***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 31
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ فِيهَا أَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِ وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ وَالْأَنفَ بِالْأَنفِ وَالْأُذُنَ بِالْأُذُنِ وَالسِّنَّ بِالسِّنِّ وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ فَمَنْ تَصَدَّقَ بِهِ فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ(45)
وَكَتَبْنَا عَلَيْهِمْ فِيهَا
(Va KaTaBNAv GaLaYHiM FIyHAv)
“Ve onlara orada ketbettik.”
Buradaki “Ve” bundan önceki âyette geçen “innâ enzelnâ ettevrate” ifadesindeki “enzelnâ”ya atfedilmiştir; “inzâl ettik ve orada onlara yazdık” denmektedir.
“Cana can” âyeti Hazreti Musa’nın beş kitabında yer almaktadır. O halde Tevrat Hz. Musa’nın beş kitabını da içermektedir. Esasen Tevrat’tan sonra gelen kitaplarda yeni hükümlerden ziyade o hükümlerin uygulanışı vardır. Asıl uygarlığı kuran kitap Tevrat’tır. Tevrat yalnız İsrail oğullarının değil, 12 levha kanunları ile Roma hukukunun da temelidir. Böylece bütün yeryüzünde bulunan hukuk sistemlerinin tamamının ilk kurucusu Tevrat’tır.
Kur’an, Tevrat gibi fer’î hükümleri içermez Kur’an içtihadın nasıl yapılacağını içermektedir. Fıkıhtaki bölümleri kitap hâline İmam-ı Malik getirmiştir. Konuların tasnifi de Roma hukukuna çok benzemektedir. Medineli olan İmam-ı Malik Roma Hukukundan pek haberdar değildir, ancak bu bapların benzeyişleri Medinelilerin bu baplara vakıf olduğunu göstermektedir. Fıkıh yeniden tedvin edilmiştir. Ancak konuların tasnifinde Romalılara ve Mezopotamyalılara dayanan bir geleneği almışlar, yeni müesseseleri de yerleştirerek bugünkü hukuk düzenini ortaya çıkarmışlardır. Bu noktadan yola çıkarak şuna işaret etmek istiyoruz ki; Kur’an değişmez ilâhi metin olarak tamamen özeldir. Öyle ki, buna benzer başka bir kitap yoktur, tektir. İnsanlara Allah’ın rahmetidir. Uygulama bakımından Tevrat tek kaynaktır. Mezopotamya hukukunun devamı olarak gelmektedir.
Bu özellikleri şöyle sıralayabiliriz.
- Tarihte ilk hukuk düzenini tedvin eden Hazreti Nuh aleyhisselâmdır, yazılı hukuku meydana getirmiştir. Ancak burada yazılan peygamberlerin sünnetidir, Allah’ın kelamı değildir. Sonra bu hukuka dayanılarak Mezopotamya devletleri kurulmuş ve bunlar kanunları tedvin etmişlerdir. Tevrat’tan önce Mezopotamya’daki Nuh Hukuku vardı. Bu hukuk dünyaya yayılmıştır ama hiçbir yerde Mezopotamya seviyesine ulaşamamıştır.
- İkinci hukuk evrimi Tevrat’la olmuştur. Tevrat peygamberlerin sünneti değildir, Allah’ın indirdiği kitaptır. İbrani uygarlığı bunun üzerine kurulmuştur. Roma Hukuku da buna dayanmaktadır. Tevrat İsrail oğullarına hitap eder. Romalılar Tevrat’ı lâikleştirip tüm insanlığın hukuku hâline getirdiler. Hazreti İsa da bunu onayladı. Roma Hukukunun temeli Jüstinyanus’tur, Hıristiyan bir hükümdardır. [Justinianus (d.482-ö.565), I. Justinianos (Latince:Flavius Petrus Sabbatius Iustinianus) Jüstinyen olarak da bilinir, 527-565 döneminde Doğu Roma (Bizans) İmparatoru olarak hüküm sürdü. Roma Hukukunda yaptığı reformla anılır. Roma kanunlarını 12 ciltlik bir kitap hâlinde toplatmıştır. Bunun ardından imparatorluk medeni kanununu hazırlatmıştır.]
- Ondan sonra Kur’an nâzil olmuş ve “kanun sistemi” yerine “içtihat sistemi” gelmiştir. Fıkıhçılar Kur’an’a göre hükümleri ortaya çıkararak yeni üçüncü şeriatı oluşturdular. Bunlar başka bir şey daha yaptılar, “hukuku oluşturma sistemi”ni geliştirdiler; buna “Fıkıh Usulü” denmektedir. Biz şimdi onların geliştirdiği fıkıh usulüne göre III. bin yıl uygarlığının problemlerini çözüyoruz.
- Şimdi hukuk inkılâbının dördüncü dalgası geliyor. Birinci Kur’an Uygarlığı Hazreti Muhammed Peygamber’in öğretileri içinde oluştu. Bugün artık aramızda peygamber yoktur, bugün sadece ilim vardır. İlme dayanarak yeni uygarlığı oluşturacağız.
Bugün yeryüzünde dört büyük din vardır, müntesipleri milyarları geçmektedir. Bunların dışında olan dinler de bu dört dinden ayrılmış mezheplerden ibarettir. Şamanizm geleneğine bağlı çok az din mensupları da mevcuttur, bunların uygarlıkta bir iddiaları yoktur.
Bunların kaynağı ilâhi kitaplardır.
Farz edelim ki bunlar ilâhi kitaplar olmayıp da peygamberlerin uydurdukları şeriatlar olsun. Üç bin, dört bin yıldır yaşamaktadır, bunlardan başka da ortada kimse yoktur.
İşte düzeni kökünden değiştirmek isteyen Marx’ın ömrü sadece 70 yıl olmuş, kimse ona inanmamıştır, birkaç iktidar hırslısı istismarcılar dışında müntesibi de yoktur.
Konuyu iyi anlamak için meseleyi biraz daha açalım. Dört büyük dinin ve bunların ana dayanağı olan Tevrat ehlinin müşterek varsayımları şunlardır:
- Kâinatı tek Tanrı yaratmıştır, O her yerde hazır ve nâzırdır. Yarattığı gibi aynı zamanda yönetmektedir.
- Kâinatın içinde insan O’nun halifesidir, O’nun adına görevler yapmaktadır. Görevlerini yerine getirenler mükafatlanıp cennete gidecekler, görevlerini yapmayanlar ise cezalandırılacaklardır.
- Zinayı yasaklamış, yerine aile müessesesini kurmuştur.
- İnsanları kabilelere ve şa’blara ayırmış, onlar arasında denge kurmuştur.
- Yeryüzünde değişik devletler olacak ve bunlar arasında düzen oluşacaktır.
- Allah peygamberler göndermiş, kitaplar indirmiş ve insanlığa doğru yolu göstermiştir.
- İnsanların emekleri ile kazandıkları kendilerinin hakkıdır, mülkiyet ekonomisini tedvin etmiştir.
Buna “peygamberler düzeni” diyoruz.
Marx bu düzene karşı çıkmış ve bunları reddetmiştir.
- Tanrı yoktur. Tabiat vardır. Şuursuz olan bu varlık kendiliğinden olup gitmektedir.
- Öldükten sonra dirilme ve orada cennet cehennem yoktur. Kim kimi yenerse ona o kâr kalır. Hakkınızı almaya çalışın.
- Evlilik sömürü aracıdır. Zina diye bir yasaklık yoktur. Aile yoktur. Çocuklar kreşlerde büyümeli, akrabalarını bilmemelidir.
- Kabileler, kavimler/uluslar savaş kaynağıdır. İnsanlar tek ulus olmalıdır. Kreşler ulus düşmanlığını da ortadan kaldırır.
- Devlete gerek yoktur. İnsanları kötü yapan aile, milliyet, mülkiyet ve dindir. Bunlar kalkınca insanlar melek olur, devlete gerek kalmaz.
- Peygamberler yalancıdır, sermayenin sömürü araçlarıdır.
- İnsanlar ihtiyaçlarını giderirler, onun dışında ‘senin-benim’ diye bir şey yoktur.
İşte, tekel sermeye buna dayanarak III. bin yıl uygarlığını kurmak istiyor.
Allah da Kur’an’la peygamberlerin uygarlığını kurmayı murad ediyor.
İşte “Adil Düzen Çalışmaları” budur.
Bakara’da “size kısas yazıldı” denilmekte, zaten burada bunun hükümleri anlatılmıştır.
Burada “Tevrat’ta yazıldı” ifadesiyle kısas hükümlerinin beşerî olduğu ifade edilmiştir. Kur’an, “el hurumatu kısas” diyerek genel kuralı koymuş, bunu katlda kısasla örneklendirmiştir. Orada köle köle ile açıklaması harfi atıfsızdır. Sadece onun izahıdır. Öldürmede kısas ifadesi ile genel hüküm konmuştur. Burada ise o genel hükmün bir izahı yapılmıştır. Cana can, göze göz. Göze göz evleviyetle kısas olur. Tevrat’ta bu hükmün olduğunu göstermekle şeriat hükümlerinin aynı olduğu ifade edilmiştir.
Bizden önceki şeriat bizim için de şeriattır. Fıkıhçılar bir şart koymuşlar; bizim şeriatta da bildirilmelidir diyorlar. Biz Kur’an’da da bildirilmelidir, yahut Kur’an’ın hükümlerine aykırı olmamalıdır diyoruz. Bu takdirde Kur’an’da bildirilmese de onunla amel vacip değilse de caizdir.
“Aleyhim” kelimesi burada fihadan öne alınmış. Yani “onlara böyle yazdık” deniyor.
Evet, bu âyet doğrudan bugünkü ebu leheblere yani sermaye sahiplerine hitap ediyor.
Dünyada kısas hükümlerini kaldırıyor, idamı insanlık dışı kabul ediyorsunuz. Oysa size böyle emredilmiştir. İsrail oğullarının hastalığı buradan gelmektedir. Onlara göre kendileri insanüstüdürler. Onlara emredilenler sadece kendi aralarında öyledir. İsrail’de idam kaldırılmamıştır, hattâ ABD’de de kaldırılmamıştır. Hayvan olarak gördükleri diğer insanlar da idam hükümlerini onların keyfi için kaldırmışlar, böylece onları haklı çıkarmışlardır!
Şimdi Kur’an burada onlara hitap ederek diyor ki; biz orada “cana can” yazarken Yahudi demedik, “cana can” dedik, yani herkes için bu hükümleri getirdik diyor.
III. Bin Yıl Uygarlığımızı kurarken Kur’an’ı anlamada takip edeceğimiz kurallar şunlar olacaktır.
- Kur’an’dan önceki kitapların kurduğu uygarlıklarda şeriatın uygulanışı.
- Birinci Kur’an Uygarlığı’ndaki uygulamalar.
- Gelişmiş bulunan tabiî ve sosyal müsbet ilimler ile tüm diğer lâik uygulamalar.
- En önemlisi, yeryüzünde oluşacak bir milyon bucaktaki uygulamalar ve sonuçları.
İşte, bizim III. bin yıl içtihatlarının temel kaynakları bunlar olacaktır.
Kur’an temel kaynaktır. Sünnet de Birinci Kur’an Uygarlığı uygulaması içinde mevcuttur. İcmada ise bugün icma edilecektir, yani bugünkü âlimler bir konuda ittifak ederlerse o icma olacaktır. Bunun için de şu usuller geliştirilmiştir.
- Her ocakta o ocakta 15 yaşını doldurmuş kadın ve erkeklerin icmaı ocak icmaı olacaktır. Bunlara “âmil” deniyor.
- Yedi yaşını dolduran herkes ilmî ehliyet sahibidir. İlmî ehliyeti olanlar kendilerine öğretmen seçerler. Bu aynı zamanda onların ilmî dayanışma sorumlusudur. Bir kimsenin bucak âlimi olması için oradaki ilmî ehliyeti olanların en az yirmide birinin öğretmeni olması gerekir. En çok beşte birinin öğretmeni olunabilir. İşte bucağın ilkokul hocaları bucak âlimleridir. Bunlar aynı zamanda bucaktaki din adamlarıdır. İşte bunların ittifakı bucak icmalarını ortaya koyar. Bunlara “zâkir” deniyor.
- Bir il içinde on bucak âliminin ilmî danışmanı il âlimi olur. Bir kimse en az beş, en çok yirmi bucak âliminin danışmanı olabilir. Bunlar ilin merkez bucağında yerleşirler. Bunların yani il âlimlerinin ittifakı ilin icmalarıdır. Bunlara “fakih” deniyor.
- Bir ülkedeki il âlimlerinden on âlimin danışmanı olan ülke âlimi olur. En az beş, en çok yirmi il âliminin danışmanı olmalıdır. Bunlar ülkenin merkez bucağında yerleşirler. Ülkenin meclisini oluştururlar. Bunların ittifak ettikleri hususlar o ülkenin icmalarıdır. Bunlara “râsih” denir.
İnsanlığın icması için tüm ülkelerin ayrı ayrı kendi ülkelerinde ittifak etmeleri gerekir, bunlar insanlık icmaları olur. İnsanlık icmasına aykırı ülke icması olamaz. Yani bir defa katılmışsa ve o hususta icma hâsıl olmuşsa, artık yeni icma oluncaya kadar ondan ayrılma mümkün olmaz. Bu icmanın ana kuralıdır. İcma olmadan herkes kendi içtihadı ile hareket eder. İçtihadını değiştirebilir ama bir defa icma olduktan sonra artık içtihadını değiştirsen bile amel olarak eski icmaa uyulacaktır. Ancak yeni icma ile eski icma değişebilir.
Kıyas ise aklî bir metottur. Asıl ve hüküm içtihatlarla sabit olur. Ama asılda illetin olduğu, fer’de de o illetin olduğu hususlar müsbet ilimle tesbit edilmiş olur.
