***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 55
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَإِذَا سَمِعُوا مَا أُنزِلَ إِلَى الرَّسُولِ تَرَى أَعْيُنَهُمْ تَفِيضُ مِنْ الدَّمْعِ مِمَّا عَرَفُوا مِنْ الْحَقِّ يَقُولُونَ رَبَّنَا آمَنَّا فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدِينَ (83) وَمَا لَنَا لَا نُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَمَا جَاءَنَا مِنْ الْحَقِّ وَنَطْمَعُ أَنْ يُدْخِلَنَا رَبُّنَا مَعَ الْقَوْمِ الصَّالِحِينَ (84) فَأَثَابَهُمْ اللَّهُ بِمَا قَالُوا جَنَّاتٍ تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ خَالِدِينَ فِيهَا وَذَلِكَ جَزَاءُ الْمُحْسِنِينَ (85) وَالَّذِينَ كَفَرُوا وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ (86)
وَإِذَا سَمِعُوا
(Va EiÜAv SaMIyGUv)
“Sem’ ettiklerinden”
“Biz Nasarayız” diyenler, Havarilerin devamı olan Hıristiyanlar, Pavlusçu olmayan Hıristiyanlar, işte bunlar, işittiklerinde bir mü’min nasıl davranacaksa öyle davranıyorlar. Onlar meveddette mü’minlere en yakın olan kimselerdir. Çünkü onlarda kıssis ve ruhbanlar vardır ve onlar istikbar etmezler.
Buradaki “Ve” harfi bundan önceki “LaYestekbirûn”a atfetmektedir. Demek ki bundan sonra anlatılacaklar istikbar etmenin dışındadır. Onunla ilgilidir ama o değildir.
“İstkibar” ile “sem’ etmek” arasında ne ilişki vardır?
Önce müstekbirler kendilerini büyük görürler ve çevredekilere kulak vermezler, onları dinlemezler, başka insanları kendilerinden aşağı görürler.
Osmanlı medreselerinde İslâmî ilimler okunuyordu ama Batı’daki gelişmelere kulak tıkamışlardı. Sonunda yıkıldılar. Bugünkü Avrupa da bundan 500 sene öncesinde Arapçadan aktarmalar yapıyordu, şimdi hâlâ onları okumaktadır. Ne var ki bugün Türkiye’de olan “Adil Düzen”e kulaklarını tıkamıştır. Helâk olup gidecektir. Üniversitelerimiz bin sene önceki İslâm uygarlığını ve yüz sene önceki Batı uygarlığını ezberletmektedir ama bizim çalışmalarımıza kulaklarını tıkamışlardır. İstikbardan dolayı işleri ileri gitmemektedir.
İstikbarın ikinci türü ise söylendikten sonra duymuşsa bile siz söylediniz diye onu yapmamaya uğraşıyorlar. AK Parti şimdi için için Millî Görüş’ün söylediklerini yapmaya çalışmaktadır ama baştan “Ben Adil Düzen’e karşıyım, ben Millî Görüş gömleğini çıkardım” demişlerdir. İşte bu istikbardan gelebilir. Kenan Evren Erbakan’ı hapse koydu ama onun dediklerini yaptı. Bugün de AK Parti herkesi dinliyor ama Akevler’i dinleyemiyor. İşte sem’ ile ikinci ilişkisi de budur. Ne var ki sem’ ile istikbar arasında aynılık yoktur. Mü’min olan Nasara ise istikbar etmediği gibi sem’ ettiklerini de değerlendirir.
Şart cümlesi şartsız fiil cümlesine atfedildiğinde hâl cümlesi olarak da alınabilir. O takdirde işittiklerinde böyle yaparak istikbar etmezler anlamı da çıkar.
Nasarayız diyen Hıristiyanları özel olarak yüceltmektedir. Bu bize ne büyük müjdedir. Hıristiyanlar “Adil Düzen”de bizi destekleyecekler, bize yardım edeceklerdir demektir. Bu yalnız Hıristiyanlar için söylenmiş olmaz, kıyas yoluyla Budistler de Hindular da böyle yapacaklar, “Adil Düzen”i destekleyeceklerdir.
مَا أُنزِلَ إِلَى الرَّسُولِ
(MAv EuNZiLa EiLay elRaSVvLi )
“Resule inzâl olunana”
Bundan önce “Allah’a, nebiye ve ona inzâl olunana” denmişti.
“Resule inzâl olunana” denmektedir. Yani burada Allah’a ve resule değil de, sadece resule denmektedir. Halbuki yukarıda “Allah’a ve nebiye ve ona inzâl edilene” denmişti.
Kur’an’dan önce nebiler, resuller vardı. Kâinatı var eden Allah şeriatı koyardı. Kur’an’dan sonra şeriatı vazetme yetkisi O’nun yeryüzündeki halifesi olan topluluğa verildi. Onların seçtikleri ilim adamları nebilerin yerine geçtiler. Resuller de onların seçtiği başkanlar oldular. İster nassın delaleti ile ister kıyas yoluyla bugünkü durum budur. “Adil Düzen”in nasıl oluşacağı anlatılmaktadır.
İnsanlık Mekke’ye veya İstanbul’a ilim adamlarını gönderecek, bir insanlık meclisi oluşacaktır. Bunun için biz İstanbul’da bin hanelik bir site kurarız. On katlı yüzer dairelik on apartman yaparız. Bir vakıf kurar ona bunu yaptırırız. O vakfın galliyesi olur. Onunla o çalışmalar finanse edilir. Tüm insanlığı buraya ilim adamlarını göndermeye davet ederiz. D8’ler, D60’lar, D160’lar devreye girmiş olabilir. “Bin Dil Üniversitesi” içinde bunu yapabiliriz. İşte bu üniversite insanlığı temsil eder. Bu ilim adamları da âlimleri temsil ederler. İşte bunlar Erbakan benzeri birini ortaya çıkarırlar. İşte o da resul olur. Biz Nasarayız diyenler ona inzâl olunanı duyanlardır. O ilim meclisinin ortaya koyacağı “Adil Düzen”dir. Bizim bu çalışmalarımız o zaman gelişecek ve insanlığın “Adil Düzen”i olacaktır.
Burada yeri gelmişken bir hususu açıklamamız gerekir.
- Yeni peygamber gelmeyecektir. Yeni kitap inmeyecektir. Ama her asırda âlimler gelecek, içtihat ve icmaları ile insanlığı hidayete götüreceklerdir. Bunların imamları olacaktır. O imam o asrın imamı olacaktır. Buna mehdi deniyorsa bir diyeceğimiz yoktur ama buna peygamberlerin üstünde bir yer veriliyorsa bunu kabul etmiyoruz. O da mesela Bediüzzaman gibi bir âlimdir.
- Sonra her asırda bir siyasi lider ortaya çıkacak, kavmini, bazen bütün insanlığı hak yola götürecektir. Erbakan işte bunlardan biri idi. Bundan sonra da böyle bir görevli gelecektir. Mehdi resulden kasıt bu ise buna bir şey demiyoruz ama olağanüstü güce sahip birisini beklemeyi abes kabul ediyoruz.
- Hazreti İsa dirilmeyecektir ama Hıristiyanlık yirminci yüzyılın çöküntüsünden kurtulacak ve yeniden dünyaya ışık saçacaktır. Bu anlamda Hazreti İsa’nın dirilmesi yani mü’minlerle Hıristiyanların bir olup insanlığı ateizmden kurtaracakları görüşü Kur’an’ın anlattıklarıdır. Biz o görüşteyiz.
Burada “Mâ” gelmiş olması, “Ellezî” gelmemiş olması sebebiyle anlıyoruz ki, kastedilen Kur’an veya İncil değil tüm ilâhi kaynaklardır, bugün anladıklarımızdır.
تَرَى أَعْيُنَهُمْ
(TaRAy EaGYuNaHuM)
“Aynlarını re’y edersin.”
“Re’y” bizim gözlerimizle karşı tarafı görmemizdir. Karşı tarafın gözlerini görmeden bahsetmektedir. İnsanlarda uzuvlar vardır. Her uzuv bir görev görür. İnsanlarla anlaşmak için ağız ve kulak kullanılır. Bizim icad ettiğimiz kelimelerle konuşup anlaşırız. Kulak sosyal organdır. Göz ile çevremizi, doğayı görürüz. Bununla beraber kulaklarla doğadaki sesleri duyar ve onların davranışlarını biliriz, gözle görerek de anlaşma yaparız. Bugün görerek anlaşma daha ileri gitmiş durumdadır. Göz doğrudan sosyal bir organ değildir, yazıyı görerek sosyalleşir.
Biz birisine bir şey söylediğimiz zaman gözlerine bakarız, o da bize bakar, konuşmadan onlarla duygusal anlaşmalara varırız.
Birine bir şey anlattığımızda sevincinden gözlerinden yaş gelir. Türkçede buna “gözleri yaşardı” deriz. Kur’an’ı Hıristiyanların okuyup anlamaları kolay değildir. Bizim bu âyetleri onlara anlatmamız gerekecektir. Bir de Hıristiyanlar hakka iman etmede ileri topluluklardır. Bugün Avrupa halkı, hattâ yöneticileri bilerek kötülük yapmamaktadırlar, bilmeden kötülük yapmaktadırlar. Hakkı aramaktadırlar. Kur’an’daki hakkı onlara ulaştırdığımızda onların sevinçten gözleri yaşaracaktır.
Erbakan bu işleri öyle yaptı, toplantılar düzenledi, Avrupa’da dünyadaki ilim adamlarını topladı. Onlar para alarak geldiler. Her sene böyle toplantılar yapıyor, orada “Adil Düzen”i anlatıyordu.
Buradaki “Terâ”nın anlamı budur. Siz onlara anlatacaksınız, onların gözleri yaşaracak ve siz göreceksiniz demektir. “Terâ” kelimesi bize vazife de vermektedir.
Erbakan örneğinde olduğu gibi; biz bunu nasıl başaracağız?
Nasıl yapacağız da tüm insanlığa “Adil Düzen”i anlatacağız?
Kooperatifler kuracağız. Kooperatifler vakıflar kuracak; Bin Dil Vakfı, Âlimler Vakfı. İşte biz orada “Adil Düzen”i onlara anlatacağız. İstanbul Kredileşme Kooperatifi kuracağız. Ekonomik ilişkilerle onlara “Adil Ekonomik Düzen”i anlatacağız.
Bugün Afrika’da birçok İslâm devletleri vardır. Mesela büyük bir Nijerya devleti vardır. Bugün Güneydoğu Asya’da büyük İslâm devletleri vardır. Endonezya bunlardan biridir. Buralara İslâm orduları değil Müslüman tüccarlar gitmişlerdir. Dünyada Medine’den sonra ilk kurulan cami Çin’deki camidir, Hazreti Muhammed’in hayatında kurulmuştur, orada hâlâ ibadet edilmektedir. Bu fetihleri Müslüman tüccarlar yapmışlardır.
Bugün insanlığın en büyük sorunu işsizliktir. Biz kooperatiflerle bunları çözdüğümüz zaman dünyaya “Adil (Ekonomik) Düzen”i anlatmış olacağız ve onların gözleri yaşaracaktır.
تَفِيضُ مِنَ الدَّمْعِ
(TaFIyWu MiNa elDaMGı)
“Demden feyezan eder.”
Demden feyezan eder. Bu cümle aynın hâlidir. Marifeye nekre olan cümle gelince sıfat olamaz, hâl olur. Gözleri yaştan akar görürsün.
Kur’an’da hep bediî sanat vardır, ince mânâlar içerir. Gözden yaşlar akar yerine yaştan gözler akar denmektedir. Buradaki feyezan çevreye saldığı mânâlardır. Onların gözlerinde hakkı görürsün. Göz göze geldiğinizde birbirinize bir şeyler anlatırsınız. Gözünden çıkan ışık onun gözüne, onun gözünden çıkan ışık sizin gözünüze girer. Işıklar haberler götürüp getirir. Değişik durumlarda gözlerde değişiklik olur. Siz o değişiklikle karşı tarafın duygularını anlarsınız. Sevinçli gözler, üzüntülü gözler, korkulu gözler. Bu durum gözlere gelen değişik sıvılarla sağlanmaktadır. Bu sıvıların kaynağı yaştır. O halde burada gözlerin yaşarması değil de yaşaran gözlerin ifade ettiği mânâlar anlatılmaktadır. Gözleriniz yaşarmıyor diye üzülmeyin, hakkı anladığınızda gözleriniz fal taşı gibi açılıyorsa, o zaman bu âyetin müjdesine ulaşırsınız. “Ea’yun” çoğuldur, müennestir; bu sebeple “Tefîydu” denmiştir.
“ Dem’ ” Kur’an’da iki defa geçmekte, ikisinde de “Tefîydu” ile geçmektedir. Diğerinde “Hazenen” kelimesi ile gelmiştir. Orada üzülmüşlerdir. Burada ise süruren anlamındadır. “ Dem’ ” gözden gelen göz damlası veya sızıntıdır. Topraktan çıkan sızıntı hâlindeki sulara “dem” denmektedir.
