MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
3095 Okunma
MAİDE 1-2

*KUR’AN VE İLİM SEMİNERLERİ; 593. SEMİNER

 

; 593  -667semner         08 Ocak 2011 -16haziran2012         

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 1

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَوْفُوا بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُمْ بَهِيمَةُ الْأَنْعَامِ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ (1)

 

Maide Sûresi Medine sûrelerindendir.

Kur’an’daki sûreler şu şekilde tasnif edilmiştir.

Fatiha ayrı sûredir, Kur’an’ın fihristidir, 112 harf vardır. Ayrıca “ihdi”deki “y” harfi hazf olunmuştur. Onunla 113’tür, tevbeye tekabül eder. “Elhamdü”deki “elif” sûrenin başı olduğu için o da okunan vasıl hemzesidir, Fatiha’nın kendisine tekabül eder.

  1. Büyük Kur’an 112 Besmeleli ve bir Besmelesiz sûreden oluşur. 112 sayısı 7*16’dir. 16 sayısı dört dörtlük bir sayıdır.
  2. Büyük Kur’an’ın içindeki sûreler üç gruba ayrılır. İlkin 64 (Tevbe ile 65) uzun sûreler gelir. Sonra onun yarısı 32 orta sûreler gelir. Sonra onun yarısı 16 kısa sûreler gelir.
  3. Uzun sûreler de dörde ayrılır.

a) 4 adet  2’li sûreler,

b) 4 adet  3’lü sûreler,

c) 4 adet  7’li sûreler,

d) 1 adet  10’lu sûre; bunlar 58 sûre eder.  

Üçlü yediler arasında bir 3+4 sûre var, toplam tevbe ile 65 sûre eder.

Tevbe’yi çıkarırsanız 64 eder.

1+[(4*2+4*2+7+4*7+10-1)+32+16]=114-1-1=112=7*16

Maide Sûresi ilk sekizli grup içindedir.

Sekizli grup da şöyle tasnif edilir.

A- Şeriatın hükümlerini ortaya koyar.  İkiye ayrılır.

1- Eskilerle ortak olan şeriatı ortaya koyar.

a) Bakara; Tevrat’a, Hazreti Musa’ya ve İsrail oğullarına ağırlık verir. “ELM” ile başlar, Medine sûresidir.

b) Âli İmrân; İncil’e, Hazreti İsa’ya ve Hıristiyanlığa ağırlık verir. “ELM” ile başlar. Medine sûresidir.

2- Yeni şeriatı ortaya koyar.

c) Nisa Sûresi. Tüm insanlara hitap eder. “Ey nâs” diye başlar. Medenîdir (Medine).

d) Maide Sûresi; “Ey iman edenler” diye başlar. Mü’minlere hitap eder. Medenîdir.

B- İslâm düzeninin, barış düzeninin nasıl geleceğini anlatır. İkiye ayrılır.

1- Devlet aşaması öncesinde yapılacaklar.

a) En’âm Sûresi. Davetin şeklini anlatır.

b) Âraf Sûresi. Katılanların dayanışmasını anlatır.

2- Devlet aşaması sonrasını anlatır.

a) Enfal Sûresi. Savaş durumundan bahseder.

b) Tevbe suresi. Savaş sonrası cihattan bahseder.

Şimdi Maide Sûresi’nin Kur’an’daki yerini daha net görüyoruz. Siyasi organizasyondan bahsetmektedir. Yani nasıl teşkilatlanacağız? Konusu “anayasa”dır.

Bakara Sûresi’nde uzun uzun anlatılan hususa burada işaret ederek âyetlere geçelim.

İnsanlık Hazreti Nuh’tan önce şeriatla değil kişi yönetimleriyle yönetildi, bir kabile seviyesinde yönetildi. Bin hane civarındaki halk kendilerini tanıyan başkanın takdirleri ile yönetiliyordu. Mezopotamya’da sulama barajları yapıldı, tarımda çok yüksek verim elde edildi, halk oralara göç etmeye başladı, kentler oluştu. Artık “kabile başkanlarının yönetimi” yerine “kurallarla yaşama” zorunluluğu doğdu.

Bu döneme “şeriat dönemi” diyoruz.

Başlangıçta şeriatı peygamberler ve krallar kendileri koyuyordu.

Şeriat Allah’ın kitabı olarak Tevrat’la gelmeye başladı.

Devleti kurma ve insanlığa uygarlığı getirme görevi İsrail oğullarına verildi.

Kur’an’dan sonra bu görev bir ulusa, bir hanedana değil de, asker olmak isteyen gönüllülere verildi. Kur’an bunlara “mü’min” demekte, “Ey iman edenler” diye hitap etmektedir. Bu hitap Mekke sûrelerinde yoktur. Bu hitap yalnız Medine sûrelerinde vardır.

İşte bu sûre insanlığa güven getirecek teşkilatın nasıl oluşacağını anlatan sûredir.

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا

(YAv EyYuHa elLaÜIyNa EAvMaNUv)

“Ey iman etmiş olanlar.”

Ya” hitap harfidir. Sözün kime söylendiğini ifade eder. “Ya Ahmedü” dersen, “Ahmet sana söylüyorum” denmiş olur. Muhatap harfi tarifle geliyorsa o zaman araya bir de “Eyyüha” getirilir. Bu tahsisli ifade ‘sana söylüyorum, yalnız sana söylüyorum’ demek olur. Buradaki el ahd veya istiğrak içindir. Bütün mü’min gruplara söylemiş olmaktadır. “Eyyüha” ile de tahsisi ifade etmiş olmaktadır. Yani yeryüzünün güvenini sağlamak bunların, yalnız bunların görevidir; artık İsrail oğullarının görevi değildir.

Ellezîne” ismi mevsuldür. İsmi mevsuller, isimler sıfat olurlar veya kendileri isim olurlar. “Dün gelen adam bugün gitti” cümlesi doğrudur. “Gelen gider” derseniz buradaki gelen isimdir ve isim yerine geçen sıfat değildir. Bu ismi faillerin ortak özelliğidir. Hem sıfat hem de isim olurlar. Dört  çeşidi vardır.

  1. Alim veya alime, alimûn veya alimâtun şeklinde söylenen ismi failler nekredir. Burada hem fail nekredir, yani herhangi iş yapan demektir, hem de fiil nekredir.
  2. El-alim, el-alime, el-alimûne el-alimâtu, burada fail yani işi yapan marifedir. Bildiğimiz kişi iş yapmıştır. Ama yaptığı iş belirsizdir. Yani yarı marifedir. Bu sebepledir ki “el-alimu-l arabi” denebilir. Yani lamlı iken izafet yapılabilir (Lafzi izafet).
  3. “Men” veya “Mâ” ile gelen fiillerde fail nekredir. Yani belli kimse değil de kim yaparsa yapsın demektir. Ama fiil marifedir. Yani bilinen bir fiili yapan demektir.
  4. “Ellezî Feale” veya “Elletî Feale” veya “Ellezîne Fealû” veya “Ellâti Fealne” dediğimiz zaman hem fail hem de fiil bellidir, bilinmektedir demektir.

İşte burada dördüncüsü gelmiştir. Yani burada hem iman eden kimseler bellidir hem de iman etme bellidir. Lugat mânâsıyla “ey iman edenler” değil de Kur’an’ın tarif ettiği “ey iman edenler”dir ve onların imanları gibi imandır. Şimdi bize düşen bunların kim olduğunu ortaya koymak ve bunların ne tür imanlarının söz konusu olduğunu araştırmaktır.

Kur’an bize şimdi nâzil olmaktadır. O halde bugün bu iman edenler kimlerdir ve bunlar ne şekilde, nasıl iman edeceklerdir? Bunu araştırmamız gerekmektedir.

İnekler ve benzeri hayvan sürüleri dinlenecekleri zaman kuyruklarını birbirlerine verir, başlarını dış tarafa koyarlar. Herkes kendi önünü gözetler. Düşman yani kaplan, aslan, kurt ve benzeri vahşi hayvanlar görünürse haber verilir, ona göre savunurlar veya kaçarlar.

İnsanlar da başlangıçta kapılarını ortak alana açar, pencerelerini dışarıya doğru çevirir, kendilerini bu şekilde savunurlardı. Böylece oluşturdukları bir güvenli ortak alanları vardı. Burası tehlikeden korunmuş yer olurdu.

İşte bu yere “mena” denmektedir.

Sonra sonundaki “y” düştü veya başa geldi, fiil “emine” oldu, buraya girip emniyet içinde olma anlamında kullanmaya başlandı. Şimdi if’al bâbında bir eşyayı menaya koyma veya birini oraya sokma anlamındadır.

Emine” kendisi güvende oldu.

Âmene” başkasını güven altına aldı demektir.

Âmene” fiili mutlak olarak kullanıldığında müteaddidir ve güven altına aldı demektir. “Âmene” fiili “Bi” ile kullanıldığında onunla kendisini güven altına aldı demektir. “Âmene Billahi” ve “Âmene bi’l-âhireti” demek, onunla kendimizi güven altına almak olur. “Âmene” dendiği zaman ise başkasını güven altına almak demektir.

Bugün bu iki söyleniş karıştırılmaktadır. “Allah ile iman etmek” başkadır, “İman etmek” başkadır. “İman etmek” demek, başkalarını güven altına almaktır. “Allah ile iman etmek” ise Allah’a dayanarak güven altına almak demektir.

Âmenû” if’al bâbındandır. O takdirde başkalarını güven altına almak anlamındadır. Yahut mufaale bâbındandır. O zaman da birbirini güven altına almak demektir. Biz burada bunu mufaale bâbından alıyoruz. Yani birbirine dayanışma içinde olanlar anlamında mânâ veriyoruz. Dolayısıyla “mü’minûn” da farklı mânâdadır. “Mü’minûn” Mekke dönemini de içerir, bu ise yalnız Medine dönemini içerir, devlet aşaması dönemini içerir.

Biz bu mânâyı neye dayanarak vereceğiz?

Kur’an’da marife olarak gelmiş bir şeyi önce Kur’an’ın içinden öğreneceğiz.

Sonra peygamberin bu husustaki açıklamalarına veya uygulamalarına bakacağız.

Çok açık ve net açıklamalar vardır.

Resule “Müslim nedir?” diye soruyorlar.

“Bütün müslimlerin elinden ve dilinden salim olduğu yani zarara uğramadığı kimsedir.” demiştir. Yani barışçı kimsedir. Hakemlerin kararlarını kabul eden kimsedir anlamında anlıyoruz.

Yine Resule “Mümin nedir?” diye soruyorlar.

“Bütün insanların canlarını ve mallarını kendisine emanet ettiği kimsedir.” diyor.

Burada dikkat edilecek husus daha önce “müslimlerin” dediği halde burada “mü’minlerin” dememiştir, “bütün insanların” demiştir.

Resulün uygulamasına bakarsak bunu çok daha iyi ve kolay anlarız. Resul ve Mekke’deki mü’minler 13 sene cihat ettikten sonra Medineliler tarafından davet edildiler. Oraya göç eder etmez Hazreti Muhammed Muhacirler ile Ensar arasında ilk “Medine Sözleşmesi”ni hazırladı. Bu anayasa insanlığın ilk anayasasıdır. Uzlaşarak hazırlanmış anayasadır. Burada birbirini güven altına alanlar Muhacir ile Ensardır, gruplardır.

Bu anayasanın kabul ettiği temel ilke şu idi.

Kabileler arası savaşlar sona erecek, insanlar barış içinde yaşayacaklar.

Çıkan ihtilafları resul/başkan çözecektir.

Biri kasden bir cinayet işlerse kısas yapılacak, affedilirse diyeti ödenecek. Hata ile yapılan cinayetlerde ise diyet ödenecek ve diyeti kabilesi ödeyecek. Saldırıya uğradıklarında tüm Medineliler birlikte karşı koyacaklar. Muhacir ve Ensar, Medine dışında savaşa çıkarlarsa Medineliler uymak zorunda değildirler.

Medine’deki kabilelerin adları sayılmış ve onların da bu sözleşmeye dahil olmaları istenmiştir. İşte “Medine Sözleşmesi” Medine kent devletinin kurulması sözleşmesidir. Muhacir ve Ensar bu devleti birlikte kurmuşlardır. Diğerlerini de sadece barışçı olmak üzere davet etmişlerdir. Sonra Medinelilerin tamamı bu sözleşmeye katılmışlardır.

İşte, Medine Sözleşmesi’nde Hz. Muhammed’in başkanlığını kabul edenler “müslim”, Hz. Muhammed’in hem başkan hem de peygamber olduğunu kabul edenler “mü’min”dir. Bu anlaşmayı yapan ve Medine’nin güvenini sağlamayı tekeffül eden Ensar ve Muhacirlere “iman etmiş olan kimseler” denmektedir.

Şimdi günümüze gelelim.

Önce “Medine dönemi”nde miyiz, “Mekke dönemi”nde miyiz tartışması içindeyiz.

Türkiye eski uygarlığın Medine dönemindedir. Devlet var. Ordu var. Mahkeme var. Kanunlar var. Biz bu düzeni bozmuyoruz. Nitekim Mekke’deki mü’minler de o günkü Mekke yönetimine karşı gelmemişler, onların yaptıkları zulme tahammül etmişlerdir.

Ne var ki bugünkü devlet, bugünkü ordu, bugünkü kanunlar ülke dışı savunmayı yapıyorlar. Ordu bu hususta eksiksizdir. Ama yöneticiler ülkemizi her gün borca sokuyor ve bu gidişle artık yaşayamayacak hâle geleceğiz demektir. Uçuruma doğru gidiyoruz.

