***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 53
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
تَرَى كَثِيرًا مِنْهُمْ يَتَوَلَّوْنَ الَّذِينَ كَفَرُوا لَبِئْسَ مَا قَدَّمَتْ لَهُمْ أَنفُسُهُمْ أَنْ سَخِطَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ وَفِي الْعَذَابِ هُمْ خَالِدُونَ (80) وَلَوْ كَانُوا يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ وَالنَّبِيِّ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ مَا اتَّخَذُوهُمْ أَوْلِيَاءَ وَلَكِنَّ كَثِيرًا مِنْهُمْ فَاسِقُونَ (81)
تَرَى
(TaRAy)
“Re’y edersin”
Bundan önceki âyette İsrail oğullarından bahsetmişti. Onların çoğunun Hazreti Davud ve Meryem oğlu İsa’nın dili ile lanet olunduklarını ve birbirlerini uyarmadıklarını anlatmıştı. Bu iki âyette yine onlardan bahsederek devam etmekte, onların davranışlarını anlatmaktadır.
Kur’an nâzil olduğu zaman Mekke halkı ticaretle geçiniyordu. Yeryüzünde uygarlaşmış topluluklar vardı. İran’da Sasaniler süper güç olarak mevcuttu. Kuzey Afrika’da ve Avrupa’da Hıristiyanlar vardı. Çin ve Hint uygarlaşmış ülkeler idi. Gök Türkler de parlak dönemlerini yaşıyorlardı. Hicaz’da henüz devlet aşamasına ulaşmamış iki kent vardı, nüfusları 10 bin civarında idi; Mekke ve Medine. Arap Yarımadası’nda yine uygarlaşmış Yemen vardı, Irak vardı, Şam vardı.
Mekkeliler ticaretle geçindikleri için dünyanın bu ülkelerinden haberleri vardı. Kendileri uygar değildiler ama uygar dünyayı çok iyi biliyorlardı. Hattâ Mekke kenti Sümer ve Mısır uygarlıklarının köprüsü idi. Kızıldeniz’i gemilerle geçen Mısırlılar Mekke’de konaklayarak Mezopotamya’ya gider ve gelirlerdi. Arapların Tevrat ve İncil hakkında kulaktan dolma bilgileri vardı. Yahudileri fazla sevmezlerdi. Hıristiyanlık ise süper güç olarak mevcuttu, hattâ bugün ABD nasılsa o gün de böyle üstün güç durumunda idi. Bu durumda en çok bahsedilecek kavimler Hıristiyanlar, Çinliler ve Hintliler olmalıydı. Böyle yapılmamış, Kur’an’da kavim olarak yalnız İsrail oğullarından bahsedilmektedir. Diğerleri kavim olarak değil, din olarak veya tarihi topluluklar olarak anlatılmaktadır.
O gün bu anlayışa bakarak Kur’an’ın Arap geleneği içinde bir anlayış olarak İsrail oğulları ele alınmış gibi görünür. Tarihte İbrani uygarlığını, Yunan uygarlığını, Roma uygarlığını İsrail oğulları kurmuştu. Hazreti Davut aleyhisselâm zamanında tertip ettikleri deniz seferleri ile Akdeniz’i ve Karadeniz’i göl hâline getirmişlerdir. Sonra Batı Anadolu’da kurulmuş olan Yahudi sitelerinin öğretileri içinde Yunan medeniyeti doğmuştur. Bir Yahudi olan Kıbrıslı Zenon’un kurduğu Stoa ekolü ile Roma Tevrat hukukunu öğrendi. Böylece Roma imparatorluğu olarak onlar sayesinde oluştu. Ondan sonra Emeviler ve Abbasiler zamanında yeniden sahneye çıktılar. Babil’de olduğu gibi yeniden Tevrat’ı yaygın hâle getirdiler. İspanya’daki Endülüs uygarlığının oluşmasında katkılarda bulundular. Haçlı Seferleri ile Batı zenginleşirken Batı uygarlığına hakim olmaya başladılar. Endülüs sonrasında İstanbul’a taşınarak Osmanlıların oluşmasında katkılarda bulundular. Tarihin en büyük uygarlık hamlesi olan günümüzün uygarlığı onlar sayesinde oluşmuştur.
Demek ki İsrail oğullarının en zayıf oldukları, hemen hemen yok oldukları dönem Kur’an’ın geldiği dönemdir. Tarihi ve geleceği ile ise küçücük bir kavim en etkili kavimdir.
Bunların bu görevleri gelecekte de devam edecektir. Kur’an’ın alternatifi olan Tevrat varlığını sürdürecektir. İşte bu sebepledir ki Kur’an kavim olarak İsrail oğullarından bahseder, bu da Kur’an’ın mucizesidir.
Kur’an’da, Firavuna gönderdiğimiz resul gibi bir resulü size gönderdik denilmekle Hazreti Musa ile Hazreti Muhammed karşılaştırılmıştır. Hazreti Musa Tevrat’ı getirmiştir. Hazreti Muhammed de Kur’an’ı getirmiştir. Yeryüzünde sadece iki şeriat kitabı vardır. Yeryüzü kıyamete kadar bu iki kitabın getirdikleri ile uygarlaşmaya devam edecektir. İncil ahlak kitabıdır. Hukuk kitabı Tevrat’tır. İnsanın ahlakı uygarlaşmamaktadır. Yunan klasiklerini okuyun, din kitaplarını okuyun, insan ruhiyatı hep aynıdır. Hiçbir değişme ve gelişme olmamıştır. Oysa topluluklar devamlı uygarlaşmaktadır. Bu sebepledir ki Kur’an İncil’den çok Tevrat’tan ve İsrail oğullarından bahsetmektedir.
Kur’an hep bir örnek verir, gerisini kıyasa bırakır. Kavim olarak İsrail oğulları, ahlaklı din olarak da Hıristiyanlar örnek olarak anlatılmaktadır.
Bunlar okunurken diğer kavimler ve dinler de aynı şekilde kıyasla ele alınmalıdır. Her ulus kendi tarihini böylece ele almalıdır. Biz Türklerin de kendi tarihimizi öğrenmemiz ve tarihî görevlerimizi bilmemiz gerekmektedir.
Yeryüzünde Hazreti Nuh’un üç oğlu olmuştur; Ham, Sam, Yafes.
Biri (Sam) Mezopotamya’da kalmış ve Sami ırkını oluşturmuştur.
Biri (Ham) batıya gitmiş ve ham ırkını yani Hint Avrupalıları oluşturmuştur.
Biri (Yafes) de doğuya gitmiş, Moğol ve Çin ırkını oluşturmuştur.
Batıdaki kuzey ırkı Cermenler olmuştur. Doğudakilerin kuzey ırkı Moğollar olmuştur.
Moğollarla Cermenlerin karışımı İskitler ortaya çıkmıştır. Bunlar Slavlarla Türklerin ataları olan kuzey ırkıdır. Bunların Cermenlerle tekrar karışımı Slavları, Moğollarla olan tekrar karışımı Türkleri oluşturmuştur. Slavlar Hıristiyanlığı, Türkler İslâmiyet’i kabul etmişlerdir. İşte bu tarihî ırk Orta Asya’dan Anadolu’ya gelmiştir. Anadolu’da zorla Hıristiyanlaştırılan ırklar vardı. Bunlar aslında doğulu ırklardan idiler. Bunlar tekrar Müslüman oldular ve sonunda Anadolu’nun halklarını oluşturdular.
III. bin yıl uygarlığını oluşturacak olanlar işte bu Anadolu halklarıdır. Türk ulusudur. Kürtler Avrupai dil konuşuyorlar. Ne var ki Selçukluların resmi dili de Farsça idi. Ama Kürtler Şiiliği değil Sünniliği kabul etmişlerdir. Yani Perslerden gelen ırk değildir. Bununla beraber İsrail oğullarının dışındaki kavimler ırka değil tarihî birliğe dayanmaktadırlar. Kendilerine özgü DNA karışımları vardır.
“Sen onları yani İsrail oğullarını görürsün” diyor. Bir kavim görülemez, onları bir yerde bulmak bile mümkün değildir. Ben hayatımda birkaç Yahudi ile karşılaşmışımdır. O halde buradaki görme gözle görme değil, onlardan bilgi edinmedir. Onların yaptıklarını görmedir. Bugün onları göreceğiz, hem de herkes onları görecek, öğrenecektir.
Demek ki İsrail tarihini iyi bilmemiz, onların fesatlıklarını ortaya koymamız gerekir.
İşte bu görevi Necmettin Erbakan yapmıştır, yazdıkları ve konuştukları ile onların neler yapmakta olduklarını ortaya koymuştur. Her şeyi bilmeye çalışmalıyız. Her şeyde iyilik ve kötülük vardır. İyilikten yararlanmak için onu bilmemiz gerekir, kötülükten korunmamız için de yine onu bilmemiz gerekir.
كَثِيرًا مِنْهُمْ
(KaÇIyRan MiNHuM)
“Onlardan çoğunu”
Buradaki “Hum” zamiri bundan önce adları geçen İsrail oğullarına racidir, yani Yahudilere racidir. Yahudi deyince daha çok Tevrat ehli anlaşılır. İsrail oğulları deyince Yakup aleyhisselâmın oğullarının nesli anlaşılır.
Kur’an’da kavim olarak tafdil edilen İsrail oğullarıdır. Yani Yahudilik Hıristiyanlıktan veya İslâmiyet’ten üstün değildir. Üstünlük olarak İsrail oğulları diğer kavimlerden üstündürler. Üstünlükleri kendilerine verilen görevlerin üstünlüğündendir. Sahabeler diğer insanlara nisbetle en çok üstün topluluktur ama bu üstünlük çocuklarına geçmemiştir. Sonra, bazı hususlarda İsrail oğulları, bazı hususlarda da mesela Türkler üstündür.
Sami ırkı gittikleri yerde halkı asimile eder, halkı kendilerine uydururlar, Araplaştırırlar. Hint Avrupa ırkı sınıf yaratır, yerlileri sömürürler. Türk ırkı ise yerli halkla kaynaşır ve birlikte yeni ulus oluştururlar. Türkiye bunun örneğidir. Anadolu’da din grupları birbirleriyle evlenmemişlerdir. Oysa Sünniler hep evlilik yaparak tek ulus oluşturdular.
“Onlardan çoğu”, ekserisi değil kesiri. Yani yüzde olarak fazla olmaları gerekmez.
“Kesir” kelimesi kalıp olarak değil kelime olarak çokluğu ifade ettiği için nekresinden teb’izi caizdir. Onlardan birçok kimse demektir.
Onlar ne yapıyorlar?
Çoğu İslâmiyet’e karşı oluyorlar.
Bundan önceki âyetlerde İsrail oğullarının Hıristiyanlarla ve Yahudilerle olan ilişkileri anlatılmıştı, onların peygamberleri tarafından lanet olunmuşlardı. Şimdi ise mü’minlerle olan ilişkileri anlatılmaktadır. Bugünkü tekel sermayeden bahsedilmektedir. Bugün yani son 500 senedir Yahudileri yönlendirenler din adamları değildir, sermaye sahipleridir. Bu sebepledir ki sermaye yalnız diğer dinlere karşı olmamış, aynı zamanda Yahudiliğe de karşı olmuştur. Papalığı dibe indirdiği gibi hahamlığı da etkisiz hâle getirmiştir.
Gelecekte İsrail devleti kendi ülkesine çekilecektir. Yönetim Müslümanların eline geçecektir. Ama diğer taraftan İsrail oğullarına zenginler değil hahamlar yön verecektir. “Adil Düzen” onların da ezilmişliğine son verecektir. Üzeyir Garih’i öldüren zihniyet ölecektir.
يَتَوَلَّوْنَ
(YaTaValLaVNa)
“Tevelli ediyorlar.”
“Veli” arka demektir. Türkçedeki “bel” kelimesi ile akrabalığı vardır.
İnsanlar arkalarını göremez, arkadan gelecekleri bilemezler. Onun için sırt sırta verirlerse birbirlerine dayanışmış ve kendilerini korumuş olurlar. Hayvanlar öğle dinlenmesine geçtikleri zaman bir daire etrafında arkalarını vererek istirahata geçerler.
İlk insanlar çardaklarını veya kulübelerini kurdukları zaman daire etrafında kurdular, böylece güvenli alanlar oluşturdular. Velayet sonra dayanışma anlamına geldi. Kendilerini savunmaları için bir başkan seçtiler. Buna “veli” dediler. “İmam” önden giden demektir. Arkadakiler onlara uyarlar. “İmam”ın görevi yaptırmak, yönetmektir. “Veli”nin görevi ise korumaktır. Ordu “veli”dir. Hükümet “imam”dır. Toplulukta dayanışma ortaklık sorumluları velidirler. Kur’an’da bunlar nebi olarak adlandırılmaktadır. Başkanlar ise imamdırlar. Kur’an’da bunlar resul olarak adlandırılır.
Birisinin arkasına düşme tefeul bâbından “tevella” olarak ifade edilir. Arkaya almak tevliye bâbı ile ifade edilir. “Tevelli etmek” birisinin arkasına düşüp koşmak demektir.
