MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2208 Okunma
MAİDE 104-105

 

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 65

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ تَعَالَوْا إِلَى مَا أَنْزَلَ اللَّهُ وَإِلَى الرَّسُولِ قَالُوا حَسْبُنَا مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا أَوَلَوْ كَانَ آبَاؤُهُمْ لَا يَعْلَمُونَ شَيْئًا وَلَا يَهْتَدُونَ (104)

 

وَإِذَا قِيلَ لَهُمْ

(Va EiÜAv QIyLa LaHuM)

“Onlara kavledildiğinde”

Bundan önceki âyette insanların ilim adamlarını, ahlâk/din adamlarını, iş adamlarını ve siyaset adamlarını insanüstü varlık kabul etmiş ve onların kerametleri ile çalışıp yaşadıklarını iddia etmişlerdi. Küfretmiş olanlar bunları böyle yapmışlardı. Çünkü küfredenler Tanrı’ya inanmadıkları için Tanrı’nın yerine başka varlıklar ortaya koyarlar ve onlara tapmaya başlarlar. İnsanların çoğu da herkes böyle yapıyor diye aynı şeyleri yapmaya devam ederler. Düşünmezler, akıntıya kapılıp giderler. Bundan önceki âyette bu hususlar anlatılmıştı.

Bugünkü Türkiye’nin ve dünyanın hâli böyledir.

Ülkemizdeki Anayasa çalışmalarını esas alalım. Yazılı olmayan anayasa devlet aşamasından önce bile vardı. Her kabile o kabile reisinin beyanları ile kurallar koyar, halk da onlara uyardı. Sonra saltanat ortaya çıkınca sultanların fermanı kanun olmaya başlamıştır. Dinler gelmiş, onlar daha etkin ve daha ileri düzen oluşturmuşlardı.

Çağımız çok karışık ve belirsiz bir çağdır. Bir taraftan “tarım dönemi”nden “sanayi dönemi”ne geçilmektedir, artık eski hukuk kuralları günün sorunlarını çözememektedir.  Diğer taraftan da dinsizlik modasıyla ilâhi vahye dayanan şeriatlar reddedilmiş, güya ilâhi vahye dayanmayan “lâik düzen” oluşturulmaya çalışılmaktadır.

Onların iddiasına göre Mısır lâik hukuka sahiptir, Yunan (Eski Yunan) lâik hukuka sahiptir, Avrupa lâik hukuka sahiptir. “Avrupa müktesebatı” deyip güya lâik hukuk tedvin etmektedirler. Bu gelenek 500 senelik bir maziye sahiptir.

Oysa “Mısır hukuku” diye bir hukuk yoktur, Nuh hukukunun Firavunileştirilmiş hukuk kırıntıları vardır. “Yunan hukuku” diye bir şey yoktur, Nuh hukukunun Grekleştirilmiş kuralları vardır. “Roma Hukuku” zaten Tevrat ve İncil hukukudur. Bugünkü Batı hukuku da bozulmuş İslâm fıkhıdır.

İnsanlar ne zaman akıllarını çalıştırsalar ilmî sonuçlarla hayatlarını düzenlerler ve o zaman gelişme olur. Ne zaman ki ‘böyle gelmiş böyle gider’ derlerse helâk olurlar.

Bugünkü Avrupa hukuku acınacak bir hukuktur. Önce Roma’nın şekilci hukuku içinde yaşıyordu. Katı kuralları vardı. Serbest sözleşme hukuku yoktu. Fransız İhtilâlinden sonra bu anlayışı terk edip serbest sözleşmelere geçildi. Avrupa’da “doğal hukuk, tabii hukuk” ortaya çıkmaya başladı. Bu dönemde doğruya doğru ilerleme olmuştur. Fransız Medeni Kanunu tabii hukuk adı altında İslâm hukukuna uydurulmaya başlandı. İsviçre Medeni Kanunu hukukçu Huber tarafından İslâm’ın sistemi içinde düzenlendi.

Ne var ki Batı bu işin içinden çıkamadı. Mesela ceza kanununda kısası kabul etmek istemedi. Bir türlü izah edilemedi. Bunun için “pozitif hukuk” ortaya çıktı. Avrupalılar kelimeleri hep ters kullanarak bir şeyler yaptıklarını zannettiler. Hukuk yoktur, doğal hukuk yoktur, kanunlar ne yazarsa hukuk odur dediler.

Evet, kanunda ne yazılı ise hukuk odur, doğrudur. Serbest sözleşme demek zaten bu demektir. Ne var ki kanunlar yazılırken müsbet ilme uyulur. Kanunlar yorumlanırken de müsbet ilme uyulur. Müsbet ilme yani tabii ilme aykırı bir şey hukukta yerini almaz.

İşte Batı hukuk bakımından bu perişanlık içinde iken son asırlarda anayasalar üretme peşindedir. Bizimkiler de bir madde getirecekleri zaman dünya anayasalarına bakarlar; ‘burada böyledir, şurada şöyledir, o halde biz de bunlardan hoşumuza gideni alırız’ derler! Çorba meydana gelir! Çorba uygun malzeme katılırsa yine de besleyicidir. Türkiye üç asırdır değişik ülkelerden kanunlar tercüme edilerek çorbalarla doldurulmuştur. Sovyetlerden kanun tercüme edilmemiş ama yorumlar Sovyet mantığı ile yapılmıştır.

İşte…

Bu durumda olan zamanımızın insanlığına ve bunların peşinde koşan Türkiye’mize dendiğinde deniyor. “Kıyle” denerek meçhul sığasını kullanmıştır. Bu durumda kim diyecek sorusu ortaya çıkar. Bu deme görevi kime verilmiştir? Böyle bir görev var mıdır? “İn” değil de “İzâ” dendiğine göre böyle bir görev var demektir.

Peki, bu görevi kim yerine getirecektir?

İşte tebliğ müessesesi budur.

Biz bu tebliği başarabilmek için bir siyasi partiye ihtiyaç duyduk. 1969 bağımsız adaylıklarımız ile başlayan siyasi hareket bunu başarı ile yaptı. Tüm dünyaya “Adil Düzen”i duyurdu. Erbakan’ın vefatındaki cenaze töreni göstermiştir ki dünya bunu duymuştur.

Dün bunun için parti söz konusu idi.

Bize göre bugün yapmakta olduklarımız işte bu “Kıyle” emrini getirecek bir uygulamadır. Önce yüz dairelik apartman yapmalıyız. Sonra bir bucak kurmalıyız. Burada Kur’an’ın bütün bize söylediklerini yapar hâle gelmeliyiz.

“Kıyle” denmiş olması şartlara göre bunu söyleyeceklerin değişeceğini ifade eder.

Dün bu görevi yerine getirmenin yolu siyasi parti idi, bugün ise on tane yüz dairelik apartman binasıdır. Biz hazırlığımızı yaptığımızda Allah tüm imkânları bize ihsan edecektir.

Buradaki “Hum” zamiri Allah’a iftira eden küfretmiş olanlardır. Bizim muhatabımız Allah’a inanmamış ateistler olmamaktadır; Allah’a inandıklarını söyledikleri halde Allah’ın inzâl ettiği ile amel etmeyen kimselerdir; kişilerden medet uman diktatörcü, mehdici kimselerdir; biz Kuran ile meşgul olmadan önce bize en yakın olan kimselerdir.

Biz ne yapıyoruz?

Diyoruz ki…

Kur’an 1400 sene önce nâzil oldu. O günkü nesiller çok başarılı şekilde uygulamalar yaptılar. Bize en güzel ve büyük örnekler verdiler. Kur’an’ı bütün manâsıyla bize intikal ettirdiler. Bunlardan yararlanarak bugünkü sorunlarımızı çözelim diyoruz. Kardeşlerimiz hâlâ İmamı Muhammed’in eserlerini veya Serahsi’nin Mebsut’unu tercüme etmekte ve halka okutmaktadır. Oysa bunların içinde onlara göre yanlışlar varsa onları düzeltip “Adil Düzene göre İNSANLIK ANAYASASI” çalışmamızı okutmaları gerekir. Bizim de artık bu çalışmalarımızı internete girmeye başlamamız gerekir.

Buradaki “Ve” harfinin atfını ekserisi bilmezlere atıf olarak aldığımızda, bilmeden böyle yapan kimseler demektir. Bilenler ise bile bile bu işi yapıyorlar. Çoğu ise bilmeden olduğu gibi uyuyorlar. Bizim asıl söyleyeceğimiz kimseler bunlardır.

Bunlar zannediyorlar ki Kur’an 1400 sene öncekilere indi, onlara indi. Bugünkü sorunlar onlara göre Kur’an’dan çözülmez. Eski durumumuzu, babalarımızdan öğrendiklerimizi devam ettirelim. Yenilikleri biz Kur’an’da değil de dünyada arayalım, Batı’da arayalım...

İşte…

Burada hitap edilen kimseler kâfirler değil de gafil bilmeyenlerdir.

Türkiye’deki küfredenler Türkiye’yi Batılılaştırmak istemektedirler. Halkın çoğu ise düşünmeden tutuculuğunu sürdürmekte, sorunlarını ise Batı mukallitlerine çözdürmektedir.

Bu âyetteki zamir “ekseruhum lâ ya’kılûn”a gitmektedir; yani Türkiye’deki Allah’a inanmış kimselere gitmektedir.

Bugün başka bir olay daha ortaya çıkmıştır. Önce insanları Kur’an’ı inkâr etmeye zorladılar. Baktılar ki başaramadılar; şimdi Kur’an’ı tahrif ederek sünnetten, kıyastan, icmadan soyutlanmış, Arapçasız bir Kur’an ile bahire, saibe, vasile ve hamları icat etmekte, böylece insanları dalalete götürmek istemektedirler...

İşte, bizim yapacağımız iş “Adil Düzen” örneğini ortaya koyarak orada oluşacak toplulukları örnek olarak bu kardeşlerimize göstermektir. Bizim bu hususta yapacağımız çalışmalara Allah ilham edecek, kurtarmak istediği tüm insanlar bize katılacaklardır. Çoğunuz bu günleri göreceksiniz. Bu kehanet değildir. Bu Kur’an’ın bildirdikleridir. Şartlar gelmiştir.

تَعَالَوْا

(TaGAvLaV)

“Geliniz…”

Âli” yüksek demektir. GLM, GRF, GLV, GRB, GRM kelimeleri hep yüksek yerleri ifade eder. GLM sivri dağdır. GRF üstü düz yüksek dağdır. GLV birçok alemleri olan dağ kümesidir. GRB sonu görünmeyen alandır. GRM yamaçlarında toprak olan dağdır.

Alâ” yükselmek anlamına gelmektedir. Harf olarak da “Alâ” üzerinde demektir. Fevkin altıdır.

Emir olarak “Taal” yukarıya çık anlamındadır. Ancak artık anlam değişikliğine uğramıştır. “Taal” bizdeki “buyur” anlamındadır. “Buyur” Türkçede iki anlama gelir. Gel demektir. Diğeri söyle demektir. “Teal” gel anlamındaki buyur demektir.

Buradaki gelme kelimesi onu kabul edip uygulama anlamındadır. “Taal ila taam” dendiğinde yemek yemeye buyurun denmiş olur.

Avrupa 500 senedir İslâm hukukuna gelmekte ama gelememektedir...

Osmanlılar 300 senedir Batılılaşmak istemekte ama batılılaşamamaktadır...

Sovyetler yeni dünya düzenini kurmak istediler ama başaramadılar, 40 milyon insanı katlettiler...

Biz ise insanlığı Kur’an hükümlerine davet ediyoruz...

Nasıl olacak da o zalim düzeni bırakıp bu düzene gelecekler?

Bizim Akevler denemesi göstermiştir ki yeni düzeni örnek olarak oluşturmak insanları bir araya getirmekle mümkün değildir. Sizin başlattıklarınızı hemen bozanlar cari sistemde başarılı olurlar. Sizin anlattıklarınız unutulup gider.

Peygamberler bu işi başarmışlardır. Hazreti Nuh ancak büyük tufandan sonra başarmıştır. Hz. Salih, Hz. Hud, Hz. Lut büyük afetlerden sonra başardılar. Hazreti İsa hazırlık yaptı, düzeni değiştirmeye bile girişmedi. Pavlus bozarak yaygınlaştırdı. Hazreti Musa kavmini kırk sene çölde gezdirdikten sonra başardı. En başarılı dönem Kur’an dönemidir. 10 sene eğitim yapmış, 10 senede de devlet kurmuş ve insanlığı yeni düzene geçirmiştir. Sonra 30 sene raşid halifeler uygulama yaptılar. Sonra siyaset alanında saltanat doğdu ama halk Fıkha yöneldi ve bin seneden fazla süren örnek bir uygarlık ortaya çıktı.