Yargıdaki davalar 40 yılda bitmiyor...

Terör olaylarına mâni olunamıyor...

Ülkede çalışacakların yarısı işsiz...

Tanımadığım bir kız çocuğu var, okula giderken simit alacağım diye bana uğrar, ben de ona bir lira veririm. Bu durum beni ağlayacak hâle getiriyor. Başka çocuklar da gelmeye başladı. Onlara bir şey vermedim. Vermedim, çünkü o çocukları sigaraya alıştırabilirim.

Bu durumları göz önüne getirdiğiniz zaman da Mekke döneminden daha kötü durumdayız. İyi tarafımız şudur. Ülkemizde demokrasi vardır. Biz çalışır “Adil Düzen”i ortaya koyarsak, partimizi kurarsak; halkımızın Mekkelilerin yaptıklarını yapmayacağını, ordumuzun Ebu Cehil ordusu olmadığını biliyoruz. Nitekim parti kurduk, halkımız anayasa ekseriyetiyle bize oy verdi. Ordumuz da bizi destekledi. İktidardayız ama serap içindeyiz.

İşte, şimdiki bu durumda biz ne yapacağız?

Bu sûrenin bize öğreteceği “dayanışma ortaklıkları” kuracağız. O sayede halkımıza ve ordumuza dayanarak Medine döneminde olduğu gibi yeni devletimizi kuracağız. Halkımız Medine halkı gibidir; bize katılmaktadır ama biz şimdi “Adil Düzen”i uygulayacak durumda değiliz. Olmadığımızı Saadet Partisi ve AK Parti açıkça göstermektedir. Saadet Partisi’ndeki oyunlar “Adil Düzen”in Saadet Partisi içinde de olmadığını göstermiştir.

Şimdi biz Medine’ye göç etmiş ve Medinelilerden bir iki kabile ile anlaşmış durumdayız kabul edin. Daha masaya oturup sözleşmeyi yapmadık ama masaya oturacak durumdayız. Seçime kadar bizi dinleyecek durumları yoktur. Ama biz “Adil Düzen Anayasası”nı seçime kadar hazırlayıp o günkü meclise ve ordumuza sunmak zorundayız. Bunu yaptığımızda meclis ilgilenmezse ordumuza sen ilgilen demek durumundayız. O da ilgilenmezse ülkemizi terk edip gitmeliyiz. Çünkü bu durumda ülkemizi “büyük sosyal tufan” beklemektedir demektir.

O halde “Ey iman etmiş olanlar”daki muhatap şimdilik biz “Adil Düzen Çalışanları”dır. Sonra “Adil Düzen”i kabul eden bir parti çıkarsa, onlardır. Diğer partiler müslimdir. Türk ordusunda “Adil Düzen”i kabul edenler iman etmiş olanlardır.

Bu seçim devresinden sonra bunların netleşeceğini sanıyorum. Saat yaklaşmıştır. “III. Bin Yıl Uygarlığı”nın bu zulüm dünyasına tahammülü bitmek üzeredir sanıyorum.

أَوْفُوا بِالْعُقُودِ

(EaVFUv Bi eLGuQUVDı)

“Akitleri ifa ediniz.”

Ukde” düğüm demektir. İki şeyi iple birbirine bağladığınız zaman iki ipi ukde ile yani düğümle düğümlersiniz. İki kişi bir sözleşme ile birbirine bağlandığı zaman bu sözleşme bir düğüm olur. Bu anlamda akit sözleşme demektir. Burada çoğul getirilmiş, bununla ukdeler ifade edilmiştir.

Bir toplulukta iki türlü bağ vardır.

Bunlardan birisi ikili anlaşmalardır. Bunlara “akit” denmektedir.

Bir de toplulukta karşılıklı birlikte yapılan anlaşmalar vardır. Yani merkeze herkes bağlanmaktadır. Mesela başkanla ahitleşmektedir. Buna “ahit” denir.

Devlet akitle değil ahitle kurulur.

Barış ise akitlerle oluşur.

Kur’an mü’minlere akitleri yerine getirin demekle önce siz de müslim olun demektedir. Yani sizin mü’min olmakla başkalarından farklı bir imtiyazınız yoktur. Siz hakim değil hadimsiniz demektir. Özel hukukta insanların tamamen eşit olduklarını ifade etmektedir. Devletin görevi güvenliği sağlama olduğu gibi sözleşmelerin yerine gelmesi için de dayanışma gerekir. Yani taraflardan biri sözünü tutmazsa müslim hakemlere başvurur ve hakemler karar alırlar. Hakemlerin bu kararlarına uymayanları yola getirmek de iman etmiş olanların görevidir.

Vefa” kelimesine Akevler Sözlüğü’nden bakalım: “Vefyü” düzlük yerde oluşan tümsek yer veya tepecikler arasında oluşan en tümsek yer, tepedir.” Ölçerken veya tartarken fazla fazla yapmak demektir. Tepeleme doldurmak anlamında kullanılmaktadır.”

Lisanü’l-Arap’ta da “vefa” kelimesi ile “evfa” kelimesi aynı anlamda getirilmektedir.

Kur’an’da akitlerin ifasından ve ahitlerin ifasından bahsedilmektedir.

Bize göre ise sülasi mânâda anlamı verdiğin sözü yerine getirmedir.

İfa etme” if’al bâbında ise sözün yerine getirilmesini sağlamadır. Burada emredilen müslimlerin sözlerini yerine getirmeleri değil de,  devletin akitleri güvence altına almasıdır.

Birisiyle sözleşme yapıyorsunuz. Kişi sözünde durmuyor. Siz mahkemeye gidiyorsunuz. Devlet onu o sözü yerine getirmesi için zorluyor.

İşte buradaki “ifa ediniz”deki emir budur.

“Akitleri ifa ediniz” demek yerine gelmesini sağlayınız demektir.

Bu zorlama aslında şöyle olmaktadır. Biri size söz verdi de yerine getirmedi mi siz dayanışma ortaklığına baş vuruyorsunuz. O size verilen sözü yerine getiriyor.

İşte burada emredilen budur.

Bu şekilde anladığımız zaman Lisanü’l-Arap’taki eşit mânâ verilmesini şöyle açıklayabiliriz. Sözü söz veren yerine getirirse bu “vefa”dır. Sözü veren değil de dayanışma ortaklığı sözü yerine getirirse bu “ifa”dır.

Buradan hemen anlıyoruz ki devletin yani kamunun iki görevi vardır.

Biri iç ve dış güvenliği sağlamak, diğeri de sözleşmeleri güvence altına almak.

Kamu hukukunda güvenlik, özel hukukta garanti sigorta.

Burada emredilen sözleşmelerde de dayanışma ortaklıklarının tesisidir.

El-Ukûd” burada cem/çoğul ve marife gelmiştir. Cem için olanları biz istiğrak olarak kabul etmiyoruz. O halde malum akitler demektir ki bu da hâlâ olan akitler demektir. Devlet, kent devleti haram olan akitlerin ifasını yerine getirmez, sadece helal olan akitlerin yerine getirilmesini sağlar.

أُحِلَّتْ لَكُمْ

(EuXılLaT LaKuM)

“Size helal kılınmıştır.”

“Akitleri ifa edin” dendikten sonra aralarında “Ve” harfini getirmeden helal ve haramdan bahsetmeye başlaması bize hangi akitleri yerine getirmemiz gerektiğini öğretmek içindir. Helal olan akitleri yerine getirin demektedir.

Helal olan akitler içinde mesela hayvanları alıp satmayı devlet güvence altına alır. Eğer senin helal olan koyununu çalarlarsa devlet onu tazmin eder. Dayanışma yerine getirir. Kasame budur. Yani zararları bölüşme demektir. Dayanışma ortaklığı içinde yapılır. Ama eğer domuz etini sattığından dolayı alacağın varsa onu dayanışma ortaklığı ödemez. Yahut senin domuzunu, senin rakını, senin sigaranı birisi çalsa devlet o davalara bakmaz.

Bu husus İslâm fıkhında tamamen belirlenmiştir.

Bu, bugünkü ceza kanunlarında da yer almıştır.

Ama Kur’an’daki ifadesini burada buluyoruz.

بَهِيمَةُ الْأَنْعَامِ

(BaHiMaTu eLEaNGAMı)

“En’amın behimesi helal kılınmıştır.”

En’am” etleri bize helal kılınmış hayvanlardır. Bunlar ot obur hayvanlardır. Ot yiyen, et yemeyen hayvanlardır. Mideleri otları sindirmeye göre ayarlanmıştır. Gündüzleri gidip otlar ve otları işkembelerine doldururlar, adeta depolarlar. Sonra istirahata çekilince onları ağızlarına getirir, iyice çiğner ve midelerine gönderirler. Kuşların da böyle keseleri vardır. Bunun dışında at gibi bazı memeliler vardır ki bunlar et yemezler ama işkembeleri yoktur, geviş getirmezler.

Kur’an’da bizim gibi meyvecil olan domuz gibi hayvanların etleri haram kılınmıştır. Besin zincirinde bizimle aynı seviyededirler. Aynı seviyede olanların birbirlerini yemeleri, akrabaların evliliğinde benzer dejenerasyon başlar. Üretilen vitaminlerin ve enzimlerin tüm canlılar tarafından kullanılabilmesi, bunların üretiminde işbölümünün sağlanabilmesi için besinde aynı türde olan canlılar birbirlerini yemezler. Meyve yiyenler meyve yiyenlerin etlerini ve sütlerini yemezler.Arada geviş getirmemekle beraber meyvecil değil de otçul olan hayvanlar vardır. Bunların hükmü kıyasla tesbit edilecektir. Eğer o kavmin yiyeceği ise helal olur, değilse helal olmaz.

Bu sorunlar böylece çözülmüş olmaktadır. Hazreti Peygamber’in de bu hususta uygulaması vardır. Kur’an’da da, onlara kendilerinin haram ettikleri haram kılınmıştır denmektedir. Yani eğer yemiyorlarsa o onlara haramdır.

En’amın behimesi” denmektedir. Hayvanların otlayanları anlamına geldiği gibi hayvanların sütleri anlamında da izafet olabilir

Behime” ne demektir? Hangi tür izafettir? Takyid eden izafet mi, yoksa tahsis eden izafet mi? “Behime” deyince ne kastedilmiştir?

Alusi’ye göre “behm” dört ayaklı hayvanlardır. Keçinin oğlaktan büyüğüne “behm” denir. Orta parmağın adı da behmdir. Arpa benzeri bir otun çayırdaki adıdır. Tek renkli olma şeklinde anlatılmıştır. Biz bunu şu şekilde yorumluyoruz.

Behm” otlar arasında sivrilen ve kendisini gösteren hayvanların yemesine elverişli bir ottur. Keçilerden oğlaklar ayrılarak ayrı götürüldükleri zaman onların içinde belirgin olan yani büyük olan da o ota benzetildiği için “behm” denir. Parmaklar arasında en uzun olandır.

Bu mütalaadan sonra “Behime” demek, otlayan hayvan demek, çayırda büyük otları otlayan hayvan demektir. Bunlar geviş getiren çift parmaklı hayvanlardır. Bunlar kaba otları da yiyip sindirebilirler. Halbuki atlar ancak daha yumuşak otları sindirebilirler. Lahana, ıspanak, marul gibi otları biz de yiyoruz.

En’amın behimesi” demek, en’amın geviş getireninin etini yeyin demek olur. Otçul hayvanı yeyin demektir.

En’am” kelimesi hayvanların adıdır. “Naim” semiz demektir, yani yediğinin karşılığını veren anlamındadır.

Behimetü’l-en’am” en’amın otçul olanını yeyin demektir.

En’am” ise dört ayaklı memelilerin adıdır. Biz en’amı geviş getiren hayvanlar olarak anlıyorduk. Şimdiki  anlayışım değişmiştir. Çünkü “İllâ” ile istisna ederek haram kılınanları yani domuzu da en’am saymıştır. Dolayısıyla en’amı genişletip memeli hayvanlar olarak kabul edebiliriz. O takdirde memeli hayvanlardan otçul olanları yeyin anlamına gelir. Bu takdirde at da helal olanlar arasına girer. Eğer “behim”den murat geviş getiren hayvanlar ise o zaman at hariç kalır. Ne var ki at haramlar arasına girmez. “Behime”den maksat genel olarak otçul demektir, yahut dar mânâda geviş getirenler demektir. Biz geviş getiren hayvan olarak anlıyor, at gibi otçul olanları kavmin yiyeceği illeti ile ta'lil ediyoruz.

İçtihat yaparken kesin mânâlar vermek mümkün değildir. Tercihler yapılabilir. Kimi otçul olma ile ta'lil eder, kimi ise geviş getirme ile ta'lil eder. Birisine karar verip içtihat yapmayanlara her müçtehit tercihini bildirmek zorundadır.

إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ

(EilLAv MAV YuTLAy GaLaYKuM)

“Size tilavet edilen hariç.”

Allah’ın size tilavet ettiği hariç” denmektedir. En’amdan haram edilenler var, helal edilenler var demektir. En’amın behimesinden de haram edilenler var, helal edilenler var demektir. Demek ki domuz gibi meyvecil olanlar haramdır. Onun dışında otçul olanlardan da  kavmin yiyeceği değilse haramdır demektir.

Size tilavet olunanlar” denmektedir, “Size tilavet ettiğimiz” denmemektedir. Yani size kıyas yoluyla haram olduğu bildirilen demektir.