Bizim şimdi Avrupa Birliği’ne koşmamız onlara tevelli etmektir.
Osmanlılar ve CHP hükümetleri batıyı taklit etmişler, onların her şeylerini almaya çalışmışlardır. Gayeleri onlara tevelli etme değil, onlardan aldıkları ile onları yenme idi. 1950’den sonra gelen DP izleyicileri ise Avrupalıları tevelli etmişlerdir. Avrupa Birliği’ne girme çabaları bu hükümetlerin işi olmuştur.
Osmanlıların ve CHP’lilerin yaptıkları hatalı idi. Düşmanın kuralları ile düşmanı yenmek, ondan aldığın silahlarla onunla savaşmak! Yarın o silahın mermisini göndermez, senin silahın elinde demir parçası olur.
Ne yapılmalıydı?
Batı’ya medrese mezunu ilim adamları gönderilmeliydi. Dersiamlar orada ne varsa alacaklardı. Sonra Türkiye medreseleri Latince değil Arapça o ilimleri geliştireceklerdi.
Abbasiler böyle yaptılar ve bunun sonucunda Yunanlılardan daha üstün uygarlığı oluşturdular. Avrupalılar İslâm uygarlığını Latince ile aldılar ve bugün ondan üstün uygarlık yaptılar. Osmanlılar kelimeleri Arapçadan türetmeye başladılar. Bu iyi bir gidişti. Ne var ki Kur’an Arapçası ile değil de kendileri uydurdular. Örnek vereyim. Bankaya “Masraf” diyorlar. Oysa “Masraf” kuyumcu demektir. Bankanın Kur’an’daki adı “Makraz” olur. “Reis” dediler. Oysa Kur’an “Reis” kelimesini sermaye anlamında kullanmaktadır. Kur’an başkanlar için “resul” kelimesini yani ulusun elçisi kelimesini kullanmaktadır. Okula “Mektep” dediler. Oysa “Mektep” Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin bulunduğu yer olabilir.
O halde Kur’an Arapçası ile bugünkü uygarlığı dillendirmediğimiz müddetçe muasır medeniyetin üstünde bir medeniyet oluşturamayız. Bunun için de Lütfi Hocaoğlu’nun oluşturduğu “Ruhu’l-Kur’an”ın daha geliştirilmesi gerektiği gibi ondan yararlanmaya başlayarak bu işin fidanlarını dikmemiz gerekir. “İstanbul Yenibosna Anayasa Çalışmaları”nda Kur’an’dan delilleri istidlal ederken bu kelimeleri bulmaktayız.
Osmanlıların ve CHP’lilerin yaptıkları hata bu olmuştur.
Ondan sonra gelen DP çizgisindeki hükümetler ise Batılılara tevelli ettiler ve şimdi onların arkasından koşuyorlar. Müzakereler temenni ile sürüp gidiyor. Buna karşı direnen Erbakan olmuştur. Baştan şiddetle karşı çıkmıştır. Sonra Siyonizm ile mücadelede Avrupa ile uzlaşma denemelerine girilmiştir. AK Parti şimdi iki arada bir derededir. Bir taraftan Demokrat Parti siyasetinin arkasından koşmaktadır, diğer taraftan da Millî Görüş’ün izlerini sürdürmektedir. Erbakan’ın istediği; Avrupalılarla, hattâ Amerikalılarla bir olup Siyonizm belasından insanlığı kurtarmaktı. Büyük bir şekilde bu iş başarıya doğru gitmektedir.
Burada fail olanlar İsrail oğullarından bazılarıdır. Yaptıkları küfür değil tevellidir.
الَّذِينَ كَفَرُوا
(elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olan kimseleri.”
Peşine koştukları kimseler belli kimselerdir. Bunların kötüleri de bellidir.
Peki, bunlar kimlerin peşinde koşuyorlar, kimler kafirdir, bunlar neden kafirdir?
Bunlar ateist solculardır. İsrail oğullarından bunların peşinde koşanlar vardır.
Bu âyet bize birçok gerçekleri bildirmektedir.
- İsrail oğullarının hepsi değil bir kısmı kafirlerin peşinde olmaktadır.
- İsrail oğullarının hepsi küfür içinde değildir. Kafirleri tevliye etmektedirler. Ehli Kitap kafirdir inanışı yanlıştır. Süleyman Ateş bu yanlışı düzeltmek üzere kitaplaştırmıştır. Sömüren sermayenin işine gelmediği için bu görüşü boğmaya çalışmıştır. Bunlara olan cevabımızı Süleyman Ateş yayınlamıştır.
- Küfredenler dinsiz solcular olduğuna göre, demek ki solculuğun mucidi İsrail oğulları değildir. Onu şeytan icat etmiş, sermaye de ona dört elle sarılmıştır.
- Solculuk şirk değil küfürdür. Marksizm şirktir. Burada onlardan bahsederken “küfretmiş olanlar” diye tavsif etmiştir.
Nasıl insanda mikroplar varsa, fırsat buldukça insanı hasta ediyorlarsa, yaşlı vücudu öldürüyorlarsa; bunun gibi uygarlıkların da yapısında mikroplar vardır. Bunlar kafirlerdir. Bunlarla savaşan kimseler vardır. Bunlar da mü’minlerdir. Diğer beden hücreleri de müslimlerdir.
Mezopotamya’da müşrikler vardı. Yunanistan’da safsatacılar vardı. Sokrat, Eflatun ve Aristo bunları yenmişlerdir. İslâmiyet’te de filozoflar vardır. Razi ve Gazali Kelam ilmiyle uygarlığı tedavi ettiler.
Geçmiş yüz yılımızda Marksistler vardır. Bunlar aileyi, dini, mülkiyeti ve devleti inkar ediyorlar. Bunların bir kısmı anarşist yani müşriktir. Marks bunlardandır. Bir kısmı ise sadece fikir bazında ateisttir. Kafir olanlar bunlardır.
Sovyetlerde Stalin’le Yahudi Beria arasında çatışma başlamıştır. Beria komünistti. Stalin sosyalistti. Stalin galip geldi. Sonra Gorbaçov Stalin’i de bertaraf etti.
İşte İsrail oğulları bunları tevelli etmişlerdir.
Bugünkü Batı uygarlığı Haçlı Seferleri ile başlamıştır. Türklerden barutu, pusulayı, astronomiyi ve coğrafyayı öğrenen Batı zengin olmaya da başlamıştı. Osmanlıların İstanbul’u fethetmesi ile Bizans uleması Roma’ya taşındı. Doğudan ümidini kesen Batı dünyası batıya yönelmiş, denizlere açılmıştır. İstanbul’un fethinden yirmi yıl sonra Amerika kıtasına varılmıştır. Roma’daki Rönesans ile yeni dünya bugünkü uygarlığı doğurmuştur.
Ticaretle geçinen İsrail oğulları Amerika’daki altınları Hindistan’a taşıyarak dünya pazarını oluşturdular. Buharlı gemiyi keşfettikten sonra dünyayı fethettiler. İsrail oğulları dünyadan ham madde topluyor, Avrupa’da mamul madde hâline getiriyor ve dünyaya pazarlıyordu. Avrupalıların el becerileri olmadığı için makine sanayii doğdu. Doğudan öğrendikleri tekniği geliştirdiler. Su enerjisini, rüzgar enerjisini, yakıt enerjisini makina sanayiinde kullanmaya başladılar. Böylece üretim yüzlerce, binlerce kat kolaylaştı. Gelişen makineleri ilimde kullandılar. Böylece müsbet ilim de süratle gelişti. Tarihteki en büyük uygarlık hamlesi yapıldı. Bundan sonra da daha fazla uygarlık hamlesini uzaya çıktığımız zaman yapmış olabiliriz.
İşte…
İsrail oğullarının sermayesi dünyaya hakim oldu. Karşılıksız para icad ederek insanlığı emeksiz sömürmektedirler.
Bugün devleti idare etmek bir aileyi idare etmekten çok kolaydır. Yılda yüzde 20 enflasyon yaptınız. Halktan hiçbir vergi almadan maliye bakanlığını tasfiye ederek devletinizi yönettiniz. İşte, İsrail oğulları sermayesi yani tekel sermaye bunu yapmaktadır. Doları çoğaltmakta, insanlığı vergiye bağlamaktadır. Dünyadaki herkes onun emrindedir.
İşte…
Sermayenin bu hakimiyetini elde etmesi için küfretmiş olanlara tevelli etmiş olması gerekir. Bugün tüm basın ve yayın ateizmin çığırtkanlığını yapmakta ve insanlığı dinsizleştirmektedir. Bugün bütün okullarda, ilkokuldan akademilere kadar herkes dinsizlik için yarışmaktadır. Ordular dinsizlik yarışında. Yargı dinsizlik yarışında. İnsanlık el ele vermiş, küfretmiş olanların arkasında Tanrı ile savaşta!
Ne hikmetse yine de Tanrı’yı yenemiyorlar.
Bir TV kanalında evleneceklerin bir sahnesine şahit oldum. Otuzları geçmiş bir erkek ve son derece açık saçık giyinmiş -daha doğrusu giyinmemiş- bir kadın erkeğe soruyor; Kur’an okuyor musun? Ona Kuran okumanın gerekliliğini anlatıyor. Programı yöneten hanım; ‘Böyle giyiniyorsun, namaz kılıyor musun?’ diyor. ‘Evet’ diyor. ‘Peki, neden böyle giyiniyorsun?’ diye soruyor. ‘Ben sanatçıyım, para kazanıyorum’ diyor. Erkek kadına soruyor, ‘Sigara içiyor musun?’ diyor. ‘Evet’ diyor, kadın. Erkek, ‘Bırakmayı düşünür müsün?’ diyor. Stüdyodaki seyirciler erkeğe soruyor, ‘Kalabalık aile ile beraber oturacak mısınız?’ diyor.
Bir hikâye anlatacağım. Bir hükümdar tarlada çalışan birinin yanına varıyor ve ‘Nasıl, geçinebiliyor musun?’ diye soruyor. ‘Şükürler olsun Allah’a, gelirim iyidir’ diyor. ‘Borcun var mı?’ diyor. ‘Var ama taksit taksit ödüyorum’ diyor. ‘Memnun musun hayattan?’ diye soruyor. ‘Mesudum’ diyor. Hükümdar diyor ki; ‘Ben ülkenin hükümdarıyım, sıkıntıdayım, sen nasıl oluyor da mesutsun?’ Hükümdara tarlayı gösteriyor ve ‘Bu benim tarlam, bir yıl çalışırız, bana ve aileme yetecek gelirim gelir, geçinir giderim, hiçbir ihtiyacım yok’ diyor. Hükümdar, ‘Ya borcunu nasıl ödüyorsun?’ diye soruyor ‘Beni anne babam büyüttüler, onlara borçlandım; şimdi de ben onlara bakıyor ve borcumu ödüyorum’ diyor.
Evet, sonunda ayrıldılar. Ama bu insanlar din ve ahlak kaygısı ile ayrıldılar. Kur’an’ı artık herkes okumaya başlamış. Açık saçık veya çıplak gezenler sosyal baskı nedeniyle öyleler. Demek ki bunlara bir gecelik karşı baskı yetecektir.
İşte, İsrail oğulları beşyüz senedir zenginleştiler. Zenginleştikten sonra onların içinden çok zengin olanlar dinsizleştiler, ahlaksızlaştılar. Onlara küfredenler tevelli ettiler. Kur’an şimdi bize bu haberi veriyor.
لَبِئْسَ
(La BiESa)
“Ne beis oldu.”
“Bi’se” kelimesi Kur’an’da “Mâ” ile gelmektedir. “Ma” yer isimlerine muzaf olarak gelmektedir. Derra ve be’sa, bi’se ve sae, bais ve fakir, be’s ve meta’la birlikte gelmektedir. Ma ile geldiklerinde bir fiil onu takip emektedir.
“Be’sa” ve “Darra” yakın kelimelerdir. “Be’sa” çevrenin şartlarının kötü olması, “Darra” ise kişinin kendisinin kötü olmasıdır. “Üli’d-Derrai” de vardır, “Üli’l-Be’s” de vardır. “Üli’d-Derrai” mef’ul olarak darlık demektir. “Be’s” ise fail olarak be’sli yani başkasına be’s olan demektir.
“Bi’se” ile “Sev’et” kelimeleri de aynı mânâda beraber zikredilmiştir. Hesabın sev’inden sevabın be’sinden zikredilmiştir. Biri çevre diğeri ise hâldir.
Bu açıklamalardan varacağımız sonuç, “Bi’se” demek kötü şartlar, kötü çevre demek olmuş olur. Yani bugünkü dünya düzeni ne kadar kötü ve çirkindir demektir.
İnsanlar için dört çeşit düzen vardır; hukuki düzen, ekonomik düzen, ilmî düzen ve siyasî düzen. Bugün bunların hepsi sömürü düzeninin emrindedir ve insanlık için bi’sedir.
Okullar insanları sermaye düzeninin emrine sokmak için faaliyettedir.
