyi ona göre yapmak gerekir.
Toplantılarda sizin üzerinizdeki nimetleri müzakere ediniz. Yani uzaktakilerin, başkalarının, merkezdeki kimselerin işlerini değil; sizinle beş vakit namaz kılanların işlerini müzakere edin. Cuma günü de sizin bucak liderinizin sonuçlarını dinleyiniz.
Bu durumda çalışma nasıl olacaktır?
On hane/aile bir araya gelecek ve bir aşiret/ocak/apartman kuracaklar, bunlar beş vakit namazı beraber kılacaklardır. Namazlar arasında aşiretin işlerini müzakere edeceklerdir. Bu şekilde aşiretlerinin/ocaklarının/apartmanlarının işlerini müzakere etmiş olurlar.
Sonra merkez aşiretleri vardır. Bucak merkezinde ve semt merkezlerindeki bu aşiretler ise topluluğun işlerini yapmakla görevlendirilmiş kimselerdir. Bunlar günde iki defa toplanarak semt işlerini müzakere ederler. Akşam-yatsı toplantılarında bucak başkanının toplantısına katılırlar. Başkan istişare sonunda haftalık olayları tesbit eder. Cuma günü hutbede haftalık bucak işlerini zikreder. Halk burada müzakereye katılmaz.
Halkla ise dayanışma temsilcileri hafta içinde müzakere ederler.
Bunun için gerekli yapılar yapılmalıdır.
- Her ocakta bir mescit bulunulacak, günde üç defa toplantı burada yapılacaktır.
- Her semtte bir mescit olacak, semt işleri günde iki defa yapılan toplantılarda burada müzakere edilecektir.
- Bucak merkezinde dayanışma sorumlularının toplantı yapacakları yerleri olacaktır. Akşam-yatsı toplantılarını buralarda ayrı ayrı yapacaklar, namazı topluca kılacaklardır.
- Cuma namazını eda edecek bin kişilik merkez mescitleri olacaktır. Burada beş vakit namaz orada olanlar tarafından kılınacak, Cuma günü ise bütün bucak erkekleri katılmak zorundadırlar. Kadınlar katılabilirler, katılmakla mükellef değildirler.
İşte, Allah’ın nimetlerini namazlar arası zikredin emri böyle yerine getirilecektir.
Demek ki gelecek yapılaşma da buna göre olacaktır.
Bir bucak on semtten oluşacak. Biri merkez semt olacaktır. Ortalama yüz dairelik her apartman bir semt olacaktır. Her kat bir aşiret/ocak olacaktır. Yaşama ve çalışma saatleri buradaki zikrediniz emrine göre düzenlenecektir.
“Müzakere ediniz” denmiyor da “zikrediniz” deniyor.
- Oturum açılmadan önce namaz kılınır, namazda Arapça Kur’an okunur.
- Oturumdan sonra Kur’an’dan sûreler okunur, meallerle tefsirleri de okunur. Tefsirler artık kitaplardan değil internetten takip edilir.
- İnsanlık günlük tefsirleri yapar, o günkü gidiş hakkında Kur’an’ın ne dediğini Mekke’de bulunan İslâm âlimleri yaparlar.
- Sonra bu yorumlar ülkede yapılır, ülke rasihleri yaparlar.
- Sonra da illerde o günkü sorunları çözecek şekilde il fakihleri yapar.
- Sonunda bucak zakirleri (ehli zikr) o bucağın sorunlarını müzakere ederler.
- Sabah toplantılarında herkes o gün ne yapacağını beyan eder. Böylece o gün kimin ne yapacağını diğerleri bilirler.
- Öğle ve ikindi toplantılarında işlerin hangi seyri takip ettiğini birbirlerine bildirirler. Akşamleyin ise o gün elde edilen sonuçları rapor halinde verirler. Bunlar muhasebeye geçer. Böylece tüm hayat kayıt altına alınmış olur.
Namaz insanın kalbidir. Günde üç defa toplanılmaktadır. Sabahleyin toplar damarlardan halk mescide gelir, toplantıda kan temizlenir ve tekrar vücuda gönderilir. Öğleyin ve akşamleyin aynı şeyler yapılır.
İslâmiyet’te işçilik yoktur. Biri başlayıp diğerleri onun emrinde iş yapıp üretim yapmaz, herkes kendi ürettiğini tüketir. Ne var ki insanlar devamlı alışverişte bulunarak birlikte üretim sağlanır. İşte buraya ulaşma ancak herkesin yaptığını ve yapacağını topluluğa bildirmesi ile mümkündür.
وَمِيثَاقَهُ
(Va MiSAvQaHUv)
“Ve misakını”
“Vesk” bağ demektir. Denklerin iplerle bağlanması vesktir. İnsanlar topluluk oluştururlar. O topluluğa imza koyarak bağlanırlar.
“Misak” burada marifedir, zamir de marifedir. Zamirle Allah’a işaret ettiğine göre “Allah’ı zikrediniz”deki Allah aynı Allah’tır. Biz onu “topluluk” olarak anladığımızda bu da topluluk demektir.
Herkes bir aşiretin ve bir kabilenin yani bir ocak ve bucağın ferdidir. Onlarla sözleşme yapmak zorundadır. İnsan bucağı dışına çıkmadan da yaşayabilir. Dolayısıyla il merkez bucağıyla, ülke merkez bucağıyla, insanlık merkez bucağıyla ayrıca sözleşme yapma zorunluluğu yoktur.
İnsan hangi ocak ve bucak içinde doğarsa o bucak ve ocağın ferdidir. 7 yaşına kadar anasının, 7 ile 10 yaş arasında kendisi anasından veya babasından kimi isterse onun, 10 yaşında ise babasının ocak ve bucak mensubudur. 15 yaşına geldiğinde ocağını ve bucağını kendisi seçer. İşte bu yaştan itibaren sözleşmeyi kendisi yapmış olur. Yukarıdaki “zikredin” emri yalnız 15 yaşını dolduranlara verilmiş olduğu için buradaki misak 15 yaşına geldiği zaman çocuğun ocak veya bucak başkanları ile yaptığı sözleşmedir.
Her ocak ve bucağın kendi şir’ası vardır, yani kendi kanunları vardır. 15 yaşına gelen kimse o ocakta kalacaksa veya o bucakta kalacaksa o kanunları kabul etmek zorundadır. 15 yaşına gelen kız ve erkeğe bu merhale bir merasimle tevcih edilir; toplantı yapılır, aşiret ona berat verir. Bu onun aynı zamanda bucak başkanına da biat ettiğini ifade eder. Bucağın bağlantısı ile ayrıca ülkeye ve insanlığa da bağlanmış olur.
الَّذِي وَاثَقَكُمْ بِهِ
(elLaÜIy VaÇaQaKuM BiHIy)
“Sizinle misak yapmış olan kimsenin misakı.”
Buradaki “ellezi” “hi” zamirinin bedelidir. Muzafun ileyhin sıfatı da olabilir. Misakı yapan topluluktur. Evet, bizimle sözleşme yapmıştır ama sözleşmeyle onu biz kabul durumundayız. Değiştirme durumunda değildir. Bu sebeple imtiyazlı vatandaşlık yoktur. Topluluk içinde herkes eşittir. Hanedanlık olmadığı gibi ayrıcalık da yoktur.
Bir partiye girerken hiçbir taviz isteyemezsiniz. Bu hata MSP zamanında yapılmıştır. Bazı genel müdürler bakanlık vaat edilerek transfer edilmişti. Sonra onları bakan yaptık ama onlar sonuna kadar problem olmuşlardı. Partiyi kuranlar kenara itilmiş, transfer edilenler iktidar edilmiştir. Bugün Saadet Partisi’nde var olan hastalık oradan başlamıştır. T. Çiller’le Erbakan’ın koalisyonu da böyledir. İktidar kimsenin malı değildir. Alınamaz ve satılamaz. İki yıl sen, iki yıl o anlaşması yanlıştı. Bu anlaşma daha sonra iktidarlarını bitirmişti.
Yapılan hatalar içtihat hatasıdır. Herkes mecurdur (ücretlidir). Onun öyle olması takdir-i ilâhidir. Geçmişte olanları eleştirme söz konusu değildir. Ancak hangi hataların hangi sonuçları getirdiğini görmemiz bir daha öyle hataları yapmamamız demektir. Bir topluluğa imtiyazlı üye alınmaz.
