***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 23
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ كَتَبْنَا عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ أَنَّهُ مَنْ قَتَلَ نَفْسًا بِغَيْرِ نَفْسٍ أَوْ فَسَادٍ فِي الْأَرْضِ فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا وَمَنْ أَحْيَاهَا فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا وَلَقَدْ جَاءَتْهُمْ رُسُلُنَا بِالْبَيِّنَاتِ ثُمَّ إِنَّ كَثِيرًا مِنْهُمْ بَعْدَ ذَلِكَ فِي الْأَرْضِ لَمُسْرِفُونَ (32)
مِنْ أَجْلِ ذَلِكَ
(MiN ECLi ÜAvLiKa)
“Bu ecilden dolayı”
Kuyularda sular yavaş yavaş toplanır, belli zaman içinde belirli miktarda su toplanır. Böyle kuyulara veya su havuzuna “icl” denmektedir. Kuyunun dolması beklenir. Sonra başında toplanır ve suyu bölüşürler. İşte bir kuyunun veya havuzun dolma zamanına “ecl” denmektedir. Dolma zamanı ise ecelin gelmesidir. Yani bu takdirde gelen vakit suların taksim edildiği saat anlamındadır.
Araplara göre “ecel” kelimesi, artık su alabilirsiniz, müsade vardır demektir.
Meyve ağaçlarında meyvelerin olgunlaşmadan yenmemesi için ağaç sahibi çıkış yerine dikenler koyar. Kendisine de yasaktır, çıkamaz. Günü gelince dikeni indirir, kendisi önce çıkar ve toplar, herkese de artık serbest hâle gelir. Mandalina bahçelerinde meyveler toplanır ama üzerinde bir kısım meyve kalır, artık onlar da serbesttir, herkes yiyebilir. (Bir hatıra: Yetmişli yıllarda Süleyman Hoca ve M. Adil Aktuğ ile bir hoca efendiyi (Fevzi Omay) ziyarete gittik. Mandalina ağaçlarında mevsim sonuydu, ağaçların tepesinde kalmış olan tek tük meyvelerden toplayıp yemiştik. O kadar leziz mandalina yediğimi hatırlamıyorum. RNE)
İşte böyle, önce yasaklanmış olup serbest hâle getirme zamanı geldiğini ilan etme demek “ecel” demektir. Evet manâsına da gelir. Kur’an’da bu manâsı ile zikredilmemektedir. “Ecl” kelimesi burada sebep anlamında zikredilmektedir. Bu manâda başka zikredilmiyor.
Sebep yol demektir. Kur’an’da tamamen yol anlamında geçmektedir. Bizim bugün kullandığımız fıkıhçıların da kullandıkları anlamda sebep kelimesi geçmemektedir. “Ecl” kelimesi Türkçedeki sebep anlamına gelmektedir. Bu sebepten dolayı anlamı verilebilir.
Buradaki “Min” “Bi” manâsında olabilir. O takdirde, bu sebeple, dolayısıyla denmiş olur. Li manâsında da olabilir; bu maksatla, bunun için anlamına gelir.
Buradaki “Min” harfine teb’iz manâsı verilmektedir. Tebyin-i cins manâsı da verilmektedir. Çünkü işaret edilen olaydır. İbtidai gaye olarak alırsak olay oradan başlamış olur. Yani “min Zalike” yani Hazreti Adem’den gelen bir beşeri zaaf dolayısıyla anlamına gelir. “Bi” değil de “Min” getirilmesi yani hakiki ifadeden mecazi ifadeye geçilmesi aynı zamanda ibtidai gaye anlamını da vermesidir. Yani İsrail oğullarına yani size kısası niçin şeriat olarak koyduk; çünkü insanın fıtratı böyledir.
“Min Ecli Zalike” denerek iki raculün ilk insanın oğlu olduklarını da açıklamış olmaktadır. Burada bilhassa “İsrail oğullarına böyle yazdık” diyerek bize emri şeriatın men kablüna ile bildirmiş olmasının hikmeti nedir?
Bugün İsrail oğulları gaflet ve dalalet içindedirler. Onlara göre onlar seçilmiş kavimdirler ve insanüstüdürler. Görev olarak seçilmiş olabilir. A. Gül cumhurbaşkanıdır. Onun bizden hiçbir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ona verilen görevden ileri gelmektedir. İsrail oğullarının seçilmiş olması bu anlamdadır. Yoksa onlar insanların üstünde değildir. “Cana can” olarak zikretmekle, İsrail oğullarının da diğer insanlara eşit olduğunu ifade ediyor.
Sonra idamı kaldırma çabası İsrail oğullarından gelmektedir. Hıristiyanlar da Tevrat’ı şeriat kitabı kabul ediyorlar. O halde nasıl oluyor da böyle saçmalık yapabilirler. Bu sebeple İsrail oğullarının Tevrat’ında yazdık diyor. Burada başka bir hususa da işaret etmektedir. O da Tevrat’tan başka tek şeriat kitabı vardır, o da Kur’an’dır. Diğer kitaplar ahlaki kitaplardır. O zamana kadar da şeriat vardır. Ancak, o şeriat bizdeki hadisler gibidir, yani Hazreti Nuh’un uygulamalarıdır. Sonra insanlar sünnete dayanarak şeriat oluşturdular. İlk defa Tevrat ilâhi kitap olarak hükümler getirdi, zamanla değişmeyecek hükümler getirdi. Uygulama farklılıkları dışında Tevrat’ın getirdiği hükümler ile Kur’an’ın hükümleri arasında fark yoktur.
Bugün Hıristiyanlar ve Yahudiler bir araya gelmişler, ittifak hâlinde İslâmiyet’i ortadan kaldıracak olurlarsa Mesih gelecektir diyorlar. Yahudiler kitaplarında var derken Mesih gelecektir diyorlar. Hıristiyanlar da İsa Mesih yeniden gelecektir diyorlar. Uzlaşmış bulunuyorlar. Mesih gelecek. Bu ya İsa Mesih olacak yahut yeni Mesih olacak ama gelecek.
İşte bunun gelmesi için de Hıristiyanlar ve Yahudiler birleşip dünyayı zorla Batılıların uşağı hâline getirecekler. Yenemedikleri ve sorun olanlar Müslümanlardır. Müslümanları soykırımına uğratırlarsa sorunları bitecektir.
Kur’an bu âyetlerle onlara diyor ki;
Peki, siz madem ki Mesih’i bekliyorsunuz… O geldiği zaman ilk sizin başınızı kesmesi gerekir, çünkü “Avrupa kriterleri” deyip Tevrat’ın hükümlerini ters çevirdiniz!..
كَتَبْنَا
(KaTaBNAv)
“Ketbettik.”
Türkçede kanun var, mevzuat var. Mevzuat her türlü yürürlükte olan kurallardır. Belediye meclisinin aldığı karar da mevzuattır. Bakanın genelgesi de mevzuattır. Kanun ise Türkiye Büyük Millet Meclisi’nden çıkan mevzuattır.
Şeriat dendiği zaman dört delile dayalı hükümleri içerir. Kıyasla sabit olanlar da şeriattır. Kitabet ise Tevrat’tır, Kur’an’dır. Daha önce şeriat vardı. Ama ilk şeriat kitabı Tevrat’tır. Kur’an ise son şeriat kitabıdır. Bundan sonra yeni kitap gelmeyecektir.