Kur’an’da “Fayd” kelimesi dokuz defa geçmektedir, “Favd” kelimesi ise bir defa geçmektedir. Toplamı 10 eder. Ayrıca “F” harfi ile başlayan kökler de 64’tür. Yani “Favd” ayrı köktür, “Fayd” ayrı köktür. Kur’an’da geçen kökler baş harflerine, orta harflerine ve son harflerine göre sıralandığında seçkin sayılar ortaya çıkar. “Kur’an’a bir harf ilave edilemez, tenkis de edilemez” ifadesi tamamen doğrudur. Aksi halde sayılar mucizesi bozulmuş olur. 19 mucizesi sayılar mucizesinin bir cüzüdür, doğrudur. Batı Kur’an’ın bu büyük mucizesini kapatmak için bu mucizeyi bulan kimseyi öldürtmüş, sonra da ona birtakım uydurma cümleler izafe etmiştir. Kur’an’ın iki âyetini inkara varan uydurmalar yapılmaktadır.
مِمَّا عَرَفُوا مِنَ الْحَقِّ
(MinMAv GaRaFUv MiNa eLXaqQı)
“Haktan urf ettiklerinden dolayı.”
“Tefîydu” fiiline burada “Min” ile iki mef’ul getirilmiştir. Bir fiile aynı mânâda iki mef’ul gelmez. O halde bunlar farklı mânâlardadır. Tefsirciler değişik şekilde yorumlamışlardır. Onların yorumlarını Âlûsî Tefsiri’nde (Rûhu’l-Meânî fî Tefsîri’l-Kur’âni’l-Azîm ve Sebi’l-Mesânî) okuyabilirsiniz.
Ben biraz farklı yorum yapacağım. Gözlerin feyezan etmesi yaşlardan gelmektedir, yaşarması ise hakkı örtmesinden gelmektedir. “Ekeltü min hubzin min hintetin” dediğinizde, buğdaydan olan ekmeği yedim demiş olursunuz. Cinsin cinsi veya baz’ın baz’ı veya baz’ın cinsi, cinsin baz’ı olabilir.
“Mâ” burada masdar “Mâ”sı olabilir, o zaman örf etmesinden dolayı fiilden dolayı gözler feyezan etmiş olur. Yahut ism-i mevsul da olabilir, dolayısıyla öğrendikleri hak onları mesrur etmiş olabilir.
“Alimû” değil de “Arafû” denmiş olmasının sebebi; “Arafe”de bildiğini bulmaktır, “Alime”de bilmediğini öğrenmektir. Siz daha önce bildiğiniz kimseyi fark ettiğinizde tanımış olursunuz. Onlar da zaten Tevrat ve İncil’den bildiklerini burada bulunca gözleri feyezan etmektedir. Bu suretle kendilerinin hak dinde olduklarını öğrenmiş oluyorlar.
Kur’an Hıristiyanlık ve Yahudilik için en büyük dayanaktır. Çünkü onların kitapları mucize olmadığı için kitapta olanların ilâhi olup olmadığını ancak babalarının onlara anlattıkları ile bilebilmektedirler. Oysa Kur’an kendisi mucize olduğu için Kur’an’ın Allah sözü olduğunu biz yaşayarak bilebiliriz.
Dr. Mete Firidin Arapçayı da birlikte öğrenerek Kur’an’ın mucizelerini keşfetmektedir. Kur’an ona kendisini inandırmaktadır. Her kim olursa olsun, -Arapça bilmesi şartı yoktur,- Kur’an’ı peşin hükümsüz incelemeye başladığı zaman, o kendisinin ilâhi söz olduğunu kanıtlar. Bu yeterli mucizedir.
İşte, bir Hıristiyan da Kur’an’ın kendi kitabını teyit ettiğini görünce imanından emin olur ve sevincinden ağlar. Papalığın en büyük kanıtı Kur’an olacaktır. Bu âyetler bize bunu göstermektedir. Hıristiyanlar Hıristiyan kalacaklardır ama Kur’an’a inanacaklardır. Hıristiyan kalacaklardır, çünkü “Biz Nasarayız” demeye devam edeceklerdir. Allah nasıl bir dinde değişik mezhepler ortaya koyarak rahmet etmişse, insanlığa da dört dini teşri etmekle onlara rahmet etmiştir. Burada “din” deyince geniş mânâda yani Kur’anî mânâda söylüyorum, “düzen” anlamında söylüyorum.
يَقُولُونَ رَبَّنَا
(YaQUvLUvNa RabBaNAv)
“Rabbimiz derler.”
Adil Düzen Çalışanlarının bir tek işleri vardır. Hakkı anlatacaklardır. Kur’an düzenini ve imanını insanlığa anlatacaklardır. Yahudi öğretisi içinde değil İslâm öğretisi içinde anlatacaklardır. Önce “İslâm düzeni”nin çağımızın çıkmaz sorunlarını nasıl çözdüğünü anlatacaklardır.
Biz şimdi ne yapıyoruz?
İstanbul Yenibosna’daki çalışmalarımızda para sorununu çözüyoruz. Kur’an’ın para düzeni nedir, ona çalışıyoruz. Esenler’deki çalışmalarda da işsizlik sorunu üzerinde duruyoruz. Bunlar seminerler şeklinde oluyor, kısmen yayınlanıyor.
Para sorununu nasıl çözüyoruz?
Tedayün âyetindeki selem üretim senediyle çözüyoruz. Mala karşı senetler çıkacak, senetlere karşı da para çıkacak. Karşılıksız para olmayacak. Mal emekle elde edilir. Demek ki para emek karşılığı çıkacaktır. Batı’nın “faiz karşılığı parası” yerine Kur’an “emek karşılığı para” öneriyor. Marx da bunu teklif etmişti ama mekanizmasını kuramamıştı. “Bin Dil Üniversitesi”ni kurar da insanlığa bu çözümleri anlatırsak, “Mala-Mal Marketleri”ni kurar da tüm insanlığa gösterirsek, o zaman bugünkü Avrupa uygarlığını göğüsleyen Hıristiyanlar yanımızda yer alacaklar ve insanlık çok kısa zamanda “Adil Düzen”e ulaşmış olacaktır.
Bunlar “Rabbenâ” diyorlar. Bize değil rablerine diyorlar. Yani gösteriş için değil, hatır için değil, inanarak söylüyorlar. Papa Benedict buna inananlardan biridir; daha Papa olmadan yazdığı makalede İslâmiyet’i benimseyen mahiyette makale yazmıştır. Yahudiler bunu bahane ederek saldırıya geçtiler, Müslümanlarla Hıristiyanların arasını açmaya çalıştılar. Papa cevap vermedi. Ama ilk ziyaretini memleketi olan Almanya’ya yaptı, ikinci ziyaretini de Türkiye’ye yaptı. Ayasofya’yı ziyaret etti, orada dua etmedi ama Sultan Ahmet Camii’ne geldi ve Mekke’ye yönelerek ellerini kaldırıp dua etti. Sonra kendisine neden orada dua ettiğini sorduklarında; “Semavat ve arzın rabbine dua ettim” dedi. Bundan önceki Papa da “Türkler İbrahimî dindendir” dedi ve Kur’an’ı tasdik etti. Kur’an bunları haber veriyor.
Jan Jak Russo en büyük din düşmanı bir düşünürdür ve bu düşünür şöyle demiştir: Ben Tanrı’yı kabul etmiyorum ama kabul etseydim Müslümanların Tanrı’sını kabul ederdim. Müslümanların başka Tanrı’sı yok, Hz. İsa’nın Tanrı’sı Müslümanların Tanrı’sıdır. Pavlus’un tanrısı başka tanrıdır. Batı’nın dinsiz filozofları düşünceleri ile İncil’in ve Kur’an’ın Tanrı’sına yaklaşmaktadırlar. Tarih, tarih olmuştur. Hıristiyanlar 2000 sene Pavlus’un öğretileri ile yaşadılar. Takdir-i ilâhidir, bundan dolayı kimseye karşı olmamız gerekmez, onları kötülememiz de gerekmez. Artık Hıristiyanlar Hazreti İsa’nın öğretilerine dönmelidirler. Hazreti İsa’nın öğretilerini de Kur’an’dan öğrenebilirler.
آمَنَّا
(EAvMabNAv)
“İman ettik. Emin olduk.”
Hakkı görünce, bildiğimiz hakkı söylediğini görünce biz onu tanıdık ve onun hak olduğuna iman ettik, yahut bizim dinimizin hak olduğundan emin olduk diyecekler.
Avrupa Hıristiyanlığı 1500 sene evvel kabul etmiştir. Bin sene evvel Avrupa’da Hıristiyan olmayan putperest kalmamıştır. Büyük uygarlıklarını kurmuşlardır. Ne var ki 500 senedir Yahudilerin fitnesi sebebiyle şüpheye düşmüşler, papalık gittikçe zayıflamış, geri çekilmiş ve Vatikan’a sıkıştırılmış, Sovyetlerde ise hepten yasaklanmıştır. Bugünkü Batı’nın durumu hâlâ budur. “Avrupa müktesebatı” diyerek sömürü sermayesinin empoze ettiği batıl içindedirler. Pavlus Hıristiyanlığını bırakmış ama henüz Hazreti İsa Hıristiyanlığına gelememiş bulunuyorlar. Son yarım asırdır Hıristiyanlık yavaş yavaş kıpırdamaya başlamıştır. Protestan olan Almanya Papa çıkarmıştır. Ölen Papa’nın cenazesine tüm dünya katılmıştır. Artık Avrupa Hıristiyanlığa doğru yol almaktadır. Bu Hıristiyanlık Pavlus’un değil Hazreti İsa’nın Hıristiyanlığı olmaktadır. Bu Hıristiyanlık “Nahnu Ensarullah” diyenlerin Hıristiyanlığı olacaktır. “Adil Düzen” kendilerine iblağ edilince sevinecekler ve “İman ettik” diyecekler. Rabbena diyecekler. Bugün onlardan ilim sahipleri diyorlar. Ama onların halkı da diyecektir. Erbakan “Adil Düzen”i kurduğunda gayesinin Avrupa karşısına güçlü olarak çıkayım, ondan sonra AB ile birleşerek ateizmi ve Siyonizmi yenelim diye çıktım demiştir. Bunu D-8’le başaramadı ama AK Parti Avrupa Birliği’ne girme çabası içine girince Avrupalıların İslâm düşmanlığı sona erdi. AK Parti’nin Avrupa Birliği’ne yönelmesi askerlerin isteği idi. ABD’den ümitlerini kesince yeni dost arama ihtiyacını duydular. Avrupa Birliği onların teşviki ile istendi. Sonra 1 Mart (2003) Irak tezkeresi geçmeyince Almanya ve Fransa bizimle oldu. Rusya ve Çin de onları izledi. Sonra da Obama başkan oldu. Böylece siyasi olarak sermaye yenilmiş, Hıristiyanlar bizimle olmuşlardır. Şimdi ekonomik baskılarla sermaye Avrupa Birliği’ni dağıtmak istemektedir.
Bu durum Avrupa’yı “Adil Düzen”e daha da yaklaştıracaktır.
Bizim elimizde “Adil Düzen Planı” vardır, “Adil Düzen Projesi” yoktur. AK Parti’nin de eli boştur. Bizim elimizde bir şey olsa AK Parti’ye vereceğiz, o da Avrupa’ya ve dünyaya verecektir. Hıristiyanlar “Âmennâ” diyeceklerdir.
فَاكْتُبْنَا مَعَ الشَّاهِدِينَ (83)
(FaKTuBNAv MaGa elŞAvHiDIyNa)
“Bizi şahidlerle beraber ketbet.”
Buradaki “Fa” harfi emir sigasını haber sigasına atfetmektedir. Birinci cümlede verilen bir haber inşayı gerektiriyorsa “Fa” harfi ile atfedilir. Madem ki iman ettik, mü’min olduk, asker olduk; o halde bizi de şahidler listesine ekle.
Artık onlar da bizim gibi “Adil Düzen” için çalışacaklardır. Kitaplar yazacak, yorumlar yapacak ve “Adil Düzen”i dünyaya tanıtacaklardır. “Adil Düzen” dünyaya yayılacaktır. Bunları yayanlar Adil Düzen Çalışanı mü’minler ile “Biz Nasarayız” diyen Hıristiyanlar olacaklardır.
Burada “şahidlerin içine idhal et” denmemiş, “şahidlerle beraber ketbet” denmiştir. Burada beraber saymadır. Yani onların içlerine katma şeklinde değildir. Yani Hıristiyanlar ve Adil Düzen Müslümanları bir olacaklar anlamında olmayacaklardır. Onlar da buna kendiliklerinden katkıda bulunacaklardır demektir.
Bir araya gelip bir iş yapma vardır. Bir üretim yapmak için buna gerek vardır. Bizim “Adil Düzen Çalışmalarımız” böyledir. Kooperatif kurarsınız, parti kurarsınız, vakıf kurarsınız; bunlar birlikte iş yapmaktır. O takdirde “Fi” harfini kullanırsınız ben de onlara katılayım demiş olursunuz. Oysa eğer siz de onların yaptığı işe kendiliğinden katılır da hizmet ederseniz beraber iş yapmış olursunuz. Birçok kooperatifler kurulur da bunlar işsizliği yok ederlerse, bu beraber iş yapmadır. Yani Kur’an “Mea” kelimesini bu hususta kullanmaktadır. Bunun anlamı şudur ki; Hıristiyanlar kendiliklerinden “Adil Düzen”i benimseyecekler ve ona şehadet etmeye başlayacaklardır. Adil Düzen Çalışanları ellerinden gelen gayreti göstereceklerdir. Sonuç almak ise onlara ait değildir. O Allah’ın işidir; beklenmedik yerden gelmesi veya getirilmesi gerekeni getirir.