Taalev” demek aynı zamanda hicret edin demek. Bu hicret İstanbul’dan Medine’ye hicret değildir. Bu hicret bizim yapıp faaliyete geçireceğimiz yüz dairelik apartmana hicrettir.

Ben İzmir’de bu hicreti şöyle denedim. Memleketten insanlar getirmek istedim. Allah öyle yaptı ki onların İzmir’e gelmelerine zorladı. Geldikten sonra Akevler’in oluşmasına büyük hizmet ettiler. Biz yüz dairelik apartman yaptığımız zaman Allah öyle kimseleri hazırlayacaktır ki oraya gelip yerleştikleri zaman “Adil Düzen”e gelmiş olacaklardır.

Süleyman Arif Emre bir hikâye anlatmıştır. Savaş zamanında bir Müslüman kılıcını çekmiş, bir Ermeninin göğsüne dayamış, “Müslüman ol yoksa seni öldüreceğim” demiş. Ermeni de “Nasıl Müslüman olacağımı söyle de olayım” demiş. Cevap: “Ben bilmem, hocalarımız nasıl istiyorlarsa öyle Müslüman ol” demiş!

Bizim “Adil Düzen” davetimiz de böyle oldu…

“Adil Düzene gelin” dedik…

“Gelelim de nasıl gelelim” dediklerinde sustuk.

Burada ne anlaşılır.

Bizim onlara “Taalev…” demeden önce kendimizi taal edeceğiz yani aramızda “Adil Düzen”i kuracağız. Ben Adil Düzen Partisi’ni kurmak istedim. İzmir Akevler’dekiler savsakladılar. Cengiz Demirci ile Lütfi Hocaoğlu da desteklemediler. Öylece kaldı...

Şimdi bu âyetin yorumunu yaparken aklıma geldi. Ya ADP’yi kursaydık. 1970’lerde olduğu gibi iktidar olsaydık. “Geldik” deseydiler ne diyecektik? Yine ikinci serap gelecekti.

Demek ki bizim ilk yapacağımız iş “Adil Düzen”i ortaya çıkarmaktır.

On tane programımızı sürdürmektir.

Yani bu âyetteki “Kıyle”nin faili yerine geçen mefulü olmak.

Bu on emre benzeyen 10 iş nedir?

1) Kur’an ve İlim Seminerleri,

2) Ruhu’l-Kur’an çalışması,

3) Halk muhasebesi çalışması,

4) Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası çalışması,

5) Yüz dairelik apartman proje çalışmaları,

6) Ayakkabılık-elbiselik imalat ortaklığı,

7) Bakkal ortaklığı,

8) Ahşap evler ortaklığı,

9) Yüz dairelik inşaat ortaklığı,

10) Taşra dinlenme evleri ortaklığı.

Bunların beşi ilmî çalışmadır.

Diğer beşi de bu ilmî çalışmalarının deneme çalışmasıdır.

Bu çalışmalara biz devam edeceğiz. Hiçbirisini bırakmayacağız. Sürat ise bizim sorunumuz değildir. Sürat Allah’ın takdiridir. Allah istediği zaman istediğini gerçekleştirir.

إِلَى مَا أَنْزَلَ اللَّهُ

(EiLAy MAv EaNZaLa ElLAHu)

“Allah’ın inzâl ettiğine teal edin (gelin) dendiği zaman.”

Arapçada ismi fail dört şekilde söylenir.

a) Hem fail veya mef’ul marife ise “Ellezî” kullanılır, “Ellezî enzelellahu” denir.

b) Fail veya mef’ul nekre ama fiil marife ise “Mâ enzelellahu” denir.

c) Fail veya mef’ul marife ama fiil nekre ise ismi fail sığası ile “elmünzel” denir.

c) Fail veya mef’ul de fiil de nekre ise lamsız ismi fail sığası ile gelir, “münzelün” denir.

Bu benim tasnifimdir. Bunu doğru bulmayanlar kendileri tasnif ederler. O tasnif daha iyisi ise ona göre manâlandırırız. Ama tasnif yapmak zorunluluğu vardır. Çünkü farklı ifadeler mutlaka farklı manâlar taşır.

Burada “ellezi enzelellahu” denmediğine göre demek bu Kur’an değildir.

İsmi faillerle de ifade edilmediğine göre bu gelişigüzel münzel değildir. Bu münzel olan nekre ama inzali marife olan bir şeydir. Kur’an’a ve usulü fıkha dayalı olarak içtihat ve icmalar yapılacak. Dört delil ve istidlâl usulü maruftur. Hükümler ise yer ve zamana göre değişmektedir. Her yüz dairelik apartman fıkhı ayrı olacaktır. O projeyi yapan veya uygulayanlar farklı fıkhı oluşturacaklardır. Kamu görevinde her bucağın ayrı hukuku olacaktır. İşletmelerde ise her yüz dairenin ayrı fıkhı olacaktır.

Biz istidlâllerimizi kabul ettiğimiz kurallara göre yapıyoruz. İstidlâl ederken kurallar koymuyoruz. Bazen yeni kural koyabilirsiniz ama artık o kuralı tüm Kur’an’ı yorumlamalarda ve içtihatlarda kullanmanız gerekir.

İnzâl” burada âlemlerin rabbi olan Allah’a isnat edilmiştir.

Evet, biz topluluk oluşturacağız. Oluşmuş topluluk Allah’ın halifesi olacaktır. Ancak her topluluk değil, Allah’ın şeriatına dayanan topluluklar Allah’ın halifesi olacaklardır. Dört büyük dini kabul eden ve müsbet ilmi delil kabul eden kimselerin içtihat ve icmalarla oluşturdukları topluluklar Allah’ın halifesi olmaktadırlar.

Yeryüzünde bucaklar oluşacak. Onlar dört delile dayanarak fıkıhlarını oluşturacaklardır. Bu fıkıh üçüncü bin yıl uygarlığının fıkhı olacaktır. Bu şekilde oluşan bucakların yüz kadarı birleşerek illeri oluşturacaklardır. Yüze yakın il birleşerek ülkeleri oluşturacaklardır. Ülkeler de insanlığı oluşturacaktır. Böylece oluşmuş insanlık ve diğer ocak, bucak, il ve ülkeler Allah’ın yeryüzündeki halifesi olacaklardır.

Kamu görevlerini siyasi örgüt yapacaktır.

Genel hizmeti ise kooperatifler yapacaktır.

Biz nerden başlamalıyız?

Ekonomik faaliyetler mikrodan başlar. Bir yüz dairelik apartmanda ekonominin bütün uygulamaları yapılır. Dolayısıyla en kolayından başlamak gerekir. Yapamayacağımız işlere kalkışmamalıyız. Yapacağımız, yapabileceğimiz işlerle uğraşmalıyız.

1960’larda siyasi faaliyet göstermekle yanlış mı yaptık?

O günkü baskılı rejim dünyası bizi siyasi faaliyet göstertmeye zorlamıştır. Yeryüzünün yarısından çoğu sosyalist ülkedir, orada namaz kılmak bile yasaklanmıştır. Diğer dörtte bir ülkede diktatörler iktidardadır ve İslâmî faaliyet yasaktır. Nitekim biz İzmir’de ‘siz kooperatifi şeriatla yönetiyorsunuz’ diye Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandık. Diğer dörtte birinde de sömürü sermayesi tüm gücü ile hâkimdir, sizin bir şey yapmanız mümkün değildir. Faizsiz ekonomiden bahsetmek suç sayılıyor. Ceza kanununda maddesi yoktu ama kimse “faiz kötüdür”ü ağzına alamıyordu. Anayasa Mahkemesi Reisi Hakkı Ketenoğlu bile faizin meşruiyetine fetva vermişti, ‘faizin kötülüğünden bahsetmesek iyi olur’ demişti. Ketenoğlu Arapça bilen muttaki bir Müslümandı. Millî Görüş partisini kapatmamak için izne ayrılmış ve emekli olmuştu.

İşte biz bu baskıların olduğu dönemde siyaset yapmaya başladık. Erbakan’la bağımsız adaylığımızı koyduk. Sonra “Adil Düzen”e varıncaya kadar siyasette onu destekledik.

Bugün nerdeyiz?

Sovyet sosyalistleri yıkılmış. Putin İslâm Konferansı Örgütü’ne katılmak için başvurmuş. Türkiye’de anayasa ekseriyetiyle iktidar olmuşuz. Amerika’da Obama seçilmiş. Çin sosyalizmi bırakmamış ama büyük bir şekilde “Adil Düzen” söylemlerine uygun sistemlerini getirmiş. Avrupa’da Papa hâkim olmaya başlamış; Müslümanları İbrahimî dinden kabul etmiş, İstanbul’da Sultan Ahmet Camii’nde âlemlerin rabbine dua etmiş.

Bütün samimiyetimle inanarak söylüyorum ki bu bizim siyasi çıkışımızla ilgilidir. Erbakan’ın öncülüğünde yapılan siyasetin sonunda bu değişmeler olmuştur. Erbakan sömürü düzenini anlatmış, Türkler duymamışlar, Araplar işitmemişler, kapitalistler susturmuşlar ama İranlılar kulak vermiş, sosyalist ülkeler kulak vermiş. Rusya’da Refah Partisi vardır ve Putin ile koalisyon yapmıştır. İran Erbakan’ı davet etmiş, devlet başkanları üstünde ağırlamıştır. Erbakan İranlı lider Hamaney ile görüşmüştür.

Bütün bunlara rağmen “Adil Düzen” gelmemiştir.

Gelemezdi...

Çünkü bilmiyorduk...

Birinci hareketimizde özgürlüğümüzü kazandık…

İkinci hareketimizde “Adil Düzen”i dünyaya duyurduk...

Şimdi üçüncü hareket, üçüncü hamle yapma zamanıdır; o da uygulayarak bir örnek vermektir. “Adil Düzen” böylece bu asrın başlarında bile dünyaya yayılmış olacaktır. Yapacağımız iş insanlara Kur’an’ı Allah’ın inzâl ettiğini göstererek davet etmektir.

وَإِلَى الرَّسُولِ

(Va EiLay erRaSULi)  

“Ve resule”

Resule gelin deyin deniyor.

Resul” burada marife gelmiştir.

Ve İlâ” kelimesi iade edilmiştir.

Demek ki Allah’a inzâl edilen başka, resul başkadır. Biri kurallardır, şeriattır; diğeri ise örgüttür. Bir temsilcidir.

İnsanları davet ettiğimiz zaman bir kişiyi öncü olarak çıkarmamız gerekir.

Birinci çıkışımızda bu öncü Necmettin Erbakan olmuştur. Biz hazır olmadığımız için bugün Erbakan gibi birisi ortada yoktur. Biz hazır olduğumuz zaman o zat da ortaya çıkacaktır. Erbakan’ın Mehdi olduğunu iddia edenlere karşı çıkıyoruz. Aslında doğrudur. Mehdi dendiği zaman olağanüstü bir kimse değildir. Bizim gibi insandır. Ama namazda nasıl imam gelir ve biz ona uyarız. Siyasette de bir imama uymak gerekir. Kâbe’nin taşlarında bir keramet yoktur ama insanlar orada toplandığı için ve orası bize kıble kılındığı için kerim olmuştur. Resuller de böyledir. Allah ona görev vermiştir demek onu kıble yapmıştır demektir, biz onu destekleyeceğiz demektir.

Yüz dairelik apartmanı bitirdiğimiz zaman bir kimseyi o apartmanın yöneticisi olarak atayacağız. O aşiretini oluşturacak, çalışacak, ortakları bulacak ve yüz dairelik işyerini faaliyete geçirecektir. İşte bu zat resul olacaktır. Biz ortaklığı kuran, sözleşmeleri yapan, inşaatı yapanlar ise nebilerin görevini yüklenmiş olacağız. Kur’an’da “nebiyyûn” diye bizim gibi olanlardan bahsetmektedir.

Yüz dairelik apartmanı yapanlar Medineliler olacaklardır. Bunlar dârı ve imanı hazırlayacaklardır. Oraya işçi olarak taşınanlar ise muhacirler olacaklardır. Elbette hazırlayanlar içinde hicret edenler olacaktır. Hattâ hicret için buna katılacaklardır.

Osmanlı İmparatorluğu çökmeye başladığı zaman halk onları camia olarak destekledi. Esnaf banknotları topladı ve yaktı. Sarıkamış’a, Çanakkale’ye, Yemen’e, Trablusgarp’a insanlar gönüllü gittiler. İmparatorluk yıkıldı ama halk bir araya geldi, o günkü komutanları destekledi ve bu sayede İstiklâl Savaşı kazanıldı. Fetret devrinde halk tarikatları destekledi, Nurcuları destekledi, Millî Görüşçüleri destekledi, siyasileri destekledi...