Dinler sermaye düzeninin hatırı için tahrif edilmektedir.
Ekonomi zaten sermayenin emrindedir.
Siyasi ordular da onun bekçiliğini yapmaktadır.
Sistem, dışarıdaki düşmanlarla savaşmaktan ziyade içeride sermaye düzenine karşı çıkanları nasıl tepeleyecekleri üzerinde oturmaktadır. Rusya’nın ordusu Rus halkını bastırmak için vardır. Bugün dünya bir cehennemdir. Kelimenin tam ifadesi ile bi’sedir.
مَا قَدَّمَتْ
(Mav QadDaMaT)
“Takdim ettikleri.”
İnsanlar hayvanlardan farklıdırlar. Hayvanlar o gün için çalışırlar. Bazı hayvanlar ve insanlar geçmişte çalışıp biriktirdiklerini şimdi tüketirler. Gelecekte tüketecekleri için de şimdi çalışırlar. Geçen sene ekip yetiştirdiklerini şimdi tüketirler, gelecek sene tüketeceklerini şimdi üretirler. Bu sebepledir ki insanlar için daima gelecekte olanlar kıymetlidir. Çünkü hallerine etki edemezler.
Batı mantığında ise hâl kıymetlidir, geleceğin kıymeti azdır. Faiz onun için değer ifade etmektedir. Geçmişte sermaye bir düzen hazırladı. Kendisi açısından iyi olacağını zannetti. Kafirlere uydu. Kapitalizm ve sosyalizm diye iki gruba ayırdı. Güçlü ordular kurdu. Bu ordular halkı baskı altına aldı. Böylece keyif çatmaya başladı. Bu güçler göstermelik olarak birbirine karşı idiler ama esas işleri kendi halkını sermayenin emrinde tutmak idi.
Kafir olanlara tevelli etmeleri de bundandır. Zalim olanlara sırtlarını dayayarak yaşayacaklardı. Yani CIA (ABD istihbaratı) ve KGB (Sovyet istihbaratı) sayesinde de ilelebet dünyayı yöneteceklerdi. Ama bugün Sovyetler sermayenin emrinden çıkmıştır. ABD de artık bağımsızdır. Kötü dünya onların başına dönmüştür.
لَهُمْ أَنفُسُهُمْ
(LaHuM EaNFuSuHuM)
“Kendilerinin kendilerine takdim ettikleri.”
Kendi sömürü dünyalarını kurdular.
Bununla dünyayı sömürecek, kendileri de rahat yaşayacaktı.
Sonunda ne oldu?
Bugünkü dünyada en huzursuz ülke İsrail ülkesidir. İran’da biri öksürse Tel Aviv’de korkudan sıçrıyorlar. Bugün en çok sıkıntıda olan sömürü sermayesidir. Dolar sallanıyor. Değeri bir gecede sıfırlanabilir. Geceler uykusuz geçmektedir. Kendilerinin kendileri için hazırladıkları kendilerine kötü olmuştur. İsrail oğulları bunu devamlı yapmaktadırlar. Bulundukları yerlerde fesat çıkarmakta, güya kendilerine yarar sağlamaktadırlar. Ama sonra en büyük kötülükler başlarına geçmektedir.
Bu yalnız İsrail oğullarına ait bir şey değildir. Her ulus yaptığı kötülüğün karşılığını kendisi çeker. Sovyetlerin yıkılması ile Ruslar en büyük sıkıntı ve perişanlığı çekmişlerdir. Şimdi yavaş yavaş toparlanmaktadırlar.
أَنْ سَخِطَ اللَّهُ عَلَيْهِمْ
(EaN SaPıTa elLAvHu GaLayHiM)
“Allah’ın onlara suht etmesi”
Kur’an’da “SHT” kökü dört defa geçmektedir. Arapçada ise çok az kullanılmaktadır. Ğadab etmek, Kerih olmak, Mekir kelimelerine yakın anlamlar taşır. Bir de nekir kelimesi vardır. Bu fiiller kalbî fiillerdir. Azab zahiri fiildir. Yani doğa kanunları aracılığı ile gerçekleşir. Oysa kalbî fiiller beyinde yer alır. Gadab kelimesinin çıkışı kızarıklıktır. İnsan kızınca yüzü kızarır. Kızmakla kızıllık arasında kök birliği vardır.
Mekir ise irin demektir. Çıbandan çıkan kan ve benzeri şeydir. Kürh ise sancı demektir, ağrı demektir.
Bu kelimeler arasında bunların zıt mânâlarını da düşünmemiz gerekir. Rıza var, Hub var. Rahn var, Meveddet var. Rıdaya Kürh, Rahmete Gadab, Muhabbete Meveddet, Hubba da Suht tekabül edebilir. Bunların üzerinde çok çalışmak gerekmektedir. Demek ki bir kelimenin mânâsını bulmak için ilk yapacağımız iş o kelimenin karşıtını bulmaktır. Sonra eşini bulmanız gerekir, dördüncü kelime ortaya çıkar. O üç kelime üzerinde durmanız gerekmektedir.
Tabii ki bunları iyi anlamak için psikolojiyi bilmek gerekir.
Kelimelerin böyle mânâlarını ortaya çıkarmak yeterli değildir. Onları saht etmesi acaba sosyal olarak neyi ifade eder, toplulukta ne oluşur?
Buradaki “Allah” kelimesi O’nun halifesi olan topluluğu ifade ediyorsa o topluluğun başına ne geleceğini anlatmaktadır, “saht” kelimesinden bahsetmektedir, bir de “azab” kelimesinden bahsetmektedir. O halde bunları birbirinden ayırmamız gerekmektedir. Allah onlara kinin nefretini ve kızgınlığını yağdırmıştır.
Demek ki “saht” kelimesi kin anlamına da gelebilir. Tüm insanlığın nefretini ve kinini kazanmışlardır. Gerçekten böyledir. Dünyada herkes Yahudilerden nefret etmektedir, kin kusmaktadır. İşte bu onların kafirlerine tevelli etmeleridir.
Türk milletinin CHP’ye karşı duyduğu hisler dinsizlere tevelli etmeleridir. Eğer bugün doğuda hâlâ CHP oy alırsa, biliniz ki yalnız dinsizlerin dostu olmuştur.
Size bir gerçeği belirtmiş olayım. Sosyalizm kapitalizmden çok ileri bir düzendir. Babam Numan oğlu Süleyman Karagülle bir köy hocasıydı, İstiklâl Savaşı’nda Ruslarla savaşmayı organize eden birisi idi. Şapka örtmemek için bucak müdürlüğü görevinden ayrılmıştır. Sovyetlerin yaptıkları son derece iyidir ama dinsizlikleri onları en kötü hâline getirmiştir diyordu. İşte Sovyetlerin suhta düşmeleri kafirlere tevelli etmeleridir.
Kimdi bu kafirler?
Bugünkü sömürü sermayesidir.
Sovyetler sermayenin istediklerini yapmasalardı şimdi yeryüzü başka dünya olurdu.
Örnek vereyim. Ticareti yasakladı. Ticaret yasaklanınca üreten ve kendi ürettiğini tüketen topluluk oldu. Oysa arz ve talep kanunlarını denge formülü çalıştırdığı zaman devlet alır ve satardı. Zaten o zaman kaçakçılığa gerek kalmazdı. Ama onlar öyle yapmadı, ticareti faiz gibi kötü saydı.
“En” burada “LiEn” mânâsındadır. “Lam” hazfedilmiştir. “En” harfi masdar harfidir. “Li” ta’lil için ve temlik için gelir. Fiillerde temlik olması iktidar anlamına gelir, yani ben bunu yapabilirim değil, böyle yaptım anlamı çıkar. Burada onlar topluluğu nefret ettirmek için yapmadılar ama kendi istekleri dışında topluluk onlara kızmıştır. Bu sebeple “Lam” hazf olmuştur. “Lam” gelseydi onların da arzusu o olurdu.
وَفِي الْعَذَابِ هُمْ خَالِدُونَ (80)
(VaFIy eLGaZAvBı HuM PaLiDUvNa)
“Ve onlar azabda haliddirler de.”
Bi’se cümlesi fiil cümlesi değildir. Bu cümleyi hâl olarak mânâlandıramayız. “Vav” atıf vavıdır. “Bi’se”ye atfetmektedir. “Bi’se” haberdir, “Mâ Kaddemet” ise mübtedadır. “Hum Hâlidûn” cümle olarak haberdir. “Fi’l-Azabi” mübtedadır. Nahiv âlimleri “Fi’l-Azabi”yi mübteda kabul etmiyorlar. Ben onların bu anlayışına iştirak etmiyorum. “Zeydün âlimün” cümlesi “Âlimün Zeydün” demektir. Haber mübtedaya takdim edilir. Ama “Âlimün huve Zeydün” dendiği zaman “âlimün” mübteda olmuş olur.
“Azab” kelimesi marife getirilmiştir. Bu azabın âhiret azabı olması gerekir. “Hâliddir” ifadesi de bunu teyit etmektedir. Dünyada onlar hem kötü iş yaptılar hem de kendilerine kötülük ettiler; âhirette de azabda hâliddirler denmektedir.
Kur’an dünya hayatını düzenlerken gayenin âhiret hayatı olduğunu sürekli olarak hatırlatır. Kur’an şeriat kitabı olduğu kadar aynı zamanda bir tarikat kitabıdır. Bu sebepledir ki Kur’an yasa değildir. Yani Kur’an’ın hükümleri devletçe teminata alınmaz. Kur’an’ın hükümleri inananlara tavsiye şeklindedir. Müeyyidesi uhrevîdir. Kur’an’da devlet yoktur diyenler burada doğru söylemiş olabilirler. Kur’an insanların kendi iradeleri ile kendi yasalarını oluşturmalarını istemektedir. Kur’an’ın hükümlerini ona inanan mü’minler uygulamakla yükümlü olurlar. Müslimlerden isteyenler uyarlar.
***
وَلَوْ كَانُوا
(Va LaV KAvNUv)
“Ve eğer olsalardı.”
“Lev” geçmişte olmamış bir şartı ifade eder. Cevabı da olmamıştır demektir. “Dün kahvaltıyı yapsaydın yolculuğun rahat geçerdi.” Bu tür cümleleri “Lev” ile yaparsın. “İn” ile getirirseniz mazi de muzari de gelecek zamanı bildirir. “Bugün kahvaltı yaptınsa yolculuğun rahat geçecektir.” şartında geçmiş, “Kahvaltı yaparsan günün rahat geçer” şartında gelecek ifade edilmiş olur.
“Bize gelseydiler biz onu görürdük.” “Bize gelecek olsaydılar hazırlıklarını yaparlardı.” Bu cümleler arasında ne fark vardır? Yani onlar kasten gelmediler. İkinci cümledir. Bile bile gelmediler, yoksa gelemediler değil. Oysa birinci cümlede onların gelmemeleri kasıtlarına makrun olup olmadığı belirsizdir.
Burada “Lev” değil de “Lev Kânû” getirilmiş olması bu işi kasden yapmadıklarını ifade etmektedir. Yani inanmadıkları için böyle yaptılar.
Biz onların kitaplarına ve peygamberlerine inanıyoruz. Onlar ise bizim kitabımıza inanmıyorlar. Onların bizi sevmeleri, bizim ise onları sevmememiz gerekir. Oysa tam tersi olmaktadır; biz onları dost yapmak istiyoruz, onlar ise bize düşmanlık etmektedir.
يُؤْمِنُونَ بِاللَّهِ
(YüEMiNUvNa BielLAHı)
“Allah ile iman etmek.”
“Allah” kelimesi burada tekrar edilmiştir. “Saht eden Allah” ile “İman etmedikleri Allah” farklı olmaktadır. Her ikisi de iki mânâya da gelebiliyorsa yine Allah kelimesi tekrar edilir.
“Ahmet imtihana girdi ve Ahmet geçti” dediğimizde; sınıftaki Ahmet’lerden biri imtihana girmiş, diğeri de sınıfı geçmiş olur. Her ikisi de imtihana girmiş ve sınıflarını geçmiş olarak anlayabiliriz.
Yukarıdakini “âlemlerin rabbi olan Allah”, buradakini de “O’nun halifesi olan topluluk” şeklinde anlarız. Aksi mânâ da verebiliriz. Her iki mânâyı birden vermemiz de mümkündür. İkisi de doğrudur.
Demek ki burada üç değişik mânâ vermemiz mümkündür.
- Âlemlerin rabbi olan Allah.
- Tüm insanlık.
- İsrail oğulları.
Kendilerini bunlarla güven altına alsalardı anlamını verebiliriz. Yani onlara güvenselerdi demektir. İmanın topluluk içindeki anlamı askerlik hizmetine katılma şeklindedir. Psikolojik mânâ ise bilmek anlamında anlaşılmaktadır. Oysa şeytan Allah’ın varlığını bilmektedir ama kâfirdir. O halde halifesi inansın şeklinde anladığımız zaman bile bugün kabul edilen bilme mânâsı yine doğru değildir. İman etmek demek onu benimsemek ve ona güvenmek demektir, ona göre amel etmek demektir, ona göre ibadet etmek demektir.