Şeriat canlıdır. Hayat değiştikçe şeriatın hükümleri değişir. Bunun için devamlı içtihat ve icmalara ihtiyaç vardır. Bununla beraber bu değişme bazı değişmez ilkelere dayanmaktadır. Yoksa birlik ortadan kalkar. Bir çocuk doğar, gelişir, büyür, yaşlanır ve ölür. Her zaman değişmektedir ama o yine o olarak kalmaktadır. Değişme kişiliği değiştirmez.
İşte, kitap topluluğun genetiğidir. Kuruluştan ölümüne kadar değişmez.
Türkiye Cumhuriyeti’nin değişmez hükümleri vardır. Bunlar bu devlet yıkılmadıkça değişmez.
İnsanlığın da böyle değişmez hükümleri vardır. Hazreti Adem’den başlar, kıyamete kadar değişmez. Bir canlının genetiği de nesiller boyu bile değişmez. Örnek, bir insandaki DNA zinciri ilk döllendiği tarihten itibaren hep aynı kalır ve her hücrede yer alır. Onun uygulanması devam eder. Ayrıca insanın DNA’ları da kıyamete kadar değişmeyecektir.
Şeriatın bir kitap kısmı vardır ki Hz. Adem’den başlar, kıyamete kadar aynı kalır. Ne var ki değişik topluluklarda değişik şekilde uygulanır. Topluluklar arasındaki fark kişiler arasındaki DNA farkı kadardır. Ayrıca bir toplulukta da değişmeler olabilir. İnsanda DNA değişmemekte ama yapısı değişmektedir.
Burada İsrail oğulları örnektir.
Doğa, Canlı, İnsan, Kavim genel kurallar içinde özel kuralları içermektedir.
İnsanlara yazılı hukuk düzenini öğretmektedir.
Buradaki zorluk şudur.
Mısır’da Firavunlar kanunlar yapardı. İstedikleri zaman da değiştirirlerdi. Mısır’da kanunnameler oluşmadı. Oysa Mezopotamya’da ve Roma’da kanunlar oluştu. Krallar değişik kanunlar yaparlardı. Peygamberlere de yeni kitaplar gelirdi. Oysa Tevrat İsrail oğullarının değişmez kitabıdır. Bugün İsrail devleti kanunlar yapmakta, bir müddet sonra değiştirmektedir. Bu kanun değildir, şeriattır. Kitap ise değişmeyen kuralları içerir.
İnsanın 46 kromozomu vardır. Bu kromozom üzerinde milyarlarca genler vardır. Bunlar Hazreti Adem’den beri değişmemektedir. İnsanlara akraba canlılardan olan maymunların kromozomların sayısı bile aynı değildir. İşte, Hazreti Adem’den beri değişmeyen bu kromozomlar insanı oluşturur.
Öyle bir kitap yazalım ki kıyamete kadar o değişmesin. İşte o kitap Kur’an’dır.
Sonra, her yeni çocuk olduğu zaman kromozomlar değişmemektedir ama genler değişmektedir. İşte topluluklar yeni insan demektir. Kromozomlarda değişme yoktur ama genlerde değişmeler vardır. Tevrat Kur’an uygulamasının biridir. Sünnet de öyledir. “Adil Düzen” ise Kur’an’ın ikinci uygulanışını ifade edecektir.
عَلَى بَنِي إِسْرَائِيلَ
(GaLAv BaNIy EiSRAvEIyLa)
“İsrail oğullarına yazdık.”
“Seriye” geceleyin baskın yapan askeri müfrezenin adıdır.
“İsra” gece yürüyüşüne çıkarma demektir.
Hazreti Yakup amcası İsmail’i Mekke’de ziyaret etmiş ve oradan Filistin’e dönmüştür. Seyahatini gece yapmıştır. Bugünkü Kudüs’e geldiği zaman, orada gece uyurken bir rüya görmüş, o rüyada ona insanlığın geleceği gösterilmiştir. Hz. Adem’le, Hz. Nuh’la, Hz. İbrahim’le görüşmüş, ondan sonra kendilerinden gelecek olan Hz. Yusuf, Hz. Musa, Hz. Davut, Hz. Muhammed rüyada gösterilmiş idi. Ayrıca kendisine gelen vahiy ile çocuklarının görevli bir ulus oluşturacağı bildirilmişti. İşte bundan sonra adı “İsrail” olmuştur. İsraAllahi demektir. Arapça tamlama ilkesine göre Allah’ın gece yürüttüğü kimse anlamına gelir. İsmail de Allah’ın işittirdiği kimse demek olur. Cebrail Allah’ın gücü, Mikail Allah’ın keyl edeni, ölçeni anlamına gelir.
“İsrail oğulları” insanlığın uygarlaşmasında önderlik edecek bir kavimdir. Bugün nüfusları on milyon kadardır. On milyar insanlıkta binde birdirler ama bugün dünyadaki bütün siyasî, iktisadî ve ilmî faaliyetlerin en etkin olanlarıdır. Dinsizleştirmede de başa güreşiyorlar. Bunların yeryüzündeki silahları ve fesatları kıyamete kadar devam edecektir. Kur’an İslâmiyet’in yayılmasını bunlara dayandırmaktadır. Allah şeytanın yardımcılarını bile kendisi görevlendirmiştir. Bugün dünya dinsizleşmektedir ama bu dinsizliği yeryüzüne getiren ve yaygınlaştıranlar İsrail oğullarıdır. Serapa ateist olan Marks bir Yahudidir.
أَنَّهُ
(EanNaHUv)
“Diye”
Kim bir nefsi öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibidir diye yazdık.
Türkçede kullanılan “diye” yerine Arapçada bu “ennehu” kelimesi gelmektedir.
“Hu” “Enne”nin ismidir. “Hu” mübtedadır, ondan sonra gelen haberdir. Cümlenin tamamı “ketebe”nin mef’ulüdür. Tevrat’ta böyle yazılmış ve böyle hüküm konmuştur. Başlangıcı ise Hz. Adem aleyhisselâmdan başlar.
Kur’an’ın hükümleri de böyledir. Kur’an’da tek farklı olan vahyin yerini içtihat ve icmaların almasıdır.
مَنْ قَتَلَ نَفْسًا
(MaN QaTaLa NaFSan)
“Kim bir nefsi katlederse.”
“Men” kim anlamında yalnız şuurlu varlıklar için kullanılmaktadır. Melekler, cinler, ruhlar ve insanlar kastedilir. Allah ise ne “men”dir, ne de “mâ”dır; O’nun dilde karşılığı yoktur. “Men”deki umumilik insanları eşit hâle getirmektedir. Yani katil kim olursa olsun hüküm değişmez. İnsan olan herkes “men”dir.
“Nefsen” kelimesi de kişiliği ifade eder ve yalnız insanlar için zikredilir. Bir insan diğer bir insanı katlederse. Katletmenin iradi olması gerekir. Çünkü “Men”in fiilidir. Yani katil kişi değil de başkası olursa o zaman bu cümlenin ifadesi içine girmez. Ceza hukukunda kasıt esastır. Bir kimse hata ederek veya farkında olmayarak bir suç işlerse buna ceza verilmez. Mâlî tazminat öder ama ceza verilmez. Cezanın verilebilmesi için kişinin kasden öldürmesi gerekmektedir. Bu hüküm “katele” fiilinin failliğinden gelmektedir. Kastedilmeden ölüm etkili olursa bu katil olmaz, katlin müsebbibi olur.
