MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2274 Okunma
MAİDE 57-60

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 39

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَتَّخِذُوا الَّذِينَ اتَّخَذُوا دِينَكُمْ هُزُوًا وَلَعِبًا مِنْ الَّذِينَ أُوتُوا الْكِتَابَ مِنْ قَبْلِكُمْ وَالْكُفَّارَ أَوْلِيَاءَ وَاتَّقُوا اللَّهَ إِنْ كُنتُمْ مُؤْمِنِينَ (57) وَإِذَا نَادَيْتُمْ إِلَى الصَّلَاةِ اتَّخَذُوهَا هُزُوًا وَلَعِبًا ذَلِكَ بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ لَا يَعْقِلُونَ (58)

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا

(YAv EyYuHAv elLaÜIyNa EaMaNUv)

“Ey iman etmiş olan kimseler.”

Bundan önceki “Ey iman edenler”den sonra “Kim dininden irtidat ederse” denmişti. Ondan önce de “Yahudileri ve Hıristiyanları evliya ittihaz etmeyin” denmişti. “Kim ittihaz ederse onlardandır” denmiş, sonra “Sizden kim irtidat ederse” denmişti.

Şimdi âyet aynı şekilde tekrar getirilmektedir.

Bir kimseye “bana domates alma” dedikten sonra, “yeşil domates alma” derseniz, birinci nehyi beyan edersiniz.

Yukarıda “Yahudi ve Hıristiyanları evliya ittihaz etmeyin” denmiş, burada ise “Onlardan sizin dininizi laib ve huzuv edinenleri almayın” diyerek teb’iz etmiştir.

Ey iman edenler”in iade edilmesi mü’minlere farklı şekilde hitap edilmesidir. Orada kastedilen mü’minlerin onların dayanışma ortaklıklarına girmesidir. Aralarında çatışma olmasa da dayanışma ortaklıkları birbirleri ile hayırda yarışan kimselerdir. Dolayısıyla biz onlarla dayanışmaya girersek iki taraflı oynamak durumunda oluruz.

Bir futbol oyununda bir taraf diğeri ile yarış içindedir. Biri bir gün bir takımda diğeri diğer takımda oynuyor. Bu iki takım arasındaki yarışa halel getirir. Çünkü takımlar bir karşılaşmada yarışmıyorlar, kuruluştan kapanışa kadar takımlar birbirine rakip durumdadırlar. Birinin bir takımda oynarken karşı tarafa transfer olması güçlü olan takımın daima güçlü kalmasıdır. Bu da serbest rekabeti ortadan kaldırır. Bu sebepledir ki İstanbul’un üç dört takımından başka başarılı takım ortaya çıkamamaktadır. Kayseri takımında güçlü oynayan birisi başarılı oynadı mı o takımlardan birine transfer olmaktadır. Bu sebepledir ki takımların başka takımlardan oyuncu transfer etmesi meşru değildir. Başarılı oyuncu takımını başarılı kılacak, bu sayede takımlar arası denge sağlanacaktır.

Yukarıdaki ittihaz yani dost edinme dinler arasındaki ittihazdır. Bunlar arasında din değiştirmeyi yasaklamamaktadır. Sadece bir kimsenin bir anda iki dinde yani iki takımda birden olamayacağı ifade edilmektedir. Burada ise rakiplerden değil birbirine düşman olan karşı dinlerden söz etmektedir. Muhataplar farklıdır. Atıf yapılmamıştır. Çünkü aynı zamanda bu yukarıdaki “ittihaz etmeyin”in açıklamasıdır. Yani birinci âyetteki “siz onları evliya ittihaz etmeyin” demek, bir kimsenin iki dayanışma ortaklığında olmaması hususu demektir. Burada ise karşı gruptan bahsetmektedir. Orada yalnız Hıristiyan ve Yahudilerden, burada ise kâfirlerden de bahsetmektedir.

Allah canlıları yaratmış. Canlıları yapıcı hücreler oluşturur. Bu hücreler bölünerek çoğalırlar ve birbirlerine dayanışarak ve yardımlaşarak yaşarlar. Ne var ki canlıların ömürleri vardır. Yaşlandıkça veya sakatlandıkça artık görevlerini yapamaz hâle gelirler. O zaman onların ortadan kaldırılması ve sağlam yenilere yer açılması gerekir. Yapıcı hücrelerin yanında temizleyici, yıkıcı, yok edici hücreler de vardır; bunlar mikroplardır, virüslerdir.

İşte, mü’min dayanışma ortaklıkları yapıcı insanları bir araya getirir. Buna karşılık kâfir ve müşriklerin işi yıkıcılıktır. Biz mü’minler yapmakla görevliyiz, onlar ise yıkmakla ve yok etmekle görevlidirler.

Yukarıda “Yahudi ve Hıristiyanları veliler ittihaz etmeyin” derken, herkes kendi dayanışma ortaklığında olsun, başka dayanışma ortaklığına olmasın ve katılmasın, dayanışma ortaklıkları arasında yarışsın, hakem kararları ile yarış barış içinde devam etsin demektir.

Oysa burada yıkıcılarla savaşın, onların yanında yer almayın denmektedir.

Bunların bizim topluluğumuz içinde de yerleri yoktur.

Yukarıdaki âyet bir kimsenin iki dayanışma ortaklığında olamayacağı ile ilgilidir.

Buradaki âyet ise bir kimsenin iki devletin vatandaşı olamayacağı ile ilgilidir.

Çift vatandaşlık yoktur.

Birincisinde yarışta ikili oynama men edilmiştir.

İkincisinde çatışmada ikili oynama men edilmiştir.

Peş peşe gelen bu iki “Ey iman etmiş olanlar” hitabında açık bir şekilde dayanışmaları gruplandırmış olmaktadır. “Ey iman edenler” dediğiniz zaman önce bir dayanışma ortaklığı içinde toplananlar demektir. İki arada çatışma değil yarışma vardır. İkincisinde ise kuvveti üstün tutanlar anlamındadır. Onlarla yarışma içinde değil çatışma içindeyiz.

İşte, mü’minler yani yarışanlar kendi aralarında barışçıdırlar, savaşa karşıdırlar ama mü’minler yıkıcılara karşı çatışma içindedirler. Onlara karşı eşiddadırlar, cihad ederler, kıtal ederler. Ehl-i bâtıl ise bâtıl ile hakkı karıştırır ve o yolla bâtılı savunurlar.

لَا تَتَّخِذُوا

(LAv TatTaPıÜUv)

“İttihaz edinmeyin.”

“Keff” açık eldir, avuçtur. “Cuma” yumruktur.

Ehz” ise sapı eline alırken elin aldığı şekildir.

Ehz etmek” sapı veya demeti yahut ipi avuçlamak demektir.

Sen sapı alıp tutarsan ehz etmiş olursun. Ama sen bir dala tutunursan o zaman dalı ittihaz etmiş olursun. İftial bâbı genellikle lazım bir fiildir, mef’ul almadan cümle tamam olmuş olur. Bununla beraber birçok defa iftial bâbı müteaddi olur. “İttika” böyledir. “Allah’a ittika edin” derken kendi başınıza ittika edin denmez.

Burada ise “ittihaz” kelimesi iki mef’ul almıştır. “İttehaza’l-elğarete meskenen” dediğinizde, mağarayı mesken edinmiş olursunuz. “İttehaza’l-ahmede halilen” derken de Ahmet’i Halil’e dost edindi denmiş olur. Yani bir şeyi veya birini kendinize bir şey için yapmak demektir. Burada ittihazın birinci mef’ulü alay edenler ve kafirlerdir, ikinci mef’ulü evliyadır. Fiile yakın olan birinci mef’uldür. Takdim tehir caiz değildir.

Konuşma dilinde kelimelerin manâları vardır ama sınırı yoktur. Bir ağaç dalını ellerinizin arasına alırsınız ve asılırsınız, burada ittihaz bellidir. Ama bir kimseyi yani birini dost edinmenin sınırı nerde başlar ve nerede biter. Burası konuşma dilinde belli değildir.

Kur’an konuşma dilinde nâzil olmuştur. Müçtehitler onları kendi içtihatları ile tanımlarlar. O tanımlar sayesinde Kur’an hukuk diline, fıkıh diline dönüşür.

Kanunlar da böyledir. Meclis kanunları çıkarır, sonra onları uygulayıcılar ve yargı yorumlar, böylece hukuk diline dönüşür.

Dilin bu özelliği değişik zamanlara ve yerlere uygulanma imkanını sağlar.

“Evliya ittihaz etme” nedir, nerden başlar?

Selam vermek de evliya ittihaz etmektir. Alışveriş etmek de evliya ittihaz etmektir. Bir beldede beraber yaşamak da evliya ittihaz etmektir. Ortaklık kurmak evliya ittihaz etmektir. Evlenmek evliya ittihaz etmektir.

Kur’an Yahudi ve Hıristiyanlarla evlenmeyi dahi meşru kıldığına göre, buradaki veli ittihaz etmeyin sözü çelişki değil midir?

Çelişkiyi gidermek için teviller yaparız.

Burada nehy edilen cemaattir, yoksa kişiler değildir. Bir Müslüman bir Yahudi ile evlilik dahil her türlü kişisel ilişkiyi kurabilir. Bu nehy edilmiş değildir. Sadece veli edinme nehy edilmiştir. Onlarla dayanışma ortaklığına girme nehy edilmiştir. Zaten ikinci mef’ul bunu açıkça ifade eder. Dayanışma ortaklığı iki kişi arasında olmaz, bir topluluk içinde olur. En az yüz civarında insan bir araya gelerek dayanışma ortaklığını kurar.

Türkiye’nin on iki ordusu olacaktır. Her ordunun bir milyondan fazla askeri olacaktır. Bunların onda biri yani yüz bini fiilen askerlikte olacaktır.

İşte, birinci âyette anlatılan bir kimsenin iki orduya mensup olamayacağıdır. Ne var ki ülkeyi terk etmeden birinden diğerine geçebilecektir. Burada ise iki ülkeden bahsetmektedir. Bir kimse ülkeyi terk etmedikçe mü’min olmaktan çıkamaz demektir.

Böylece daha önce istihsanla bulduğumuz bir hükmü burada nassla teyit etmiş olmaktayız. O halde ittihaz etmeyi bir orduya katılmak üzere anlayacağız demektir.

Ocaklarda dayanışma ortaklıkları yoktur ama bucaklarda dayanışma ortaklıkları vardır. İllerde vardır, ülkelerde vardır, insanlarda vardır. Bunlar bağımsızdırlar. Bucakta bedelli, ilde nöbetli olabilirsiniz. İlde A partisinde, ülkede B partisinde olabilirsiniz.

الَّذِينَ اتَّخَذُوا

(elLaÜIyNa EitTaPaÜUv)

“İttihaz edenler.”

Ellezîne” ile gelmiştir. Hem ittihaz edenler, hem de ittihaz edinme marifedir. Yani bugün dünyada ittihaz edenler vardır ve ittihaz şekli de bellidir.

Kimlerdir bunlar?

Bunların kim olduklarını aşağıda tanımlayacaktır.

Biz burada genel olarak bunları tanımlamaya çalışalım.

Ben ilkokulda okuduğum zaman öyle eğitim aldım ki, sanki dinden bahsetmek, Allah’a inanmak ayıp bir şey idi. Bu durum o kadar ustalıkla işlenmişti ki, din aleyhine Allah aleyhine yazılmış tek kelime yoktu ama kitaplarda müstehcen kelimelermiş gibi yer almaz, ağıza da alınmazdı. Öğretmenler ve devlet memurları namaz kılmaz ve dinden bahsetmezlerdi. Bu durum sayesinde bizim beynimizde din ilkel görünmüştü, dindar olma ayıp bir şey sayılmıştı. Ortaokulda okuyordum. Yurtta kalıyordum. Sorumlu öğretmenle son derece iyi idik. Onun veya herhangi bir öğretmenin Allah’a inandığına ihtimal vermiyordum. Bir kafeste kartalımız vardı. Kimileri onu kafeste tutmanın hayvan haklarına aykırı olduğunu söylüyorlardı. Tatil günü yem ve su vermedik. Kartal öldü. Bahsettiğim öğretmen işte bu yapılan günah dedi. Şaşırdım. Yani öğretmen de günah ve sevaba inanıyordu. Size aynı öğretmen ile geçen bir olayı anlatayım. Yataklara yatmış sohbet ediyorduk. Arkadaşlara Hazreti Meryem’in kırda başka erkeğin yıkandığı bir gölde yıkandığını, orada da onun bıraktığı spermden alıp Hazreti İsa’ya hamile kaldığını söylüyordum. Öğretmen de kapıda bizi dinliyordu. ‘Süleyman, böyle konuşma çarpılırsın’ dedi! Şaşırıp kaldım.

İşte biz böyle yetiştirildik.

Bu durum hâlâ böyledir. Başörtülü olmak ayıptır. Televizyona başörtülü çıkamazsın. Ama çıplak olmak modadır. Kimse seni çıplaksın diye ayıplamaz. “Allah, Allah” demek ayıptır ama sarhoş olmak marifettir!

Jan Jak Russo dinsizdir ama dinle alay etmemekte; “Ben Tanrı’ya inanmıyorum ama eğer inanacak olsaydım Müslümanların Tanrı’sına inanırdım” demektedir. Bunlar dinsizdir ama ciddidir. Oysa beş yüz senedir Yahudiler ve onlara uyan Hıristiyanlar dinle ve Allah’la savaş hâlindedirler. Ama ilimle, felsefe ile değil, alay etmek, küçük görmek, masharaya almak suretiyle dine ve imana saldırmaktadırlar.

İşte buradaki “Ellezîne”de kastedilenler bunlardır. Din düşmanı Yahudiler ve onların peşinden giden ve yine din düşmanlığı yapan Hıristiyanlardır. Gayri ciddi olanlardır.