Tilavet” burada kıyas yoluyla sabit olan demektir. “Tilavet” demek aktarmak demektir; duyduğunu, bildiğini başkasına söylemektir. Kur’an’da bildirilenlerden istihraç edilenler Kur’an’dan tilavet edilenlerdir. Yahut o topluluğun haram saydığı anlamına gelir. Yani kavminin yiyeceği değilse o topluluk onun haramlığını tilavet etmiş olmaktadır.

Fiil burada marifedir. Tilavetin şekli bellidir. Tilavet edilenler nekredir. O halde buradaki tilavet bir bucakta icma ile alınan karar demektir. Bunu da şöyle açıklarız.

Meyvecil olan hayvanların haramlığı nassla sabit olmuş olur. Geviş getiren hayvanların helalliği de nassla sabit olmuş oluyor. Ama at, eşek, tavşan gibi otçul olup geviş getirmeyen hayvanlar ise bucak meclisi kararları ile haramlığı sabit olacak demektir, helalliği değil. O içtihada kalmış olur. Buradaki istisna bize haramların ve yasakların icma ile sabit olacağını ifade etmiş olmaktadır.  

غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ

(ĞayRa MuXılLIy elÖaYDi)

“Sayd etmeyi muhillin olmamak şartıyla.”

Yukarıda “İllâ” ile istisna etmiştir. Burada “Gayr” ile istisna etmiştir. “Raeytü ihvetî illâ Ahmede” veya “Raeytü ihvetî gayre Ahmede”, Ahmet hariç kardeşlerimi gördüm. Ahmet’in dışındaki kardeşlerimi gördüm dediğimizde birinde “İllâ”da tahsis etmektedir, “Gayr”da ise takyid etmektedir. “İlla”da ayrılanın cinsini göstermekte, “Gayr”da ise hâlini göstermektedir. “İlla”da devamlı istisna vardır, “Gayr”da ise arızi istisna vardır. Burada iki vasfı bir araya getirerek haramun liaynihi ile haramın ligayrihi anlatılmaktadır. Domuz eti veya başkası liaynihi haramdır. Ama av avlamak ihramda olduğu için haramdır. Konuşmak haram değildir. Namazda olduğunda namaza zarar verdiği için haramdır.

Demek ki iman etmiş olanlar liaynihi yasaklar koyabilirler, ligayrihi yasak koyabilirler. Kurallı erkek çoğulla getirilmesi buna işarettir. Kur’an’ın getirdiği düzenin temeli bir taraftan birliğin sağlanması, diğer taraftan insanın sonuna kadar hür olmasını sağlamaktır. Bir defa her aşirete Allah günde beş vakit namaz kılmasını emretmiştir.

Namaz demek imam demektir, cemaat demektir. Ondan sonra da haftada bir Cuma namazını kılmalarını emrettiği kabile seviyesidir. Onlu sistemi teşri etmiş olan Kur’an kabilesinin büyüklüğü bin aileden oluşacaktır. Aşiret on karye, yüz kabile, bin aileden oluşacaktır. Kabile demek günlük hayatta birbirleri ile karşılaşan kimseler demektir.

Aşirette insanlar yaşarlar; aşiret başkanının yönetimi ile yaşarlar. Aşiret başkanının yönetimini kabul etmeyenler aşiretlerini bırakır, başka aşirete geçebilirler. Aşiret hayatı tamamen insanların ilişkilerine bağlı bir hayattır. Herkesin orada özel bir yeri vardır. Ortak kurallara göre değil de özel kurallara göre hareket ederiz. Diyelim ki Yenibosna’da kadın erkek namazlara gelenlerin sayısı on kişi civarındadır. Bunlardan her birinin durumu farklıdır. Herkes ayrı kişiliği ile katılmaktadır. Herkes kendisine göre kurallar koyar ve o kurallarla buraya gelir. Biz kural koymayız. Kişi kendisi kural koyar, o kurallara diğerleri de uyar, böylece herkesin ayrı kişiliği vardır. Hepimiz birbirimize saygılıyız.

Çocuklar doğdukları zaman önce anne babaları ile olan ilişkilerde, kardeşleri ile olan ilişkilerde hep ikili ilişkiler içindedir. Mesela, bir çocuk için anne başka baba başkadır. Büyüdükçe arkadaşlarıyla ilişkide her biri ayrı ayrı kişiliklere sahip olur. Aşiret böylece ahitlerle değil akitlerle oluşur. Herkes başka arkadaşları ile ayrı ilişkiler kurar.

Bucağa geldiğimizde, kabileye geldiğimizde artık “özel ilişkiler” yerine “kurallı ilişkiler” vardır. Herkes birbirini tanımakla beraber ilişkiler “özel” değildir, “genel” kurallar içinde ilişki kurarlar. İşte bu ilişkiler şeriat ilişkileridir. Başkalarının dayatması şeriat yerine; kendi örflerimizle, içtihatlarımızla, icmalarımızla oluşmuş şeriatla yönetilecektir.

Topluluğunuz küçük olursa ikili ilişkiler hakim olur, şeriat oluşmaz.

Topluluk büyük olursa ilişkiler kurulamaz, yine topluluk oluşamaz.

Topluluğun oluşabilmesi, kurallı bir topluluğun oluşması için, şeriat topluluğu için nüfusun 3000’den az olmaması ve 10 000’den de çok olmaması gerekir.

İşte, bir topluluk “dayanışma ortaklıkları” kurar ve bir yönetim oluşturur. Bunlar her Cuma günü toplanarak görüşürler ve kararlar alırlar. Bunlara kabile diyoruz.

İşte, “Ey iman edenler”in muhatabı bunlardır.

Bu toplulukta kurallar vardır. Kuralları kendileri koyarlar.

İşte o kurallar nelerdir?

Biri hakları icma ile tesbit eder, kalanı içtihada bırakır. Bazılarının haramlarını icma ile tesbit edip kalanları halka bırakır. Bu âyet bize bunu anlatmaktadır.

Kur’an’da daima örneklerle hükümler konur. Avlamak için hükümler konur. Sonra o hükümler diğer bütün sahalarda uygulanır. Seçilirken en zayıfı seçilir. Mesela domuz seçilirken böyle sınırda olan hayvan seçilmiştir. Üzüm şarabı seçilirken içkilerin en hafifi alınmıştır. Av hususundaki yasak emirler böyle en zayıftır.

Değişik üretim şekilleri vardır. Toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve çiftçilik üretim şekilleri vardır. Ticaretle geçinme şekilleri vardır. En az şeriat hükümleri isteyen üretim şekli avcılıktır. Kur’an buradaki kuralları örnek olarak anlatmaktadır. Diğer bütün helal ve haramlar ona göre kıyas yapılacaktır.

Burada bir bucak yönetiminin hangi kuralları ve yasakları koyacağını anlatmaktadır.

Kıyas müessesesini kabul ettiğimiz zaman basit, sade bir emrin ne kadar derin mânâsının olduğunu anlarsınız.

Sitemizi nasıl oluşturacağız?

Önce aşiretimizi oluşturacağız. Aşiret kurallarla değil ikili anlaşmalarla oluşacaktır. Böyle oluşan aşiretler arası “Medine Sözleşmesi” benzeri sözleşme yapacağız. Sözleşme iki aşiret arasında akdedilecektir. Sonra bu sözleşmeye katılacaklar olacaktır. Böylece bir kabile, bir bucak oluşacaktır. Bu bucağın önemi ilk iki aşiretin yaptığı sözleşmenin güçlü olmasına bağlıdır.

Biz Akevler’de bir aşiret olarak sözleşme yaptık.

Sonra F. Gülenle, N. Erbakan’la anlaştık.

Ondan sonra ortaya çıktık.

Bunlarla yaptığımız şifahi sözleşmeler sayesinde beklediğimiz sonuçlardan daha fazla sonuçlara vardık. Ne var ki Akevler olarak bu iki dev grubun beraber olmasına çok uğraştık ama başaramadık. Sonunda AK Parti’de birleşir gibi bir durum ortaya çıktı.

Biz şimdi “Adil Düzen”i çok iyi hazırlamalıyız.

Bu hazırlıklar daha çok ekonomiyle ilgili olmalıdır.

Kur’an güvenle söze başlamıyor, avlanma meselesiyle işe başlıyor. Avlanma gibi küçük işleri çözemeyenler büyüğünü hiç çözemezler.

Biz şimdi İstanbul Yenibosna’da mobilya üretim işletmesini yapmaya çalışıyoruz. Bunu yani bu küçük işletmeyi başardığımız, ayrıca bakkalı/marketi çalıştırdığımız zaman, işte ondan sonra anlaşacağımız diğer aşiretlerle “Adil Düzen”i getirmiş olacağız.

Geçmişe bakıp ah vah etmek yoktur. Bizim nesil giriştiği mücadelede beklenmedik büyük başarıya ulaştı. Şimdi sıra sizlere gelmiştir. Bizim yaptıklarımızı iyi öğrenmeniz gerekir. Bizden kimse hayatını anlatmadı. Ben de anlatmadım. Çünkü bizim hayatımızı anlatacak vaktimiz yoktur. Bizimle çalışarak, bizim başlattığımızı omuzlayarak daha ileri imkanlara ulaşırsınız.

Numan Kurtulmuş’un düştüğü gaflete düşmeyiniz. Numan Kurtulmuş’un samimi olmadığını bilsem onun adını ağzıma almam. Merak ettiğim şey şudur. Onu bu duruma düşürenler onun gibi samimi ve saf mı yoksa hain midirler; işte bunu bilemiyorum. Şimdi partileri vardır. Ne gibi bir partileri vardır? Erbakan’ı yenme partisi mi? Numan Kurtulmuş’tan beklerdim ki, parti kurarken beni davet etsin. Yaptıklarımız yanlışmış ama şimdi ne yapalım, şeriata göre ne yapmak gerekir desin ve bizim de fikrimizi alsın. Selahattin Öztürk samimi ve fedakar kardeşimizdir; bakıyorum o da hâlâ o partidedir! AK Parti onlar gibi bölücülük yapmadı, tarihî gelişme onu oraya getirdi.

Şimdi bizim gibi siyaset dışı kalmış olanlar, Numan Kurtulmuş gibi kardeşlerimizin çalışmalarını “Adil Düzen”e getirmeleri gerekir.

Nasıl avlanacağımızı öğrenmeliyiz.

Yani bakkalımızı nasıl çalıştıracağımızı öğrenmeliyiz.

İzmir’dekiler, Ankara’dakiler, Üsküdar’dakiler, Ümraniye’dekiler ve İstanbul Esenler’de olanlar bu sözlerimi akıldan çıkarmasınlar. Nasıl avlanacağımızı öğrenmeden devletimizi kuramayız.

وَأَنْتُمْ حُرُمٌ

(Va EanTuM XuRuMun)

“Siz hurumda iken”

Buradaki “Ve” hal vavıdır. Helal kılmayınız. Siz “hurum”da iken helal kılmayınız.

Haram” yasak demektir. Siz yasaklı iken avlanmayı helal kılmayınız demektir.

Şimdi haram aylar ne demektir, bu konuya açıklama getirelim.

Genel olarak yeryüzünde ne varsa hepsi bizim içindir ve bize helaldir. Roma’dan gelen Batı hukuku helalleri sayar, onun dışındakileri haram kabul eder. Çünkü onlara göre devlet sözleşme ile oluşturulmuştur. Devlet neye söz vermişse onları korur. Eğer kanunda yazılı değilse o helal değildir. Buna Hazeriye mezhebi denmektedir. İslâmiyet’te ise aslında her şey mübahtır, helaldir. Ancak topluluğun oluşması için gerekli bazı kurallar vardır. Onlara uyulması gerekir.

Hukukun kaynağı dörttür.

-Biri komşuluk hukukudur.

-Biri akrabalık hukukudur.

-Diğeri de, herkesin emeği ile elde ettiği şey onundur. Başkasının emeğine saygılı olma zorunluluğu vardır.

-Dördüncüsü ise akitlerdir. İşte bu sûre onunla başlamıştır. Diğerleri tabiî haklardır.

Hayvanlarda da o haklar mevcuttur. Hayvanlarda olmayan diğer bir hak çeşidi vardır. O da insanların kendi kendilerine ürettikleri kurallardır. Sözleşme kurallarıdır.

İnsan kendi şeriatını kendisi yapar. Sonra ona uyar. Demokrasi bu demektir. Halkın kendi kendisini yönetmesi şeklinde anlamışlardır.

Halbuki Kur’an insanlara kendi içtihatları ile amel etmelerini emreder.

  1. Kendin için kendin kuralları koy ve ona uy der.
  2. Sözleşme yap, ortaklık oluştur, dayanışma oluştur ve ona uy der.
  3. Kendi başkanını kendin seç, onun kabilesine katıl ama sonra ona uy der.
  4. Nihayet hakemleri kendiniz seçin ve onların kararlarına da mutlaka uyun der.

İşte bu âyet gösteriyor ki, asıl olan helallerdir; haramlar sayılmıştır.

Haram olma ne demektir?

  1. Haram aylar var, o zamanlarda o haramlara uyulur. Avlanmak bazı mevsimlerde yasaklanır. İşte buna burada işaret etmektedir.
  2. Haram yerler vardır. Bazı yerlerde o işler yapılmaz.
  3. Kişiler için yasaklanmış işler vardır. Onların onu yapması haram kılınmıştır. Mesela başkanın kadınlarına süslenip püslenip sokaklara çıkıp yeni kocalar araması haram kılınmıştır.
  4. Bazı durumlar vardır, o zamanlarda o işi yapmak haram kılınmıştır.