***
وَمَا لَنَا لَا نُؤْمِنُ بِاللَّهِ
(Va MAv LaNa LAv NuEMıNu BilLAHi)
“Ve Allah’a iman etmemiz olmaz.”
“Mâ” sual “Mâ”sı olabilir. İnkar mânâsından sual olarak biz ne için iman etmeyelim şeklinde mânâ verebiliriz. Yahut nefy “Mâ”sı olur, (Mahzuf En takdiriyle) bizim Allah’a iman etmemiz olmaz mânâsı çıkar.
“Ve” harfi neye atıftır?
“Yekûlûne”ye atfetmiş olunabilir. Ve makul içinde olmaz. Öyle dediler ve böyle dediler anlamına gelebilir. “Ve” harfi ile ayırmasının sebebi; biri Allah’a demiş olmaları, diğeri ise kendi kendilerine veya muterizlere demiş olmalarıdır. Bu takdirde “Ve Yekûlûne” şeklinde denmesi gerekir gibi geliyorsa da gerçekte dememiş olması, sadece düşünmüş olması nedeniyle böyle zikredilmiş olabilir. Yahut bundan evvel mahzuf cümle vardır, ona atfetmektedir. Yani onlar bunu söyleyince diğer Hıristiyanlar itiraz ettiler, bunları onlardan vazgeçirmeye çalıştılar. Onlar imanlarında ısrar ettiler. Cevaplar verdiler ve bu cevapların içinde böyle demeleri de vardır.
Yani buradaki “Ve” bu işin çok tartışmalı olacağını ifade eder.
Yahudiler dünyayı ikiye ayırdılar, Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarını yaptırdılar.
Avrupalılar ve Sovyetler bu oyunun farkına vardı. Sovyetler şimdi yeniden yaptıkları hataları düzeltmek istemektedir. Avrupalılar da Avrupa Birliği’ni kurdular. Bu birlik ABD’ye karşı kurulmuştur; Amerikan halkına karşı değil de Amerika’daki sermayeye karşı kurulmuştur. Türkiye sorun olmaktadır. Avrupa’da iki grup var; birileri Türkiye’yi birliğe alsınlar tarafı, diğeri de Türkiye’yi devre dışı bırakma tarafı.
İşte buradaki “Ve” harfi bu çatışmayı içermektedir.
Onlardan havarilerden olan Hıristiyanlar Müslümanlarla birlik istemektedirler.
Pavlus Hıristiyanları ise buna karşıdırlar.
وَمَا جَاءَنَا مِنَ الْحَقِّ
(Va MAv CAvEaNAv MiNa EL XaqQı)
“Ve Hak’tan bize ciet edene.”
Daha önce Allah’a nebiye ve ona inzal olunana iman etselerdi denmişti. Burada da iman edenlerin bulunduğunu haber vermektedir. İfade biraz farklıdır. Allah’a iman tekrar edilmiştir. “Nebi ve ona inzâl olunan”ın yerine “Haktan bize gelen” denmiştir. Nebi ve ona inzâl olunan Hak’tan bize gelendir. Bizim görevimiz şuna buna iman etmek değildir. Biz Hz. Musa’ya, Hz. İsa’ya veya Hz. Muhammed’e iman etmiyoruz, biz Hak’tan gelene iman ediyoruz; bütün peygamberler haktır, onun için onlara iman ediyoruz; bütün kitaplar haktır, onun için onlara iman ediyoruz; yani biz yalnız Allah’a iman ediyoruz, onlara da hakkı getirdikleri için iman ediyoruz.
Buradaki “Min” harfi ibtida için olur. O zaman Hak’tan murad Allah olur. Allah kelimesine zamir göndereceğine diğer ismi kullanmış olur. Böylece O’nun ikinci ismini kullanarak onu tavsif etmiş olur. Yani Hak olduğu için iman edilmektedir.
Biz Allah’a hak olduğu için ve müsbet ilimlerle varlığı sabit olduğu için iman ediyoruz. Kur’an’a da Allah sözü olduğu için iman ediyoruz. İslâmiyet’in diğer dinlerden farkı müsbet ilmin verilerine iman etmiş olmasıdır. Hıristiyanlar da bu anlayışa gelecekler ve kitaplarını buna göre yorumlayacaklar, imanlarını buna göre yenileyeceklerdir.
وَنَطْمَعُ
(VaNaOMaGu)
“Tama’ etmeyelim.”
“Tama’” belirip düşmeyen damla demektir. Damlanın düşmeye çalışması, düşmeyi istemesi gibi tama’ eden kişi onun olmasını ister. Yapamazsa da eğer onu yapmak isterse, onun için çaba gösterirse, tama’ etmiş olur. Tama’ kalbî fiildir.
Türkçede “tamahkâr” derler.
Arapçadaki mânâsı farklıdır.
Tama’ iyi şeye de kötü şeye de yapılır.
Burada yapamazlarsa yapmak için gayret göstereceklerini ifade etmektedir.
Adil Düzen Çalışanlarının “Adil Düzen”e tama’ etmeleri gerekir; gelip gelmeyeceğine, olup olmayacağına bakmamalıdırlar.
أَنْ يُدْخِلَنَا رَبُّنَا مَعَ الْقَوْمِ الصَّالِحِينَ (84)
(EaN YuDPiLaBAv RabBuNa MaGa eLQaVMi elWAvLiPIyNa)
“Rabbimizin bizi salih kavm ile beraber idhal etmesine”
İdhal etmesine tama’ etmeyelim.
Yukarıda, “Bizi şahidlerle beraber ketbet” demişlerdi. Burada, “Rabbimiz bizi salih kavm ile beraber idhal etmesine tama’ etmeyelim” demektedirler.
وَأَدْخِلْنِي بِرَحْمَتِكَ فِي عِبَادِكَ الصَّالِحِينَ ( 1927/) وَالَّذِينَ آمَنُوا وَعَمِلُوا الصَّالِحَاتِ لَنُدْخِلَنَّهُمْ فِي الصَّالِحِينَ ( 929/)
Bu âyetlerde “Fi’s-Salihîn” denmektedir. Orada da “idhal edilmeleri” getirilmiştir. “Salihlerin içine idhal edilmesi” başka, “salihlere idhal edilmesi” başkadır. Bizi salihler listesine yaz da bizi cennete veya “Adil Düzen”e birlikte idhal et. Bizim de “Adil Düzen”de olanlarla beraber olmamızı istememizin sebebi ne olabilir diyorlar.
Burada “Kavm” kelimesi getirilmiştir ve marifedir.
O halde bu kavimden kasıt nedir?
Salihlerle beraber demektedir. Salih kavimden bahsetmektedir. Salih kavim cins için olabilirdi. O zaman salih kavim içine idhal etme demek, onları Allah’ın salih kavmi yapması demek olurdu. O takdirde “Mea” kelimesi gelmezdi. Çünkü cins ortaklığı kabul etmez. Çoğalmayan bir etkidir. Böyle olunca da kavimdeki lam istiğrak için gelmiş ise de yine de “Mea” kelimesi uygun olmaz, “Fî” kelimesi uygun olur. Buradan anlaşılıyor ki burada lam ahd içindir.
Peki, bu kavim kimdir?
İşte bu kavim “Adil Düzen”i getirecek halktır. Takdir-i ilâhi ile Türkiye halkıdır. Hıristiyanlar da onlarla beraber olmayı istemektedirler; isteyeceklerdir.
Salih kavim ne demektir?
Salih demek, aralarında iş bölümü yapmış ve uygun topluluk oluşturmuş kavim demektir. İşleri ayrı ve birbirinden uzak kavim olabilir. Salih olmaz, muttaki olur.
Önceki âyette işhaddan bahsetmiştir. Burada ise idhalden bahsetmektedir. Orada sözleşmeyi, taahhüdü ifade etmektedir, orada yükümlülüğü ifade etmektedir. Burada ise yükümlülüğün fiilen getirilmesini ifade etmektedir. Orada kavlî fiil vardır. Burada ise amelî fiil vardır.
Batı’nın ilim adamları çok ileri bir ilmî anlayışa sahiptirler. Bu başarılarını tekniklerinde görüyoruz. Matematikte, muhasebede, bilgisayarda, teknikte çok ileri keşiflerde bulunmuşlardır. Bizimle beraber olurlarsa, fıkıhta ve yönetimde de çok ileri adımlar atmamıza vesile olabilirler.
Kur’an böyle yapacaklarını bize bildirmektedir.
***
فَأَثَابَهُمُ اللَّهُ
(Fa EaÇaBaHuMu elLAvHu)
“Allah onlara isabe etmiştir.”
“Sevb” elbise demektir.
“Libas” da elbise demektir.
وَيَلْبَسُونَ ثِيَابًا خُضْرًا مِنْ سُنْدُسٍ وَإِسْتَبْرَقٍ
Burada sevbin lebs edileceğinden bahsedilmektedir. Zırhtan bahsederken de libastan bahsetmektedir. Elbisenin iki görevi vardır. Biri, insan vücudunu örtüp içeriden dışarıya kaçacak sıcaklıktan korumaktır. Diğeri de, dışarıdan gelen etkilere karşı olmadır. “Libas” dış elbisedir, “Sevb” ise iç elbisedir. “Libas” kelimesi karıştıran, yanıltan anlamına geldiği halde, “sevab” ise karşılık demektir. İf’al bâbında karşılığını verme anlamındadır. Allah onlara giydirecektir, verecektir. Sevab istihkak edilen bir ücret değildir. İyi bir alet yapılmıştır, ücret dışı verilendir. İkramiyeye veya ödüle benzer. Buradaki sevab bu dünyadaki nimetler değildir. Buradaki sevab âhiretteki nimettir. Bundan sonra zikredilenler bunun delilidir.
Topluluk var.
Kişi var.
Topluluk bu dünyadaki varlığını korumayı hedef edinir. Bütün çabası diğer canlılar gibi kendi varlığını yaşatmaktır. İnsanların yani kişilerin ise bu dünyadaki çabaları kendi varlıklarını yaşatma değildir, âhiretini kazanmadır. Âhireti kazanması için yaşaması gerekmektedir, onun için nefislerini de korurlar.
Âhiret nasıl kazanılacaktır?
Allah insanlara büyük ikramda bulunmuştur: Topluluğunu yaşat. Onun karşılığında sana âhirette cennet vereceğim diyor. “Adil Düzen” demek; kişi insanların huzuru, refahı, saadeti ve selameti için çalışırsa, Allah da âhirette ona buna karşılık cennetleri ita edecektir. Bu bizim de huzurumuz, refahımız, saadetimiz ve selametimiz olacaktır. Ama bazen bu dünya da bizim için ıstırap kaynağı olabilir. Sevab da buradadır.
بِمَا قَالُوا
(BiMAv QavLUv)
“Kavl ettiklerinden dolayı.”
Burada dikkat edeceğimiz hususlar vardır. “İman ettiklerinden dolayı” demiyor, hattâ “Amel ettiklerinden dolayı” demiyor; “Kavl ettiklerinden dolayı” diyor.
Kavil fiil midir yoksa zikir midir?
Kavl eğer başkalarına etkili ise o fiildir. Kendi kendine söylemek ise fiil değildir.
Neden “kavl ettiklerinden dolayı” denmektedir?
Çünkü sevab bu dünyada işlenen fiillerdendir. “Adil Düzen”i getirdikleri için değil, “Adil Düzen”i söyledikleri için denmektedir. O halde Erbakan “Adil Düzen”i dünyaya duyurmuş olmasından dolayı Allah’ın sevabına ulaşacaktır.
Şimdi kıyas yoluyla şunu söyleyebiliriz. Biz “Akevler Adil Düzeni”ni söyledik. Kur’an’ı insanlara duyurduk. Erbakan onu benimsedi ve dünyaya duyurdu. O bunun sevabını aldı. “Mea” ile bahsetmesi eşit seviyede olduklarını ifade eder.
Yani “Adil Düzen”i çalışanlarla “Adil Düzen”i dünyaya duyuranların eşitlik içinde sevaba nail olacaklarını ifade eder.
Birinci uygulama tamamlanmıştır.
“Adil Düzen” uygulaması dört safhada olmaktadır.
1- Birinci çıkış İslâmiyet’in bir düzen olduğunu dünyaya duyurma şeklinde idi. Erbakan’la birlikte 1969 yılı seçimlerinde bağımsız adaylıklarını koyanlar bu çıkışı yaptılar. Allah nasip etti, iktidara ortak oldular.
2- İkinci çıkış ise “Adil Düzen” çıkışıdır. İslâm düzeninin ne olduğu anlatıldı. Prensipler kondu. Dünyada toplantılar, konferanslar, seminerler düzenlenerek duyuruldu. İnsanlık Hak “dini”nin aynı zamanda “düzen” de olduğunu öğrendi. Anlatıldı ama gösterilemedi. Bunun da sevap için yeter olduğunu bu âyet göstermiştir.