Topluluk üyeye sözleşmesini sunacaktır. Üye olmak isteyen üye olacak, üye olmak istemeyen ayrılıp gidecektir. “Hıttatun” kelimesi bunu ifade eder. Kabul anlamındadır. Yani sizin şeriatınızı yaşama kurallarını kabul ediyorum demektir. 15 yaşına gelen kız ve erkekten böylece biat alınır. Baş örtme de budur; Türklerde buna “baş bağlama” denmektedir. Bunu merasimle yaparlar, herkes artık onunla görüşürken ergin insan olarak görüşür.
“Vâsekaküm” mufaale bâbından gelmiştir ama teklif eden topluluktur. Karşı taraf kabul etmiştir.
إِذْ قُلْتُمْ
(EiÜ QuLTuM)
Dediğinizde sizinle misaklaşan”
Buradaki “iz” geçmiş zaman zarfıdır. Yani siz böyle dediğiniz zaman sizinle misaklaşmıştı. Burada eğer Allah kelimesini âlemlerin rabbi olarak anlarsanız, bunların şansı olmaz, hepsi hayal olur. Ama topluluk olarak anlarsanız her şey çok açık ve sade şekliyle anlaşılır hâl almış olur.
İnsan anne karnına düştüğü ve yumurtalar döllendikten sonra kişilik başlar. İnsan yaratılış itibariyle topluluğun ferdi hâline gelir. İnsanlar arasındaki sevgi, insanlar arasındaki sözleşmeye uyma melekesi, utanma, çekinme hep insanın doğuştan genetik olarak var olan bir bağdır. İnsan bunu kendi iradesi ile elde etmiş değildir. Allah onu öyle yaratmıştır. Oysa 15 yaşına geldiği zaman insanın bir de topluluğu seçme hürriyeti vardır.
İşte, burada anlatılan o hürriyettir.
“Kultum” dediniz deniyor. Topluca dediğimizde bu da sözleşmelerin kollektif hâlinde oluşacağını ifade eder. Allah’ın nimetleri zikredilecek, bir de sözleşmeler zikredilecek. Anlaşmalar zikredilecek. Şimdi zikrin mânâsını daha iyi anlamış oluyoruz.
Toplantılarda neler anlatılacaktır?
İki şey anlatılacaktır.
Doğa kanunları ve kanunlardan yararlanma şekilleri anlatılacaktır.
Yani fen ilimleri okunacaktır, bir de sosyal ilimler okunacaktır.
Sözleşmeler ve kanunlar okunacaktır.
Şimdi biz seminer günümüzde haftada bir bir araya geliyoruz. Yarım sahifelik kitabı on sahife olarak okuyoruz. Bunun yerine günde üç sefer bir araya gelmeliyiz. Her seferinde iki sahifelik Kur’an’dan yerler okunacak ve yorumu yapılacak; güncelleşmiş yorumu yapılacak. Bu 10 sahife eder, senede 300 sahife biter.
Kur’an okunurken iki tür yoruma dikkat edilecektir.
Biri doğa kanunları ve onların bize sağladığı imkanlar ve teknik.
Diğeri sosyal olayları anlatmak; o da hukuk.
Demek ki, okullarda okutulması gereken iki ana ders olmalıdır; hukuk ve teknik. Bugün ikisi de okutulmaz. Bizim günlük toplantılarda bu dersler okunacak; doğuştan mezara kadar. İstanbul, Bahçelievler, Yenibosna’da bunun temelini atıyoruz. Muhasebe ve hukuk okunacaktır. Her gün bir defa bir araya geliyoruz. Bir gün gelsin, Allah üç defa bir araya gelmeyi nasip eylesin, inşaallah...
Hukukun temeli fıkıhtır.
Fıkhın temeli Kur’an’dır.
Kur’an da Arapça ile bilinir.
Ona çalışıyoruz.
Teknik de yapılan işlerin kaydedilmesidir, muhasebedir.
Allah bizlere her ikisinin üzerinde çalışmayı nasip etmiştir.
Bu çalışmalarımızı internet sitemizde takip edeceksiniz, inşaallah...
سَمِعْنَا
(SaMiGNAv)
“İşittik”
Evet, sözleşme yaparken ne demiştiniz, “işittik” demiştiniz. Yani teklif topluluktan gelmişti. Kuralları o koymuştu. Siz herkes gibi onu kabul ettiniz. İşittik ve anladık dediniz. Yukarıda “vâsekaküm” dediğinde biz bir mânâ verdik. Demek ki misakı yapan topluluktur, bizi kabul ediniz. Burada anlamamızı Allah teyit etti, işari mânâsını ibari hâline getirdi.
Evet, biz sadece işittik, yoksa biz müzakere etmedik.
İşte bu sözleşmeyi de hatırlayın denmiş oluyor.
Türkçede işittik aynı zamanda anladık, kabul ettik anlamına gelmez ama Arapçada kabul ettik anlamına da gelir. “Sözü dinledi” dediğimizde o mânâda kullanırız. Arapçada işitme ve dinleme aynı anlama gelir, işittik ve dinledik anlamındadır.
Öylece sözleşmede söz verildiği için söz yerine getirilecektir.
Bu sûrede baştan akitleri yerine getirin denmiştir. Yani topluluk demek helal-haram demek, emir-nehiy demektir. Sözleşmelere uymadan ibarettir.
Jan Jak Russo "içtimai mukavele" diye bir sözleşme ile bu esası açıklamaktadır.
Evet, topluluk demek sözleşmeleri yerine getirenler demektir.
- Kendin içtihat yap ama ona uy.
- Sözleşmeyi serbestçe yap ama ona uy.
“Semi’nâ”nın mânâsı budur.
وَأَطَعْنَا
(Va EaOaGNAv)
“Ve itaat ettik.”
Topluluk iki şeyle oluşur; sözleşmeler ve yöneticiler.
Yöneticiler sözleşmeyi uygularken birlik sağlarlar. Beraber hareket imkanını sağlarlar. Aramızdaki ihtilafları çözerler. İnsanlar yöneticileri kendileri seçeceklerdir. Ama sonra onlara itaat edeceklerdir. İtaat etmeyeceklerse ayrılıp gideceklerdir. O topluluk içinde kalıp da itaat etmemek olmaz. Bir ocakta ocak başkanına itaat edilecektir. Bir bucakta bucak başkanına itaat edilecektir. Bucak dışına çıktığında il başkanına, il dışına çıkıldığında ülke başkanına, başka ülke dışına çıkıldığında insanlık başkanına itaat edilecektir. Ayrıca herkes kendi dayanışma ortaklıklarını seçecektir, onların koyacağı kurallara itaat edecektir.
Demek ki kişi “semi’nâ” kelimesi ile kurallara uyacağını taahhüt ediyor, “eta’nâ” kelimesi ile emir sahiplerine itaati taahhüt ediyor. Topluluk sözleşmelerle oluşuyor ama topluluğun sağlanması itaatle sağlanıyor. O halde:
- Başkanını kendin seç, istediğin zaman o topluluktan ayrıl ama orada kaldığın müddetçe oranın başkanına veya onun yetkili kıldığı kimselere itaat et. İşte bundan başka çıkar yol yoktur.
- Aranızda çıkan nizalarda hakemleri taraflar seçsin, onlar da baş hakemi seçsin ama sonra onların kararlarına itaat edin; idamlıksanız idam sehpasına kadar bile itaat edin.
وَاتَّقُوا اللَّهَ
(Va itTaQuv elLaHa)
“Allah’a ittika ediniz.”
Topluluğu oluşturan kurallar koyarken, yöneticileri seçerken, alemlerin rabbi olan Allah’ın tabii ve içtimai kanunlarına uyun, Allah’ın halifesi olarak bunları yaptığınızı unutmayın. İttika ederek hakkaniyetle kararlar verin, oylarınızı kullanın.
Şimdi yakınlarda seçim vardır. Seçimde kendi iş ortağımızı seçmiyoruz, devletimizi yönetecek partileri seçiyoruz. Keyfi oy kullanmak hatalıdır. Emaneti ehline vermelisiniz. Düşüneceksiniz, bu memleketi kim daha iyi yönetir? Düşünecek ve kararınızı vereceksiniz, ondan sonra da o partiye oy vereceksiniz.