Buradaki hurum genel anlamda hurumdur. Zararlı olanlar helal edilmemektedir.

Mesela ormanların tahribine izin verilmemektedir. Çünkü ormanlar atmosfere oksijen salmaktadırlar. Ortadan kaldırıldıklarında yeryüzü yaşanmaz hâle gelir.

Bununla beraber onları tahrip etmeyelim diye vatandaşların oraya girmesi yasaklanmaz. Çünkü ormanlar insanlar içindir.

Siz kabilenizin kanunlarını yaparken helal olanların helal olduğunu bilin, onları haram etmeye kalkışmayın. Asıl olan mübahlıktır. Bununla beraber zararlı olan şeyleri de helal hâle getirmeyin. Örnek olarak avlanmayı alabiliriz.

Belli zamanlarda avlanmanın yasak olması makul olabilir. Belli yerlerde de avlanma makul olabilir. Belli kişilere haram kılınmasının hikmeti nedir?

Kur’an bir taraftan topluluk düzeni kurarken diğer taraftan her insanın ayrı ayrı eğitilmesini ve çıkarlarını düzenler. Bu yolla da kişilerin davranışlarında helal ve harama uymaları gerektiğini hatırlatır. Onun eğitimini yaptırmaktadır.

Burada bir şeye işaret etmek gerekir. O da Kur’an’da örnek olarak gösterdiği haram yeri Mekke’nin içidir. Aylar olarak dört ay gösterilir. Bu sadece bir örnektir. Hazreti Peygamber demiştir ki; Mekke’yi Hz. İbrahim harem yaptı, ben de Medine’yi harem yapıyorum. Demek ki her bucağın kurucusu vardır. Onun yasalarını o koyar. Türkiye Cumhuriyeti’ni Mustafa Kemal kurdu. Çankaya’nın yasaları onun olmalıdır. Beğenmeyen devlet başkanı devlet merkezini başka yere nakleder. Bu da başka kuraldır. Hazreti Muhammed Mekke’de doğdu. Orası merkez yapıldı ama onun haremini değiştirmedi. Biz de merkezi işgal edip oradan Türkiye’yi değiştirmekle meşgul olmamalıyız. Kendi bucağımızı kurmalıyız. Herkes öyle yapmalıdır. Sonra başarılı olanlar merkez bucağı hâline gelir.

إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ (1)

(EinNa elLAHa YaXKuMu MAv YUvRIyDu)

“Allah murad ettiğine hükmeder.”

Allah neyi isterse ona hükmeder” denmektedir. Fiil-i muzari ile getirilmiştir. İsim cümlesi yapılmış haber marife değildir. Demek ki Allah’tan başka mürid vardır. Biz bunu bucak  şurası ne isterse onu yapar şeklinde anlıyoruz. Yani bucak âlimleri içtihat yaparlar, neyin yasaklanacağına, neyin haram olduğuna, neyin farz olduğuna onlar karar verirler. Onların hükümleri koyma yetkileri vardır demektir.

Neden bucak yönetimini esas alıyoruz?

“Ey iman edenler” dendiği zaman, “ey Cuma namazını birlikte kılanlar” şeklinde anlayacağız. Ey mü’minler, Cuma namazına davet olunduğunuzda oraya yürüyün denmektedir. Demek ki iman etmiş olanlara Cuma namazı farzdır. Bir yere çağrılacak ve oraya varılacak. Burada da “Ey iman etmiş olanlar” ile başladı. Öyleyse burada kastedilen topluluk kabiledir, bucaktır.

Bucak, birbirlerini tanıyan, günlük çalışmalarında birbirleriyle karşılaşan kimselerin oluşturduğu bin hanelik  kuruluştur. En az nüfusu 3 bin, en çok nüfusu 10 bin olarak belirlenir. Normal aile 3 ile 10 kişi arasındadır. Cemi kıllet ve cemi kesret arasındaki orandır. Ailenin tüzel kişiliği olmadığına göre on kişiden azdır. Tüzel kişiliği yoktur, çünkü ehl-i beyt diyor. Aşiret 10 misli, karye 100 misli, kabile 1000 misli olur.

Yeter sayıda olan kabileler kendi yaşama ve çalışma kurallarını kendileri koyar. Bağlanma (biat) yoluyla 20’ye yakın ehl-i zikr ilim adamı seçilir. Bunlar icma ile veya istişare ile oluşturdukları şeriatı bucaklarında uygularlar. Allah bize bunu emretmektedir. Özel hukukta ise mezheplerin rasihlerinin içtihatları geçerlidir. Bucak bu içtihatlara göre yargılar ve bu içtihatlara göre uygular.

Merkez bucaklar da birer bucaktır. Vilayet taşra bucaklara emredemez, onlara hakim değildir. Sadece onlara hizmet verir. İlçelerde kurduğu hizmet ortaklıkları ile bucaklara hizmet verir. Kişilikte ise il merkez bucağı ile taşra bucakları arasında herhangi fark yoktur. Hakemler karşısında tarak dişleri gibi hepsi birbirine müsavidir.

İl merkez bucağı iç güvenliği sağlar. Bucağın gücü yetmediği yerde bucağın talep ettiği hizmeti görür. Ülke merkez bucağı ise ülkenin savunmasını yapar. İnsanlık merkez bucağı, yani Mekke bucağı da uygarlaşmayı sağlar.

Allah insanı kendi iradesi ile hareket edecek şekilde yaratmıştır. Kendisi Allah’ın halifesi olarak içtihat yapar ve kul olarak hareket eder. Kişi şeriat içinde hürdür. Günah da işleyebilir, sevapta başkaları ona karışmaz. Ancak çevreye ve başkalarına zarar vermeğe başladığı zaman hakemlere gidilir ve hakem kararı ile belirlenen sınıra çekilir.

İşte, insanın bu düzen içinde hür olması, suç işledikten sonra cezalandırılması, suç işlemeden kimsenin zor yaptırıma tâbi tutulamayışı, dinde zorlama yoktur demektir. Çünkü bu zorlama değil zararın tazminidir.

Ocaklar da bucaklar içinde aynı şekilde hürdürler. Herkes serbestçe karar alır ve yaşar. Ancak başkalarına veya başka bucaklara zarar verdikleri zaman hakemler kararı ile tazmin ettirilir. İller de devlet içinde böyledir. Devletler de yeryüzünde böyledir. Hakemler karşısında eşit kişilik içinde herkesin yaşama ve çalışma sınırı bildirilmiştir.

Merkez bucaklarının taşra bucaklarından farkı, merkez bucakları ilçe bucakları ile birlikte kişiliğe sahiptir. İlçe bucaklarının meclisleri ve seçilmiş başkanları yoktur.

Sûremiz yeniden “Ey iman edenler” âyetiyle başlayacaktır.

Bu âyet daha evvel düşünmediğimiz birçok hususları bize düşündürdü.

 

 

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 2

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا أَوْفُوا بِالْعُقُودِ أُحِلَّتْ لَكُمْ بَهِيمَةُ الْأَنْعَامِ إِلَّا مَا يُتْلَى عَلَيْكُمْ غَيْرَ مُحِلِّي الصَّيْدِ وَأَنْتُمْ حُرُمٌ إِنَّ اللَّهَ يَحْكُمُ مَا يُرِيدُ (1)

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تُحِلُّوا شَعَائِرَ اللَّهِ وَلَا الشَّهْرَ الْحَرَامَ وَلَا الْهَدْيَ وَلَا الْقَلَائِدَ وَلَا آمِّينَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ يَبْتَغُونَ فَضْلًا مِنْ رَبِّهِمْ وَرِضْوَانًا وَإِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُوا وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ أَنْ صَدُّوكُمْ عَنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ أَنْ تَعْتَدُوا وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ (2)

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا

(YAEayYuHa elLaÜIyNa EAvMaNUv)

“Ey iman etmiş olan kimseler.”

Bu sûrede 16 defa “Ey iman etmiş olanlar” ifadesi gelmiştir.

16 defa tekrar edilmiş olmasının sebebi nedir?

Bunu şöyle anlayabiliriz. Mü’minlerin 16 çeşit görevi vardır demek olur. 24+1 kamu görevi (Genel Hizmetler) vardır. Bu sûrede bunların 16’sından bahsedilmiş olabilir. Böyle ise 24 hizmetin 8’i ayrı, 16’sı ayrı tür hizmettir.

Bu hizmetler neler olabilir?

Bunları genel hizmetlerin baskın olduğu veya kamu görevlerinin baskın olduğu hizmetler olarak düşünebiliriz. Başka bir özellik de olabilir.

Bu sorunun cevabını belki sûrenin sonunda vermiş olacağız.

Bunun dışında hiçbir farklı mânâ taşımadan sadece bölümleri oluşturma amacıyla yapılmış olur. Yani kamu görevi veya genel hizmet ayırımı sözkonusu olmayabilir.

Başka bir ayırım da; bucak yönetimi, il yönetimi, ülke yönetimi farklı farklıdır. Her farklı hitap farklı dayanışma ortaklığı olabilir. Başka bir farklılık da; ilmî, dinî, meslekî veya siyasî dayanışma ortaklıkları kastedilmiş olabilir. Dört kere dört 16 etmektedir. Bunlardan her biriyle bir dayanışma ortaklığını kastetmiş olabilir.

Bucakta ilmî, dini, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları…

İlde ilmî, dini, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları…

Ülkede ilmî, dini, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları…

İnsanlıkta ilmî, dini, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları kastedilmiş olabilir.

Görülüyor ki, tefsir demek varsayımları ortaya koyup yorumlamaya devam etmek demektir. Biriniz merak etseniz de buna çalışsanız bir alana ufuk açmış olursunuz.

Siz de başka varsayımlar ortaya koyarsınız.

Neyse, biz yine asıl konumuza dönelim. Şimdi, bu kadar tefekkürden sonra gerisin geriye dönerek âyette hangi dayanışma ortaklığını arayabiliriz?

Akitlerin ifa edilmesi emredilmiş, ot obur hayvanların helal edildiği, avlanmaya izin verildiğine işaret edilmiştir. Bunların kent dayanışması ile ilgili olduğu açıkça anlaşılmaktadır. Hangi dayanışma ortaklığına ait olabilir. Akitleri yerine getirin dendiğine göre meslekî dayanışmayı içermektedir. Yani özel hukuk ele alınmıştır.

لَا تُحِلُّوا

(La TuXılLUv)

“İhlal etmeyin.”

“Hulul etme” araya girme demektir. “Hallolma” çözülme anlamındadır. “Hilal” kürdan demektir. Yukarıda saydıklarını ihlal etmemek şartıyla demektir.

“Helal olma” demek, ondan yararlanma meşru demektir. Şekeri suya atarsınız, eriyip gider. İnsanlar besin almalıdır. Bunlar çözülür, kılcal damarların onları emeceği hâle gelir ve kana karışır. Bu hulul etmiş olur. Sindirilemeyen de bağırsaklardan dışarıya atılır.

“Hillû” dersek içine girip eriyin anlamına gelir.

Lâ Tuhillû” ise onları eritmeyin demektir. Yani size uydurmayın, siz onlara uyun denmiş olur. İhlal etmeyin, eritmeyin demektir.

Aşağıda sayılan şeyleri bozmamalıyız, onları bize uydurursanız ihlal edilmiş olur.

Bundan önceki bölümde topluluk içinde ikili ilişkilerden bahsedilmişti. Burada ise kişilerin topluluğa uyumu anlatılmaktadır. Burada yasaklanan şey şudur. Bunları kendi çıkarlarınıza çevirmeye çalışmayın denmiş olmaktadır.

Bundan önce emir vardı. Akitleri yerine getirme emredilmiştir.

Burada da helal etmeyin denmiş olmaktadır. Emirden sonra nehiy gelmiştir. Emir ile nehiy arasındaki fark emrin bir defa yapılmasıyla gerçekleşmesidir. Akdi yerine getirirseniz emir yerine gelmiş olur. Yeni akit yaparsanız o zaman onu da yerine getirirsiniz. “Ukûd” (akitler) harfi tarifle gelmiştir. Cins içindir. Demek ki her akit onun yerine getirilmesi için illettir. Bu emrin tekrarı sebebiyle değil, akdin yenilenmesinden dolayı oluşmaktadır. Nehiylerde ise nehyedilende süreklilik vardır. Hiçbir zaman yapılmaması gerekir. Hükümleri farklı olduğundan ayrı kelimeler ve sigalar gelmektedir. Birçok kelimeler vardır ki emir şeklindedir ama mânâsı nehiydir. Aksi de vardır. Onların hükümleri farklıdır. Mesela birisine “oturma” derseniz oturmasını yasaklarsınız ama oturana “kalk” derseniz bir defa kalkmakla görevi yerine getirir, sonra oturabilir. Biz konuşurken bu inceliklere her zaman uymayız.

شَعَائِرَ اللَّهِ  

(ŞaGAEiRa elLAHi)

“Allah’ın şairlerini.”

Şa’r” baştaki kıldır, saçtır. Farkına varmak demektir.

Şeair” insanın beyni içindeki bir düşünceyi ifade etmektir.

İlim ile şuur arasında büyük fark vardır. İlim bilgisayarda yüklenilen birtakım programların okunmasıdır. Ruhsal olay değildir. Fiziksel olaydır. Ruh onları algılar. Şuur ise tamamen farklıdır. Şuurun onlara etkisini ve şuurun kendisini bilmedir. Aynaya bakan insan vardır. Aynadan akseden ilimdir. Ama gözün onu görmesi ve bu benim bedenimdir demesi ise şuurdur. Şuur demek bu benim demektir. Türkçede bilinç denmektedir.