وَالنَّبِيِّ
(Va elNaNiyYa)
“Ve nebiye”
“Nebi” burada marife gelmiştir.
Bu nebi kimdir?
Bunun da üç mânâsı vardır.
- Kendi nebileri olan Hazreti Musa aleyhisselâmdır, yahut Hazreti Davut aleyhisselâmdır. Allah’a inanmadıkları gibi kendilerine gelen nebiye de inanmadılar.
- İkinci olarak Hazreti Muhammed aleyhisselâmı anlamış oluruz. Yani son nebiye inanmadılar. Oysa o nebi onlara da nebidir. Nitekim sonraları Hıristiyanlarla bir oldukları için bugün dünyaya zulm edebiliyorlar.
- Üçüncü nebi ise Adil Düzen nebisi olacaktır. Adil Düzen yönetimi dünyaya yayılınca “Adil Düzen”e katılan topluluklar önce hakemliği kabul edeceklerdir. Hakemlik sistemiyle “Adil Düzen” oluşacaktır. İkincisi ise bu devletlerin Mekke’de oturttukları bir imam olacaktır. İnsanlar arasında çıkan ihtilafları başlangıçta o çözecek ve ona göre hareket edilecektir. Ne var ki mağdur olan varsa sonra hakemlere gidebilecektir. Bu kimsenin imamlığını kabul edenler “Adil Düzen”e girmiş olurlar. İsrail oğulları gelecekte o imamın korumacılığını kabul edeceklerdir. Nitekim Medine’ye hicret edildiğinde Medine Anlaşması’nı onlar da kabul etmişlerdir.
وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِ
(Va MAv EuNZiLa EiLaYHi)
“Ve ona nâzil olana.”
Burada da inzâl olunan üç şeriat vardır.
- Hazreti Musa’ya ve Hazreti Davud’a gelmiş olan kitaplar. Ahdi Atik. “Mâ” getirilmesi bütün Tevrat külliyatını içermiş olmasındandır. Orada emredilen kafirlere tevelli etmeleridir. Orada emredilen Kur’an’da emredilenden farklı değildir. O halde onlar eğer kendi kitaplarına inansalardı böyle hareket etmezlerdi.
- Hazreti Muhammed’e gelen dört veya sekiz delile inansalardı. Buradaki “Mâ”nın gelmesi bütün delilleri içermesidir. Kitap, sünnet, icma ve kıyastan başka istihsanı (ilmin ahsen kabul ettiklerini) istishabı (halkın benimsediği nehy edilmemiş kuralları), örfü (sözleşmelerle oluşturdukları kuralları), maslahatı (insanların sorunlarını çözen kuralları) benimser ve ona göre hareket ederlerdi.
- Üçüncü olarak Mekke imamı zamanında Mekke meclisinin oluşturduğu şeriat anlaşılır.
Mekke meclisi şöyle oluşacaktır.
- Her bucakta ehli zikir âlimler olacaktır. Bunlar ilkokul öğretmenleridir. Halkın bunları öğretmen kabul etmesiyle öğretmen olurlar.
- Bir ilde on bucak âliminin danışmanı olan il âlimi olur. İl âlimleri orta öğrenimin hocalarıdır. İl şeriatını bunlar oluştururlar.
- Bir ülkede il âlimlerinden onunun danışmanı olan ülke âlimi olur. Bunlar yüksek öğrenimi yaptırırlar. Her yüz âlim bir üniversite kurar. Üniversite rektörü aynı zamanda o ülkenin ilmî şurasına üyedir.
- Her rektör kendisine göre en büyük âlim olarak gördüğü kimseyi Mekke’ye gönderir. Orada insanlık meclisi oluşur ve insanlık üniversitesi kurulur. Bunlar dünyadaki icmaları birleştirir ve insanlık şeriatını oluştururlar. İşte ona inzâl olunan bu şeriattır.
Burada verdiğimiz üç mânânın üçü de doğrudur.
Kur’an böyle bir ifade ile çok mânâları ifade etmiş olur.
Bugün “Avrupa müktesebatı” deyip dünyaya dayattıkları şey nedir?
Birileri hazırlar, kendi kendilerine bir araya gelir, “insan hakları” diye Siyonistlerin uydurdukları kuralları kabul ederler. “Vicdani ret” deyip devletleri çökertme sistemleri Avrupa müktesebatı olur. Oysa Kur’an’ın istediği müktesebat iki temele dayanmaktadır. Âlimler aklî ve naklî delillere dayanarak şeriatı oluşturacaklardır. İkinci kural olarak da, bu âlimler tüm insanlığın danışman olarak kabul ettiği kimseler olmalıdır. İslâmiyet bu iki kuralı “icma” ve “biat” sistemi ile tedvin etmiştir.
مَا اتَّخَذُوهُمْ أَوْلِيَاءَ
(MAv itTAPaÜuHuM EavLİYAvEa )
“Onları evliya ittihaz etmezlerdi.”
“Evliya” demek dayanışma ortaklıkları demektir, biz böyle diyoruz. Bu âyet bizi teyit etmektedir. Yukarıda “tevelli ederler, onların peşine düşerler, onları kendilerine veli kabul ederler” demişti. Burada “onları evliya ittihaz etmektedirler” diyor.
Tevliye etmek vali tayin etmedir, tevelli etmek demek valiyi seçmek demektir.
Mü’minler kafirlere tevelli edemezler, yani onlara biat edemezler.
Kafirler kimlerdir?
Yine bizim tanımımıza dönelim. Müşrik, hakem kararlarını kabul etmeyendir. Kafir, hakem kararlarını kabul ettiği halde savunmayan, ne mâlen ne de bedenen katılmayan demektir. Müslim, savunmaya mâlen katılanlardır. Mü’min ise bedenen katılandır.
Kafirlerin yönetme yetkisi yoktur. Biz onlara dokunmayız ama onlara başkaları dokunursa korumayız. Müslimlerin siyasi yönetme yetkileri yoktur ama eğer biat alırlarsa mü’min olmuş olurlar. Kafirler ise mü’min olduktan sonra biat alabilirler.
İsrail oğulları komünistlerle bir olmuşlar ve Hıristiyanlara, Müslümanlara, Budistlere çok büyük zulümler yapmışlardır. Yani burada Allah bize diyor ki; bugünkü yeryüzünün fesadı İsrail oğullarından bir kısmının yani Amerika’daki sömürücü sermayenin eseridir. “Minhüm” diyerek hem onlardan bir grubun yaptığını ifade etmiş hem de onların maruf olduğunu belirtmiştir. Amerika’daki 200 sermayedar dışında böyle bir kimse yoktur.
Yarın “Adil Düzen” gelince bütün İsrail oğullarıyla değil yalnız onlarla hesaplaşacaktır. Onlar tevbe eder de faizden, fitneden, ifrattan, kafirlerle muvalattan vazgeçerlerse Allah elbette onların tevbesini kabul edecektir. Ama küfürlerinde ısrar eder ve fasıklıklarına devam ederlerse, onların akıbetleri Allah’ın onlara suht etmesidir, yani topluluğun onlara gerekli cezayı vermesidir. Allah’ın vermesi demek, hakemler kararı ile verilecektir demektir.
Şimdi bizim fıkıhta tesbit edeceğimiz cezalar vardır. Gazab cezası, suht cezası, azap cezası, tenkil cezası. Bunlar eski fıkıh kitaplarında tazir olarak geçmekte ve takdiri hükümdarlara bırakmaktadır. O gün bunu iki sebeple yapmışlardır. Birincisi, yönetici hükümdarlar mütegallibe oldukları için onlara söz geçiremedikleri için böyle yapmışlardır. İkincisi ise kamu hukukunu oluşturan meclisler oluşmadığı için bu hukuku tedvin edecek bir merci bulunmamakta idi.
Bugün ise bu yetki Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından kullanılmaktadır.
“Adil Düzen”de de meclis olacaktır.
Farkı ne olacaktır?
- Meclisler ilim adamlarından oluşacaktır. Ekseriyetle değil biat yoluyla seçilecektir. Yani yeter oy toplayan kişi milletvekili olacaktır. Oyunu başkasına aktarabilecektir.
- Meclis kararlarını ekseriyetle değil içtihat ve icma usulleri ile alacaktır. “Adil Düzen Anayasası”nda 25 karar alma şekli ortaya konmuştur. Bunlar içinde ekseriyet kararı yoktur.
- Meclis yasama erkini yürütecektir. Devlet başkanını seçecek, hükümeti ve yönetimi oluşturacaktır. Ondan sonra yasaların uygulaması yargı denetiminde olacaktır.
- Yargı hakemlerden oluşacaktır. Taraflar birer hakem seçecek, hakemler de baş hakem seçeceklerdir. Davayı mecliste oluşan şura üyeleri açabilecektir.
Böylece bugün meclislerin yürüttüğü yasama erkini yine meclisler yürütecektir. Biz olanları yıkmıyoruz, olanları meşrulaştırıyoruz.
وَلَكِنَّ
(Va LavKiN)
“Velakin.”
“Ben onu dövmedim lakin Ahmet dövdü.”
“Ben onu dövdüm lakin Ahmet dövmedi” dediğimizde, birincisi menfi ise müspete, müspetse menfiye çevirirsiniz. “Lakin” kullanırsınız.
“Ben onu dövmedim velakin onu tehlikeden korudum.” “Ben onu gördüm velakin konuşmadım” deseniz, o zaman da “velakin” kelimesini kullanırsınız.
Yani “lakin” kelimesi olmadığını, zıddının olduğunu söylersiniz.
“Velakin” ile eski yapılanlardan başka bir şey olduğunu söylemiş olursun.
Burada “Velakin” kelimesi getirilmiştir. Onlar mü’min olsaydı kafirleri veli edinmezlerdi. Velakin mü’min olmadıkları için kafirleri veli ittihaz ettiler, ayrıca onların çoğu fasıktır. Yani kafirleri veli ittihaz etmeleri ötesinde onların çoğunun fasık olmasıdır.
كَثِيرًا مِنْهُمْ فَاسِقُونَ (81)
(KAÇIyRan MıNHuM FaSıQUNa)
“Onlardan çoğu fasıktır.”
Buradaki “Hum” zamiri üç gruba gidebilir.
- İsrail oğulları kastedilmiş olabilir.
- Kafirler kastedilmiş olabilir.
- Kafirleri veli ittihaz edenler kastedilmiş olabilir.
Her üç mânâ aslında doğrudur. İkinci mânâyı verdiğimizde İsrail oğullarının fasıklığı sözkonusu olmaz. Üçüncü mânâda ise kafirleri veli ittihaz edenlerin hepsi fasık olmaz. Demek ki her toplulukta mutlaka iyiler de vardır kötüler de vardır. Bu sebeple bir topluluk toptan kötülenmez, toptan ibra da edilmez. Bu sebepledir ki toplulukların masharaya alınması yasaklanmıştır. Millî Görüş’ün iyi veya kötü olması başka, Millî Görüş’te herkesin kötü veya iyi olması başkadır. Kişiler hakkında biz karar vermeyiz. Topluluğun yapmakta olduğunu eleştiririz yahut destekleriz.
“Fasık” demek, örgütlü olarak şeriatı çiğneme demektir.
Mafya ve rüşvet şebekeleri bunlardandır.
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 54
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
لَتَجِدَنَّ أَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً لِلَّذِينَ آمَنُوا الْيَهُودَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُوا وَلَتَجِدَنَّ أَقْرَبَهُمْ مَوَدَّةً لِلَّذِينَ آمَنُوا الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى ذَلِكَ بِأَنَّ مِنْهُمْ قِسِّيسِينَ وَرُهْبَانًا وَأَنَّهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ (82)
لَتَجِدَنَّ
(La TaCiDanNa)
“Vücd edeceksin”
“Vucud” bir çukurda toplanan sulardır, yani gölcük demektir. İnsanlar yiyecek sıkıntısını daha az çekmişlerdir. Su ihtiyacı daima insanların en önemli sorunu olmuştur. Ararken suyu bulmak vecd etmek demektir. “Vucud” kelimesi buradan gelmektedir. Varlık anlamında kullanılmaktadır. Türkler bedene “vücut” demektedirler.
“Vücd” insanın mal varlığına denmektedir.
İnsanın iki türlü varlığı vardır.
Biri başkasına devredemez. Mesela insan gözünü başkasına vermez. İlmi de başkasına vermez, ilminden yararlandırabilir, elinden yararlandırabilir ama başkasına veremez. Buna bedenî kişilik denmektedir. Buna insanın ruhi varlığı da dahildir. Bu varlık bir bütündür, tecezzi etmez. Kolu insandan ayrılmaz, ayrılsa artık o kol olmaz.