Evet, benim gibi hiçbir partiyi beğenmeyebilirsiniz. ‘O zaman gelin kendi partimizi kuralım’ derim. Ama kendi partimizi kurmuyorsak o zaman mevcutlardan birine oy vermek zorundayız ve bu parti mevcutlardan ülkemizi en iyi temsil edecek parti olmalıdır.
Evet, insan hürdür ama Allah’a hesap verecektir.
إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ
(EinNA elLAHa ĞaLIyMun
“Allah alimdir.”
İttika edenin bir yorumu mahiyetindedir. İttika edin çünkü Allah sadırlarda olanı bilir. İttika etmediğiniz takdirde, oyunuzu Allah’ın emrettiği şekilde kullanmadığınız takdirde, yalnız yaptıklarınızı değil düşündüklerinizi de bilen Allah vardır.
“Alimün” kelimesi burada nekre olarak kullanılmıştır. Demek ki Allah’tan başka da bilen varmış. Yani Allah takip etmektedir. Ama Allah’tan başka takip edenler de vardır.
Neden?
Çünkü uygulamayı onlar yapacaktır. Cennet ve cehenneme onlar gönderecektir. Kıyamet günü mahkemeler kurulacaktır. Defterler gelecek, tanıklar gelecektir. Bilirkişiler olacaktır. Adil yargılama sonunda cennet veya cehenneme sevk edilecektir. Allah yargıtay gibi sonunda ya tasdik edecek veya reddedecektir.
İşte bundan dolayıdır ki nekre gelmiştir. Bilen yalnız Allah değil, insanın yaptıklarını ve düşündüklerini kayda alan, muhasebesini tutan melekler de bilmektedir.
بِذَاتِ الصُّدُورِ (7)
(Bİ ÜaTi elÖuDUvRi)
“Sudurun kendisini bilir.”
“Sadr” beyin demektir, baş demektir. Başta beyin vardır. Beyin bir bilgisayardır. Birtakım elektrik devreleri var, sinyaller gider gelirler. Biz o akımları bilememekteyiz. Ama görevli melekler var, bilgisayarlardaki işlemleri takip etmektedirler.
İşte onlar olayların filmini almış oluyorlar. Onlar yapılanlara niyetlere göre puan veriyorlar. Bu sebepledir ki Allah bildiği gibi onlar da biliyorlar.
Allah’ın kendisinin tâbi olduğu kuralları yoktur. O anda karar verir ve onu yapar. Ama Allah kulları için kurallar koymuştur. Şuurlu varlıklar o kuralları kullanırlar. Allah’ın bilmesi başka, kulların bilmesi başkadır. Çünkü kulları bilecekler ki onları uygulasınlar. Allah kendi koyduğu kuralları değiştirmez.
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 10
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا كُونُوا قَوَّامِينَ لِلَّهِ شُهَدَاءَ بِالْقِسْطِ وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَى أَلَّا تَعْدِلُوا اعْدِلُوا هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ (8) وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَهُمْ مَغْفِرَةٌ وَأَجْرٌ عَظِيمٌ (9) وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ (10)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EayYuHa elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olan kimseler.”
“Ey iman etmiş olan kimseler” ifadesi tekrar edilerek, bugün yeryüzünün güvenliğini devralan mü’minlere görevleri hatırlatılmakta, iman etmenin mânâsı anlatılmaktadır. Bakara Sûresi’nde İsrail oğullarına verilen vazifenin artık mü’minlere verildiğini hatırlatmaktadır.
1) Akitlerin yargı yoluyla korunması,
2) Helal ve haramların tesbiti,
3) Toplantıların yapılması,
4) Yargılama usulü anlatılmaktadır.
İnsanlığın güvenliğini sağlamakla görevli olan kimseler herkesi değil de sadece Müslim olanları yani cizye veren veya askerlik yapan kimseleri koruyacak. Hukuku her kavmî devlet kendisi koruyacak. Yargı hakemlerden oluşacak. Hakemler uluslararası bir örgüttür. Onların kararlarını her devlet kendisi uygular. Kişilere karşı korunacak kararlar illerce uygulanır. Topluluklara ait savaşları ise devlet uygular. Hukuku dinlemeyen devletin tenkiline mahkeme karar verir. O devleti yola getirme işi komşu devletlere aittir. Her devlet kendi sınırlarından saldırabilir, kendi alanına giren bölgeleri onlar işgal eder.
Diyelim ki Türkiye hukuka uymuyor.
Hakemler karar aldı ve savaşılabilir ülke oldu.
Kimler saldırabilir?
- Karadeniz’e Ruslar ve Ukraynalılar.
- Trakya’ya Bulgarlar ve Romanyalılar.
- Erzurum’a Gürcüler ve Ermeniler.
- Doğuya İran.
- Güneydoğu’ya Irak ve Suriye.
- Akdeniz bölgesine Akdeniz ülkeleri.
- Ege Bölgesi’ne Ege ülkeleri saldırma hakkına sahiptir.
- Hava saldırıları yapıp iç bölgelere indirme yapmak her devletin hakkıdır. Hiçbir devlet hava alanını bunlara kapatamaz.
Kendisine saldırılma hakkı olan her devlete hakem kararı varsa saldırma yetkisi vardır.
Böylece artık gönüllü mü’minler bu güvenliği sağlayacaklardır. Bu devletlerin icmalara uyan devletlerden olması şarttır. Her kitap ehli, bütün peygamberlerin ve kitapların hak olduğunu kabul etmeleri şartı ile herkes “mü’min” olur.
Her bucağın koruması vardır.
Her ilin zaptiyesi vardır, jandarması vardır.
Her ülkenin ordusu vardır.
Buradaki “ey iman edenler” dendiği zaman bu silahlı güçler kastedilmektedir.
Hakemlik yapma yetkisi de mü’minlere verilmiştir.
İslâmiyet’te tek devlet yoktur ama tek yargı vardır. Uluslararası hakemleri mü’min devletler atarlar, onların ilmî ve siyasî dayanışma ortaklıkları seçerler. Adayları ilmî dayanışma ortaklıkları gösterir, siyasî dayanışma ortaklıkları sıralama usulü ile onları seçerler. İllerde oluşacak hakemler uluslararası hakemlere bağlıdırlar. Bu hakemler kıta merkezlerinde bulunur. Ülke hakemleri ise bölgelerde bulunur. Bölge hakemleri aleyhinde ancak insanlık hakemleri nezdinde dava açılabilir.
كُونُوا
(QUvNUv)
“Siz olunuz.”
“Adaletle hükmedin” emri başka yerde vardır.
Burada bize emredilen ise “olmamız”dır.
Yani herkes hakemlik yapamayacak, ancak ehliyetli ve dayanışma güvencesine dahil olan hakemler hükmedebilir. Başka yerde “sizden marufu emreden, münkeri nehy eden teşkilat olsun” denmektedir. Burada da hakemler teşkilatının olması emredilmektedir. İman edenlere “siz olunuz” demekle, hakemlerin mü’minlerden olacağı açıkça ifade edilmiştir. Hakemlik kamu görevidir. Her davada hakemleri taraflar seçerler.
Bu hakemlerin dışında herkesin hukuk danışmanı vardır; o genel hizmettir.
Davayı yürütüp karar verme ve silahlı güç tarafından infaz edilecekler kamu görevidir.
Bunların “mü’min” olması şarttır.
Tarafların hakemlerini bunlardan seçmesi gerekir, yoksa kazai hüküm değildir.
“Siz olunuz” dendiğine göre bütün mü’minler görevlidir. Âyetin sonunda “ittika ediniz” dendiğine göre bu içtihat konusudur, içtihat ihtisası gerektirir. Dolayısıyla bu farzı kifayedir. Mü’min olması gerekir ama yeterli değildir, ayrıca bilgili olması gerekir. Hakemler ilçelerde bulunurlar. Bucaklarda dava açılınca hakemler bucağa gider ve orada muhakeme edip karar verirler. Bucak yönetimi icra eder. Kararlara uymayanları ilçe kolluk kuvvetlerine havale ederler.
قَوَّامِينَ
(QavVAvMIyNa)
“Kavvamlar olunuz.”