Şimdi bilgisayarı ele alalım. Bilgisayarın arkasındaki çiplerde birtakım devreler vardır. Bilgisayardaki olaylar orada cereyan eder. Oturan insan tuşlara basarak devreye girer. Ekrana gelince okur. Bir de dışarıda olan olaylar vardır. Bilgisayarda olanlar bizim yüklediğimiz bilgileri almış onları yüklemiştir. İnternetten de programları indiririz. Başkalarının programlarını almışızdır. Bilgisayarımızda paylaştığımız klasörlere dışarıdan ulaşılabilir. Yaptığımız hesapları hesaplamış, hafızasına kaydetmiştir. Bilgisayarı okuyan oradaki bilgileri almaktadır. Ama insan başka, bilgisayar başkadır. İlim ile şuur arasında da işte bu fark vardır.

Kişinin şuuru onun bilincidir.

Acaba topluluğun şuuru nedir?

Kur’an’da Safa ve Merve’nin Allah’ın şeairi olduğu söylenmektedir. Haremin meş'arında Allah’ı zikredin. Mealler Müzdelife demektedir. Bize göre burada kastedilen şudur. Arafat bütün insanların gelip ziyaret ettikleri yerdir ve haremin dışıdır. Mekke’nin içi haremdir. Arafat Mekke’ye gelirken Mikat olan yer Müzdelife’dir.

Safa ve Merve’nin şeairillahtan olmasını nasıl yorumlayacağız?

Bir topluluk kendi varlığını belirtmek için insanlar ona katılıyorsa onu isteyenin ne kadar çok olduğunu anlarız. Bugün bundan yararlanılmak istenmektedir. Kalabalığın bulunduğu yerde insanlar yürüyüş yapar, trafiği tıkar ve bu şekilde görüşlerini anlatırlar.

Oysa hacdaki insanların toplandığı yere Kur’an Meş'ar-ı Haram demektedir. Demek ki Safa ve Merve de şeairillah olarak ifade edilmiştir.

Her medinede insanlar belli bir görüşü açıklamak için toplantı yaparlar.

Biz buranın fıkhını nasıl açıklayacağız?

Burada ne diyor?

Allah’ın şeairini ihlal etmeyin diyor.

Burada bir maksatla toplanacaklarını beyan ederek, yerin boş olduğu zamanlar için yöneticiden gün aldıktan sonra, ondan sonra başka maksatla oraya katılıp onların anlatmak istediklerini ihlal etmeyin denmektedir. Burada görüşler anlatılır. Konuşmacılar konuşurlar. Tekbirlerle, tehlillerle tasdik olunur. Buraya girecekler belli kapılardan girerler, sayılarını otomatikman elektronik kapı sayar, kaç kişi toplantıya iştirak etmiştir bilinir.

Buraya gelecekler özel elbise giyerler, ülkenin her tarafından oraya gittiklerini duyurmuş olurlar. Hac veya umredeki özel elbise de budur. Buraya çıkan yolcular özel güvene alınır. Bunların seyahatlerine mâni olunmaz. Devlet mâni olmadığı gibi onları korumak da oradaki illerin görevidir.

Bugün Mekke’de hac ve umre yapılmaktadır. Oraya Kur’an ehli olanlar ziyarete gelmektedir. Hacda yeryüzünde bu kadar Kur’an ehli olduğu belirtilmektedir.

Bugün kitle imha silahları icat edilmiştir. Biyolojik ve kimyasal silahlarla kitleler imha edilmektedir. Bu gücü sermaye ele geçirmiştir. Devletler sermayenin emrine girmiştir.

İlk bakışta kalabalıkların ne etkisi olacaktır ki diye düşünülür.

Oysa İran’daki Humeyni ihtilali silahla olmamıştır. Hiçbir Humeynicinin silahı yoktur. Sadece sokağa döküldüler. Şah korktu, kalabalığın üstüne jetler gönderdi. Binlerce insan öldürüldü. Ama İran halkı evlerine dönmedi. Sonunda Şah gitti.

Sovyetlerde kırk milyon insan öldürüldü ama şimdi öldürenler yoktur, halklar vardır.

İslâmiyet silahsız insanlara toplanma, yürüyüş yapma ve kendi görüş ve düşüncelerini gösterme hakkını tanımıştır. Bu hakkın yöneticiler tarafından ihlal edilmemesi ve ihlal edenlere de mâni olunması teşri edilmektedir.

Şeair”in başka anlamı serbest pazar yerleridir. Çarşılarda, dükkanlarda vergiye ve kurallara tâbi alışveriş yapılmaktadır. Bir dükkanı elinde tutmak için belli oranda vergi vermek, sermaye koymak, ciro yapmak şartı vardır. Oysa pazar yerlerinde oluşacak piyasa şeairillahtır. Herkes malını getirir ve oraya koyar. Halk gelir ve oradan alışveriş yapar. Allah’ın burada ihlal etmeyin demesi; bu pazar yerlerine müdahale etmeyin, buraya girip çıkacak mallar üzerinde kotalar koymayın, vergiler almayın demektir.

وَلَا الشَّهْرَ الْحَرَامَ

(Va Lav elŞaHRa eLXaRAvMa)

“Ne de haram şehri ihlal ediniz.”

Bir bucak temel topluluktur. Birbirleri ile her gün karşılaşan, dolayısıyla birbirlerini tanıyan, çok yakından da  birbirlerini bilmeyen 3000 ile 10 000 arasındaki topluluklar birlikte çalışmakta ve aşiretlerde ayrı ayrı yaşamaktadır. Bu birlikte çalışma ve yaşama birtakım emirlerle yasakları içerir. Yasaklar yere göre ve zamana göre değiştiği gibi, kişilere göre de değişir. Yukarıda Allah’ın şeairini ihlal etmeyin denmiş ve mekandaki yasaklar gösterilmiştir. Şimdi de zamanlardaki yasakları ihlal etmeyin denmiştir. Belli yerlerde belli hareketleri yapmak haram kılınmış, belli zamanlarda da belli şeylerin yapılması yasaklanmıştır.

Mekke için konmuş bulunan bu yasaklar Kur’an’da dört ay olarak belirlenmiştir. Bunların üçü hac aylarıdır. Çoğul olarak getirilmiş olduğu için haccın yapıldığı aydır. Büyük hac günü marife olarak gelmiş olduğundan o hac günü Zilhicce denen ayın onuncu günü olmaktadır. Bu gün önceden bilinmektedir. Hazreti İbrahim aleyhisselâmdan beri bugün hac günü olarak yapılmaktadır.

Ramazan ayının da adı geçmektedir. Ramazan Bayramı ile Kurban Bayramı arasında 70 gün bulunmaktadır. Bu da on hafta eder. Kameri aylara göre sene 50 haftadır. Bunun beşte biri ise iki bayram arası zamandır. Üç ay doksan gün etmektedir. Senenin dörtte biridir.

Dördüncü haram ay hangisidir?

Bunu Ramazan ile bitişik ay olarak alamayız, çünkü o zaman dört ay üç ay ayrı olmaz. Madem ki haram aylar dörttür, bunun üçü hac aylarıdır. Geri kalan bir ay hangisidir? Bunu şöyle bir muhakeme ile bulabiliriz.

Seneyi ikiye ayırırız, haram aylarının olduğu altı ayı bir ve tamamı helal ayları olanı bir yaparız. Yarılama sistemini kullanıyoruz. Altı ayın yarısı olan üç ay hac aylarıdır. Geri kalan ve ayrı olan Recep ayıdır, haram aydır. Bu hususta icma vardır.

Görülüyor ki sahabelerin icmaı burada âyetlerin yorumuna dayanmaktadır.

Haram aylar neyi haram etmiştir?

Araplarda da haram aylarda savaşmak haram kılınmıştır. İslâmiyet’te onlar saldırmadıkça haram aylarında saldırılmaz, savunma amacı ile de olsa saldırılmaz. Bir ülke ile savaşabilmek için meşru sebep olması gerekir. Ama bir defa savaşa başladığınız zaman artık orada savaş kuralları geçerlidir. Bekleyip fırsat bulduğunuzda saldırırsınız. Askerlikte genel kaide vardır. Sadece savunma ile savaş kazanılmaz. Savaş kazanmak için mutlaka saldırıya geçmek gerekir. İşte haram aylarında biz saldırıya geçmeyiz.

Savaş da yıllarca devam etmez. Savaş için hakem kararları gerekir. Hakem kararları ile mahkum olan devlete karşı saldırı savaşı yapılabilir. Savunmak için hakem kararlarına gerek yoktur ama saldırı için hakem kararlarına gerek vardır. Saldırıyı da helal aylarda bitirmek gerekir. Bitirmedinizse saldırıyı durdurmanız gerekir. Yani haram aylarda saldırıya geçemezsiniz. Sonra yeniden savaşmak yani saldırıya geçmek için yeniden hakem kararları gerekecektir. Böylece yıllarca süren savaşlar önlenmiş olmaktadır.

Kur’an hükümler koyarken asgari şartları ortaya koyar.

Avlanmanın yasak olması aslında savaşın yasaklanması demektir. Demek ki sayd etmek (avlanmak) haram kılındı demek, saldırıda bulunmak haram kılındı, o aylarda ve yerlerde saldırıya geçilmez. Bu kural yalnız cephedeki savaşlarla ilgili değildir. İdama mahkum olan veya firar eden biri eğer o anda saldırıda bulunmuyorsa haram yerlerden çıkması ve haram ayların geçmesinden sonra onu kovalar ve bertaraf ederiz. Bu haram aylarında belki pişman olur, bize teslim olur. Belki de mağdurlar tarafından affedilir.

Şöyle açıklayayım. Birisi hırsızlık yaptı; kolunun kesilmesi gerekir. Firar etti; artık hukuku tanımadığı için ilçemizin dışına çıkmışsa kamu hukukunda onu kovalamayız, ama bizim topraklarımızda yani ilçemizin toprakları içinde ise jandarma birliği onu takip eder ve bertaraf ederiz. İlçe dışına gider, ilçe içine girmezse onu oralarda kovalamayız. İlçe içinde olsa bile, haram aylarda onları takip etmeyiz, mühlet veririz.

Burada birçok sorun çıkar. Devamlı olarak haram aylarda gelip gitmekte, helal aylarda gelmemektedir. O zaman biz yine ona dokunmayacak mıyız?

Burada da kıyas dokunmamayı gerektirir.

O zaman bu yasaklar boş olmaktadır. Etkisiz hâle gelmez mi?

Başkanların sürme yetkileri vardır.

Bunlar da bu haram aylarda gelirlerse ne yapılacaktır?

Kur’an bize normal şartlar için hükümler koymuştur. Bunlar saldırı için konan yasaklardır, savunma için yapılan yasaklar değildir. Bu istisna haller için Kur’an’ın başka âyetlerine uymak gerekir. Karşı taraf kurallara uyarsa siz de kurallara uyarsınız.

وَلَا الْهَدْيَ

(Va Lav eLHaDYa)

“Hedyi de ihlal etmeyiniz.”

Gelecekte oluşacak ekonomide her malın ve ara malın ambarı olacaktır. Mal dediğimizde halkın kullandığı değerli eşyadır. Ara mal ise halkın işine yaramayan ama üreticiler tarafından kullanılan değerli eşyadır. Mesela demir halka yaramaz ama demirden mamul anahtar halkın işine yarar. İşte, her malın ve ara malın ambarı olacaktır. Üreticiler bir ambardan aldıkları bir eşyayı değiştirerek başka ambara teslim edeceklerdir. Stoklarla oluşan fiyat farkları onların ücreti olacaktır. Bu sayede insanlar başka insanlarla hiç karşılaşmadan kendilerine her zaman iş bulacaklardır.

Şimdi buraya verilen malların bir kısmı “hedy” olacak bir kısmı “kalaid” olacaktır.

Hedy” demek standart mal demektir. Ambara verirsin ama sonra aynısını değil benzerini alırsın. “Kalaid” ise verdiğin etiketlenir, kilitlenir; sonra aynısını alırsınız.

Bir ambardan alıp ürettiğiniz malı kontrolden geçirir sonra onu ambara teslim edersiniz. Bir belge alırsınız. Bu belgede sadece malın adı yazılıdır. İşte bu “hedy” olmaktadır. Siz onu istediğinize devredersiniz. O belgeyi alan ambara gider, onu değil onun mislini alır. Buna “mislen eda” denir.

Bugünkü uygarlık esas olarak “mislen eda”ya yani “hedy”e dayanmaktadır.

Hac yapacak kimselerin kurbanları memleketlerinden alıp götürmeleri esastır. Gaye; dünyadan gelen bütün kurbanların etleri birlikte kesilip karıştırılacaktır. Böylece insanlık dünyanın her tarafındaki canlılardan besinlerini almış olacaktır. Besin zincirinin temeli budur. Her canlı kendisine gerekli olan maddeleri kendisi üretmez, diğer canlıların ürettiklerini alır ve kullanır. Bitkiler köklerinden maddeler alarak varlıklarını sürdürürler. Bazı bitkiler köklerinden besin almazlar. Kökleri sadece tutunma aracıdır. Bunlar da yapraklarında tuzaklar hazırlamışlardır, geçen sinekleri ve böcekleri kaparak beslenirler.