DNA’nın keşfi insanlık tarihinde çok büyük bir keşiftir. Bu sayede insanlık biyolojiyi ilmileştirmektedir. Bu Newton’un ivme formülü kadar önemlidir. Bunu bulan Watson ve Crick, ihtimaliyat hesabına dayanarak bunun olasılıkla oluşmasının imkansızlığını ortaya koydular. Bir sene 31 536 000 saniyedir. Kâinatın ömrü ise 13,7*10^9 senedir. Yani kâinatın ömrü 4,32 * 10^18 saniyedir. Kâinatın yaratılışından bugüne kadar yapılan deney sayısı 10^112 kadardır. Oysa DNA’ların diziliş ihtimali ise 10^250 kadardır.

Bunun anlamı şudur. Yüz defa yazı-tura atacağız, 250 tura gelecektir. O halde kâinatın tesadüfler dizisi olarak oluşmadığı kesin olarak ispatlanmış olmaktadır.

Crick’in bu kesin delil karşısında iman etmesi gerekirken; “Bu böyledir ama ben yine de Tanrı’nın varlığını kabul etmeyi ilmî bulmuyorum!” demiştir.

“Âyetlerin küllisini görseler yine inanamazlar” ifadesinin mucizesi ortaya çıkmıştır.

İşte buradaki yani “Ellezîne İttehzû”daki ittihaz edenler, dünyayı dinsizleştirmek isteyen sömürü sermayesine katılan tüm ateistlerdir. Yaptıkları iş de dine karşı ilmî delillerle ortaya çıkma değil, laib ve huzuvdur.

دِينَكُمْ

(DİyNaKuM)

“Dininiz/düzeniniz.”

Din”in “düzen” olduğunu biliyoruz. O halde burada “düzeniniz” denmektedir.

Küm” muhatabı kimlerdir?

Adil Düzen çalışanlarıdır.

Bunlar kimlerdir?

500 yıl evvel İslâm hem uygarlık olarak hem de güç olarak dünyaya hâkim iken, son 300 yıl içinde yaşlandığından dolayı çökmüştür. Bu takdir-i İlâhidir. Birinci İslâm uygarlığı yaşlanmıştır. Her yaşlı çöker ve sonunda ölür. Bu doğa kanunudur ve Kur’an’da çok açık olarak ifade edilmiştir. Uygarlığın ömrü 1000 yıldır; insan ömrünün 10 katıdır. Bunun 300 yılı gelişme çağıdır, 400 yılı olgunluk çağıdır ve 300 yılı da çökme çağıdır. İnsan da öyledir; 30 yaşına kadar gelişir, 70 yaşından sonra çökmeye başlar. Bu da doğa kanunudur. Bu durum herkes için geçerlidir. Uygarlıkların ömrü Hazreti İsa’nın doğuşu ile başlar. 1000 tarihlerinde birinci Kur’an uygarlığı doğdu, gelişti ve 2000 tarihlerinde öldü, tarihe karıştı.

Bu demek değildir ki Kur’an uygarlığı bitti. Nasıl baba ölür yerine oğlu gelirse, birinci Kur’an uygarlığı şimdi ikinci Kur’an uygarlığı olarak oluşmaktadır.

İşte bu ikinci Kur’an uygarlığının adı “Adil Düzen”dir.

1960’larda hazırlıkları başlamıştır.

Bu yeni anlayış içinde Akevler’de “Adil Düzen İlmi” oluşmuştur.

Millî Görüşçülerde “siyaset” oluşmuştur.

Risale-i Nur şakirtlerinde “ahlak düzeni” oluşmuştur.

Anadolu holdinglerinde ise “ekonomi” oluşmuştur.

Bunlar cari sistemde oluşmuşlardır. Çalışmaları “Adil Düzen”e hazırlık mahiyetinde idi. Deneme uygulaması sona ermiştir. Şimdi “Adil Düzen”in kokusu değil kendisi gelecektir.

Aslında bu çalışmalar üç asır evvel Osmanlılarda başlamış, Batı ile İslâm sentez edilmek istenmiştir.

İşte marife olan “din” yani “düzen” bizim ortaya koyduğumuz “Adil Düzen”dir.

Dünyada, ismi “düzen” olan başka bir çalışma olmadığı gibi; Kur’an’ın çağımızın ilimleri ile anlaşılıp sorunlara çözüm bulma çabası, Sabahattin Zaim ve Hayrettin Karaman’ın şehadetleri ile de dünyada yoktur.

Burada kastedilen “din”in yani “düzen”in “Adil Düzen” olduğu çok açıktır.

هُزُوًا وَلَعِبًا

(HuZuVan Va LaGıBan)

“Huzu ve leib”

Kur’an’da bir kelimeyi manâlandırırken nasıl hareket edilecektir?

Önce kelimenin ilk çıkış kökünün bulunması ile çalışmaya başlarsınız. Bu gözle görülen bir şey olmalıdır. Çünkü Allah Hazreti Adem’e göstererek öğretti. “Bu gözdür” dedi. “Bu dağdır” dedi. Nitekim çocuk da “bu nedir” diye sorar, sen adını söylersin, o da kabul eder. Görünen şey için “bu nedir” der.

Burada iki kelimenin etimolojisine bakalım.

“Sühra” ehlileştirilmiş hayvandır. “Musahhar olmak” demek, bedelsiz ondan yararlanmak demektir. “İnsanları masharaya almak” demek, onları küçük görerek bedelsiz istihdam etmek demektir. Köleler nakdî bedel almazlar ama nafakalarını istihkak ederler. Dolayısıyla hiçbir insan başka insanı karşılıksız istihdama zorlayamaz. Masharaya alma bu demektir. İstihza da mashara ile birlikte geçmektedir.

وَلَقَدِ اسْتُهْزِئَ بِرُسُلٍ مِنْ قَبْلِكَ فَحَاقَ بِالَّذِينَ سَخِرُوا مِنْهُمْ مَا كَانُوا بِهِ يَسْتَهْزِئُونَ

En’am ve Enbiya sûrelerinde geçen bu âyette herhangi bir ifade farkı yoktur.

“Senden önce de resullerle istihza  edildi. Sahretmiş olanlara istihza ettikleri çarptı.”

İstihza” ile “mashara” arasındaki fark; istihza, teker teker kişinin başkası ile alay etmesidir. Masharaya almak, bir topluluğun başka topluğu aşağı görmesidir, kendilerini üstün görmeleridir. “HZE” kökünün ilk manâsını “HZZ” kökü ile akrabalığından öğreniyoruz. Sarsmak demektir. Meyveleri düşürmek için ağaç dalını sarsmak “hezze”dir.

“Adil Düzen”le ortaya çıktığımızda karşımızda olanlar “Adil Düzen”in kendisini bizimle tartışmadılar. 14 kişilik ilim heyeti tartışarak ilmî delilleri ortaya koymadı. Sadece bu eksiktir diye bunun bırakılmasını istediler. R. T. Erdoğan ise; “Adil Düzen” diye bir “din/düzen” uydurdunuz deyip “Adil Düzen”i terk ettiğini hâlâ ilân ediyor! Bizimle dalga geçen, alay eden profesörlerle işbirliği yaparak bizden uzak durmaktadır.

Şimdi laib kelimesinin geldiği kökü inceleyelim.

 “Laib” kelimesini ele alalım. “Lagb” ağızdan akan sıvıdır. Salya denir. Bal arının lagbıdır. “Lehv” ise çalgı âletidir. “Lagb”ı dans olarak anlarsak, “lehv” de türkü söylemedir.

Laib” manâsız harekettir. “Lehv” de manâsız seslerdir.

Yenilik iki şekilde olur. Bunu ya davranışlarla yaparsınız. Mesela içki içmemekle topluluğa muhalefet etmiş olursunuz. Bu laibdir. Yahut başkalarının söylemediği cümleyi kendi kendinize söylersiniz. Bu da lehvdir.

Topluluklar ciddi projeleri ve uyarıları böyle laib ve lehv olarak görürler.

Onların her yaptıkları şey insanları kandırmaktır. Mesela “demokrasi” derler. Demokrasi halkın kendi kendilerini yönetmesidir derler. Ondan sonra sandıklara oy attırırlar. İstedikleri kimseyi iktidar ederler ve buna “demokrasi” derler. Onlar seçimi bir laib olarak kullanırlar. Onların savundukları şeyler de birer lehvdir. Dünyada en demokratik anayasa Sovyetler anayasasıdır ama dünyadaki en büyük zulmü de yapmıştır. Anayasa insanları kandırmak için kullandıkları bir çalgı âletinden başkası değildir.

Bizim “Adil Düzenimizi” de kendi kandırmacaları gibi zannediyorlar, oyun ve eğlence aracımızdır zannediyorlar.

Kur’an, işte böyle ciddiye almayanları evliya ittihaz etmeyin diye emretmektedir.

1973’lerde Halk Partililer (CHP) bizi ciddiye alıyorlardı. O zaman konuşmalarımıza katılır, görüşlerimizi tartışırlardı. Hareket Partililer (MHP) de katılır tartışırlardı. Ama sonunda savaşmak gerektiğini telkin ederek bize suç işletmek isterlerdi. Sonra meclise girdiğimizde bizimle koalisyon yapmayı ciddi buldular. Demokrat Partililer (AP) ise seçimde sarhoş sabotajcılar getirir, böylece bizim ciddiyetimizi bozmak isterlerdi. Meclise girdiğimizde bizi insan yerine koymayıp koalisyon yapmak istemediler. Ben, onlar gayri ciddi olduğu için onlarla koalisyon yapmamamızı önermiştim. CHP ile koalisyon yaptık. Hiçbir anarşik olay olmadı. Kıbrıs o zaman fethedildi. Sonra CHP bizimle olan koalisyonu bozdu.

Kur’an; bize muhalif olsalar bile bizi ciddiye alanları biz evliya ittihaz ederiz ama ciddiye almayanları ise biz de yok sayarız diyor. Bu husus dış politikamızın da temelidir. Bizi ciddiye alıyorlarsa biz de onlarla siyasi işbirliğine gireriz. Bizi kendilerinden küçük görenlerden uzak dururuz.

“Adil Düzen” bugün de hâlâ hüzüv ve laib aracıdır.

Bu durumda biz de onlarla ve onlardan olmayız.

AK Parti “Adil Düzen”i hâlâ oyuncak görüyor. Saadet Partililerde de durum farksızdır. İşte bu sebepledir ki biz onları evliya ittihaz etmiyoruz, bizim yeni parti kurmamız farzdır diyoruz. Bugün en yakınlarım bile beni çevrelemiş, Adil Düzen Partisi’ni kurmamızı engellemeye çalışıyorlar. 1960’larda da aynı şeyler yapılıyordu, “Bölünmeyelim!” deniyordu. Kısa zaman sonra onlar ne kadar günah işlediklerini anlayacaklardır. Çünkü “Adil Düzen”siz dünyada nefes bile alınamayacaktır. İnsanlık felaketlerle karşı karşıya gelecek, sadece “Adil Düzen” gemisine binenler kurtulacaklardır.

Hüzüven ve Laiben” burada ikisi birden getirilmiştir. Böyle atıflara iki şekilde manâ verilebilir. Ya hüzüv ayrı laib ayrı ama birlikte olması gerektiğini ifade eder, yahut her ikisinin birlikte adı olur. Biz burada ikisini bir kabul ediyor, bu ifade ile “Adil Düzen”i ciddiye almayanlar kastedilmektedir şeklinde yorumluyoruz.

مِنْ الَّذِينَ

(MiNa elLaÜIyNa)

“Kimselerden.”

Bundan önce “Yahudi ve Hıristiyanları evliya ittihaz etmeyin” denmiş, “Min” ile teb’iz etmemişti, yani bölmemişti. Bütün Yahudiler ve Hıristiyanlar kastedilmişti. Çünkü burada nehy edilen bir kimsenin iki dayanışma ortaklığına birden girmesi idi. Onun dışındaki dostluklar söz konusu değildi. Burada ise bütün Yahudi ve Hıristiyanlardan değil de, sadece “Adil Düzenimizi” hüzüv ve laib ittihaz edenlerden bahsetmektedir.

Kimdir bu mahut kimseler?

Bunlar birinci dönem Adil Düzen çalışanlarıdır. Onlar şimdi hayattan çekilmişlerdir, yahut çekilmektedirler. Onların yerine gelenler onların vârisleridir.

Kimdir onlardan sonra gelen bu vârisler?

İzmir Akevler Kooperatifi mensuplarıdır.

Kimdir bunlar?

Bugünkü Millî Görüşçülerdir.

Kimdir bunlar?

AK Parti mensuplarıdır.

Bizim zamanımızda da bizden önce gelenler kimlerdi?

İskenderpaşa Camii cemaati idi. Erenköy cemaati idi. Bediüzzaman cemaati idi. Süleyman Tunahan cemaati idi. Onlardan bir kısmı, hattâ çoğu bizim yanımızda olmuş, bizimle cihat etmişlerdi. Bir kısmı ise küffarla bir olup bize karşı çaba göstermişlerdi.

Allah burada bunlardan hepsini değil de, bunlardan böyle olanları kastetmektedir. Yukarıda kişiler arasındaki ilişkiler yasaklanmamış, sadece bir kimsenin iki dayanışma içinde yer almasına izin verilmemişti. Burada ise “Min” geldiği için fertler kastedilmektedir. Marifede “Min” gelirse küllün cüzleri kastedilir. Dolayısıyla burada kastedilen kül değil kül içinde yer alan bazı cüzler sözkonusudur. Onlar cüz olunca da bizim tarafın iktiza ile cüz olması gerekir.

Bu karşı çıkmalar yalnız bize karşı olmamıştır. Risale-i Nur şakirtleri de çok büyük zulüm görmüşler, tahkir edilmişlerdir. Şimdi bile onlar dünyada sadece İngilizce öğretmenliğini yaptırmak için istihdam ediliyorlar. Ne var ki Allah onları “Adil Düzen”i hazırlama hizmetinde istihdam ediyor. AK Parti de aynı tahkire uğramıştır. Allah onları koruyor, onlar da “Adil Düzen”e hazırlık yapmakla meşguldürler.