Bunun dışında insanın ikinci varlığı daha vardır. Bu da mal varlığıdır. Bu kendisine aittir ama kendisinin dışındadır. Tecezzi eder. Yani koparıp başkasına devredebilirsin. Başkasından alabilirsin. Bu tür mal anlayışı yani devretme yalnız insanlara has bir şeydir. Diğer canlılarda da verip alma vardır ama bu bir bedel ile alıp verme şeklinde değildir. Oysa insanlar değiştirme şeklinde alıp verirler. Bu mal varlığı vücd ile ifade edilir.
“Vücd” aradığını bulma anlamını yitirmiş, bir şeyi bilmediğin halde onun varlığından haberdar olursan bulma demektir. Burada da “sen bulursun” derken, onların öyle olduğunu görürsün demektir. Bir şeyi ararken başka şeyi bulmak da bulmaktır. Dost ararken düşman olduğunu görmek de vücddür.
Âyete harfi atıfsız başlanmıştır. İki cümle arasında tam bir uyum varsa “ve” harfi getirilmez, tam ayrılık varsa da yine harfi atıf getirilmez. Aralarında ilgi var ama birlik de yoksa o zaman “ve” harfi gelir. O durumda beraber olduklarını ifade eder. “Gül ve cumhurbaşkanı geldi” denmez, “Cumhurbaşkanı Gül geldi denir. “Cumhurbaşkanı ve yaveri geldi” denir. Sıfatla mevsuf arasına, mübteda ile haber arasına “ve” harfi konmaz.
Tam ayrılık olduğu zaman da böyledir. Bakara Sûresi’nde önce mü’minleri anlatmaktadır. Mü’minleri ikiye ayırmaktadır. Tabii delillere dayanarak iman edenler ve kitaplara dayanarak iman edenler. Aralarına “ve” harfi getirmektedir. Sonra da iman etmeyenlerden bahsetmektedir, onlardan birileri kafir diğerleri münafıklardır. Onlar arasında da “ve” harfi getirmektedir. Mü’minlerle kafirlerin ayrı olduğunu belirtmek için aralarında “ve” harfi getirmemektedir.
Bundan önce Ehli Kitabın bazılarından bahsetti, kafir olanlarından bahsetti. Şimdi de Ehli Kitabın mü’min olanlarından, iman etmiş olanlara daha yakın olanlardan bahsedecektir. Onların bizimle olan ilişkilerini anlatacaktır. Konu değiştiği için “ve” harfi getirilmemiştir.
Arapçada eğer karşı tarafın bilgisi yoksa cümle yalın söylenir. Türkçede de öyledir. Eğer karşı taraf yanlış biliyorsa, Türkçede vurgu yaparak karşı tarafın dikkati çekilir. Arapçada ise bir tekit harfi getirilir. Karşı taraf yanlış bilginin savunucusu ise o zaman Türkçede daha çok vurgu yapılır, ses yükseltilir. Arapçada ise tekit harfi eklenir. Arapçada vurgu ile mânâ değiştirilmez. Çünkü Arapça Kur’an dili olarak hazırlanmıştır. Kur’an kitap dilidir. Kitapta vurgu yapılmaz. O zaman Kur’an’ın kitabeti eksik olurdu. Kur’an’ın Arapça olması bundan dolayıdır. Kur’an Arapça ile yazılmamıştır, Arapça Kur’an’a göre oluşturulmuştur. Bu da Kur’an’ın en büyük mucizesidir.
Burada kelimenin başındaki “Le” harfi ile sonundaki “şeddeli nun” harfi tekit harfleridir. Yani insanlar böyle zannetmezler ama bu böyledir, aksini iddia etseler de bu böyledir denmektedir.
Yahudileri dost kabul edip onlara güvenmek yanlıştır. Hıristiyanların görünüşüne bakarak onları düşman kabul etmek yanlıştır. O halde Yahudilerin askeri şeklinde olan ABD’yi dost edinip AB’ye surat çevirmemiz yanlıştır. Bu âyet bize AB yanlısı olmamızı emretmektedir. ABD’de de Hıristiyanlar tarafı olmamızı gerektirmektedir.
Kelimenin sonundaki “şeddeli nun” aynı zamanda fiili gelecek zamana hasreder. “Gelecekte bulacaksın” deniyor. Yani gelecek asırlarda bu olacaktır.
Zahirde bu âyet yanlış görülmektedir. Haçlı Seferleri, Osmanlı-Avrupa savaşları, İstiklâl Savaşımız Hıristiyanlarla olmadı mı? Yahudiler hep yanımızda olmadılar mı? İşte, Kur’an olayların perde arkasını bildirmektedir. Avrupa halklarını birbirine düşüren, Haçlı Seferlerini tertipleyenler hep Yahudilerdir. Bu âyet bunu anlatmaktadır, teşdit harfleri ile bize bunu bildirmektedir.
أَشَدَّ النَّاسِ عَدَاوَةً
(EaŞadDa elNASı ADaVaTan)
“Adaveten nâsın eşşeddini”
Arapçada “en çok” ve “daha çok” anlamlarına gelen aynı kelime vardır. Eğer “Min” ile gelirse “daha çok”, “Min”siz gelirse “en çok” anlamlarını taşır. Burada “daha çok” değil de “en çok” mânâsındadır, çünkü “Min” getirilmemiştir. Bununla beraber bütün nâsın en çokları denmektedir. Yani Yahudiler dışında da adavet edenler vardır ama en çok onlar adavet etmektedirler denmektedir.
İsmi tafdil olarak iki şekli vardır. Bir ismi tafdilin ef’al kalıbı vardır. Bu ef’al kalıbıdır. E’dâ-n nasi olarak gelir. Bu kalıp sadece sülasinin muttarid (düz) masdarlarına gelir, masdar isimlerine gelmez. Mezid masdarlara gelmez. Mezid masdar için bizdeki “çok” kelimesi karşılığı “şiddet”ten yapılan “eşed” kelimesi gelir.
“Adavet” kelimesi burada masdar değil isim masdardır. Bu sebeple “E’dâ” kelimesi değil de “Eşedd” kelimesi getirilmiştir. Ayrıca eğer bir fiilin birden çok masdarları varsa, hangi masdara ait olduğunu göstermek için de eşedde ile tafdil edilir. Arapçada Türkçeden farklı olarak bir fiilin birden fazla masdarı olmaktadır. Türkçede kök değişir. Arapçada kök değişmez, masdar değişir ve fiilden sonra masdar olarak zikredilir.
Biz bu yorumlarımızda Arapça kurallarını da izah etmeye çalışıyoruz. Çünkü Kur’an’ı yorumlayanların mutlaka Arapça kurallarla yorumlamaları gerekir. Bu okuyucuların anlamasını zorlaştırmaktadır. Ama ben bunları herkesin okuyup yararlanması için yazmıyorum. Ben bunları herkesin Kur’an’ı yorumlayabilmesi için yazıyorum. Dolayısıyla bu seminerlerden yararlanmak isteyenler, bu notlarımızı Arapça bilen biri ile beraber okumalı ve burada anlatılanları o değerlendirmelidir.
“Nâs” burada bütün insanlardır. Hıristiyanlar, Budistler, Hindular, hattâ bizzat Yahudiler de vardır. En çok düşmanlıkta Yahudileri bulursun denmektedir. Nâs ikiye ayrılmaktadır; İslâmiyet’e düşman olanlar, İslâmiyet’e dost olanlar. En çok düşmanları ve en çok dostları anlatmakta, geri kalan insanlar ise onlara derecelerle tâbi olmaktadırlar. Nâsın olarak zikredilmiş, “Min” kelimesi getirilmemiştir. Yani bütün nâsın adavette en çok eşeddi onlardır. Başka en çok eşeddi olan yoktur.
“Şüdde” sicim demektir. Eşyayı denk yaptıkları zaman sicimle sıkıca bağlarlar. Şiddetlisi o demektir. Kuvvetin ölçüsü şiddettir.
“Adavet” kelimesi masdar ismidir. Türkçede de masdar isimler vardır. Düz masdar Türkçede “-mek” ekiyle getirilir. Örnek olarak “Ahmet’in yapmağı” denmez, “Ahmet’in yapması” denir. Tükçedeki “-ma” ile yapılan masdarlar ismi masdardır. Arapçada “Mâ” hem nefy edatıdır hem de masdar edatıdır. Türkçede de öyledir. Türkçede sonuna gelir, Arapçada başa gelir. “Mâ câe / gelmedi”. Burada “Mâ câe”deki ma ile gelmedi deki me ikisi nefy edatıdır. Meciet deki mim ile gelmedeki me mastar edatlardır.
Diller böyle tahlil edildiği zaman bütün dillerin aynı kaynaklı olduğu ispatlanır.
“Adavet” kelimesi karşılıklı cephe kurup karşı tarafı ortadan kaldırmayı gaye edinir. “Husumet”te ise sadece hak alınır, karşı tarafın yok edilmesi istenmez. “Müsabıklar” ise yarışan kimselerdir.
Kainat denge üzerinde kurulmuştur. Denge demek iki zıt gücün birbirini itmesi ve çekmesi ile oluşur. Atomlarda ve yıldızlarda böyle denge vardır. Canlılarda denge oluşmuştur. Bitkiler üretirler, hayvanlar ürünleri kullanarak büyük işler yaparlar. Mikropların ve virüslerin işi ise temizlik yapmaktır. Ölen bir hayvanın leşini onlar yiyip bitirirler. Ölüm yeni hayata yer açmak için vardır. Yeni hayat da evrim için gereklidir.
Canlılarda mevcut olan bu kanun insan toplulukları için de sözkonusudur. İnsanları iki cepheye ayırmıştır; biri şeytan cephesi, bir de Allah cephesi. İkisini de Allah var etmiştir. Bunlar arasında denge oluşturmuştur. Allah’ın iradesi ile olmuştur. Yıkıcılar var, yapıcılar var. Esas olan yapıcılardır. Yıkıcıların birinci görevi temizlik yapmak, ikincisi de görevlerini yapamayanları ayıklayıp görevi yapanlara yer açmaktır.
Allah müslimlere yapıcılığı vermiştir. Mü’minlere de bu yapıcıları koruma görevini vermiştir. Şeytanlara ve onların dostu olan müşriklere de mikropluk görevini vermiştir. Yahudiler ikisi arasında oluşan bir kavimdir, adeta her ikisi arasında denge kurarlar. Bir bakıma kanser hücrelerine benzerler, genleri iyidir ama habis hâle gelmişlerdir.
لِلَّذِينَ آمَنُوا
(Li elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“İman etmiş olanlar için”
Bugün Kur’an ehline “Müslim” diyorlar, bu adlandırma yanlış adlandırmadır. İslâm dini Hazreti Adem’den başlayıp kıyamete kadar sürecek olan tek ilâhi dindir. Bütün vahye dayanan düzenler İslâmî düzendir, barış düzenidir.
Kur’an ehlinin Kur’an’daki adı “Ellezîne âmenû”dur.
Kur’an ehlinden bahsederken en çok adavet edenlerden bahsetmektedir.
“Ellezîne âmenû”nun mânâsını kavrayabilmemiz için insanlığın tarihi hakkında bir hatırlatmaya gerek vardır. İnsanlar başlangıçta kabileler hâlinde yaşıyordu. Her kabilenin kendi düzeni vardı. Kabileler arası bir dayanışma yoktu. Çatışma mevcuttu. Tarım dönemine geçilince yerleşik hayat doğdu. Site devletleri oluştu. Bunlarda şeriat yoktu. Şeriat Mezopotamya’da barajlar yapılıp geniş sulama ziraatı doğunca ortaya çıktı. Çünkü kalabalıklaşan halklar sözlü birliği sağlayamadılar. Yazı icad edildi. Yazılı kanunlar oluştu. Şeriat budur. Farklı ülkelerde farklı devletler doğdu. Aralarında kanlı savaşlar olmaya başladı.
İşte, Allah İbrahim aleyhisselâmı insanları barıştırma görevi ile görevlendirildi. Her kavmin bir tanrısı vardı. Onlar adına savaşılıyordu. Hazreti İbrahim tek Tanrı olduğu ve tüm insanların bir olduğu tezi ile ortaya çıktı. Allah Hazreti İbrahim’in zürriyetini bunun için görevlendirdi. Katura ismindeki hanımından doğan çocukları doğuya gittiler, Brahmanizm ve Budizm’i oluşturdular. Hacer’den doğan oğlu İsmail Mekke’ye gitti, orada insanları barışa çağırdı. Kur’an’ı getiren peygamber onun torunlarından ortaya çıktı. Sara’dan doğma İshak’ın torunlarından Yakup’un çocukları İsrail oğullarını oluşturdular.
Yahudilere insanlığı uygarlaştırma görevi verildi. Bu görevi başarı ile yerine getirdiler. İbrani uygarlığı, Yunan uygarlığı, Roma uygarlığı ve Hıristiyanlık onların eseridir.
Kur’an gelinceye kadar dünya üzerinde barışı sağlama, insanlığın güvenini oluşturma görevini İsrail oğulları yüklendiler. Kur’an’dan sonra bu görev İsrail oğullarından alındı ve gönüllülere verildi, gönüllülerden oluşan ordulara verildi. İşte bunların adı “iman etmiş olan kimseler”dir. Bunlar bütün peygamberlere ve kitaplara inanırlar.