Kuşlar mevsim mevsim kuzey kutbundan güney kutbuna göç ederler. Balıklar Atlas Okyanusu’nun güney-batısından kuzey-doğusuna göç ederler. Bunların görevi işte bu ortak besin üretme sistemine taşımacılık yapmaktır.

Allah insanlara da bunu emrediyor; böyle bir yere gelerek (Mekke/Kabe) dünyanın her yerinden gönderilen hayvanları kesiyorsunuz... Etleri karıştırıyorsunuz... Sonra ambalajlayarak memleketinize götürüp komşulara ikram ediyorsunuz...

İşte, “hedy” hacıların Mekke’ye gitmeden önce gönderdikleri kurbanın adıdır.

Bunlar hacılardan önce yola çıkarlar. Otlaya otlaya Mekke’ye ulaşırlar. Bunun için “Hac Yolları” üzerinde bunların otlamaları için yeter büyüklükte alanlar olması gerekir. Bunların uçakla gönderilmesi istenmez, otlaya otlaya gitmeleri istenir. Çünkü geçtikleri yollarda da değişik yörelerin değişik bitkilerini otlamış olacaklardır.

Bunların ihlal edilmemesi demek; bugün olduğu gibi, efendim ne gerek tâ uzaklardan buraya kadar hayvanlara eziyet etmeye, orada ahırda beslenen ve sadece yemlerden oluşmuş hayvanları keselim, bu iş olsun bitsin deyip Allah’ın şeriatına müdahale etmeyin demektir.

Haram aylar vardır, haram  yerler vardır.

Bir de haram eşya vardır, haram varlıklar vardır.

Haram aylarda, haram yerlerde, haram mallarda yasaklar kalkar. Vergiler kalkar. Buraya herkes malını getirir, istediği gibi teşhir eder ve pazarlar. “Şeairillah”tan maksat ekonomik bakımdan serbest pazar yerleri demektir, malları teşhir edip satma yerleri demektir.

İşte buraya gelecek olan mallar da “hedy”dir.

Burada satıcılar mal koyarlar. Ulaşımla gönderirler. Aynısını değil mislini alırlar.

Bu âyet bize aynı zamanda ulaşım işletmesini de teşri etmektedir.

وَلَا الْقَلَائِدَ

(Va Lav eLQaLAEiDa)

“Ve kalaidi de ihlal etmeyiniz.”

Kilit” bir yere girmek için konan anahtardır, damgadır, mühürdür. Ortak ambara konan mallar kontrol edilir veya edilmez. Üstüne sahibinin adı yazılır. O şekilde teslim edilir. Buna karşılık sahibine belge verilir. Bu belge iki türlü olur. Biri içeriğini anlatır. Diğerinden sadece kime ait olduğu belli olur, içeriği mevcut olmaz. Her ikisi için uygun belge verilir.

Burada buna “kalaid” denmiş olması, hem kime ait olduğunu gösterir, hem de hayvanı veya eşyayı tanıtır. Malı teslim eder, belgeyi alır, onu istediğine verir, o sonra o belgeyi alır, gelip ambardan aynısını almış olur.

Hacca kurban gönderenler de hayvanı teslim ederler, boyunlarına kime ait olduğunu gösteren kilit takarlar ve Mekke’de onu alırlar. Ambarlardan da aynısını alırlar.

Kur’an’da benzer şeylerden yan yana bahsediyor ve “Ve” harfi ile atfediyorsa, aralarında bir ilişki var, aynısı değildir demektir.

Kur’an’da daima bir örnek üzerinde durulmaktadır. Gelecek dünyanın temelini “ambarlar” teşkil edecektir. Kişiler ürettikleri malları ambarlara teslim edecek ve ambarlardan alacaklardır. Bu ya misliyattan olacak ya da ayniyattan olacaktır.

Köylü köylerde mal üretir. Bunları sepetlere, kasalara, çuvallara, kaplara koyar. Üstüne etiket yapıştırır. Köy ambarına teslim eder. Bu içeriksiz kalaiddir. Bunlar hacda olduğu gibi ortak nakliyeye verilir. İlçe merkezine gider.

İlçe merkezinde herkesin bir takipçisi vardır. Takipçi o malları istediği kontrolöre götürüp kontrol ettirir. Bu sefer içerikli kalaid konur. Üreticiye içerikli belge verilir.

Üretici bu içerikli belgeyi bucak tüccarına satar.

Bucak tüccarı bu belgeyi il tüccarına satar.  

İl tüccarı da ülke tüccarına satar.

Bölgedeki fabrikalarda bunlar standart hâle getirilir. Özel ambarlar ürettikten sonra  bölge ambarına teslim ederler. Onlara bu sefer “misliyat belgesi” yani “hedy” verilir. Üretici bunu ülke tüccarına satar. Belgeyi alan tüccarlar bu belgelerini il tüccarlarına satarlar. Onlar da ilçe mağazalarına satarlar. Nakliyeye verir ve onlar da ürünü bölge ambarından getirip ilçe mağazalarına teslim ederler.

İşte, geleceğin “Adil Düzen Ekonomisi” budur.

Buradaki en önemli husus;  belgeler elden ele dolaşır, mal ise en kısa yoldan üreticiden tüketiciye ulaşır.

Mekke’de kurulacak bir pazar yeri sayesinde böylece tanımlanmış olarak bize bu hususta gerekli örnek gösterilmelidir. “Hedy” ve “kalaid”i biz sadece hac kurbanları için düşünüyoruz, yalnız hayvanlar için düşünüyoruz. Oysa bu âm bir lafızdır. Canlı cansız Mekke pazarına gidecek mallar için düşünebiliriz. Aynî ve mislî teslimi düşünürüz. Yalnız Mekke’ye ait değil; tüm semtlerden bölge merkezlerine, oradan bölgeler arası alışverişlerde ve ürünlerin tekrar semt bakkallarına inmesi için düşünebiliriz.

وَلَا آمِّينَ الْبَيْتَ الْحَرَامَ

(Va Lav EamMIyNa BaYTa ELXaRAvMa)

“Haram beyte âmmîn olanları da ihlal etmeyiniz.”

İsm-i faildir. “EMM”den gelir. Öne alma, tâbi olma demektir. Haram beyte gelenlere dokunmayın demektir.

Mekke’de pazar yerleri kuruluyor. Meş’ari Haram demek pazar yeri demektir.

Her bucakta veya ilçede böyle pazar yeri olacaktır. Her bölgede pazar yeri olacaktır. İnsanlar oraya geleceklerdir.

Emme” imam, önder demektir. Onu kendisine imam yaptı mânâsında olursa müteaddi olur. Haram beytine yönelmiş, buraya gelen kimseleri de ihlal etmeyiniz.

Burada anlatılan Mekke’ye giden yolculardır. Oraya gitmekte olduklarını beyan eden elbise giyerlerse o mevsimlerde kendilerine öncelik tanınır. Yani önce onlar yola koyulurlar.

Bugün de hac mevsiminde uçakların ve otobüslerin onlara tahsis edilmesi gerekir. Bunun başka anlamı; o mevsimlerde hacca gitmeyenlerin yolculuklarını ertelemeleri gerekir.

Haram beytine yönelenler demek olur.

Bu âyet müşriklerin de Mekke’ye girebileceklerini ifade etmektedir. Tevbe’deki yasaklama ile çelişki hâlindedir. Orada Mekke müşriklerinin tehciri demektir. Burada ise ekonomi bakımından serbestlik demektir. Başka ayette de haram aylarda gelmelerine izin verilir. Çünkü haram aylarda onlar kendi inançlarına göre kimseye dokunmazlar. “Orada dört ay gezinirler”den murad, haram aylarında gelsinler dolaşsınlar anlamı çıkar.

Burada şunu öğreniyoruz ki Kur’an üzerinde düşündükçe değişik mânâlar verebiliriz. İşte içtihat budur. Hikmete göre uygulama yaparız. Allah “şunu yapın”dan çok “ne yapacağınız üzerinde düşünün” emrini vermektedir.

Bu bize başka görev de vermektedir.

Mekke’de pazar yeri kuracağız.

Ayrıca Mekke’ye sevk edeceğimiz mallar için bir bakkaliye müessesesini kuracağız.

Bir de Mekke’ye gelenleri barındırmamız gerekir. Bunun için kapalı alanlar yapılır. Gelenler kendi çarşaflarını ve kılıflarını kendileri getirirler. Terliklerini kendileri getirirler. Uzanacak yerleri olur. Orada uzanırlar ve istirahat ederler. Kadınlar için ayrı erkekler için ayrı yer olmuş olur. Hacda cinsi ilişkilerin yasak olmasının bir sebebi de bu ayrılığın kolayca sağlanmasıdır.

Bunu yalnız hacda değil de diğer merkezlerde de yaparız. Her topluluğun kendi bölge merkezleri olacaktır. Buraya mallarını gönderip satabilmeli, kendileri de gidebilmelidirler. Bir taraftan tüccar aracılığı ile ticaret yapılırken, mağazalar ve bakkallar faaliyette iken, bir taraftan da pazarlar serbest olmalıdır. Yani insanlar mallarını götürüp pazarda doğrudan satmalıdırlar.

Bu pazar nerede kurulur?

Mekke’de kurulduğuna göre devlet merkezlerinde ve bucak merkezlerinde kurulacaktır.

Demek ki ekonomide ambarlar olacak, nakliye olacak, aracılar olacaktır.

Bunlar semtte, ilçede, bölgede ve kıta merkezlerinde olacaktır.

Bir de pazar yerleri olacaktır; bunlar bucakta, ilde, ülkede ve Mekke’de olacaktır.

Burada Mekke’de olanları anlatmaktadır.

Diğerlerini kıyas yoluyla tesbit etmemiz gerekir.

يَبْتَغُونَ

(YaBTaĞUvNa)

“İbtiğa ederler.”

“Âmmîn” ism-i faildir. “Haram beyt” mef’uldür. “Yebteğune” haldir.

Mekke’ye gidenler sırf ibadet için gitmeyeceklerdir. Ekonomik ve sosyal yararlar temin etmek için gideceklerdir. Gittim, tavaf ettim, döndüm, böylece hacı oldun denemez. Oraya gittiğiniz zaman belli işleri yapacaksınız.

Kur’an’a göre iki maksatla oraya gidilecektir:

-Biri maddi kazanç temin etmek,

-Diğeri de sosyal birliği sağlamak olacaktır.

Bağy etmek” demek, boğa gibi saldırmak demektir.

İbtiğa” ise kendi kendine yararlanmak demektir. Çaba göstermek demektir.

Sırf dua etmek için Mekke’ye gitmek gerekmez, Allah burada ve her yerde vardır.

Hac veya umre düzenini sağlamak bize emredilmiştir. Bunları yapınız denmektedir. Biz bunu sağlamak için gelecekteki Adil Düzen yöneticilerine bir öneride bulunuyoruz.

  1. Mekke ile Medine arasında orta yer bulalım. Pergelimizin bir ucunu Mekke’nin üzerine koyalım, diğer ucunu bu orta yere koyalım, Mekke merkez olsun. Daire çizelim. Biz bunu Mikat hudutları olarak kabul edelim.
  2. Dünyada yaklaşık yüz ülke vardır. Her ülkeye orada bir ilçe kuracak şekilde alan verelim. Ülke her bölgeden bir bucak kurduracaktır, her ilden bir semt oluşturacaktır, her ilçeden bir ocak oluşturacaktır, her bucaktan bir aile bulunacaktır.
  3. Ayrıca yeryüzünde hac yolları tesis edilecek ve burası uluslararası yol ve alanları olacaktır. Burada gezmek ve yaşamak için, iş kurmak için bir yerden izin veya müsaade almak gerekmeyecektir.
  4. Dışarıdan gelenler kendi komşularına misafir olacaklardır. Malları kendi ilçelerinde veya diğer ilçelerde satacaklardır. Her ilçenin şeairi yani teşhir yeri olacaktır.

Dünyanın her tarafından gelen mallar burada teşhir edilecek, satılacak, satın alınacaktır. Dünyanın her tarafından gelen mallar burada harman yapılarak ülkelerine dönecek şekil verilecektir. Dünyanın her tarafından gelen içme suları burada birleştirilip dünyaya pazarlanacaktır. Dünyanın her tarafından gelen taşlar burada standart hâle getirilip gönderilecektir.

Her ülkenin merkezinde buna benzer kuruluş olacaktır. Devlet merkezinde her bucağın semti olacaktır. Orada da ülke içinde bir merkez oluşacaktır. İl merkezinde birer ocak olacaktır. Merkez bucak bu yüz ocaktan oluşacaktır. İnsanlık böylece örgütlenmiş olacaktır.

Birinci âyette taşra bucakları anlatılmış.  

Burada da merkez bucaklardan bahsedilmiş olmaktadır.

فَضْلًا

(FaWLan)

“Fazlı arasınlar.”

Uygarlaşma demek işbölümü yapma ve herkesin ayrı ayrı ürettiklerini bölüşerek ayrı ayrı tüketmesi demektir. Bunun yararı şudur. Gerek insanların emeklerini uygun yerde kullanmaları, gerekse ürünlerin uygun yerde harcanması verimi yüzlerce defa artırmaktadır.

Bilgisayar yapan bir kimse eğer tarlada domates ekenin domatesini almazsa açlıktan ölürdü. Ama bir köylü de bilgisayarı yapanın (internet) cihazını ve cep telefonunu kullanmasaydı, derdini anlatmak için aylarca yolculuk yapmak zorunda olurdu. Oysa her biri yerlerinde oturmakta, köylünün ürettiği domates bilgisayarı yapana varmakta, bilgisayar ve telefon da köylüye ulaşmaktadır. Kazanılan zamanları kıyaslarsanız binde değil milyonda bir ile elde edilmektedir.