“Kavvam” mübalağa ile ismi faildir, “kaim”in mübalağasıdır. “Kıyam etmek” ayakta durmak mânâsındadır. Istılah mânâsı, başında durmak, onun takipçisi olmaktır, korunması demektir. “Hadim” hizmet ettiği kimsenin emrindedir. “Hakim” ise hizmet edilen kimsedir, hizmet eden onun emrindedir. “Kayyum” ise eşit durumdadır. Hizmet eden ile hizmet edilen eşit seviyededir. Çıkan ihtilafları hakemler halleder. Yargı üstünlüğü budur. Batılılar bunları İslâmiyet’ten almışlar ama ya anlamamışlar ya da anlamak istememektedirler.
Bize emredilen ne hadim olma ne de hakim olma; bize emredilen “kayyum” olmadır.
Mübalağa sigasını getirmekte, bu hususta hatanın kabul edilmeyeceği bildirilmektedir. Biz hakemlerin kararları kesindir diyoruz. Bu kesinlik âyetin gereğidir. Karara kayıtsız şartsız uyulacaktır. Hakemlerin kararı topluluğun kararıdır. Hakemlerin kararı takdiri ilâhidir. İdam sehpasına gönderirlerse, haklı da olsak gideceğiz ve âhirette şehitlerden olacağız. Kararı hakemlerin değil bizim verdiğimizi hatırlamamız gerekir; çünkü onları yani hakemleri baştan biz kendimiz seçtik.
Evet, hakemlerin kararlarını temyiz etmek yoktur. Yerli hakemler doğru karar vermez, merkezde oturanlar doğru kararlar verir mantığı saçmadır. Olaydan yıllarca sonra ve olay yerinden binlerce kilometre ötedekiler doğru karar vereceklerdir mantığı kadar saçma bir mantık yoktur.
İnsanlar üzerinde sosyal baskı vardır. Göz göre göre ve herkesin gözleri önünde insanın zulmetmesi az muhtemeldir. Kapalı kapılar arkasında verilen kararlar asla tecviz edilemez. Olayı yaşayanların olmadığı sözde açık muhakemenin bir anlamı yoktur.
İnfaz da olayın üzerine ve olay günlerinde olmalıdır ki caydırıcı olsun. Yargılama adaletin tesisi için değildir, caydırıcılık içindir. İslâmiyet adaleti âhirete bırakmıştır. Biz adil olacağız ama adaleti yeryüzünde ikame etmek bizim görevimiz değildir. Çünkü bu dünyada adalet sağlanamaz. Bu dünya adalet dünyası değil adil olma dünyasıdır.
“Kavvamîn” kelimesi erkek kurallı çoğul getirilmiştir; bu görev mü’minlere verilmiştir, topluluğa verilmiştir.
لِلَّهِ
(LilLAHi)
“Allah için kavvamlar olunuz.”
Yani topluluğunuz için onlar görevi yerine getireceklerdir.
Bugün de mahkemeler ulus adına hükmettiklerini ifade ederler.
Hakemleri taraflar seçerler ama hakemler artık tarafların hukukunu koruma durumunda değildir. Topluluk daima adil hükmedecektir. Adaletle hükmetmezlerse, sonra kendileri sorumlu olacaklardır. Buradaki “Lillahi” kelimesi hakemleri mahkum eder.
“Allah için” ifadesi sebebiyle; hakemim, beni hakem yapanın hakkını korudum, onun için öyle konuştum diyemez. Halbuki bugün avukatların müvekkili aleyhine beyanlarda bulunması suçtur. Onlarda çatışma düzeni vardır. Biz ise adil hükümle hükmetmekle mükellefiz.
Hakemler teşekkül ettikten sonra artık onların kişiliği oluşmuş olur. Onların bağımsızlığı buradan gelmektedir. Diğer taraftan hükmü topluluk adına verdiklerinden, mağduriyeti giderme de topluluğa aittir. Dava hakemler aleyhine açılacaktır. Mahkum olmaları hâlinde kısas yapılmayacak, tazminatı karşılamada hakemler değil topluluk sorumlu olacaktır. Buradaki “Lillahi” bunu ifade etmektedir.
Kur’an’ın başka yerinde “katip ve şahit zarara sokulmaz” denmektedir.
Demek ki hakemlere rücu ancak kasdın kati olduğunun belirlenmesidir.
شُهَدَاءَ
(ŞuHaDAEa)
“Şehittirler.”
“Şüheda” şehidin çoğuludur. İsmi failler fiil gibidir, bir defa bir işi yapmış olsa bile onun failidir. “Sarikin elini kesin” dendiği zaman, bir defa hırsızlık yapanın elini kesin anlamındadır. “Şahit” de bir defa gören, müşahede eden demektir. “Şehid” ise sıfatı müşebbehedir. Mesleği gözetme olan demek olur. Bugünkü polislere tekabül eden kimselerdir şehidler. Şehid var, hakem var. Bunlar arasındaki farkı belirtmemiz için bir davanın nasıl görüşüleceğini kısaca anlatmaya çalışalım.
Dava, geçmişte olan bir olaydan mağdur olan kimselerin mağduriyetinin giderilmesi için kamuya baş vurulması demektir. Davanın şartları vardır.
- Davanın açılabilmesi için olay geçmişte cereyan eden olay olacaktır. Gelecekte olacak olaylara karşı dava açılamaz. Hukuk düzeninde önlem yoktur. Olay olacak, ondan sonra mağdur olanların hakları verilecektir.
- Bir olay hakkında dava açacaksınız, benzer olaylar için bir davada karar verilemez. Hiçbir olay başka bir olayın aynısı değildir. Diyelim ki biri birine ‘eşek’ dedi. Muhakeme edildiler, hakim 100 lira hakaret tazminatına mahkum etti. Başka zamanda yine aynı kişi aynı kişiye ‘eşek’ dedi. Aynı hakime dava geldi. Hakem bu sefer 50 lira ceza verdi. Siz ‘bu hakem neden böyle karar verdi’ diyemezsiniz. Her olay ayrı dava konusudur. Emsal teşkil etme meşru değildir. Hakem başka bir davada verdiği kararı emsal göstererek karar vermez, her olayı ayrıca değerlendirmesi gerekir.
- Dava açılması için “davalı” ve “davacı” olmalıdır. Hiçbir hakem davacısı olmayan ve davalısı olmayan davaya bakmaz. Hakem bilgisiyle hükmedemez. Soruşturmacılar bilgisini aktarır ama o şahitlerin şehadeti ile hükmeder.
- Karar davada taraf olmayanlara teşmil edilemez. Sadece taraf olanlar hakkında karar verilebilir.
Bu özelliklerinden sonra davanın iki yanı vardır.
- Birincisi soruşturmadır, olayın nasıl cereyan ettiğini tesbittir. Bu başka bir ihtisas işidir. Buna “şehadet” denmektedir. İslâm’da “kamu davaları” ile “hukuk davaları” ayırımı yoktur. Soruşturmayı aynı kimseler yapar. Bunlara “şehid” denmektedir. Taraflar dava ikame etmeden önce soruşturmacı bulurlar. Soruşturmacılar ayrı ayrı soruştururlar. Hattâ bunlar ayrı dayanışmalar içindedirler. Bağımsız araştırma sonunda aynı sonuca varmışlarsa, hasımsız davalarda bir tek şahidin şehadetiyle, hukuk davalarında iki şahidin şehadetiyle, ceza davalarında dört şahidin şehadetiyle karar verilir. Batı’da iki uygulama vardır. Mahkeme soruşturma yapmaz, sadece soruşturmacıların şehadetiyle karar verir. Başka uygulamada ise hakim soruşturmayı da kendisi yürütür. Türkiye’deki uygulama da böyledir. İslâmiyet’te hakim soruşturma yapmaz. Soruşturmacının şehadetini kabul eder veya reddeder. Reddederse başka tanıkların bulunması gerekir. Kendisi belgeleri inceleyemez, görgü tanıklarını dinleyemez.
- Olay tebeyyün ettikten sonra fıkha göre karar verilmesi gerekir. Batı’da hakimler karar vermektedirler. İşte Kur’an bunu da kabul etmemektedir. Soruşturma kısmını şehidler yapar, karar verme kısmı da hakemlere aittir. Hakim yani kadı sadece davaları yürütür. Kararları infaz eder. Eskiden kadılar müftülerden fetva alarak hüküm verirlerdi.