“Men”in içine akıl hastaları veya çocuklar dahil midir?
Evet, kaza ile de olsa, hata ile de olsa, biri diğerini katledince, kısas olmasa bile diyet olarak karşılığını ödemesi gerekmektedir. Buradaki “Men”in umumi olması diyetin her zaman ödenmesi gerektiğini ifade etmiş olur. Öldüren veya öldürülen söz konusu olmaksızın ölüm ve öldürme olayı sosyal bir olaydır, tüm topluluğun ilgilenmesi gerekir.
Nefis nerde başlar?
Doğmuş olan herkes nefstir. Doğmadan anne karnındaki çocuğu öldürmek de nefsi öldürmektir. O da nefs içine dahil midir? Kur’an’da hayat nefesle alakalandırılmıştır. Sağ doğmuş olma üzerinde çeşitli görüşler vardır. Bize göre en sağlam görüş nefesin alınmasıdır. Çocuk anne karnında annesinin ciğeri ile yaşar. Yani kirlenen kan annesinin akciğerinde temizlenir. Dolayısıyla akciğer henüz büyümüş değildir, hava alıp verme durumunda değildir. Doğduktan sonra hava ile temasa geçen ciğerler birden büyür ve nefes alıp verecek hal alır. İşte nefs yani kişilik burada başlar. O halde çocuğun sağ doğup doğmadığını belirlemenin yolu ciğerlere bakmaktır. Ciğerler büyümüşse sağ doğmuş olur.
Bu âyetin bize öğrettiği şey, insanın katledilmesi canlı doğması ile alakalıdır. Doğmadan çocuğun aldırılması bu âyetin şümulüne girmez. Ne var ki insanın kişiliği döllenme ile başlar. Erkek veya kadın olarak belirlendiği gibi, genetik kişiliği de oluşmuş olur. Sağ doğmayan çocuğun diyetini âkilesi ödemediği gibi kısas yapılmaz. Diyette onda bire kadar düşürülür.
Doğumu tarif ettiğimiz gibi ölümü de tarif etmemiz gerekir. Kalbin durması, kanın ciğerlerde temizlenmemesi durumu ölümdür. Ne var ki bazı hallerde kalb durmakta, sonra suni olarak çalıştırılabilmektedir.
Kalp ne kadar zamanda durursa ölüm gerçekleşmiş sayılır? Kalbin çalışması kişinin sağ olduğu anlamına gelmez.
Ölüm beyindeki elektrik aktivitenin tamamen durmasıdır. Bu EEG ile ölçülebilir veya vücuttaki tüm reflekslerin total olarak olmaması ile anlaşılır. Böyle bir kimsenin organları alınıp başkasına nakledilebilir.
بِغَيْرِ نَفْسٍ
(BiĞaYRı NaFSin)
“Bi gayri nefsin.”
Başka bir nefis sebebiyle olmaksızın denmektedir.
Buradaki “Bi” bedeliyet bisidir. “Bi'nî beyteke bi hamsin” dersem, elli lira bedelle evi bana sat anlamına gelir. Nefsin gayrisi sebebiyle katleden, “bigayri katli nefsin” demektir.
Bir kimse birini öldürmüşse ona karşılık o da öldürülür. Buna kısas denmektedir. Kısasın istisnaları vardır. Âm/genel olan bir lafız başka yerlerde tahsis edilmiş olabilir. Kur’an inzâl olduğu için yani bize cümleten vahideten geldiği için bütün hükümler orada mevcuttur. Dolayısıyla kitabın içinde âm olan lafız her zaman tahsis edilmektedir.
Biz ne Kur’an’daki sıraya bakarak, ne de nüzul tarihine göre manâ veririz. Dolayısıyla hâslar âmları tahsis eder. Kur’an aynı zamanda tenzildir, yani peyderpey nâzil olmaktadır. O da icma ve içtihatlarla ilgilidir. İçtihadımızın değişmesi ile şeriatın hükümleri değişmiş olur.
Kısasın uygulanmadığı yerler aşağıda belirlenmiştir.
- Öldürme kastı yoksa kısas uygulanmaz. Dövme kastı var ama öldürme kastı yoksa yine kısas uygulanmaz. Dövme kısası uygulanır.
- Bir nefis karşılığı kısas yapmak üzere öldüren de öldürülmez. Bu sebepledir ki başkan birisini kamu çıkarı için öldürmüşse kısas uygulanmaz, diyet ödenir.
- Affedilirse diyete dönüşür ve kısas uygulanmaz.
- Katil ilçesini terk ederse, kaçarsa, diyete dönüşür, kısas uygulanmaz. Diyeti ödememiş olsa bile Mekke şehrine giren oradan çıkıncıya kadar kısas uygulanmaz. Oradaki öldürmelere kısas uygulanır.
أَوْ فَسَادٍ فِي الْأَرْضِ
(EaV FaSAvDın FIy eLEaRWı)
“Veya arzda fesad çıkarması.”
Kısas, yukarıda belirtildiği gibi kişilere ika edilen bir öldürmedir. Mahkeme kararı ile katledilir. Bunun dışında kişi öldürmez ama fesat çıkarır. Örnek olarak tren yoluna engel koydu, tren devrildi, insanlar öldü. Burada kişinin öldürme kastı olmayabilir ama insanların ölümüne sebep olur.
Burada “Arz” kelimesi getirilmiştir. Buradaki arz bucak toprakları, il toprakları, ülke toprakları ve insanlık toprakları yani yeryüzü olabilir. Burada bir bucakta kişi fesat çıkarıyorsa, oranın düzenini bozuyorsa, o bucaktan sürülür. Gitmezse öldürülür. Mahkeme kararı ile öldürülse diyet ödenmez. Bucak başkanı kendi kararı ile öldürse kısas yapılmaz, diyeti ödenir. Kendisi öldürmüyor ama yaptığı neşriyat ve yalan haberler gibi olaylarda fesat çıkarıyorsa öldürülür.
Buradaki “Fi’l-Erdi” kelimesini zikretmesinden anlıyoruz ki, kişi belli bir kişiye yaptığı fesattan dolayı öldürülemez, orada verdiği zarar kadar tazmin ettirilir. Faili ve mef’ulü belli olan fiiller için öldürülemez. Öcalan gibi kendisi adam öldürmemiş olsa bile kurduğu örgüt adam öldürüyorsa o zaman o da öldürülür.
İki görüş vardır.
Filistin’de Hamaslılar kendi memleketlerini kurtarmak için savaşıyorlar. Çeçenler de istiklâl için savaşıyorlar. Bunlar kahramanlıktır.
Başka bir görüşe göre ise bunlar suçsuz olan insanların ölmelerine sebep oluyorlar. Fesat çıkarıyorlar. Acaba hangisi doğrudur?
Buradaki “arzda” kelimesi bu hususta bize işaretler vermektedir.
Kişi kendisine hasım kabul ettiği kişiyi hedef alarak öldürse burada kısastır. Ama hedef alınmaksızın ölsün de kim ölürse ölsün şeklindeki hareket fesattır. Ne var ki cephe oluşturulur, karşılıklı savaşa girişilirse, bu fesat değildir. Arzın dışında savaştır. Bu savaş tek başına yapılan hareketler değildir. Yerinden yönetim esas alınır. Ocak, bucak, il ve ülkeler iç işlerinde bağımsızdırlar. Eğer devlet illerin iç işlerine müdahale ediyorsa haksızlık yapıyor, il bucakların iç işlerine müdahale ediyorsa haksızlık yapıyor demektir. Ama bucak içinde herhangi bir fesadı durdurma tamamen fesadı ortadan kaldırmadır.