Örnek: Deve geviş getiren hayvandır. Devenin eti helaldir. O halde geviş getirme etinin helal olması için illettir. Müçtehit burada sadece geviş getirenin illeti helaldir cümlesini içtihat edebilir. Devenin geviş getiren hayvan olduğu hususu müsbet ilimce ihtilafsız sabit olmalıdır. Sonra yine müsbet ilimle zürafanın da geviş getiren bir hayvan olduğu sabit olmalıdır. Müçtehidin burada içtihat etme yetkisi yoktur. Zürafanın eti helaldir hükmü de kıyas yoluyla sabit olmuş olur.
Görülüyor ki, içtihat demek nass ile ilim arasında oluşan bir dayanışma sonunda ortaya çıkmaktadır. O halde şimdi bizim yapmamız gereken Kur’an’ı ve diğer kitapları öğrenmede göstereceğimiz gayret kadar müsbet ilimlerde de gayret göstermektir.
أَنَّ النَّفْسَ بِالنَّفْسِ
(EanNa elNaFSa Bi elNaFSi)
“Nefse nefs”
“Cana can” diyoruz. “Cana can” dediğimizde ne kastedilir. Kim katlederse karşılığında o katledilir. O halde ifadede hazflar vardır. Buradaki hazf “men katele amden” hazfıdır. Böyle denmeyip de “men katele” denseydi o zaman hataen öldüren de öldürülürdü.
Öldürmeler dört çeşittir.
- Kasden öldürmedir. Bu da iki çeşittir.
- Öldürülen savunma yapmamıştır, öldüreni öldürmeye kalkışmamıştır. Bu takdirde kısas yapılır.
- Öldürülen de savunmaya girişmiş, biri diğerini yenerek öldürmüştür. Kısas olmaz, diyet ödenir.
- Kasıtlı öldürme olmamakla beraber maktulün zorlama esnasında ölmesidir.
- Kişinin malını, canını, ırzını ve işini korurken karşı tarafı öldürmesidir. Ölümle tehdit eden kimseyi öldürmek, hırsızı öldürmek, ikrah edeni öldürmek, işine mâni olanı öldürmek benzeri öldürmelerdir. Burada ağır diyet alınır.
- Kişiye eziyet etmek, bir işi yapmasını önlemek anlamında hareket etmiştir. Tokat attığı halde kişi ölmüştür. Yahut bağırmış, korkutmuş, o da ölmüştür. Burada diyet gerekir, kısas olmaz. Hafif diyet gerekebilir.
- Hataen öldürmedir.
- Hafif diyet gerekir, bu diyeti âkilesi öder, katil keffaret verir.
- Ehliyetsiz birinin hataen öldürmesidir. Diyeti kendisi öder.
- Müsebbip olarak öldürmedir.
- Yolun ortasında çukur kazmak böyledir. Diyet ödenir, keffaret gerekmez. Diyeti kendisi öder.
- Kendi tarlasında çukur kazmadır. Diyeti âkilesi öder.
Buradaki “cana can”dan kasıt savunmaya kalkışmayan birini amden sebepsiz yere öldürmedir. Âyette nefse nefs mutlak olduğu halde, biz bu kayıtları nasıl koyuyoruz? Çünkü cana can denmiş ve hazf yapılmıştır. Hazfedilmiş kelimeyi biz takdir ediyoruz. Bunu da “elhurumatu kısas” kelimesine uygun yapmamız gerekir. Hataen öldüreni öldüremeyiz. Çünkü genel kısas hükümlerine aykırıdır. Kısasta eşitlik olmaz. Diğer taraftan hataen öldürenin hükmü başka âyetlerde belirtilmiştir. O halde bizim burada takdir edeceğimiz mahzuf ifade hataen katli hariç tutacaktır. Kur’an başka yerlerde “müteammiden katilden” bahsetmektedir. Yine başka yerde “taammedet kulubuküm” denmektedir. O halde kasıtta eşitlik olmalıdır. Öldürme kastı yoksa biz onu öldüremeyiz.
Böyle mahzuf bir yerde bir ifade takdir etmeye “istihsan” diyoruz. Bu takdiri başka yerdeki delillere dayanarak yapıyoruz.
Tefsir yaparken dikkat edilecek hususlar:
- Zamirler ve işaretlerin gösterdiği yerleri bulmak.
- Atıf harfleri ile atıf yerlerini bulmak.
- Harficerlerin tahakkuk ettikleri yerleri bulmak.
- Bir de mahzuf olanların yerlerinde hazfedileni ikame etmek.
Kur’an bu suretle sonuna kadar yorumlanmalıdır. Yorumlanırken bazı kurallar kullanılacaktır. Yorumlarken ona işaret edilecektir. Sonra bu kurallar toplanarak tefsir ilmi getirilecektir.
Geçmişte rivayet tefsirleri yapılmıştır, aklî tefsirler yapılmıştır, tasavvufî tefsirler yapılmıştır; fıkhî tefsir ise yapılmamıştır. Bunun sebebi, gramercilerin buldukları kurallar Kur’an’da her yerde uygulanamamıştır. Biz şimdi fıkhî tefsir yapıyoruz. Fıkhî tefsir yaparken Kur’an kelimelerine ve kurallarına fıkhî mânâları yüklüyoruz.
Bu yükleme varsayımdır. İstihsandır.
İstihsanın yanlışlığı:
- İcmaa aykırı olacak.
- Müsbet ilme aykırı olacak.
- Sistemde çelişki bulunacak.
- Faydasız olacak. Hikmete aykırı olacaktır. Hikmet hükmün tesisi için bir delil değildir. Yani bu yararlıdır, o halde yapalım denemez, bu zararlıdır o halde yapmayalım denemez. Ama hüküm illetlerle sabit olduktan sonra hikmete aykırı ise o illet reddedilir.
Burada “en-nefsu bi’n-nefsi” denmiş, “en-nefsu biha” denmemiştir. Çünkü ikinci nefis birinci nefis değildir. Bir kelimenin izharı müsemmanın farklılığına delalet eder kuralı burada çok açık görünmektedir. Bundan sonraki ifadelerde de aynı kural uygulanmıştır. “El-hurru bi’l- hurri”de de kural uygulanmış olmaktadır.
وَالْعَيْنَ بِالْعَيْنِ
(Va elGaYNu Bi eLGaYN)
“Ve ayne ayn”
“Nefse nefs” dendikten sonra “ve” harfi ile uzuvların kısasına geçilmiştir.
İnsanı ele aldığımızda insanda beş duyu organı vardır; görme, işitme, tatma, koklama ve hâl algılama. Görme ışığı, işitme sesi, tatma sıvıları, koklama gazları algılar, deri ise katıları algılar. Derinin başka bir özelliği de ısıyı algılamasıdır. Işık düzgün akan elektromanyetik dalgalar, ısı dağınık elektromanyetik dalgalar, ses ise maddenin ilettiği dalgalardır. Burada göz, burun, kulak ve diş sayılmıştır, dilden bahsedilmemiştir. Diğer taraftan da yaralamalar kısastır diyerek diğer organların kısasından bahsedilmiştir.
İnsanın çevresini algılamada kullandığı organlardan göz ve kulak sadece işitmek içindir. Algılama organıdır. Burun ve ağız bir taraftan algılama organlarıdır, diğer taraftan bunlar aynı zamanda nefes alma organlarıdır. Ağız ise nefes alma organıdır, yemek yeme organıdır, tat alma organıdır, en önemlisi konuşma organıdır.
İnsanın bunların dışında yürümek için ayakları vardır, yapmak için elleri vardır, konuşmak için ağzı vardır, düşünmek için de beyni vardır. Bunlar insanın melekeleridir.
Acaba bunları 24’e tamamlayabilir miyiz?
Dörder dörder sıralayalım.
1) Hacim, sertlik, sıcaklık, büyüklük.
2) Renk, yüzey, uzaklık, varlık.
3) Ses, yön, ahenk, kavram.
4) Koku, tat, konum, ağrı.
5) Acıkma, doyma, …..., ……
6) Yapma, yürüme, konuşma, düşünme.
Yukarıda iki kelime bulunamamıştır. Bunu ya aklımıza gelecek ve koyacağız, yahut acıkma ile susamayı ayırabiliriz. Yahut buralara korkmayı ve sevmeyi koyabiliriz. Allah mademki kâinatı dörder dörder çift yarattı, bu altı gruba göre kısasa ait hükümleri geliştirmemiz gerekir.
“Göze göz” dedikten sonra “buruna burun” demiştir. Sonra “kulağa kulak” deyip sadece “dişe diş” demiştir. Bunların bu sıralamasında bir hikmet vardır. Önce “cana can” dedikten sonra “göze göz” deyip en önemli uzvu zikretmesi önemlidir. Yani “cana” en yakın olan “göz”dür.
Şimdi gözün önemini anlamamız için kâinatta mevcut varlıkların idrakini esas alalım.
- Mekân
- Zaman
- Madde
- Enerji
Bu dört ana öğeyi kullanarak diğer varlıkları oluştururuz. Bitki maddenin özel dizilişinden başka bir şey değildir. Hayvan da bitkilerin hareketlerinin dalgalarla organize edilmesinden başka bir şey değildir.
Mekânı uzunlukla ölçeriz. Zamanı psikolojik olarak biliriz ama ölçmeyi ancak mekâna çevirdiğimiz zaman yaparız. Saat ve güneşe bakarak belirleriz. Maddeyi ağırlıkla ölçeriz, elimiz bunu hisseder. Ama ölçmek için teraziyi veya kantarı kullanırız, yani yine uzunlukla ölçeriz. Enerjinin ölçülmesi de, maddenin kuvvetle ölçüsü de terazidir. Hesaplamalarla biliriz. Yani bizim bütün bilgilerimiz sonunda uzunluk ölçülerine dayanmaktadır. Yani diğer dört duygu hayvansal duygu gibidir. Rakamla büyüklükleri ifade edilemez. O halde görme duygumuz insan olmamız için şarttır. Bunun için önce zikretmesi bu gerçeği bize bildirmektedir.
Görme bu kadar önemli olmakla beraber, düşünebilmek ve karar alabilmek için kelimelere ihtiyacımız vardır. Dışarıdaki varlıkları gözle algılarız. Onlara birer ad veririz. Beyinde o adlarla kaydederiz. Sonra o kelimeler üzerinde düşünerek kararımızı alırız. “Armut” sözü ile bir varlığı kaydederiz. Acıktığımızda armut kelimesini hatırlar ve onun yerini buluruz, gider onu alır ve yeriz. O halde göz algılamak için çok önemlidir ama karar vererek yapabilmemiz için de kulağa ihtiyacımız vardır. Böylece gözden sonra kulaktan bahsedilmesi de son derece önemlidir. Burun göze eklenmiş, dişler ise kulağa eklenmiştir.
Dişler birer tat alıcı olarak değil konuşma aracı olarak zikredilmiştir. Kulakla zikredilmesi son derece önemlidir. Çünkü kulaklar işitmek içindir. Dişler de konuşmak içindir. Burun kelimesinin gözle beraber zikredilmesi koku ve manzara, sosyal mânâ taşımaz. Oysa ağızdan çıkan kelimeler sosyal mânâ taşır. Kulakta duyulan sesler önemli değil, onların taşıdığı kavramlar önemlidir.
Göz çifttir. İki gözü birden kör etmek iki gözün kısasını gerektirir. Bir gözü kör etmek bir gözün kör edilmesini gerektirir. Kısasın kuralıdır bu. Ne derece kör edilmişse o derece kör edilir.
Burada bazı kuralları irdelememiz gerekir.
Bir kimse gözü kör etti ama sonra iyileşti. Biz de onu zamanla iyileşecek kadar kör edebilirsek kısas yaparız. Ama denkliği sağlayamazsak diyete dönüştürülür. Önce kısas asıldır. Affedilmediği takdirde kısas yapılır. Yani katlı istediği için kısas yapılmaz. Affedildiği için kısastan vazgeçilir. Ancak eğer kısasta denklik sağlanamıyorsa o zaman kendiliğinden diyete dönüşür. Mağdur kısas istese de kısas yapılmaz.
Ben diyet vermek istemiyorum, hafif de olsa kısas yapılsın denemez. Mesela adam kişinin sağlam kolunu koparsa. Kendi kolu çolak olsa, diyete dönüşür. Diğer kol kesilmez. Çolak kol da denk olmadığı için kesilmez. Diyete dönüşür. Mağdur olan “hayır, ben çolak da olsa kolun kesilmesini istiyorum, diyet istemiyorum” dese, bu isteği yerine getirilemez. Çünkü kısas şeriatın emridir. Allah’ın hakkı olarak teşri edilmiştir. Kişilere kısasa dönüştürme yetkisi verilmiştir. Denklik tesis edilemediği takdirde kısas yapılmayıp diyete dönüştürülmesini de şari istemiştir. Buna kişinin hakkı yoktur, yetkisi yoktur.
وَالْأَنفَ بِالْأَنفِ
(Va eLEaNFa Bi elEaNFi)
“Ve enf enf ile”
“Enf” koku alma organıdır, ayrıca nefes alma organıdır. Ciğerlere giden hava buradan geçer, burada temizlenir ve sıcaklığı da ayarlanır, ciğere öyle gider. Ağızdan da nefes alınır. Ama bu nefeste koku alınmaz. Tozdan topraktan temizlenmiş olmaz. Ağız tektir. Burun ise yarım tektir. Bölünme vardır ama sonra birleşmektedir. Dolayısıyla tek sayılır. Nitekim çift olan uzuvları müennes olarak zikrederler. Lisanu’l-Arab’da
يقال للـمُتَغَيِّظ وَرِمَ أَنـْفُه. وفي حديث أَبي بكر في عَهْده إلى عمر، رضي اللّه عنهما، بالخلافة: فكلُّكم ورِمَ أَنـْفُه أَي اغْتاظَ من ذلك، وهو من أَحسن الكنايات لأَن الـمُغْتاظَ يَرِمُ أَنفُه ويَحْمَرُّ؛
Burada “verimet” değil “verime”, “terimu” değil “yerimu” gelmiştir. Bu takdirde burun ağız gibi tek uzuvdur. Eğer koku almaya devam ediyorsa, nefes alabiliyorsa kısas yapılmaz. Diyete dönüşür. Burunun göze kıyas edilmesinin başka sebebi vardır. Dişler bugün suni olarak yapılabilmektedir. Henüz suni kulak yoksa da yazı suni kulak yerine geçmektedir. Söylenen sözler yazılabilmektedir. O halde kulak ile dişlerin bu bakımdan yakınlığı vardır.