3- Erbakan üçüncü adımı da atmak istedi. Ömrü vefa etmedi. Demek ki o onun görevi değildi. Millî Görüş’ün görevi değildi. Bu üçüncü safha örnek gösterme safhasıdır. Üçüncü safha için henüz hazır değiliz. İstanbul Yenibosna’daki faaliyetimiz bunun içindir. Bu çalışmalarımıza İzmir’den, Ankara’dan, Bursa’dan, Mardin’den, Türkmenistan’dan çalışmalarla katılmaktadırlar. İstanbul’da Ümraniye ve Esenler’de de devam edilmektedir.
4- Bundan sonradır ki dördüncü safha gelecektir. Bu safhada da siyasi iktidar “Adil Düzen”i kabul edecektir. “Adil Düzen” gelecektir. Hazreti Muhammed zamanında Cebrail bu işi yapıyordu. Bu dönem 10 senede tamamlandı; içtihatlarla düşünürsek 400 senede tamamlandı. Bu uygulamanın tamamlanması iki üç asır sürecektir. Bizim görevimiz bize düşeni yapmaktan ibaret olmalıdır. (83. âyet tefsirinin sonunda şöyle demiştik: Adil Düzen Çalışanları ellerinden gelen gayreti göstereceklerdir. Sonuç almak ise onlara ait değildir. O Allah’ın işidir; beklenmedik yerden gelmesi veya getirilmesi gerekeni getirir.)
جَنَّاتٍ
(CanNAVTin)
“Cennetleri”
“Cennet” bahçedir. Ağaçlı bahçelerdir. Yahut çevreden korunmuş bahçelerdir.
“Cennet”in aslı “cenyat” olabilir. “Ceny” devşirmek anlamına gelir. Meyvelik demek olur. Daha doğrusu cennet ormanlık, meyvelik demektir. Sonra cin mânâsına yani kapalı mânâsına gelmiştir. Cin kelimesinin etimolojisi ormanlık, görmezlik mânâlarındadır.
“Cennât” nekre gelmiştir, kurallı dişi çoğul gelmiştir.
İnsanın muhtaç olduğu besinler bir meyvede yoktur. Değişik meyvelerde değişik maddeler vardır. Öyle meyve grubu vardır ki oradaki meyveler tam besini sağlamaktadırlar. Bütün bu ağaçları içeren meyvelik cennâttır. Yeryüzü cennâttır. Tüm canlılar kendilerine yetecek miktar ve türde besinler üretirler. Kuşlar kuzey kutbundan güney kutbuna her yıl gidip gelirler, yoldaki tohumları ve besinleri bir yerden diğer yere taşırlar. Ayrıca denizlerde de balıklar kıtalardan kıtalara göç ederler. Yumurtalarını Amerika’da bırakır, kendileri Avrupa’da yaşarlar. Kuşlar balıkları avlarlar. Balıklar da sinekleri avlarlar. Yani besin zinciri içinde tüm canlılar devrededirler. Âhiretteki cennette de benzer şeyler olacaktır.
Burada cennâtın nekre getirilmesi, âhirette cennâtın çok olduğunu gösterir. Belli alanlarda tüm besinleri içeren cennetler olacaktır. Belki de bir insanın cennetinde böyle yeter besinleri olan meyvelikler olacaktır.
تَجْرِي مِنْ تَحْتِهَا الْأَنْهَارُ
(TaCRİy MiN TaPTiHa eLEaNHARu)
“Tahtından nehirler cereyan eder.”
Sular doğada açık akar. İnsanlar ise bunları borulara ve kanallara aldılar ve evlere kadar götürdüler. Burada “içinde” demeyip “altında” demiş olması, toprakta gömülü olması demektir. Toprağa künkleri koyar da içine su doldurursanız, bitkilerin kökleri künkleri sarmakta ve besini künklerin sızıntısından almaktadır. Sulama böyle yapıldığı takdirde tarlayı otlar sarmaz, ayrıca çamur da yapmaz.
Sonra burada nehirlerden bahsetmektedir. Kur’an’ın başka yerinde baldan, sütten, hamrdan olan nehirlerden bahsetmektedir. Gelecekte evlerimize sütten ve baldan borular gelebilir, biz istediğimiz sütü doldurup içeriz.
“Enhar” kelimesi marife gelmiştir. “Tahtiha” kelimesi de marife gelmiştir. Demek ki belli nehirler belli yerlerden geçecektir. Nehirlerin belli olması diğer surede sayılan nehirler olabilir. Orada nehirler nekre sayılmıştır. “Fiy Tahtiha” denmeyip “Min Tahtiha” denmesi belli yerlerden geçecektir anlamındadır. Yani künk veya borulardan geçecektir.
Âhirette de besin yani rızık olduğu, elbise olduğu açıkça Kur’an’da ifade edilmiştir. Bu dünya hayatında bunlar güneş ve yer sistemi içinde ve özel iklim şartlarında oluşmaktadır.
Âhirette güneş, ay ve yer olacak mıdır?
Kur’an’da kıyamet günü bunların olmayacağı ifade edilmektedir. Cennette bu hususta nasıl olacağı hakkında bilgi edinmemiz için cennet ve cehennem âyetlerinin yorumlanmaları gerekmektedir. Biz ahkâm âyetleri ile meşgul olduğumuz için bunlara vaktimiz olmamaktadır.
Âhiret fiziği ile dünya fiziği arasında fark olacak mıdır?
Yoksa âhiret fiziği ile dünya fiziği aynı mıdır?
İnsan aynı insan olduğuna göre fizikte değişiklik olmayacaktır. Yani atomlar aynı sayıda olacaktır. Atomlar arasındaki ilişki kanunları aynı olacaktır. Misli ve benzeri verildi denmektedir. Entropinin büyümesi kanunu ne olacaktır? Entropi olmayacaktır. Çünkü entropi demek yukarıdan aşağıya düşmedir. Entropi olursa orası ebed olmaz, halit olmaz. Enerjinin kullanılması için entropinin büyümesi şarttır. Biz diğer canlıları yeyip yaşayacağımıza göre entropinin küçülmesi olacak. Zaman zaman yeniden şarj edilecek demektir. Nasıl biz saati kuruyoruz, bitince tekrar kuruyoruz. Pil koyuyoruz, bitince tekrar pil koyuyoruz, yahut boşalınca şarj ediyoruz. Entropisi büyüyünce yeniden küçültülmektedir. İnsan bedeninin zarar görmeyeceği alan içinde bu şarjlar yapılmaktadır. Pil de tahrip edilmeden şarj edilmektedir.
خَالِدِينَ فِيهَا
(PAvLiDIyNa FIyHAv)
“Orada halid kalacaklardır.”
“Halidîne Fîhâ” dendiğine göre bu sevap âhiret sevabıdır. Demek ki biz Nasarayız ve Hıristiyan kalacağız diyenler de cennete gidiyorlar, onlar da bizimle kalacaklardır.
Cenneti yalnız kendileri için gören insanlara şaşmak gerek. Allah insanları cehenneme koyayım diye mi yarattı? Cehennemin yeri bizim yeryüzündeki hapishaneler kadardır. Yer alabildiğine geniş ama dolu, boş yer yok. Oysa cehennem bomboş. Yok mu, yok mu, biraz daha gönder diyecekler; cehennem yöneticileri.
وَذَلِكَ جَزَاءُ الْمُحْسِنِينَ (85)
(Va ÜAvLiKa CaZAVEu el MUXSiNIyNa)
“Ve bu muhsinlerin de cezasıdır.”
Muhsinlerin cenneti de bu cennettir. Kavl edenlere verilen cennet ihsan edenlere de verilecektir. “Muhsinîn” marifedir. “Ceza” da marifedir. Diğer âyetlerde muhsinler tarif edilmiştir. Onlara vaad edilen cennet ile bunlara vaad edilen cennet arasında fark olmadığı ifade edilmiş olmaktadır.
Burada nasaranın asker olması gerekmemektedir. Yani bedelli kalarak da “Adil Düzen”e şahitlik yapabilirler demektir. Mü’minlerin dereceleri yüksek olacaktır ama ayrı cennet olmayacaktır anlamını da verebiliriz. Sadece o cennetten yararlanma farklı olabilir.
Bütün bunlar hakkında kesin kanaate varmak için Kur’an’ın bununla ilgili âyetleri üzerinde durmak gerekir. Şu kadarını kesin olarak biliyoruz ki; oradaki hayat buradaki hayattan daha basit olmayacak, daha yüksek olacaktır. Evrim teorisini göz önüne getirelim. Canlılar tek hücreden başlamış, evrimleşmiş, en yüksek seviyeye ulaşmış. Kâinat da patlamış, bugün ileri seviyeye ulaşmış. Âhiret bu dünyadan daha ileri kâinat olacaktır. İnsanlar da bugünkü insandan daha ileri daha gelişmiş kimseler olacaktır. Şu sorulur: DNA’larımızda değişiklik olacak mıdır? DNA’larımızda sadece ömürle ilgili yerlerde değişiklik olacaktır, acı ile ilgili değişiklik olacaktır. Ama insan aynı insan olarak kalacaktır.
***
وَالَّذِينَ كَفَرُوا
(Va elLaÜIyNa KaFaRUu)
“Ve küfretmiş olan kimseler ise”
“Ve” harfi ile atfedilen cümleler arasında mutlaka bir ilişki vardır. Bunlardan bazılarında benzer durumlar olur.
“Hasan geldi, Ahmet de” dediğimizde o da gelmiştir. Ahmet Hasan’dan farklıdır ama ortak iş yapmışlardır. “Ahmet geldi, Hasan ise gelmedi” dediğimizde aralarında zıtlık vardır. Türkçede bu “ise” bağlacı ile kullanılır. Arapçada yine “ve” harfi ile ifade edilir. “Ahmet ayakta konuşurken Hasan yatakta uyuyordu” dediğimiz zaman da Araplar “ve” harfi ile cümleleri bağlarlar. Bu da hal vavıdır. “Ahmet konuşuyor Hasan yazıyordu” dediğimizde ise Türkçede bir bağlaç kullanmayız. Arapçada ise burada da “ve” harfi getirilir.
Bundan önce Biz Nasarayız” diyen Hıristiyanların iyi hallerini anlattı. Mü’minlerle “Adil Düzen”le olan ilişkilerden bahsetti. Şimdi de ona zıt durumda olanlardan yani Havarilerin değil de Pavlus’un Hıristiyanları olanlardan bahsetmektedir. Ne var ki getirilen cümle yalnız Hıristiyanlardan kafirleri içermemektedir, bütün kafirleri içermektedir. O zaman cins veya istiğrak için gelmiş olur. Yahut da “Ellezî” ahd için gelmiş olur. O takdirde şimdi dünyada mevcut İslâm düşmanı Hıristiyanlar ifade edilmiş olur.
Kur’an ehli olmayanlar cehenneme gidecekler inancı burada açıkça belirtilmiş olmaktadır. Biz “Bin Dil Üniversitesi’ni kurar da tüm insanlığa Kur’an’ı ulaştırırsak tebliğimizi tamamlamış oluruz. Buna karşı insanlar dört grup olacaklardır:
- Kendi dinlerinden vazgeçmeyecekler ama Kur’an’ı tasdik edecekler, daha önce anlatılan Hıristiyanlar gibi olacaklar, cennete gidecekler.
- Kendilerine tebliğ ulaştığı halde gerçekleri inkar eder karşı çıkarlarsa, onlar da bile bile Hakkı inkâr ettikleri için kafir olacaklar ve cehenneme gideceklerdir. “Adil Düzen”e karşı olan Kur’an ehlinin durumu da bunlardan farksızdır.
- Tebliğ ile ilgilenmeyip öğrenmeyenlerin ve ne karşı çıkıp ne de tasdik edenlerin durumu ise Allah’a kalmıştır. Allah onları “dâllîn” olarak vasıflandırmakta, ne var ki “mağdubun aleyhim”lerden ayırmaktadır.
- Kendilerine henüz tebliğ ulaşmayanların durumu ise mazur sayılmaktadır.
Burada tebliğ ulaştıktan sonra tekzib edenlerden bahsetmektedir.
وَكَذَّبُوا بِآيَاتِنَا
(Va KazZaBUv BiEAvYAvTıNAv)
“Ve âyetlerimizi tekzib etmiş olan kimseler.”
Burada yalnız küfredenlerden bahsetmiyor, yalnız tekzib edenlerden bahsetmiyor; küfredip tekzib edenlerden bahsediyor. Bunların cehim halkından olduğunu ifade ediyor.
Bizim görevimizi tamamlamamız için tebliğ işini tamamlamamız gerekir.
Tebliği dört safhada tamamlamış oluruz.
- Önce Kur’an’ı baştan sonuna kadar gece-gündüz çalışarak anlamamız gerekmektedir. Bunun için klasik Arapçayı ve müsbet ilimleri de öğrenip Kur’an’ı öyle anlamamız gerekmektedir. Akevler bu çalışmayı yürütmeye devam etmektedir. Tüm insanları bu çalışmaya katılmaya davet ediyoruz. Ensar arıyoruz.
- Sonra bir semt kurarak, bir bucak kurarak, örnek uygulama gösterip Kur’an’ın mucizesini ortaya koymamız gerekir. Bunun için Akevler Kooperatifi’ne bedenen katılmak gerekmektedir.
- Ondan sonra “Bin Dil Üniversitesi”ni kurup, “Adil Düzen Dergisi”ni çıkarıp, “Adil Düzen Televizyonu”nu kurup insanlığa duyurmamız gerekmektedir.