أُوتُوا الْكِتَابَ

(EUvTUv eLKiTAvBa)

“Kitab verilenler.”

Kitab”ı burada ahd için kabul ettiğimizde, ya Tevrat ve İncil’i bir kitap kabul etmemiz gerekir, o zaman kitap verilenler Hıristiyan ve Yahudilerden bir millet olarak bahsedilmiş olur. Yahut cins isim olarak alınabilir. O zaman da “Min Kabliküm” kaydı yersiz olur. Çünkü cins isimlerin zaman ve mekanları olmaz.

O halde burada kastedilen kitabı verilenler bizden önce Kur’an’ı verilenler, ehl-i Kur’an olanlardır. Bizim  dönem için yukarıda saydığımız Nurcular, tarikatçılar, ilâhiyatçılar vesairedir. Sizin için yani 2000 yılı sonrasındaki ikinci Adil Düzencilere verilen kitap Kur’an’dır. Kendilerine kitap verilenler ise birinci Adil Düzen çalışanlarıdır.

İlk çatışma Tanzimat’la başlamıştır. Batı’dan aktarılanlara karşı çıkan ulema olmuş, bunlar cihad emişlerdir. Sonra 1900’lu yıllar döneminin ulemasıdır. Saltanatın ve hilafetin kaldırılmasına karşı çıkan ulema olmuştur. Sonra cumhuriyet dönemi uleması olmuştur. Son olarak da 1960’lardan sonraki cihattır.

Bunların hepsi Kur’an’a inanmakta ve Kur’an düzenini getirmek için cihat yapmaktadırlar. Ne var ki bunlar Kur’an düzeninin ne olduğunu bilmemektedir.

Şimdi onlar geçmiştir. Onların kesbettikleri onlara aittir. Sizin kesbettiğiniz size aittir. Onların yaptıklarından siz sorulmazsınız.

Burada asıl muhatap olan şimdi onları takip edenlerdir.

Bugünkü tarikat ehli, bugünkü Nur ehli, bugünlü Tunahan ehli...

Bugünkü Saadetçiler ve bugünkü AK Partililer...

İşte, Kur’an’a göre, bunlarla karşılaştığımız zaman tek tek “Adil Düzen”e karşı iseler, hafife alıyor, eğleniyor ve alay ediyorlarsa, onlardan uzak olmalıyız.

مِنْ قَبْلِكُمْ

(MiN QaBLiKuM)

“Sizden önce.”

Bu kayıt konularak kitabı verilenlerin cins isim olmadığı belirtilmektedir.

Sonra “kabl” kelimesi ile yakın zaman anlatılır. “Kable Tului’ş-şemsinde namaz kıl” dendiğinde, güneşin doğması ile namazın kılınması arasına başka namaz girmemelidir. Hükmen bitişiktir. “Kable gurubiha”da da öyledir. İkindiden sonra namaz kılınmaz.

Oysa burada kitap verilenler Kur’an’dan öncekiler değildir. Bu bizim verdiğimiz manâyı teyit etmektedir. Bu kayıt gelmeseydi kitabı verilenlerle cins kastedilmiş olurdu.

Her işte sabikûn var, evvelûn var, mukarrabûn var. Yeni düzeni bunlar kurarlar. Fidanı bunlar dikerler. Çetin şartlar altında fidanı yetiştirirler. Ağaç büyüyüp tam meyve vereceği zaman kurucular hayattan çekilir. Yeni nesil hiçbir şey yapmadan hazıra konar. Bolluk içinde olurlar. İşte onların içinde bazıları zanneder ki; bizden öncekiler bunları başarmadı, biz başardık. Onların hedeflerinden taviz verirler. Meyveleri devşirirler.

Bediüzzaman’ın durumu budur. O fidanı dikti, fidanı yetiştirip büyüttü, şimdikiler yetiştirilen ağaçtan meyveler devşiriyorlar; ona ise bir mezarı bile çok gördüler.

İzmir Akevler “Adil Düzen” ağacını dikti...

Bakımını ve duyurulmasını Millî Görüşçüler yaptı...

Şimdi ise AK Parti mensupları bunların nimetlerini devşiriyor...

Sünnetullah budur.

Şimdi siz de “Adil Düzen” çalışmalarını yapıyorsunuz. Meyvelerini sizden sonrakiler toplayacaklardır. Ama bilin ki siz çok kârlısınız. Çünkü onlar milletvekili olacaklar, başkan olacaklar, bakan olacaklar, zengin olacaklar. Onların hepsi geçip gidecek. Siz ise âhirette bir daha inmemek üzere milletvekili olacaksınız, bir daha inmemek üzere zengin olacaksınız. Sizden daha kârlı kimse olabilir mi?

Evet, şimdi azsınız.

‘Biz bu hâlimizle başaracak mıyız?’ diyeceksiniz.

Siz az olacaksınız. Çünkü az olduğunuz halde galip geleceksiniz. Yani siz değil Allah galip gelecektir. Siz az değilsiniz. Siz sonsuz günün temsilcisisiniz.

Onlar ise serap içinde koşuyorlar...

وَالْكُفَّارَ

(Va eLKufFAvRa)

“Ve küffarı.”

“Adil Düzen” ile istihza etmeseler de kâfir olanları veli ittihaz etmeyiniz.

Buradaki “Küffar” “Ellezîne ûtu’l-kitaba”ya atfedilmiştir. Buradan açıkça anlaşılıyor ki kendilerine kitap verilen Ehl-i Kur’an, Ehl-i İncil, Ehl-i Furkan kâfir değildir. Burada “ehl-i kitap” denmiyor, “kitap verilenler” diyor. Yani ilâhi kitap ehli olanlar demek olur. “Küffar” kesreli de okunmaktadır. O zaman “onlardan huzuv ve laib edenleri ittihaz etmeyin” olur. “Küffar” mübalağa ile ism-i faildir. Burada ise kâfirin cem’idir. Mübalağa da vardır. Küffara atfetmek suretiyle nehy edilen ilişkinin ikili ilişki olduğu açıkça anlaşılmaktadır.

Kâfirlerle ilişkilerimiz geçici olmalıdır. İş yaparız, alır satarız. Ama onlarla ortaklıklar kurmayız. Bizim çıkardığımız senetleri onlar alırlar. Biz de onların senetlerini alırız. Ama onların fabrikalarında işçi veya yönetici olamayız. Çünkü onlar vergi ödemiyorlar. Çalışırsak biz de o duruma düşeriz. Ama kâfir olmayan müslim herkesle her türlü medeni ilişkileri kurarız. Evlenme ve yemeler (yemeklerini yemek) de onlarla yapılabilmektedir.

أَوْلِيَاءَ

(EaVLıYAvEA)

“Veliler.”

Veli edinmek” dayanışma içine girmek demektir. “Veli edinmek” demek, birimize bir şey olursa hepimize olmuş gibi kabul ederek birlikte onu karşılamak demektir.

Bugünkü sigortalamaya tekabül eder. Bugünkünden farkı, bugün aidatlar ödenmektedir. Fonda toplanan paralarla gerektiğinde harcama yapılmaktadır.

Bu sistemin mahzurları vardır.

  1. Primli sistemde yalnız çalışanlar, çalışabilenler sigorta edilmekte, çalışmayanlar veya çalışamayanlar ise sigortasız kalmaktadır. Oysa İslâm düzeninde çalışsın çalışmasın, prim ödemeye gerek kalmadan herkes sigortadan yararlanmaktadır.
  2. Bugünkü sistemde fonda para birikmekte, bazen ihtiyaçtan fazla olmakta, bazen ihtiyaçtan az olmaktadır. Az olmasın diye gereğinden fazla prim  kesilmektedir. Oysa dayanışma sisteminde olaydan sonra ihtiyaç hâsıl oldukça hâsıl olan ihtiyaç kadar kesinti yapılmaktadır. Biriken bu fonun değerlendirilmesi sorun olmakta, ayrıca hasta olmayanlar da hastalanmaktadır. Oysa dayanışmada fon yoktur. Çalışmayanlara kredi verilmediği için denge sağlanmaktadır.
  3. Bugünkü sistemde sigortasını yatıramayanlar sigortadan yararlanamamaktadır. Dayanışmada ise sigorta yatıramayanlar bedenen çalışarak kendilerine düşen paylarını ödemektedirler.
  4. Bugünkü sistemde özel sigortalar çalışmadığı için devlet sigortası oluşmakta, bu da tekel olma nedeniyle sağlıklı çalışmamaktadır. Oysa dayanışma ortaklığında çoklu sistem bulunduğundan kişi istediği dayanışma içine girebilmektedir.

Bir örnek verelim. Bugün işçilerden aidat kesilmekte, bunlar birleştirilip işsiz kalan kimselere verilmektedir. Dayanışma sisteminde ise bugün çalışanlardan diyelim yüzde 1 kesilmekte, bugün toplanan meblağ bugünkü işsizlere dağıtılmaktadır. Gelen para çok, işsiz azsa paylar yüksek olmaktadır. Bazıları ertesi gün çalışmamaktadır. Eğer gelen para az, çalışmayan çoksa, o zaman o gün işsize düşen miktar çok az olduğu için çalışabilenler ertesi gün işe gitmektedirler. Yüzde 1 kesinti yapılıyorsa yüzde 1’den fazla işsiz olacak demektir. Ama bu miktar yüzde 2’yi geçmeyecektir.

وَاتَّقُوا اللَّهَ

(Va itTaQUv elLAHa)

“Allah’a ittika ediniz.”

Kendinizi topluluk içinde koruyunuz. Bilin ki küffar sizin dayanışmanız içinde değildir. Dininizle eğlenen kimseleri de siz dayanışmanız içine almayınız.

Kişi istediği dayanışma içine girdiği gibi dayanışma sorumlusu da istediğini dayanışma içine alır. Hiçbir siyasî dayanışmanın ve ilmî dayanışmanın kabul etmediği kimse o kuruluşu terk edecektir. Bucakta ise bucağı, ilde ise ili, ülkede ise ülkeyi terk edecektir. Bucaktan ayrılan ilçelerde yaşar. İl dayanışmasındadır. Orada da onu kimse kabul etmezse, bölgelerde yaşar, ülke dayanışması içinde olur. Orada da kabul görmezse, kıta merkezlerinde yaşar ve insanlıkta dayanışma içinde olur. Onlardan da kabul eden olmazsa, onlara ait yerler ayrılır, orada dayanışmasız yaşarlar.

Mü’minlerin dayanışması böylece oluşmaktadır. Dininizi oyun ve eğlence yapanlarla dayanışma içine girmeyiniz. Yani bu şekilde olup yönetime karşı aşağılayıcı davrananların cezası dayanışma ortaklıklarından çıkarılmalarıdır, sigortadan yararlanamamalarıdır.

إِنْ كُنتُمْ مُؤْمِنِينَ (57)

(EiN KuNTuM MüEMiNIyNa)

“Mü’min iseniz böyle yapınız.”

Böyle yapmazsanız mü’min olmazsınız. Şartın sonradan gelmesi vücubu değil ibaheyi ifade eder. İttika etmek için mü’min olmak şartı yoktur. Müslimler de ittika ederler.

Güven altına almak ancak dayanışma içinde gerçekleşir. Müslimler cizye verirler, mü’minler askerlik yaparlar, böylece siyasi güvenlik sağlanmış olur. Bu bucakta başlar. Koruma vardır. Yabanilerin ve hayvanların zarar vermesine karşı korurlar. Hırsızlara karşı bekçilik yaparlar. İllerde iç güvenlik sağlanır. Ülkede dış savunma temin edilir. Böylece yeryüzü barış içinde olur.

Bir ülke mağdur olduğu zaman hakemlere başvurur, haklılığına fetva alır. Mahkum olan devlete karşı savaş meşru hâle gelir. Hakem kararına uymayan devlete karşı savaş meşru olur. İsteyen devlet içinde gönüllü birlik oluşur ve o ülkeye saldırır, onu mağlup ederek mallarını yağmalarlar.

Burada sorulacak bir şey vardır:

Libya gibi bir devlet halkını eziyorsa halk ne yapacaktır?

İsteyenler o ülkeyi terk edecektir. O ülkede kalarak uluslararası hakemlere başvurulamaz. Sonra uluslararası mahkemelerde dava açılacaktır. Hakemler Kaddafi’yi mahkum eder, Kaddafi de onu yerine getirmezse, o zaman o ülke ile savaşılır ve yağmalanır. Her yer değil, sadece merkez il ve sınırdaki il yağmalanır. Merkez illerde olmayanlar karşı çıkmazlarsa onlara dokunulmaz.

“Allah’a ittika ediniz” dendiği zaman, kendi kuruluşunuzda kendi dayanışmanızı adalet içinde içtihat ve icmalarla tesis ediniz demek olur.

Demek ki her dayanışma ortaklığı kendi yapısını kendisi oluşturur. İsteyenler bugünkü aidatlı sistemi de kabul edebilirler. Dayanışma ortaklığını değiştirme her zaman mümkündür.

Hazreti Muhammed Medine’ye gittiği zaman ilk olarak siyasi dayanışma ortaklığını kurdu. Bu soya dayanan ortaklık idi. Hazreti Ömer bunu akdî olana çevirdi. Daha sonra fıkıh mezhepleri doğdu. Daha sonra tarikatlar ortaya çıktı. En sonunda ahi teşkilatı oluştu.

Bunların hepsinin Kur’an’da yeri vardır. Biz de bunlara dayanarak ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışmaları oluşturuyoruz. “Evliya” kelimesi genel olduğu için hepsine şamildir. Yalnız siyasileri anlarsak diğerlerini kıyas yapmış oluruz.

***

وَإِذَا نَادَيْتُمْ

(Va EiÜAv NAvDAYTuM)

“Nidalaştığınızda.”