Bir soru ortaya çıkar: Bir kimse diğer bir kimsenin dişini kırsa ve kırılan diş yapma dişle doldurulsa, bu yapma diş normal diş kadar sağlam olabilir mi, hattâ ondan da faydalı olabilir mi? Sinirleri alınmış dişler ağrı yapmamakta ve çürümemektedir. O halde diş yerine diş yaptırma kısas yerine geçer mi?
Bu âyette “dişe diş” dendiğine göre, kısas yapılacaktır. Affederse başka.
Bu âyetlerin tefsirleri kırk-elli sene sonra bir daha yapılacaktır. O yıllarda hangi organların naklinin yapılabileceği hususu ortaya çıkar.
Kişi parmağını kesse, parmak da nakledilebilse, ben parmak istiyorum dense, parmak parmağı kesilene verilecek midir?
Eşitlik sağlanmış olmayacağı için genel kuralımız içinde bu caiz değildir. Ancak şöyle olabilir. Parmak kesenin parmağı kendisine nakledilir. Kesilene diyet ödenir. Yani parmağı kesilen parmak istiyor ama diyetini de verecek.
وَالْأُذُنَ بِالْأُذُنِ
(Va elEuZuNu Bi elEuZuNi)
“Ve uzune uzun”
“Ve kulağa kulak.”
Burada kulak ve gözden söz edilmektedir, sem’ ve basardan bahsedilmektedir. Yani “adamın kulağı” dediğimiz zaman sağır etme değil, sadece görünen kulağı kesme şeklinde anlaşılmaktadır. Diş de böyledir. Bunlardan bahsederek görünür olanda kısas söz konusudur. Göze bir şey olmasa ama görme kabiliyetini kaybetse, kulağa bir şey olmasa ama işitmeyi kaybetse nasıl kısas yapılacaktır? Beyinde yapılan darbe sonunda kişinin konuşma kabiliyetini kaybetmesi durumunda ne olacaktır?
Görülüyor ki, kısas hükümlerinin uzuvlara uygulanması sanıldığı kadar kolay değildir.
Bu sebepledir ki sem’ ve basarın kısasından değil, konuşma kabiliyetinin kısasından değil de, kulak parçasının koparılmasından yahut dişlerin sökülmesinden bahsedilmektedir. Bu hükümler de doğrudan bize hitap olarak değil de, Tevrat’ta yazıldığından bahsedilmektedir.
وَالسِّنَّ بِالسِّنِّ
(Va elSinNu Bi elSinNı)
“Ve dişe diş”
“Ve dişe diş.” Kaç diş sökülmüşse o kadar diş anlamında getirilmiştir.
Dört tane asıl sayılmıştır. Bu kıyas usulüne aykırı değil midir?
Burada Tevrat’ta kıyas usulü olmadığı için bu usule aykırı değildir. Asıl olan nefistir. İllet ise caydırıcılıktır. Yani kısasta hayat vardır.
Hayat nedir?
Başkalarının adam öldürmemesidir. Benzer şekilde uzuvlar da bunlara kıyas edilir. Caydırıcılık illeti varsa kısas yapılır.
وَالْجُرُوحَ قِصَاصٌ
(Va elCurUvXa QıÖAÖun)
“Ve cerhler de kısastır.”
Yaralamalar da kısasladır.
“Nefs”den sonraki isimler mübteda olarak merfu da okunur. Tevrat’ta nefs için kısas yazdık, diğerlerinde göze göz yazdık denmiş olmaktadır. Böyle farklı ifade ile nefsin kısası ile ilgili hükümlerle uzuvların kısası ile olan hükümlerde farklılık ortaya çıkmaktadır. Nefsin affedilmesi hâlinde diyete dönüşür ve diyet pazarlık konusu değildir. Çünkü nefsin katli o nefsin sonra zararlı olup olmayacağı ile ilgilidir. Bir de nefise af ölenin varisleri tarafından yapılmamalıdır. Onun vârisi olmayan en yakını tarafından yapılmaktadır. Halbuki uzuv yaralamalarında af doğrudan mağdur tarafından yapılmaktadır. Dolayısıyla burada sadece intikam hissinin sonlandırılması söz konusudur.
Tevrat’ta yazdık demesiyle, biz istesek uzuvlarda kısas uygulanmaz diyete dönüştürürüz, kısasta hayat vardır âyeti nefsteki kısas için geçerlidir. Uzuvlar için bu hikmet geçerli olmayabilir. Bu sebepledir ki sizin için kısasta hayat vardır âyeti sadece nefs için olan kısas hükümlerinden sonra zikredilmiştir. Yukarıda göze göz, kulağa kulak denmiş ve hükümler marifeler arasında getirilmiş olduğu halde, burada kısas vardır diyerek nekre getirilmiştir. “Ve fi’l-curuhi kısasun” denmesi gerekirken, “yaralamalar kısastır” denmiştir. “Ve’l-curhu bi’l-curhi” de denebilirdi. Yaralayanı yaralama kısastır demek, cerhu el cerhi demektir. Yani yaralayanı yaralamak kısastır diyor. Böylece kısas kelimesini de tarif ediyor. O ne yapmışsa karşı tarafa da o yapılmalıdır. Buradaki isim veya mübteda, kısas yapanların cerhidir, cerh edenin cerhi değildir.
Bu ifade yine bize kısasta denkliği şart koşmaktadır. Bu âyette şunları yeniden öğrenmiş oluyoruz. Uzuvların kısasında hüküm zorunlu değildir. Çağımızın gelişmiş imkanları içinde eğer kişinin zararı giderilebiliyorsa kısas yapılmaz. Yani dişi kırılanın dişi yapılabiliyorsa kısas yapılmaz, yerine diş yapılır ve bu esnada diş kıranın verdiği zararlar tazmin edilir.
“Curh kısastır”ın başka bir manâsı daha vardır. Curuhda kalıcılık yoktur. Birini yaralarsınız. O yara on gün içinde iyileşirse, karşı tarafa da on günde iyileşecek cerh yaparsınız. Sonunda ikisi de iyileşmiş olur. Sadece çektikleri eziyet söz konusudur. Burada da kısas vardır denmiş olmaktadır.
Bütün bunlar Tevrat’ın hükümleridir. Kur’an’daki emredici hüküm ise nefse nefstir. Tevrat’la olan ittifak nefis içindir. Organlar üzerindeki kısası ise bucaklar uygulayabilirler ama uygulamakla mükellef değildirler.
Kur’an burada yine şuna işaret etmektedir. Siz idam cezalarını kaldırdınız. Oysa Tevrat size organlar için de kısası emretmektedir. Kur’an ehline ise sadece nefs için kısası emretmektedir. Organlara ait kısas ise hikmete bırakılmıştır.
Demek nefste kısas asıl ise uzuvlarda diyet asıldır. Yani eğer kısas talep eden yoksa o zaman onun kolu kesilmez, gözü çıkarılmaz, aksine diyet ödenir.
Burada kısas hakkında bazı açıklamaları yapmamız gerekmektedir. Nefsin diyetinde diyet pazarlığı yapılamadığı halde, uzvun kısasında diyet pazarlığı yapılabilir. Nefsin kısasında mirasçı olmayan en yakını karar vermektedir. Başka kimselerin müdahale etme yetkileri yoktur. Oysa uzuvda karar verecek olan kendisidir. Küçük ise karar verecek olan vârisi olsa da en yakın velisidir.
Fiil müşterek yapılmışsa birisine kısas uygulanır. Diğerlerinin hepsi tam diyet öderler. Affedilirse hepsi ayrı ayrı diyet öderler. Zorlayan diyet öder. Fail ise kısasa tâbidir. Affedilirse o da diyet öder. Yani hem zorlayan hem zorlanan ayrı ayrı diyet öderler.
Birisi para verip diğerini öldürtürse, para veren diyeti öder. Tetikçi öldürülür. Affı caiz midir? Değil midir? Bu hususta kıyas yapmak gerekir. Soygun yapanlara kıyas yapılacaksa affı caiz değildir. Bu husus bucak şeriatında belirtilir.
فَمَنْ تَصَدَّقَ بِهِ
(Fa MaN TaÖadDaQa BiHIy)
“Kim onunla tasadduk ederse.”
“Fa” harfi getirilmiştir. Kural şudur. “Fe”den sonra gelen genel kural olup her yerde uygulanır. Yani tasadduk edenin kendisine keffaret olur. Bu kurallar kısasta da uygulanmış olur. Yani af müessesesi Tevrat’ta da vardır demektir. Af edilir, değişik sebeplerle affa dönüşürse ve diyet öderse, o artık ona keffaret olur. Artık kişiye ceza verilmez.
Bu ifadenin çok derin manâsı vardır. Cinayet aslında kamuya ait sorundur, kamu tarafından cezalandırılması gerekir. Bazı yerlerde cezanın infazını kamu adına affetme yetkisi verilen kimseye bırakmıştır. Katilde asıl olan kısastır. Ama mirasçı olmayan en yakınına affetme yetkisi verilmiştir. Kısas yapılmaz. Kamu cezasının çekilmesi gerekir. Bu diyet kamu suçunun cezası olur.
Daha önce diyette af caiz değildir görüşünde idim ama bunda delilim yoktu. Şimdi delil oraya çıktı. Verdiği diyet keffarettir. Eğer diyeti istihkak eden yoksa diyet kamu bütçesine gidecektir demektir. Mirasta kamunun payı yoktur ama diyette kamunun payı olduğu için payı vardır demektir.
Kur’an okundukça fıkhın çetrefilli hükümleri de çözülmektedir.
فَهُوَ كَفَّارَةٌ لَهُ
(FaHuVa KafFARaTun LaHUv)
“O ona keffarettir.”
Evet, katilin ödediği diyet, kamu suçuna karşı keffarettir.
Ceza sistemleri üzerinde durursak, cezalar şu şekilde sıralanır:
- Ölüm cezası. İslâmiyet’te yalnız kısasta ölüm cezası vardır. Onun dışında sadece savaşta adam öldürülür.
- Uzvun kat’ edilmesi. Kısasta bu ceza vardır. Hırsızlıkta vardır. Fuhuşta vardır. Soygunda vardır. Batılılar bu cezaları kabul etmiyorlar.
- Dayak cezası. Zinada ve iftirada vardır.
- Para cezaları. Kısasın olmadığı yerlerde para cezaları verilir ve vârislere bölüştürülür.
Ayrıca bazı keffaret suçlarına karşı:
- Oruç tutmak,
- Fakir doyurmak,
- Fakiri giydirmek,
- Bedelini vakfa vermek.
Burada diyetin keffaret olduğu ifade edilmiştir, yani ayrıca keffaret gerekmemektedir. Hatalı katilde diyeti kendisi değil âkilesi ödemekte, kendisi sadece köle azat etmektedir. Halbuki amden katillerde diyeti hem kendisi ödemekte hem de galiz diyet ödemektedir. Dolayısıyla ayrıca keffaret gerekmemektedir.
“Keffaret” örtme demek, kapatma demektir. Dışarıdan görünmez hâle getirmedir.
Burada af müessesesinden bahsedilmemiştir. Yani Tevrat’ta kısas tedvin edilmiş ama afv ve diyet hakkında bir hüküm konduğuna işaret edilmemiştir.
Tasadduktan bahsedilmiştir. İktiza ile delaletle afv müessesesine de işaret edilmiş olmaktadır, hata müessesesine de işaret edilmektedir.
Çağımızın fıkhını hazırlarken Yahudi, Hıristiyan, Budist ve Hindu âlimlerinin katılmaları gerekir. Bunun için Akevler bir vakıf kurmalı, fıkıh araştırmaları yapan âlimler burada toplanmalıdır.
- Hanefi uleması,
- Şafii uleması,
- Maliki uleması,
- Hambeli uleması,
- Şii uleması,
- Batı uleması,
- Sosyalist uleması,
- Hindu uleması,
- Budizm uleması,
- Tevrat uleması.
Bu çalışmalara katılmalıdırlar. Tevrat’ta nelerin olduğunu biz onlarla müzakerede öğrenmeliyiz. Ancak bu şekilde çağımızın problemlerini çözeriz. Biz ilimle meşgul iken bu vakıfla meşgul olmamalıyız, bu işi yapmak da ilim yapmayanlara düşer.
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ
(Va MaN LaM YaXKuM BiMAv EaNZaLa elLAHu)
“Ve Allah’ın inzâl ettiği ile hükmetmeyenler.”
Bundan önce de benzer âyet geçmiş, o âyet mü’minlere hitap etmişti. Burada ise Tevrat’ta da benzer âyet olduğuna işaret etmektedir.
“Men” ismi umumi isimdir. Fail olarak nekredir. Fiil olarak marifedir. Fiil olarak deliller vardır. İnsan o delillerle içtihat yapar, bir sonuca varır, Allah’ın öyle emrettiğine karar verir. Ama sonra ona göre hükmetmez ise işte bu Allah’ın inzâl ettiği ile hükmetmemektir.
Yahut kendisine birisi gelir, ona hatırlatır; bakınız, Allah böyle diyor denir. Ama o nazarı itibara almaz.