- Sonunda siyasi partileri “Adil Düzen”e zorlayıp devletimizi “Adil Düzen”e getirmemiz gerekmektedir. İşte o zaman tebliğ görevimizi tamamlamış oluruz.
Bunun zamanını biz belirleyemeyiz.
Burada âyetler dişi kurallı çoğulla getirilmiştir. Kur’an’ın 25 âyetine yani mucizesine işaret etmektedir. 250 sahife kadar yazdığımız bunları anlatan “Kur’an Mucizeleri” kitap çalışmamız “www.medhaldergi.com” sitesinde yayımlanmaktadır.
أُوْلَئِكَ أَصْحَابُ الْجَحِيمِ (86)
(EuLAEiKa EaÖXAvBu eLCaXIyMı)
“İşte bunlar cehim ashabıdır.”
Cümle mübtedanın haberidir. “Ülâike” fasl zamiri değildir. İsim cümlesi haber yapılmıştır. Küfredenler cehim halkıdır. Bütün Hıristiyanlar değil anlamına gelir. İşaret ederek hükmü tahsis etmiş olmaktadır. Buradaki tahsis mutlak tahsis değil yalnız daha önce bahsedilenlerden tefrik içindir.
Cehim ve cehennem fırın anlamındadır. Biri madenlerin izabe edildiği fırındır. Burada madenler cüruflardan temizlenir. Cehennem bu mânâda fırındır. Diğeri ekmeğin pişirildiği fırındır. Burada yemekler olgunlaştırılır. Cehennem, insanları günahlardan temizleyen ve onları cennete hazırlayan fırındır.
Kur’an’da “cehennem, cehim, sair ve nâr” olarak geçmektedir. “Nâr” yakıcı anlamındadır. “Sair” ise ısıtıcı anlamındadır. Burada marife gelmiştir. Kur’an’da mezkur cehennemdir. Cehimlik onun vasfıdır.
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 56
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُحَرِّمُوا طَيِّبَاتِ مَا أَحَلَّ اللَّهُ لَكُمْ وَلَا تَعْتَدُوا إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ (87) وَكُلُوا مِمَّا رَزَقَكُمْ اللَّهُ حَلَالًا طَيِّبًا وَاتَّقُوا اللَّهَ الَّذِي أَنْتُمْ بِهِ مُؤْمِنُونَ (88)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(Yav EayYuHav elLeZIyNe AMeNUv)
“Ey iman etmiş olan kimseler”
Bu sûrede 18 defa “Ya Eyyüha…” geçmektedir. İkisi “er-Resul” diye, 16’sı “Ey iman edenler” olarak geçmektedir. Bu sûrede “Ey Nâs” geçmemektedir, “Ey Nebi” de geçmemektedir; “Ey Resul” de yalnız bu sûrede geçmektedir.
Bunlar bize şunları ifade eder.
Bu sûre mü’minleri muhatap almaktadır, müslimleri muhatap almamaktadır.
Burada öğrendiğimiz başka bir şey daha vardır. “Ey Nâs” diye hitap ettiği zaman tüm insanlığa hitap eder, bu görevi yerine getirilecekler belirtilmektedir. “Ey iman edenler” dendiği zaman askerlik yapanlar söz konusudur ve burada hitap eden sorumlu ise resuldür. Her mü’min aynı zamanda müslim olduğu gibi her resul de aynı zamanda nebidir. Müslimlere hitap mü’minlere de hitaptır. Nebilere hitap aynı zamanda resullere de hitaptır.
Sûrede ne yapılıyor?
Mü’minlere hitap ederken, müslimler içinde kimlerin mü’min olacağı da belirtilmekte, “Hud etmiş olanlar” ile “Biz Nasarayız” diyenler de mü’minler içine alınmaktadır. Kıyas yoluyla bütün Ehl-i Kitap mü’min yani asker olabilir.
“Ey iman edenler” sözü ilk âyetlerde, 1-2 ile 6-10 âyetler arasında tekrar edilir. Sonrasında da aynı sıklıkla tekrar edilir. Ortalarda bu kurala uyulmaz 27, 16 ve 30 gibi büyük aralıklar vardır. Ortalarda Hıristiyan ve Hud etmiş olanlardan bahsettiği için aralık uzun olmuştur.
Her topluluğun kendi iç güvenliği vardır. Kabile içi güvenlik Hz. Âdem’den başlar. Aynı dili konuşanlar arasında güvenlik de Hz. Nuh peygamberle başlar. Dilleri ayrı olan halklar arasında da güvenliğin yani uluslararası güvenliğin tesis edilmesi gerektiği hususunu ortaya atan ise Hz. İbrahim’dir. Mademki bütün insanların tanrısı birdir, o halde bütün halk kardeştir, barış içinde olmalıdır. Batılılar yazılarında Hz. İbrahim’in tek tanrılı din getirdiğini yazarlar. Hz. İbrahim tek tanrılı dini getirmemiş; mademki Tanrı’nız birdir o halde barış içinde olalım demiştir. Hz. İbrahim tüm dünyayı barış içinde bırakacak bir düzen kurmak istiyor. Barış düzenini, İslâm dinini getiriyor. Hz. Nuh peygamberden sonra devlet içinde güvenlik vardır. Önce site devletleri, sonra Mısır’da ulus devleti, İbranilerde ise imparatorluklar oluştu. Uluslararası barışın temelleri atılmaya başlandı. İmparatorluklar bu anlamdadır. Bu gelişmeleri İskender, Roma, Bizans, Emeviler, Abbasiler, Göktürkler, Selçuklular, Osmanlılar, İngilizler, Ruslar, Sovyetler, Amerikalılar bugüne getirdiler.
Kur’an’ın istediği barış düzeni bazı esaslar açısından farklıdır.
- Önce serbest sözleşme sistemi olacak. Halk kendi içtihatları ile yaşayacak, kendi sözleşmeleri ile topluluklar oluşturacaklardır. Ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler kendi serbest içtihat ve icmalarıyla oluşacaktır.
- Herkes sözleşmelere uyarak, verdiği sözleri yerine getirerek barış içinde yaşayacaktır. Herkes özgür olacaktır. Sözleşmeler dışında insanları bağlayan hiçbir şey olmayacaktır. Kimse kimsenin amiri olmayacak, herkes yaşarken ve çalışırken özgür olacaktır.
- Uygulamalarda sapma olup olmadığını tesbit eden bağımsız, yansız, etkin ve saygın yargı olacaktır; yani yargı hakemlerden oluşacaktır. Hakemlerin kararlarına herkes gönül rızası ile uyacaktır. Barış dünyası böyle kurulacaktır.
- İşte, siyasi güç bundan sonra söz konusudur. Hakem kararlarına uymayanları hakem kararlarına uyacak hâle getirmek ise mü’minlerin işidir.
Birleşmiş Milletler kararları, devletler üstü emredici yargı Kur’an hükümlerine aykırıdır.
Bugünkü uygulama ile İslâm hükümleri arasındaki diğer fark ise; Birleşmiş Milletler’in silahlı ordusu ya yoktur veya varsa da imtiyazlı süper güçlere aittir. Bunlar ABD, Sovyetler (Rusya), İngiltere, Fransa ve Milliyetçi Çin idi. İkinci Cihan Savaşı sonrası böyle statü oluşturuldu. Bunlar daimi Güvenlik Konseyidirler, bunların veto yetkileri vardır. Milliyetçi Çin yenildi, sosyalist Çin ortaya çıktı. Uzun tartışmalardan sonra sosyalist Çin milliyetçi Çin’in yerine geçti. Sonra Sovyetler yıkıldı, yerine Rusya geldi. AB kuruldu, bu sefer İngiltere ve Fransa bir devlet gibi oldu ama iki oyları var.
İslâmiyet’te imtiyazlı devlet yoktur. Bir devlet 30-100 milyon arasındaki nüfusu bulundurabilir. Nüfusları bundan azsa o devletler birleşerek insanlık içinde etkili devlet olarak yer almalıdır. Nüfusları eğer yüz milyondan fazla ise her yüz milyon sayısınca devlet sayılmalı ve ona göre yeri olmalıdır. Birleşmiş Milletler yargılayıcı değil yürütücü bir birliktir. Yargı ise bağımsızdır, hakemlerden oluşur.
“Adil Düzen”de süper güçler yoktur. Hakemliği kabul eden her devlet müslim devlettir, barış hukukundan yararlanır. Mü’min devletlere cizye verirlerse güvelikleri de korunur. Mü’min devletler ise asker beslerler ve dış tehlike belirince ülkelerini kendileri korurlar. Ayrıca dışarıda bir güvensizlik söz konusu olunca, hakem kararları varsa, gönüllü askerlerle oraya gidip o ülkeyi fethedip yağmalarlar.
İslâm düzeninde hakem kararlarına uyanların hukuku korunur, hakem kararlarına uymayanların ise hukuku korunmaz. Bir yerin cizye vermemesi hâlinde oranın yağmalanmasına doğrudan izin verilmez, hakem kararları ile yağmalanmasına karar verildikten sonra yağmalanır.
لَا تُحَرِّمُوا
(LAv TuXarRiMUv)
“Haram kılmayın.”
Kur’an’da “LâTuhallilû” nehyi yoktur, çünkü yöneticilerin bir şeyi helal yapma yetkileri yoktur. Zaten her şey helaldir. Yöneticiler yasaklar koyarlar ama haklar koyamazlar, çünkü hak kanuni değil tabiidir. Haram etmek nehiyden farklıdır. Nehyin cezası vardır. Hırsızlık suçu işlediğiniz zaman kolunuzu keserler. Yahut dayak atarlar yahut hapishaneye koyarlar. Haramda ise böyle bir ceza yoktur. Haramda mü’minler yani devletler hakları korumazlar. Yani davalı veya davacı olamazsınız. Ama cezası da yoktur. Helal olanlar ise devletçe korunur. Bu hakların doğuş sebepleri şunlardır:
a) Akrabalıktan doğan haklar. Herkes akrabalık hukukuna riayet etmek zorundadır. Etmeyenler yargı tarafından mahkûm edilir ve güvenlik kuvvetlerince hüküm yerine getirilir.
b) Komşuluktan doğan haklar. Nasıl akrabalıktan doğan haklar varsa, bir kanuna veya sözleşmeye gerek kalmadan akrabalık hakları çalışırsa; bunun gibi bir araya gelen insanların karşılıklı hakları doğar. Bu hukuka riayet etmeyenler hakemler tarafından mahkûm edilirler.
c) Emekten doğan haklar. Bir kimse bir yerde emeğini harcadıysa onun karşılığını alma hakkına sahip olur. Akrabalık ve komşuluk bir şey karşılığı doğmaz. Oysa emek hakkı üretenin kendisinin verdiğinin karşılığıdır. Esas haklar buradan doğar. Gençlikte aldıklarını yaşlanınca verirler.
d) Sözleşmeden doğan haklar. Hakkın başka bir kaynağı da sözleşmelerdir. Sözleşmelerde verilen ve alınan sözler hakları ortaya çıkarır. Sözleşmede söylenen ne ise hak odur. Örnek olarak, sen bir gün çalıştın, bir dolap ürettin. O dolap sana 1 yevmiyeye mâl oldu, 1 yevmiyelik de malzeme gitti. Demek ki dolabın değeri 2 yevmiyedir. Sen ona 10 dolap o da 1 dolap teklif edebilir. Sonunda 3 dolapta karar kıldınız ise sizin hakkınız ve göreviniz 3 dolaptır, 2 dolap değildir. Demek ki reel değerleri doğal haklar oluşturur ama reel varlıkların değerlerini sözleşme belirler. Bu sebepledir ki hukukta esas olan sözleşmelerdir. Yani helal ve haramları asıl belirleyen sözleşmelerdir.
Burada “haram kılmayın” emri mü’minlere verilmiştir. Yani kanunlar sarımsak yemeyi yasaklayamazlar ama kişiler sarımsağı ister yerler ister yemezler. Helali helal yapmak gerekmez. Zaten helalin mânâsından da anlaşılacağı üzere ister yapar ister yapmazsın. 63 yaşıma geldim, benim yönetme yetkim yoktur dersem, bu helali haram yapma değildir. Bu bir içtihattır. Benim içtihat sahibi olarak içtihadıma uyma yükümlülüğüm vardır. Başkaları da kendi içtihatlarına uyarlar.
Demek ki insanlığın helal ettiği bir şeyi ülkelere, ülkelerin helal ettiği şeyi illere, illerin helal ettiği şeyi de bucaklara haram yapamazlar. Ne var ki bu helal etme ve haram etme icmalar şeklinde olmalıdır. Buradan icmaların hükümleri ortaya çıkar. Merkezin kavlî ve fiilî icmaları taşraları bağlar. Helali haram yapamazlar.
Biz bu hususta mütereddit idik. Şimdi sorun çözülmüştür. Yerel icmalar kesin merkezî icmalara aykırı olursa mahallî icmalar hakemlerce iptal edilir.
طَيِّبَاتِ مَا أَحَلَّ اللَّهُ
(OayYıBAvTı MAv EaXalLa elLAHu)
“Allah’ın helal ettiği tayyibatı.”
Burada “tayyibat” şartı getirilmiştir. Bunun mânâsı şudur. Helal olan yararlı olmalıdır. Biz tayyibatı faydalı anlamında kullanıyoruz. Haram olanlar ise habis olanlardır.