Bu halk “Adil Düzen”i getirmekle görevli halktır. Tarihte gerektiği zaman gereken desteği vermiştir. Bugün de destekleyecektir. Biz ne kadar çok çalışır erken hazır olursak, Allah’ın bu halkın desteğini bize yönlendirmesi de o kadar erken olacaktır.

Resulün ortaya çıkması da bu sayede o kadar erken olacaktır. Herkes kendisini resullüğe hazırlamalıdır. Onun görevi nedir? Erbakan’ın yaptığını yapmaktır. Adil Düzen Çalışanlarını dinleyip yaptıklarını öğrenip siyasi proje yapmasıdır. Bu işi başarmasıdır. “Adil Düzen”e tam teslim olması gerekir. Ama risaleti kendi içtihadı ile yapmalıdır. Biz nebilerin görevini yüklenen âlimler olarak içtihadımızı yaparız, örnekleri ile ortaya koyarız. Görev alan kadroyu yetiştiririz. Ondan sonra onu insanlığa anlatma resule düşecektir.

Resul silahla davet etmeyecek, resul tüm insanlığı “Adil Düzen”e davet edecektir. Örnek olarak da bizim sitelerimizi gösterecektir. Görevimizin ne olduğunu artık anlıyoruz. Söyleyenler resul değil, resule davet eden nebilerin yerinde olanlardır. Bizim görevimiz “Tealev” demektir ama nereye tealev?..

قَالُوا حَسْبُنَا

(QAvLUv XaSBuNAv)

“Hasbımızdır dediler.”

“Hesap” kelimesi bugün Türkçe’de de çok yaygın bir kelimedir. “Hesap etmek” bir şeyin öyle olacağını zannetmek, öyle kabul etmek; “Hesap etmek” bir işin hesaplarını yapmak, borç ve alacaklarını belirlemek, sayılar arasındaki bağlantıları ortaya çıkarmaktır.

Hasbı” dengi, yeteri demektir; bize uygun olanı ve tüm ihtiyaçları gidereni anlamındadır.

Yani hesabın iki manâsıdır. Biri bize yakışanı, bizim olanı, dengimiz olanı anlamındadır. Bunun başka ifadesi başkasına ihtiyacımız yok demektir.

İslâm âlemi hicri 400 senesinde içtihatları kapatmış, şimdiye kadar yapılan içtihatlar bize yeter denmiştir. İçtihatları yasaklamıştır. Hâlâ bunu iddia eden kimseler vardır, hattâ çoktur. Hem de samimi mü’minler içinde olanlar da böyledir.

Arapçayı çok iyi bilen bir mühendis arkadaşımla tartışmıştık. Diyordu ki:

- Her neye ihtiyacınız varsa onu fıkıhçılar bulmuşlar, hükme bağlamışlardır, bizim görevimiz onları okuyup uygulamaktır.

- Demek ki her şeyi hükme bağlamışlar, eksik bir şey yoktur diyorsun, öyle mi? Peki, sana bir sual soracağım ama cevabını fıkıh kitaplarında göstereceksin.

- Buyur!

- TL’nin zekâtı var mı yok mu?

- TL para değil ki zekâtı olsun.

- Sen yanında çalışanlara TL ödemiyor musun?!.

Kızdı ve “Evimde olmasan seni döverdim!” dedi.

İşte insanlar böyledir.

Daima bulundukları ile yetinerek yenilik yapmak istemezler.

Mustafa Kemal kendi ilkeleri arasında bir de “inkılâpçılığı” yerleştirdi; yanlış anlaşılmasın, batılılaşma manâsına gelmesin diye yanına “milliyetçiliği” koydu. “Laikliği” de “milliyetçilik” ile dengeledi. Yani iyi olan babalarımızın emanetlerini koruruz ama kötü olanları atar, onun yerine yenisini getiririz yahut henüz günü geçmemiş kuralları koruruz, günü geçenlerin yerine de yenilerini getiririz, eskileri ile değiştiririz. Bunu altı okla da ilkeleştirdi. Demek istediği ben inkılâp yaptım, getirdim ama bunlar üzerinde saplanıp kalmayın. Siz gerektiğinde milliyetçiliğinizi korumak şartı ile inkılâpçılık yapın.

Ne var ki, şimdiki Kemalistler Mustafa Kemal’e tapıyorlar, bize onun getirdikleri yeter diyorlar. Atatürk’ün inkılâpçılığına sadık kalacağım dediğiniz zaman bunun manâsı vardır ama Atatürk inkılâplarına sadık kalacağım dediğiniz zaman ben onun o gün söylediklerini bugün de koruyacağım demektir.

Bir kanunu Kenan Evren yaptı, onu değiştirmeyelim ile bu kanunu Evren yapmadı onu değiştirelim demek aynı şeydir. Gerekli olduğu için değil, ihtiyaç olduğu için değil, sadece muhalefet etmek veya muvafakat etmek için bir şeyde ısrar.

مَا وَجَدْنَا عَلَيْهِ آبَاءَنَا

(MAv VaCaDNAv GaLaYHi EavBAEaNAv)

Abaımızı neyin üzerinde vecd etmişsek o bizim hasbımızdır.”

Bundan evvelki âyette küfredenler iftira ettiler diye yenilik yapanları, Bahıreyi, Saibeyi, Vasıleyi ve Hamı icat edenleri kötülemişti. Bu âyette de bu sefer atalarının yaptıklarında ısrar edenleri kötülemektedir. Yani bir şeyi bizim olduğu için babalarımızın olduğu için değil, iyi olduğu için alacağız. Bir şeyi yeni olduğu için değil iyi olduğu için alacağız. Bizim miyarımız atalarımızın yahut bizden öncekilerin yaptıklarını almak değil, iyi olanı alıp kötü olandan uzak durmaktır. Yani milliyetçi ve inkılâpçı olmaktır. Çocukken giydiğimiz elbiseyi delikanlı iken giyemeyiz. Gençken çıktığımız yokuşları yaşlı iken çıkamayız. Bize uygun ne ise onu yapmalıyız. O da icma ve içtihatla ortaya çıkar.

” burada tamim içindir. Yani atalarımızda bulduklarımızın tamamı bizim hasbımızdır. Fazlası hasbımız olmadığı için gerek yoktur. Yenisini alamayız. Babalarımızın tamamı hasbımız olduğu için de ondan bir şey atamayız.

Âyetin tefsirine başlarken “ve” ile atfı açıklayamamıştık. Şimdi ise bu iki âyetin “ve” ile atfı hâlinde doğru manâ ortaya çıkar. Bundan önceki âyette sadece inkılâpçılık anlatılmıştı. Burada da sadece milliyetçilik anlatılmıştır. Yeryüzünde ikisinin ayrı olduğu bir yer yoktur. İki çeşit insan vardır. Ya babalarımızın yaptıkları kötüdür, onları atalım, bid’atlar iyidir onları alalım derler. Osmanlılardan beri Türkiye’de yapılan budur. Bizde ne varsa hepsi kötüdür, atalım; Batı’da ne varsa hepsi iyidir, alalım. Buna karşı da tutucular vardır, ikinciler vardır. Bizde ne varsa eksiksiz iyidir, bizim dışımızda ne varsa kötüdür, almayalım derler.  

Uluslar çökmeye başladığında bu ilkellik içinde bulunurlar. Mantıkları aynıdır. Hataları aynıdır. Oysa doğru olan nedir? İyiler korunacak, kötüler atılacaktır. Yani iyiler alınacak, kötülerden korunacaktır.

Her gün yemek yemekteyiz. Yemeden yaşayabilir miyiz? Yani dışarıdan bir şey almadan hayat sürebilir miyiz? Ama ağzımıza her aldığımızı alıp da çiğner miyiz?

Hayır; seçeriz, bize uygun olanları yeriz.

Allah seçmek için bize birçok imkân verdi. Önce görürüz. Sonra elimizi süreriz. Sonra koklarız. Sonra tadarız. Sonra çiğneriz ve onu hazmedecek hâle getiririz. Midede ve ince bağırsaklarda onları parçalarız. Kalın bağırsaklara göndeririz. Ayıklar, işimize yarayanları kana göndeririz, işe yaramayanları dışarı atarız. Karaciğere gelenler var. Onları da uygun hâle getirip kana öyle koyarız. Sonra ne olur? Aldıklarımız fonksiyonlarını yapar ve sonunda işe yaramaz hâle gelirler. Terle, tükürükle, idrarla onları dışarı atarız.

İşte…

Bir toplulukta dışarıdaki kuralları, bilgileri, kültürü, ilmi böyle kademe kademe ayıklamalı ve ondan sonra içeri almalıdır.  İçeride olanları da zamanla işe yaramaz hâle getirip ayıklamalı dışarı atmalıdır. Her şeyi içimize alırsak zehirlenip gideriz. Hiç dışarıya atmazsak yine zehirlenip gideriz.

Bundan önceki âyette her şeyi midesine veya kana dolduranlardan bahsetmekte, burada ise hiçbir şeyi dışarı atmayanlardan bahsetmektedir.

Bizim meselemiz Osmanlı uygarlığını yaşatmak isteyen tutucularla, Osmanlı uygarlığını yok edip Batı uygarlığı içine bizi monte etmek isteyen devrimcilerle karşılaşmaktı. Bunlar çetin bir çatışma içinde idiler. Biz ise ikisini de reddettik. Doğru ne ise onu yapacağız. Batı’dan gelenleri ne körü körüne alacağız ne de reddedeceğiz. Osmanlılar bunu yaptı diye yanlışları doğru kabul etmeyeceğiz, doğruları onlar yaptı diye yanlış kabul etmeyeceğiz dedik.

Ben buna daha lise talebesi iken karar verdim. Babam ile öğretmenim arasındaki fikrî çatışma beni bu karara getirdi.

İzmir’de böyle düşünen arkadaşlar buldum ve onlarla Akevler Kooperatifi’ni kurduk. N. Erbakan aynı mantık içinde siyasi parti kurdu. F. Gülen aynı mantık içinde Risale-i Nur vakıflarını devam ettirdi. İlimde Akevler, siyasette Millî Görüşçüler, dinde Risale-i Nur şakirtleri büyük başarılar kaydettiler. Akevler ekonomide başarılı olamadı, başarısı küçük kaldı ama ilimde hâlen en ileridedir. “Adil Düzen” bugün insanlığın en ileri ilmidir.

Esas sorun Kur’an’la bugünkü Batı ilimlerini dayanak kabul ederek yeni düzeni ortaya koymadır. Prof. İlhan Arsel’in 850 sayfalık kitabındaki bütün eleştirilerine cevabı yalnız Akevler vermiştir. Yeryüzünde ona veya onun benzeri kişilere cevap veren oldu mu? Arsel tüm İslâmiyet’i reddeden kitap yazdı: Teokratik Devlet Anlayışından Demokratik Devlet Anlayışına; Şeriat Devletinden Laik Cumhuriyete. Bizim bu kitaba reddiye olarak yazılan 1200 sayfa ve iki ciltten oluşan okunmayan kitabımız gölgesiyle bile onları korkuttu. Artık Kur’an’a doğrudan çatmıyorlar, Kur’an’ı etkisiz hâle getirmek için çalışıyorlar. Akevler’den başka onları bu durumdan vazgeçiren ilmî bir güç herhangi bir yerde var mıdır? Ben onlar kadar dünyada neler olduğunu bilmiyorum ama Prof. Sabahattin Zaim, Prof. Hayrettin Karaman, Prof. Necmettin Erbakan buna şehadet etmişlerdir.

Bizim yolumuz bu iki âyetin anlattıklarından ayrı yoldur; hidayet yoludur, ilim yoludur. Hidayet yol gösteren demektir. Yani nereye gidileceği ile ilgili hedefi belirleyendir demektir. Yani Kur’an’dır. İlim ise oraya nasıl varılacağını ortaya koyan, varış araçlarını belirleyen demektir. Akevler ilim ve hidayet yolunu seçti.

أَوَلَوْ كَانَ

(EaVaLaV KAvNa)

“Olmazlar mı?”

Ya ataları dalalette olurlarsa yahut idilerse? “E” soru hemzesidir. Soru halindedir ama inkâr anlamındadır. “Lev” geçmişte şart edatıdır. Onda da menfi manâ vardır.

İki menfi manâ birleşince müsbet olur. Dil ile matematik arasında büyük bir uygunluk vardır. “Ben yarın gelmeyecek değilim” demek, yarın geleceğim demektir.

-5 ile -5 in çarpımı da +25 eder.

Matematikte bunun ispatı şöyle yapılır.

(1-1)*(1-1)=1-2*1?(-1)*(-1) soru işaretindeki işaret + olmasaydı, o zaman sıfırların çarpımı sıfır olmazdı. Görüyorsunuz ki matematikle ispatlanan kural dilde de görülür.