Millî Görüşçülerin ve Ak Partililerin durumu budur. Kendilerine yanlış yaptıklarını hatırlatmak istiyoruz, sesimize kulak vermiyorlar. İşte bunlar Allah’ın inzâl ettiği ile hükmetmiyorlar. Millî Görüş kurulurken Erbakan’la bağımsız adaylığında ben vardım. Sonra parti kurulurken Ege Bölgesi’ni ben kurmuştum. “Adil Düzen”i beraber çalışarak oluşturduk. Onlar siyaset yaparken biz kırk senedir “Adil Düzen” ilmiyle uğraşıyoruz. Onların şimdi televizyonları var, gazeteleri var, gençlik teşkilatları var, ekonomik kuruluşları var. Biz onları arıyoruz. Onlar ise duymamazlıktan ve görmemezlikten gelmektedirler. İşte bu Allah’ın inzâl ettiği ile hükmetmemektir. Her söze kulak verecek, en iyisine uyacaklar.
Evet, bunlar her söze kulak veriyorlar, yalnız bir söze kulak vermiyorlar; Allah’ın sözüne kulak vermiyorlar. 3 * 4 = 81 diyen olursa ona kulak veriyorlar. 16 diyen olursa ona da kulak veriyorlar. Yedi milyar insan 7 milyar çözüm getirse, onların hepsine kulak veriyorlar. Çünkü onlar “semmaune li’l-kezibi”dirler. Ama bir söze kulak vermiyorlar: 3 * 4 = 12 eder. İşte buna kulakları tıkalıdır. Onu duymuyorlar ve duymak istemiyorlar.
Burada “kim Allah’ın inzâl ettiği ile hükmetmezse” demek, kim 3 * 4 = 12’yi kabul etmezse demektir. Onların üniversitelerinde her görüş okutuluyor ama Kur’an’ın görüşü okutulmaz. Yunanlıların tanrı efsaneleri, heykelleri, seksi okutuluyor; bunlar kültürdür ama Kur’an ilkeldir, öğrenmeye değmez!
Diyeceksiniz ki; bakınız, İlâhiyat Fakülteleri var, oralarda okutmuyorlar mı?
Hayır!
Liselerde, üniversitelerde, doktoralarda Kur’an okutulmuyor, Kur’an öğretilmiyor. Bin sene önceki insanların görüşleri anlatılıyor. Ebu Hanife’nin ve Gazali’nin görüşleri aktarılıyor. Onlar profesör mü idi? Onlar Avrupa üniversitelerinden diplomalı mı idi? Onların bin sene önce söyledikleri artık tarih olmuştur, o zamanki sorunları çözseler bile, artık günümüzde uygulanacak tarafı olmayan metinleri ezberleyip anlatıyorlar. Biz de Ebu Hanife gibi, Gazali gibi bir adamız. Bizim görüşlerimiz okutulmuyor, kitaplarımız okunmuyor, üniversiteler bahsetmiyor. Erbakan bu çözümleri dünyaya duyurdu ama kapı komşusu fakülteler neden duymuyor?!! Çünkü bunlar Allah’ın indirdikleri ile hükmetmiyorlar.
Burada “Men”den sonra “Mâ” kullanılmıştır.
“Mâ”da da mef’ul belli değildir ama fiil bellidir.
Fiil nedir?
Usulü fıkıhtır, usul ilmidir. Bu değişmez, kıyamete kadar aynıdır. Gelişir ama değişmez. Matematik ilimleri gibidir. 3 * 4 = 12 eder, Hz. Adem’den beri bu tüm insanlıkta ve uygarlıkta aynıdır. Ama bugün ihtimaliyat hesapları yapılmaktadır. Fıkıh her zaman değişecektir ama usulü fıkıh değişmeyecektir. İşte buradaki “Mâ” bunu ifade eder.
Ellezî, Men ve Mâ, Zalim ve ez-Zalim hep ism-i faildir. Yani işi yapanı ifade eder. Meçhullerde ism-i mef’ulü ifade eder. Bunlar arasında şu fark vardır.
“Zalim”de hem fail hem de mef’ul nekredir.
“Ez-Zalim”de fail marife fiil nekredir.
“Men zaleme”de fail nekre fiil marifedir.
“Ellezî”de hem fail hem de fiil marifedir.
Bu bizim varsayımımızdır. Gramerciler de “Mâ” ve “Men”de marifelik ve nekrelik hususunda ihtilaf etmişler, bizim gibi bu hususu belirtmemişlerdir. Siz başka şekilde farklar ortaya koyabilirsiniz ama fark yok diyemezsiniz.
Madem ki dört şekli vardır, dört ayrı manâsı vardır. Ondan sonra Kur’an’da uygulama yaparız. Hangisi daha çok sorunları çözüyorsa o tercih edilir. Şöyle ki, eğer birinin varsayımı diğerinin varsayımını da içeriyorsa içeren kabul edilir. Farklı yerlerde farklı uygulama doğuruyorsa iki varsayım da geçerli olur ve iki mezhep olur.
فَأُوْلَئِكَ هُمْ الظَّالِمُونَ(45)
(Fa EuLAvEiKa HuMu elJAvLıMUvNa)
“Onlar zalimdirler.”
Yukarıda “onlar kafirdir” denmişti.
Burada “onlar zalimdir” deniyor.
Demek ki mefhumu muhalefet yoktur.
Bu sûrede bu kalıp üç yerde geçmektedir. Kur’an’da başka sûrede geçmemektedir. Birinde “kafir”, birinde “zalim”, birinde de “fasık” denmektedir. Mü’minlere, Yahudilere, Hıristiyanlara hitap etmektedir. Mü’minler için “kâfirdirler”, Yahudiler için “zalimdirler” denmekte, Hıristiyanlar için “fasıktırlar” denmektedir. “Fe” harfinden sonra geldiği için, “Ve Men” ile ifade edildiği için, önce hükümler geneldir, yani Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenler hem kâfir hem zalim hem de fasıktırlar. Bununla beraber mü’minler daha çok kâfir, Yahudiler daha çok zalim, Hıristiyanlar da daha çok fasıktırlar. Kur’an’ı uygulamayanlar kâfir, Tevrat’ı uygulamayanlar zalim, İncil’i uygulamayanlar fasıktırlar.
Kur’an’ı uygulamadaki küfür şuradan gelmektedir.
Kur’an’ın diğer kitaplardan farkları vardır.
- Kur’an son kitaptır.
- Kur’an sözleri ve diliyle değişmeden bize ulaşmıştır.
- Kur’an mucize kitaptır. Diğer dinlerde mucize peygamberlere verilmiştir, onlar bugün yaşamıyorlar. O halde bugünkü insanlara mucize değildir Kur’an ehlinde mucize ellerindedir. Kesin delillerle sabit olan ilâhi hükümleri uygulamayanlar kafirdirler.
- Kur’an’ın hükümleri içtihatla ve icmalarla ortaya çıktığı için her asrın sorunlarını çözmektedir. Kur’an’ın uygulanmaması için herhangi bir mazeret yoktur. Bu sebeple Kur’an’ı uygulamayan ehl-i Kur’an kâfirdir.
“Adil Düzen”i kabul etmeyip Batı düzeni içinde hanımların başlarını örtmekle yetinenler kâfirdir. Kur’an düzenine inanmayanlar kâfirdir.
Bunları ben söylemiyorum, Kur’an söylüyor.
Burada “inanmayanlar” demiyor, “hükmetmeyenler” diyor.
Bize elbette haklı olarak derler ki, sizin dedikleriniz Kur’an değildir ki, sizin heva ve heveslerinizdir. Bu doğru olabilir. Ama kendileri dünyanın bütün düzenlerini öğrenmeye çalışır da Kur’an’ı değil Karl Marks’ı hak bulurlarsa, demek ki Allah’tan onlara nâzil olan odur. O zaman biz kâfir oluruz. Biz demiyoruz ki bizim dediklerimizi kabul edin. Gelin birlikte araştıralım diyoruz. Biz araştırıyoruz diyorlarsa, onlara bir diyeceğimiz yoktur. O zaman sadece, “neden bizimle beraber araştırmıyorsunuz” deriz.
Tevrat ehli için “zalim” sözü kullanılmaktadır. Çünkü onlar sömürmek için, insanlara zulmetmek için Tevrat’ın hükümlerini uygulamıyorlar. Onun için Kur’an ehli kâfirdir, onlar ise zalimdirler. Hıristiyanlara “fasık” denmektedir. Onlar sadece günahkârdırlar. Dünyayı sömürmek için İncil’den uzaklaşmıyorlar. Ellerinde mucize bir kitap da yoktur. Onların yapması gereken Tevrat yerine Kur’an’ı kabul ederek bizim “Adil Düzen” çalışmalarına katılmalarıdır. Onlar sadece fasıktırlar.
Burada yine şunu hatırlatmak isterim. Bu “kâfir” sözü CHP’lileri içermiyor, çünkü onlar kendilerini ehl-i Kur’an görmüyorlar. MHP’lileri de içermiyor, onlar da kendilerini ehl-i Kur’an sahibi görmüyorlar. Yani onlar olsa olsa Hıristiyanlar gibi fasıktırlar.
Kim kâfirdir? Saadetçi olup şeriatçı olmayan, AK Partili olup Kur’an hükümlerini reddedenler kâfirdir.
Bana AK Partililer ve Saadet Partililer çok kızacaklar, küsecekler ama onları uyarmam için bunları yazmam gerekiyor.
Kâfir değiliz diyorlarsa, buyursunlar, Kur’an hükümlerini uygulayalım.
Evet, siz ehl-i tarik de, “Adil Düzen”e yani şeriata cephe alan siz namaz kılanlar da, size söylüyorum; kâfir olmak istemiyorsanız, tevbe edin, istiğfar edin. Gelin Kur’an’ı beraber inceleyelim. Bizim hatamızı ve eksiğimizi siz düzeltin, bize de hidayet etmiş olursunuz.
Sorumluluk İslâmiyet’le ilgilenmeyenlerde değildir. Onlar müslimdirler. Onlar “Adil Düzen” geldiği zaman ona uyarlar. Ama onlar “Adil Düzen”i getirmekle ne yükümlü ne de mezundurlar. “Adil Düzen”i getirmekle yükümlü olanlar şunlardır:
- Başta İstanbul Adil Düzen çalışanları Kur’an’a göre hükmetmiyorlarsa kâfirdirler; yani biz kâfir oluruz.
- Sonra İzmir Akevler çalışanları Kur’an’a göre hükmetmiyorlarsa kâfirdirler.
- Sonra Saadet Partisi mensupları Kur’an’a göre hükmetmek için çalışmıyorlarsa kâfirdirler.
- Sonunda da AK Partililer Kur’an’a göre hükmetmiyorlarsa kâfirdirler.
Bunları kendi çıkarları için yapmayan tüm insanlar zalimdir.
Gaflet içinde uygulamıyorlarsa fasıktırlar.
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 32
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَقَفَّيْنَا عَلَى آثَارِهِمْ بِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنْ التَّوْرَاةِ وَآتَيْنَاهُ الْإِنجِيلَ فِيهِ هُدًى وَنُورٌ وَمُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنْ التَّوْرَاةِ وَهُدًى وَمَوْعِظَةً لِلْمُتَّقِينَ (46) وَلْيَحْكُمْ أَهْلُ الْإِنجِيلِ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فِيهِ وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْفَاسِقُونَ (47)
وَقَفَّيْنَا
(Va QafFaYNAv)
“Ve takfiye ettik.”
“Kafa” baş demektir. “Re’s” yüz de dahil baştır. Kafa ise yüzün üstündeki baştır, beynin olduğu yerdir. “Kafa etmek” baş çekmek demektir, başkanlık etmek demek değildir.
Bir toplulukta girişken insanlar olur, yenilik yapar, halkın arkalarından gitmesini beklerler; halk da eğer onları benimserse o zaman onların peşine düşerler, o tarafa akış olmuş olur. Biz buna önderlik diyoruz, örnek olma diyoruz.
Peygamberler başkan olduktan sonra insanları kendi taraflarına götürmezler; önce insanları kendi taraflarına götürürler, sonra başkan olmuş olurlar. "İlmin olmadığı yerde kafa olma" âyetinde söylenen nehiy "ilmin olmadığı yerde önder olma" anlamındadır.
“Takfiye” önder yapma anlamına gelir. Bunun manâsını tam kavrayabilmemiz için bir sürü oluşumu bilmemiz gerekmektedir.
Hayvan sürüleri birlikte yürürler, başkanları ortada olur. Bunlar imamlardır. Bir de baş çekenler vardır. Etrafı kolaçan eder, uygun yer gördüler mi o tarafa yönelirler. Sürü onların peşinden gitmez. Başkan ona uyarsa sürü de uyar. İşte bunlara “kafa/baş” denmektedir.
Topluluklarda da durum böyledir. Yenilikleri girişimciler yapar, örnek olurlar. Eğer başkan onaylarsa o zaman o topluluk da o tarafa gider, onaylamazsa topluluk o tarafa gitmez.
İşte bu başkanın onaylaması “takfiye”dir.
Allah peygamberleri girişimci olarak göndermiştir, Allah insanların kalblerine onlara uyma meylini vermiştir, yani onları takfiye etmiştir, o topluluğa baş çeken yapmıştır.
وَلَقَدْ آتَيْنَا مُوسَى الْكِتَابَ وَقَفَّيْنَا مِنْ بَعْدِهِ بِالرُّسُلِ وَآتَيْنَا عِيسَى ابْنَ مَرْيَمَ الْبَيِّنَاتِ وَأَيَّدْنَاهُ بِرُوحِ الْقُدُسِ (2/87)
Biz Musa’ya kitabı ita ettik. Onun arkasında resullerle takfiye ettik. Ve Meryem oğlu İsa’ya beyyinatı verdik. Onu kudus ruh ile teyid ettik.
Burada Hazreti Musa’dan sonra gelen resuller içinde Hazreti İsa’yı saymaktadır, yani onu da İsrail oğulları peygamberi yapmaktadır, çünkü o da Hazreti İbrahim ve Hazreti Yakub’un soyundandır.