Kur’an’a göre kadı bucak başkanıdır. Ayrıca kadılık müessesesi yoktur. Kadılığı icad eden Hazreti Ömer’dir. Merkezi sistem kadılığı zaruri kılar. Bucak sisteminde ise kadıya gerek yoktur. Hazreti Ömer’in İslâmiyet’e aykırı olarak icat ettiği bu uygulama bugün yargı bağımsızlığı şeklinde uygulanmaktadır. Ebu Hanife halifelerin uygulamasını delil kabul etmez, ancak sünneti delil kabul eder. Gerçekten de İslâmiyet Hazreti Ebubekir’le bozulmaya başlamıştır. Hazreti Ebubekir Hazreti Ömer’i seçtirmiştir. Bu uygulama sünnete ve Kur’an’a uygun değildir. Kadılığı da Hazreti Ömer icat etmiş, yönetimde birliği bozmuştur.
Onlar günah işlemiş değildir. O gün için ondan başka yapılacak bir şey yoktu. Allah onun için onlara o hatayı yaptırmıştır. Biz bugün aynı hatayı yaparsak veya o hata üzeride devam edersek günah işlemiş oluruz.
Demek ki soruşturmacılar ayrı olacak, karar verenler ayrı olacak, icra edenler ayrı olacaktır. İcrayı kim/ler yapacaktır? İcrayı dayanışma ortaklıkları yapacaktır.
Hangi dayanışma ortaklıkları?
Siyasi dayanışma ortaklıkları yapacaktır.
Hakemler karar verdikten sonra, mesela kişinin kolu kesilecek; kim kesecektir?
- Önce mahkumun kendi dayanışma ortaklığının sorumlusu bunu icra eder; böylece intikam hissi kalkar.
- Sonra başkan bir dayanışma ortaklığına havale eder, o sadece başkanın emridir diye görevi yerine getirir.
- Kabul eden olmazsa, mağdurun dayanışmasına izin verilir; icrayı yerine getirmesi istenir.
- O da yerine getirmezse serbest bırakılır, kim isterse icra eder; icra eden suçlu olmaz.
Burada emredilen bütün bunların bir arada cereyanıdır. Sadece hakemlerin kararı değildir. “Kavvam” kelimesi bunun için kullanılmıştır.
بِالْقِسْطِ
(Bi eLQıSOı)
“Kıst ile.”
“KS” harfleri kesmek, koparmak, ayırmak anlamındadır. “Makas” kelimesi buradan geldiği gibi Türkçedeki “kesmek” ve “kısmak” da buradan gelir.
Hazreti Nuh’un üç oğlu vardı; Ham, Sam, Yafes. Bu üç oğuldan biri (Ham) batıya gitti, Hint Avrupalıları oluşturdu; biri (Yafes) doğuya gitti Türkleri ve Çinlileri oluşturdu; biri (Sam) de yerinde kaldı, Arapları ve zencileri oluşturdu. Bu üç grubun uygarlık dilleri arasında büyük benzerlik vardır. Dillerin birliği insanların atasının da bir olduğunu gösterir.
“Kıst” eşit parçalara ayırmak demektir “Taksit” kelimesi de buradan gelir. “Kıst ile kaim olmak” kıst ile yönetmek anlamındadır. Hakemlerin olması, soruşturmacıların olması, dayanışma ortaklıklarının olması, başkanın olması hep bu kıstın teminidir, temini içindir.
Kur’an’da “adaletle hükmedin” deniyor; burada da “kıst ile kaim olun” deniyor.
“Adalet” ile “kıst” arasında ne fark vardır?
“Kıst” doğrudan eşitliktir. Teraziye “kıstas” denir. İki kefe denk yapılır. Asıl olan insanlar arsında eşitlikdir. İnsanlar eşit kişiliğe sahiptir. Bir yaşındaki zavallı bir bebek ile Karun kadar zengin olan kişi eşit muameleye girer, eşit diyet ödenir. Hukukun karşısında kişi olarak herkes eşittir.
Bugün bu eşitlik kurallara, anayasalara, yasalara geçmiştir.
Batı’da hukuk kuvvetliyi daha kuvvetli yapmak içindir. Paralı olan zenginler parası olmayan fakirleri ezebilsin diye avukatlık müessesesi doğmuştur. Asilzadeleri savunmak ve onları halka hakim kılmak için avukatlık müessesesi tesis edilmiştir. Hâlâ o sakat düşünce devam etmektedir.
Peygamberler sisteminde devlet zayıfı kuvvetli yapmak içindir. Peygamberler sisteminde zayıfın hukukunu koruyan devlettir.
“Kıst”ta eşitlik vardır. “Adl”da ise eşitlik yoktur. Eşitlik yapacağız diye uzun boylu ile kısa boyluya aynı boyda elbise giydiremeyiz, çalışkan ile tembeli aynı tutamayız.
İşte, adalette herkese hakkını vermek esastır. Hak bir katkıya göre verilir. Bir de ihtiyaca göre bölüşülür. İşte, başka yerde zikredilen adalette bu farklılığın gözetilmesi gerekir.
Bir sebep yoksa eşitlik ilkesine uyulur, ihtiyaç ve katkıya göre de farklılıklar gözetilir.
Mü’minlerin görevi kıst ve adli sağlamadır.
Şöyle bir şey sorulabilir: Sovyetler de aynı amaçla çıkmadı mı; ABD aynı amaçla savaşlar yapmıyor mu; dünyanın düzenini ve güvenini sağlamak için çaba göstermiyorlar mı? Bunların arkasında olan sermayenin gayesi de dünya devletini kurmak ve yeryüzünü adaletle yönetmek değil mi?
Evet, iddiaları budur!
Sorun hakem kararlarının var olması ve uygulanmasıdır; hakemlik sisteminin oluşturulmasıdır; zorunlu askerlikle değil de gönüllü mü’minlikle sorunları çözmedir.
Onlar diyorlar ki; biz güçlüyüz, bizim borumuz öter, kuvvetli olan haklıdır!
Biz de diyoruz ki; biz haklıyız. Kimsenin yenemeyeceği güç yanımızdadır. Siz sonunda mağlup olacaksınız. Adaleti biz tesis edeceğiz.
Savaş Allah’a inananlarla inanmayanlar arasındadır.
Bakalım en sonunda Allah inananları mı galip getirecek, yoksa inanmayanları mı?
وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ
(Va LAy YaCRıManNaKuM)
“Size cürm ettirmesin”
Zenb, ism, cürüm, cunah, ısyan, udvan, bağy, zulüm.
- “Zenb” kuyruk demektir. Saklanacak, gizlenecek günah işlemektir.
- “İsm” içki demektir. Kötülüğe götüren alışkanlık gibidir.
- “Cunah” kanat demektir. Koltuk altına alınıp saklanacak fiildir. Zenbin hafifidir.
- “Isyan” “asa”dan gelir, karşı gelmek anlamındadır.
- “Udv” vadinin yakasıdır. Cephe kurmak demektir.
- “Bağy” boğa anlamındadır. Saldırmak demektir.
- “Zulüm” bulut, karanlık demektir. Ortalığı karıştırmak, düzeni bozmak demektir.
- “Cürüm” olgunlaşmadan önce yere düşen hurmadır. “Cürmetmek” meyve toplamak anlamındadır. “Cürüm” suç işlemedir. Başkalarının hakkına tecavüz etme, onların hakkını yemedir. Burada nehyedilen kıstı bırakıp haksızlık yapmak, taraf tutmaktır.
Allah’ın indinde din İslâm’dır. Barışın başı da sonu da yargıdır.
Hukukumuz çatışınca iki yoldan birisiyle hallederiz.
1. Savaşırız, yenersek biz haklı oluruz, yenilirsek o haklı olur.
2. Peygamberler ve kitaplar ise ikinci yolu insanlara öğretmiştir. Hakemlere gideceksin, onlar idama karar verseler bile onu kabul edeceksin. İşte, peygamberlerin sistemi budur. Bunun için yargının adil olması gerekir. Bunun gerçekleşmesi için dört şart gerekiyor.
Yargı…
- Tarafsız olacaktır; taraflardan birini tutmayacaktır.