Bir şeyin faydalı olduğu hususunu belirleyecek olan ilimdir, zararlı olduğunu belirleyecek olan da yine ilimdir.
Maddeler ve fiiller dört grupta toplanır.
Hem başkalarına zararlı hem faile zararlı; başkalarına zararlı, faile karlı; faile karlı başkalarına zararlı; herkese karlı.
Sonra bunların yararlılığı ve zararlılığı içtihatla sabit olur veya icma ile sabit olur. Allah’ın helal ettiği demek helalliği icma ile sabit olanlar demektir.
Kime helalliği?
Herkese helalliği icma ile sabit olanlar. Çünkü şeriatta içtihat edenler münferit olayları ele almazlar. Onlar genel kural koyarlar. Dolayısıyla falana zarar filana yarar diye bir içtihad olmaz. Amelî içtihat olur. O halde eğer müçtehitler bir şeyin herkese yararlı olduğunda icma etmişlerse o Allah’ın helal ettiği olur.
Burada “Ellezî” değil de “Mâ” getirilmiştir. Yani daha önce bilinen belli helaller değil de toplulukların icmaları ile sabit olan helaller demektir. Eğer yalnız sahabelerin icmaı söz konusu olsaydı “Elletî ehallellah” denmiş olurdu. Bu açıklamamıza itiraz eden varsa kendisinin neden “Elletî” değil “Mâ” getirildiğini açıklaması gerekir. Tabii ki böyle bir açıklama getiriyor demek bu açıklama yanlıştır anlamında olmaz. Onun için onun içtihadı, benim için benim içtihadım geçerli olur.
Burada “Allah” kelimesini ister âlemlerin rabbi anlamında alalım, ister O’nun halifesi olan topluluğu alalım, hüküm değişmez. İcma ya Kur’an’a dayanır, o zaman Allah’ın helal ettiğini izhar etmiş olur yahut Kur’an’a dayanmadan sadece tercih yoluyla helal kılmış olur.
İcma ile helalliği sabit olmayan hususlarda mü’minler mahalli icmalarla yasaklamalar getirebilirler. Örnek verelim.
İnsanlık tıp uleması domatesin tayyib olduğunda icma ettikten sonra artık kavmî veya şa’bî veya kabile icmaları domatesi haram kılamaz.
Diğer taraftan eğer insanlığın tıbbî uleması sigaranın zararlı olduğunda icma ederlerse kavmî, şa’bî veya kabile icmaları onu helal yapamaz, kalan kısımlarda yerel icmalar geçerlidir. Yerel icmalar yoksa içtihatlar geçerlidir.
Bir hususa daha işaret etmekte yarar vardır.
Bir rasihin içtihatları kendi kavminin icmalarına aykırı olabilir ama o kavim içinde amel edilemez. Ama il icmalarına aykırı rasih icmaları ile ilde de amel edilebilir. Bir fakihin icmaı bucak icmasına aykırı olsa da o bucak da dâhil amel edilebilir.
لَكُمْ
(LaKuM)
“Size”
“Enfüseküm” denmemiştir de size helal ettiklerini size ve başkalarına haram etmeyin demiş olmaktadır. Burada ibare ile size helal olan her şey müslimlere de helaldir, size haram olan her şey taşraya da haramdır. Yani hiçbir merkez kendi bucağında helal kıldığını taşra bucaklar için haram yapamaz. Onun hukuken korunmasını kaldıramaz. Merkezin icmaları taşrayı bağlar ama taşra için bir mevzuat merkezi bağlamaz. Diyarbakır için kanun çıkarılamaz, orada olağanüstü hal ilan edilemez, orada sıkıyönetim ilan edilemez. Ülkenin tamamına sıkıyönetim ilan edebilir. Sadece merkez illerde geçerli olmak üzere sıkıyönetim ilan edilebilir ama falan ilde veya filan ilde sıkıyönetim ilan edemez. Oranın sıkıyönetim kararını o il almalıdır. Anayasada bu hükümler geçmektedir. Delil ararken bunu bulamıyoruz. Kur’an böylece baştan sonuna kadar yorumlandıktan sonra âyetlere verilen mânâlara göre maddeler delillendirilmelidir. Biz çoğu zaman daha uzak delillerden yararlanıyoruz.
Usulü fıkıh öğrendikten ve çağımızın sorunlarını ortaya koyduktan sonra Kur’an’da çözümler son derece kolaylaşır. Ne var ki usulü fıkıh kolay öğrenilemiyor, çağın sorunları da kolay bilinemiyor. Bunun için birçok kimselerin beraber çalışması gerekir.
Burada size haram ettiği şeyin mutlak olarak haram ettiği denmemesi, “enfüseküm” demeyip mutlak ifade etmesinde verdiğimiz mânâ Ebu Hanife’nin mutlak itlak ile mukayyed kayd ile delalet eder kuralını uygulamış oluyoruz. Ebu Hanife bu kuralını köle ve mü’min köle hükümlerinde uygulamıştır. Öbür taraftan da günümüzün sorunları da yerel yönetimle merkezi yönetim arasındaki sorunlarla ilgilidir. Bunlar anayasa sorunlarıdır.
وَلَا تَعْتَدُوا
(Va LAv TaGTaDUv)
“İ’tida etmeyin.”
“Gudv” vadinin bir yakasıdır. “Adavet” birbirleri ile karşılıklı cephede savaşan kimselerin birbirlerine besledikleri duygudur. Islah değil imhadır, karşı tarafı yok etmedir.
Biz savaş dışında kimseye adavet etmeyiz. Şeytana adavet ederiz. Karşı tarafın yok olmasını değil ıslah olmasını isteriz.
Sürekli düşmanlık aduv ittihaz etmek şeklinde ifade edilir.
“İ’tida” iftial babındandır. Kendini kendine düşman yapma veya karşı tarafı sana düşman yapma mânâsındadır.
Evet, helali haram yapma demek, önce kendi nefsine düşmanlık yapıyorsun. Neden? Çünkü Allah onu sana helal etti demek o sana yararlı şeydir, senin ihtiyacını gidermektedir demektir. Sen ihtiyaçlarını gideremiyorsun demek kendine düşmanlık yapıyorsun demektir. Kendine helal edilen bir şeyi haram ederek sen Allah’ın bedenine olan hakları ondan esirgiyorsun demektir. Oysa Allah sana o bedeni ondan yararlan ve onu yaşat diye verdi. Onu hor kullan demiyor, onu helak et diye verdim demiyor.
Diğer taraftan siz eğer kendinize helal ettiğiniz şeyleri başkalarına haram ederseniz onları size düşman etmiş olursunuz. Başkalarını kendine düşman etme budur. O halde tüm mevzuatın Danıştay ve Anayasa Mahkemesi tarafından denetlenmesi hususu budur. Faydalı olmadığında icma varsa veya zararlı olduğunda icma varsa o kanun iptal edilir. Bir şey kanunda yazılıdır, sözleşmeye girdi diye o geçerli olmaz. İcmaa aykırı ise o keenlemyekündür. Kimse ona uymak zorunda değildir. Yargıda böyle maddeler kaale alınmaz. Bugün anayasa yapıyorlar. Sadece bu maddeyi yazsınlar, bu maddeyi çalıştıracak mekanizmayı getirsinler, tüm sorunlar kendiliğinden çözülmüş olur. Yasaklamalarla sorunlar çözülmez. Gereksiz yasaklamaları kaldırmakla sorunlar çözülür.
Kooperatife araba aldık. 5000 TL verdik. 1000 lira vergi aldılar. Oysa biz bir şey kazanmamıştık. Anayasamızın genel vergi kuralı gelir vergisidir. Bir arsada arabamızı park ettik. Camlarını kırdılar, kapılarını kırdılar, lastiklerini patlattılar. Devletin bunu koruması gerekmez mi? Şikâyette bile bulunmadık. Çünkü bizi rahatsız edeceklerdi. Arabayı aldığımızda kooperatif kararı olmadığı için Muhammed Zübeyir Erol üzerine aldık. Sonra bana devretti. İyilik olsun, satıcıyı bekletmeyelim diye bunu yaptık. M. Zübeyir’e 1000 TL ticari işletme diye ceza geldi; bana da herhalde gelecektir. Böylece kooperatife destek olalım diye 6000 TL harcadık, elimize 1000 lira geçti.
İşte bütün bunlar Allah’ın helal ettiğini haram etmektedir. Kendi kendimize düşmanlık ediyoruz. Kooperatif kurmayın, kimseye yardım etmeyin. Nasıl yaşayacaksınız? O halde bugünün en büyük sorunu helali haram yapma sorunudur. Allah’ın bu emrine itaatsizliktir. Faiz kadar zararlı bir şeydir. Bürokrasi sorunudur.
إِنَّ اللَّهَ لَا يُحِبُّ الْمُعْتَدِينَ (87)
(EinNa elLAHa LAv YuXıbBu el MıGTaDIyNa)
“Allah i’tida edenleri sevmez”
“İnne” atıfsız geldiği zaman daha önceki cümleyi teyid ve tavzih içindir. Kendi kendisini veya çevresini kendisine düşman edinenlere Allah muhabbet etmez.
“Muhabbet” ne demektir?
Bir çıkar veya karşılık beklenmeden birisi size kötülük yapsa da siz onun iyiliğini istersiniz. Bu sizin elinizde olmaz. Onun iyiliğini istemenin, onunla olmanın çok kötü bir şey olduğunu bilirsiniz ve aklınıza uyarak ondan uzak durabilirsiniz ama içinizden yine de ona bir şey olmasın diye düşünebilirsiniz, bundan dolayı üzülürsünüz.
Benim için AK Parti ve Saadet Partisi’nin durumu budur. Kırk yıl ümitle mücadele ettik. Halk Partisi’ni (CHP) suçladık. S. Demirel’e kızdık. Onlar bize göre kötü insan idiler. Bu kardeşlerimizin iyi kimseler olduğundan zerre kadar şüphemiz yok. Bunlar tek başlarına iktidar oldular ama “zalim düzen” aynen devam ediyor! Yukarıda anlattığım araba hikâyesinde de durum böyledir. Oturum alamadığım için Kırgızistan uyruklu eşimden ayrılmak zorunda kaldım; bir polis ‘bunların evliliği göstermelik evliliktir’ diye yazmış, biz direnince iftiralarla karşılaştık. İzmir’de Akevler Kooperatifi’nin 50 milyon dolarlık bir arazisi var; devlet gasp etmiştir. Kız çocuklarımız hâlâ başörtülü okula gidemiyor. Hâlâ karadan hacca gidemiyoruz. Ben İstanbul-Bahçelievler-Yenibosna’daki Mevlana Camii’ne gidip usul dersini insanlara veremiyorum. Bu durum beni zaman zaman ağlamaklı yapıyor. Ama sonra bütün bunların takdir-i İlâhi olduğunu biliyor ve kendime geliyorum.
İşte, Allah’ın sevmemesi budur.
Kendi kendisine düşman olanların, kendisine düşman edinenlerin hâli budur.
Bu durum nedir?
Bunlar helali kendilerine haram etmişlerdir.
Bazı fıkıh kitapları, ilmihaller de böyledir. İlmihal Müslümanları çıkıp makaleler yazıyorlar. Mesela M. Şevket Eygi böyle bir kardeşimizdir ama her gün helalleri haram yapıyor, bazan haramları farz kılıyor. Oysa bu kardeşimiz bizimle beraber ilk basın mücadelesini yapan kardeşimizdir, benim ilk yazılarımı o yayınlamıştır, kendisini çok sever ve hizmetlerine saygı duyarım.
AK Parti’nin Saadet Partisi’nden farkı yok şimdi, bunun için çok iyi geçiniyorlar.
Adil Düzen Çalışanları bunlara dikkat etmelidirler.
Ben bazı sünnetleri kılmıyorum. Sünnetleri hiç kılmayabilirim. Ben ilim yapıyorum, sünnetlere zaman harcamam israf olabilir. Ama ben kılmasam ilim yapmayanlar da terk ederler. Bu sebeple sünnetlerin bir kısmını kılıyorum. Hepsini kılabilirim, benim için dinlenme olabilir ama o zaman da beni izleyenler bu sefer sünnetleri farz hâline getirirler. İşte bu da helali haram kılmadır. Çorap üzerine meshediyorum. Yıkayabilirim. Ama hayır, herkes kendisi şeriat icad etmesin. Allah ne diyorsa onu yapalım. Bizim kadar ilmi olanlar gelsin bizimle tartışsın, ilmi olmayanlar da bize saldırmasın. Biz ‘bira haram değildir’ derken delillere dayanarak söylüyoruz. Hayatımda bira değil boza bile içmedim. Cesaretle onun için fetva veriyorum. Yoksa ben içiyorum onun için böyle fetva veriyorum derdim.
Biliyorum; benim bu iğneleyici davranışlarım insanları benden uzaklaştırıyor ama ben bana yaklaşan insanları değil Allah’a yaklaşan insanları arıyorum. Hamd ederim ki Allah ihtiyacım olduğu kadar bu insanları bana ihsan etti. Belki bunlar beni sevmediler ama haklı gördükleri yerde Allah için beni desteklediler. İşte beni huzur içinde tutan bu olmuştur. Demek ki ben haklı imişim diye düşünüyorum. Beni sevenlerin beni desteklemelerini de hayırlı görüyorum.