Ocak, bucak, il ve ülke içinde kişilerin fesat çıkarması karşılığı katledilebilir. Hakemlerin kararı olmadıkça ülkelere, illere, bucaklara ve ocaklara girilemez. Ancak içeride olanların çıkmasına izin verilmiyorsa, içeridekileri kurtarmak için girilebilir. Onun dışında muhasara edilir ve beklenir. Çıkanlar çıkar, kalanlar da kendi hallerinde bırakılır.
Fesadın arzda olması yani kişilere yönelik olmaması gerekir.
Demek ki:
-Dünya yüze yakın devlete ayrılacak.
-Devletler yüze yakın illere ayrılacak.
-İller de yüze yakın bucaklara ayrılacak.
-Bucaklar yüze yakın ocaklara ayrılacak.
Bunlar kendi topraklarında tamamen bağımsız olup istediklerini yapmaları tamamen yöneticilerinin yetkilerindedir. Dışarıda ise merkez bucakların düzeni vardır. Onu bozmak isterlerse o zaman arzda yani bucaklar yönetiminde fesat çıkarmış olurlar, katl caiz olur.
Burada savaş hâli de istisna edilmiştir. Hakemler kararı ile boşaltılması emredilen bir yer boşaltılmazsa orada olanlar savaşta ölmüş olabilir. Burada “arz” kelimesini kullanmış olması güvenliğin yerlere göre korunacağını ifade eder. İnsanlığı insanlık bölüşmüştür. Her ülke kendi ülkesinin savunmasını kendisi sağlar. Bu savunma gücüne karşı çıkanları öldürmek bu âyetin dışındadır. Her il iç güvenliğini kendisi sağlar. Her bucak kendi hukukunu kendisi uygular. Kuralımız şudur. Özel hukuk hakemlerce çözülür. Davalının bulunduğu yer mahkemesi bakar. Kamu hukuku ise her bucakta ayrıdır. Suç hangi bucakta işlenirse o bucakta muhakeme edilir, o bucağın kanunları geçerlidir. Kişinin mensup olduğu yer ve kimlik aranmaz. İşte bunun delili buradaki “Fi’l-Erdi” kelimesidir.
“Adil Düzen Anayasası”na deliller arıyoruz. Deliller böyle bulunacaktır.
فَكَأَنَّمَا قَتَلَ النَّاسَ جَمِيعًا
(FaKaEnNaMa QaTeLe eLNaSa CeMiGan)
“Bütün nâsı cemian katletmiş gibidir.”
Kısas ve arzda fesad dışında adam öldüren sadece o adamı öldürmüş değildir. Sanki bütün insanları öldürmüş gibi olur. Buradaki “Fa” “Men” şartının cevap fesidir. Gibi, benzeri manâsınadır. “Keennemâ” zikredilmeseydi sanki biri öldü mü herkesin öldürülmesi anlamına gelirdi. Oysa burada benzetme vardır. Bütün insanları öldürenin cezası ile bir kişiyi öldürenin cezası artmamaktadır. Öldürülen kaç kişi olursa olsun bir tane kısas vardır. Birkaç kişiyi öldürdü diye önce eziyet edilip sonra öldürülmez. Birinin katlinden tüm insanlık sorumludur. İşte bu sebepledir ki katl sadece özel hukukun konusu değildir, kamu hukukunun da konusudur. Affedilmesi hâlinde de diyet ödenmektedir.
“Ennemâ” “ennehu” gibidir, orada hüküm ifadesi geçmişti, burada ise olay geçmiştir. “Enne”den sonra fiil gelmeyeceği için “Mâ” harfi ziyade kılınmıştır.
“Nâs” harfi tarifle gelmiştir.
Burada kastedilen “nâs” nedir?
Bir toplulukta katili bulup cezalandırmak, diyet ödenecekse diyeti ödemek her bucağın görevidir. Buna göre bu fiili işleyen bütün bucak halkını öldürmüş kabul edilir. Ne var ki bucak işin içinden çıkamazsa il çıkar, il çıkamazsa devlet çıkar, devlet de çıkamazsa insanlık çıkar. Bu ifadenin taşıdığı manâ şudur. Eğer bir bucakta bir öldürme olayı vuku buluyorsa, o olayla tüm insanlık ilgilenmelidir.
Bu anlamda ve hakemler kararı ile olmak şartıyla Libya’da cereyan eden olaylara NATO’nun müdahalesi meşrudur. Filistin’de cereyan eden olay sadece Filistin olayı değildir. PKK olayı sadece Türkiye olayı değildir. Bir yerde bir adam ölüyorsa bütün insanlığın oraya müdahale etme yetkisi vardır.
Ne var ki bu müdahale yetkisi petrol çıkarları gereği olmamalıdır.
İnsanlık için tek çözüm vardır, hakemlik sistemi.
Türkiye yüze yakın vilayete ayrılmalıdır. Her vilayet kendi iç güvenliğini kendisi sağlamalıdır. Herkes hakemlerin kararlarına uymalıdır. Hakem kararlarına uymayan suçludur.
Şimdi biz diyoruz ki, Türkiye hepimizindir. Doğudaki halkın direnmesi halkın kendi iradesi değildir. Baskı uygulanmaktadır. Başbakan esnaf için kepenkleri kapattılar diyor. Korkuttular diyor. İşte zaten sorun odur. Başbakanın Hakkari’de işi nedir? Hakkarililer milletvekillerini seçer ve gönderirler. Başbakan Ankara’da onlardan güvenoyu ister. Oysa şimdiki uygulamada parti başkanlarının atadığı adaylar meclise gelmektedir. Bugün en gerçek seçim bağımsızların seçimidir. Çünkü onları halk doğrudan seçmektedir.
Dayanışma ortaklıkları ve bağımsız bucak sistemi demokrasinin hak ve hürriyetlerinin temelidir. Uygulanması ise hakemlerin karar alması ile mümkündür. İşte, hakem kararlarına uymayanları tepelemek insanlığın görevidir. İnsanlık el ele verip hakem kararlarına uymayanları bertaraf eder.
“Cemian” kelimesi sanki hepsini birden öldürmüş anlamındadır. Dayanışma ortaklıklarının temeli budur. Birimize yapılan hepimize yapılmıştır. Birlikte karşı çıkma durumundayız. Burada sadece “katl” zikredilmiştir. Diğer bedeni etkileyen fiiller de böyledir. Daha da ileri gideriz. Birisi diğerine borcunu ödemediği zaman hepimize ödememiş gibi olur. Bu sebepledir ki mahkemelerde dava açılır, topluluk onun sonucunu takip eder. Bundan dolayı mahkemelerde açılan davalardan harç alınmaz. Bu sebepledir ki avukatların ücretlerini topluluk öder. Çünkü hak hepimizin hakkıdır. Haksızlık yapan hepimize yapmıştır.