İşte usulü fıkıh ilmi matematikle de ispatlanan, kuralları gramerde de uygulayarak hükümler çıkarmaktadır. Ben mühendislik okurken usulü fıkhı da öğrenmeye çalıştım. Böylece hem usulü kolay anladım hem de mühendisliği kolay kavradım. Sizlere de tavsiye ederim. Matematiği ve Usulü Fıkhı karşılaştırarak öğreniniz. III. bin yıl uygarlığı böylece matematik ve usulde yükselecektir. Sizlere bir sır daha vereyim, Matematikle her şey kıyasla ispatlanır. Örnek olarak 3 ile 4’ün çarpımı 12 eder. Bunu aklınızla kümeler sistemi ile ispatlayabilirsiniz. 2,71*3,34 ü kümeler yoluyla ispatlayamazsınız. Ancak tam sayılardaki kuralları orada da geçerli kabul ederek hesabınızı yaparsınız. Bütün matematiği tam ve müsbet sayılarda ispatladığınız kuralları diğer kesir, irrasyonel ve sanal sayılarda, trigonometride ve logaritmada benzer kabul etmek suretiyle Matematik ilmi gelişmiştir. Bugünkü hayatımız o matematiğe dayanmaktadır. Yani tümevarım kıyas yoluna dayanmaktadır. Böylece fıkıhçıların kıyası ilmen ispatlanmış olmaktadır.

آبَاؤُهُمْ

(EAvBAEuHUM)

“Ebleri”

İnsanlar ne yapıyorlar?

Geçmiştekileri, inkılâpçıları, cumhuriyeti kuranları, dincileri, daha önceki müçtehitleri körü körüne taklit ediyorlar. Her topluluğun ataları iyi olsalardı yeryüzünde hiç kötülük olmaz, savaşlar olmaz, tarih yazılmazdı. Dünya cennet olurdu. Allah insanları yaratmış, onları kararlarda hür bırakmış ama akıl vermiş, bir de kitap göndererek çevrelerini aydınlatmış, haydi şimdi siz yolunuzu kendiniz bulun demiştir. Bir defa yol bulmaları ile yetinmelerine de imkân vermemiş, kıyamete kadar ufuktan ufuğa koşacağız. Devamlı yol arayacağız. Babalarımızın yolu doğru olsa bile o orada kalmıştır. Şimdi biz kendi yolumuzu kendimiz bulmalıyız. Biz de dünyada mevcut olan insanlardan biriyiz. Onlar nasıl dalalette olmuş ve helak olmuşlarsa, biz de dalalette olursak helak olabiliriz. En başta Sovyetleri ele alalım. Dün taptıkları insanların şimdi heykellerini yıkıyorlar. Saddam nerdedir? Kaddafi nerdedir? Demek ki doğru yolda değildiler. O halde biz de aynı şekilde olabiliriz. O halde her zaman içtihadınızı yapmanız ve doğru olanı benimsemeniz gerekmektedir.

Cengiz Demirci’nin yaptığı gibi; “Erbakan söylediyse doğrudur, Karagülle söylemişse ve Erbakan’ın söylediklerine uymuyorsa yanlıştır” ilkesi yanlıştır. İster Karagülle söylesin ister Erbakan söylesin, Allah bana da aklı vermiş, benim de söylemek hakkımdır diyecek, kendine göre doğruyu arayacak. Başkaları her zaman dalalette olabilirler. Türkiye’deki dinciler ve inkılâpçılar bize babalarının dedikleridir diye karşı çıkmamalıdırlar; biz bunu diyoruz demeliler, kendi delilleri ile gelmelidirler.

لَا يَعْلَمُونَ شَيْئًا

(LAv YaGLaMUvNa ŞaYEan)

“Bir şeyi ilmetmezler.”

Bir insan için hattâ bir topluluk için hiçbir şeyi bilmemeleri mümkün değildir. Eğer insan iseler, halk iseler mutlaka bir şeyler bilmeleri gerekir.

O halde hiçbir şey bilmeyen kimselerle ifade edilen nedir?

Onlar her şeyi biliyor olabilirler ama bir şeyi de bilmemiş olabilirler. “Mâ raeytu ehaden” dersek, ben bir kişiyi değil çok kişiyi gördüm anlamı çıkar, birini eksik gördüm anlamı çıkar. “Mâ raeytü min ehadin” dediğimizde, kimseyi görmedim anlamı çıkar. Burada “Min” gelmediğine göre o insanlar bir şeyi de bilmemiş olabilirler. O halde o insanların bilgileri size yetmez. Çünkü bazen o bir şey her şey olur. Çünkü mayına basarsanız uçarsınız.

Burada anlatılan başka bir şey daha vardır. İktiza ile ona da işaret etmektedir. Arabanın bir tekerleği patlarsa o araba yürümez. Damarlarınızdan biri tıkanırsa artık yaşayamazsınız. Göl damlalardan oluşur. Büyük şey parçalardan oluşur. Parçaların bazen çok önemi vardır. Onun yokluğu tüm varlığı yok edebilir. O halde asla taklit etmeyeceksiniz.  

Burada kurallı erkek çoğul getirilmiştir. Eğer içlerinden biri dahi bilseydi onu bilmiş oluyorlardı. Demek ki topluluk da olsa her şeyi bilmeleri mümkün değildir.

Her insanın durumu ayrıdır. Her topluluğun durumu ayrıdır. Onların bilgileri bize yetmez. Onların yaptıkları onlara aittir, bizim yaptığımız bize aittir.

Osmanlıların düşmanları, Çarlar idi; Nemçe imparatorları idi. Bugün onlar var mı?

Bugün arabamıza benzin bulma derdindeyiz; bugünkü savaş budur.  

Batılıların derdi paralarını kime faizle verebilsinler. Sorunları odur. Sömürme alanlarını arıyorlar. Biz ise nasıl sömürülmeyiz diye onun peşindeyiz.

Bunlar bu kadar basit iken hâlâ çocuklarımızı Avrupa’ya ve Amerika’ya gönderiyor, orada okutuyoruz! Hâlâ ülkemizde İngilizce okullar açılıyor, gidemeyenlere onları ayaklarına getiriyoruz! Hâlâ doktorada yabancı dil şartını getiriyoruz!

Evet, Kur’an her söze kulak vermemizi emrediyor. Her dilden Türkçeye eserler çevireceğiz. Herkese kulak verirken kendi dilimizi unutup kendimizi dinleyemez hâle gelmemeliyiz. Adil Düzen Çalışanlarının zihinleri açılmalıdır.

Evet, yalnız Batı’ya değil bütün dünyaya insanımızı göndermeliyiz ama ülkemizde doktora yaptıktan sonra göndermeliyiz. Doçent olduktan sonra iki değil bir dil şartını getirebiliriz. “Bin Dil Üniversitesi”ni kurarak dünyanın bütün dillerinden ülkemize bilgileri aktarırız. Ayrıca Kur’an Arapçasını ilmî Arapça olarak her zaman öğreniriz. Ama çocuğumuza Türkçe öğretmeden yabancı dilde üniversite bitirtmek devletimize dinamit koymak demektir. Kürtçe yasak, İngilizce mecburi! Bunun anlamı esaretimizdir.

Atalarımız bizim ne bilmemiz gerektiğini bilmemiş olacakları için kendiniz içtihat edeceksiniz ve kendiniz ilim yapacaksınız deniyor. Anayasadaki değiştirilmez maddeler onun için insan yapısına aykırıdır. Biz “değişmez” yazsak da onlar yine değiştirme hakkına sahiptirler. Bilinçli olmalıdırlar.

Diyelim ki bir torba ceviz arasında sadece bir tane zehirli olanı vardır. Onu yersek ölürüz. Yüz ceviz var. İçlerindeki bir tanesi de zehirlidir. Yesek ne olur ki diyerek yersek ölürüz. Hiç yemezsek yine ölürüz. Ne yaparız? Dikkatlice her ceviz tanesini kontrol eder, zehirli olmayanları yeriz.

İşte…

Bize sunulan şeylerin içinde zehirli olanları vardır. Onların hepsini ayıklaya ayıklaya yememiz gerekir. İçtihatla yememiz gerekir. Bu âyetin bize bildirdikleri içtihatsız hiçbir bilgiyi bilgi kabul etmemektir. “Lâ Ya’lemûne”deki “şey” kelimesi bize bunları anlatmaktadır.

وَلَا يَهْتَدُونَ (104)

(Va LAy YaHTaDUvNa)

“Ve ihtida etmemiş olurlar.”

İttika, ibtiğa, ittiba ve ihtida kelimeleri vardır. Kur’an’da iftial babından emir olarak zikredilmektedir. Bu kelimelere dört melekemizde veya müessesemizde yer aramıştık. İstihsanla “İttika”yı ahlâkî dayanışma için, “ibtiğa”yı ekonomik dayanışma için, “ittiba”yı siyasî dayanışma için ve “ihtida”yı ilmî dayanışma için dayanak yapmıştık. Burada “ihtida”nın ilmî dayanışmaya dayanak olduğu nassla teyit edilmiş olmaktadır. Bir şeyi bilmez ve ihtida etmemiş olabilirler.

Siz İzmir’den yola çıktınız. Karaman’a gidiyorsunuz. Afyon’da bir yere geldiniz. Levha Konya ve Ankara’yı gösteriyor. Sizin bilginizde bir şey eksiktir. Karaman’a gitmek için Konya tarafına gidilmesi gerekir. Hiç düşünmeden bir tarafa yürüdünüz. Ankara’ya doğru yol aldığınızı ihtida etmediniz. Bilme ile ihtida arasındaki fark ortaya çıkmaktadır.

Evet, ihtida ilmî dayanışmaların dayanağıdır. İhtida taallüm değildir.

İlim geçmişte olanları öğrenmedir. Sebep-sonuç ilişkileridir. İhtida ise içtihattır. Gelecekte ne olacağını bilmektir. Sorunu çözmektir. Cengiz Demirci çalışma arkadaşımız bunun üzerinde çalışmıştır. Biz bunu şöyle biçimlendiriyoruz.

Tümevarım → Taallum → Tümdengelim

Tümdenvarım → İhtida → Tümegelim

İlim geçmişte olanları ortaya koyar.

Usulde bunlara “deliller” denmektedir.  

İçtihat ise gelecekte olacakları ortaya koyar.

Usulde bunlara “hükümler” denmektedir.

Bu âyetten öğreniyoruz ki içtihadın karşılığı ihtida imiş.

İhtida, ilminize dayanarak gideceğiniz yeri, yapacağınız işi belirlemedir. Geçmişten geleceği ortaya koymadır. Delillerden hükümler çıkarmadır.

 

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 66

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ لَا يَضُرُّكُمْ مَنْ ضَلَّ إِذَا اهْتَدَيْتُمْ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (105)

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا

(YAv EyYuHavelLaÜIyNa EAvMaNUv)

“Ey iman etmiş olanlar.”

Bundan önceki “Ey iman edenler”in muhatabı en üst seviyedeki mü’minlerdir. Geçiş dönemine ait hükümler idi.

İnsanlar uygarlaşacak şekilde yaratılmışlardır. Geçmişte toplayıcılık, avcılık, çobanlık ve tarımcılık dönemlerini geçirmişlerdir. Sonra Hz. Nuh Peygamber zamanında mübadele devresine girmişlerdir. Yani eskiden kendi ürettiklerini kendileri tükettikleri halde, ondan sonra insanlar işbölümü yapmaya başlamış, ürettiklerini satmış ve kendilerine lazım olanı almaya başlamışlardır. İşte bu değiştirme olayı uygarlığın nişanı olmuştur.

MÖ 3000 yıllarında Hz. Nuh Peygamber gelmiş ve ilk uygarlığı yani mübadele dönemini başlatmıştır. Sonra Hz. İbrahim Peygamber gelmiş ve ikinci uygarlık dönemi başlamıştır. MÖ 2000’li yıllara rastlar. Sonra Hz. Musa ve Hz. Davut gelmiş ve İbrani uygarlığı başlamıştır. Bu da MÖ 1000 yıllarına rastlar. Arkasından Hz. İsa gelmiştir. Bu dönem Milat ile noktalanır. MS 1000 yıllarında da Kur’an uygarlığı başlamıştır.

Bugün ise Kur’an’ın III. bin yıl uygarlığı başlamaktadır. Yeni uygarlığa geçilmektedir.

Nasıl arabayı birden durduramazsınız yahut birden hızlandıramazsanız, aynı şekilde uygarlıklar da birden gelmez. Geçiş dönemi vardır. Bu dönemlerde eski uygulamalar ile yeni uygulamalar birlikte olmaya başlar. Yeni uygulamanın planı hazırlanacaktır. Bu plan mükemmel olmalıdır. İlim adamları bunu hazırlamalıdırlar.