Hâsılı; Adil Düzen Çalışanlarına tavsiyem, insanlara helali haram yapmanın günah olduğunu herkese anlatmak zorundayız. Kendimizi de bu hususta eğitmeliyiz. İcma olmayan yerlerde katiyen zorlama yapmamalıyız.
***
وَكُلُوا
(Va KüLUv)
“Ve ekl edin.”
Kur’an’da emir sigası vücubu ifade eder. Taamı ekl etmek mübah değil, helal değil, farzdır. Helali haram yapmayın ve ekl edin diyor.
Yukarıda, Allah’ın size helal ettiği tayyibatı haram kılmayın diyor.
Burada da aynı şeyi başka şekilde ifade ediyor.
Karşılaştıralım.
Yukarıda “haram etmeyin” diyor.
Burada “ekl edin” diyor.
Birinde nehiy, birinde de emir vardır. Emir ve nehyin hükümleri farklıdır. Mesela emirde bir defa yaparsın. Oysa nehiy sonuna kadar sürer, hiç yapmamadır. Emrin sevabı vardır, nehyin ise sadece günahı vardır. Her iki hükmü birden ifade etmek için yani emrin de nehyin de hükümlerini bir arada teşri etmek için böyle farklı olarak söylenir.
Demek ki ekl ettiğimiz zaman aynen namazı kıldığımız gibi sevap alıyoruz. Koca çalışıyor, alınteri dökerek çilelerle kazandığı nafakayı eve getiriyor. Eşine ve çocuklarına rızık temin ettiği için mutludur, çalışmaktan zevk almaktadır. Karısı da evde birçok meşgale içinde çocuk bakımı, temizlik, mutfağın başında kocasına ve çocuklarına beğendireceği yemekleri pişirmekte ve kocası yorgun, çocukları aç olarak eve geldikleri zaman onları sofrada görüp onları doyurduğunu gördüğünde duyduğu mutluluk kadar aynı zamanda Allah’ın muhabbetini ve sevgisini kazanmaz mı? O koca ki, ne kadar zengin olursa olsun, helalinden daha çok kazanarak çocuklarına imkân sağlamak için çırpınmaktadır. O anne on çocuğu olsa bile her çocuğu için canını vermeye hazır; bu sevabı almayacak mı?
İşte, helalinden kazanma yolları için çalışan herkes, evini geçindirmek isteyen herkes aldığı bu emri yerine getirmekte ve cennette kendisine köşkleri hazırlamaktadır.
مِمَّا رَزَقَكُمْ اللَّهُ
(MimMAv RaZaQaKüMu elLAHu)
“Allah’ın size rızık verdiğinden”
Yukarıda “Allah’ın size helal ettiği şeyler” denmiştir. Burada “Allah’ın size rızık olarak verdiğinden” denmektedir. Orada “Min” olmadığı halde burada “Min” vardır. Bize verdiği rızıklardan seçerek yiyeceğiz, hepsini yemeyeceğiz.
Evet, biz helali haram yapmayacağız ama helallerden istediğimizi seçeceğiz. Bu da emirdir. Yani neye iştahı varsa onu yiyecektir. İsteyen bulgur, isteyen pirinç pilavını yer.
Görüyorsunuz ki lüzumsuz tekrar gibi görünen ifadelerde birçok farklı mânâlar vardır. Yukarıda “Min” gelseydi mânâ tam olmazdı. Burada “Min” gelmeseydi mânâ tam olmazdı. Orada helal olanlardan bahsetmekte, burada rızıktan bahsetmektedir. Çalınmış mal da rızıktır ama helal değildir. Burada çalınmış malın helal rızık olarak ifade edilmiş olması, haram olan şeylerin de sonunda rızık olduğunu açıklamaktadır.
“Razak” bir üzüm çeşididir. Türkçede “razaki üzüm” derler. “Rızık” kelimesi oradan gelmektedir. İnsan vücudunun içine çeşitli gıdalar almaktadır. Bunların bir kısmı vücudun yapısında yani inşaatta kullanılmakta, diğerleri de enerji kaynağı olmaktadır. Vücudun tüm yağları ve şekerleri kullanabilmesi için hepsinin kullanılmadan önce üzüm şekerine çevrilmesi gerekir. İnsan ve hayvan vücudunda glikojen, bitkilerin yapısında nişasta ve selüloz olarak yer alan karbonhidratlar (CHO); karbon, hidrojen ve oksijen atomlarından meydana gelmiş organik bileşiklerdir.
Karbonhidratlar yapıları gereği üç grupta toplanır.
A- MONOSAKKARİTLER (Basit Şekerler)
1-Glikoz (üzüm şekeri)
2- Fruktoz (meyve şekeri)
3- Galaktoz (6 karbonlu monosakkarit)
B- DİSAKKARİTLER
1- Sakkaroz (çay şekeri)
2- Laktoz (süt şekeri)
3- Maltoz (malt şekeri)
C-POLİSAKKARİTLER
1-Nişasta
2-Glikojen
3-Selüloz
GLİKOZ: İnsan vücudunda serbest halde kanda bulunur (100 ml. kanda 70 - 100 mg. civarında). Beyin dokusu ve alyuvarlar (eritrositler) enerji yakıtı olarak sadece glikozu kullanırlar. En çok üzüm ve üzümden yapılan yiyecek ve içeceklerde, balda bulunur. Saf olarak eczanelerden de temin edilebilir.
İşte “rızık” kelimesi bu üzümün adından türetilmiştir. Kur’an’da üzüm ve hurma geçmektedir. Üzümün zikredilmesi bunu ifade etmektedir. Hurmada da bir özellik olmalıdır.
“Allah’ın sizi rızıklandırdığından” denmektedir.
Gümrükler koyup yiyeceklerin, -kıyas yoluyla diğer emtiaların- bir ülkeden diğer ülkeye gitmesini önlemek helali haram yapmaktır.
Kişiler daha çok haramı helal yaparlar. Oysa yöneticiler helali haram yaparlar.
Burada emredilenler mü’minler olduğu için haramdan bahsetmektedir.
Rızıklanmanın farz olduğu ifade edilmektedir.
حَلَالًا طَيِّبًا
(XaLAyLan OayYıBAn)
“Helal, tayyib”
Rızıktan helak ve tayyib olarak ekl edilecektir. Bundan önce Allah’ın size helal ettiği tayyibatı haram etmeyiniz denmişti. Onları hâl yapmıştır. Orada fiil-mef’ul, burada ikisini birlikte hâl yapmıştır. Bunlar rızık olarak verilenlerin hâlidir.
Mef’ul ile hâl arasında ne fark vardır?
Evet, armut helal rızıktır, lakin onun insan için besin olabilmesi için çiğnenerek yenmesi gerekmektedir, dengeli yenmesi gerekmektedir. Demek ki sadece maddenin iyi olması gerekmez, onun uygun şekilde kullanılması gerekmektedir. Yolculuk yapmak için sağlam ve konforlu arabaya ihtiyaç vardır ama bir o kadar da tecrübeli ve dikkatli şoföre de ihtiyaç vardır. İmali kadar istimali de önemlidir.
Yukarıda fiil ve mef’ul olarak kullandığı iki kelime burada birlikte hâl olarak zikredilmiştir. İlk bakışta aynı kelimeler başka türlü söylenmiş, gereksiz tekrar edilmiş gibi görünür. Oysa oradaki helallikle tayyiblik arasında tamamen farklı mânâ vardır. Biri inşaat esnasındaki tayyiblik ve helalliktir, burada ise kullanırken değerlendirilen helallik ve tayyibliktir.
Bir anayasa yaparsınız. Onun iyi bir anayasa olması gerekir. Ama iyi bir anayasa raflarda kalacaksa ne işe yarar? Onun iyi bir şekilde yürürlüğe konması gerekmektedir.
Helal ve tayyib olarak iktisap ettiğimiz şeyleri helal ve tayyib olarak harcamalıyız.
Canlılar çevreden besinlerini toplar, sonra onu yerler. İnsan birlikte çalışarak üretir, sonra bölüşür ve onları tüketir. Her iki durumda da helal ve tayyib olmalıdır. Kazanırken de kullanırken de helal ve tayyib olmalıdır.
Demek ki birinci âyette iktisaptan, kazanmaktan bahsetmektedir. Burada da onların kullanılmasından, bölüşülüp tüketilmesinden bahsetmektedir. Orada helalin haram edilmemesinden söz etmektedir.
Batı sanayileşmeye başlayınca tarım dönemindeki ekonomi düzeni yetmez oldu. Adam Smith ortaya çıktı ve şunu söyledi: Bırakın yapsınlar, bırakın kullansınlar, ekonomi kendiliğinden dengesini bulur. İşte böyle diyerek Allah’ın helal ettiğini haram yapmayınız kuralını ortaya koymuştur. Ne var ki Kur’an tayyibatı haram etmeyiniz demiş olduğu halde, her şeyi serbest bırakmıştır. Yani Kur’an ticareti serbest bırakmış, müdahaleyi yasaklamıştır, çünkü o tayyibdir. Buna karşılık faizi haram etmiştir, çünkü o habistir.
İşte insan aklı ile Kur’an arasındaki fark buradadır.
“Adil Düzen Anayasası”nda bununla ilgili maddeler vardır. Genel olarak anayasa kavrandıktan sonra Kur’an yeniden okunur ve kurallar içinde yorumlanırsa, eğer sistem doğru anlaşılmışsa Kur’an hep size deliller sunar. Bu sebepten dolayıdır ki Kur’an’ı ilimlerle birlikte yorumlamakla mükellefiz. “Biz onu ilimle tafsil ettik” denmektedir.
Şimdi karşılaştıracağımız ikinci husus da “helal” ve “tayyib” kelimeleridir. Gerek önceki âyette gerekse bu âyette bu iki kelime birlikte zikredilmiştir. Bunlar arasında da fark olmalıdır. Kur’an’ı yorumlamak demek, buna benzer sorular sorup cevaplar vermek demektir. “Ruhu’l-Kur’an” çalışmasında âyetler üzerinde yeni çalışmalar yapacağız. Örnek olarak, burada helal ve tayyib kelimeleri neden birlikte zikredilmiştir? Sonra, neden önce “helal” sonra “tayyib” olarak zikredilmiştir? İşte bu soruların cevaplarını ararsınız. Buna cevap vermeniz için hayatı bilmek gerekmektedir.
Konumuz rızık olduğuna göre ekonomi ile meşgul olmalıyız. Ekonomide reel ekonomi ile finans ekonomisi vardır. Bu ikisi arasındaki farkı bilebilmeniz için bir örnek verelim. Bir kilo buğdayda 3640 kalori vardır. Bu kalorilik buğdayı elde etmemiz için bir insanın 10 dakika çalışması gerekir. Şimdi ambarınızda 1 ton buğdayınız vardır. Havalandırmasak buğday çürür. İşte bütün bunlar reel ekonomidir. Bunlar doğa olaylarıdır. Allah halk etmiştir. İnsanlar ve hayvanlar için farklı değildir. Madde ve enerjiyi kullanırsınız, onlar o şekli alır. Burada da insan hayvandan farklıdır. İnsanın reel değerleri elde etmesi ile hayvanın reel değerleri elde etmesi farklı olabilir. İşte burada sağlıklı üretim ve sağlıklı tüketim yapma “tayyib” kelimesi ile ifade edilmiştir. “Tıb” kelimesi ile akraba olan bu kelime sağlıklı mânâsına gelmektedir.
Kârlı ve zararlı olarak yukarıda zikretti. Kâr ve zarar parada kâr ve zarar değildir. İnsanın bedenine veya topluluğun yapısına kâr ve zarar söz konusudur.
Helal ve haram ise yalnız insanlar için söz konusudur. Şöyle ki, siz bir kilo buğdayı komşunuza verip karşılığında patates almak istiyorsunuz. Onunla pazarlık yaparsınız. Bir kilo buğday karşılığı iki taraf anlaşmıştır. İşte buradaki bire iki miktarı finansla ilgilidir, helal haramlıkla ilgilidir. Siz eğer zorla üç kilo alırsanız yahut çalarsanız size haram olur. Helal ve haram değerle ilgilidir. Oysa tayyib ve habis olması kendisi ile ilgilidir.
Ben bir elbise aldım. Filan markadır. Bu tayyib ile ilgili ifadedir. Şu kadar verdim dendiği zaman o da helallikle ilgili ifadedir.
Acaba neden “helal” kelimesini önce “haram” kelimesini sonra getirmiştir?
Çünkü insanlar sağlıklı besinleri kullanmakta dikkatlidirler. Onlarda aklî delil daha çok hâkimdir. Oysa helal ve haramlıkta daha gevşektirler. Naklî delile daha çok ihtiyaç vardır. Sonra sağlıklı olup olmadığının tesbitinde müsbet ilimler kullanılır. Oysa helal ve haramlıkta şeriat hükümleri geçerlidir. Kur’an daha çok şeriat hükümlerini öğreten bir kitaptır.
Kur’an burada başka itirazlara da cevap vermektedir.
Kur’an fizik kitabı değildir, Kur’an biyoloji kitabı değildir diyorlar.