Türkiye’de ve dünyada dava harçları alınmaktadır. Avukatlık müessesesi çalıştırılmaktadır. Hakimlerin maaşları taraflara ödetilmiyor ama bilirkişi ücretleri taraflara ödetiliyor. Diyelim ki bir adam suç işledi, astık. Ondan savunma bedeli alma yetkimiz olmadığı gibi mağdurdan da fazla bir şey talep etmeyiz.
Devlet şirket değildir, kâr amacıyla oluşturulmamıştır. Devlet vergi alır, işletmelerden vergi alır, halktan haraç almaz. Bugün gelir vergisi vardır, kişilerin kazançlarından vergi alınmaktadır. Oysa şeriatta işletmelerin vergisi vardır. Üretilen mallardan kamu payı alınır. Kişilerden vergi alınmaz. Aldığı vergilerle de devlet kamu görevlerini yapar; yargılar, savaşır, yol yapar. Bunların bedelleri vergiden alınmıştır. Artık devlet bir daha sen bu köprüden geçtin diye vergi alamaz. Bu mantık, bu düzensizlik temelden değişecektir.
İşte, buradaki bütün nâsı katletmiştir sözünün manâları bunlardır. Cana can, mala mal. Birisi borcunu ödeyemedi mi hepimiz öderiz. Gerçek sigorta budur.
وَمَنْ أَحْيَاهَا
(VaMaN EaXYAvHAv)
“Kim onu ihya ederse.”
Nefsi katletmek kolay anlaşılmaktadır.
“Kim onu ihya ederse”nin anlamı nedir?
Basit anlayışıyla “nefsi ihya etmek” demek, onu ölümden kurtarırsa demektir.
Diyelim ki biri hastaydı, tedavi edilmesi gerekirdi, tedavi etmedik, adam öldü; tedavi ettik, dirildi. İşte o tedavi eden onu ihya etmiş olur. Onu değil bütün nâsı ihya etmiş olur. O halde doktorun ücretini bütün insanlık vermelidir.
Bir kimse çocuk yaptı. O da birini ihya etmiştir. Çocuğa bakıp büyütme insanlığın görevidir. Çocuk yalnız anne babasının çocuğu değildir, insanlığın çocuğudur. Bütün insanlık onu yaşatmak ve yetiştirmekle mükelleftir.
“Her nefis ölümü tadacaktır” deniyor. Burada “kim nefsi ihya ederse” diyor. O halde ölen insanın ruhu değil nefsidir; bedeni de değildir, çünkü beden de her gün değişmektedir.
فَكَأَنَّمَا أَحْيَا النَّاسَ جَمِيعًا
(Fa KaEanNaMAv EaXYay elNAvSa CaMIyGan)
“Sanki bütün insanları birlikte ihya etmiştir.”
İnsan denilen varlık diğer hayvanlardan çok farklıdır. Bir arı kovanında yüzbinlerce arı vardır. Bunlar bir ümmettirler. Ayrıca yeryüzünde milyarlarca kovan vardır ama bu kovanlar bir ümmet değildirler. Oysa insanlar on milyara yaklaşıyorlar, bunlar tek ümmettir. Çin’de doğan bir çocuk benim kardeşimdir, ben ondan sorumluyum; onu doğuran annesine ve babasına gerektiğinde katkıda bulunmalıyım. Zelzele olmuş, sel olmuşsa, benim onlara katkıda bulunmam gerekmektedir; çünkü biz bütün insanlarla bir olmuşuzdur.
Bunu nasıl başaracağız?
İşte sorun budur. Kızılay çadırları gönderir ama isterse gönderir. İane değil, yardım değil, vecibe ve dayanışma için yapar bunu.
“Adil Düzen Anayasası”nda dayanışma ortaklıkları anlatılmaktadır.
Şimdi bu genel kural içinde bir taraftan insanların haklarına taaddi etmeyecektir, diğer taraftan her ferdin hukuku görülecek, ihtiyaçları giderilecektir.
Bu sorun nasıl çözülecektir?
Bu sorunun çözümü şuub ve kabail olarak hazırlanmamızla olacak. İnsanlar ocaklar, bucaklar, iller ve ülkeler hâlinde örgütlenecekler. Ayrıca bucakta, ilde, ülkede ve insanlıkta ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları oluşacak. İlçelerde hakemler, bölgelerde ihtisas hakemleri, kıta merkezlerinde ise üstün hakemler olacak. Çıkan her türlü nizalar hakemler tarafından çözüme ulaştırılacak. Dayanışma ortaklıkları hakem kararlarına göre infaz edecekler. Tüm yeryüzü tek bir canlı imiş gibi yaşayacak, gelişecek, uygarlaşacaktır.
İnsan cüzi iradesi ile ne derece özgürse külli irade içinde de o derece mutidir. İnsan böyle yaratılmıştır. İnsanın saadeti budur.
İntihar saldırısı iki bakımdan Kur’an’ın emirlerine aykırıdır. Birincisi; intihar ferdî harekettir, oysa ferdî savaş yoktur. İkincisi; insan kendi kendisini var etmemiştir. Bu nedenle kendisi kendisinin, değildir. Bu nedenle kendisini de öldüremez.
وَلَقَدْ جَاءَتْهُمْ رُسُلُنَا
(Va LaQaD CAEaTHuM RuSuLuNAv)
“Onlara resullerimiz gelmişti.”
“Ve” harfi “erselnâ”ya atfetmektedir. “Ve Câethum” dememiş de “VeLekad” kelimesini getirmiştir. “Ketebnâ”ya doğrudan atfetmiş olsaydı Tevrat’ta yazıldığı zamanda resuller gelmiş olacaktı. Halbuki resuller daha sonra gelmişlerdir. Bunun için araya “Lekad” gelmiştir. Şimdi resuller gelmiştir. Tevrat’ta böyle yazdık, şimdi de resullerimiz gelmiştir.
Allah kitaplar göndermekte, onları anlatmak için de resuller göndermektedir. Yalnız resul gelmiştir ama resulsüz kitap gelmemiştir. Kitap ölü şekillerden ibarettir. İnsan ise canlıdır. Allah’ın halifesi şekiller değil de insandır. Cebrail Kur’an’ı Hazreti Muhammed’e getirmiş, bize de O’ndan alanlar getirmişlerdir. Gerek hadiste gerekse kıraatte bunun için râvi önemlidir ve şarttır.
“Resuller” burada kuralsız çoğul getirilmiştir. Çünkü resuller ayrı ayrı zamanlarda ve değişik topluluklara gelmişlerdir. Biz biliyoruz ki insan genetiği en uygar eğitimi alabilmektedir. Bir çocuğu ele alsak, on beş yaşına kadar insanlarla temas etmeden büyütsek, sonra onu bir topluluğun içine bıraksak, iki üç sene içinde onların dillerini öğrenir ve onların yaptıklarını yapmaya başlar. O halde, eğer Allah herhangi bir kimseyi alsa ve melekleri görevli yaparak mesela bundan on bin sene önce ona rüyada bu hayatı gösterse, bunu değişik zamanlarda yapsa, o kimse bizim kadar bilgili ve eğitimli olabilir. Allah böylece Hazreti Adem’den başlayarak böyle seçilmiş insanları gönderdi, onlar o topluluğun üstünde ve insanlığın uygarlaşmasında yardımcı oldu.