Akevler böyle bir proje hazırlamaya 1960’larda başlamıştır. Hâlen İstanbul’da devam etmektedir. Tam mükemmel proje henüz hazırlanmamıştır. Hazırlanmaktadır. Bunun için Kur’an üzerinde çalışılmaktadır. Hazırlanmış olan “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” Kur’an ile denetlenmektedir. Kur’an’dan deliller bulundukça kesinleşmeye gidilmektedir.

“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” nasıl hazırlanıyor?

1- Birinci Akevler uygulamasında elde edilen bilgiler kırk sene içinde bir araya getirilerek Süleyman Karagülle tarafından metinleştirilmiştir.

2- Şimdi Akevler Yenibosna’da Süleyman Karagülle, Dr. Lütfi Hocaoğlu, Tayibet Erzen, Emine Hocaoğlu ve Leyla Koçyiğit tarafından âyetlerle teyit edilmektedir. Şimdi varsayımlar delillendirilmekte, gerektiğinde değiştirilmekte ve geliştirilmektedir.

3- Ayrıca “Anayasa Sözlüğü” hazırlanmaya başlanmış ancak vakit olmadığı için durdurulmuştur.

4- Ayrıca maddelerin gerekçeleri hazırlanmış, yine vakit olmadığı için durdurulmuştur.

Bu dönem proje dönemidir. Muhasebe çalışmaları tamamlandığında “Yüz Dairelik İnşaat Projesi”ne geçilecektir. Ortaklık kurulup “Yüz Dairelik İşyeri” ile birlikte ilk “semt” oluşturulacaktır.

Sonra on apartmanlı bir bucak kurulacak, “Adil Düzen”in ilk örneği bu bucakta uygulanacaktır.

Sonra iller oluşacak…

Sonra ülkeler oluşacak...

İnsanlık ikinci Kur’an uygarlığı uygulamasına geçecektir.

Birinci Akevler uygulamasında “Adil Düzen” projesi hazırlanmıştır. Kur’an bunları hazırlayanları nebiler olarak adlandırmaktadır. Hazreti Peygamber de ümmetimin âlimleri nebilerin vârisleridir demektedir ve onların nebilerin yerine geçeceğini beyan etmektedir. Bunlar vahiy alan nebiler değildir, bunlar içtihat ve icma müesseselerini çalıştıran âlimlerdir.

Resulün halifesi olarak Erbakan gelmiş ve birinci Akevler uygulaması yapılmıştır...

Şimdi İstanbul’da ikinci Akevler uygulaması hazırlığı yapılmaktadır...

Erbakan gibi biri daha çıkacak ve bunu uygulayacaktır...

İşte bundan önceki âyette “eşyadan sormayın” denmiş olmasının hikmeti, geçiş dönemine adım adım gidilecek olmasından dolayıdır. Günü gelmeden uygulama yapılmayacaktır. Dolayısıyla ortaya konmayan ve uygulamaya başlanmayan hususlarda neden “Adil Düzen” uygulaması yapılmıyor diye sormayın denmektedir. Vakti gelmemiştir de onun için sorulmayacaktır.

1900’larda İslâmiyet’e karşı alenen saldırı başlamıştır.

1933’e kadar bu saldırı en yüksek seviyeye çıkmıştır. Mustafa Kemal onuncu yıl nutkunda inkılâpların tamamlandığını, bundan sonra yeni uygarlığın başlayacağını ilan etmiş, “Elimizde tuttuğumuz meşale müsbet ilimdir” demiştir.

Ondan sonra gelen 33 sene içinde duraklama devri geçirilmiş, İslâmiyet’e karşı saldırı durdurulmuş, İslâmiyet’in sadece bir ahlâk dini olarak anlaşılması istenmiştir.

1967’de ise İslâmiyet’in bir düzen olduğu ilan edilmiş, sonra bu anlamda F. Gülen vakıf kurmuş ve yine bu anlamda N. Erbakan parti kurmuştur. Böylece önce Türkiye ve sonra insanlık tekrar İslâmiyet’i benimsemeye başlamıştır.

Yirminci yüzyılın son 33 senesi de bu ilk “Adil Düzen” uygulaması ile geçmiştir. Ne var ki bu uygulama mevcut düzen içinde olmuştur. Yani batı düzeni tipinde dernekler, partiler, şirketler, vakıflar kurulmuştur.

“Adil Düzen”e göre partiler, dernekler, vakıflar ve kooperatifler ise III. bin yılın ilk asrında ve ilk yıllarında oluşacaktır.

2033 yılına gelindiği zaman bu müesseselerin hiç olmazsa Türkiye’de veya başka bir yerde kurulmaya başlandığını okuyucular göreceklerdir.

2050’ye geldiklerinde ise yeni düzenin meyveleri alınmaya başlanacaktır. Asrın sonunda tüm dünya artık “Adil Düzen”le iştigal edecektir. Bu tarihler sadece örnektir. Erken de olabilir, geç de kalabilir ama mutlaka olacaktır.

Bugünkü AK Parti uygulaması da böyle geçiş uygulamasıdır. Her şey kendi yolunda devam etmektedir. Biz de kendi işimize bakmalıyız.

İşte bu “Ey iman edenler” bölümü bize bunu anlatmaktadır. Siz teferruatları sorup vakit kaybetmeyin, oyalanmayın; görevlerinize devam edin diyor bu âyet.

عَلَيْكُمْ أَنْفُسَكُمْ

(GaLaYKuM EaNFuSaKuM)  

“Aleyhinizde olan nefislerinizdir.”

“Ey iman edenler” diyerek hitabın başkalarına değil bize ait olduğunu vurgulamaktadır. Yani; ey Adil Düzen Çalışanları, geçiş dönemi sebebiyle olan olaylardan siz sorumlu değilsiniz, onları biz ayarlıyoruz diyor Kur’an.

Şimdi, İslâmiyet’e alenen saldırıya başlandığı 1900’lu yıllardan başlayarak, Türkiye’nin nasıl adım adım “Adil Düzen”e doğru gittiğini, her on sene için gerçekleşen gelişmeleri açıklamaya çalışacağız. Bu hususta yazdığımız makaleler vardır. Ancak bu konuyu buraya almakta yarar görüyoruz. Çünkü o yazılar kaybolup gidecektir. Oysa bu seminerler tefsir hâline gelecek ve gelecekte okunacaktır. Dolayısıyla başka yerde yazdıklarımızı burada tekrar etmekte beis görmüyoruz.

İslâmiyet Arabistan’da doğdu. Araplar ilkel hayat yaşıyorlardı. Kur’an onları uygarlaştırdı. İçtihatlar yaptılar. Bize hazineler bıraktılar. Hicri 400’lerde yani Miladi 1000 yıllarında yönetim Türklerin eline geçti ve Türkler içtihadı yasakladılar.

Bunun iki sebebi vardı. Birinci sebep; Türkler Arapça bilmedikleri için içtihat yapamaz oldular. Tercümelerle yetindiler. Asıl sebep ikincisidir. Müçtehitlerin içtihatları ile topluluklar yönetilemiyordu. Artık siyasilerin kararlar alıp uygulamaları gerekiyordu. Yani eşyadan sorulmaması gerekiyordu. Birinci Kur’an uygarlığı eksiklikler içinde oluşacaktı.

İşte…

1900’e kadar bu yasak devam etti.

1- Ama İslâmiyet’e alenen saldırılınca savunma ihtiyacı ortaya çıktı ve artık içtihat kapısı açıldı. İslâmiyet’e doğru atılan ilk adım içtihadın gelmesi olmuştur.

2- İslâmiyet’te babadan oğula intikal eden bir hilafet veya bir saltanat yoktur. Nitekim ilk dört halife veraset yoluyla değil biat yoluyla geldi. Ama insanlık bunu hazmedecek durumda olmadığı için otuz senelik kısa zamandan sonra sistem tekrar saltanata dönüştü. Türk halkı da sultanlara son derece bağlı idi. Yaşlanmış ve ömrünü doldurmuş imparatorluğun ortadan kalkması ve yerine seçilmiş insanların iş başına gelmesi gerekiyordu. İşte, 1910’lardaki mağlubiyetimiz Kuvva-î Milliyeyi ortaya çıkardı. Artık Türkiye ve İslâm âlemi saltanattan ümidini kesmiş, iş başa düştü deyip ulusal devletleri oluşturmaya başlamıştı. Bu Kur’an’ın önerdiği yönetim şekliydi. Bu sayede bugün Müslümanların elliden fazla devletleri vardır, bu devletler her gün biraz daha bağımsızlaşmakta biraz daha güçlenmektedirler. Bu gelişme 1910’ların kerametidir.

3- 1920’lere geldiğimizde Türkler için en başarılı yıllar olmuştur. a) İstiklâl Savaşımızı kazanarak Viyana bozgunundan beri gerilemekte olduğumuz durumdan kurtularak zaferler kazanmaya başladık. b) Batılılaşmak için gerekli olan inkılâpları tamamladık. Ondan sonra artık yeni inkılâplar yapmadık. c) En önemlisi Malazgirt’te başlayan fetih ancak 1920’lerde tamamlanmıştır. Anadolu’nun yüzde 50’si azınlık iken “mübadele” ile yüzde 90’nın üstünde İslâmlaşması sağlandı. d) Yaşlanmış imparatorluğun yerine yeni devletimizi ve cumhuriyetimizi kurduk.

4- 1930’lara geldiğimizde muasır medeniyetin üstüne çıkmayı hedefledik. KİT’leri kurarak Davut aleyhisselamın 3000 yıl önce uyguladığı devletçiliği getirdik. Kapitalizmde her şeyi sermaye yapar. Sosyalizmde her şeyi devlet yapar. İslâmiyet’te ise serbest rekabetin olduğu işleri rekabet içinde sermaye yapar. Serbest rekabetin olmadığı işleri ise devlet vakıflar içinde yapar. Yani “halkçılık” “devletçilik” ile dengelenmiştir. Sonra Mussolini bizden öğrenmiş ve İtalya’da uygulamıştır. Hitler de Mussolini’den öğrenmiştir. Hitler’e “Sen bunu nereden öğrendin?” diye soruyorlar; o da “Ben bunu Mussolini’den öğrendim, o da Mustafa Kemal’den öğrendi.” diyor. Bugün Güneydoğu Anadolu projemiz var. O sayede var. Türk Havayolları var, Karayolları var, Demiryolları var. Her şeyi sattık ama bunları henüz satmadık. ABD’de uzay projesini devlet yürütüyor. Çin bugün ABD ile yarışır ekonomiye devletçilikle ulaştı, sosyalizmle değil.

5- 1940’lara geldiğimizde Türkiye’ye demokrasiyi getirdik. Saltanat 1910’larda bitti. Diktatörlük 1940’larda bitti. Çok parti sistemi geldi. Dinsizleşme siyaseti sona erdi.

6- 1950’lerde demokrasinin ilk uygulaması yapıldı. Ezan serbest bırakıldı. İslâmî okullar açıldı. Adnan Menderes “Türkiye Müslümandır, Müslüman kalacaktır.” dedi. Sonra onu bunun için astılar ama asmakla İslâmiyet’i güçlendirdiler.

7- 1960’larda çok partili anayasa geldi. Müslümanlar artık uykudan çıkıp örgütlenmeye başladılar. Akevler, Millî Görüş, Akyazılı Vakfı hep bu dönemin kuruluşlarıdır. Artık inanmış insanlar ‘biz de varız’ dediler. Daha önce eğer namaz kılıyorsan ortada görünme hakkın yoktu. Şimdi namaz kılanlar ortalıkta boy gösteriyorlar.

8- 1970’lere geldiğimizde MSP olarak CHP ile koalisyon yaptık, bu sayede dünyadaki sağ-sol kavgasını bitirdik.

9- 1980’lerde Kenan Evren asıl büyük hamleyi yaptı.

a) Orduda Atatürkçülük hakkında bir kitap hazırlattı. Kitabın son cümlesi şudur; görülüyor ki Atatürkçülük dinsizlik değildir diyor. Böylece 1900’lardan beri İslâmiyet’e karşı tavır almış olan ordu sonunda İslâmiyet’i benimsemiştir. Ondan sonraki siyasi gelişmeler ordunun bu yeni yönüyle sağlanmıştır.

b) İmam-Hatip okullarını lise hâline getirdi. Kur’an kurslarını serbest bıraktı. İslâm enstitülerini fakülteleştirdi. Böylece İslâmiyet’i diğer müesseseler seviyesine çıkardı. Erbakan’ın telaffuz bile edemediği işleri başardı.

c) Bu yetmedi, İslâm Konferansı Örgütü’ne katıldı ve İSEDAK’ın başkanı oldu. Resmen İslâm âlemi içinde yerini aldı.

d) İsrail ile ilişkiyi maslahatgüzarlığa indirdi. 28 Şubat’ta geri dönüşler oldu ama AK Parti geldi. Şimdi Kenan Evren’den intikam alıyorlar. 90 yaşındaki adamı efsaneleştiriyorlar. Evren nasılsa ölecektir. Ama hiçbir zaman İslâmiyet’e doğru atılan adımlar geri gelmeyecektir. Bu yılları artık Müslüman Millî Görüş İzmir adayı Turgut Özal idare ediyordu.