Şart cevaptan önce gelirse, cevap emirse vücubu ifade eder. Namaza nidalaştığınızda onu eğlence yaparlar denmektedir. Onlar sizin dininizi huzuv ve laib ittihaz ediyorlar, bir de namaz davetinizi huzuv ve laib ittihaz ediyorlar. İttihaz birbirine atfedilmiştir. Biri mutlak ittihazdır. Diğeri de zamanla takyid edilmiş ittihazdır.

Topluluğun oluşmasının temeli toplantılardır. Bir araya gelip aynı sohbeti dinleyen, aynı kitabı okuyan kimseler sonunda o topluluğun ferdi olurlar. Kalabalık topluluğa dönüşür. Önce beş vakit namaz kılanlar günde beş defa bir araya gelir ve birbirleri ile görüşürler. Ne var ki bu büyük camilerde değil, on aileden oluşacak aşiret mescitlerinde olur. Bunlar birbirlerini çok iyi bir şekilde tanırlar. Ondan sonra günlük işyerlerinde birbirleri ile karşılaşan insanlar bucak merkezinde Cuma namazını kılarlar. Sabahleyin gelir, öğleye kadar ticaretlerini yaparlar. Alacaklarını alırlar, satacaklarını satarlar. Öğle namazını kılar, ikindiye kadar istişare ederler ve ikindi namazını da kılıp dağılırlar. Jandarma birlikleri ilçe merkez bucağında otururlar. Nöbet tutarlar. Bunlar da Cuma namazlarını orada birlikte kılarlar. Beş vakit namaz ocaklarda kılınır.

Ordular ise bölge merkezlerinde bulunur. Onların da içtimaları namaz içinde yapılır.

İşte, mü’minler bu şekilde muntazaman toplanıp dağılırlar.

Toplanma saatleri nida ile yani ezanla duyurulur. Çağırma tek taraflı olmayıp çağırdığınız kimseden cevap talep edersiniz. Onun için nidanın fiili sülasi değil rubaidir. Müfaale bâbındandır.

Bir otobüs seyrederken otobüs içinde şoför “namaz” der. Bir taraftan araba yürürken, diğer taraftan “Allahu Ekber” der, namazı kılar ve kıldırır. Araba durdurma doğru değildir. Trafik akarken herkes aynı hızla gidecektir. Ancak elli veya yüz kilometrede bir dinlenme yerleri olacaktır. Yolcu orada indirilip bindirilecektir. Araba durmaz.

Araba dinlenmek için durduğu zaman birlikte namaz kılınır. Herkes yanındakini tanır ve bilir. Şoför geldiği zaman herkes yanındakinin geldiğini görür. İşi olan yanındakine haber bırakır. Herkes sağındakine haber bırakır, solundakinden haber alır. Şoför “tamam mı” der. Kimse itiraz etmiyorsa araba harekete hazırdır.

إِلَى الصَّلَاةِ

(EiLay elÖaLAvTi)

“Salâta nidâ ettiğinizde.”

“Salât” burada marifedir. Salât bedenî eğitimdir. Eğitim birlikte yapılır. İnsanların tüm hayatı salâtla denetim altına alınır. Kişi bir fiil yaptığı zaman hemen namaz aklına gelir. Namaza zarar verecek bir fiili işlememeye çalışır.

Daveti de mescide gelenlerden biri yapar. Namazı da biri kıldırır. Cuma dışındaki namazların resmî imamı yoktur. İmam olan kimseler 33 ile 66 yaş arasında olanlar arasından tercih edilir. Cemaatin sorumluluğunu onlar yüklenir. Bir vakitten öbür vakte kadar topluluğun işlerinden o sorumludur. Onun için ayrılacak kimseler namaz kıldırmamalıdırlar.

Biz bir namaz kitabını yazmalıyız. Orada tüm hayatımızı anlatmalıyız. Hattâ değişik toplulukların namazları farklı olacaktır. Mesela, maden ocaklarında çalışan insanların namazları farklı olacaktır veya bir yerde nöbet tutanların namazı farklı olacaktır. Namaza nida etmelerinde de farklılık olacaktır.

اتَّخَذُوهَا هُزُوًا وَلَعِبًا

(EitTaPaÜvHAv HuZuVan Va LaGıBan)

“Onu huzuv ve laib ittihaz ettiler.”

Burada nekre olarak ikinci mef’ul izhar edilmiştir. Yukarıdaki huzuv ve laibden farklıdır. Onlar bizim düzenimizi alaya aldıkları gibi bizim toplanmalarımızı da alaya alırlar. Değersiz ve kıymetsiz görürler, hattâ yasaklarlar.

Buradaki “huzuv ve laib”e farklı manâ vereceğiz. Karşı tarafın haklarına saygılı olmamak da onları huzuv ve laibe almaktır. İnsanlığın devletlerin iç işlerine karışması, onlarla eğlenmesi demektir. Bir devletin illerin iç işlerine karışması, onları huzuv ve laibe alma demektir. Bir ilin bucakların iç işlerine karışması da onları huzuv ve laib olarak edinmesi demektir. Amerika’da eyaletler vardır. Eyaletlerin içinde de bağımsız beldeler vardır. Her belde kendi kanunlarını kendisi yapar. Merkez karışmaz. Bir Türk birisine sormuş; ‘Merkez karışırsa ne olur?’ demiş. O da cevap vermiş; ‘Savaş olur!’

Şimdi burada bir sorunu daha çözüyoruz. Evet, kişi bir topluluk içinde topluluğa isyan edemez. Topluluğu terk eder gider. Bir ülke illere karışamaz. İl bucaklara karışamaz.

Karışırsa ne olur?

Merkezi dinlemez.

Örnek olarak, belediye merkezî kanunlara uymak zorunda değildir. Merkez ancak bölge merkez belediyelere karışabilir.

Karışırsa ne olur?

Karışırsa taşra merkezi dinlemez. Belediye başkanını başkanlıktan alamaz. Alsa, başkan dinlemez. Devlet illere giremez, ordusu ile giremez. Zorla girmeğe çalışırsa devlet suçlu olur. İllerin kendilerini savunma hakları vardır. Kişinin evine de bucak yönetimi giremez. Herkesin savunma hakkı vardır.

İslâmiyet aleyhinde 800 sayfalık kitap yazan ve bizim her sayfasına reddiye yazdığımız Prof. Dr. İlhan Arsel, İslâmiyet’in halkı uyuşturduğunu, yönetime karşı çıkma kabiliyetlerini yok ettiğini iddia ediyor. Oysa bu âyetten anlaşıldığı üzere, merkezin iç işlerine karışması hâlinde taşranın dinlemesi söz konusu olmayacaktır.

İşte demokrasi budur. Merkezin taşra illere karışmaması, il merkezlerinin de taşra bucaklara karışmaması, bucakların da taşra ocaklara karışmaması, ocakların da kişilerin özel mülklerine karışmaması demektir.

Şimdi anayasa yapıyorlar, güya demokratik anayasa yapıyorlar...

Demokratik anayasanın basit şartları vardır.

  1. Demokraside halk kendi içtihatları ile hareket eder. Kimse kimsenin emrinde değildir.
  2. Demokraside suç işleyenler hakemlere hesap verirler, kendi seçtikleri hakemlere hesap verirler. Başka hiç kimse onlara emredemez. Herkes kurallara uyar.
  3. Demokraside yerinden yönetim vardır. Merkez taşraya emredemez, merkez taşraya hadimdir, hakim değildir.
  4. Demokrasilerde vergiler anayasanın değişmez maddeleri ile belirlenmiştir. Yöneticiler vergi dışında özel mülkiyete müdahale edemezler. İstimlak sadece irtifak hakları içinde gerçekleşir.

Siz istediğiniz kadar kanun yapın. Merkezî hakimlik sisteminde kanun istendiği tarafa çekilecektir veya hakimlerin yahut onları atayanların keyifleri ile yönetim devam edecektir.

Bizim bu düzeni değiştirmemiz gerekir. İşte bunun için Adil Düzen Partisi’ni kurup “Adil Düzen Anayasası”nı tebliğe devam etmemiz gerekir. Saadet Partisi bugünkü haliyle bunu yapamaz, çünkü bilmediği şeyi nasıl anlatacaktır.

ذَلِكَ

(ÜAvLiKa)

“Bu böyledir.”

Zalike” ismi işarettir. Mübtedadır. Müşarun ileyh mahzuftur. Daha önceki hadiseye işaret etmektedir. O da nedir? Salâtı huzuv ve laib ittihaz etmeleridir. Oradaki masdara işaret etmektedir. Gramerciler zikredilmeyen masdara da ism-i işaret göndermektedirler.

“Dün Ahmet’e söyledim, o çok iyi geçti” dersek, Türkçede fasih olmaz. Çünkü işaret edilen masdardır. “Söyleşmemiz tartışmalı idi, çok çetin geçti” dersek, fasih olur.

Arapçada işaret zamirleri farklıdır. Bizim usulümüzde zamirleri mezkur olmayan masdarlara göndermeyi fasih bulmayız. Ama ism-i işaretlerde bir mahzur görmeyiz.

Burada işaret edilen onların yani “Adil Düzen”e karşı olanların toplantıları huzuv ve laib ittihaz  etmeleridir.

بِأَنَّهُمْ قَوْمٌ

(Bi EanNaHuM QaVMun)

“Çünkü onlar bir kavimdir.”

Kavm” haber olduğu için nekredir. Onlardan başka akletmeyen kavim varsa o zaman haber nekre gelir. Burada işaret edilen zamir namazı basit saymış olması olmaz, işaret edilen namaza saygısız olmasıdır. Onu bizim hukukumuz arasında zikretmemeleridir.

Burada önemli bir cihada davet ediliyoruz. Demokrasinin temeli yargıdır; bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın yargıdır. Bu da ancak hakemlerden oluşursa mümkün olur. Halk organize olmalıdır. Değişik faaliyet alanlarında kooperatifler kurmalıdırlar, mevzuata uygun kooperatifler kurmalıdırlar. Kooperatiflerin sözleşmelerinde tüm serbestliği yazmalıdırlar. Bakanlık tasdik ederse sorun biter. Ondan sonra kooperatif sözleşmelerine uygun olan her şeyi yapabilir. Engel olan olursa, o zaman yargıya gideriz. Bunu uluslararasına kadar götürebiliriz. Sonunda başarırız. Kooperatifimizi bağımsız hâle getirebiliriz.

Biz bunu İzmir Akevler’de yaptık. Bizi ‘devlet kurdular’ diye Devlet Güvenlik Mahkemelerine şikayet ettiler. Evet, biz bağımsız kooperatif kurduk, devletin her türlü işlerini kolaylaştırdık, mahkemelerde hep beraat ettik.

لَا يَعْقِلُونَ (58)

(Lav YaGQıLUvNa)

“Akletmezler.”

Ukl” develerin bağlandığı ipteki demir halkadır, yahut yine ipten düğümdür. Dayanışma ortaklıkları onunla ifade edilir. Dayanışma ortaklığına giren kimseler artık keyfî hareket edemezler. Dayanışma ortaklarının denetimi ve gözetimindedirler. Bir taraftan korunmaktadırlar ama diğer taraftan da yanlış yapmamaları için gözetilmektedirler. Çünkü herhangi bir zarar verse o zararı herkes ödeyecektir.

İşte, dayanışma ortaklığı artık polis gibidir. Polise gerek yoktur.

Nitekim İslâmiyet’te polis sadece soruşturmacıdır, koruyucu değildir. Koruyucu olanlar dayanışma ortaklığındaki ortaklardır.

Akletmek” düşünmek anlamına da gelmektedir. Çünkü cümleler zincir halkaları gibi birbirine bağlanırlar. Cümleler adeta bir dayanışma oluştururlar. Cümlelerin birisindeki bir hata hepsinde hata oluşturur. Masdar her ikisi için kullanılır.

Buradaki “Akletme” düşünmeden çok dayanışmadır. Çünkü onlar dayanışma içinde değildirler. Merkezde istedikleri kararı alırlar ama sorumlu olmazlar.

Oysa dayanışmada karar alan kararından dolayı bir zarara uğrarsa o zararı dayanışma içinde tazmin eder. Bir hakem yanlış karar verdi. Karar bozulmaz ama hakemin zarar veren kararını dayanışması tazmin eder.

Şimdi Alusi’ye bakalım, buna “dayanışma” manâsını vermiş mi?

Böyle bir manâ verilmemiştir.

Şimdi sizin bu hususu tartışmanız gerekmektedir.

Bu şekilde anlaşılmadığı zaman bugünkü dünyanın perişan hâlini ifade etmektedir.

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 40

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

قُلْ يَاأَهْلَ الْكِتَابِ هَلْ تَنقِمُونَ مِنَّا إِلَّا أَنْ آمَنَّا بِاللَّهِ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْنَا وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلُ وَأَنَّ أَكْثَرَكُمْ فَاسِقُونَ(59) قُلْ هَلْ أُنَبِّئُكُمْ بِشَرٍّ مِنْ ذَلِكَ مَثُوبَةً عِنْدَ اللَّهِ مَنْ لَعَنَهُ اللَّهُ وَغَضِبَ عَلَيْهِ وَجَعَلَ مِنْهُمْ الْقِرَدَةَ وَالْخَنَازِيرَ وَعَبَدَ الطَّاغُوتَ أُوْلَئِكَ شَرٌّ مَكَانًا وَأَضَلُّ عَنْ سَوَاءِ السَّبِيلِ(60)

 

قُلْ

(QuL)

“Kavlet”

“Muhavere”de karşılıklı kelam edersiniz, konuşursunuz. Yaptığınız sohbetten başka bir şey değildir. “Kavl”de karşılıklı kelam vardır. Onlara bir teklifte bulunuyorsunuz.