Bu Yahudilerin mü’minlere düşmanlıkları, görevlerin mü’minlere verilmiş olmasıdır. Allah görevi onlardan almış, başkasına vermiş. Veren de Allah, alan da Allah; bundan dolayı adavete gerek yok ama insanın yapısı böyledir.
Yahudilerin kışkırtmasıyla dünya Kur’an ehline düşman olmuş ve bugün tüm dünyada zavallı duruma getirilmişlerdir. Görünürde bize düşmanlık edenler Hıristiyanlardır, Hindulardır, Çinlilerdir; oysa bize asıl düşman olan Yahudilerdir. Çünkü bütün bu fitnenin kaynağı onların fesadıdır. Biz bin sene Yunanlılarla ve Ermenilerle beraber barış içinde yaşadık. Ama onlar ne yaptılar? Tüm bunları, tüm bu sadık tebaaları devletimize karşı kışkırttılar ve sonunda Anadolu’dan gitmek zorunda kaldılar. Ermeniler 1915 sürgününün hesabını Osmanlılara değil, Osmanlılar yıkıldığından ve Anadolu’da mübadele ilkesiyle onları yok eden Yahudilerden sormaları gerekmektedir.
Bizim Ermeni halkı ve Rum halkı ile herhangi bir düşmanlığımız yoktur. Yöneticilerde vardır. Bunu Yahudiler için söyleyemeyiz. Yahudiler tüm Hıristiyanları birbirine kırdırmış, insanlığı kana boyamıştır. Bunun kader olduğunu kabul etmemiz gerekmektedir. Tarih kaderde yazılmış ve akıyor... Kader bize ne yazmışsa biz onu oynarız. Bunu iyi oynayıp oynamadığımız üzerinde durmalıyız. Allah bizi görevlerin en büyüğüne görevli kılmıştır. Bunu bilerek hamd etmemiz ve gece gündüz çalışmamız gerekmektedir. Görevin büyüklüğü sorumluluğun da büyüklüğü ile ilgilidir. Görevimizi yerine getirmediğimiz zaman cezamız da büyük olacaktır.
الْيَهُودَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُوا
(eLYaHUvDa Va elLaZIyNa EaŞRaKUv
“Yahudi ve işrak edenler.”
Kur’an’da İsrail oğulları “Hud” olarak geçmekte, “Ellezîne Hâdû” olarak geçmekte ve “Yehud” olarak geçmektedir.
Bir kavmin farklı adlarla adlandırılması onun farklı yönlerini ifade eder. Kavim adları ismi cem olarak geçer. Topluluğu ifade eder. Müfret zamirle işaret edilebilir, çoğul zamir olarak da işaret edilebilir. Nisbet ismiyle de mensup olan kişiler kastedilir. “Türkler” dediğimiz zaman topluluk anlaşılır, “Türk” dediğimiz zaman bir tek Türk anlaşılır.
“Yahudi” kelimesi bir yerde Yahudi nekre olarak ve nisbet ya ile geçmektedir. “İbrahim Yahudi değildi” denmektedir. “Ellezîne Hâdû” “Ellezîne Âmenû” karşılığı olup “Ellezîne Âmenû” karşıtı olarak geçmektedir. Onların dinlerinin adı olmaktadır. “Beni İsrail” de kavim olarak geçmektedir. “Yehud” ve “Hud” kelimeleri ise başka hallerini ifade etmektedir. Davut aleyhisselâmdan sonra İsrail ve Yehuda devletleri kurulmuştur. Yani Yakup aleyhisselâmın izinden gitmeyenler anlamındadır. Yani İsrail oğulları ikiye ayrılmaktadırlar; biri Hazreti Yakub’un izinden gidenler, diğerleri de ona muhalefet edenler. Yani Hazreti Yusuf’un yolundan gidenler ve ona muhalefet edenler. Bunlar birbirleriyle evlendikleri için ırk olarak farklı değildirler ama din olarak farklıdırlar. “Yahuda” Hazreti İsa’yı ihbar eden havarinin adıdır. İsrail devleti ikiye bölündüğünde güneyde kalan kabileler arasında Yahuda’nın çocukları çoktu ve hakimdi, kendilerine Yahudi devleti dediler. Tevrat’ı tahrif ettiler. Babil’de yeniden Tevrat yazılırken o Tevrat’ın etkisi çoktur. Tevrat’ın muharref olması buradan gelmektedir. Kuran’da Yahudilerin herhangi iyi taraflarından bahsetmemektedir. Hudlerin ise kötü taraflarından bahsetmemektedir. Bize göre araştırılması gereken görüşle:
- “İsrail oğulları” seçilmiş bir kavmi ifade eder.
- “Ellezîne Hâdû” Tevrat’ı benimseyen din mensuplarını ifade eder. İsrail oğullarından olması şart değildir.
- “Hud” Tevrat’ın müntesiplerini ifade eder. Bizdeki mü’mine tekabül eder.
- “Yahudi” de kanserleşmiş hücre misali kötü Yahudileri ifade eder.
Yani burada gelen harfi tarif istiğrakı içerir ama bütün İsrail oğullarını veya Tevrat ehlini değil, sadece kötü olanları içermektedir. Bu inceliklere bakmadan bütün Yahudileri düşman görmek hatalıdır.
“Ve işrak eden kimseler” denmektedir; “müşrik” değil “işrak eden kimseler” denmektedir. Nasıl “iman etmiş olanlar” ile “mü’minler” farklı ise, biri bir topluluğu diğeri ise örgütü ifade ediyorsa; “müşrikler” topluluğu, “işrak edenler” de onların teşkilatını, kurumunu ifade eder. Bir topluluğun kötü olması o topluluktaki fertlerin hepsinin kötü olmasını gerektirmez. Bir topluluğun iyi olması o topluluktaki bütün fertlerin iyi olmasını gerektirmez. Yahudi topluluk ismidir. Yöneticilerin daveti yeterlidir.
Burada kastedilen bütün Yahudiler ve bütün müşrikler değildir. “Ve” harfi ile birbirine bağlandıklarına göre ikisi bir oldukları zaman iman etmiş olanlara adavette en baştadırlar. Yani tek başına müşriklerin, tek başına Yahudilerin adaveti olmayabilir.
Harfi tariflerle gelen ve birlikte iman etmiş olanlara en çok adavet besleyen kimlerdir?
Komünist Yahudilerdir. Dünyayı fitneye veren, fesadı üreten, faizi meşrulaştıran Yahudilerdir. Burada kastedilen komünist Yahudilerdir, müşrik Yahudilerdir. Yahudilerden müşriklerle bir olan Masonlar gibi kimselerdir.
Bütün İsrail oğullarını bunlardan saymak yanlıştır. İsrail devleti kendisine “İsrail” adını koymuştur. Yani kendilerini kuzeydeki İsrail devletinin devamı olarak görmüşlerdir. Bugün büyük düşmanlık yapmaktadırlar. Bize göre bu durum geçicidir. İlerde İsrail yönetimi İslâm ordularını ülkesine davet edecek ve huzurlu bir İsrail topluluğu oluşacak, İsrail illeri olacaktır. İç düzenleri tamamen kendilerine ait olacaktır. Tüm dünya ile irtibatı olan bir İsrail sermayesi oluşacak. Bu sermaye faizsiz sermaye olacaktır. Burası ilmin merkezi olacaktır. Mekke dinin merkezi olacaktır. İstanbul ekonominin merkezi olacaktır. Siyasetin merkezi için henüz bir delil bulunmamaktadır. Siyasetin merkezi demek süper güç demektir. Hangi süper güç “Adil Düzen”i benimserse orası süper güç olacaktır. Hakemlik sistemini kabul etmiş olacaktır. Bugün ABD, AB, Rusya; Çin ve Hint aday olarak görülüyor. Güney Amerika ve Afrika da olabilir. Ama şimdilik onlarda bir hareket yoktur.
ABD’deki 200 ailelik sömürü merkezi ve onların yaygınlaşmış örgütü olan Masonlar faizli sömürü düzeninden tevbe ederlerse, gizliliklerine son verirlerse, Üçüncü Bin Yıla hizmetleri çok büyük olur. Ne var ki şimdilik onlarda böyle bir meyil görülmemektedir.
Adil Düzen Çalışanlarının kimseye düşmanlıkları yoktur, kinleri yoktur. Olanı olduğu gibi ifade etmekteyiz. Yanlışları göstermekteyiz. Amerika’da otel odalarında alınan 28 Şubat kararını Türkiye’deki otel odalarında uygulayarak milletimize ve “Adil Düzen”e yaptıklarını gördükten sonra bizden nasıl dostluk bekleyebilirler. Şu şekilde beklerler; sadece ve sadece “gerçek anlamda tevbe etmeleri” ile bizim gibi olurlar.
وَلَتَجِدَنَّ أَقْرَبَهُمْ مَوَدَّةً
(Va La TaCiDanNa EaQRaBaHUM MaVadDaTan)
“Ve meveddet olarak akrabını vecd edeceksin.”
“Vav” harfi ile atfetmiş ve “LeTecidenne” kelimesini iade etmiştir. Eğer onları bir yerde aynı zamanda bulsaydık “LeTecidenne”yi tekrar etmezdi. Ama Yahudilerin düşmanlıkları ve Hıristiyanların dostlukları ayrı ayrı zamanda oldukları için “LeTecidenne” kelimesi iade edilmiştir.
Batı beşyüz senedir hem Hıristiyanlara hem de Müslümanlara düşmanlık yapmaktadır. Tamamen İsrail oğullarından “Yahudi” olanların fitnesi ile bu düşmanlık devam etmektedir. Birinci ve İkinci Cihan Savaşlarının merkezlerinde Fransızlarla Almanlar yer alıyordu, asıl savaşlar bunlar arasında oluyordu. Ne vardı aralarında? Sermayenin tezgahı ve fitnesi. Sermaye ülkeler arasında düşmanlığı koyar, onu devamlı savaşmalarına sebep yapar.
Türkiye’nin çevresinde Hatay, Halep, Musul, Nahcivan, Batum, Batı Trakya, Kıbrıs böyle sorunlu yerlere çevrilmiştir. Mustafa Kemal ve arkadaşları Yahudinin bu oyununu bildikleri için bütün bunlardan vazgeçerek ülkemize barışı getirdiler.
Hindistan’daki Keşmir de böyle bir fitne merkezidir. Fransızlarla Almanlar arasında Alsas Lauren savaşmalarının sebebidir. Ne var ki Charles De Gaulle Almanlarla anlaştı. Avrupa Birliği’ni kurdular. Fitne sona erdi. Şimdi Avrupa’daki çıban başı İngiltere’dir. Türkiye AB’ye girer de İngilizlerle bir olursa Avrupa yeniden ikiye bölünür ama Türkler tarih boyunca Almanlar tarafı olmuşlardır. AB’ye girsek bile bize en yakın Almanlar olacaklardır. Çünkü biz step diyarlarının çocuklarıyız. İskitler döneminden kalma akrabalığımız vardır. Bu sebepledir ki Avrupa’daki en çok Türk işçisi Almanya’dadır, Almanya’da da en çok yabancı işçi Türklerdir. Birinci Cihan Savaşı’nda Almanlarla beraber olduk, İkinci Cihan Savaşı’nda da tarafsız kaldık.
“Adavet” kelimesine karşılık “Meveddet” kelimesi getirilmiştir. Bu da mimli masdardır. “Adavet” masdar ismi idi. Bu ise masdar kalıbındandır. Mimli masdar olduğu için eşedde ile değil “Ekrab” ile getirilmiştir. “Eşed” karşılığı “Ekrab” kelimesi getirilmiştir. “Ekrab” kelimesi yakınlığı ifade eder. Kardeşler, yakınlar “akraba” olarak adlandırılır. Demek ki mü’minlere en yakın din mensupları Hıristiyanlardır.
Bu kaderin tayin ettiği bir şeydir.
İbrahim milleti ikiye ayrılır, doğu ve batı dinleri. Doğuda Hindular ve Budistler de var. Brahma ilk dindir. Kavmî dindir, sınıf dinidir. Buda ise Hazreti İsa gibi Brahmanizmi beşerileştirdi. Hindistan Budist oldu. Budizm sınıfları kaldırıyordu. Hintliler bunu sindiremediler. Çinliler Budizm’i kabul ettiler. Hintliler tekrar Brahmanizm’e döndüler. Oralardaki kast sistemi devam etmektedir. Batıda ise Hud dinini Hazreti İsa beşerileştirdi. Hıristiyanlık böylece doğdu.
İslâmiyet tüm dünya dinlerini barıştırma ve birlikte yaşama sistemini getirdi. Sabiiliği de Hıristiyanlığı da kaldırmadı, onlar arasında barışı getirdi. Ne var ki İslâmiyet bu barışı önce Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında sağlamak durumundadır. Kur’an Budistlerden değil Hıristiyanlardan bahsetmektedir. Onlarla kuracağımız yakınlığı sonra diğer dinlerle de kurmuş olacağız.