İşte bunların hepsi “fazl”dır.

Fazl” insanların bir araya gelmesi ile elde edilir. İnsanlar ayrı ayrı üretip yaşayacak şekilde de yaratılmıştır. Özel mülkiyet bu demektir. Diğer canlılarda özel mülkiyet yoktur. Ama insanlar aynı zamanda bir araya gelerek birlik de oluşturabilmektedirler. Bu da onlara büyük fazllar getirmektedir. Diğer canlılar da beraber yaşarlar ama onlar için o fazl değildir. Çünkü bu durum kendi arzuları ve iradeleri sonunda oluşmuş bir şey değildir. Baştan öyle yaratılmışlardır. Oysa insanlar kendileri kendi istekleri ve kararları ile beraber olurlar.

Demek ki hacca ve umreye giderken fazlımızı yani kazancımızı düşünmemiz gerekmektedir. Kendi kazancımızı düşünürken başkasının kazancını da düşünmüş oluruz. Çünkü kazananlar iki tarafta olurlar. Kur’an’da bize bu gelen kimselere imkan hazırlamamız emredilmekte, bir de bu hususta bir mâni, bir engel çıkarmayın demektedir.  

Sömürü sermayesi ne yapıyor?

Hacca kazanç için gidenler yerilmektedir. Çünkü bu sayede sadece kendisi alıp satacak ve insanlığı sömürecektir. Gümrükler, vizeler, kara yolculuklarının engellenmesi hep bu amaçla ihdas edilmektedir.

AK Parti Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) ile uğraşacağına, hacca kolay gidip gelmeyi sağlasın ve kara yolculuğu kotalarını kaldırsın. Niçin gömlek çıkarıldığını, Millî Görüş gömleğinin neden çıkarıldığını bu âyetleri okuyunca daha kolay anlarsınız.

Ben malımı götürüp satamadıktan, oradan mal alıp getiremedikten sonra; ne işim var hacda? Allah sağır değildir ki; buradan yapacağım duayı da duyar.

İşte Allah bu âyetlerle bize nelerle görevli olduğumuzu anlatmaktadır.

“Adil Düzen” iktidarı barışla veya savaşla da olsa, mü’minler Mekke’nin fethini sağlayacaklardır. Bugünkü Suudi hükümeti Emeviler benzeri sadece mütegallibe hükümet değildir; aynı zamanda Mekke müşrikleri gibi Mekke’nin kutsiyetini ihlal eden ve tüm insanların oraya gelmesini önleyen bir yönetimdir.

Ben bu kadar ağır şekilde ne diye yazıyorum?

Duysunlar,  tevbe etsinler ve gereğini yapsınlar diye yazıyorum.

İlgilenirlerse; ne yapacaklarını Kur’an’ın delilleri ile gösterelim.

مِنْ رَبِّهِمْ

(MiN RabBiHiM)

“Rablerinden”

İnsan sosyal evrim yapacak şekilde yaratılmıştır. Yani insanlık her gün biraz daha ileriye gitmektedir. Ferdilikten çıkıp içtimaileşmekte yani sosyalleşmektedir. Bu içtimaileşme ona fazl getirmektedir. Yeniliğe uymak eğitim almayı gerektirmektedir. Sosyal evrimleşme ancak daha çok birleşme ile olmaktadır. Daha çok işbirliği yapmakla sosyal evrim olur. Fadl evrimleşmekten doğar. Çok açık olarak burada buna işaret edilmektedir.

Sömürü sermayesinin serbest hacılığı yasaklamasının sebebi işte bu gelişmeyi önlemektir. Erbakan, ‘Balyozcuları hapse atma yerine eğitmek gerekir’ sözü ile bunu anlatmaktadır. Askerler ülke çıkarlarını öyle sanmış ve öyle hareket etmişlerdir. Ülkelerine son derece bağlı olan bu insanlara saygı duymak gerekir. Ama oynanan oyunları da iyi anlamaları gerekir.

Sosyal evrimleşme ancak vizelerin kalkması, gümrüklerin sona ermesi ile olacaktır. Bir gün yalnız Mekke değil, yeryüzü fethedilecek ve vizeler, gümrükler, kotalar kalkacaktır. Sadece bunlar gerçekleşemeyecek, ayrıca konaklama ve ulaşım imkanları sağlanacak, insanlar hiçbir ödeme yapmadan istedikleri yerlere gidecekler, mallarını göndereceklerdir. Cep telefonunda bedava konuşacaklardır. Bunların fazla masraflı bir şey olduğunu sanmayınız.

وَرِضْوَانًا

(Va RıWVAvNan)

“Ve rıdvanı ibtiğa etmek için gelenleri ihlal etmeyin.”

“Fadl” mâlî birliktir.

Rıdvan” ise sosyal birliktir.

İnsanın iki çeşit ihtiyacı vardır; bedenî ihtiyaç, ruhî ihtiyaç. Mesela insanın yemek yemesi ihtiyaçtır. Giyinmesi bedenî ihtiyaçtır. Ulaşım bedenî ihtiyaçtır.

Ayrıca insanın öğrenme ihtiyacı vardır. Öğrendiklerini anlatma ihtiyacı vardır. İnsanın sevme ve sevilme ihtiyacı vardır. İnsanın görüşme ihtiyacı vardır. Amerika’ya gitmekten çok, Amerika’daki yakınla telefonla görüşmeye daha çok ihtiyacımız vardır. İnsanların sosyalleşmesini maddî isteklerden çok ruhi ihtiyaçlar sağlamaktadır. Mekke’ye giderken yalnız maddî değerlerin mübadelesini sağlamayız, aynı zamanda ruhi ilişkileri de sağlarız.

Rıdvan” ruhi ihtiyaçları karşılayandır. İşte Mekke’ye bunun için de gideriz, orada diğer insanlarla ruhi ilişkiler kurar, bu sayede  sosyal evrimleşmeyi sağlarız.

“Rıdvan” “fazl”a atfedilmiştir. “Rıdvan” da Rablerinden gelmektedir. Matuf matufun aleyhin hâlini ve vasfını taşır. Aksi olmaz. “Min Rabbihim” sonra gelseydi, o zaman yalnız onun hâli olurdu.

“Allah” kelimesi topluluğu anlatır, “Rab” kelimesi ise devletin kuruluşunu anlatır, teşkilatı anlatır. Yani buradaki rablerinin ifade ettiği mü’minlerin kuracakları teşkilattır. Teşkilattan fazl ve rıdvanı ibtiğa edeceklerdir.

Fadlın ibtiğasını çözmüş oluyoruz ama acaba rıdvan nasıl bir örgütle çözülecektir?

Bunun için önce tercümanlara ihtiyaç vardır. Yani Mekke”nin içlerinde dolaşan kimsenin başka dili konuşan insanlarla görüşmesini sağlayan bir sistem geliştirmemiz gerekir.

Çin’de halk konuşarak birbirleri ile anlaşmamaktadır ama yazıyı hepsi okuyabiliyor ve milyarlık topluluk olarak o sayede birlikte yaşıyorlar.

Tüm insanlığın bir yazı dili olacaktır. Kur’an’da seçilen kelimeler özel şekli ile yazılacaktır. “Enf” kelimesini herkes kendi diliyle okuyacaktır. Altına ve üstüne kendi dili ile yazılacak. Yani Kur’an Arapçası harf harf yazılacak ama her dilde ayrı ayrı okunacaktır. Bunun sağlayacağı fayda, yazışma ile herkes karşısındaki ile kolayca anlaşabilecektir. Yazışma da karşılıklı bilgisayarlarda yapılacaktır.

Diğer bir çözüm olarak da çift tercüman kullanılacaktır. Her dilden Arapça tercüman olacak, diğer dilden de Arapça tercüman olacaktır. Böylece anlaşma sağlanacaktır.

Bunun yararı tüm insanlarla ikili ilişki kurmaktır. Maddeten tatminin yanında mânen de tatmin olunacaktır. Türkiye’de yaşayan bir Budist dünyadaki bütün Budistlerle ikili ilişki kurabilecektir. Bildiklerini ona aktaracaklar, o da bildiklerini buraya aktaracaktır.

Diller öyle gelişecek ki, yazı dilinde hepsi Kur’an Arapçasına çevrilebilecektir, Kur’an Arapçasından da o dile çevrilecektir. Bunun için “Bin Dil Üniversiteleri” kurulacaktır. Her kıta merkezinde kurulacaktır. Bunun beşyüz dili bütün üniversitelerde okunacaktır. Beşyüz dil ise o kıtadaki mahallî dilleri içerecektir. Beş bin dil ele alınacaktır demektir.

“Bin Dil Üniversitesi” on bin aileden oluşacaktır.  On katlı apartmanlar olacak. Her katta on aile oturacak. Her kat ayrı dil konuşanlardan oluşacak. Bunlar Arapçaya çeviri yapacaklar, Arapçadan da o dile çeviri yapacaklardır.

İşte bu sayede tüm insanlık rıdvanını arayacak hâle gelecektir.

Mekke’de insanlıkla ilgili bir üniversite kurulacaktır. Dünyanın her ülkesinden, oradaki üniversitelerden her birini temsil eden bir ilim adamı oraya gelecektir. Oradaki üniversitelerden atanmış olacaktır. Bu üniversitenin bin âlimi insanlığın meclisini oluşturacaktır. Burada ilmî çalışmalara katılanlar serbestçe ilçelerine gelip misafir edileceklerdir. Onlar da rıdvanı arayacaklardır.

وَإِذَا حَلَلْتُمْ فَاصْطَادُوا

(Va EiÜAv XaLaLTuM FaiSTavDUv)

“Ve hallolduğunuzda istâd ediniz.”

Hallolmak” çözülmek, erimek anlamındadır. Yani karışıp diğer fertler gibi olmaktır.

“Haram” ise çöken veya uçan, ayrılan, karışmayan demektir. Yani herkesin olduğu gibi değil de yasaklı olma anlamında olmaktadır.

Burada “in ehlaltum” denmemiş de “izâ” denmiş, çünkü asıl olan ihram değil ihlaldir. Genel ibahe durumunu göstermektedir.

Ve” harfi ile atfedilmiştir. Harem’den çıktığınızda avlanın denmektedir. Bu yasaktan sonra gelen emir sigasıdır. İbahayı ifade eder. Yukarıda avlanmayın denmemiştir. Saydı helal kılmamak şartı ile denmiştir. Savaşı meşru hâle getirmemek şartı ile mânâsı da verilebilir. Saydın haram olduğu yerde kıtal hayda hayda helal olmuş olur. Buradaki emir vücubu da ifade edebilir. İhram durumu bitince savaşa devam edilecektir. Bu âyete göre savaşa devam etmesi için yeniden karara gerek yoktur. Barış zamanında savaş yasaklandığı gibi savaş zamanında da savaşmamak aynı derecede haram kılınmıştır.

Yağmacı zihniyette çıkarım var diye savaşı meşru görenler var. Oysa mü’minlere barış zamanında değil savaş, haksızlık yapma bile haramdır. Ama savaş başlamışsa o zaman da savaşmak farzdır ve en büyük ibadettir. Helal duruma gelmiş de savaş durumunun devamı söz konusu ise savaşmak emredilmiş olmaktadır.

Haram aylarında barış yolları aranmalıdır. Bulunursa artık savaşa devam edilmeyecektir. Barış sağlanamazsa gevşemeden savaşa devam edilecektir.

وَلَا يَجْرِمَنَّكُمْ

(Va Lav YaCRiManNaKuM)

“Ve size cürüm ettirmesin.”

Cürüm” suç demektir. “Cerime” para cezasıdır. Zenb var, cunah var, cürüm var, fahşa var, bağy var, i'tida var. İnsanın yaptığı kötülükler vardır.

Bunların her biri yani her kelime/kavram bir doktora konusudur.

Biz cürümü nasıl tarif edeceğiz?

İ'tida etme ile tanımlanmıştır. İnsanlar bir arada yaşamaktadır. Herkes kendi mülkünde, kendi alanında hürdür. Sınırsız hürdür. Herkesin hürriyeti başkasının hürriyetinin bittiği yerde başlar. Bu hürriyeti aştığınız zaman suç işlemiş olursunuz.

Hürriyetin sınırı neresidir?

Hürriyetin sınırını kim tesbit edecektir?

Hakemler tesbit edecektir. Siz bir hakem seçersiniz, karşı taraf da bir hakem seçer; baş hakemi de hakemler seçer. Onların çizdiği sınır hürriyetin sınırıdır. Bunu aştığınızda cürüm işlemiş olursunuz.

Hakemlerin çizdiği bu sınırı kim koruyacaktır?

İşte mü’minlerin görevi budur. Hakemlerin çizdiği sınırların bekçiliğini yapmaktır.

Bu bekçiliği yaparken siz yetkilerinizi aşıp hakemlerin kararları dışında bir uygulama yapmayacaksınız. Hukuku koruyacağım deyip hukuku siz çiğnemeyeceksiniz. Merkezin tayin ettiği hakimlerle adalet yürümez. Merkez hakemlik yapacaklara ehliyet verecektir ama taraflar hakemlerini kendileri seçeceklerdir. Mü’minler yani silahlı güç bu kararları yerine getirecektir. Eşkıya var, devlet var. Eşkıya ile devlet arasında küçük fark vardır. Eşkıya kendi istediğini halka yaptırır. Devlet ise hakemlerin verdiği kararları uygulatır.