Kul” emirdir. Emreden Kur’an’ın mütekellimi veya münezzili olan Allah’tır. Bu hususta tereddüt yoktur. Bu kitapta yazılı olduğuna ve biz onu okuduğumuza göre emreden de O’dur. Kime emretmektedir? Kitap yazanlar kime hitap ederler? Okuyucuya. O halde burada emredilen Kur’an’ı okuyandır. Elbette bu hitap onadır. Ama Kur’an yalnız kitap değil aynı zamanda kıraattir. O zaman okuyan kendisine emir vermiş olur. O takdirde okuyan nebi veya resul yerine geçer, o Allah adına okur, dinleyenlere emredilmiş olur. Bu takdirde her Kur’an’a inanan kimseye emredilmiş olur. Yani herkes söyleyecektir.

Kur’an böylece her Kur’an’a inanana hitap ettiği gibi, Kur’an’ı uygulatmak her mü’minin görevidir. Müslimler ise sadece uymakla görevlidirler. Dolayısıyla Kur’an’ın Allah kelamı olduğunu kabul eden ama mü’min olmayan yani asker olmayan bu emre muhatap değildir. Mü’min olmayanlar Kur’an’ı tebliğ etmeye yetkili değildirler, diyebiliriz.

Burada “Kulû” denmeyip sadece “Kul” denmiş olmasından dolayı söyleyecek olan imamdır. Kime söyleyecek? Kendi cemaati içinde bulunan ehl-i Kur’an’a söyleyecektir. Dayanışma yani askerlik bucak içinde olduğuna göre bu emir Cuma imamınadır demektir.

Bir bucakta ehl-i kitap olacaktır. Özel hukukta kendi şeriatlarını yaşayacaklardır. Kendi ilmî dayanışma ortaklıkları olacaktır. Kendi müçtehitlerine uyacaklardır. Kendi ocakları olacak, yine kendi şeriatlarını yaşayacaklardır. İşte  bucakları bunlara “ey ehl-i kitap” deyip hitap edeceklerdir. Bunlara emrolunmaktadır. Bununla beraber her mü’min imamın olmadığı yerde kendisi imamdır ve bunları söylemeye yetkilidir.

Kur’an’da “Yâ eyyühe’l-müslimûn” denmemektedir, “Yâ eyyühellezîne âmenû” denmektedir.  Bundan başka iki yerde “Ey resul” denmektedir, “Ey nebi” denmektedir. Resul hem mü’minlerin hem müslimlerin başkanıdır. Nebi ise yalnız mü’minlere nebidir. Çünkü vahiy alıp içtihat etmektedir. Dört delilden istidlâl etme yetkisi bunlara aittir. O halde ilmî şûrada yer alacak nebilerin mü’minlerden olması şarttır. Bunların icmaları geçerlidir. Yalnız bunlar ittifak ederlerse icma olmuş olur. Müslim alimlerin muhalefeti icmanın ınkıadına(oluşmasına) mâni olmaz.

Bununla beraber özel hukukta müslim âlimlerin ittifakla katılması hükmü de uygulanabilir. Bucak yönetimi esas alınmamaktadır. Bir milyon kadar bucak vardır. Her bucak ayrı kamu hukukuna tâbi olacaktır. İsteyen istediği bucakta yaşayacaktır. Bucağın başarısı şeriatın başarısı olacaktır.

Kul” emrine muhatap olan bucak başkanıdır. Taşra bucaklarında ise oranın başkanıdır. İl ve ülke bucaklarının ehl-i kitabına; il ve ülke merkez bucak başkanları hitap edecektir. Mekke bucağının başkanı ise tüm insanlığa hitap edecektir

يَاأَهْلَ الْكِتَابِ

(YAv EaHLa eLKiTAVBi)

“Ey kitap ehli.”

Kitap ehli” demek yazılı hukuku olanlar demektir.

İnsanlar 60 bin sene önce yaratılmışlardır. Yazı ise beş bin sene önce bilinmiştir, yani yazılı hukuk beş bin sene önce başlamıştır. İlk yazılı hukuku ortaya koyan Hazreti Nuh’tur. Milattan Önce 3000 yılından daha önce gelişmiştir. Bu ilâhi hukuk idi. Metin Allah’tan gelmedi ama şeriat Allah’tan gelmiştir. Hazreti Nuh kendi ifadeleri ile şeriatı tedvin etmiştir. Sonra Hazreti İbrahim’e sahifeler inmiş, Tevrat ise tam bir münzel şeriat olmuştur.

Bunlara “kitap verilenler” denmektedir.

Bu peygamberlerin öğretisine dayanılarak Mezopotamya’da da krallar gelmiş ve kendileri şeriatlarını koymuşlardır. Yani lâik şeriat doğmuştur. Sonra Mısır kralları “böyle yazıla ve böyle yapıla” diyerek kanunlar yapmışlardır. Yunanistan’da aristokratların ekseriyeti ile kanunlar yapılmaya başlanmıştır. Sonra Romalılar Tevrat’ı lâikleştirerek bir hukuk ürettiler. Şimdi de Avrupalılar böyle kanunlar yapmaktadır. Komünistler Tanrı’yı inkâr etmişler, tamamen lâik bir hukuk oluşturacaklarını iddia etmişler ama başaramamışlardır. Mevcut İlâhi hukuku reddetmişler ama kendileri bir hukuk koyamamışlardır. Bu arada Yunan uygarlığına muasır olarak Çin’de de yine hukuk gelişmiştir.

“Kendilerine kitap verilenler” dendiği zaman Allah’tan vahiy ile kitap alanlar kastedilmektedir. Kur’an bunlardan kavmi olan Yahudileri ve dini olan Hıristiyanları örnek olarak anlatır.

Ey ehl-i kitap” dendiği zaman, İlâhi kaynaklı olsun olmasın kanunları olan her topluluğu içine alır. Marifeli olmasından dolayı bütün kanuni olanlar da kastedilmiş olabilir. Yahut ahd için gelir, belli topluluk kastedilmiş olabilir.

Bugün yeryüzünde hukuk devleti olmayan, yani kanunları olmayan topluluk yoktur. Bununla beraber tam hukuk devleti olan da hiç yoktur. Kanunlar sorunları yeterli olarak çözememiştir. Bu sebeple ilkel dönemde olduğu gibi devletler yine kişilerce idare edilmektedir. Yöneticiler kanunlara göre değil, geleneklere göre ülkeleri idare ediyorlar, hakimler de kanunlara göre değil keyfi yorumlara göre karar veriyorlar. Oysa ehl-i kitap hukuk devleti demektir. Yani insanların keyfi kararlarla değil, sözleşmelere ve kanunlara uyarak hareket etmeleri gerekir.

Gerek ehl-i kitap olmak gerekse hukuk devleti olmak için iki önemli şart gereklidir.

Birincisi, fıkıhçıların geliştirdiği usul-ü fıkhı mutlaka bütün insanlar öğrenmelidir. Yani şeriatın ifade edildiği dil ilmî kurallarla yorumlanmalıdır. Bu ilim fıkıh usulüdür ve bin sene önce insanlığa sunulmuştur. Batı bunu kavrayamamıştır. Fıkıh usulünü yalnız Kur’an’ı yorumlama ilmi olarak anlamıştır. Oysa fıkıh usulü herhangi bir metni veya fiili değerlendirerek sonuca varmaktır, içtihat etmektir.

Hukuk devletinin oluşması için ikinci şart mutlaka hakemlik sisteminin getirilmesidir. Meclis de dahil, hattâ millet de dahil herkes yargı kararlarına saygı göstermelidir. Hakemleri taraflar seçtiği için adil olur. Yine de adaletle karar vermezlerse onların aleyhine de dava açılabilir. Yani hakemler aleyhine dava açılabilir. Onlar da adil olmazsa, o zaman hakemleri muhakeme eden hakemler aleyhine dava açılır. Böylece hakemler devleti oluşamaz.

Bugün bizim muhatabımız ehl-i kitap kapitalist ve sosyalistlerdir. Bunlar sömürü canavarının iki çenesidir ama sonunda tektir. ABD’deki tekel sermayedir. En büyük zulmü İsrail halkına da yapmaktadır. Sömürü sermayesi, oradakiler ekonomide bize hakim olmasınlar diye orasını devamlı savaş ateşi içinde bırakıyor.

Sömürü sermayesi, beş asırdır Hıristiyan âlemine soktuğu fitne sonucunda papalığı etkisiz hâle getirmiş ve İstanbul patrikliğini de sindirmiş durumdadır. Şimdi Hazreti İsa onlara başka bir şey vadediyor. Tevrat Hazreti İsa’nın geleceğini çok açık olarak bildirmiştir. İşte o Mesih de gelmiştir. Ama Hazreti İsa’yı dışlamak için başka Mesih’i bekliyorlar. Hazreti İsa da kendisinden sonra gelecek peygamberi ve Kur’an’ı haber vermiş, o haber de gerçekleşmiştir. Ama Hıristiyanlar bunlara inanmamak için Hazreti İsa’nın geleceğini haber vermişlerdir. Müslümanlardan Şiiler 12’inci imam gelecektir demişler, Hazreti İsa’nın geleceğini de benimsemişledir.

Sömürü sermayesi bugün Hıristiyanları yanına almak için Mesih’in geleceği hikâyesini onlara kabul ettirmiştir. Bunun için de İsrail devletinin kurulması gerektiğine inandırmış, Filistin’deki kan bunun için akıtılmaktadır. İkisi birden birleşip Müslümanlardan intikam almaktadır. Papalık ise -ister bundan önceki Jean Paul ister şimdiki Benedictus- buna itibar etmemiş, onların yalancılıklarını bilerek İslâm âlemi ile dost olmayı yeğlemişlerdir.

O halde burada hitap edilenler baba ve oğul Bush’u destekleyenlerdir.

Amerikan Yahudileri ve Hıristiyanları ikiye ayrılmıştır. Biri İslâm âlemine saldırmayı, fitne çıkarmayı, Filistin’de savaşın sürmesini isteyen taraf; diğeri ise Obama’yı destekleyen taraf. Burada hitap edilen ehl-i kitap, fitnenin başı olan Hıristiyan ve Yahudilerdir. Marifelik böylece ortaya konmuştur. Yoksa bütün Yahudi ve Hıristiyanlar değildir.

هَلْ تَنقِمُونَ مِنَّا

(HaL TanQIyMUvNa MinNAv)

“Bizden intikam mı alıyorsunuz?”

Burada “E” değil de “Hel” gelmiştir.

Onların intikam almaları bundan başkası değildir manâsınadır.

Sermayenin Müslümanlara düşman olmasının sebebi; İslâmiyet’in yeryüzüne lâikliği getirmesi, dünyadaki insanlara eşit yaşama şansı vermeleri ve adaleti tesis etmeleridir. Bu onların işine gelmemektedir. Çünkü onlar kendilerini üstün ırk kabul etmektedir. Tüm insanları eşit hâle getiren bir inanış onları rahatsız etmektedir. Hıristiyanlar yegane kurtulanların ve cennete gideceklerin kendileri olduğuna inanmaktadırlar. Kendilerinden daha üstün bir dinin varlığından rahatsızdırlar. Onun için intikam almaktadırlar. Yani bundan başka bir şey için bize karşı değiller. Bize bunun için saldırıyorsunuz denmektedir.

Bu sebepledir ki “Hel” gelmiştir. İntikam almalarını tasvip ettiği için değil de, bu kötülüğü yalnız bunun için yaptıklarını ifade etmek için “Hel” gelmiştir.

Nakam” kelimesi “lokma” kelimesi ile “lakab” kelimesi “nikmet” kelimesi ile akrabadır. “Lokma” ağıza alınan bir parça yemektir. Sonra ağızla yakalayıp parçalamaya “intikam” denmiştir. “Nimet”in karşılığı “nikmet” olarak da kullanılır. “Nimet” yemek ise “nikmet” de çiğnemektir. Nimet nikmete göredir. Kur’an’da “nakam” kelimesi insanların öç alması, “intikam” kelimesi ise Allahın öç alması şeklinde kullanılmıştır.

Burada mecaz vardır. Biz sizi tasdik ediyor, size iyilik istiyoruz. Siz ise bu iyiliği kötülük sayıp bizden intikam almaktasınız. Nimetin karşıtı olan fiil hazfedilmiştir. O fiil onlara yapılan iyiliktir. Onlar ise o iyiliğe karşılık kötülükle cevap vermektedirler. Sonra “İllâ” ile yapılan iyilik açıklanmaktadır.

Ehl-i Kur’an’ın temel noktası tüm hak olanlara iman etmedir. Biz her söze kulak veririz, en iyisine uyarız. Söz iki kaynaktan gelir. Cebrail gelir, insana bildirir, bize de mucizesini gösterir, peygamberliğine inandırır, biz de ona uyarız. Yahut karşı taraf öyle bir söz söyler ki, müsbet ilim ve insan aklı onu tasdik eder. Bunların hepsi münzeldir. Yani ilâhi kitaplar münzel olduğu gibi müsbet ilimler de münzeldir. Çünkü ilâhi ilimlerin delilleri müsbet ilimdir. O zaman mucize gösteren nebilere inanılmıştır. Çünkü müsbet ilmin verileri dışında olan şeyleri ancak Allah yapabilir. Demek ki müsbet ilmin verileri evleviyetle inandırıcıdır. Demek ki müsbet ilim de münzel hükmündedir.

Onlar neden intikam alıyorlar?

Biz yaptık diye intikam alıyorlar. Kur’an kendilerine gelmedi diye intikam alıyorlar.

Medine Yahudileri çocuklarını tanır gibi Kur’an’ı tanıdılar, İlâhi kitap olduğunu gördüler, ama Kur’an kendilerine gelmedi diye ona şiddetle karşı çıktılar. Sonra Haçlı Seferleri’nde bunlar müsbet ilmin verileridir, bunları kendileri bulmuş gibi İslâmiyet’i Batı’ya aktardılar. Örnek olarak “serbest sözleşme sistemi” ne Tevrat’ta vardır, ne de İncil’de vardır. Serbest sözleşme sistemi, vahyin kesilmesi sonunda vahyin yerine geçen içtihat ve icma sistemlerinin uygulanmasından başkası değildir. Yahudiler bunu İslâmiyet’ten öğrendiler. Sonra da Avrupa’ya kendi buluşları imiş gibi götürdüler. İslâmiyet sayesinde kendilerini korudular. Şimdi de Hıristiyanları kışkırtarak Müslümanlara saldırmak istemektedirler.