- Bağımsız olacaktır; ona etki yapılmayacaktır, baskı altında karar vermeyecektir.
- Etkin olacaktır; yani karardan herkes çekinecek, karar verdi mi artık kurtuluş olmadığını herkes bilecek ve kabul edecek.
- Saygın olacaktır; saygın demek halk ve taraflar yargının “adil” karar verdiğine inanacaklar; yani yargının yalnız “adil” olması yetmez, yargının “adil” olduğunu herkes kabullenmelidir.
Ben idama gidiyorsam hak ettim diye kani olacaktır. İşte bunu sağlayan tek sistem hakemler sistemidir, yani “Adil Düzen”dir; hakimler, savcılar, avukatlar sistemi değil.
شَنَآنُ قَوْمٍ
(ŞaNaEaNu QaVMin)
“Bir kavmin şenaati”
“Şenee” kökü Kur’an’da üç yerde geçmektedir. İkisi burada aynı tabirle geçmektedir. Bir de Asır Sûresi’nde geçmektedir. Kavmin yaptıkları kötülükler anlamındadır. “Şene” “şeye” akrabadır. Biri kavmin istedikleri, biri de kavmin yaptıkları anlamına gelir. “Şen’ân” fa’lân vezni üzere masdardır; hezeyân, cereyân, cevelân bu vezin üzeredirler.
Bundan önceki وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَنْ صَدُّوكُمْ عَنِ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَنْ تَعْتَدُوا
Bir kavmin şen’ânı Mescid-i Haram’dan sudud etmenize i’tida etmenize cürüm ettirmesin. Orada bir kavmin yaptığı iyilik yapmanıza mâni olmasın. Birine kefil oldunuz, istismar etti; bu durum başkasına kefil olmanıza mâni olmasın. Yahut size kötülük yapıyor diye kuralların dışına çıkmayın.
Burada da; siz adaleti sağlarken onların durumuna bakıp karar vermeyin diyor.
Yani, ceza kişiye verilmez, ceza fiile verilir, her fiilin bir cezası vardır. O fiile ancak o ceza verilebilir. Başka ceza verilemez. İslâmiyet’te cezanın sabıkası yoktur. Fiile ne ceza verilmişse o verilir. Sonra senin sabıkan var mı diye sorulmaz. Hakim kişilere değil fiillerin faillerine ceza verir. Batı henüz bunu tam olarak kavrayamamıştır.
Burada ifade edilen başka bir husus daha vardır. Kavme ceza verilemez. Ceza ancak kişiye verilir. Bir şeyi yapıyorlar diye herkes cezalandırılamaz. Hukuk sisteminde bu durum böyledir. Savaş sisteminde ise sorumluluk kollektiftir. Bizim görevimiz adaleti sağlamadır. Adalet için savaş meşrudur.
عَلَى أَلَّا تَعْدِلُوا
(GaLAy EaN Lav TaGDiLUv)
“Adalet etmemenize cürm ettirmesin.”
Kıst ile kavvam olmayı, yani eşitlik içinde yönetici olmayı emrettikten sonra, şimdi de adil olmamızı emretmektedir. Adalet edecek olursak iki cümle “ve” harfi ile bağlanmıştır. Yani kıst ile kavvam olma ile adil olma “ve” ile atfedilmiştir. O halde ikisi ayrı ayrıdır. Yukarıda açıkladığımız gibi eşit davranmadır, muamelede taraf tutmamadır. Adalet ise herkesin hakkını vermedir. Burada icra ile yargı birbirinden ayrılmaktadır. Hazreti Ömer’in kadıları yöneticilerden ayırması merkezi sistemde doğrudur. Yerinden yönetim sisteminde ise ne kadı ne de başkan merkezden atanamaz.
Yukarıda yöneticiliği anlatmamız gerekirken yargıyı anlattık, çünkü yönetim yargıya dayanacaktır, yönetim yargının emrinde olacaktır.
Şimdi hakemlere adil olunması emredilmektedir.
Burada başka bir şey de önemlidir. Yargı ile yönetim ayrıdır ama başka başka değildir. Hepsi birden imanın rüknü olmaktadır. Yargı yargılayıp karar verecek, yönetim de onu uygulayacaktır. Ne var ki yargılama uzun sürecektir. Her zaman yargı beklenmez; uygulama yapılır, yargı sonradan devreye girer. Yönetici yanlış uygulamalarda bulunduysa yargı onları düzeltir. Yoksa yargı kişilerin davranışlarına karışmaz. Bu sebeple önce “Kavvam”dan bahsetmiştir. Şimdi ise “adalet”ten bahsetmektedir.
Burada şunu da açıkça görmüş oluyoruz. Bir iş yaptığımızda işin hakkını veririz, orada adaleti gözetmeyiz. Çünkü işin ertelenmemesi için o iş için ne gerekiyorsa o yapılır. Herkes üzerine ne düşüyorsa yapar. Sonra iş ortaya çıkar. Herkes katkıları nisbetinde payını alır. İşte “adalet” bu paylaşmada gerekmektedir. Katkıda adalet olmaz. Ben beş lira verdim, sen de beş lira verdin denmez. Ben bir gün çalıştım, sen de bir gün çalıştın denmez. Herkes gereğini yapar. Herkes ne katacaksa katar. Bölüşme de o katkılara göre olur.
Bu açıklamadan sonra “kıst” kelimesini tekrar ele almamız gerekir.
Terazi ne yapar?
Kim ne mal getirmişse onu tartar. Terazinin görevi iyi mal getirme değildir, getirilen malların ağırlığını ortaya koymadır. O halde “kıst” dediğimiz zaman herkese katkıları nisbetinde pay vermek, adil ücret paylaştırmaktır. Sonra elde edilen malların adil şekilde fiyatlanmasıdır. Demek ki eğer burada ekonomi mânâsını vereceksek böyle veririz.
Adil ücret demek adil fiyat demek değildir. Biri katkıya göre değerlendirilir, diğeri ise ihtiyaca ve yarara göre belirlenir. Bununla beraber toplu bakıldığı zaman ücretlerin toplamı fiyatların toplamına eşittir.
اعْدِلُوا
(iGDiLUv)
“Adalet yapın.”
“Adl” denklik demektir. Denklik kurulacak, sağ kefeye ne konursa onu tartan şey de sol kefeye konur. Üç kilo patates üç kilo başka patatese eşittir. Oysa çoğu zaman üç kilo patatesin değeri başka üç kilo patatese eşit değildir.
İşte, değerler söz konusu olunca adalet, kendileri söz konusu olunca kıst anlamı hakimdir. Tartarken doğru terazi ile tartmak kısttır. Değerini tazmin ederken uygun değeri vermek adldır.
Reel ekonomi vardır, buralarda “kıst” gerekir.
Bir de finans ekonomisi vardır, buralarda “adl” gerekir.
Kur’an’da emirler vardır, nehiyler vardır. Emre uymak sevabı gerektirir, uymamak ikabı gerektirir. Sonra, emir bir defa yapılır, biter. Öğle namazını kılarsınız, ikindiye kadar başka namaz kılmazsınız. Nehyi yaptığınızda cezası vardır, yapmazsanız sevabı yoktur. Nehy devamlılık ifade eder.
Kur’an’da bazı emirler nehiylerle beraber gelir. Yazı yazmaktan üşenmeyin! Bu ifade emir ve nehiydir. Bunun hükmü hem devamlılığı sağlamak hem de sevabı içermesidir. Adaletle hükmetmek hem emirdir, hem de adaletten uzaklaşmak da nehiydir. Adil olmamız gerekmektedir. Adil olursak sevap alırız. Adaletten hiçbir zaman ayrılmamamız gerekir.
هُوَ
(HuVa)
“O”
Buradaki “hüve” zamiri “adl”a gitmektedir. Adl kelimesi geçmemektedir ama fiilden o çıkmaktadır. Bunu şöyle açıklayabiliriz.
Arapçada Türkçede olduğu gibi kökten değişik masdarlar üretemiyorsunuz. O sebeple aynı fiili değişik masdar kullanarak değişik fiiller yapmış olursunuz. Mesela “ya’dilu adlen” demek, adalet etmek demektir; “udlen” uzak kalmak, ayrılmak demektir. Bunun için genel olarak Türkçeden farklı olarak fiilden sonra masdar söylenir. “Cae Cieten” dersiniz, beliğ olur. Ama ben “gelerek geldim” derseniz beliğ olmaz. Bu sebepledir ki Türkçede fiildeki masdara zamir göndermek beliğ değildir.