Kur’an Hazreti İsa’ya; “Sana tâbi olanları kıyamete kadar küfredenlere üstün tutacağız” diyor. Hindulara üstün tutacağız, müslimlere üstün tutacağız demiyor; küfredenlere üstün tutacağız diyor.
Bugün yeryüzünü Batı medeniyeti sarmıştır. Bu medeniyet ateist medeniyettir. Bu medeniyet Hıristiyanlığı da mahvetmiştir ama şimdi mü’minlerle Hıristiyanlar bir oluyor.
Yukarıda saydığımız İsrail oğullarından olan Yahudiler işrak edenlerle bir olarak beşyüz senedir adavet edenler olarak artık son günlerini yaşıyorlar. Yeniden mü’minlerle Hıristiyanlar işbirliği yapacak ve yeryüzünü kaplayan zulüm son bulacaktır. Yani biz diğer dinlerle değil dinsizlerle savaşmaktayız. Diğer dinleri de dinsizlikten kurtarmış olacağız.
Bediüzzaman risalelerinde, geçici de olsa biz Hıristiyanlarla bir olarak şirki ve küfrü yenmeliyiz diyor. Bu işaretine uyarak Fethullah Gülen Papa’yı ziyaret etmiştir. Yarın bizim Kur’an’dan istidlal ettiğimiz işaretlerin gerçek olduğu görülecektir. Biz yanılırız ama Kur’an yanılmaz. Bediüzzaman’ın gösterdiği bu ileriliği Mehmet Akif gösterememiş, ileride ezanlar sussun da nakus mu inlesin demiştir. [“Ne zillettir ki: Nakus inlesin beyninde Osman’ın; / Ezan sussun, fezalardan silinsin yadı Mevla’nın!” (“Bülbül” şiirinden)] Evet, yeryüzünde ezanlar okunacak, çanlar çalınacak, borazanlar ötecektir. Bunların hepsi hak dindir.
“Meveddet” merhamet benzeri bir kelimedir. Merhamet annenin çocuğuna duyduğu duygudur. Meveddet ise babanın çocuğuna duyduğu duygudur. Bunlar birbirinin benzeridir ama farklıdır. Anne çocuğunun o günkü durumu ile ilgilenir, geleceğini düşünmez. Oysa baba çocuğun ilerisini düşünür, geleceğini düşünür. Topluluk merhamet üzerinde değil meveddet üzerinde oluşur. İnsanlığın geleceği bakımından düşünüp kararlara varma işinde Hıristiyanlar mü’minlerle beraberdirler.
Bugünkü Batı uygarlığı meveddet üzerine kurulmuştur. Anadolu’ya gelen Türkler Viyana’ya kadar vardılar, hiçbir yerde halkın direnişi ile karşılaşmadılar. Anadolu’da beylik kaleleri Müslümanlar tarafından kuşatılır, teslim olmak isteyen tekfur kızını kapıya gönderir, kalesini teslim eder, kızını komutanla evlendirir, yine kentin beyi olarak kalırdı. Bizanslılar bile kentlerini korumak için Osmanlıları yardımlarına çağırmışlardır. Kosova muharebeleri Bizans’ı Katoliklerden korumak için yapılmıştır. Türk hükümdarları ile Rus çarları arasında savaş olur, bir yer diğeri tarafından alınır, halkta hiçbir değişiklik olmaz, aynı vergiyi galip gelene vermeye başlarlardı. Viyana’dan geriye çekildiğimizde bıraktığımız yerlerde Hıristiyanlar vardı ve hemen hakim oldular. Biz onları soykırımına uğratmadık, onlar da bizi uğratmadı. Mü’minlerle Hıristiyanlar arasındaki savaş Yahudi kışkırtması ile ırkçılık yaygınlaşması ile başladı. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında meveddet vardır. Her yerde vardır. Amerika’da da vardır. Obama böylece başkan oldu. Obama’yı Yahudiler aday yaptılar, Demokratlar kazanmasın diye, ama ABD Hıristiyanları zenci bir Müslümanın çocuğuna oyunu verdi. Bu onların mü’minlere olan meveddetini ifade eder.
لِلَّذِينَ آمَنُوا
(Li elLaÜIyNa EAMaNUv)
“İman edenler için.”
“İman etmiş olanlar” ifadesini tekrar etmiştir. Çünkü birinci iman edenler başka, ikinci iman edenler başkadır. Yahudilerin düşmanlık ettiği iman etmiş olanlar Osmanlı mü’minleridir. Hıristiyanların meveddet edeceği ise Cumhuriyet döneminin Adil Düzencileri olacaktır, Risale-i Nur şakirtleri olmaktadır.
Türkiye’de iki türlü mü’min vardır. Biri Osmanlı mü’minidir, o devrin imanı ile yaşamaktadır. Diğeri de günümüzün mü’minleridir. Cumhuriyetle barışmış mü’minlerdir. Bunlar başlangıçta Süleyman Tunahan ile Risale-i Nur şakirtleri şakirtleridir. Bunlar Türkiye’de halifeliği ihya için değil, İslâmiyet’i yaşatmak için faaliyetlerine geçtiler. Biri Kur’an Arapçasını öğretti, diğeri ise Kur’an’ın çağımız yorumunu yaptı.
İkinci hamle ise İzmir Akevler’de başladı. Akevler’de gelişen İslâm ve Batı uygarlıklarını sentez şekli Fethullah Gülen tarafından din cephesiyle, Erbakan tarafından siyaset cephesiyle dünyaya yayıldı. Akevler ise ilmî çalışmalarına devam etti.
İşte bu sentezci ve yenilikçi grup Hıristiyanların meveddet ettiği gruptur. Fethullah Gülen Cemaati Hıristiyanların yakın dostu hâlindedir. Aynı dostluk Millî Görüş’ün sürdürücüleri olan AK Parti tarafından yaşatılmaktadır.
Osmanlı siyaseti Hıristiyanlık düşmanlığına ve emperyalist siyasetine dayanmakta idi. Bizim hedefimiz Hıristiyanlık dostluğuna ve insanlığa hizmete, onlara Allah’ın nurunu ulaştırmaya dayanmaktadır. Bizim Hıristiyanlık dediğimiz zaman anladığımız, Yahudilerle işbirliği hâlinde olan ABD yönetimi ile ateist olan AB yönetimi değildir. Biz Katolikleri, Ortodoksları, Protestanları ve diğerlerini kastediyoruz. Ak Parti yönetimi bunların amellerine izin vermektedir.
Başlangıçta buna cephe alan Demirelci ilahiyatçılar şimdi Ak Parti’ye gelmektedirler. Yarın “Adil Düzen”e de geleceklerdir. Çünkü usulde beraberiz.
الَّذِينَ قَالُوا إِنَّا نَصَارَى
(elLaÜIyNa QAvLUv EinNAv NaÖARAy)
“Biz Nasarayız demiş olan kimseler.”
Hazreti İsa; Allah’a giderken bana yardım edecekler kimlerdir demiştir. Havariler; “Biz Allah’ın yardımcılarıyız” dediler. İşte Hıristiyanlar buradan gelen isimle “Hıristiyan”dırlar. Bugün Pavlus Hıristiyanlığı vardır, Havari Hıristiyanlığı vardır. Pavlus Hıristiyanları değil, Havari Hıristiyanları meveddet olarak mü’minlere yakın olacaklardır.
İki Hıristiyanlık arasında temelde farklar vardır.
Pavlus Hıristiyanlığı güçlü ile bir olarak dünya saltanatına ulaşma Hıristiyanlığıdır. Düzenle ilgili bir din olarak ortaya çıkar. Buna mukabil havariler düzenle değil de takva ile ilgili Hıristiyanlığın yayıcılarıdır. Düzenle değil halkla ilgilendiler. Din/düzen siyasetle ilgilidir. Takva ise halkın terbiyesi ve imanı ile ilgilidir. Hıristiyanlık insanları eğitmek için gelen bir dindir, ahlaklı olmayı telkin eden bir dindir. Şeriat düzeni değildir. İnsanların iman ve ahlakları ile ilgilenmiştir. Böyle olunca da bütün dünya devletleri Hıristiyanlığa kolayca intibak ederler. Herkesin kendi düzeni yani yönetimi olacak, sadece iman ve ahlakta Hıristiyan olmuş olacaktır. Kur’an ise daha çok düzendir, hem tarikat hem şeriat vardır. Ne var ki İslâm da yerinden yönetimi kabul etmiştir, yerel yönetimlerin iç işlerine karışmamaktadır. Dolayısıyla Hıristiyanlıkla çelişki hâlinde değildir. Birbirini tamamlamaktadırlar. Biri makroda İslâm düzenini getirmektedir, diğeri kişileri İslâm düzenine hazırlamaktadır.
Hıristiyanların mü’minlerle uzlaşması için Havari Hıristiyanlığını kabul etmiş olmaları gerekir. Bunun için şeriatta Kur’an şeriatını kabul etmeleri gerekmektedir. Kur’an şeriatı icma ve içtihatlara dayanmaktadır. Kur’an insanlara doğrudan şeriat getirmemektedir, şeriatın nasıl tedvin edileceğini getirmektedir. Avrupa’nın demokrasiye doğru attığı adımlar bunu ifade etmektedir.
Şimdi Avrupa’da iki Hıristiyanlık çatışmaktadır.
Biri Roma hukukunun devamı olan ve Bizans yönetimini koruyan Hıristiyanlık, yani Pavlus Hıristiyanlığı. Bu Hıristiyanlık tarih olmuştur ama o zaman için ileri bir uygarlık idi. Ancak bugün bu düzen uygulanamaz. Nitekim Avrupalılar bu düzeni terk ettiler. Bu terk edenlerin kendileri laiklik düzenini getirdiler.
İşte Avrupa’da çatışan bu iki düzen vardır; Roma Hıristiyanlığı düzeni ve dinsiz laiklik düzeni. Bunlardan birileri müşrik, diğerleri de Pavlus Hıristiyanları oldukları için her ikisinin de geleceği kapalıdır.
Pavlus bir Yahudidir, Hıristiyanların azılı düşmanıdır. Hıristiyanlığı yenemeyeceğini anlayınca koyu Hıristiyan olmuş, anlayışı 2000 yıl Hıristiyanlara hakim olmuştur. Hıristiyanlardan müşriklerle bir olanlar İslâm düşmanlığı yapmaktadırlar. Oysa havarilerin takipçileri olan Hıristiyanlar mü’minlerle meveddet içindedirler.
Adil Düzen Çalışanlarının işi zordur; bir taraftan Türkiye’de Osmanlı Müslümanlık anlayışı ile boğuşmaktalar, diğer taraftan Avrupa’da Pavlus Hıristiyanları ile boğuşacaklardır. Ama Türkiye’de de “Adil Düzen” taraftarları vardır. Erbakan’ın cenazesi bunu göstermiştir. Görünüşte “Adil Düzen”e karşı olsalar da içten içe artık onu tasdik etmeye başlamışlardır. Avrupa’da da büyük uyanış vardır. Avrupa müktesebatının işe yaramadığını görmeye başlamışlardır. Sorun bizim yani Adil Düzen Çalışanlarının sorunudur. Ne zaman Adil Düzen Çalışanları kendilerini Kur’an’a verir, mallarını ve canlarını Allah’a satarlarsa, o gün bunlar on kişi de olsalar galip gelecekler, tüm insanlık onların arkasından gidecektir.
Bugün Havari Hıristiyanları için mü’minlerin yani “Adil Düzen”in yanında olmasını sağlamak son derece kolaydır. Papalık bunun için Hıristiyanlık konsülünü toplayacaktır. Bu konsül şu kararı alacaktır: “İncil şeriat kitabı değildir, tarikat kitabıdır, kralların işlerine karışmaz. Tevrat ve Kur’an İncil’i gönderenin kitaplarıdır. Şeriat kitapları onlardır. Tevrat İsrail oğullarına hastır. Kur’an tüm insanlığa gelen şeriat kitabıdır. Hıristiyan yöneticiler Kur’an’a göre hareket ettiklerinde İncil’e uymuş olurlar.”
Bundan sonra Hıristiyan yöneticiler mü’min yöneticilerle daha yakın ilişki kuracaklardır.
D-8’leri Erbakan’a sermaye kurdurmuştur. Gayesi AB ile D-8’leri çatıştırıp keyif çatmak idi. Erbakan bunu benimsedi, D-8’leri kurdu; hedefi İslâm ile Hıristiyanlığı birleştirip Yahudi sömürüsüne son vermekti. Bunu fark eden sömürü sermayesi Erbakan’ı başbakanlıktan indirdi. Şimdi aynı rolü R. Tayyip Erdoğan’a vermektedir. Böylece insanları savaştırıp hakimiyetini sürdürmektedir. Arap Baharı da bu amaçla ortaya konmuştur. Erbakan’ın siyasetini gütmek gerekir. Ortadoğu birliğini sağlayıp sonra ABD, Rusya, Çin ve Hint ile bir olup insanlığı faizli sömürü sisteminden kurtarmak gerekmektedir.
Bunlar Adil Düzen Çalışanlarının işi değildir.