لَقَدْ أَرْسَلْنَا رُسُلَنَا بِالْبَيِّنَاتِ وَأَنْزَلْنَا مَعَهُمُ الْكِتَابَ وَالْمِيزَانَ لِيَقُومَ النَّاسُ بِالْقِسْطِ وَأَنْزَلْنَا الْحَدِيدَ فِيهِ بَأْسٌ شَدِيدٌ وَمَنَافِعُ لِلنَّاسِ وَلِيَعْلَمَ اللَّهُ مَنْ يَنْصُرُهُ وَرُسُلَهُ بِالْغَيْبِ إِنَّ اللَّهَ قَوِيٌّ عَزِيزٌ (25) وَلَقَدْ أَرْسَلْنَا نُوحًا وَإِبْرَاهِيمَ وَجَعَلْنَا فِي ذُرِّيَّتِهِمَا النُّبُوَّةَ وَالْكِتَابَ فَمِنْهُمْ مُهْتَدٍ وَكَثِيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ (2657/) ثُمَّ قَفَّيْنَا عَلَى آثَارِهِمْ بِرُسُلِنَا وَقَفَّيْنَا بِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ وَآتَيْنَاهُ الْإِنْجِيلَ وَجَعَلْنَا فِي قُلُوبِ الَّذِينَ اتَّبَعُوهُ رَأْفَةً وَرَحْمَةً وَرَهْبَانِيَّةً ابْتَدَعُوهَا مَا كَتَبْنَاهَا عَلَيْهِمْ إِلَّا ابْتِغَاءَ رِضْوَانِ اللَّهِ فَمَا رَعَوْهَا حَقَّ رِعَايَتِهَا فَآتَيْنَا الَّذِينَ آمَنُوا مِنْهُمْ أَجْرَهُمْ وَكَثِيرٌ مِنْهُمْ فَاسِقُونَ (27)
Resullerimizi beyyinat ile irsal ettik. Onlarla beraber nâsa kıst ile kaim olsunlar ve Allah gaybda ona ve resulüne nusret eden kimseyi bilsin diye kitabı ve mizanı inzâl ettik. Hadidi de inzâl ettik. İçinde şedid be’s vardır ve nâs için menfaat vardır. Allah kavidir azizdir.(25) Bir de Nuh’u ve İbrahim’i irsal ettik. İkisinin zürriyetinden nübüvveti ve kitabı ca’lettik. Onlardan muhtediler vardır. Onlardan çok fasık da vardır.(26) Sonra onların asarına resullerimizle takfiye yaptık. Ve Meryem oğlu İsa ile de takfiye yaptık. Ona İncil’i verdik. Ona tâbi olanların kalblerine re’fet ve rahmet ve ibtida ettikleri rehbaniyeti ca’lettik. Allah’ın rıdvanını ibtiğa etmeleri dışında onlara ketb etmedik. Ona hakkıyla riayet etmediler. Onlardan iman etmiş olanlara ecirlerini îtâ ettik. Onların içinde çok fasıklar vardır.(27)
Hazreti Nuh ve Hazreti İbrahim’in zürriyetleri dışında resuller irsal ettiği bildirilmektedir. Onlara kitab ve nübüvvet verildiği söylenmektedir. Demek ki Hazreti Nuh’un neslinden olmayan kendilerine kitap verilen resuller vardır. Bu da Nuh tufanının tüm insanlığı kapsamadığını ifade eder. “Kaffeyna” kelimesi bir de burada geçmektedir.
İki yerde doğrudan Hazreti İsa ile takfiye ettiğini söylemektedir. Hazreti Nuh, Hazreti İbrahim, Hazreti Musa ve Hazreti Muhammed için takfiye kelimesini getirmemektedir.
İsrail oğullarına verilen görev insanlığı uygarlaştırmadır. Hazreti Nuh bunun ilk örneğini verdi. İsrail oğulları da bunu geliştirdiler. Hazreti İsa bu uygarlığı beşerileştirdi. Kur’an ise bunu kitabileştirdi, içtihat ve icma ile beşeriyeti vahiysiz yaşama imkanlarına kavuşturdu. Hazreti İsa insanlığı uygarlaştırmadı. Kur’an uygarlığa yöneltti. Bu sebepledir ki takfiye kelimesini Hazreti İsa için vurgulayarak getirmektedir.
عَلَى آثَارِهِمْ
(GaLAy EaÇAvRiHiM)
“Onların âsârına takfiye ettik.”
Buradaki “âsâr” Tevrat ehlinin âsârıdır.
“Eser” iz demektir. Yürüyen insanlar ayak bastıkları yerde işaretler bırakırlar, buna “eser” denir. İnsanların öldükten sonra bıraktıkları yapılar ve yazılar da eser olarak zikredilir. Etkilemek anlamında da eser, iz, söz gelmektedir.
Buradaki “âsâr” onların izleri demek oduğu gibi, onların kitapları veya onların uygarlıkları demek olmuş olur.
Mezopotamya’da site devletleri oluştu, peygamberlerin hak uygarlığı gelişti.
Mısır bundan yararlanarak merkezî devlet oluşturdu. Nil Vadisi site devletler olarak varlıklarını sürdürmeye elverişli değildi.
Şimdi yeni devlet şeklinin ortaya çıkması gerekiyor. Bir taraftan Mısır’daki merkezî devlet yapısı olmalıydı, diğer taraftan Mezopotamya’daki site özgürlükleri olmalıydı.
İşte, Tevrat bir taraftan Mısır’daki merkezî devlet sistemini benimsedi, diğer taraftan da Mısır’daki İsrail oğullarını 12 sıpta ayırarak yerel yönetim sistemini benimsedi, böylece insanlığa yeni yönetim şeklini getirdi. Ne var ki bunu sadece İsrail oğulları içinde yaptı. Bu sistem bütün beşeriyeti kapsamıyordu.
Bununla beraber Mezopotamya’yı taklit ederek Yunan siteleri ortaya çıkacaktır.
Sonra İbranileri taklit ederek Roma (imparatorluğu) ortaya çıkacaktır.
Demek ki eskilerinin izinden giderek uygarlık gittikçe gelişecektir.
Buradaki zamir bütün resullere, bütün nebilere gidebilir.
İnsanlık başlangıçta toplayıcılık hâlinde yaşıyordu. Sonra avcılığa, sonra çobanlığa, sonra da çiftçiliğe geçmiştir. İnsanlar kabileler hâlinde yaşarlardı. Bunlarda yazılı şeriat yoktu. Kabile başkanının emirleri yasa olurdu. Kural yönetimi yerine kişi yönetimi vardı.
- İlk kural yönetimi Mezopotamya’da Hazreti Nuh ile başladı. Mezopotamya’da site devletleri oluştu. Bunları izleyen Mısırlılar merkezî devleti kurdular.
- Sonra İsrail oğulları yerinden yönetimli merkezî devleti oluşturdular.
- Sonra Kur’an içtihat ve icma sistemi ile peygambersiz uygarlığı ortaya koydu.
Her yeni gelen uygarlık eski uygarlıkları izlemiştir.
Yeryüzünde uygarlık Mezopotamya’da doğdu ve başka da yeni uygarlık hiçbir yerde oluşmadı. Bu uygarlık önce Mısır’da, sonra Hindistan’da, sonra Çin’de yeni oluş şeklinde ortaya çıktı ama hepsi Mezopotamya’dan ayrılmadır.
Sıcak memleketlerde gelişen uygarlıkların uzantısı orta kuşaklarda belirdi. Anadolu, Eski Yunan, Güney Avrupa bunlardandır.
Daha sonraları ise uygarlık kuzeye de geçmiş, Orta Asya ve Kuzey Avrupa da uygarlık merkezleri olmuşlardır.
Bugün gelişmiş olan teknoloji sonucu tüm yeryüzü uygarlaşmaya elverişli hâle gelmiştir. III. bin yıl uygarlığı artık bütün insanlığın ortak uygarlığı olacaktır. Bu uygarlığa insanları yönlendirenler de Hıristiyanlar olmuşlardır.
بِعِيسَى ابْنِ مَرْيَمَ
(Bi GIySay iBNi MaRYaMa)
“Meryem oğlu İsa ile.”
“Revm” etrafı dağlarla çevrili düzlük demektir. Anadolu’nun adı Roma'dır. Anadolu uygarlıkları Roma uygarlığıdır. Kur’an’da “Rum yenildi” derken “Anadolu devleti yenildi” demektir. Roma’yı kuranlar da Etrüsklerdir. Anadolu’dan gitmişler, Roma adını onlar vermişlerdir. [Etrüskler İtalya'nın Tiber ile Arno nehirleri arasında yer alan Etruria bölgesinde yaşamış ve MÖ 6. yüzyıla dek varlığını sürdürmüş bir halkın adı olup Antik Romalılar tarafından Etrusci veya Tusci adlarıyla tanımlanmışlardır. Etrüsk halkının bir kısmı ve kültürü zamanla Roma İmparatorluğu içinde erimiştir. Etrüskler İtalya'daki diğer kavimlerden çok daha ileri bir uygarlık düzeyindeydiler. Roma uygarlığının, mitolojisindeki ilahlardan, hukukundan, yol yapım tekniklerine kadar, kökünü hemen hemen tümüyle Etrüsk uygarlığından almış olduğu günümüzde saptanmış durumdadır.. Etrüsklerin dini, Çiçero’nun değindiği gibi, vahyedilmiş bir dindi ve 12'li sistemi baz alan bir inisiyatik örgütlenmeleri vardı. Yunan tarihçi Herodot'a göre Etrüskler Küçük Asya'dan (Lidya) İtalya'ya göç etmişlerdir. Bunun yanı sıra pek çok tarihçi de Etrüskler ile özellikle Truva başta olmak üzere Anadolu uygarlıklarının âdetleri arasında bağ kurmaktadır. Bu sebeplerden dolayı Etrüsklerin kökeninin Doğu uygarlıklarına dayandığını savunurlar. Etrüsklerin kökeni hakkında yapılan en yeni çalışma, 2004 yılında çeşitli İtalyan üniversitelerinden gelen bir grup genetik bilimci tarafından yapılmıştır. Bu araştırma çerçevesinde MÖ 7-3 yüzyıllar arasında yaşamış Etrüsklere ait 80 iskeletten alınan DNA örnekleri alınarak çok titiz bir çalışma ile günümüzde yaşayan çeşitli milletlere ait DNA'lar ile karşılaştırılmıştır. Sonuç olarak Etrüsklerin genetiğinin diğer milletlere göre en çok bugünkü Türkiye Türkleri ile yakınlığı %98,2 oranında ortaya çıkmıştır. (Vernesi et al. 2004). Eski Yunan efsanelerinde de sıkça anlatıldığı gibi bu durum antik çağda Anadolu'dan İtalyan yarımadasına yapılan göçlerle açıklanmıştır.]
“Meryem” mef’al vezni üzere ism-i mekan adıdır. Yani bol, bereketli, geniş bir saha demektir. “İsa” beklemek demektir. “Mesih” ise Hazreti İsa’nın gerçek adıdır. Hazreti İsa çok yerde “Meryem Oğlu İsa” olarak geçer. Hazreti İsa Hazreti Meryem’le nebi ve resuldür. Önce Hazreti Meryem manastırda yetişmiş, ondan sonra da oğlunu o yetiştirmiştir. Tevrat’ı Hazreti İsa’ya o öğretmiştir. Hazreti İsa Hazreti Meryem’le kâmil bir resuldür. Dolayısıyla onun oğlu olduğunu, onun öğrettiklerinin Allah’ın öğrettikleri olduğunu bildirmektedir.
Hazreti Yusuf birtakım senaryolarla Mısır’a götürülmüştür. Hazreti Musa orada yetişmiş, sonra Medyen’e gitmiş ve İslâmiyet’i orada öğrenmiştir. Hazreti Meryem de manastıra verilmiş ve orada yetiştirilmiş, sonra o da Hazreti İsa’yı yetiştirmiştir.
Osmanlı İmparatorluğu’nun Batılılaşma hareketleri de böyledir…
Cumhuriyet inkılapları da hep takdir-i ilâhidir...
Hepiniz kendi hayatınıza şöyle bir bakınız; sizin başınıza gelenlerin hepsi tesadüflerden yani takdirlerden oluşur.
Örnek olarak Reşat Nuri Erol’u alabilirsiniz. Babası Kosovalıdır, Reşat orada doğmuş ve oradan Türkiye’ye gelmiştir. Hicret edip Türkiye’ye gelmeselerdi, Reşat babasının yönlendirmesiyle İmam-Hatip Lisesi’ne gitmeseydi, hayatının ondan sonraki merhalelerinde yaşadıklarını yaşamasaydı, o zaman Reşat bu Reşat olamayacaktı. Sonra gençlik hevesi ile Millî Görüş Hareketi’ne ve Akevler’e katılmıştır. Zorunlu olarak Arabistan’a gitmiş, yedi yıl kalmış, orada Arapça tahsil etmiştir. Bunların hepsi tesadüfler değildir. Bu seminerlerin redakte edilmesi için yetiştirilmiştir; Allah tarafından yetiştirilmiştir.
[Üstat benimle ilgili ilk defa böyle bir tesbit yapıyor. Yaşadıklarımı düşündükçe, neredeyse 40-50 yıldır böyle bir takdir-i ilâhi duygusunu bizzat yaşıyor ve şimdiye kadar Allah dışında hiç kimseyle paylaşmıyordum. Şimdi geride kalan ve Kosova ile Bosna/Sancak, Türkiye (özellikle önce İzmir, sonra İstanbul), Almanya, Arabistan’da geçen hayatımın tamamına baktığımda, Üstad’ın tesbitine aynen katılıyorum. Özellikle yapmakta olduğumuz hizmetlerde yorulup bunaldığımda, bıkıp usandığımda veya daha başka dünya dertleri yaşadığımda; daima ‘bu sorumluluk ve görev duygusu’ aklıma gelir, işte sadece o iman, azim, sabır ve sebatla kaldığım yerden çalışmaya devam ederim... RNE]
Hepiniz kendi hayatınızı düşünün; göreceksiniz ki birtakım tesadüfler sizi bu yerlere getirmiştir. Bunları değerlendirip ‘benim vazifem/görevim budur’ diyeceksiniz ve görevinizi yerine getirmeye çalışacaksınız. İstanbul-Bahçelievler-Yenibosna’daki kardeşlerimiz, böyle görevleri olduğunu her halde bilmektedirler...