Bugün kesin olarak bilinen bir şey vardır. Uygarlık Mezopotamya’da başladı, Hazreti Nuh peygamberin öğretileri ile gelişti. Mısır uygarlığı Mezopotamya uygarlığının bir uzantısıdır. Sonra ikinci uygarlık İbranilerde başladı. Hazreti Musa’nın şeriatıyla insanlık aydınlandı. Yunan uygarlığı, Roma uygarlığı onların uzantısıdır. Üçüncü uygarlık ise Hıristiyanlıktır. Hazreti İsa’nın şakirtleri Roma ve Bizans’a gelirler ve Hıristiyanlık ortaya çıkar. Sonra birinci Kur’an uygarlığı başlamıştır. Bugünkü Avrupa uygarlığı bu uygarlığın devamıdır.
Demek ki uygarlıklar “resuller”le tesis edilmiştir. Tevrat Nuh ve İbrahim uygarlığının kitaplaşmış şeklidir. Ondan sonra da bugünkü uygarlık oluşmuştur. Kur’an da İbrahimî dinin son halkasıdır. Allah insanlara Kur’an’ı öğretmek istemiş, bunun için önce Hazreti Nuh gelmiş ve ilk hazırlığı yapmıştır. O’nun torunlarından olan Hazreti İbrahim de Hazreti Nuh’un başlattığı uygarlaştırma faaliyetini yüklenmiş, dört oğlunu doğuya göndermiş, onlar orada önce Brahmanizm’i, sonra Budizm’i oluşturmuşlardır. Oğlu İsmail’i Mekke’de bırakmış, onun oğulları da orada Son Peygamberi yetiştirmişlerdir. Oğlu İshak ise Filistin’de yerleşmiş ve İsrail oğullarını oluşturmuştur. Onlara da peş peşe peygamberler gelmiştir.
Burada kastedilen “resuller” eski peygamberler olacağı gibi, bugünkü İslâm âlimleri de olabilir. Onlar şeriatı tebliğ edeceklerdir. İşte, bizim istediğimiz, sizin Tevrat’ta olan hükümlerden başka bir şey değildir diyecekler. Avrupa müktesebatı deyip dalalete gitmenizde mana yoktur. Tevrat ve İncil’de olmayan hükümler uyduruyorsunuz. Siz kimsiniz, kâinatı var edenden daha akıllı mısınız? Eğer Tevrat’ta, İncil’de, Furkan’da bulamıyorsanız; işte Kur’an, gelin birlikte tüm insanlık olarak bu kaynaktan yararlanalım. Bizim dememiz gereken budur. O halde buradaki “resuller”den maksat bugünkü İslâm âlimleridir.
Biz onlara ne diyoruz?
Gelin diyoruz, geçmişte söylenen ne varsa hepsine kulak verelim. Filozofların hayallerine de kulak verelim. Marks’ı da Jan Jak Russo’yu da dinleyelim; ama peygamberleri de dinleyelim. Buda’yı Konfüçyüs’ü, Musa’yı, İsa’yı da dinleyelim. Bu arada Kur’an’ı da okuyalım. Müçtehitleri de dinleyelim...
Sonra oturup düşünelim...
Bize göre doğru ne ise onu yapalım. Anlaşır icma edersek, tüm insanlık onu dinlesin ve yapsın. İhtilafa düşersek herkes kendi reyi ile hareket etsin, ülkeler kendi reyleri ile hareket etsin, iller kendi icmaları ile hareket etsin, bucaklar kendi icmaları ile hareket etsin, ocaklar kendi icmaları ile hareket etsin. Kişiler kendi reyleri, içtihatları ile hareket etsin. İşte bunu söyleyecek olanlar Adil Düzen âlimleri olacaklardır. Buradaki “resuller” bunlardır.
بِالْبَيِّنَاتِ
(Bi eLBayYİNAvTı)
“Beyyinat ile”
“Beyyin” “beyan”dan feîl vezni üzere sıfatı müşebbehedir. Fail manâsında da olabilir, mef’ul manâsında da olabilir. Fail manâsında olduğu zaman dişi de olsa sonuna te harfi almaz, mef’ul manâsında olduğu zaman sonda te harfi alır. Burada “te”li çoğul yapıldığından demek ki mef’ul manâsındadır. Bunun anlamı belgelerle size geldi, kanıtlarla size geldi demektir. O halde resuller sadece mübelliğ değildir, sadece mübeşşir değildir, aynı zamanda mübeyyindir, yani kanıtlayıcıdır. O halde biz Adil Düzen Çalışanları da kanıtlarla onlara varacağız, lafla değil ilimle varacağız.
Prof. Dr. İlhan Arsel’e (“Şeriat Devletinden Laik Cumhuriyete” diye yazdığı 850 sayfalık kitabına) reddiye yazdık (1200 sayfalık iki ciltlik “İslâm Devlet ve Dünya Düzeni” kitabımız). Onlar okumadılar. Kendilerini âlim diye ilan eden ilahiyatçılar da okuyup seslerini çıkarmadılar.
Neden?
Çünkü orada anlattıklarımız onların bildikleri İslâmiyet değil, orada Kur’an İslâmiyet’i vardı; onu kabullenemiyorlar, karşı da çıkamıyorlar. En iyisi susmak, Masonların yaptığı gibi tartışma dışında bırakmaktır. Bu suskunlukları ispat etmektedir ki onlar resullük görevini görmüyorlar, resullerin vârisleri değildirler.
“Onlara geldi” dendiğine göre, bizim onlara gitmemiz gerekir. “İslâm Devlet ve Dünya Düzeni” kitabımızda biz cevap verememişsek siz cevap verin. Acziyet içinde saldırılara cevap vermemek, tüm insanlığın günahını yüklenmek değil midir?
Prof. Dr. İlhan Arsel böyle yazdı, Kur’an’ın uydurma olduğunu söyledi, buna cevap veren çıkmadı; biz de onun gerçekten doğru söylediğini zannettik, onun için Kur’an’la ilgilenmedik derlerse, bugünkü Müslüman din adamları, dinî hizmet dolayısıyla maaş alan din adamları nasıl cevap vereceklerdir?
Biz onların görevlerini yaptığımız için bize teşekkür ve dua edeceklerine; tam tersine bize cephe alıp ‘o yaptığınız İlhan Arsel’in yaptığından da kötüdür’ diyorlar!
Bu âyet bize bizim yaptığımızın yani cevap vermemizin haklılığını göstermektedir.
Bir de diyorlar ki; bu işler mühendislerin işi değildir, doktorların işi değildir; din adamlarının işidir!
Soruyoruz; son peygamberden sonra din adamı var mıdır?
Önce bu fahiş hataya düşüyorlar. Onun dışında, buradaki “beyyinat” kelimesiyle istenen ilmî verilerdir. Bu da mühendislikle, tabiplikle mümkündür. Biz mühendis olduk, doktor olduk ama ilâhiyatı da öğrendik. Siz de ilâhiyatçı olduktan sonra doktor olabilirsiniz, mühendis olabilirsiniz. Bize haset edeceğinize kendinize gıpta ettirin.
Biz “Adil Düzen”i ortaya koyduk. Erbakan gibi büyük şahsiyete kabul ettirdik. Siz ise kabul ettirme yerine laik siyasetçilerin emrine girip İslâmiyet’i şeriat dışına çıkardınız. Gaflet ve dalalettesiniz. Dalalette değilseniz gelip bizimle tartışın da biz de sizin aydınlatmanızla hidayete erelim. Ama tartışamazsınız, çünkü cahilsiniz.