10- 1990’larda Millî Görüş hükümet kurmuştur. Erbakan başbakan olmuştur. “Adil Düzen”in ilk denemesini yapmıştır. 1970’lerde CHP ile koalisyon yaptık ve Kıbrıs’ı aldık. 1990’larda Çiller ile koalisyon yaptık ve en başarılı bir yıllık hükümet olduk.

11- 2000’lerde ise artık anayasa ekseriyeti ile namaz kılanlar, başı örtülüler iktidardadır. Görülüyor ki her on yılda bir biz büyük başarılara imza attık.

12- Şimdi Cemil Çiçek yeni anayasa kampanyasını başlatmıştır. Bir sene içinde başaracağını iddia etmektedir. Bir yıl içinde başaramayacaktır ama on yıl içinde başarılacaktır. Türkiye yeni anayasaya kavuşacak, yüzüncü yılını “Adil Düzen Anayasası” ile kutlayacaktır. On sene sonra da 2033’de artık “Adil Düzen” Türkiye’de uygulanmış hâle gelecektir gibi görünmektedir. Tam tarihini Allah bilir.

Şimdi diyebilirsiniz ki; 1900’den beri başarılar içindeyiz de Müslümanlar hiç mi zulüm görmedi? Gördü ama bu karşı tarafın kötülüğünden değildi, bizim eksikliğimizdendi. Nefsimizden dolayı bunları çektik.

Yanlış anlamışız, yanlış düşünmüşüz...

Batı’nın üstünlüğünü görünce ulemayı toplayıp; “Haydi, neden yeniliyoruz, neden ekonomimiz kötüdür, araştırın, içtihat edin” deyip ulemamıza içtihat yaptıracağımıza, tam tersine biz Avrupa sokaklarına siyasileri göndermiş ve sonra onlara ıslahat yaptırmışız!

İslâm âlimleri de kendilerini toparlayıp Cumhuriyet hükümetlerine yol göstereceklerine, ileri uygarlığın projesini götüreceklerine, onlar karşı çıkmış ve inkılâplara karşı direnmişlerdir. Oysa inkılâpların hemen hepsi yerinde olmuştur. En saçma görünen harf inkılâbıdır. Bunun ne kadar yerinde olduğunu ben Kırgızistan’da gördüm. Oraya gittim. Gayem oraya İslâmiyet’i götürmek olmuştur. Bunu hangi dille yapacaktım? Rusçayı denemedim çünkü ben bilmiyordum ve Rusçada İslâmî kitaplar yoktu. Arapçayı denedim. Baktım ki Arapça ile Sovyet halkına İslâmiyet’i anlatamam, çünkü Arapçada çağdaş kitaplar yoktu, Batı’nın anlayacağı terminoloji yoktu. En uygun dil olarak Türkçeyi buldum. Türkçede hem İslâmî terminoloji var hem Batı terminolojisi var. Dünyanın en zengin dili Türkçedir. 21’inci yüzyılın dili Türkçe olacaktır. Çünkü insanlar “Adil Düzen”i Arapçada değil Türkçede bulacaklardır. İşte dilimizi bu zenginliğe kavuşturan ve asrın dili yapan harf inkılâbıdır. Takdir-i İlâhi ile böyle olmuştur.

Biz İslâm düzenini “Adil Düzen” olarak ortaya koyduk. İslâm’a karşı olanlar topla tankla üzerimize yürüdü. Müslümanlar da tüm muhalefetleriyle karşı çıktılar. İşte bu bizim aleyhimize idi ve başımıza gelenler hep bu sebeple gelmişti.

Bugün de eğer sıkıntıda isek biliniz ki bu bizim kendi nefislerimizden dolayıdır. Adil Düzen Çalışanlarının -birkaç kişi hariç- hepsi bu çalışmaları bırakıp cari düzende kendilerine makam aramakla meşguller. İlmî çalışmalarını ya tamamen bıraktılar ya da dostlar alışverişte görsün kabilinden devam ediyorlar.

“Aleyke Nefsuke” denmiş olsaydı ben şahsen kendimi suçlayacaktım ama “Aleyküm Enfüseküm” dediği için biz cemaat olarak hatalı durumdayız. Onun için çektiğimiz sıkıntı varsa çekiyoruz işte. Kaldı ki bugün Adil Düzen Çalışanlarının sıkıntıları yoktur. Adil Düzen çalışmalarındaki gevşeklik dışında herhangi bir ihtiyaçları görülmemektedir.

Gelecekte eğer sıkıntılara girersek bugünkü “Adil Düzen”e karşı takındığımız ilgisizlik sebebi ile gireceğiz.

لَا يَضُرُّكُمْ

(LAv YaWurRuKuM)

“Size zarar vermez.”

Siz” kelimesinin Arapçada iki manâsı vardır. “Ey iman etmiş olanlar” dendiği zaman burada tüzel kişiyi içeren sizdir. Fertler değildir. Ya da fertlerin her biridir. “Men Âmene”dir.

Arapça dilinde çoğul kavramı gelişmiştir. Üç türlü çoğul vardır. Erkek kurallı çoğul tüzel kişiliği olan topluluktur. Orada kişiler ayrı ayrı değil de topluluk olarak girer. Siz ve hüm zamirleri ise iki çoğul arasında müşterektir. Size zarar vermez dendiği zaman ya topluluğunuza zarar vermez veya hiçbirinize zarar vermez demektir.

Savaşa girmiş olan iki toplulukta iki taraf da zarar görür, iki taraftan da ölenler olur. Yani iki tarafın halkı da zarar görmüş olur. Topluluk hâlinde ise mağlup olan zarar görür, galip gelen ise zarar değil yarar görür.

Burada “size zarar vermez” dendiği zaman bu iki manâdan birisi çıkar.

1900 yılından bugüne kadar daima yararlanan mü’minler ayrı ayrı kişiler değildir. Kişiler hep zarar görmüş, ıstırap çekmiş, şehit olmuşlardır. Yarar gören topluluğumuzdur. İslâmiyet yarar görmüştür. Yoksa orada yer alan kişilerin çoğu savaşın kötülüklerinden paylarını almışlardır.

Bundan sonra da mü’minler, “Adil Düzen”i getirenler zarar görecekler, sıkıntı çekeceklerdir. Her zaman şehitler vereceğiz ama zafer daima “Adil Düzen”in olacaktır.

Mü’minlerin bu noktayı iyi anlamaları gerekir. Kur’an; Allah sizin mallarınızı ve canlarınızı cennet karşılığı satın almıştır diyor. Bizim mal ve canlarımızla “Adil Düzen” insanlığa gelecek ve ortalık nurlanacaktır. Kur’an’da Kur’an’a inananlar ikiye ayrılmaktadır; Müslimler ve mü’minler. Müslimler dünyada da hasene âhirette de hasene isteyenlerdir. Mü’minler ise dünyadaki mallarını ve canlarını vererek âhirette üstün derece ile Allah’ın rızasını isteyenlerdir. Kur’an’ın esas muhatabı mü’minlerdir. Çünkü Kur’an’ı yeryüzüne onlar hâkim kılacaklardır. Kurallı erkek çoğul ayırımsız hem erkek mü’minleri hem kadın mü’minleri içine aldığı için hep erkek sığası ile hitap eder. Bu kuralları bilmeyen veya bilmek istemeyen yorumcular Kur’an’ın yalnız erkeklere hitap ettiğini ileri sürerek eleştirirler. Oysa ey mü’minât diye bir hitap yoktur. Ey nebinin nisaı hitabı vardır. Her kadına ayrı hitaptır.

مَنْ ضَلَّ

(MaN WalLa)

“Dalalet eden kimse.”

Dalalet eden kimse” “Men” ile getirilmiştir.

Kim olursa olsun; ister İslâm düşmanı, din düşmanı, azılı ateist dinsiz olan kimse olsun, ister etlisine sütlüsüne karışmayan kimse olsun, sizden olsun veya başkalarından olsun, kim olursa olsun size zarar veremez. Yani bir topluluk eğer kendi aleyhine değilse, kendi nefsi kendisine zarar vermiyorsa, kişiler o topluluğu zarara uğratamazlar.

Dışarıdaki düşmanlarımız, içerideki mikroplarımız bize zarar vermez.

Bunları biz söylemiyoruz, Kur’an söylüyor. O halde zarar görmüşsek, zulme uğramışsak, topluluk olarak zarara uğramışsak, bu zarar bizi zarara uğratanların kötülüğünden değil, bizim kendimizde olanlardan dolayı nefsimizdir.

Kur’an’ı tam olarak kavrayarak yorumlamak için insanlığı iyi bilmek gerekir.

Darwin nesiller arası uygarlaşmayı ayıklama teorisi ile açıklamıştır. Ona göre türler arasında çatışma vardır. İyi türler kötü türleri ortadan kaldırır, böylece evrimleşme olur.

Durum şöyledir. Belli döneme geçildikten sonra genetik yaşlanma olur. Örnek olarak ağaçlar gençken yeni filizler verip büyürler. Yaşlanınca da büyüme kabiliyetini kaybederler. Yaşlı ağacın fidanını kalem yaparsanız o aşılanmış ağaç büyümez, cüce kalır. Bu husus klonlamada da görülmektedir. İşte tür yaşlanınca yeni bir tür ortaya çıkar. Yeni kromozomlarla ortaya çıkar. İşte bu yeni tür artık yaşlı değildir. Canlılar arasındaki yarışma sonunda eski tür ortadan kalkar. Yani Darwin’in seleksiyon teorisi doğrudur. Eksiği vardır. Yeni tür kendiliğinden meydana gelemez.

İnsanlar ise uygarlaşan varlıklardır. Topluluklar uygarlaşır. Her asırda bir uygarlaşma adımı atılır. Bu uygarlaşma değildir. Büyümedir. Bir yaş almadır. Ama bin yılda bir uygarlaşma olur, toplulukların yapısı değişir. Yani yıkılan, yok olan topluluklar yaşlandıkları için yok olurlar.

Osmanlı İmparatorluğu, Rus Çarlığı, Nemse Krallığı, Çin, Hint de yıkılmaya mahkûmdu. Çünkü ömürlerini doldurdular. Hint henüz kendisini yenileyemedi. Dünya yenileyemedi. “Adil Düzen” henüz gelmedi. İşte topluluk hâlinde bunun için zarar görmüşlerdir. İslâm âlemi de bunun için zarar görmektedir, görmüştür.

Biz Viyana’ya varmasaydık Avrupa uygarlığı doğmazdı.

Onlar da Sakarya’ya kadar gelmeseydi “Adil Düzen” ortaya çıkmazdı.

Topluluklara olan zararlar hep o toplulukların kendi yapılarında meydana gelen bozulma ve yaşlanmadan ileri gelmektedir.

Dünyanın dinsizleşmesi de bu sebeple olmuştur. Kur’an’ın dışındaki kitapların hepsi tahrif edilmiş bozuk ve yanlış ifadeler içermektedir. Kur’an’ın lafzı ve dili bozulmamıştır ama birçok manâları çağın anlayışına uymayan şekilde yorumlanmıştır.

Prof. Dr. İbrahim Kafi Dönmez ve Zekiyuddin Şaban “İslam Hukuk İlminin Esasları” olarak usulü fıkıh tercüme edilmiş. Bu semineri yazmadan önce karıştırıp bakmıştım. Tedayün âyetine manâ vermişler ve yine nedb için olduğunu savunmuşlar. Birisi nedb için olunca bütün emirler nedb için olur denmiş. Nedbe delil de emanet alan emaneti eda etsin âyeti güvenip de yazılı belge tanzim etmeyen anlamına almış, nedb olduğuna da işaret vardır demişlerdir. Oysa âyet hamiline yazılmış paranın nasıl çıkarılacağını anlatmakta, mübayaaya şahit şartı getirilmektedir. Mübayaa taşınmazların devridir. Bugünkü tapu yönetimidir. Yani bu âyetler merkez bankasını, tapu idaresini ve bugün kapitalistlerde olmayan kamu ambarlarını ifade etmektedir. Bunların hükümlerini tanzim etmektedir.

“Adil Düzen”le biz bunları otuz sene önce ortaya koyup anlattığımız halde, Akevler’le yakın ilişkisi olan İbrahim Kafi Dönmez bile bunu öğrenme ihtiyacı duymamıştır. Oysa kayınpederi Ahmet Bülbül Akevler’in ilk beş kurucusu arasındadır.

İşte aleyhimizde olan budur. Bu nefsimizdir. Burada bu kişiler ayrı zarar görmeyebilirler. Âhirette de makamları cennet olur. Ama bu böyle giderse Türkiye Cumhuriyeti yıkılır. Türkler soykırıma uğrayabilirler.