مُصَدِّقًا
(MuÖadDıQan)
“Tasdik edici olmak üzere.”
Ağaçlardan meyve toplayan insan bir kısmını kendisi yer, bir kısmını eşine ve çocuklarına bölüştürürdü. Buna “sadaka” denmektedir. Sonra mihrin adı saduka olmuştur. Bu aynı zamanda kişinin bağlılığını ifade etmektedir. Kocanın karısına sadakati, cemaatin imama sadakati. Namaz kılarken ona uyarsan sen onu imam yapmış olursun. Bir de zekâtı ona verirsen imamın olduğunu doğrulamış olursun.
Zamanla “sıdk” “kizb” karşılığı kullanılmaya başlanmıştır. Hata karşılığı sevab, kizb karşılığı sıdk getirilmiştir. Tasadduk etmek de sadaka vermek şeklinde ifade edilmiştir.
Tasdik etmek tef’il bâbıdır. Başkasını sadık kılmak anlamındadır.
Bunun anlamı ne demektir?
Bir kimse bir söz söyler, sen onun sözlerinin doğru olduğunu kabul edersen, bu tasdiktir. Resulleri tasdik etmek, âhireti tasdik etmek böyledir. Bu manâda ya mef’ul olarak getirmektedir, yahut “Bi” ile getirmektedir. Burada ve bunun gibi yerlerde ise “musaddikan lima beyne yedeyhi” demektedir. Yani “senin dediklerin doğrudur” demekten ziyade, “onun dediği doğrudur” şeklinde ifade etmektedir. Yani sonra gelen kitaplar önce gelen kitapları tekzib edici değil tasdik edicidir.
O halde biz Tevrat’ı, İncil’i ve Furkan’ı değersiz hâle getirmek için değil, aksine onları tasdik edip onlara uymakla mükellefiz. Bununla beraber o kitapların tahrif edildiğinde hemen herkes müttefiktir. İznik Konsülü’nde 104 İncil’den 4’ü seçilmiştir. Tevrat’ta da benzer olay vardır. O halde bunların aynının tasdik edilmesi yerine, tef’il sigasının gereği olarak Dr. Mete Firidin’in verdiği manâ da doğrudur. Yani tashih etmek anlamında olmaktadır. Bu sebepledir ki “Li” harfi ile getirilmiştir.
لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ
(Li MAv BaYNa YaDaYHi)
“Beyne yedeyinde olan”
Önlerinde olan demektir.
Şimdi biz ileride onlar geride midir, yoksa biz geride onlar ileride midir?
Hareket ettiğimize göre onlar önümüzden gittiler, biz onların arkalarından ve onların izinden gidiyoruz. Oysa Türkçede de geride bıraktıkları deriz. Yani biz onların arkasındayız, onlar bizim önümüzdedirler. İncil önümüzde olanların bıraktıklarını doğrulamak, yanlışlarını ayıklayarak doğrularını doğrulamak üzere gelmiştir. “İki elleri arasında olanları” demek suretiyle geçmişi iki elleri arası olarak deyim hâlinde kullanmaktadırlar.
Biz önümüzde olanları görürüz. O halde bizden önce gidenler arkamızda değil önümüzdedir. Onun için biz geçmişi okuyabiliriz, tarihi bilebiliriz.
“Mâ” gelecek ise arkamızda olduğu için orasını göremiyoruz.
Bunun anlamı nedir?
Biz geleceğe doğru gitmiyoruz, gerisin geriye gidiyoruz. Yüzümüz geride ama adımları ters atıyoruz demektir. O halde hareketimizi esas alsak geçmiştekiler arkamızdadırlar ama onlar bizden önce geçtikleri için biz arkalarındayız.
İşte hayat böylesine bir muammadır, çelişkilerde doludur.
Siz de düşünün bakalım, ben yanılıyor muyum?
مِنَ التَّوْرَاةِ
(MiNa EatTaVRAvTı)
“Tevrat’tan.”
Tevrat’tan kalanı demek yahut doğru olanı demek. O halde Tevrat’ın olduğu gibi kabulü değil de Kur’an’a uyan kısımları tasdik etmek üzere anlamı çıkar. Bu da gösterir ki fıkıhçıların koydukları kural doğrudur. Bizim kitabımızda zikredilenleri tasdik etmek üzere denmiş olur. O zaman Dr. Mete Firidin’in verdiği manâ daha doğru olmuş olur.
“Tevrat” kelimesi Hazreti Musa’ya indirilen beş kitabın adı olduğu gibi İncil’den daha önce gelmiş olan bütün kitapların adıdır da. Müşterek bir kelimedir. “Tevrat” kelimesi “töre” kelimesinden oluşmuştur. Hazreti İbrahim Azeri Türklerindendir. Babasının adı Azer değildir. “Babası Azer” derken babası Azeri kavme mensup anlamındadır. Mısır’a giden İsrail oğulları dillerini Arapçalaştırdılar. Mısır dili Sami kökenli dildir. Mezopotamya’da iki dil hakimdi, biri Sümerlerin Türk kökenli dili, diğeri ise Akatların Sami kökenli dili. Mısır’da da Sami kökenli dil vardı. Dolayısıyla İbranice Arap kökenli dil olmuştur. Bununla beraber bazı kelimeler Sümerce kalmıştır. “Tevrat” kelimesi bunlardan biridir; tavır, tutum anlamındadır. Topluluk kuralları bir tavırdır. Halkın tavrıdır. Tevrat’tan bir kısmını takfiye etmek üzere.
“Tevrat” ilk münzel şeriat kitabıdır.
Tevrat’ın dışında da kitaplar olduğunu öğreniyoruz. Bu da Hinduların Vedalarıdır. Vedaların Türkçeye tercüme edilen 13 Upanişadları (Hinduizmin felsefi ve daha çok mistik yapıdaki kutsal kitapları) okudum. Kur’an’dan öğrendiğimizle onların ilâhi kaynaklı olduğunu orada görmek mümkündür. Kısaca tanıtmamda yarar vardır.
[Vedalar, Aryan din edebiyatının tamamını içine alan bir terimdir. Hinduizm dinine inananlar için kutsaldırlar ve yine bu dine inananlar için açığa çıkmış bilgidirler. “Veda” kelimesi bilgi manâsına gelir. Birçok Hindu, Vedaların yaratılışın başından beri var olduğuna inanır. Vedaların en yeni bölümleri yaklaşık M.Ö. 500 senesi civarında ortaya çıkmışken, en eski metin (RigVeda) yaklaşık M.Ö. 1500 yıllarına aittir. Fakat birçok Hint bilimciye göre metinler yazılmadan önce uzunca bir süre devam eden bir sözel gelenek mevcuttu. Vedalar 4 ana bölüme ayrılır: 1. Samhitalar, 2. Brahmanalar, 3. Aranyakalar, 4. Upanişadlar. Samhitalar genelde mantralardan oluşur ve 4 bölüme ayrılır: 1. RigVeda, 2. SamaVeda, 3. YajurVeda, 4. AtharvaVeda]
Brahman, Tanrı, Atman ve Ben dördü birdir. Brahman kâinatın var olmasının arkasında olandır. Bizim ona ulaşmamız mümkün değildir. Tanrı ise Brahman’ın kâinattaki görünenleridir. Birdir ama çok olarak görünür. Bunlar tanrılardır. Tek olanın çok olarak görülmesidir. Kendisi tektir, görüntüleri çoktur. Yani yaratıklar çoktur. Atman ise bu çok görünen içindeki Brahman’ın varlığıdır. Yani Tanrı’nın yaratmasıdır. Bunu bizim gözümüz, kulağımız algılayamaz. Gizlenmiştir ama biz düşünerek vecdimizle onu bilebiliriz. Brahman’ı bilemeyiz, Brahman’ı Atman olarak düşüncemizle bilebiliriz. Brahman ve Atmanın aynı olan Tanrı’yı tanrılar şeklindeki görüntüsü ile duyularımızla bilebiliriz. Atmanı bilme ise duyulardan arınmış ben ile bilmemiz mümkündür. Om zikri ve bilge kılavuzluğu ile Atmanın beni ile bizim benimiz birleşir, aynı ben olur. Biz o zaman Atamanın benini görmüş oluruz. Bizim benler, Atmanın beni, Brahman tekdir, birdir.
Atmanın beni ile birleşen benler bu dünyanın cenderesinden kurtulur ve cennete giderler. Atmanın bilgenin kılavuzluğunda om zikrini yapmayanlar bu dünyanın cenderesinden kurtulamaz, ölür, yeniden gelir, dönüp dolaşır durur.
Önce Tanrı anlayışında İslâm’ın anlayışı ile arasında hemen hemen hiçbir fark yoktur. Kur’an Tanrı için “evvel O’dur, âhir O’dur, bâtın O’dur, zâhir O’dur” diyerek, tam Hint felsefesini açıklamaktadır. “Ruhumdan üfledim” ifadesi ile de insanın beninin Atmanın beni olduğu da Kur’an’ca teyit edilmektedir. Tek olduğu zaten Kur’an’ın ana konusudur.
Vedalarda da öyledir. Kur’an, “mislinin benzeri yok, O’nu gözler idrak edemez” diyerek, O’nun bilinemeyeceğini belirtmektedir. “Yüzler O’na nâzır olacaktır” ifadesi ile de Tanrı’nın ben tarafından görüleceğini anlatmış olmaktadır.
Bilgeyi nebi olarak anlarsak, tanrıları da melekler olarak tercüme edersek, Vedaları düzeltmiş oluruz, tasdik etmiş oluruz.
Vedalarda üç yer sayılmaktadır; cennet, kötü yer ve yine bu dünya. Kur’an’da da Cennet vardır, Cehennem vardır, bir de Araf vardır. Araf bu dünya gibidir.
İşte “tasdik etmek” bu tür düzeltmelerdir.
وَآتَيْنَاهُ الْإِنجِيلَ
(Va EAvTaYNAvHu eLEiNCIyLa)
“Ve ona İncil’i îtâ ettik.”
Tevrat’ı ve İncil’i inzâl ettik denmektedir. Peygamberlere verdik denmektedir. Yani İncil insanlığa inzâl olmuştur, artık insanların elindedir.
Bize bütün kitaplar münzeldir. Kur’an da bize nâzil olmaktadır ama kitaplar peygamberlere verilmiştir. Tevrat Hazreti Musa’ya, İncil Hazreti İsa’ya, Kur’an da Hazreti Muhammed’e verilmiştir. Burada İncil’in Hazreti İsa’ya verildiği söylenmektedir. Kur’an’ı sana verdik denmektedir. Tevrat için ise kitabı verdik denmekte, Tevrat’ı verdik denmemektedir. Bu da Tevrat’ın sonraki kitapları da içerdiği anlamındadır.
“Necl” meyveleri ağaçtan düşürmek için atılan odun veya taş parçasıdır. “Recul” kelimesi ile akrabadır. Erkek doğurmak anlamındadır. Ayrıca “Necr” ile de akrabadır, o da kesmek demektir. “Nacak” kelimesi Arapçada “nacar”dır. “İncil” ism-i âlettir. “İbrik” kelimesine benzer. “İdris” de bu kalıptandır. O halde “İncil” demek yemişleri devşirmek için kullanılan âlet demektir. “İncil” Tevrat’ın oluşturduğu meyveleri yani şeriatı devşirip tüm insanlığa sunan kitap demektir.
Tevrat sadece şeriat kitabıdır. Şeriat insanlarda farklı farklıdır. Her topluluk kendi şeriatını kendisi üretir. Toplulukların farklı olması şir’aların farklı olmasından ileri gelir. Oysa iman ve ahlâk kısmı tüm insanlık için birdir, Allah inancı ve cennet cehennem inancı birdir.
Size yukarıda Vedalardan bahsettim, Kur’an’ın anlatışına ne kadar yakın olduğunu gösterdim. Ama dünyadaki uygulamalar hem yere göre hem zamana göre değişmiştir. Onun için Tevrat şeriat hükümleri içermektedir, iman ve ahlâk hükümlerini içermemektedir. Bu sebepledir ki tüm dünyaya en zor yayılan din Tevrat dinidir, çünkü ancak İsrail oğulları için geçerlidir ve ancak o dönemlerin hükümlerini içerir. En kolay yayılan din de Hıristiyanlıktır, çünkü dünyevi hükümleri en az içermektedir.
“Tevrat” insanlar için hidayettir, bir örnektir. Örnek olarak kısas hükümleri herkes için örnektir, diyet örnektir ama onun uygulama hükümlerini her bucak ayrı ayrı oluşturacaktır.
“Kur’an” şeriatın kendisini getirmemiş, şeriatın nasıl üretileceğini öğretmiştir. Örnek olarak da Tevrat’ı ve Sünnet uygulamasını koymuştur.
“İncil” ise şeriatı içermediği için Kur’an ve Tevrat’ın uygulamalarını tüm insanlığa ulaştırmada en önde bulunandır. Papalık bugün yeryüzünde en güçlü organizasyon olarak yerini almıştır. Germenlerin Hıristiyan olması ile dünyanın en güçlü imparatorluğu hâline gelen Papalık son birkaç asır içinde etkinliğini kaybetmiş ise de şimdi yeniden tüm Hıristiyan âlemine hükmedecek hâle gelmektedir. Müslümanlarla ve diğer dinlerle işbirliği yaparak yeniden insanlığa Kur’an’ın meyvelerini devşirecektir. Müslümanlar “Adil Düzen”i getirecek ama Hıristiyanlar tüm dünyaya yayacaklardır. Bizce “İncil” kelimesinin manâsı budur.