“Ben geldim, o iyidir” denmez. Ama Arapçada “ben geldim, gelmem iyidir” mânâsında “o iyidir” dersiniz. Çünkü cümlede masdar hazf olmuştur.
“İ’dilu adlen” demiş olmaktayız. “Adl” kelimesi hazf olmuştur. Yoksa “udulen” de olabilirdi. İşte bu sebepledir ki mahzuf olan kelimeye zamir gönderildiğinden burada da mahzuf olan masdara da zamir gönderilmiştir.
أَقْرَبُ
(EaQRaBu)
“Ekrabdır.”
Yani daha yakındır, yahut en yakındır. Arapçada ism-i tafdil karşılaştırma amacıyla söylenirse “Min” kelimesi ile getirilmektedir. “Li” kelimesi ile kullanıldığında en yakınıdır anlamına gelmektedir. Yani takvaya adaletten daha yakını yoktur; en yakın olanı odur demektir. Bütün haramlar ve emirler adalete dayanmaktadır.
İnsan kendi çıkarını emir ve yasaklar olmadan da az çok korur. Mesela içki onu rahatsız ettiği için çoğu insan içmez. Zararı da yalnız kendisinedir. Oysa adl ile hareket etme topluluğun temelidir. Eğer bir topluluk adaletle yönetilmiyorsa, orada adalet tesis edilmemişse, o topluluk yoktur veya yaşamıyor demektir. “Ekrab” kelimesi ile bu ifade edilmiştir.
“Kurba” insanın yanında taşınan su kabıdır, mataradır. İnsan adaleti daima yanında taşımalıdır. Her davranışta önce ben adil davranıyor muyum diye onu hesaba katmalıdır. Birisini tenkit ederken veya methederken adil davranıyor muyum diye ilk düşüneceğin şeydir. Mü’min demek her harekette adil olan kimsedir demektir. Bir kavmin yaptıkları oradakilere zulüm etmemizi gerektirmez.
لِلتَّقْوَى
(Li etTaQVAv)
“Takvaya en yakın olandır.”
“Takva” “vikaye” kelimesinden gelir. Bundan elli sene önce bu kelimeyi korkma şeklinde tercüme ederlerdi, oysa takvanın korku ile ilgisi yoktur.
“İttika” kendi kendisini koruma demektir, kendi kendisini çirkinliklerden ve kötülüklerden korumak demektir. O halde ittika adil olan herkes için gerekli bir şeydir. Nasıl aynı gemide olan insanlar batırdıkları gemide kendileri de batarlarsa, adaleti batıranlar kendilerini de batırırlar. Yargı üstünlüğü ve saygınlığı herkese her zaman lazım olan bir şeydir. İşte bunu sağlamak için yargıdan biraz söz etmemiz gerekmektedir.
Yargının dört rüknü vardır; savunma, soruşturma, bilirkişilik ve hakemler.
1.Savunma: Herkesin dayanışma ortaklığı vardır. Haksızlığa uğrayan kendi dayanışma ortaklığına baş vurur, dayanışma sorumlusu mağdur davacıyı haklı bulursa o zaman dava açılır. Bulmazsa ya kendi dayanışma sorumlusundan razı olur, davadan vazgeçer, ya da dayanışma ortaklığını değiştirir. Hiçbir dayanışma ortaklığı onu haklı bulmazsa bucağından ayrılır, davayı gittiği yerden açar. Savunma bugünkü savcılar gibidir, avukatlar gibidir. Bizde ise dayanışma sorumlusu siyasi parti başkanıdır. Savcı yoktur. Kamu davalarını da siyasi dayanışma sorumluları açarlar.
2.Soruşturma: Dayanışma sorumluları davanın açılmasını kabul ettikten sonra dava açılmadan önce sorumlular soruşturmacıları bulurlar, anlaşırlar ve onlardan soruşturma yapmalarını isterler. Dayanışma sorumlularının elinde bunun için verilmiş tahsisat vardır, ondan harcarlar. Soruşturma ayrı ayrı soruşturmacı tarafından yapılır. Böylece iki veya dört soruşturmacı tarafından olay tesbit edildikten sonra davacının da muvafakatini alarak hakem seçerler. Hakem davalının dayanışmasına baş vurarak ona da hakem seçilmesini ister. Davalı hakemlerin ücretini de davacı sorumlusu öder.
3.Bilirkişi: Soruşturma belge ve bilgilere dayanır. İhtisas isteyen hususlarda bilirkişilere başvurulur. Bilirkişileri soruşturmacılar atarlar. Bilirkişilerin hatalı tespitlerinden soruşturmacılar da sorumludurlar. Bilirkişi masrafları soruşturmacılar tarafından karşılanır, kendi paylarından verilir. Bilirkişilerin hata yapmış olmalarından dolayı davalı ve davacıya ödenecek tazminatı bilirkişilerin dayanışması öder. Aldıkları ücretler onlarda kalır.
4.Hakemler: Davacının hakemi ve davalının hakemi belirlendikten sonra, hakemler baş hakemi seçerler. Böylece yargı oluşmuş olur. Davalının soruşturmacısı yoktur, hakemi vardır. Hakemlere verilen miktar da soruşturmacılara verilen miktar kadardır. Soruşturmacıların payı üçe ayrılır, baş hakem de eşit pay alır. Hakemler şahitlerin soruşturma dosyalarını incelerler. Soruşturmanın tam yapıldığına kani olurlarsa, daha doğrusu baş hakem kani olursa son duruşma yapılır.
Karar: Karar hakemlerce alınır. Karar baş hakemin kararıdır. Muhalefet şerhi konmaz. Tartışmalar dışarıya aksettirilmez. Karar bucak başkanınca infaz edilir. Bucak başkanı infaz etmezse mağdur bucağını değiştirir ve oradan bucak başkanına dava açılır. Mahkum olursa bucak başkanının âkilesi tazmin eder yahut bucak tazmin eder. Karar hakemlere aittir.
Karar infaz edilir. Karar bir daha hiçbir suretle bozulmaz. Mağdur olan dava açabilir. Dava bilirkişilere, dayanışma sorumlularına, soruşturmacılara ve hakemlere karşı açılır. Herkes kendi ihmalinden sorumludur. Bilirkişinin hatasından soruşturmacı, soruşturmacının hatasından hakemler sorumlu değildirler. Bunlara açılan dava kazanılırsa bunların dayanışma ortaklıkları tazmin ederler.
وَاتَّقُوا اللَّهَ
(Va itTaQUv elLAHa)
“Allah’a ittika ediniz.”
Yani Allah’ın korumasına giriniz.
Buradaki “Allah” hakemlerin rabbi de olabilir, onun halifesi olan topluluk da olabilir. Kişiler topluluğun ferdi olarak kendilerini korumuş olurlar. Topluluklar da sıratı müstakimin içine girerek kendilerini korurlar. Böylece adil bir düzen insanları ve insanlığı korumuş olur.
Adil olunması için ne gibi tedbirler alınmalıdır?
- Dava olayın geçtiği bucakta görülmelidir. Topluluk adalete şahit olmalı, hem etkilenmeli hem de etkilemelidir.
- Dava olayın olduğu zamanda sıcağı sıcağına olmalıdır. Yıllar sonra alınan kararlar hem isabetli olmaz hem de etkin olmaz. Olayı yaşayanlar akıbetini de görmelidirler.
- Karar sonunda tarafların seçtiği iki hakem ile onların seçtiği baş hakeme dayanmalıdır. Kimse kendisinin seçmediği kimsenin kararına uymak zorunda olmamalıdır.
- Karar kesin olmalıdır. Temyizi olmamalıdır. Mağduriyetler hakemlere açılan davalarla giderilmelidir.
İşte, böyle bir yargı oluşturulduğu zaman artık insanlar kendilerini korumuş olurlar.
Allah inanmış insanlara bunu emretmektedir. Allah Hazreti İsa’ya; ben sana tâbi olanları kıyamete kadar üstün getireceğim demektedir. Demek ki Hıristiyanlar da devlet kuracaklardır, Hıristiyanların da mü’mini ve müslimi olacaktır.