Adil Düzen Çalışanları örnek bir Adil Düzen işletmesini oluşturmak zorundadırlar.
Ötesini bütünü ile Allah hazırlamıştır.
ذَلِكَ
(ÜAvLiKa)
“Bu”
Yani Havari Hıristiyanlarının mü’minlere en yakın olmalarının sebebi, onların içinde gerçekleri görenlerin olmasıdır. “Zalike” kelimesi bundan öncekine işaret eder. Yahudilerin en çok aduv/düşman olmasına da işaret edebilirdi. Ancak bundan sonra gelen özellikler Yahudilerde olmadığı için işaret zamiri sadece Havari Hıristiyanlara raci olacaktır.
Kişiler olarak her toplulukta eşit seviyede iyi ve kötüler vardır. İnsan genetiği hep aynıdır. Doğuştan bütün insanlar arasında eşit seviyede iyi ve kötüler vardır. Eğitim sayesinde değişik seviyede insanlar oluşur. Kişiler aldıkları eğitim kadar sorumludur. Kimseye zerre miskalince haksızlık yapılmayacaktır. Dolayısıyla bu dünyadaki bütün sıkıntılar âhirette sevap defterine yazılmış olacaktır. Allah’ın adil olduğunda şüphe yoktur. Ne var ki adalet gereği herkese eşit rahmette bulunacaktır iddiası yanlıştır. Canlıların kimini insan kimini böcek yaratmıştır. Başka türlü herkes halik olurdu.
بِأَنَّ مِنْهُمْ
(BiEanNA MiNHuM)
“Çünkü onlardan”
Buradaki “Hum” zamiri Havari Hıristiyanlara racidir. Onlar mü’minlere meveddet itibariyle daha yakındır, çünkü onlarda iyi insanlar vardır. “Min” teb’iz içindir. Çünkü topluluk içinde önderler vardır. Onlar iyi iseler halk da iyidir, onlar iyi değilseler halk da iyi olmaz. Onların kötülükleri ve iyilikleri bu dünyaya göredir, yaptıkları işe göredir. Yoksa kötü topluluklarda iyi olan insan çok daha yücedir. Herkes içtihadı ile amel ederse iyidir. Aldığı eğitim, yaşadıkları şartlar ve çevre insanı değişik içtihatlara götürür.
Bunu şöyle izah edelim. İki arkadaş hırsızlık yapıyorlar. Yaptıkları bu iş kötüdür. Haram işliyorlarsa elbette bunun cezasını çekeceklerdir. Diyelim ki 1000 TL çaldılar. Bu çalınan haram malda hakları 500 TL iken biri diğerinden ya gizleyerek ya korkutarak 600 lira aldı. Bu dünyada bizim mahkemeye geldiklerinde biz bu davaya bakmayız. Çünkü o para onların değildir. Ahirete vardıklarında ise defterlerinde borç ve alacak hesapları yapılacaktır. Çaldıklarından dolayı hırsızlık cezası olarak diyelim ki 1000 lira karşılığı 5000 liralık ceza verilecektir. Sonra 100 lira fazla alanın diğerine borcu olacaktır, hesabından 100 TL düşülecektir. Yani herkesin defterinde her yaptığı için ayrı sevabı veya günahı olacaktır, borcu ve alacağı olacaktır. Bu defter yalnız mü’minlere değil herkese tutulacaktır, müşrik olsa da kafir olsa da tutulacaktır ve ona göre cezalandırılacaktır. Bu ahiretin hesabıdır. Biz bu dünyada kimsenin cennete veya cehenneme gideceğini söyleyemeyiz. Ama İsrail oğullarında daha çok âlim veya asi vardır diyebiliriz. Bu, bu dünya ile ilgili hükmümüzdür.
“Bi” harfi sebebiyet için gelmiştir. Yani onların içinde şunlar şunlar vardır. Ondan dolayı mü’minlere meveddet edilmektedir.
قِسِّيسِينَ
(QısSıSIyNa)
“Kıssisler vardır.”
“Minhum” “İnne”nin ismidir. “Minhum” da haberidir. İsim mensub olur, haber merfu olur. Burada “kıssîsîn” mübteda yerine geçen isimdir. “Minhum” ise “İnne”nin haberidir. Haber takdim edilmiştir. Bu âyet “Fi’l-Beyti Ricalün” dendiği zaman, “Fi’l-Beyti” haber, “Ricalün” kelimesinin mübteda olduğunu ifade der. Oysa mübteda nekre olmaz. Onun için nahivciler kurala istisna getirmişlerdir. Tehir edilirse o zaman mübteda nekre olur demişlerdir.
Biz bunun yerine “Fiha” kelimesini mübteda olarak kabul etmeyi tercih ediyorduk. Bu âyet bizim tercihimizin yanlış olduğunu göstermektedir. Başka kanıtlayıcı delil bulamadığımız takdirde nahivcilerin görüşlerine uymak durumundayız. Eğer bize delil bulursak bunu tevil ederiz. Kur’an’a mânâ verirken oradaki delâletine göre mânâ verirsiniz. Tefsir böyledir. O sebepledir ki tefsirlerde tearuz olur. Yani bu âyet böyle delalet eder, diğer âyet başka türlü delalet eder. Onları karşılaştırarak tercih yapılır, esas delalet odur.
Kur’an’da tenakuz yoktur, tearuz vardır. Tenakuz tevil edilemeyenlerdir. Usulde bununla ilgili bahisler mevcuttur. Kimileri tenakuzun da var olduğunu, bunun nesih ile giderileceği görüşündedirler. Biz, Kur’an’ın içinde tenakuz yoktur, nesh de yoktur diyoruz.
“Kıssis” sıfatı müşebbehedir. “QSS” kökünden gelir. Bu kök Türkçedeki kesme anlamındadır. Sadsa “QÖÖ” de bu anlamdadır. “Kudde” de yırtılmak anlamındadır. “Kıst” ise ortadan kesmedir. Hükmetmek yani davada hakla haklıyı denkleştirmek de kesmek fiili ile ifade edilir. Mahkeme kararlarını uygulayanlar kıssislerdir, askerlerdir.
Kur’an’da velayet bahsi vardır. Bu dayanışma ortaklığıdır. Aşağıdaki cetvelde karşılaştırmalı olarak gösterilmiştir.
İnsanın Melekeleri | His | Fikir | İrade | Ünsiyet |
Miyarları | İyi-Kötü | Doğru-Yanlış | Yararlı-Zararlı | Adalet-Zulüm |
İşi | Ne yapılsın | Nasıl yapılsın | Ne zaman yapılsın | Neye kullanılsın |
Araçlar | Sanat | Dil | Teknik | Hukuk |
Kurumlar | Din | İlim | Teknik | Yönetim |
Dayanışma | İhmal | Bilgisizlik | Beceriksizlik | Kasıt |
Eğitim | İrşat | Tedris | Terbiye | Talim |
Yerler | Salavat | Savami’ | Biye’ | Mesacid |
Ortaklıklar | Minhac | Şir’a | Mensek | Viche |
Amiller | Ruhban | Ahbar | Rabban | Kıssis |
Kur’an’da dayanışma ortaklıkları velayet ile ifade edilir. Evliya dayanışma ortakları demektir.
Diğer taraftan bu müesseselerin değişik uzuvlarından bahsetmektedir. Burada kıssislerden ve ruhbanlardan bahsetmektedir. Bu müesseseler hakkında daha fazla bilgi edinmek isteyenler “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” çalışmamıza baş vurmalıdırlar.
وَرُهْبَانًا
(Va RuHBANan)
“Ve rahipler”
Çünkü kıssisler ve rahipler oradadırlar veya orada kıssisler ve rahipler vardır. Takdim tehir ile bu iki mânâ verilir.
Burada ahbar ve rabbandan bahsetmektedir. Gerek ilim gerek ekonomi sosyal amaçlı müesseseler değildir. İnsanları eğiten ahlâkî ve siyasî müesseselerdir. Biri imanı diğeri de silahı kullanır. Topluluklar rızaları ile hukuk düzenini yaşarlar, silahları ile askeri düzeni oluştururlar. Askerler eğer hakemlerin emrinde olursa, onların kararlarını icra ederse, o zaman kıssis olurlar. Bugün ordu siyasilerin emrindedir. Yargı da bağımsızdır. Oysa durum şöyle olmalıdır. İnsanlar ülkede ilmî, ahlaki ve meslekî faaliyetleri hukuk düzeni içinde yürütürler. Nizalarda hakemlere giderler. Hakemlerin kararlarına herkes kendi isteği ile uyar. Uymayanları siyasi güç yola getirir. O halde ordu bağımsız olmalıdır, hakemlerin emrinde olmalıdır, yani doğrudan başkana bağlı olmalıdır. Sermaye istediğini yaptırmak için ekseriyet partisine her şeyi teslim etmektedir.
Bugün Avrupa’da kilise vardır. Orada Allah’ın rızasını arayan ruhbanlar vardır. Siyaset adamları vardır. Adaleti arayan kıssisler vardır. Onun için onlar iman edenlerle meveddet içindedirler. Bugün bunlar yaşanmakta ve görülmektedir.
Kur’an’da korku anlamına gelen havf, haşyet, faza’ ve ruhb vardır.
“Havf” bir tehlike esnasında duyulan korkudur.
“Haşyet” ise ileride olacaklara karşı duyulan endişedir.
“Faza’” insanın ümidini kaybettiği ve korkunun sonunda doğan cesaretli korkudur.
“Ruhb” ise hata etmekten korkmaktır. Günahkar olmaktan korkmak, haksızlık yapmaktan korkmaktır. Rahipler işte bu korkuyu yaşayanlardır. Her adımda Allah’ın emrinden dışarı çıkmamaya çalışanlardır.
وَأَنَّهُمْ لَا يَسْتَكْبِرُونَ (82)
(Va EanNaHuM LAy YaSTaKBiRUvNa)
“Ve onlar istikbar etmezler.”
“Ennehum” burada tekrar edilmiştir. “Minhum”daki “Hum” zamiri havari Hıristiyanlara gitmektedir. Buradaki zamir ise ruhban ve kıssislere gitmektedir. Makam sahibi olamayanlara istikbar etmezler. Hakkı üstün tutan yönetimle kuvveti üstün tutan yönetimin en büyük farkı budur. Kuvveti üstün tutan yönetimde görevliler kendilerini halktan üstün tutarlar ve onlara hükmederler. Oysa Hakkı üstün tutan yönetimde görevliler kendilerini “hakim” değil “hadim” yaparlar.
Resulümüz aleyhisselam diyor ki: Benden sonra birçok sözleri bana istinaden uyduracaklardır. Kur’an’la karşılaştırın, uyarsa kabul edin, uymazsa onu reddedin.
Biz şimdi bu yorumları yaparken hadisleri rivayet etmiyoruz. Kur’an’ı yeni öğrenenler hadisleri baştan okumamalıdırlar. Çünkü hangilerinin uydurma olduğunu hangilerinin uydurma olmadığını bilemezler. Kur’an’ı yorumlayıp öğrendikten sonra, diğer iki delile yani icma ve sünnete gidilecektir. Yaptığınız içtihatları hadislerin tasdik ettiğini görünce hem Kur’an’a daha çok inanacak hem de resulün gerçekten peygamber olduğunu göreceksiniz.
Burada kıssis ve ruhbanların istikbar etmediğini zikretmektedir. Yani yöneticiler kendilerini halktan farklı ve üstün görmeyeceklerdir. Evet, dokunulmazlık yoktur; ancak hakemlerden oluşan tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı varsa yoktur. Siyasilerin atadığı hakimlerin yargılamasında görevliyi korumazsanız görev yapılamaz hâle gelir.
Hazreti Resul şöyle diyor: Kavmin seyyidi onların hadimidir.
Yavuz Sultan Selim, Mısır’ı fethedince, Mısırda Cuma namazını kıldıran hatip Yavuz için “Harameyn’in seyyidi” deyince, Yavuz Sultan Selim ayağa kalkar ve “Hayır!” der; “Harameyn’in hadimi”.
Kur’an bize yaşanmış örnek olarak gelmiştir. Bize ulaşan hadisleri Kur’an’la karşılaştırıp uyuyorsa almalıyız, uymayanları atmalıyız. Bunun için önce Kur’an’ı öğrenecek, sonra hadislerle ve icmalarla meşgul olacağız.
Ben Arap gramerini öğrendikten ve Usulü Fıkıh ilmini tetebbu ettikten sonra Kazi Beydavi tefsirini okudum. Sonra Hidaye’yi okudum. Ondan sonra da hadis kitaplarından Tac’ı okudum. Ehli Sünnet’in ne olduğunu orada gördüm ve onlara hayran kaldım. Sizlere de böyle yapmanızı tavsiye ederim. Kur’an’ı okumadan ve anlamadan hadis kitaplarını okumak sizin Kur’an’ı doğru anlamanızı engeller. Çünkü uydurma hadislerin etkisinde kalırsınız. Birçok kardeşimiz bu sebeple bizi sevmekle beraber sözlerimizi sindiremiyor...