فِيهِ هُدًى وَنُورٌ
(FIyHi HuDan Va NUvRun)
“İçinde hidayet var nur var.”
Evet, İncil’de nur vardır, hidayet vardır. Nur da hidayet de nekre getirilmiştir. Yani Tevrat’taki nurdan başka bir nur vardır, Kur’an’daki nurdan başka bir nur vardır. Tevrat’taki hidayetten başka bir hidayet vardır, Kur’an’daki hidayetten başka bir hidayet vardır. Kur’an için de muttakiler için hidayettir deniyor.
Bu bize açıkça ifade ediyor ki, elimizde bulunan münzel kitapların hepsinde farklı yönler açıklanmış, farklı örnekler verilmiştir. Nasıl sünnetsiz Kur’an olmazsa, Tevrat’sız ve İncil’siz de Kur’an olmaz. O sebepledir ki Kur’an’da bu kadar çok anlatılmaktadırlar.
Kur’an’da “hidayet ve nur vardır” ifadesi iki yerde geçmekte, ikisi de bu sûrede geçmekte, biri Tevrat için biri de İncil için geçmektedir. Yani bu iki kitabın insanlık içinde özel yerleri vardır.
Evet, Tevrat’ta hidayet ve nur vardır, İncil’de de hidayet ve nur vardır.
İki kelime bir araya “Ve” harfi ile getirilirse, ikisinin birden bir anlamı vardır.
“Hidayet” yol gösteren veya götüren anlamındadır.
“Nur” ise aydınlıktır; kılavuz yok aydınlık var.
“Hidayet” naklî delillerdir, “Nur” ise aklî delillerdir.
Bu iki kitap ayrı ayrı yönden biri şeriatta biri de takvada hidayet ve nurdur. Yani içinde aklî ve naklî hükümler vardır. İnsanlar onlarla hidayeti bulurlar. Nekre olmaları, birinin şeriat değerinin ise tarikatta hâdi olmalarındandır.
Tevrat ve İncil insanlığı Kur’an’a götürmüştür. Kur’an da insanlığı bugünkü uygarlığa ulaştırmıştır. Sosyalistler (ve komünistler) bunlarsız insanlığı saadete ulaştıracaklarını denemişler ama 70 sene sonra bunlara teslim olmuşlardır. Anlamışlardır ki dinlere karşı olarak saadete gitmek mümkün değildir.
Bu hususta ilk adımı Erbakan İzmir’de (Atatürk Kapalı Spor Salonu’nda) verdiği “İlim ve İslâm” adlı konferansla ateşlemiştir. Sonra solcularla işbirliği yaparak Bülent Ecevit’i (yani CHP’yi) din düşmanı olmaktan çıkarmıştır. CHP-MSP koalisyonunun başarısı o zaman Bursa’da sürgünde bulunan Humeyni’yi etkilemiş, o da İran’daki solcularla işbirliği yaparak İran inkılâbını gerçekleştirmiştir. Gorbaçov İran’dan etkilenerek sosyalizmi din düşmanlığından çıkarmıştır. Ondan sonra da dünyadaki sosyalistler din düşmanlığını bırakarak iktidar olmuşlardır.
İşte şimdi Tevrat ve İncil’in hidayet ve nurundan yararlanma zamanıdır. Bunun öncülüğünü de Papalık yapacak, Kur’an’ın öğrettiği “Adil Düzen”i değerlendirerek insanlığı barışa kavuşturacaklardır.
وَمُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنْ التَّوْرَاةِ
(Va MuÖadDıQan LiMAy BaYNa YaDaYHi MiNa elTaVRAvTı)
“Ve önceki Tevrat’tan olanları musaddık olarak.”
“Musaddık” ism-i faildir. Tasdik masdarının ism-i failidir. Doğrulayıcı yahut onaylayıcı manâlarına gelir. Bundan önce aynı kelimeler Hazreti İsa için söylenmiştir. Yani Hazreti İsa Tevrat’ı musaddıktır, Hazreti İsa peygamber olarak Tevrat’ı musaddıktır.
“Tevrat” bir şeriat kitabıdır. Ne var ki Hz. Davut aleyhisselâmın uygulamalarından sonra Hz. Süleyman peygamber de ölünce Yahudi devleti ikiye ayrılmıştır; İsrail ve Yahuda. Sonra ikisi de yıkılmış ve Yahudiler Babilliler tarafından sürgüne gönderilmiştir. Bunlar orada tekrar birleşerek ortak Tevrat’ı oluşturdular. Ondan sonra yurtlarına dönmelerine izin verilmiş ama devlet kuramamışlardır. Sonra Roma İmparatorluğu buraları işgal edince tüm varlıklarını yitirmişlerdir. Roma Hukuku doğmuş, Tevrat unutulur olmuştur. Hazreti İsa’nın gelmesiyle Hıristiyanlık Roma’nın dini olmuş ve Tevrat yeniden insanlığa ulaşmıştır.
Bugünkü Hıristiyanlar mukaddes kitapları birlikte basarlar. Yani Tevrat yeniden insanlığın mukaddes kitabı olmuştur. Burada Hazreti İsa’nın rolü vardır. Yazılı eser olarak Hıristiyanlar Tevrat’ı muhafaza etmektedir. Burada Hazreti İsa musaddıktır. Ayrıca İncil’in içindeki hükümler de Tevrat’ın musaddıkıdır. O halde Hazreti İsa lafızlarını musaddıktır, İncil ise Tevrat’ın manâsının musaddıkıdır. Bundan dolayı tekrar edilmiştir ve nekre olarak getirilmiştir.
İncil ve Tevrat bugün tahrif edilmiş haldedirler ama mevcutturlar ve tüm dünyaya yayılmıştırlar. Kur’an nâzil olduktan sonra ne Tevrat’ta ne de İncil’de herhangi bir tahrifat olmamıştır. Milattan Sonra dördüncü asırda Hıristiyanlar tarafından kabul edilen Tevrat ve onlar tarafından yazılı hâle getirilen dört İncil bugün yeryüzünde bir Kitab-ı Mukaddes olarak elimizde mevcuttur. İncil Tevrat’ın manâlarını düzelterek korumaktadır. Kur’an da her ikisinin manâlarını düzelterek korumaktadır.
وَهُدًى وَمَوْعِظَةً
(Va HuDan Va MaVGıJaTan)
“Hidayet ve mev’ıza olmak üzere.”
İncil’in hidayet ve nur olduğu yukarıda belirtildi. Orada yorum yaparken ikisinin bir şeyi ifade ettiğini belirtmiştik. Burada “Hüden” kelimesi “Mev’ıza” ile getirilmiştir. “Ve hüden” kelimesi tekrar edilmiş ve nekre olarak getirilmiştir.
“Armut ve elma yüklü arabayı gönderdim, yarın da armut ve şeftali yüklü arabayı göndereceğim” dediğiniz zaman, iki ayrı arabadan ve iki ayrı armuttan bahsettiğiniz için ikisini de nekre yaparsınız ve izhar edersiniz, zamir göndermezsiniz. Çünkü aynı armut değildir. Marife de yapmazsınız.
Demek ki İncil öyle bir kitaptır ki içinde hidayet ve nur vardır, ayrıca hidayet ve mev’ıza vardır. Hidayet kelimesi nekre olduğuna göre nur ile beraber olan hidayet başka, mev’ıza ile olan hidayet başkadır.
“Hidayet”in iki manâsı vardır. Biri göstermek biri ise götürmektir.
Göstermede siz götürmezsiniz, sadece ona nasıl gideceğini öğretirsiniz. Sonra isterse gider isterse gitmez, orası onun bileceği iştir. Kur’an işte bu anlamda hidayettir.
Hidayetin ikinci manâsı ise götürmektir. Önlerine düşersiniz, onlar da arkanızdan gelir, siz onları istenen yere ulaştırırsınız. Kur’an bu anlamda mü’minlere hidayettir.
Birinci anlamda hidayet nur ile beraber getirilmiştir.
İkinci anlamdaki hidayet ise mev’ıza ile getirilmiştir.
Hazreti İsa insanları hidayete götürmüştür, İncil ise hidayeti insanlığa göstermektedir.
Bu açıklamadan sonra nur kelimesi ile mev’ıza kelimesini karşılaştırmamız gerekir.
“Vea’de” (dal) yağmur yüklü bulut anlamına gelir. Gelecek yağmuru haber vermesinden “va’d” etmek, bir şeyi yapacağına söz vermek anlamında kullanılmıştır. (ze) ile üstü kapalı anlatmak, dolaylı anlatmak, işaretle anlatmak, önermek anlamlarında kullanılmaktadır. “zı” ile nasihat etmek, öğüt vermek, va’d etmek anlamlarına gelir. “Nezr” ileride olacak kötülükleri haber vermek, “va’z” ile gelecekte olacak iyilikleri haber vermek anlamına gelir.” Akevler.
“Hidayettir.” Doğru yolu göstermektedir. O yoldan gidildiği zaman nerelere varılacağını da bildirmektedir. O halde “nurdur” demek o anda çevreyi gösterir, “mev’ızadır” demek ileride ne olacağını anlatır demektir.
Peygamberler gaybı bilmezler. Onlar ancak kendi hayatlarında olacakları bilebilirler. Onlara indirilen kitaplar ise gaybı haber verirler, ileride ne olacağını haber verirler. Mesela Tevrat’ta deniyor ki; senin kardeş kavminden bir resul gelecektir. Kardeş dediği Hz. İsmail’in neslinden bir resul gelecektir deniyor. Tevrat’ta Hz. İsmail Kur’an’da anlatıldığı gibi anlatılıyor. Faran dağlarında yerleştirildiği bildiriliyor. Yani sıcak dağlarda yerleştiriliyor. Sonra Hazreti Muhammed orada ortaya çıkıyor. İşte bu gaybdan haber vermedir. Tevrat’ın ilâhi kitap olduğunu ispatlayan bir ifadedir. İşte bu mev’ızadır. Nur o anı aydınlatır. Mev’ıza ileride olacakları haber verir, iyi haberleri verir.
لِلْمُتَّقِينَ (46)
(liLMutTaQıYN)
“Muttakiler için”
Muttakiler için hidayet ve nurdur. Eğer ikisini bir isim olarak alırsak o zaman buradaki “Lam” ikisinin müstakar zarfı olur. Ayrı ayrı anlarsak yalnız muttakiler için mev’ıza olur. Biz ikisini birlikte alıyoruz, çünkü bundan önce geçen hidayet ve nur kelimelerine karşı getirilmiştir. Öyleyse “Lam” ikisine birden gitmektedir.
Arapça kuralları bilmeden tefsir yapmak imkansızdır.
Oysa Selçuklular ve Osmanlılar grameri okumuşlar ama Kur’an’a uygulamamışlar, sadece eski müfessirlerin tefsirleri ile yetinmişlerdir.
Biz ise Adil düzen Çalışanları olarak sıfırdan başladık. Arapçayı bilgisayara geçiriyoruz. Şimdi de yorumlayarak uyguluyoruz.
“İttika” “vikaye”den gelen kelimedir. “Vika” kelimesi “kaya” kelimesine akrabadır. Yol kenarlarında yağmurdan, fırtınadan ve canavarlardan korunmak için taşları üst üste yığarak kulübe yaparlar. Buna “vika” denmektedir. Korunmak için oraya girme “ittika”dır.
“Via” torba gibi yumuşak kaptır. “Vika” ise sandık gibi katı kaptır. Eve girmek de ittikadır. Kentte güvenli yere girme de ittikadır. Şeriatın olduğu alanda herkes kurallarla hareket eder, herkes güvendedir. O halde şeriata girme ittika etme demektir. İftial bâbı mutavaat içindir. Yani kendini korumak isteyenler ittika edenlerdir. Bunlar mev’ızadır.
Yani biz İncil’i okuduğumuz zaman şöyle yaparız.
1- Önce orada yazılanlardan kastedilen nedir, onu anlamaya çalışırız.
2- Sonra orada Allah’ın işaret ettikleri vardır. Bir de sonra onu anlayanların, tercüme edenlerin irade ettikleri vardır. İçinden Allah’ın irade ettiklerini seçmeye çalışırız.
3- Ondan sonra orada bulacağımız hidayet ve mev’ıza ile Kur’an’ı doğru anlamaya çalışırız.
4- Sonra da Kur’an’ı uygularız. Bizim için hidayet ve mev’ıza böyle olur.
“Muttakiler” burada kurallı çoğul olarak getirilmiştir. Yani ittika eden cemaat denmiş olur. “Lam” cins için gelmiş olur. Böylece ittika eden her topluluk için hidayet ve mev’ızadır. Yani Hıristiyan olsun olmasın her ittika eden topluluk için mev’ızadır.
O halde biz mü’minler de İncil’i okuyup ondan Kur’an’ı doğru anlamamız için yararlanmalıyız. Herkes İncil’i okuyamaz ama birileri İncil’i okuyup Kur’an’la karşılaştırmalı, Kur’an’ın reddettiklerini ayıklamalı, İncil’e uyan kısımlar belirtilmelidir. Sonra da İncil’e göre Kur’an’ın yorumunu veren tefsir oluşturulmalıdır.
Üçüncü bin yıl uygarlığının yapacağı çok şeyler vardır.
Bugün nasıl Bediüzzaman’ın arkasından gidenler tüm dünyaya yayılmış ve zengin olmuşlarsa, yarın Adil Düzen çalışanları için de bu mukadderdir. Neler yapacaklarını açıkça ifade edersek o imkanlarını o gün onlar kullanırlar. Bugün Nur şakirtleri eğer bir şey yapamıyorlarsa, bunun sebebi Bediüzzaman onlara nereye gideceklerini göstermiş ama nasıl gideceklerini, neler yapacaklarını anlatamamış olması nedeniyledir. Sadece büyüyorlar ama bir hamle yapamıyorlar. Millî Görüşçüler için de aynı şeyler söylenebilir.