إِذَا اهْتَدَيْتُمْ

(EiÜa iHTaDaYTuM)

“İhtida ettiğinizde.”

Burada “İn” değil de “İza” gelmiştir. Yani biz ihtida edeceğiz. İhtida ettiğimiz müddetçe onlar bize zarar veremeyeceklerdir. İhtida edip etmeyeceğimiz bize bırakılmamış, mutlaka ihtida edeceğimiz bildirilmiş. “İza” kelimesi getirilmiştir. “İza”dan sonra gelen fiil-i mazi muzari anlamını taşır. Gelecekte ihtida edeceksiniz anlamındadır.

Uygarlıkları daha önceden hazırlanmış bir topluluk yapar. III. bin yıl uygarlığına da Türkiye hazırlanmıştır. Uygarlığı 300-400 seneden önce hazırlanmış bir topluluk yapar. Bu hazırlanma da iki uygarlığın sentezinden doğar. İşte Türkiye yeri, tarihi ve inkılâpları ile batı ve doğu medeniyetlerini sentez edecek bir topluluk hâline gelmiştir. Batılılaşma Türkiye’de 300 sene evvel başlamıştır.

Yirminci yüzyıldaki adımları yukarıda anlattık. Yirmibirinci yüzyılda nereye doğru adım atmakta olduğumuzu söyledik. İşte buradaki “İza” bize o olacakları söyletmektedir.

İhtida ettiğinizde” denmektedir.

“İhtida” kelimesi üzerinde durarak ne yapmamız gerektiğini öğrenmemiz gerekir.

İhtida” iftial bâbındandır. Kur’an’da bu babdan emirler olarak dört kök vardır; İhtida, İttika, İttiba ve İbtiğa. Bizim dört müessesemize bunları bölüştürmemiz gerekir.

“Allah’ın fadlından ibtiğa edin” emri ile bu ibtiğanın ekonomik olduğu anlaşılmaktadır. “Ve yezidu min fadlihi” âyeti ile bu emir birleşmiş olacaktır. Kârda ibtiğa yarıştır. Şöyle ifade edelim. Bir insanın bir saat çalışması bir insanı bir gün doyuracaktır. Bu ahsenu mâ amilûdur. Burada ibtiğa yok, yarış yok. Herkes hakkını almalıdır. Mübadeleden doğan kazanç vardır. Bunlar kat kattır. İşbölümünün doğurduğu imkândan dolayı zenginlik ortaya çıkmaktadır. İşte bunda ibtiğa vardır yani yarış vardır.

İttiba ise tâbi olmadır. Siyasidir. Güç oluşturmak için tek emir ve komuta içine girilmelidir ve komutana itirazsız tâbi olunacaktır. Bu fevkalade hallerde ve savaşlarda böyledir. Barışta ise herkes kendi içtihadı ile amel eder. Barışta ittiba yoktur.

İttika ise ahlâklı olmadır. Ahlâkî bir müessesedir. Herkes kendisini haramlardan korumalıdır. O halde “ihtida” ilmî müessesedir. Kur’an’da içtihat kelimesi bu manâda kullanılmamaktadır. Cehd kelimesinde iftial bâbı Kur’an’da geçmemektedir. Kur’an’da “içtihat” kelimesinin yerine “ihtida” vardır. “Hediye” barış anlamında gönderilen bağıştır.

Hacca gidenler Kâbe’ye hedy gönderirler. Zamanla hadi kılavuz anlamına gelir. Nereye gidileceğini bilemediğiniz yere götüren kılavuz hadidir. İki türlü hadi vardır. Biri size işaretle gösterir. Ondan sonra sen kendin o bilgiye dayanarak yol bulursun. İşte bu ihtidadır. Yani sen sadece bilgileri topluyorsun, sonra o kendisi karar veriyor. “Hadi”ye ise tâbi olunur. Orada içtihat yapılmaz.

Burada beyan edilen ittiba değil ihtidadır. Yani içtihat yaparsanız o zaman onlar size zarar veremezler deniyor.

“Bizim için kim cihad yaparsa biz onlara elbette sebillerimizi hidayet ederiz” denmiştir. “İçtihat” kelimesi ile “ihtida” kelimesi böylece birbirine alakalı kılınmıştır. Demek ki Allah bize “Adil Düzen”e girmemiz için ibtiğayı emretmiyor, para kazanın demiyor, ittiba ediniz demiyor, ittika ediniz demiyor; “ihtida ediniz” diyor. Onların bize zarar vermemesi için içtihat yapmalıyız, ilmimizi artırmalıyız.

Bunun iktiza ile manâsı, eğer siz “Adil Düzen” ilminizi artırmazsanız, “Adil Düzen” için çalışıp ilmini ortaya koymazsanız, o takdirde onlar zarar verebilirler. O halde bizim başımıza ne kötülükler gelmişse Kur’an’ı bırakıp sadece fukahanın ilimlerini inceleme yapmamızdandır.

İşte…

Akevler Ekolü bu usule son vermiş, doğrudan Kur’an’dan istidlâl etmeye başlamıştır.

Cengiz Demirci başkanın nefy edeceğine dair delilin nedir diye soruyor.

Muharebe âyetinde katl, selb ve kat’ hükümlerini ifade ederken tef’il bâbından getirmiştir. Nefy ise sülasiden getirilmiştir. O halde bunlar arasında fark vardır.

Bu farkı nasıl bileceğiz?

Sünnetle bileceğiz.

Hazreti Peygamber, Mervan’ı Medine’nin bir mil dışına sürmüştür, Hazreti Ebubekir iki mil sürmüştür, Hazreti Ömer üç mil sürmüştür, Hazreti Osman ise onu yanına alıp kâtip yapmıştır. Bunların hiçbirisine kimse itiraz etmemiş, sükuti icma doğmuştur.

İşte bu “yunfev” kelimesinin sülasi olmasının uygulama tefsiridir.

İslam âlemi ihtidayı yani içtihadı bıraktığı için bugünkü bu durumdayız. Demek ki gayet açık olarak içtihat müessesesini terk ettiğimiz için perişan haldeyiz.

Akevler içtihat müessesesini yeniden başlattığı için bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardayız. İslâm âlemi süper güç olma yolundadır.

إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا

(EiLay elLAHi MaRCiGuKuM CaMIyGan)

“Cemian merciniz Allah’adır.”

Racea” kelimesi “İlâ” ile geldiği zaman ona dönmek, ona müracaat etmek anlamındadır. Lazım fiildir. “İlâ” ile müteaddi olmuştur. “Racea Bihi”de bir haberi veya şeyi getirmek, onunla dönmek anlamındadır, yine lazım fiildir, “Bi” ile taaddi etmiştir.

“Racea” kelimesi doğrudan da teaddi eder. “Raceakellahu” Allah seni rücu ettirse anlamındadır. Burada “İlâ” ile teaddi etmiştir.

Kur’an’da “Merciiniz Allah’adır” dendiği gibi “Mesiriniz Allah’adır” da denmektedir. “Mesir” bedenen bulunmadır. “Merci’” ise hüküm olarak bulunmaktır yani orada olmaktan ziyade orada sorguya çekilmedir.

Cemian” kelimesi getirilmiştir. Hepimiz bir arada sorguya çekileceğiz. Hepimiz birlikte dirileceğiz. Şimdi dünyaya peş peşe geliyoruz, muasırlarımız var. Bizden önce gelenler var, biz onlara yetişmedik. Bizden sonra gelecekler var, onları da biz görmeyeceğiz. Ne var ki arada kesinti yok. Babam dedesi ile hesaplaşacaktır. Ben de babamla hesaplaşacağım. O zaman dedemle benim de aynı zamanda var olmamız gerekir.

İşte, âhirette Hazreti Âdem’den kıyamete kadar gelen bütün insanlar birlikte haşr olacaktır. Burada şu soru soruluyor: Aynı yerde binlerce insan gelip geçti, orda nasıl sığacaklardır? Bunun izahı dün teorik olarak yapılmıştı, yeryüzü genişletilecektir. Bugün ise bu sorun dört boyutlu uzayla çözülmüştür. Zaman dördüncü boyuttur. Yok olmamaktadır. Sadece arkada kalmaktadır. Nasıl Ankara’ya giderken Bolu Tüneli’ni geçince Düzce arkada kalıyor ama yok olmuyorsa, aynı şekilde de benim yaşadığım ev ile babamın yaşadığı ev aynı ev gibi görünüyor, oysa o ev orada kalmıştır. Benim yaşadığım yeniden gelen evdir.

Haşr olduktan sonra hesaba çekileceğiz. Herkes zerre kadar iyilik yapmışsa onu görecektir, kötülük yapmışsa da onu görecektir. Muhasebe defterleri hiçbir şeyi eksik bırakmayacaktır.

Hesap tutma demek yalnız miktarları yazmak demek değildir, aynı zamanda değerleri de yazmadır. Değerlerin görüntüsü alınmaz, ancak kaydedilir. “Bu at 10 000 TL eder” dediğimiz zaman bunu göremezsiniz, sadece bizim beynimizde oluşur. Bu sebepledir ki dünyada görevli melekler vardır, insanın yaptıklarını yazmaktadırlar.

Hayat basit oluşumlardan oluşmamıştır. Bir hücrenin içinde bir dünya vardır, faaliyet vardır. İnsan da basit bir varlık değildir. Ruhu vardır. Onunla bedeni idare eder. Ama onun yanında onu kötü yola sürükleyen şeytanı vardır. Daima mikrop gibi yanındadır. Fırsat buldukça zehrini boşaltır. Aynı şekilde melekler vardır. Onlar da insanın yaptıklarını değerleri ile defterlere kaydetmektedirler. Merciimizde oradaki kayıtlara göre hesap vereceğiz.

Beynimizdeki kayıtlar bilgisayar kayıtlarıdır. Ne var ki beynimizde o kayıtlar silinmemektedir. Sadece o dosyalar kapatılmakta, yeni dosyalar açılmaktadır. Âhirete vardığımızda o dosyalar da açılmış olacak, tüm hayatımızı birden görmüş olacağız.

Şimdi bir filmi seyrediyoruz. İstediğimiz zaman geri çevirerek eski seyrettiklerimizi görebiliyoruz. Dünyada nasıl filmi birlikte görebiliyorsak, aynı şekilde âhirette de hayatımızı birlikte görmüş olacağız.

Anne karnında olan bir bebeğin dünyadan haberi yoktur. Oradaki hayatı yaşamaktadır. Tek boyutlu uzaydadır. Hattâ nokta boyutundadır. Dünyaya gelince üç boyutlu uzaya geçer ve onun için çok daha ileri bambaşka bir hayat doğar.

Âhirete gittiğimizde de durum böyledir. Bu dünyanın üç boyutlu hapsolmuş dünyasından dört boyutlu kâinata geçmiş olacağız.

Şimdi şu soru sorulabilir: Siz ihtida ederseniz onlar size zarar vermeyeceklerdir beyanından sonra, birden âhirete geçip “Cemian merciiniz Allah’adır” deyip oralardan haber vermesinin hikmeti nedir?

Bundan önce “siz” kelimesini tahlil ederken orada kişilerin ayrı ayrı değil de topluluk olarak kastedildiğini ifade etmiştik. Kişilerin dünyada zarar görebileceklerini, hattâ şehit olabildiklerini söylemiştik. Biz onu orada söylerken istihsan ile söyledik. Hayata baktık. Başka âyetlere baktık ve böyle olması gerektiğini ifade ettik. Allah o zaman öyle ilham etti. İşte şimdi bu beyan o istihsanımızın doğruluğunu ifade etmektedir. Yani topluluğa ait hüküm yukarıda ifade edilmiştir. Kişilere ait hükümler ise burada beyan edilmektedir.

Harfi atıf yapmadan merciiniz banadır denmiştir. Size zarar veremezler demek âhirette de zarar veremezler demektir. Yani kişilere verilen dünyada verilen zarar değildir. Çünkü insan dünyada çektiği tüm sıkıntıların mükâfatını alacaktır. Nezle olduğumuz zaman çektiğimiz ıstıraplar defterimize yazılmaktadır. O bizim için sevap hanesinde yer almaktadır. Nasıl biz hukukta diyoruz ki, eve hırsız girerse insanın kendisini koruması için öldürülebilir ama sonra diyeti ödenir. Bunun gibi, Allah da bu dünya düzeninin yürümesi ve uygarlığın oluşması için savaşı meşru kılmıştır. Savaş meşru olunca insanlar ölecektir. O halde onlara ıstırap verilecek, yakınlarına ıstırap verilecek. İşte, Allah sonra âhirette onun diyetini ödeyecektir.