İşte Allah bunu haber vermektedir; bize onlara bunları söylememizi emretmektedir.

Burada dikkat edeceğimiz husus, yukarıda “sen söyle” denmekte, “siz söyleyin” denmemektedir. Oysa burada “Min” değil de “Minnâ” denmektedir. O halde başkanın söyledikleri topluluğun söylediği olmaktadır. Başkana biatleri devam ettikçe onun yaptıkları ve söyledikleri tüm topluluğu ilzam eder. Hüseyin Kayahan makalesinde; “Attığın zaman sen atmadın, Allah attı dendiği zaman, başkan atmadı ve asker atmadı, topluluk attı anlamındadır diyor, sorumluluk kollektiftir diyor, öyle manâlandırıyor.” Burada da başkanın sözünü topluğun söylediğini açıkça teyit etmektedir.

إِلَّا أَنْ آمَنَّا بِاللَّهِ

(EilLAv EaN EAvManNAv BilLAvHı)

“Bizim Allah ile emniyete almamız dışında.”

İman” kelimesi if’al bâbındandır. Müteaddidir. Mutlak olduğu zaman emniyete almak anlamındandır. “Bi” harfi burada birinci mefule taaddi için olamaz, çünkü if’al bâbı zaten taaddi içindedir. Şöyle olabilir.

خرج زيد “Haraca Zeydün” dendiğinde Zeyd çıktı olur.

اخرج زيد عمرا “Ehraca Zaydün Amren” dendiğinde, Zeyd Amr’ı çıkardı anlamına gelir.

 اخرج زيد عمرا باحمد “Ahraca Zeydün Amren bi Ahmede” derseniz, Zeyd Amr’ı Ahmet’e çıkarttırdı şeklinde söylenmiş olur.

“Amentü Billahi” dendiği zaman da, “Bi Allahi” kendimi veya başkalarını emniyete aldırttım şeklinde manâ veririz. Her iki manâ da iman etmek, kendisini veya başkasını güvenceye almaktır. “Bi”siz gelirse ben aldım şeklinde olur, “Bi” ile gelirse ona aldırttım şeklinde olur.

 امنت الحديقة بحائط “Amentul hadikata bihaiti” bahçeyi çeperle güvenceye aldım demiş olursunuz. “İman onların kalblerine girmemiştir” dendiği zaman, daha/henüz güven onların beyinlerine girmemiştir demektir.

Buradaki imanı selefin anladığı anlamda anlamlandırabiliriz. Ancak biz kelam ilmiyle değil de fıkıh ilmiyle meşgul olduğumuz için bu şekildeki bir manâyı tercih ediyoruz.

Allah” kelimesini topluluk olarak aldığımızda, biz tüm insanlık ile kendimizi veya halkı güven altına yine insanlığa aldırdık anlamına gelir ki, biz insanlıkla bir olduk. Güven bakımından din-dil ayrılığı gözetmiyoruz. Sizi de bizim gibi kabul ediyoruz. Tarihte böyle yaptık. İnsanlığa adaleti götürdük. İnsanlığa hürriyeti götürdük. Şimdi siz bizden onun için intikam alıyorsunuz. Sizin zaten hakkınız olan yeryüzünde yaşamanız için İslâm âlemi her zaman size sahip çıkmıştır. Hıristiyanlar da Yahudiler de Anadolu’da bin yıla yakın barış içinde eşit insanlık haklarına sahip olarak yaşadılar. Şimdi bizden bunun için intikam alıyorsunuz. Biz sizi öldürmedik diye siz şimdi Filistin’de, Bosna’da, Kosova’da bizleri öldürüyorsunuz. Bu çirkin davranışınızı tarihe ve sizin çocuklarınıza nasıl izah edeceksiniz, âhirette Allah’a nasıl cevap vereceksiniz diye onlara söyleyin diyor, Kur’an.

وَمَا أُنزِلَ إِلَيْنَا

(Va MAv EuNZiLa EiLaYNAv)

“Bize inzâl olunanı da.”

Burada “Ellezî” değil de “” gelmiştir. Yani sadece Kur’an değil, bize ne inmişse onu korumaya, ona uyarak onu güvence altına almaya iman ettik denmiş olmaktadır.

Şimdi insanı bir nebze ele alalım.

İnsan nasıl bir varlıktır?

İnsan doğup büyümeğe başladığı zaman anne, babası ve kardeşlerinin yanında diğer akrabalarını görür. Çevrede gördüklerini onlardan duydukları ile bilir ve öğrenir. Diğer insanların taktıkları isimlerle çevredeki eşyaları öğrenir. Çocuk “bu nedir” diye sorar. “Bu kedidir” derseniz başka bir şey sormaz. Sadece onun adını söylemeniz onu tatmin eder. Böylece insan önce çevreyi dil ile beraber öğrenmiş olur. Buna kendisi de bir şeyler katar. Kendi beynine de birtakım fikirler ve bilgiler gelir. Onu diğerleri ile paylaşır. Böylece o topluluğun ortak belleğinde birtakım doğrular ortaya çıkar.

İşte o onlara nâzil olandır.

Bunların doğruları nâzil olandır, yanlışları kendi hevası ve hatalarıdır.

İnsanoğlu böyle yaratılmıştır. Dedelerinden tevarüs ettiklerini alır, kendisi de ona katkıda bulunur ve sonra da torunlarına aktarır. Burada geçmişten alırken her söze kulak verecek ve ona uyacaklardır. İş yaparken birr ve takvada dayanışarak birlikte yapacaklar, ism ve udvandan kaçınacaklardır. İşte müslimlerin görevleri budur.

Müslimlerin bu özgürlüğe sahip olmaları için de mü’minler onları güven altına alacaklardır. Yani bizim yaptığımız sizin hürriyetinizin bekçiliğini yapmaktır.

Siz bunun için bizden intikam alıyorsunuz!

وَمَا أُنْزِلَ مِنْ قَبْلُ

(Va MAv EuNZiLa MiN QaBLu)

“Bizden önce inzâl olunanı da.”

İnsanoğlu diğer canlılardan farklı olarak uygarlaşan bir topluluktur. Her nesil uygarlığa bir şeyler katar. Tarihte büyük uygarlıklar gelip geçmiştir. Nuh uygarlığı, İbrahim uygarlığı, Musa Uygarlığı, İsa uygarlığı ve birinci Kur’an uygarlığı.

Bu uygarlıklar üst üste binmiş tabakalardır.

Hazreti Nuh ilk defa ulusal yazılı hukuk getirmiştir.

Hazreti İbrahim, Nuh uygarlığını beşerileştirmiş ve müsbet ilmi insanlığa öğretmiştir.

Hazreti Musa yönetim ile yasamayı ayırmış, yöneticilerden yasama yetkisini almıştır. Bugünkü dünyada ise hâlâ alınamamıştır.

Hazreti İsa lâikliği getirmiş, ahlâk/din ile düzeni birbirinden ayırmıştır.

Birinci Kur’an uygarlığı insanlara içtihat ve icmayı öğreterek lâik düzeni birlikte uygulamıştır.

İşte, görüldüğü ve anlaşıldığı üzere yeni uygarlıklar eski uygarlıkları ortadan kaldırmamışlardır. Bir binanın katları üzerinde yeni katlar inşa etmişlerdir. Biz eski uygarlıkları yıkarak değil, bir taraftan eski uygarlıkların günümüze uymayan kısımlarını değiştirerek daha uygun olanlarını getirerek, diğer taraftan eskilerin üzerine yenilerini ekleyerek yeni katlar çıkarak insanlığın uygarlaşmasına hizmet edeceğiz.

Buradan şunu öğreniyoruz ki insanın görevi insanlığa hizmet etmektir.

Allah’ın bizim ibadetlerimize ihtiyacı yoktur. Sadece insanlığı kendisine halife yapmıştır. Biz insanlığa hizmet ederiz. Bizim görevimizi de Allah’ın bize inzâlinde buluruz. Bu sebepledir ki “size inzâl olunan” denmiyor, “bizden önce inzâl olunan” deniyor.

Yani Allah şimdi Avrupalılara da inzâl etmektedir, bize de inzâl etmektedir. Biz bugün Avrupalılara ne inzâl ettiğini bilemeyiz, onlar da bize inzâl olunanı bilemezler. Ama onlar da biz de bizden önce inzâl olunanı biliriz. Eğer onlar da biz de bizden önce inzâl olunanları benimsersek, o zaman birbirimizden kopmayız, insanlık uygarlığını sürdürürüz. Bizden sonra gelenler de hem Avrupa’yı hem de İslâmiyet’i öğrenir. Kendi uygarlıklarını ona göre hepsine dayanarak kurarlar.

Biz diyorduk ki, bizim görevimiz mesela yeni Anayasa hazırlarken görev olarak kendi atalarımıza nâzil olanları yani fıkhı ve usul-ü fıkhı öğrenmemiz gerekir. Başka; Batı’ya nâzil olmuş olan müsbet ilimleri öğrenmemiz gerekir. Budistlere, Hindulara nâzil olanları da öğrenmemiz gerekir. Hattâ solculara nâzil olanları da öğrenmemiz gerekir, çünkü onlar içinde de samimiler vardır.

Biz her söze kulak veririz. Sonra kendi içtihadımızla en iyisini seçer ve ona uyarız.

Bir sözü duymadan ve anlamadan onun kötülüğünü nerden bileceğiz.

O halde vakit kaybetmeden “Bin Dil Üniversitesi”ni kurmak için harekete geçmeliyiz. Böylece onların dillerini onlardan öğreneceğiz.

Kısaca “Bin Dil Üniversitesi” nedir; hatırlatalım:

Beş dönümde yüz dairelik bir apartman oluşuyor. Her katta on daire vardır. Alt katlarda da iş yerleri vardır. Her katta ayrı bir dil konuşuluyor ve Arapçaya tercüme ediliyor. Böylece yüz apartman yapılıyor. 5 bin dönüm yere ihtiyacımız vardır; yolları ile beraber 10 bin dönüme ihtiyacımız vardır. Bir “Bin Dil Üniversitesi Kooperatifi”ni kurmalıyız. Devletten arazi istemeliyiz. Bedelini işyerlerine iştirakle ödeyeceğiz. Dünyanın her yerinden buraya insanlar gelecek ve burada hem Kur’an’ı öğrenecekler hem de kendi dinlerini ve kitaplarını Arapçaya çevirecekler.

İşte biz böylece bizden öncekilere nâzil olanları bileceğiz.

وَأَنَّ أَكْثَرَكُمْ فَاسِقُونَ(59)

(Va EnNa EKÇaRaKuM FAvSıQUvNa)

“Ve ekseriniz de fasık iken.”

Buradaki “Ve” harfi hâl vavıdır. Siz bizden intikam alıyorsunuz. Güya Allah’ın rızasını almak için bunu yapıyorsunuz.

Yahudilerin bir kısmı, Hıristiyanların bir kısmı el ele vererek kendilerine insanlığı, hürriyeti, lâikliği öğrettiler diye şimdi onlardan intikam alma peşindedirler.

Onlara yaptıklarının yanlışlığını hatırlattıktan sonra “ekseriniz” deniyor, “kesiriniz” demiyor. Çünkü bugün yüzde olarak onların çoğu fasıktırlar.

Neden fasıktırlar?

Çünkü onlar kendi kitaplarına, kendi içtihatlarına uymamaktadırlar. Anayasalarını okuyunuz, oralarda ne kadar iyi şeyler yazıyorlar. Eğer aralarında yaşamasak kendimizi cennette sanırız. Ama o yazılanların hepsi insanları kandırıp yanlarına çekmek, ondan sonra kan ve zulümle kendi iktidarlarını sürdürmek içindir.

Ekserisi fasıktır. Düzenin dışındadır. Kendi düzenlerinin dışındadır. Onlara bunu söyleyiniz. Nerede fısk ettiklerini de gösteriniz demektir.

Erbakan’ın teşhis kısmı da gereklidir. Bizim muhalefetimiz önce teşhis sonra tedavinin yazılmasıdır. Önce tedavi yazılmalıydı. Yoksa yapılanlar son derece doğrudur. Allah Erbakan’dan razı olsun. Herkesin bildiği ama kimsenin söylemediği şeyleri söylemiştir.

Fasık” kurallı çoğulla getirilmiştir. Yani onlar ayrı fasık değiller, kurallı fasıktırlar.

KDV vergisi İslâmî değildir ama Batılılar yapıyor diye bizde de vardır. Ama KDV yüzde beş bile ödenmiyor. Herkes biliyor ama bile bile ses çıkarmıyor. Çünkü onlar birlikte fasıktırlar. Biz diyoruz ki; KDV kalksın, vergi üretimden pay olarak alınsın. Üretici ürettiği malı ortak ambara koysun. Ona belge verelim. Beş torba getirirse ona dört torbalık çimento belgesini verelim. Birini de devlete verelim. Devlet istediğine belgeyi satsın. Ondan sonra alış ve satıştan vergi almayalım. İşte biz bunu söylüyoruz diye düşman oluyor, ihtilal yapıyor, hapishanelere atıyor, bizimle dalga geçiyorlar. Ama uygularken belki sadece biz kanunda var diye vermeye çalışıyoruz, onlar ise nasıl kaçırırız diye formüller geliştiriyorlar.

Ekserisi fasık değil mi?

İşte Kur’an bize bunu bildiriyor.

***

قُلْ

(QuL)

“Söyle”

“Ey iman edenler” dendikten sonra “Kul” denmiş, sonraki âyette “Kul” tekrar edilmiştir. Tekrar edilmesinin sebebi nedir?