***
وَلْيَحْكُمْ أَهْلُ الْإِنجِيلِ
(Va eLYaXKUM EaHLu eLEiNCIyLı)
“İncil ehli hükmetsin.”
“Hükmetme” içtihat yapma demektir, bir şey hakkında karar alma demektir.
“Hakem” ata takılan yuların ağzına verilen demir parçasıdır, onunla atı sağa sola yönlendirirsin. Başka bir ifade ile direksiyon demektir. Direksiyonla arabayı istediğin istikamete götürürsün. Hükmeden istediği yöne götürür. İnsan kendisini içtihatları ile istediği yöne götürmüş olur.
“Ehl-i İncil” izhar edilmiştir. “Velyahkümû” denebilirdi. Burada izhar edilmesinin sebebi, burada kastedilen şimdiki İncil ehlidir. Bu tahrif edilmiş İncil’i benimseyen İncil ehlidir. Oysa asıl İncil’in ehli ise şimdilik ortada yoktur. Olsa bile hitap edilen asıl İncil sahibi olanlar değil de Pavlusçu İncil ehlidir. Emir onlaradır. O sebeple izhar edilmiştir.
Bu izharın başka sebebi de muttakiler İncil ile hükmetsinler şeklinde değildir. Muttakiler İncil’den yararlanırlar ama İncil’le hükmetmezler, onlar Kur’an’la hükmederler. Bu sebeple sadece İncil ehli böyle hükmetsin denmiştir.
بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فِيهِ
(BiMAv EaNZaLa elLAHu FIyHi)
“Allah’ın orada inzâl ettiği ile”
İncil ehli Allah’ın İncil’de inzâl ettiği ile hükmetsin.
Kur’an’da; İncil ehli İncil’de olanlarla hükmetsin emri yalnız burada vardır. Tevrat için böyle ifade edilmemiştir. İncil ehline Allah’ın inzâl ettikleri ile hükmetmeleri hatırlatılmıştır. İncil tahrif edilmiş, Pavlus İncil’ine döndürülmüştür.
Bugün Papalık da çok iyi bilmektedir ki Hz. İsa’nın İncil’i ile Pavlus’un İncil’i başka başkadır, Hz. İsa’nın Hıristiyanlığı ile Pavlus’un Hıristiyanlığı farklıdır. Yine Papalık çok iyi bilmektedir ki bugün Hıristiyanların kabul ettikleri Hıristiyanlık Pavlus’un Hıristiyanlığıdır.
Pavlus Romalıları Hıristiyanlaştırmak için İncil’de tahribat yapmıştır. O zaman öyle gerekiyordu. Allah da izin verdi. Ama şimdi gerçek Hz. İsa’ya ve gerçek İncil’e dönme zamanıdır. Yani onlara diyor ki; artık Allah’ın İncil’de inzâl ettikleriyle hükmedin.
Bunun için neler yapacaklar?
- Papalık resmen ilan edecektir. Bizim için yalnız dört İncil değil bütün İnciller muteberdir. Bütün Hıristiyanlar ve manastırlar, kiliselerin ellerinde ne varsa getirsinler. Değerlendirelim…
- İznik Konsülü gibi konsül oluşturulmalıdır. Buna Papa başkanlık etmelidir. İstişareden sonra Papa karar vermelidir. Bir ilim adamı olan Papa’nın bunu çok iyi bir şekilde başaracağına kaniyim. Bu konsülde bütün Hıristiyan mezhepleri temsil edilmelidir. Ayrıca diğer din ve mezhep temsilcileri de görüşleri alınmak üzere hazır bulunmalıdır.
- Kur’an’a ve müsbet ilme uymayan her şey tevil edilmelidir. Eski İncillerde olmayan hiçbir şey bu İncil’de yer almamalıdır. Ancak bazı kelimelerde değişiklik yapılabilir; “Baba” yerine “Rab” alınabilir, “oğul” yerine “nebi” denebilir.
- Eski İncillerin hiçbirisi reddedilmemeli ve yok edilmemeli, hepsi İncil Külliyatı olarak muhafaza edilmelidir. Dört İncil gibi yüz İncil de olabilir.
İşte, Hıristiyanlığın yüklendiği nur ve hidayetle Hıristiyanlık “Adil Düzen”de böyle yer almalıdır. Bu İncil bundan sonra gelecek bin yılların İncil’i olmayacak, sadece III. bin yıl İncil’inin bir tercümesi olacaktır. IV. bin yıla gidilirken, o zamanın âlimleri İncilleri yeniden ele alacaklar ve o günkü ilmî veriler içinde İncil’i yeniden yorumlayacaklardır. Böylece ilâhi vahyin metnine asla bir beşerin katkısı olmayacaktır, sadece yorumlayacaklardır.
Bu sistem yalnız İncil için değil, tüm ilâhi kitaplar için uygulanmalıdır.
Yeni uygarlık ilâhi kitapların yeniden yorumlanması ile doğacaktır.
Yuhanna 7
İsa, Mesih midir?
25Kudüslülerin bazıları, «Öldürmek istedikleri adam bu değil mi?» diyorlardı. 26«Bakın, açıkça konuşuyor, O'na bir şey demiyorlar. Yoksa önderler O'nun Mesih olduğunu gerçekten kabul ettiler mi? 27Ama biz bu adamın nereden geldiğini biliyoruz. Oysa Mesih geldiği zaman O'nun nereden geldiğini kimse bilmeyecek.»
28O sırada tapınakta ders veren İsa yüksek sesle şöyle dedi: «Hem beni tanıyorsunuz, hem de nereden olduğumu biliyorsunuz! Ben kendiliğimden gelmedim. Beni gönderen gerçektir. O'nu siz tanımıyorsunuz. 29Ben O'nu tanırım. Çünkü ben O'ndanım, beni O gönderdi.»
30Bunun üzerine O'nu yakalamak istediler, ama kimse O'na el sürmedi. Çünkü O'nun saati henüz gelmemişti. 31Halktan birçok kişi ise O'na iman etti. «Mesih gelince, bunun yaptıklarından daha mı çok mucize yapacak?» diyorlardı.
32Ferisiler halkın İsa hakkında böyle fısıldaştığını duydular. Baş kâhinler ve Ferisiler O'nu yakalamak için görevliler gönderdiler.
33İsa, «Kısa bir süre daha sizinleyim» dedi, «sonra beni gönderene gideceğim. 34Beni arayacaksınız, ama bulamayacaksınız. Ve benim bulunduğum yere siz gelemezsiniz.»
35Bunun üzerine Yahudiler birbirlerine, «Bu adam nereye gidecek de biz O'nu bulamayacağız?» dediler. «Yoksa Grekler arasında dağılmış olanlara gidip Greklere mi ders verecek? 36`Beni arayacaksınız, ama bulamayacaksınız. Ve benim bulunduğum yere siz gelemezsiniz' diyor. Ne demek istiyor?»
37Bayramın son ve en önemli günü İsa ayağa kalktı, yüksek sesle şöyle dedi: «Bir kimse susamışsa bana gelsin, içsin. Not supported field expression!Kutsal Yazı'da dendiği gibi, bana iman edenin `içinden diri su ırmakları akacaktır.'»
39Bunu, kendisine iman edenlerin alacağı Ruh'la ilgili olarak söylüyordu. Ruh henüz verilmemişti. Çünkü İsa henüz yüceltilmemişti. Not supported field expression!Halktan bazıları bu sözleri işitince, «Gerçekten beklediğimiz peygamber budur» dediler.
41Bazıları da, «Bu Mesih'tir» diyorlardı.
Başkaları ise, «Olamaz! Mesih Celile'den mi gelecek?» dediler. Not supported field expression!«Kutsal Yazı'da, `Mesih, Davut'un soyundan, Davut'un yaşadığı Beytlehem köyünden gelecek' denmemiş midir?»
43Böylece İsa'dan dolayı halk arasında ayrılık doğdu. 44Bazıları O'nu yakalamak istedilerse de, kimse O'na el sürmedi.
Yahudi önderlerin imansızlığı
45Görevliler geri dönünce, baş kâhinlerle Ferisiler, «Niçin O'nu getirmediniz?» diye sordular.
46Görevliler, «Hiç kimse hiçbir zaman bu adamın konuştuğu gibi konuşmamıştır» karşılığını verdiler.
47Ferisiler, «Yoksa siz de mi aldandınız?» dediler. 48«Önderlerden ya da Ferisilerden O'na iman eden oldu mu hiç? 49Kutsal Yasa'yı bilmeyen bu halk lanetlidir.»
50-51İçlerinden biri, daha önce İsa'ya gelmiş olan Nikodim, onlara şöyle dedi: «Yasamıza göre, bir adamı dinlemeden, ne yaptığını öğrenmeden onu yargılamak doğru mu?»
52Ona, «Yoksa sen de mi Celile'densin?» diye karşılık verdiler. «Araştır, bak, Celile'den peygamber çıkmaz.»
53Bundan sonra herkes evine gitti.
İncil’de bu anlatılanlar, onu katletmediler onu selb etmediler âyetiyle tam beraberlik göstermektedir. O halde asıldı, gömüldü, dirildi âyetleri buna göre yorumlanmalıdır.
وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ
(Va MaN LaM YaXKuM Bi MAv EaNZaLa elLAHu)
“Allah’ın inzâl ettiği ile kim hükmetmezse.”
Bu ifade Kur’an’da yalnız bu sûrede üç yerde geçmektedir.
- Biri mü’minler için;
- Diğeri Tevrat ehli için;
- Diğeri de Hıristiyanlar için zikredilmektedir.
Cevapları farklıdır.
Her üçünde de “Fe” değil de “Ve” olarak geçmektedir.
Evet, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen mü’minler, Yahudiler ve Hıristiyanlar günah işlemiş olurlar. Diğerleri ise bunlara kıyas edilecektir. Bu durumda olanlar için bu hükümler geçerli olacaktır. “Fe” ile getirilseydi her üçü de hem kâfir hem fasık hem zalim olurlardı. Oysa “Ve” ile getirildiğinde hepsinin birden olması gerekmez. Kafir, fasık, zalim, kafir+fasık, kafir+zalim, fasık+zalim, kafir+fasık+zalim şeklinde yedi çeşidi de olabilir.
“Allah”ı topluluk olarak alırsak, yapılan kanunlar Allah’ın inzâli olmuş olur. Kanunlara göre hükmetmeyenler için söylenmiş olabilir.
O zaman dört türlü kanun yapılma şekli vardır.
- Birincisi meclisin kanun yapması.
- İkincisi ise yöneticilerin kendi içtihatlarıyla kurallar koyması.
- Üçüncüsü, yöneticilerin kanunlar çerçevesi içinde kurallar koymasıdır. Bu mü’minlerin usulüdür.
- Dördüncüsü ise halkın kendi kendilerine kural koyarak yaşamalarıdır. Bu da Hıristiyanlığa aittir.
فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْفَاسِقُونَ (47)
(Fa EuLAvEiKa HuMu eLFaSiQUvNa)
“Onlar fasıktırlar.”
Aynı şart cümlesine farklı hüküm cümlesi getirmiştir. Birincisine “kâfirdir”, ikincisine “zalimdir”, üçüncünse de “fasıktır” kelimeleri getirilmiştir.
Bu üç kelimeyi manâları karşılaştırarak yorumlamamız gerekmektedir.
Kâfirin İslâm hukukundaki yeri hukukun onu korumamasıdır. Mü’min yargıçlar hükmeder de yanlış hükmettikleri için zulme uğrasalar, diyelim ki yanlış karar aldığı için mağdur onu dövse, mağdur da yanlış karar aldığı için dövdüm dese, hakemler kararın gerçekten alenen yanlış olup olmadığı üzerinde dururlar. Karar veren kesin olarak yanlış karar vermişse, bu hakem kâfir olduğu için hukuk artık onu korumayacaktır. Dövene kısas uygulanmayacaktır. Belki sadece diyet cezası verilecektir. İşte mü’min hakemlere uygulanacak ceza budur.
Tevrat ehline gelinirse, hakemler iken alenen zulmetmişlerse, zulmeden kendi nefsine zulmedeceği için de o hakemlerin verdiği kararlar karar veren hakemlere tazmin ettirilir. Bunlara kısas hükümleri uygulanmaz, ağır tazminat hükümleri uygulanır.
İncil ehli olan hakemler haksız olarak hükmetseler, onlara hafif diyet uygulanır. Çünkü onlar zalim değil sadece fasıktırlar.
O halde hakemleri üç grupta toplayacağız. Mü’min hakemler mutlak surette kitaba göre hükmedeceklerdir, kanunlara göre hükmedeceklerdir. Kendi arzularına göre hükmedemezler. Müslim hakemler ise mevzuata uymakla beraber kendi içtihatları ile hükmederler. Bir de üçüncü tür hakemler vardır. Bunların kararları sadece hafif diyetle tazmin olunur. Taraflar istedikleri hakemleri seçebilirler.
Bunu başka türlü de yorumlayabiliriz.
-İlçe hakemleri sadece hafif diyet öderler.
-Ülke hakemleri ağır diyet öderler.
-İnsanlık hakemleri ise kısasa tâbidirler.
Kur’an üzerinde ne kadar çalışırsak ona göre hükümler ortaya çıkar.
Burada üç çeşit hakemin olduğunu varsayarak hükümler çıkaracaksınız. Bunlar askeri hakimler, sulh hakemleri ve ceza hakemleri olabilir.
Anayasamıza yeni madde ekleyebiliriz.
Madde-x4) Hukuk hakemleri içtihatları ile karar verirler. Hata yapmışlarsa âkileleri diyetlerini öder. Ceza hakemleri kesin olarak sabit olmayanlara ceza verirlerse devlet tazmin eder. Askeri hakemlerin üstü yanıltan kesin yanlış kararları kısasa tâbidir.