Başka şekilde izah edelim. İki taraf savaşmaktadır. İhtida eden taraf savaşı kazanacaktır. Dünyevi hüküm böyledir. Batılılar içtihada başladılar. Doğulular içtihadı yasakladılar. Sonunda batılılar galip geldi. Bu dünyanın uygarlaşması için onların galibiyetinin gerçekleşmesi gerekli idi.

Diyelim ki onlar kötülük için savaşıyorlardı, sömürü için savaşıyorlardı. Bizim taraf da iyilik için savaşıyordu. Yani ittika bakımından daha etka doğulular idi ama ihtida bakımından onlar daha ehda idiler. Ehda oldukları için galip geldiler. Âhirete vardıklarında ise etka olanlar etkalık sevabı alacaklardır. Onlar ise eşkalık günahını alacaklardır. Bunlar defterlere geçecektir. Burada şehit olanlara Etka+Zararın tazminatı karşılık bulacaklardır. Oysa karşı tarafta ise Eşka-Zarar tazminatı kadar az ceza çekeceklerdir.

Cemian” ifadesi ile kişiler muhakeme edilip âhirette karşılıklar takdir edilirken, kaderi gereği Avrupalı olan kaderi gereği Asyalı olan insanlar cennetin ve cehennemin kaderi içinde olmayacaklardır. Her kişi doğrudan kendisinin bilerek kasten yaptığı şeylerden sorumlu olacaktır.

Sıffin Savaşı’nda Hazreti Peygamber tarafından cennetle müjdelenen kimseler karşı karşıya gelmiş ve birbirleri ile savaşmışlardır. Bunlar bu savaşları yaparken kendi şahsi çıkarları ve ihtirasları sebebiyle savaşmadılar, içtihatları gereği savaştılar. Dolayısıyla kişi olarak niyetlerine göre âhirette mükâfatlarını alacaklardır. Ehli Sünnetin görüşü budur. Bu görüşe biz de katılıyoruz. Ne var ki bu kural iltimasla uygulanmamalıdır. Avrupalılarla Asyalılar arasında sürüp gelen savaşlarda da durum budur. İnsanlar niyetlerine ve amellerine göre karşılık alacaklardır. Sorumluluk tamamen kişiseldir.

Türkiye’de de inkılâpçılarla tutucular arasında çetin mücadele geçmiştir. İnkılâpçılar muhtedi oldukları için galip geldiler. Tutucular muttaki oldukları için cennettedirler. İnkılâpçılar da niyetlerine göre ya cennette ya cehennemdedirler. Yani âhirete geldiğimiz zaman orada ihtida işe yaramaz, orada ittika esas alınmış olacaktır. Bu dünyada da ittika değil ihtida zaferi getirir.

Demek ki Adil Düzen Çalışanları hem muttaki hem de mühtedi olmalıdırlar.

Bugünkü AK Parti’nin zaferi buradan gelmektedir. Uzaktan da olsa Adil Düzenci olarak hem muhtedi hem muttaki oldukları için oralara geldiler. Şimdi ise ihtidayı bıraktılar, “Adil Düzen”e karşılar, Millî Görüş gömleğini çıkardılar. Dolayısıyla zarar göreceklerdir.

Biz bu vesileyle burada “Millî Görüş” ile “Adil Düzen”i tekrar hatırlatmak isteriz.

“Millî Görüş” demek kendi görüşümüz demektir. Şimdiki halkımızın görüşü demektir. Ulusal görüş demektir. Türkçede millet ulus demektir. Yani içtihat ve icma ile hareket etmemiz gerektiğini ifade eder. Erbakan önce Türkiye’yi, sonra İslâm âlemini, sonra da tüm mazlum insanları hedef almıştır. Bu da “Adil Düzen”dir yani “Millî Görüş”ün tüm insanlarla bütünleşmiş olarak ortaklaşa oluşturduğu düzendir.

“Millî Görüş”ü bırakmak demek, içtihadı yani ihtidayı bırakmak demektir.

“Adil Düzen”i bırakmak demek hidayetten dalalete gitmek demektir.

Cemian” kelimesinin başka bir iktiza ile delaleti şudur. Bugün yapılmakta olan olaylar yani tarihî gelişme bugünkü insanların yaptıkları değildir, geçmişteki olayların devamıdır. Erbakan’a şunu söylemiştim. Söylediklerinin hepsi doğrudur. İki hata vardır. Bu hataları sanki AK Parti doğurmuş gibi suçluyor, çözümü de Saadet Partisi’nde arıyorsunuz. Oysa bugünkü durum geçmişin bir mirasıdır. Çözüm de Saadet Partisi değil “Adil Düzen”dir.

Demek ki ihtida tarihî akış sonunda elde edilecektir. Kişilerle ilgili âhirette soruşturma yapılırken ise tarihî akış içindeki rollerine göre soruşturma yapılacaktır. Bizim neslin sorumlulukları başka, sizin sorumluluğunuz başkadır. Biz o durumdan bu duruma gelirken görev aldık. Siz bu durumdan daha ileri duruma götürürken görev alacaksınız. Yani göreviniz farklıdır. Sorumluluğunuz da farklı olacaktır. Hesabı verirken geçmiş ve gelecek içinde birlikte hesap vermiş olacağız. “Cemian”ın ifade ettiği bir manâ da budur.

فَيُنَبِّئُكُمْ

(FaYuNabBiEuKuM)

“Size tenbi edecektir.”

“Nebi” gözcü demektir. “Nebee” gözcülük demektir. “İnba” ve “Tenbi” gözcünün gördüğünü karargâha aktarması demektir.

Tenbi etmek” tedrici bir şekilde aktarmadır.

Burada “Fa” harfi getirilmiştir. “Merciukum Cemian” kelimesi ile bu merciin âhiret mercii olduğu “cemian” kelimesi ile ifade edilmiştir. “Fa” harfi ile soruşturmanın bu dünyada değil de âhirette olacağı teyit edilmektedir. Yani birlikte Allah’a rücu ettiğiniz anda sizin soruşturmanız başlayacaktır.

Allah her şeyi bilmektedir. Onun hesap görmesi için tenbie gerek yoktur. Allah bu kâinatı dünyası ile âhireti ile bizim için yaratmıştır. Zamanı, mekânı, maddeyi, enerjiyi doğrudan kendisi var etmiştir. Bunun için insanları veya melekleri kullanmamıştır. Çünkü bunlar zaten yoktu. Bu kâinatı kendisinin bir işine yaradığı için yaratmamıştır. Kâinat eğer birileri tarafından değerlendirilmeyecek idiyse, bir şeye kullanılmayacak idiyse abes olurdu. Bu kâinatı bizler için yani ruhlar için var etmiştir. Bunlar insan, melek, cin ve ruhtur. Allah düzeni bunlar arasında kurmuştur. Kendisi takip edicidir. Son kararları kendisi vermekte, iradesi ile istediğini yapmaktadır. O şimdi bize karışmıyor diyemeyiz çünkü O zaman dışındadır. Ama bize sanki karışmıyor gibi gelir. Bütün olaylar sebep-sonuç ilişkileri içinde cereyan eder.

Âhirette de böyle olacaktır. Yargı kurulacak, belki de hakemleri orada da biz seçeceğiz. Şahitlerimiz olacak, soruşturmacılarımız olacak, bu dünyada ne yapmışsak ve hangi amaçla yapmışsak teker teker ortaya konacaktır.

İnsanın ruhu bir şeyi murat eder. Onun irade ettiği şey beyin bilgisayarında hemen kaydolur. Melekler de onu okuyabilirler. Nasıl bizim ruhlarımız birbirini ancak söz ve davranışla biliyorlarsa, melekler de ancak beyne yazılanı bilebilmektedirler. Hattâ bazı gizli beyin dosyaları vardır. Onu melekler de bilmez. Yalnız Allah bilir.

Bu dünyada ihtida ile zarardan kurtuluruz ama âhirette ise ittika ile sevap veya günaha ulaşırız. Bu dünyadaki sosyaldir, âhiretteki ise şahsidir, kişiseldir.

بِمَا كُنْتُمْ تَعْمَلُونَ (105)

(BiMAv KuNTuM TaGMaLUvNa)

“Amel ediyor olduklarınızı”

Bi” ile marifeleştirilmiş ve mevzileştirilmiş, “” ile de tamim edilmiştir. Yani bizi ilgilendiren her şey o gün tenbi edilecektir.

Burada “amel ettiklerinizden” denmektedir. Fiillerdeki cem hem kurallı ceme hem de kuralsız ceme delalet eder. “El-ulemau cau” dendiği gibi “El-âlimûne cau” da denir. Bunun için ayrı sığa yoktur. Çünkü fiilde tüzel kişilik söz konusu değildir. Yani burada kişilere yani ayrı ayrı herkese kendi yaptığı bildirilecektir demektir.

Yani uygarlaşma konusunda yaptıkları ayrı ayrı bildirilecektir; cezalandırılacaktır denmiyor, bildirilecektir deniyor. Çünkü ceza insanın diğer fiilleri ile birlikte olacaktır.

İnsanın fiilleri değişiktir. Kendi şahsını ilgilendiren fiiller vardır, yakınlarını ilgilendiren fiiller vardır, komşularını ilgilendiren fiiller vardır. Bunun dışında ocağını, bucağını, ilini, ülkesini ve insanlığı ilgilendiren fiiller vardır.

Burada bahsedilen ameller uygarlaşma ile ilgili olduğu için uygarlaşma ancak ocak, bucak, il, ülke ve insanlık içinde gerçekleşir. Dolayısıyla burada bahsedilen yalnız bununla ilgili amellerdir. Bunların hepsi deftere geçecek ama cezası veya mükâfatı ise diğer fiillerle birlikte değerlendirildikten sonra verilecektir. Bire on sevap yazılacak. Günah en çok bir yazılacak. Allah istediğini affedecektir.

Bu âyetin bize öğrettikleri şudur. “Adil Düzen”i biz getirmiyoruz, biz getirmeyeceğiz. Allah’ın takdiri ikinci Kur’an uygarlığının yeryüzüne gelmesi şeklinde olacaktır. Parça parça herkes “Adil Düzen”e doğru adımlar atmaktadır.

AK Parti “Adil Düzen”e karşı olduğunu söylemekte ama “Adil Düzen”in kırpıntılarından yararlanmaktadır. Mesela “Adil Düzen”e karşı olan Ömer Dinçer yerinden yönetimi ucun ucun getirmektedir. Ahmet Davutoğlu vizeleri kaldırmaya çalışmaktadır.

Sam Adian’ın bildirdiğine göre Çin’de de bizim dediklerimize yakın uygulamalar var. Sam Adian bir şeyi unutuyor. Biz Çinlilerden almadık. Biz buna binlerce sene önce başladık. Türkiye’de de “Adil Düzen”i henüz Sovyetlerde yenilenme olmadığı zamanlarda ortaya koyduk. Çin eğer bugün bir şeyler yapıyorsa bunları Kur’an’dan öğrenmiştir.

Önce ihtidadan bahsetmiş ve topluluğa hitap etmiştir. Burada ise amelden bahsetmiş ve amel eden kişilerden yani şahıslardan bahsetmiş, şahıslara hitap etmiştir.

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3095 Okunma
2-MAİDE 3
2879 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2167 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2252 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2131 Okunma
6-MAİDE 11-12
2860 Okunma
7-Maide13-15
2284 Okunma
8-MAİDE 16-17
2311 Okunma
9-MAİDE 18-19
2002 Okunma
10-MAİDE 20-26
2553 Okunma
11-MAİDE 27-31
4578 Okunma
12-MAİDE 32-33
2791 Okunma
13-MAİDE 34-37
2031 Okunma
14-MAİDE 38-41
2971 Okunma
15-MAİDE 42-44
2316 Okunma
16-MAİDE 45-47
3596 Okunma
17-MAİDE 48-50
2407 Okunma
18-MAİDE 51-53
2530 Okunma
19-MAİDE 54-56
2951 Okunma
20-MAİDE 57-60
2352 Okunma
21-MAİDE 61-64
2192 Okunma
22-MAİDE 65-67
2051 Okunma
23-MAİDE 68-69
2399 Okunma
24-MAİDE 70-72
2183 Okunma
25-MAİDE 73-76
2434 Okunma
26-MAİDE 77-79
1909 Okunma
27-MAİDE 80-82
2302 Okunma
28-MAİDE 83-88
1884 Okunma
29-MAİDE 89-91
3204 Okunma
30-MAİDE 92-95
2596 Okunma
31-MAİDE 96-100
2509 Okunma
32-Mide 101-103
2580 Okunma
33-MAİDE 104-105
2208 Okunma
34-MAİDE 106-108
2398 Okunma
35-MAİDE 109-110
3278 Okunma
36-MAİDE 111-115
2733 Okunma
37-MAİDE 116-118
2525 Okunma
38-MAİDE 119-120
2183 Okunma

© 2024 - Akevler