Ya muhataplar değişmiştir. Burada o şekilde anlarız. Nâsa söyle, herkese söyle anlamındadır. Fasık olmalarından daha kötüsü vardır. İşte bunu bilin denmektedir.

Fasık olmak kötü bir şeydir ama Allah’ın indinde bundan daha kötüsü vardır.

هَلْ أُنَبِّئُكُمْ بِشَرٍّ مِنْ ذَلِكَ

(HaL EuNabBiEuKuM BiŞarRın MiN ZaLiKa)  

“Ben size bundan daha şerlisini haber vereyim mi?”

Zalike” müfret müzekkerdir. Burada işaret edilmesi onların fasık olması, yani onlar değil de onların fasık olmasıdır. İsm-i fail fiil gibi masdarı içerir. Zamir gönderilmesi fasih olmaz ama işaret zamiri ile her zaman işaret edilebilir. Size haber vereyim mi?

“Uallimüküm” denseydi, sen onlara öğret anlamı çıkardı.

Haber vereyim mi?” denince, ben sadece haberciyim, Allah böyle söylüyor anlamı çıkardı. Allah’ın indindekini Allah’tan başka kimse bilemez. Kur’an’da bize bildiriliyor. Biz de çevremize söylüyoruz.

Şer” “hayr” karşılığı gelen bir kelimedir. “Hayr” tercih edilen, istenen demektir. İnsanlar için öyle olması istenirse o hayırdır. “Şer” “şerre”den gelen kelimedir. Birden çarpan, harap eden anlamındadır. Kuralsız beklenmedik şeyler şerdir. Kurallı ve dengeli şeyler hayırdır. Bir araba giderken yavaş yavaş durursa, kalkarken de yavaş yavaş kalkarsa hayr olur, ani hareket ise şer olur. Evde durup dururken birden lambanız patlar. Bunun sebebi ani gerilim yükselmesidir, lamba o gerilime dayanamaz ve patlar. Şebekelerdeki bu ani yükselmelerin olmaması için bir dizi tertipler alınır.

مَثُوبَةً

(MaÇUvBaTan)

“Mesube olarak.”

Sevb” elbise demektir. “Savab” iyilik karşılığı verilen ücrettir. Esas olarak iyilik için getirilir. “Musibet” ise daha çok kötülük için getirilir. Burada kötülük anlamında getirilmiştir. Yani kötülüğün mef’ulüdür. Fiil değil de kişidir. Yani günaha çarpılan kişidir. Fasıktan daha çok günaha çarpılan kimse anlatılmaktadır.

Bozuk düzende insanların fasık olmamaları mümkün değildir. Evet, dünya bugün fısk içindedir. Bu gerçektir. Ne var ki bu fasıklık kendiliğinden gelmemektedir. İkinci Cihan Savaşı’ndan sonra 65 sene geçmiştir. Daha da ufukta savaş görülmüyor.

Bunun sebebi nedir?

Güvenlik Konseyi’dir.

İkinci Cihan Savaşı’nın galibi devletleri olan Fransa, İngiltere, Rusya ve bunlara sonradan katılan ABD, Çin’i de yanlarına alarak Birleşmiş Milletler’i kurdular. Burası uluslararası meclis gibi çalışacaktır. Ancak uluslararası meclisin bir de askeri olmalıdır. Bu beş devlet bu güvenliği sağlamayı üstlerine aldılar. Ancak kararda veto hakkı tanıdılar. İşte o sayede belki bir yüz yıl savaş olmayacaktır.

Düzen devam ediyor ama işte baskılı düzen devam ediyor. İlâhi düzen oluşmadığı için insanlar fısk içindedirler. Düzenin bozukluğu onları fıska götürüyor.

Fısktan daha şerlisi ne olabilir?

Kötü düzene karşı çıkmama, kötü düzenin ıslahına çalışanlara saldırmadır.

İnsanlar kötülük yapıyorlar diye tufan gelmez, insanlar “Adil Düzen”in gelmesine mâni olurlarsa tufan gelir. Fesat düzeninde insanların fasık olması son derece doğaldır. Eğer insanlar hep vergilerini tam ödeyecek olurlarsa iki sene sonra ayakta firma kalmaz ve Türkiye açlıktan ölür. O halde vergi kaçırılıyorsa bozuk düzen gereğidir.

Ne yapılmalıdır?

Bozuk ve zalim düzen düzeltilmelidir. Bunları yapmaya karşı hareket edenler, işte o vergi kaçıranlardan, hile yapanlardan, hırsızlık yapanlardan daha şerlidirler.

عِنْدَ اللَّهِ

(GıNDalLAHi)

“Allah’ın indinde.”

Burada ve bundan sonraki ifadede “Allah” kelimesi geçmektedir. Bunlardan biri topluluğu gösterir, diğeri de âlemlerin rabbini gösterir.

Hangisi topluluğu, hangisi âlemlerin rabbini gösterir?

Her ikisine de takdir edilebilir.

Yani hem Allah’ın indinde hem de topluluğun indinde böyledir denmiş olur.

Nitekim 1997’de iktidarda yeni düzen getirmek isteyen Erbakan indirilmiş, yerine demokratik olmayan yeni hükümetler kurulmuştur. Beş sene insanlar baskı altında sabrettiler. Sonra Millî Görüş kadrosuna imkan verilince halk ne yaptı? Anayasa ekseriyeti ile iktidar yaptı. Her seferinde oyunu artırdı ve yüzde elliye çıkardı. Demek ki 28 Şubat’ı yapanlar halkın nazarında da şer olmuştur, kâinatı var eden Allah’ın nazarında da şer olmuştur. Bu sebeple burada “indehu” denmemiş, “indellah” denmiştir.

İnde” kelimesi zarftır. Daha çok mekân zarfıdır. Mecazi olarak da insanın görüşünde, düşüncesinde anlamındadır. Allah’ın şeriatında ve O’nun hükmünde anlamları verilmiş olur. “Min” harfi ile gelir ve mecrur olur. Onun dışında mensubdur. “Min” harfi dışında başka harfi-cer gelmez. Merfu da olmaz. Sadece “Haza indi” bu benim düşüncem anlamındadır ve leke indun söylerse de Kur’an Arapçasında yoktur. “İnde” ile “Min İndellahi” arasında; birinde onun yanında vardır anlamındadır, “Min”le geldiği zaman da Allah’tan gelme demektir. “Minellahi” ile “Min İndillahi” başkasına da yaptırsa “Min İndillahi” olur. “Minellahi” demek, doğrudan kendisinden anlamı çıkar.

Burada Allah’ın kendisinden anlamında olduğu için “Min” gelmemiştir.

Allah’ın ve O’nun halifesi olan topluluğun indinde daha kötü olan nedir?

İşte onlar aşağıda sayılmıştır. Müphem zarflar vardır. Bir de mütemekkin zarflar vardır. Müphem zarflar sağ-sol, ileri-geri, yukarı-aşağı gibi yön gösterenlerdir. “İnde” ve “ledün” de bunlardandır. Bunlar mübteda, haber ve fail olmazlar.

مَنْ لَعَنَهُ اللَّهُ

(MaN LaGaNaHu elLAHu)

“Allah’ın lânet ettiği kimse”

Allah indinde daha şer Allah’ın ona lânet ettiğidir. Allah tarafından daha çok cezalandırılacak kimse odur. Fasık olanlar hayır yaparlarsa, kötülük iyiliği def edeceğinden cezayı tehir eder. Affedebilir. Ama inkılâbı önleyen ve “Adil Düzen”e karşı çıkanlar için böyle bir giderme sözkonusu değildir. Onun hatırı için sünnetullahı Allah değiştirmez. Dolayısıyla o mutlaka cezasını çeker. Hem de bu dünyada yalnız kendisi çekmez, diğer cihad yapmayanlar da çekerler. Allah onları dışlamıştır. Kendi düzenini getirmek için suçlu olup olmadıklarına bakmaksızın onları helâk edecektir.

Diğer günahlar hukuk düzenine tâbidir. Suç işleyene ceza verilir ve sonuçtan değil davranışlardan sorumluluk vardır. Ama İlâhi düzenin gelmesini engellemek isteyenler için askeri düzen geçerlidir. Düzenin gelmesi için Allah her yolu meşru kılmıştır. Askeri darbelerin meşruluğu buradan doğar.

1950’lerde çok partili düzen gelecekti. Demokrat Parti getirmedi. Başbakan asıldı. Çok partili sistem geldi.

1970’lerde de fesadı durduracak yasaları çıkarmadılar. Düzeni değiştirme yerine düzen içinde iyilik yapmak istediler. Askeri müdahale oldu.

1997’de olan da başka bir şey değildi. Refah Partisi düzeni değiştireceğine, mevcut düzende düzeltmelere kalkıştı. 28 Şubat oldu.

Bugün de Ak Parti aynı şeyi yapıyor...

İşte bu fasıklıktan daha mesübedir, bu daha günahtır anlamındadır. Daha mesübedir demek, gerçekleşecektir demektir. Bu dünyada kötü olmayanlara âhirette mükâfat verilecektir.   

وَغَضِبَ عَلَيْهِ

(Va ĞaWıBa GaLaYHi)

“Ve ona gadab etti.”

Düzen yaşlanıp eceli gelince yerine yeni düzen gelecekse o zaman yeni düzen için çalışmayanlara Allah lânet eder, yani dışlar, karşı çıkanlara ise aynı manâda lânet eder. İleriliğe, uygarlaşmaya karşı çıkıp direnenlere Allah lânet eder ve onlara azab eder.

Bunun anlamı nedir?

Müslimleri korumaz ama kâfirleri helâk eder.

Savaşın kuralı şudur. Siz düşmanı yok etmek için saldırırsınız. Savaşmayanlara saldırmazsınız. Ama onların içinde onlar da ölürler. Savaşın bu kuralı inkılâplarda uygulanacaktır. Hanedanlar ortadan kalktı, diktatörler dönemi geldi. Ona direnenlere karşı Allah zalim diktatörleri getirdi, onlar hanedanlıkları böyle kaldırdılar. Onlar da kendi çocuklarını diktatör olarak bırakmaktadır. Şimdi de “Arap baharı” bunu sona erdiriyor.

Demek ki Allah zalim diktatörlere bunun için izin verdi. Bu zalim diktatörlerin zulmünü cezasız bırakacak değildir.

Allah diyor ki; biz bir karyeyi helâk etmek istediğimiz zaman onların mütriflerine emrederiz, onlar da orada fesad yaparlar. Allah böylece tutucu kavmi de cezalandırmış, onlara zulmedenleri de cehenneme göndermiş olur.

Buradan alacağımız ders şudur ki, bize bir zulüm yapılıyorsa biz hak ettik de Allah o zalimleri bize musallat etmiştir.

Mesubeten indellah olan şerde üç vasıf saymaktadır. Lâneti ve gadabı ondan sonra onlardan bazılarını kırade bazılarını da hınzır yapmıştır. Şimdi bunların sınıflarına bakalım.

وَجَعَلَ مِنْهُمْ الْقِرَدَةَ وَالْخَنَازِيرَ

(Va CaGaLa MiNHuM elQıRaDaTa Va el OaNAZIyRa)

“Ve onlardan maymun ve domuzlar ca’letti.”

Ve onlardan yani Allah’ın lânet edip gazab ettiği kimselerden maymun ve domuzlar ca’letmiştir.

Maymun” kelimesi Kur’an’da üç defa geçmektedir. Diğer ikisinde kelime nekredir. Burada marifedir. Orada bozulmuş maymun olun denmektedir. Tarihi bir vaka anlatmaktadır. Orada oluşmaktan veya dönüşmekten bahsetmekte, burada ise onları maymunlar olarak görevlendirdik şeklinde cal’ettik demektedir.

Domuz” kelimesi de beş defa geçmektedir. Diğer dördünde domuzun eti olarak geçmektedir. Burada ise maymunla beraber marife ve çoğul olarak geçmektedir.

Bu hayvanların isimlerinden bahsedilmesi bir özellik taşır. Bu ifade tek başınadır ve manâlandırmamız hem kolay hem zordur. Kolaydır, çünkü uygun gördüğümüz manâyı veririz. Zordur, uygun manâyı veremeyiz.

Gelişmiş hayvanlar iki grupta toplanırlar. Böceklerden arılar ve karıncalar en ileri durumdadırlar. İkinci grup ise omurgalı hayvanlardır. Bunlar da balıklar, kurbağalar, sürüngenler, kuşlar ve memelilerdir. En ileride olanlar memelilerdir. İnsan da bunlardandır.

Memeliler iki sınıfa ayrılırlar; yumurtlayanlar ve doğuranlar. Yumurtlayanlar çok azdır. Doğuranlar da iki sınıfa ayrılır; keseliler, kesesizler. Keseliler de azdır. En çok kesesiz doğuranlardır. Kesesiz doğuranlar dört üst takıma ayrılırlar. Fillerin olduğu grup, insan ve maymunun olduğu grup, karınca yiyenler grubu ve domuzlar grubu. Maymun insana en yakın hayvandır. Domuz ise kesesiz memeliler içinde insana en uzak olan gruptur. Beslenme bakımından insana yakın bir gruptur.

İnsan bir hayvandır. Beden yapısıyla maymuna en yakın hayvandır. İnsanda 46, şempanzede 48 kromozom vardır. Ne var ki insandan daha çok şempanzeye yakın olan maymunun kromozomu ile bir uyarlılığı yoktur. Domuzun kromozom sayısı 38’dir. Kromozom sayısının farklılığı onların bir atadan gelmediğine en kesin delildir.

Burada insanı, maymun ve domuz olarak görevlendirdik deniyor.

Diğer âyette ise bozulmuş maymun olun denmektedir.

Yeryüzünde halife olarak var edilmiş olan insanlardan kimini maymun ve domuz olarak vazifelendirmiştir. Bunun da mutlaka mesube olacağı bildirilmiştir.