“Beyyinat” kelimesi üzerinde biraz daha durmamız gerekir. “Beyyinat” deyince sistematik olarak beyyineler sistemidir. Yani ayrı ayrı beyyineler değil de, birlikte birbirine dayanan beyyineler ile varmamız gerekir. Birincisi Kur’an’ın Allah sözü olduğunu ispat etmemiz gerekir. A4 250 sahifelik “Kur’an Mucizeleri” kitabımızla bunu yapmaya çalıştık. Diğeri ise getirdiği hükümlerin doğal ve sosyal kanunlara uygunluğudur. Bunu da “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” ile yapmaktayız. Usulü fıkıhla ilgili çalışmaları da Dr. Hasan Özket ile yaptık; şimdilik ara verilmiş ise de; inşaallah Dr. Müh. M. Lütfi Hocaoğlu ile devam ederler... Fıkıh çalışmalarına Müh. Yasin Kılar’la başladık ama şimdilik terk etti; inşaallah o da yeniden başlar, kaldığı yerden devam eder ve çalışır...
Buradaki “beyyinat”ın kurallı dişi çoğul olması, bizim yapacaklarımızın her konuda çalışıp sonunda bir bütün olarak insanlığa sunmamız gerektiğini göstermektedir. Allah madem ki bizi Kur’an cemaati içinde yaşattı, yani bizi bununla görevli kıldı, kaçmamız mümkün değildir. Kaçarsak cezamız büyük olur.
ثُمَّ
(SümMa)
“Sonra”
Evet, resuller geldikten sonra.
Buradaki “Sümme” mutlak atıf değil de sebep sonuç ilişkisini de taşıyan bir atıftır.
“Gadibe Fa Katele” derseniz, kızdı ve kızgınlığından katletti demiş olursunuz. “Gadibe Sümme Katele” derseniz, önce kızdı sonra başka sebepten dolayı katletti demiş olursunuz. Yani burada katlin tehir edildiğini ifade etmiş olursunuz ama tehirin sebebini de açıklamış olursunuz. Olaylarda sebep-sonuç ilişkisi yoktur, tehir edilmesinde bir ilişki vardır.
إِنَّ كَثِيرًا مِنْهُمْ
(EinNa KaÇIyRan MiNHuM)
“Onlardan çoğu”
Evet, İsrail oğullarından bir çoğu yani çok kimse demektir. Ekseriyet olması gerekmez. Buradaki zamir İsrail oğullarına gitmektedir. Ne var ki Hıristiyanların peygamberleri de İsrail oğullarındandır. Onlar Tevrat’ı şeriat kitabı olarak kabul etmektedirler. Dolayısıyla ikisi birden de muhatap olurlar. Hele sermayenin emrine giren Batılılar artık tamamen onlardan sayılırlar.
Gerçek olan şudur ki, bugünkü uygarlığı Avrupa’ya ulaştıran İsrail oğullarıdır. Onlarsız buralara gelemezlerdi. Dolayısıyla bugün onlarla beraber hareket etmelerini yadırgamamak gerekir. Tarihte ise birbirlerinin en büyük düşmanı idiler.
Biz şimdi Hıristiyanlara şunu söyleriz: Firavun da Hazreti Musa’ya aynı şekilde hitap etmiş, Musa aleyhisselâmı nankörlükle itham etmiştir. Avrupalıların sömürü sermayesine diyecekleri şudur: Evet, biz sizin sayenizde İslâmiyet medeniyetini öğrendik ve bugünkü uygarlığa ulaştık. Ne var ki sen de bizi beşyüz yıldır çalıştırıyorsun, bizim sayemizde bugünkü duruma ulaştın. Şimdi gelin artık birbirimizi ezmeyelim, Allah’ın dinine dönelim, “Adil Düzen”i insanlık düzeni olarak kabul edelim ve uygulayalım.
Bugünkü dünyaya Batı uygarlığı hakimdir. Batı uygarlığının etkisi altına girmeyen ve ona uymayan uygarlık kalmamış, İslâm âlemi de boyun eğmiştir. İslâm dininin yüceliğinden kimsenin şüphesi yoktur ama herkes onun başarısından şüphededir. “Adil Düzen”e kimse karşı değildir ama “Adil Düzen” olacağına kimse inanmamaktadır. Müslümanlar mağlup olmuş ve ümitlerini kesmiş bulunmaktadır.
Oysa olay çok açık ve basittir. Kur’an, “Allah nurunu tamamlayacaktır” diyor. “Onu söndürmek istiyorlar ama Allah nurunu tamamlayacaktır” diyor. Diğer taraftan da müsbet ilimlerin hangisinden yola çıkarsanız çıkın sonunda “Adil Düzen”e doğru gidilmektedir. Batılılar “aydınlanma çağı” demektedirler, on sekizinci yüzyılı “aydınlanma çağı” olarak görmektedirler. Oysa asıl aydınlığı getiren Kur’an olmuştur.
بَعْدَ ذَلِكَ
(BaGDa ÜAvLiKa)
“Bundan sonra.”
“Sümme” dedikten sonra “Ba’de” gelmiştir. “Sümme” zaten sonra demektir, “Ba’de Zalike” demenin anlamı nedir? “Sümme”nin tekidi midir, yoksa başka manâsı var mıdır?
“Sümme” sadece zamanda tehiri bildirir. “Ba’de Zalike” ise sebep-sonuç ilişkisini ortaya koyar. Şöyle ki, bundan sonra siz bunu yaptınız. Resuller geldikten sonra, âyetler beyan edildikten sonra böyle yaptınız.
“Zalike” nereye işaret etmektedir?
Müfret müzekkere işaret etmektedir. Beyyinata da işaret etmiş olabilir. “Zalike” yerine zamir getirilmedi de zalike getirildi. Anlatılanlara zamirle işaret edilmez. Oysa anlatılan topluluğa zamirle işaret edilir. Resullerin beyyinat ile gelmesinden sonra denmiş olur. Oysa zamir gelseydi bir ismi izmar etmesi gerekirdi. Kur’an’ın başka yerinde aynı ifade ba'dihi olarak geçmektedir. Orada beyyinata işaret etmektedir.
Necmeddin Erbakan “Adil Düzen”i tüm insanlığa tebliğ etmiş oldu. Onların yapacakları iş “Adil Düzen”i üniversitelerinde incelemek olmalıdır. Erbakan’ın tercüme edilen broşürlerinin dışında ana kaynağı bulmalıdırlar. Şimdi biz “Adil Düzen Anayasası”nda âyetler buluyoruz. İlk çalışmamız fazla güvenilir olmayabilir ama bundan sonra insanlar her soruya Kur’an’da delil aramalıdırlar. Örnek olarak biz diyoruz ki; askeri garnizonlarda askeri eğitim yapılır, askeri eğitimin tam yapılması için askeri alanlarda da askeri düzen uygulanmalıdır. Buna genel kuralla gideriz, mütemmim külden sayılır. Arabayı sattınız mı yedek lastikleri de satmış olursunuz. Bunu Kur’an’da ispat etmemiz gerekir. Delili umre haccın eğitimdir, hacda farz olan ihram umrede de farzdır ve ihramda iken avlanmak umrede de yasaktır. Bunu siz hurumda iken âyetinin mutlaklığından anlıyoruz.