Evet, Kur’an fizik kitabı değildir, biyoloji kitabı değildir. Ne var ki fizikî olayların ve biyolojik olayların şer’i hükümlerini koyan kitaptır, biyolojiyi ve fiziği bilmektedir. Aksi halde onlara dair hükümleri nasıl koyacaktır. Eğer Kur’an fizik ve biyoloji ilimlerinden habersiz ise koyduğu hükümler de afakidir, sokak söylentilerini çuvala doldurmadır, sentez değil karmadır. Hâlbuki biz iddia ediyoruz ki Kur’an günümüzün sorunlarını çözmektedir. Yani Kur’an bütün ilimlerin âlimi tarafından tedvin edilmiştir. Kur’an’da sık sık “Allah her şeyi bilir” şeklinde geçmektedir. Bu âyet bunun en açık delilidir. Kur’an yalnız helal ve haramla ilgili hükümler koymaz, tayyib ve habis olanları da bildirir. Tayyibi helal, habisi haram kılar. Yani finans ekonomisi reel ekonomiyi düzenler. Karşılıksız para çıkmaz.
Burada rızıktan bahsetmektedir. Mefhumu muhalefeti kabul edersek giyimde helal ve haram yoktur, giyimde tayyib ve habis yoktur. Biz mefhumu muhalefeti değil kıyası tercih ederiz ama mefhumu muhalefeti hepten terk etmeyiz.
- Karine varsa karineye göre hareket ederiz. Mefhumu muhalefeti tercih ederiz. Birisi size ‘Ahmet geldi mi’ derse, siz de ‘Mehmet geldi’ derseniz; karşınızdaki insana Mehmet’in geldiğini söylemiş, Ahmet’in de gelmediğini ifade etmiş olursunuz. Asgari olarak onun gelip gelmediğini bilmiyorum demiş olursunuz. ‘Yılmaz kardeşler geldi mi’ sorusuna, ‘Ahmet’i gördüm’ derseniz, aynı zamanda ‘onlar geldi’ demiş olursunuz. Buralarda karineler vardır, karinelere göre hareket edilir.
- Karine yoksa işte ihtilaf orada başlar. Hanefiler ve Şafiiler kıyası tercih ederler, Malikiler ve Hambeliler mefhumu muhalefeti tercih ederler. Biz de kıyası tercih ediyoruz.
O halde rızık için söylenen bu hükümler, illetin birliği ve insanın ihtiyacını gideren şeyler oldukları için giyeceklere, barınaklara ve yolculuğa ait kazançları ve harcamaları da içerir.
وَاتَّقُوا اللَّهَ
(Va itTaQuv elLAHa)
“Ve Allah’a ittika ediniz.”
Sıradan mütercimler bu ifadeyi “Allah’tan korkunuz” diye tercüme ederler. Kur’an’ın birçok kelimeleri böyle cümleye uygunluğu düşünülerek mânâlandırılmıştır. Bu sebepledir ki bizim Kur’an’ın bütün kelimelerini klasik Arapça içinde yeniden ele almamız gerekir. Kimileri klasik Arapça ile değil de uydurma Arapça ile mânâlandırırlar. Kimileri de kendileri mânâlandırmazlar, geçmişteki mânâları tekrar eder dururlar.
Bizim usulümüze göre biz klasik Arapça kuralları içinde mânâlandırıyoruz.
Önce burada “Ve” harfi gelmiştir, getirilmiştir, atfedilmiştir. Bu âyetler “Ey iman edenler” diye başlamıştır. Helali haram yapmayın denmiş, sonra da i’tida etme denmiştir. Burada ekletme emredilmiştir. Sonra “Ve” harfi ile “İttika” getirilmiştir. “İ’tida” kelimesi ile “İttika” kelimesi karşılaştırılmıştır. O halde şimdi de “i’tida” ile “ittika” kelimelerini karşılaştırmamız gerekmektedir.
“İ’tida”da kendinizi kendinize düşman yapmayın yahut kendinize düşman üretmeyin, barışçı olun, dışarıdakilerle ilişkide bulunurken hakka ve hukuka riayet edin, onlara kötülükler yapmayın onların haklarını yemeyin denmiş olmaktadır. Çevre ile barışıklık içinde olun denmiş olur. “İttika” ise “vikaye”den gelen kelimedir. Kendinizi koruyun demektir. Üşümemek için elbise giymek ittikadır. Yemek yerken çiğnemek ittikadır. Topluluğu dış saldırılara ve iç karışıklıklara karşı korumak ittikadır. Kurallar içinde hareket etmek ittikadır. Arabanızı sürerken trafik kurallarına uymak ittikadır. Arabayı sürme, yemek yeme “ekl”dir.
Burada “Allah’a ittika ediniz” denmektedir. Yani topluluk içinde kendinizi koruyunuz. Kişi tek başına yaşayamaz. Görünürde hürdür, gerçekte hürdür. Tek başına yaşayan insanı bağlayan sosyal kurallar yoktur ama insanın tüm özgürlüğünü yok eden tabii şartlar vardır. Özgürsünüz ama yol olmadığı için yaya bile gidemezsiniz. Oysa topluluğa katıldığınız zaman özgürlüğünüz gider. Kurallara, şeriata uymak zorundasınız. Buna karşılık artık uçağa binip Amerika’ya gitme özgürlüğünüz vardır. Yani siz topluluğa girince özgürlük kazanıyorsunuz. Artık korunuyorsunuz. Yalnız eğer topluluk hukuk düzeni içinde ise ittika etmiş olursunuz. Askeri düzende özgürlüğünüzü kaybediyorsunuz.
İşte, “Allah’a ittika ediniz”in manâsı “hukuk düzeni içinde olunuz” demektir, kişi yönetimlerinden hukuk yönetimlerine geçiniz demektir.
Hukuk düzeninin korunması için askeri düzene gerek vardır. İşte bunu yüklenenler askerlerdir. Orada üste itaat vardır ama onun şahsında yine topluluğa itaat vardır. Kim resule itaat ederse o Allah’a itaat etmiş olur.
Kur’an’da “ittika” kelimesinin başka bir anlamı daha vardır, o da içtihat ve icmalarda müçtehitlere tanınan takdir yetkisidir. İnsanlar Allah’ın halifesidirler, O’nun adına şeriat yaparlar, yani kurallar koyarlar. Bu kuralları koyarken kendilerine takdir yetkisi verilmiştir. Bu hâliyle İslâm fıkhı pozitif kuralları içerir.
Batı’da tartışma vardır; kanunlar iyi olanları mı ortaya koyar, yoksa kanunlar koyduğu için mi iyidir? Napolyon tabii hukuku benimsemiştir. Yani kanunlar iyi olanı açıklayıcıdır, vazedici değildir. Bugünkü Batı hukukunda ise kanunlar iyiliği icat edicidir; yani kanun iyi dediği için iyi olur, kötü dediği için kötü olur.
İslâmiyet’te bunun uzun uzun tartışması vardır. İyi olduğu için mi Allah emretmiştir, yoksa Allah emrettiği için mi iyi olmuştur?
Bize göre kanunları yaparken iyi kanun yapılmalıdır. Orada iyilik önce kanun sonradır. İşte bu esnada ittika etmek gerekir. Yani gelişigüzel kanunlar yapılmamalıdır, kanunlar helal ve tayyib hükümleri içermelidir. Ama kanunları uygularken artık kanunlara uyulur. Çünkü kanunlar sözleşmelerdir. Sûrenin başında “akitleri yerine getirin” hükmü vardır. Kanunlar kötüyse, kanunlar yanlışsa, o zaman ne yapılmalı? O zaman da yargıya gidilmeli, yargı yasamanın da üstünde olmalıdır. İttikada eksiklik olmuşsa yargı onu düzeltmelidir. Onun için yargı adil olmalıdır, adil olması için de hakemlerden oluşmalıdır.
Burada “ittika ediniz” demek, helal ve haramı tesbit ederken, tayyibi ve habisi tesbit ederken takdir yetkinizi kullanacaksınız ama ittika ederek bu işi yapacaksınız demektir.
Başka bir bakışla; şeriat hükümlerini ortaya koyarken kendinize zarar verecek hükümleri koymayacaksınız, ittika edeceksiniz, başkasına zarar veren hükümleri de koymayacaksınız. Çıkar çatışması yerine çıkar paralelliğine gideceksiniz. Bu da “Adil Düzen Anayasası”ndaki çıkar paralelliğine bir delil teşkil eder.
الَّذِي أَنْتُمْ بِهِ مُؤْمِنُونَ (88)
(elLaÜIy EaNTuM BiHIy MuEMiNuvNa)
“Siz onunla kendinizi güvene aldığınız Allah’a ittika ediniz.”
Daha önce, Allah’ın size helal ettiğini siz başkalarına haram etmeyin, yani kendinizi başkalarından ayırıp farklı haklara ve yetkilere sahip olmayın denmişti. Burada da siz O’nun sayesinde güvendesiniz deniyor. O halde güveni bozmayın. İhtilal yapıp da kendi devletinizi kendiniz yıkmayın. Hukuk dışı davranmayın. Hakemlerin kararlarına karşı çıkmayın. Yani şeriata göre hareket etmek askerlerin de görevidir. Yani askerler de yargı denetimindedirler.
Onlar sadece görevlerini yaparken, eğitimlerini yaparken, güvenliği tesis ederler, savaşırken askeri düzen içinde olurlar. Diğer zamanlarda onlar da hukuk düzeni içindedirler. Askeri mıntıkalarda askeri düzen uygulanır. Bir asker hukuk düzeninin uygulandığı yere gelince orada o da hukuk düzenine tabidir, ayrıcalığı yoktur.
Birlik içinde askerlik vardır ama birlik hukuk düzeni içindedir.
Devletin en büyük sorunu savaşma kararını kim alsın sorunudur. Devlet başkanlarına, meclise bu kararları alma yetkisi verilmektedir. Ordu hakem kararları ile savaşa girer. Savaş içinde hukuk düzeni yoktur. Ordu hukukun izin verdiği yerde savaşır.
Devlet yıkılmaya doğru gittiği zaman ordu müdahale eder. Buna yetkisi vardır. Ama durum düzelince hemen kışlaya çekilir. Nitekim Türk Ordusu müdahaleler yapmıştır ama akabinde seçim yapmış ve kışlasına çekilmiştir.
Türkiye’deki eksiklik, müdahale edilmesi gerektiğine yine askerlerin karar vermeleridir. Oysa müdahale edilmesi gerektiğine asker kökenli devlet başkanı karar verecektir. Başkanın karşısında da yargıya gidilecektir.
Bugün Kenan Evren muhakeme edilmektedir. Oysa önce o günkü şartlarda müdahale gerekli miydi, o gün müdahaleye karar verecek merci var mıydı; önce soruşturma ile bunlar tesbit edilecektir. Sonra müdahale ne yaptı, zarar verdi mi, yararlı mı oldu; bu tesbit edilmelidir. Müdahale meşru ise o zaman yapılmalıdır. Askeri düzen içinde olacağı için suçlanamaz.
Kur’an’ın yönetimle ilgili hükümlerini öğreniyoruz. Bu hususta yorumlar yapıyoruz. Biz devlet değiliz. Mecliste “Anayasa Uzlaşma Komisyonu” vardır. Bizim bazı üyelerle görüşmemiz oldu. Sonra bize haber geldi; sizi kırk dakika dinleyecekler diye haber geldi. Sonra haber geldi; kooperatifleri değil de dernekleri ve vakıfları dinliyorlarmış!
Ne kuralı bu? Kim koymuş bu kuralı? Komisyon üyesi bu kuralı bilmiyor!
Demek ki bunlara kuralları empoze eden yer var; orası karar alıyor, burası uyguluyor!
Üyelerin bilmediği kuralları kim koyuyor?!
Yasama ile yürütme onun için birbirinden ayrılır. Demek ki komisyonu kurarken o komisyonun uyacağı kurallar konmalıdır. Kurallara göre o komisyon çalışmalıdır. Hem kural koyma hem çalışma durumunda olursa, işte o dışarıdan aldığı telkinlerle kurallar icat eder.
Olaylarda kimseyi suçlamamamız gerekir. Hazreti Yusuf’u kuyuya atan kardeşler suçlu değiller. Çünkü o suçu Allah işletti. Şer bir iş yaptılar ama hayr oldu. Bizim siyasetle, makro ile uğraşacak vaktimiz yoktur. Biz kendi küçük dünyamıza dönmeliyiz. Bir semtin nasıl olması gerektiğini öğrenmemiz, sonra da onu hayata geçirmemiz gerekir. Öğrendikten sonra Allah bize imkânları verecektir.
Bu âyetin bize öğrettiğine göre, koyacağımız kurallara ve yapılacak olan işlere önce biz uymalıyız, başkalarından beklediğimizi önce biz yapmalıyız. Sonrası bize değil Allah’a ait olacaktır. “İ’tida etmeyin” nehyini mutlak getirdi, bir açıklama getirmedi. Oysa “ittika edin” emrine Allah’a ittika kaydını getirdi. Allah’ı, onunla eman içinde olduğunuz vasfını getirdi. İttikaya i’tidasızlıktan daha çok yer vermiştir. Hukukun konusu iç düzendir. Şeriatta nehiylerden çok emirler yer alır. Çünkü nehiyler varlık değildir. Varlık emirlerdir. Emirlerin korunması için nehiyler vardır. İ’tida nehyini önce getirdi ama ittikayı da çok vurguladı.