Bunun açıklamasını biz şöyle yapıyoruz. Doğada canlılar âlemi vardır. Canlıların vücut yapıları ve beslenmeleri öyle yaratılmıştır ki doğada denge mevcuttur. Birbirlerini yiyerek varlıklarını sürdürmekte ve doğa gelişmektedir. Memelilerin içinde de böyle işbölümü vardır. Maymunlar ağaçlardaki meyveleri yemektedirler. Domuzlar ise yerdeki meyveleri yemektedirler. Kuşlar, sürüngenler, sinekler ele alındığında, onlarda çok daha farklı beslenme şekli mevcuttur. Bitkiler üretirler, hayvanlar ise tüketirler. Böylece canlıların genişleyip yayılması sağlanır. Tabii verim olur.

İnsanlar da aralarında işbölümü yaparak sosyal evrim gerçekleştirirler. Canlılarda hayvan türleri nasıl farklı görev alırlarsa, insanlar da farklı tıynette ve farklı yaratılışta olup farklı görev alırlar. Konuşma dilinde bile bunlara vakıfız; eşek inadı, tilki hilesi, aslan cesareti, yılan sinsiliği insanlar için mesel olmuştur. İnsanlar arasında geçen olayları hayvanlar arasında geçiren temsili hikâyecilik edebiyatın bir türüdür.

İşte bu âyette Allah buna işaret etmektedir.

Lanet edilen ve gazab edilenler arasında böyle görevliler vardır.

Maymunların özellikleri nelerdir, domuzların özellikleri nelerdir? Bilmediğim için tahlil edemiyorum. İşte biyoloji ilmine bunun için ihtiyaç vardır. Canlılar âleminde domuzlar ve maymunlar ne iş yaparlar? Önce onu öğreneceğiz ki inkılaba karşı olanların da görevlerini bilelim. Bugün bizim toplumda onları kim temsil ediyor, onu bulalım.

Yani “Adil Düzen”in gelmesine karşı olan yalnız bir grup değil, daha çok gruplar vardır. Her biri kendi yönünden direnmektedir. Direneceklerdir...

Ama Allah indinde mesubedirler.

“Adil Düzen” gelecektir.

وَعَبَدَ الطَّاغُوتَ

(Va GaBaDa elOAvĞUvTa)

“Ve taguta ibadet edenler.”

Buradaki “Ve” harfi  “Men Leanehu”ya atfetmektedir. “Men” iade edilmeden bu atfın caiz olduğunda ihtilaf vardır. Ben de fasih bulmuyorum. Yani “abede” fiildir ve men leane aleyhi ve abede et-tağuta. Yukarıdaki “Men mef’uldür, buradaki “Men” faildir. İade edilmeden böyle atıf üzerinde durulmalıdır. Bu atfı sahih kabul etmediğimizde kıradeye atfetmemiz gerekmektedir. O takdirde “abede” kelimesi isim olur. Hem de atıftan dolayı cem olur. Arapçada böyle bir cem vardır. Ancak abdet “T” ile getirilir. “T”siz böyle bir cem örneği yoktur. Bu sebepledir ki değişik kıraatlerde başka, burada başka şekilde kıraat olunmuştur, “ubud” şeklinde de kıraat vardır. Onların hepsi tevatür derecesinde değildir.

Bizim tercihimiz, buradaki “abede” “abdet” olarak çoğuldur. “T” harfi düşmüştür. Araplar buna zarureti şiryye sebebiyle derler. Biz de zarureti belagiye sebebiyle düşmüştür diyoruz. Yahut diyoruz ki; Kur’an böyle bir cem kalıbını kendisi vazetmektedir. Bununla bize, siz de kurallara uygun olmak şartı ile kalıplar icad edebilirsiniz demektedir. Yani kalıpları bozmamak ve kıyasa aykırı olmamak üzere yeni kalıplar icad edebilirsiniz demektir. Bunun delili bu âyet olacaktır. O zaman “T” ile kıraat etmemiz gerekir. Böyle kıraat da vardır.

“Abedû el-Tağuta” kıraat edenler de vardır. Hınzır ve maymunların ca’line biraz da zorlamalı bir yorum yapabildik. Burada manânın yorumunda fazla zorlanmayacağız ama gramer kuralı bakımından üzerinde durulması gerekir.

وَو وَوَ  و بِ عَنْ  مِنْ   هَلْ         Harfler 9 adettir. 3*3

 مَثُوبَةً   شَرّ شَرّ مَكَانًا أَضَلُّ  مَنْ َ   Nekreler 6 tanedir 3*2 (“Men” nekrelerden sayılmıştır.)

الطَّاغُوتَ  الْقِرَدَةَ الْخَنَازِيرَ  السَّبِيل عِنْدَ سَوَاءِ Marifeler 6 tanedir.

 ذَلِكَ أُوْلَئِكَ اللَّهِ اللَّهُ َ ٌ عَلَيْهِ َ   مِنْهُمْ      Mebniler 6 tanedir.

Buna göre fillerin 6 tane olması gerekecektir. O halde “Abede” isim değil fiildir.

قُلْ أُنَبِّئُكُمْ    لَعَنَهُ غَضِبَ     جَعَلَ   عَبَد Fiiller 6 tanedir. Dördü mazidir.

Değişik kıraatleri ile burada bir atıf düşünülebilir. Buna göre manâ verecek olursak; Allah için mesube olan kimseler Allah’ın onlara lanet ettiği kimselerdir. Allah onlara gadab etmiştir. Onlar da taguta ibadet ettiler.

Tagut” kelimesi kazanı kaynatan anlamına gelebilir. Çünkü tuğyan kazanın ısıtıldığı zaman kabın taşmasıdır. Topluluğu tuğyana getirenler demek olmuş olur.

PKK’nın gayesi nedir?

Olaylar çıkarıp halkı devlete karşı isyan ettirmektir. Sen ne biçim devletsin; ya gel bunları sustur, yahut çek git başkası gelsin, o bizim güvenliğimizi sağlasın dedirtecek hâle getirmek istemektedirler.

İşte Allah için mesube olan budur. Yani ya güvenliği sağlarsınız ya da defolup gidersiniz. Ben hukuka karışmam, sağlarsa sağlar, sağlamazsa ben ne yapayım diyemezsiniz. Hukuk güvenlik sağlandıktan sonradır. Hukuk güvenliğe uyanlar içindir. Hukuka uymayan kimselerin hukuktan korunma hakları yoktur.

Hukukun temel kuralı şudur. Bir toprağın güvenliğini kim sağlarsa orası onundur. Savaş bunu belirlemek için meşrudur. Galip gelen güvenliği sağlıyor.

Güvenliğin iki yanı vardır.

Birincisi, güvenliğini sağladığın toprak senindir. Orada bir cinayet olsa siz diyetini ödersiniz. O zaman oranın tasarruf hakkı onundur.

İkincisi ise oranın güvenliğini sağlamaktır.

Doğu Akdeniz’i ele alalım. Kim Mavi Marmara gemi cinayetini tazmin ederse Doğu Akdeniz’de petrol arama hakkı da onundur. Türkiye bundan sonra Doğu Akdeniz’de batan gemiyi ve ölen insanı tazmin etmeyi tasarlıyorsa, o zaman orada onlar petrol arar. Anlaşan devletler arar. Akdeniz’de kıyıları olanların arama hakları vardır. Ama diyete katılmaları gerekir. Bugünkü durumda NATO devletlerinindir. Libya’ya karışan NATO Mavi Marmara’ya karşı suskundur. Demek NATO savunma değil saldırma ve yağmalama çetesidir. Türkiye derhal NATO’dan çekilmelidir.

أُوْلَئِكَ شَرٌّ مَكَانًا

(EuLAvEiKa ŞarRun MaKAvNan)

“Onlar mekân olarak şerdirler.”

Kendileri değil yerleri şerdir. Kendileri şer niyetinde olmayabilirler. Kendileri hayır yapıyoruz diye bu işleri yapmış olabilirler. Ama bulundukları yer şerdir. Şer olduğu için de mutlaka Allah o yeri yer ile yeksan edecektir.

Bu ifadenin içine başta Türk ordusu girebilir. Müdahaleleri iyi niyetle yapmıştır ama şer olmuştur. Diğer partileri, AK Parti’yi, ANAP’ı, CHP’yi sayabiliriz. Bunların kendileri şer olmayabilir. Mekanları şerdir. Erbakan baştan beri bunu savunmuştur; bizim kendileriyle değil zihniyetleriyle savaşımız vardır demiştir. Bizim eleştirmemiz yaptıklarına göredir, yoksa onlar bizim talebelerimizdir diyordu. İşte burada işaret edilen de budur.

İnsanlar iyi niyetli olabilirler ama yaptıkları kötülük olur.

O zamanki Refah Partililer de 14 ulema da iyi niyetli idiler. Onlar bizim dostlarımız ve kardeşlerimizdir. Onları seviyoruz. Ama onlar mekân olarak şerdirler. Allah kendi düzenini onların hatırı için bozmaz. Bu sebepledir ki fasıkların cezalarını affedebilir, erteleyebilir ama “Adil Düzen”e karşı direnenlerin akıbetleri mutlaka mağlubiyet olacaktır. Bugün ayakta iseler, bunun sebebi bugün Adil Düzen çalışanlarının hazır olmamalarıdır.  

Bugünkü Adil Düzen çalışanları ya doğru dürüst çalışırlar, yahut onlar gider başkaları gelir. Kur’an düzeni mutlaka gelecektir. Çağımızın Kur’an düzeni gelecektir. Denize açılan firkateynlerimiz için de “Adil Düzen” gereklidir.

وَأَضَلُّ عَنْ سَوَاءِ السَّبِيلِ(60)

(Va EaWalLu GN SaVAEi esSaBIyLi)

“Ve yolu en çok şaşıranlardır.”

Yani fasıklar yolu bilmemektedirler. Bazı sebeplerden dolayı yolun dışına çıkmaktadırlar. Oysa inkılaplara karşı direnenler tamamen uçuruma doğru gitmektedirler.

Tekrar ederek sözlerimize son verelim.

İnsanlık Anayasası’na uygun olarak Türkiye’ye gelecek olan veya gelmesi gereken anayasamızın ikinci maddesini hatırlatıyorum:

“Ülkesiyle ve ulusuyla bölünmez bütün olan ve Türkiye’de, Türk halklarının kurduğu Türkiye Cumhuriyeti, insanlık camiası içinde, yerinden yönetime saygılı, dili Türkçe, merkezi Ankara, bayrağı al zemin üzerinde beyaz ay yıldız, marşı Mehmet Akif Ersoy’un İstiklâl Marşı dizeleri olan, demokratik, lâik, liberal ve sosyal düzen içinde, hakemlerden oluşan yargının denetiminde ve dayanışma içinde oluşan milllî ordunun güvencesinde bir hukuk devletidir. Bu madde değiştirilemez.”

İşte, anayasamıza bu madde mutlaka gelecektir. Halk üçte iki ekseriyetle bunu isteyecek ve gelecektir. Buna direnenler, savsaklayanlar, erteleyenler mağlup olacaklardır... Mağlup olacaklardır... Mağlup olacaklardır...

Kur’an’a dayanan “Adil Düzen Anayasası”nı kabul eden devletler kurtulacak, diğerleri sosyal tufan içinde helâk olup gideceklerdir. Türkiye de eğer yukarıdaki maddeyi kabul ederse ve anayasasını ona göre yenilerse yaşayacaktır. Yoksa Mavi Marmara bahanesiyle ikinci Sevr’i yaşayacak ve ikinci İstiklâl Savaşı ile gerçek cumhuriyeti getirecektir. Ekseriyet demokrasisinin cumhuriyetini değil, hicret demokrasisini getirecektir.

Ben Kur’an’ı böyle anlıyorum, biz Kur’an’ı böyle anlıyoruz...

Yirmi-otuz sene sonra bu sözlerimi okuyanlar doğru söyleyip söylemediğimi, Kur’an’ı doğru anlayıp anlamadığımı görecekler, doğrularından yararlanacaklar, yanlışlarımızı düzeltecekler. Âlimlerin nebilerden farkı budur. Âlimler hata ederler ama onların yaptıklarını yaparlar, Allah’ın emirlerini insanlara ulaştırırlar.

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3001 Okunma
2-MAİDE 3
2799 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2082 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2174 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2066 Okunma
6-MAİDE 11-12
2770 Okunma
7-Maide13-15
2210 Okunma
8-MAİDE 16-17
2245 Okunma
9-MAİDE 18-19
1934 Okunma
10-MAİDE 20-26
2469 Okunma
11-MAİDE 27-31
4426 Okunma
12-MAİDE 32-33
2709 Okunma
13-MAİDE 34-37
1972 Okunma
14-MAİDE 38-41
2884 Okunma
15-MAİDE 42-44
2251 Okunma
16-MAİDE 45-47
3506 Okunma
17-MAİDE 48-50
2323 Okunma
18-MAİDE 51-53
2455 Okunma
19-MAİDE 54-56
2871 Okunma
20-MAİDE 57-60
2274 Okunma
21-MAİDE 61-64
2105 Okunma
22-MAİDE 65-67
1994 Okunma
23-MAİDE 68-69
2328 Okunma
24-MAİDE 70-72
2128 Okunma
25-MAİDE 73-76
2368 Okunma
26-MAİDE 77-79
1846 Okunma
27-MAİDE 80-82
2210 Okunma
28-MAİDE 83-88
1820 Okunma
29-MAİDE 89-91
3115 Okunma
30-MAİDE 92-95
2513 Okunma
31-MAİDE 96-100
2443 Okunma
32-Mide 101-103
2488 Okunma
33-MAİDE 104-105
2119 Okunma
34-MAİDE 106-108
2310 Okunma
35-MAİDE 109-110
3163 Okunma
36-MAİDE 111-115
2637 Okunma
37-MAİDE 116-118
2446 Okunma
38-MAİDE 119-120
2107 Okunma