إِنَّ اللَّهَ خَبِيرٌ
(EnNA elLAHa PaBIyRun)
“Allah haberdardır.”
“Allah” lafzı burada tekrar edilmiştir. Zamir gönderilmemiştir. İttika edilen “Allah” âlemlerin rabbi ise bu O’nun halefi olan topluluktur; ittika edilen Allah halefi olan topluluksa bu âlemlerin rabbi Allah’tır. “Habir”in nekre olması tümünü yalnız Allah bilir ama başka bilenler de vardır cüz'i olarak vardır demektir.
Toplulukta gerek kıyam gerekse adaletle ilgili konular kaydedilip yazılacak, az olsun çok olsun ihmal edilmeyecektir. Gelecekteki kararlar hep bu kayıtlara dayanmaktadır. Bu kayıtların yapılması için her şey muhasebede yer almalı ve istenildiği zaman istenen bilgiye ulaşılmalıdır. Kaydetme ne kadar sorun ise kayıtlara ulaşma da o kadar sorundur. Kayıtlara ulaşma sorunu tasnif sorunudur. Bunun için takip edeceğimiz yol şudur.
1) Kur’an’daki kelimeler kullanılacak, başka kelimeler kullanılmayacaktır. Kendimizi, kavramlarımızı daima o kelimelerle ifade etmeliyiz. Eğer biz Kur’an’ın dışında kelimeler kullanırsak, o kadar çok kelime ortaya çıkar ki, o zaman diğer insanlarla anlaşmamız mümkün olmaz. Ayrıca geçmiştekiler de gelecektekilerle haberleşemezler.
2) Kur’an’daki kelimeler şekil yazısına dönüşmeli, dünyadaki bütün insanlar o kelimeleri şekil olarak tanımalıdırlar. Kur’an diliyle yazılan hem ses dili olmalı hem de şekil dili olmalıdır. Bir örnek verecek olursak; mesela, ateş Kur’an’da “Nâr” olarak geçmektedir. Arapça
نار şeklinde yazılıdır. Şekil ateşe benzetilmiş ama harf yazısına da benziyor.
İşte, böylece dünyadaki bütün kavramlar Kur’an’daki kelimelerle ifade edilecektir.
3) Kelimelere değişik mânâların verilmesi için sayfanın başına hangi konunun terminolojisiyle ilgili olduğu notu konulacaktır.
4) Tercümeler bilgisayardan yapılacak. Dilden dile tercüme zordur ama şekil diline tercüme kolay yapılabilir. Şekil dilinden başka dile de kolayca tercüme edilir.
Bundan sonradır ki tüm ilim standart şekilde oluşmuş olur.
بِمَا تَعْمَلُونَ
(Bi MAv TaaGMaLUvNa)
“Amel ettiklerinizi”
Biz amelden sorumluyuz. Kelamcılar, küfrün insanı cehenneme götürdüğünü söylüyorlar. Tartışmada sadece iman cennete gitmek için yeterli midir; sadece amel de cennete gitmesi için yeterli midir? Bu âyet sadece amelin yeterli olduğuna işaret eder.
وَعَدَ اللَّهُ الَّذِينَ آمَنُوا
(VaGaDa elLAHu elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Allah iman etmiş olanlara vadediyor.”
İnsanlar iki gruba ayrılmaktadır; iman etmiş olanlar, kâfir olanlar.
“İman etmiş olanlar” güven altına alanlar anlamını taşır. Cizye verenler de mâlen güven altına alanlar oldukları için onlar da mü’min sayılırlar.
O halde imanın karşısında küfür vardır, İslâm’ın karşısında ise şirk vardır. Geniş mânâda iman içinde müslimler de vardır. Geniş mânâda küfür içinde şirk de vardır. Burada geniş mânâda imandan bahsedilmektedir. Bunlara yapılan vaatlerden bahsetmektedir.
“Vaad” iki yer için yapılmaktadır; dünyada ve âhirette. Topluluklara vaad dünyalıktır. Kişilere vaad ise daha çok âhirettedir. İman etmiş olan topluluklar bu dünyada muzaffer olacaklardır. İman eden topluluk içinde olanlar âhirette mükafatlandırılacaklardır.
وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ
(Va GaMiLVu eLÖaLiXaTi)
“Ve salihatı amel edenler.”
Artık buradaki kural dışı çoğulun mânâsını ve “salih” mastarının ifade ettiklerini biliyoruz. Birbirine uyumlu iş yapmak, işbölümü içinde iş yapmak. Bu sorunun çözülmesi ancak işletme sorunlarının çözülmesi ile mümkündür. Kişiler hür olacak, kendi iradeleri ile hareket edecek ama aynı zamanda salih amel işlenecek.
İşte bu sorunun çözülmesi “Adil (Ekonomik) Düzen”dir.
Bu sorunun çözülmesi demek fiyat ve ücret konularının çözülmesi demektir.
Burada iman ameli salihe “ve” harfi ile bağlıdır, ikisi birden olacaktır. Tek başına amel veya tek başına iman bir mânâ ifade etmemektedir.
لَهُمْ مَغْفِرَةٌ
(LaHuM MaĞFiRaTün)
“Onlar için mağfiret vardır.”
“Adil (Ekonomik) Düzen” geldiği zaman, gelmeden evvel işlenen suçlar affedilecektir. O suçlar zalim düzenin zorla işlettiği suçlardır. Dolayısıyla bizim onları yargılamamız bu sebeple meşru değildir.
“Mağfiret” burada nekredir ve faili belirtilmemiştir, yani yargılamada zulüm döneminin suçları takip edilemez. Bunun bir istisnası vardır. Kendilerine hatırlatıldığı halde ısrarla devam ederlerse o zaman onun cezası verilebilir.
وَأَجْرٌ عَظِيمٌ
(Va EaCRun GaJIyMun)
“Büyük ücret vardır. Azim bir ecir vardır.”
“Ecir/ücret” nekre gelmiştir ama “azim” olarak belirtilmiştir.
Kötülükler ortadan kalkacak, iyilikler her tarafı kaplayacaktır.
Bir insan doğar, gelişir, erginlik çağına geldikten sonra gelişme tamamlanır, ondan sonra büyüme olacaktır. Uygarlaşmalar devam edecektir. Ne var ki bu arada asıl sorunlar da çözülmüş olacaktır. “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” çalışmamızın açıklanır ve uygulanır hâle gelmiş olması gerekmektedir.
وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا
(Va elLaZIyNa KaFaRUv Ve KaüÜaBu Bi EavYAvTINAv)
“Ve âyetlerimize küfretmiş ve tekzib etmiş olanlar.”
Burada ameli salih işleyenlerin karşılığında “âyetleri tekzib edenler” zikredilmiştir.
Buradaki âyetlerden maksat şeriat kanunlarıdır; “Adil Düzen”dir, “Adil Ekonomik Düzen”dir. “Âyet” denmiş olmasının sebebi söylenenlerin açık ve müsbet olmalarıdır. Söylenenlere akılları ermediği için değil, işlerine gelmediği için reddetmiş olmalarıdır.
Adil Düzen Çalışanlarına düşen iki görev vardır.
-Biri, çalışıp Kur’an’ı öğrenmektir.
-Diğeri de uygulayıp insanlara göstermektir.
Bunun için muhasebemizi kuracağız, bakkalımızdan alış-veriş yapanlar aynı zamanda tebliğimizi de almış olacaklardır. Yani “Adil (Ekonomik) Düzen” âyet hâline gelmelidir. Herkes görmelidir. İstanbul sokaklarındaki her bakkal “Adil (Ekonomik) Düzen”in âyeti olmalıdır.
أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ (10)
(EuLAEiKa EaÖXAvBu eLCaXIyMı)
“Cehim ashabı/halkı onlardır.”
Mü’minlerden bahsederken mağfiret ve ecirden bahsettiği halde, burada marife olarak “cehim halkıdırlar” deniyor. Ecir geniştir, başkalarına da vardır. Halbuki “cehim” yalnız kâfirlere mahsustur. Buradan anlıyoruz ki, cehennemde başkaları da olur ama “cehim”de yalnız küfretmiş olanlar vardır.