İşte bu âyette bu husus belirtilmektedir.

Bir adam sizi dövmüştür. Sizin de ona borcunuz var. ‘Sen beni dövdün, ben de borcumu ödemiyorum’ diyebilir misiniz? Yahut borcunu ödemeyeni dövebilir misiniz?

İşte, fiillere değil de faillere ceza verilmek istenir.

Oysa İslâmiyet’te fiilin failine fiilinden dolayı ceza verilir. Adamın kötülüğü işlediği suçu kadardır. Dolayısıyla bir fiilden dolayı birini kötü adam yapmazsınız. Eğer siz ona hakemlerin verdiği veya vereceği karar dışında bir fiil icra ederseniz, o zaman cürüm işlemiş olursunuz. Cereme / Yecrimü / Cürüm işlemek değil de cürüm işletme anlamında getirilmiştir.

“Cereme” “Cereye”ye akrabadır. Sizi sürüklemesin demek olmuş olur. Bu teşdit ile getirilmiştir. Sakın ha sizi böyle bir gaflete düşürmesin.

Baştan beri bu sûredeki emirlerin yöneticilere ait olduğunu belirtiyoruz. Burada bu görüşümüz teyid edilmiş olmaktadır.  

شَنَآنُ قَوْمٍ

(ŞaNaEAvNu QaVMin)

“Kavmin şenaati sizi sürüklemesin.”

Şenaat” nedir. Geçmişte yaptıkları kötülüğe karşılık beslenen kin demektir.

Buradaki şenaat buğuzdur, kindir.

Bir kavmin şen’ânı” demek, onların size olan kinleri anlamına geldiği gibi; sizin onlara olan kininiz demektir. Masdar malumun ve meçhulün ismidir. Fiilin ismidir. izafet edilirse kendisine yapılması veya onun yapması anlamına gelir. Kim nereden olursa olsun sizi zulme sürüklemesin. Her fiile o fiile takdir edilen ceza verilir. Kimseye işlediği fiilden dolayı ona mahsus olan cezadan başkası verilemez. Fıkıhta şüphe cezayı ortadan kaldırır ana hükmü vardır. Ceza kanunumuzun birinci maddesi cezadaki kesinlik hükmüdür.

أَنْ صَدُّوكُمْ عَنْ الْمَسْجِدِ الْحَرَامِ

(EaN WadDUvKuM GaN MaSCiDi elXaRAMı)

“Mescid-i Haram’dan sizi saddetmeleri”

Onların sizi Mescid-i Haram’dan saddetmeleri, mesela, Suud hükümetinin sizi Mekke’yi ziyaret etmesine mâni olması anlamı verilebilir. Mef’ulü leh olur.

Yani sizi Mescid-i Haram’dan saddettiler diye size haksızlık yaptırmasın.

أَنْ تَعْتَدُوا

(EaN TaGTaDUv)

“İ’tidâ etmenize curm etmesin.”

“Şen’ânu kavmin”deki masdar malumun veya meçhulün masdarı olabilir. Bu durumda iki mânâ ortaya çıkar; sizin onlara kininiz yahut onların size olan kini anlamlarını taşır.

Herhangi bir topluluğun yaptıkları sonucu onlara verilecek ceza, yaptıklarının karşılığıdır. Geçmişteki sabıkaları onlara karşı herhangi uygulamaya götürmez.

Burada “şen’ân” kelimesine yeni bir mânâ verilebilir; kin değil de geçmişte yaptıkları yani sabıkaları anlamına gelir. Sabıkalı olanlar geçmişte bir fiil işlemişler, şimdi cezalandırılmazlar. Her suçun kanunda belirlenen cezası vardır. Ancak onunla o kadar ceza verilir ve başka ceza verilmez. Bunun istisnası vardır. İftira edenin şahitliği kabul olunmaz. Bu da cezadır. Bununla beraber şahitlik hak değil görevdir, görevden muaf tutulur demek olur.

Bu âyet bize karşı olanlarla olan ilişkilerimizi tanzim etmemizi istemektedir. Savaş durumu hariç olmak üzere kimse kötü değildir. Sadece kötü iş yapmıştır. Onun cezası verilir, başka hiçbir ceza verilmez. Kötü davranışta bulunulmaz.

وَتَعَاوَنُوا عَلَى الْبِرِّ وَالتَّقْوَى

(Va TaGAVaNUv GaLay eLBirRı Va etTaQVAy)

“Ve birr ve takvada teâvün ediniz.”

Bize muhalefet edenlere karşı bizim davranışımız ne olacaktır?

Bundan önceki nehiyde zulmetmememiz emredilmiştir. Bizim görevimiz herkese adil davranmaktır, suçluya adil davranmaktır. Savaşta bile esir edildikten sonra artık öldürülmez. Ancak savaş suçu işlemişse cezası verilir. Savaşta savaşmak suç sayılmaz. Savaşta askeri yargı, barışta ise hakemler tarafından oluşan yargı kararları dışında kimseye asla eziyet yapılmaz, malına ve bedenine dokunulmaz.

Bunun dışında çok önemli bir kural daha getirilmektedir.

Bu da birr ve takvada yardımlaşma emridir.

Birr” arpa demektir. “Birr” demek ekmek ikram etmek demektir. Yani insanların zaruri ihtiyaçlarını gidermektir. “Komşusu aç iken kendisi yatıp uyuyorsa bizden değildir” hadisi bize birri de emretmektedir.

Biz insanlığın yalnız güvenliğini sağlamakla yükümlü değiliz.

Biz güvenlikten önce insanlara iş ve aş temin edeceğiz.

Bunu nasıl başaracağız?

Kooperatifler kuracağız. “Adil Düzen”e göre işletmeler kuracağız. İşi olmayan her çalışana orada iş vereceğiz. Geliri az olacak ama işi olacak. Daha fazla gelir bulduğu zaman orada çalışacak, bulamadığı zaman bizde işinde çalışacaktır.

Şimdi, kim olursa olsun, birrde bulunuyorsa, onlarla yardımlaşacağız. Bunlar kim olursa olsun yardımlaşacağız. Tekel sermaye ile de diyalogda bulunacağız. O kazansın ama biz de iş yapalım. İnsanların sabıkasına bakıp da onlardan uzak durmayacağız.

Önce İstanbul Yenibosna’daki dolap (mobilya) üretim ve pazarlamamızı çalıştıralım. Muhasebesiyle işletmemizden emin olalım. Çalışmalarımız devam ediyor. Bize göre bu çalışmalarımız başbakan olmaktan daha önemlidir; üretim işletmesini ve bakkalı çalıştırmak.

Buradaki “teavenû” “ta’tedû”ya atıf olmaz. Çünkü o menfi bu müsbettir. Bundan sonra buna müsbet atıf gelmiştir. Dolayısıyla bunun nunu, en-i masdariyeden dolayı değil, emir sigası olduğu için düşmüştür. Atıf da bunun için yapılmıştır.

Birr” kelimesi taamı mesakine işaret etmektedir.

Takva” ise “vikaye”den gelen kelimedir. Kurallara uymak, şeriatın dışına çıkmamak demektir. Takvada yardımlaşma emrediliyor. Yani ister kötülüklerden uzak olalım, isterse iyilikler yapalım, kim olursa olsun, işbirliği yapacağız demektir. İşbirliği yaparken de sabıkaya bakmayacağız. Geçmişi ne olursa olsun, kendisi nasıl adam olursa olsun, yardımlaşacağız. Kur’an iyilerle yardımlaşın demiyor; birr ve takvada iyilikte yardımlaşın diyor. Tefaul bâbı getirilerek ikili değil çoklu yardımlaşmayı emretmektedir.

O halde Adil Düzenciler olarak önce tüm dünya dinleri ile anlaşacağız. Onlarla birr ve takvada uzlaşacağız. Yahudilerle de “Adil Düzen”in gelmesi için işbirliği yapacağız. Bundan başka solcularla, sağcılarla, kapitalistlerle de uzlaşacağız; birr ve takvada uzlaşacağız. Partilerle de uzlaşacağız. Tarikatlarla uzlaşacağız. Yapacağımız “Adil Düzen Çalışmalarına” katılmalarını isteyeceğiz, onlar da bizi hayırlı bir işe davet ederlerse yardım edeceğiz.

Bu âyet tüm ilişkilerin bel kemiğidir.

Başka âyette de “Her söze kulak verirler” diyor; “Her söyleyene” demiyor, yahut “İyi söyleyene” demiyor. Sonra, “Siz onları seversiniz, onlar sizi sevmezler” diyor.

Demek ki bizim işimiz onlara devamlı yaklaşmadır, taviz vermeden yaklaşmadır.

وَلَا تَعَاوَنُوا عَلَى الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ

(Va Lay taGaVaNUv GaLay eLEiÇMi Va eL GuDVAvNı)

“Ve ism ve udvanda teâvün etmeyiniz.”

Burada emirden sonra nehiy gelmiştir. Mefhumu muhalefetin yeterli olmadığının kanıtı olan âyet emri teşdit etmektedir.

Evet, birr ve takvada yardımlaşmakla yükümlüyüz, kötülükte ise yardımlaşmaktan men edilmiş bulunuyoruz. Birre karşı ism, takvaya karşı da udvan getirilmiştir. İsm zararlı şeydir. Kur’an insana zararlı iş yapma hürriyetini vermemiştir. Sigara içemezsiniz. Çünkü o bedeni siz kendiniz var etmediniz, Allah var etti. Topluluk büyük masraflar yaparak sizi yetiştirdi. Anne babanız size o emeği zehirlenin diye vermedi. O halde sağlığınıza dikkat etmek zorundasınız. İşte insanın kendi zararına da olsa, bize zarar vermemiş olsa dahi, biz ona yardımda bulunamayız.

Bütün bunlar bizim hayatımızı, iç ve dış ilişkilerimizi düzenleyen temel unsurdur.

وَاتَّقُوا اللَّهَ

(Va itTaQUv elLAHa)

“Allah’a ittika ediniz.”

“Allah’ın şeairi” ifadesi geçmişti. Burada da “Allah’a ittika ediniz” sözü geçmektedir. O ifade topluluğu ifade ediyordu. Bu da âlemlerin Rabbini ifade ediyor. Şöyle ki; burada hangi işlerin birr ve takva olduğu, hangi işlerin ism ve udvan olduğu içtihada bağlıdır. İçtihat ise müçtehidin takdirine bağlıdır. Müçtehit Allah’a hesap vereceğini bilerek vicdanı ile hükmedecektir.

İttika ediniz” ifadesi içtihadınızla amel ediniz demektir.

İran atom santralını kuruyor. Bunu savunmak için mi yapıyor, yoksa saldırmak için mi yapıyor? Amerikan Yahudilerinin en çok karşı çıktıkları İsrail Yahudileridir. İran’ı güçlendirerek İsrail’i hakimiyetleri altında tutmayı istemiş olabilirler. O halde bize göre İran’ın atom santralinden vazgeçmesi gerekir. Onun yerine kara ordusunu kuvvetlendirsin, termik santraller kursun.

إِنَّ اللَّهَ شَدِيدُ الْعِقَابِ (2)

(EnNA elLAHa ŞaDIyDu elGıQABı

“Allah ikabı şiddetli olandır.”

Buradaki “Allah” da âlemlerin Rabbi Allah’tır.

Allah’ın iki yanı vardır.

Biri bu dünyada bu dünyanın kanunları ile düzeni götürmektir.

Diğeri ise ahirette adaletini icra etmektir.

Bundan önceki âyette geçen âhiretteki Allah’tır. Oysa burada dünyadaki tabiî kanunların ilâhıdır. Öyle nizam koymuştur ki suçlular bu dünyada cezalanırlar. Doğa ve sosyal kanunlar ona dersini verir.

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3095 Okunma
2-MAİDE 3
2879 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2167 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2252 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2131 Okunma
6-MAİDE 11-12
2860 Okunma
7-Maide13-15
2284 Okunma
8-MAİDE 16-17
2311 Okunma
9-MAİDE 18-19
2001 Okunma
10-MAİDE 20-26
2552 Okunma
11-MAİDE 27-31
4578 Okunma
12-MAİDE 32-33
2791 Okunma
13-MAİDE 34-37
2030 Okunma
14-MAİDE 38-41
2971 Okunma
15-MAİDE 42-44
2316 Okunma
16-MAİDE 45-47
3596 Okunma
17-MAİDE 48-50
2407 Okunma
18-MAİDE 51-53
2530 Okunma
19-MAİDE 54-56
2951 Okunma
20-MAİDE 57-60
2352 Okunma
21-MAİDE 61-64
2192 Okunma
22-MAİDE 65-67
2051 Okunma
23-MAİDE 68-69
2399 Okunma
24-MAİDE 70-72
2183 Okunma
25-MAİDE 73-76
2434 Okunma
26-MAİDE 77-79
1908 Okunma
27-MAİDE 80-82
2302 Okunma
28-MAİDE 83-88
1884 Okunma
29-MAİDE 89-91
3204 Okunma
30-MAİDE 92-95
2596 Okunma
31-MAİDE 96-100
2509 Okunma
32-Mide 101-103
2580 Okunma
33-MAİDE 104-105
2207 Okunma
34-MAİDE 106-108
2398 Okunma
35-MAİDE 109-110
3278 Okunma
36-MAİDE 111-115
2733 Okunma
37-MAİDE 116-118
2525 Okunma
38-MAİDE 119-120
2183 Okunma

© 2024 - Akevler