فِي الْأَرْضِ
(Fıy elEaRWı)
“Arzda”
Burada kastedilen “arz” yeryüzüdür, bu sebepledir ki izhar edilmiştir. Bundan önce zikredilen arz bucak arzıdır, buradaki arz ise yeryüzüdür.
Bugün İsrail oğulları yeryüzünün tamamına hakimdirler.
Bugün devlet içinde bulunmayan bir yer yoktur. Her devletin karşılıksız dolara kote edilmiş parası vardır. Dolayısıyla tüm yeryüzüne doların sahibi İsrail oğulları hakimdirler. Dünyayı tek devlet olarak ekonomi bakımından idare etmektedirler. Tüm yeryüzünde müsrifsiniz diyerek bugünkü durumu anlatmaktadır. “Fi’l-Arzi” kelimesini öne almakla bilhassa tüm yeryüzüne hakim olduklarını ifade etmektedir.
لَمُسْرِفُونَ (32)
(La MuSRiFIyNa)
“Müsrifsiniz.”
“Serf” çürüyüp atılan meyvedir. Yahut boş yere akan sudur.
İnsanların vakitlerini veya mallarını boş yere harcamaları “israf”tır. Örnek olarak sigara israftır. Ciğerlerin hava yerine başka faydasız şeylerle işgal edilmesi israftır. İnsanın sigara içerek harcadığı zaman israftır. Kişinin parasını sigaraya vermesi israftır. Tütün yetiştirmek, onları üretmek, pazarlamak hep israftır. Fazla yemek yemek de israftır.
Bunun yanında ziynetli giyinmek, mescitleri süslemek israf değildir, ihsandır.
Bu ikisi yani israf ile ihsanın arasındaki sınırları belirlemek fıkhın temel konusudur.
Zenginler son model araba alırlar, ertesi sene onu ucuz satar ve yenisini alırlar. Böylece kendileri kerem içinde yaşarlar ama ikinci el arabalar maliyetten ucuz satıldığı için diğerleri de yararlanmış olur. Burada israf edilen reel ekonomideki değerler değildir, burada israf edilen finans ekonomisindeki paradır. Paranın israfı ekonomiye canlılık getirdiği için makbuldür. Reel değerlerin israfı haramdır.
Nakış yaparken zaman israfı yok mudur?
Yoktur, çünkü artan zaman orada değerlendiriliyor.
“İsraf” kelimesi yöneticiler için de kullanılmaktadır.
“Müsrifîn” denmektedir. Şeriat dışına çıkıp keyfî şekilde yönetmek “israf”tır, şeriatın içinde yönetmek “ihsan”dır. Halbuki kurallar dışında isteğe ve keyfe göre yönetmek ise israftır. Bu manâ bize buradaki âyette nelerin anlatıldığını açıkça ifade etmiştir.
Bugünkü İsrail oğulları nerelerde israf ediyorlar?
- Savaş fitneyi def etmek içindir. Oysa bunlar fitne çıkarmak için savaşları destekliyorlar. Silah satalım, onları savaştırıp güçsüz hâle getirelim ve biz yönetelim diye savaş çıkartıyorlar. İşte bu yaptıkları israftır.
- Faizi meşrulaştırıp karşılıksız para çıkarmak suretiyle paranın fonksiyonunu yitirmesine sebep oluyorlar. Yani para bir reel değerin karşılığı olması gerekirken, parayı karşılıksız çıkararak israf ediyorlar.
- Kısas katli önlemek ve fitneyi kaldırmak için olduğu halde, onu hapis cezalarına çevirerek israf yapıyorlar. Hapishanelerde boş yere zaman israfı yapılıyor. Ülkenin parasıyla masraf yapılıyor. İdamı kaldırmakla katli çoğaltıyorlar. Bunlar israftır.
- Ekseriyet kararı gibi saçma ve dengesiz kurallarla toplulukların istikrarını bozuyorlar. Bu da israftır.
Hâsılı, bugünkü sömürü sermayesi her sahada israf hâlindedir. Televizyon ve radyo programları bugünkü şekilleriyle tamamen israftır. Sporu sadece seyredip spor yapmamak ve özellikle futbol diye yapılanların tamamına yakını israftır. Gazete israftır.
İsrafları o kadar çoktur ki, bunların israflarını anlatmaya ciltler yetmez.
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 24
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
إِنَّمَا جَزَاءُ الَّذِينَ يُحَارِبُونَ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الْأَرْضِ فَسَادًا أَنْ يُقَتَّلُوا أَوْ يُصَلَّبُوا أَوْ تُقَطَّعَ أَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ أَوْ يُنفَوْا مِنْ الْأَرْضِ ذَلِكَ لَهُمْ خِزْيٌ فِي الدُّنيَا وَلَهُمْ فِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ (33)
إِنَّمَا
(EinNaMAv)
“Sadece”
Bundan önceki âyetlerde İsrail oğullarına yazdıklarını anlatmıştı. Orada tüm insanlığın eşit olduğuna işaret edilmişti; diyet ve kısasta eşitlik, cezada eşitlik. Kamu hukuku olduğu belirtilmişti. Bunu Tevrat’ta yazdım demiş olması, onların seçilmiş kavim olup, kişilikte farklılık olmadığı hususunun Tevrat hükmü olduğunu bildirerek kişiler arasında fark olmadığı, farklılığın görevden doğduğu anlatılmıştı.
Şimdi “Ve” harfi getirilmeden doğrudan Kur’an hükmü ortaya konmaktadır. “Ve” veya “Fe” gelmemesi bu ifadenin Tevrat ifadesi olmadığını anlatır.
“İnnema” sadece anlamına gelir. Hasrı ifade eder. Bundan başka ceza verilemez demektir. Devletin güvenliğine karşı işlenmiş suçlarda katledilmesi, salb edilmesi, el ve ayağın çapraz kesilmesi ve sürülmesi. Bunun ortasındaki suçlar bunlara indirgenir. Bundan başka ceza verilemez. Hapis cezası, işkence cezası yoktur. Paraya çevrilemez. Affedilemez. Oysa kısaslarda af caizdir.
“İslâmiyet’te hapis cezası yoktur” dediğimiz zaman bize itiraz etmektedirler. Sünnette yoktur, Kur’an’da da yoktur. Buradaki “innema” bunu gösterir. Terörün cezasıdır. Bu kişi eğer birini öldürmemişse sürersiniz. Birilerini cerh etmişse ve işkenceler etmişse, kör veya sakat bırakmışsa el ve ayak kesilmesi gerekir; teslim olmuşsa asılma, kaçmışsa öldürülme.
جَزَاءُ
(CaZAv)
“Ceza”
“Ceza” cüz ile akrabadır. İki şey birbirine denkse bir varlık oluşur. Semen (para), mebi' (satılan) ile birlikte bir bütün olur. Değeri olmayan bir mebi'in anlamı yoktur. Kişilerin yaptıkları iyilikler de böyle bir para ile ölçülmekte ve “sevap” denmektedir. Günah da “ism” olarak zikredilmektedir. Ceza denk olan ve kendi cinsinden olmayan bedeldir.
Ekonomide para ortak değer ölçüsüdür. Bugün kâğıt para bir şeyi temsil etmediği halde ekonomik değerleri ölçmektedir. Henüz sosyal değeri ölçen bir değer oluşmamıştır. Sevap ve günahları ölçen bir birim olacaktır. Her hasenin karşılığı yine hasendir. Seyyienin karşılığı da seyyiedir. Demek bunların lira gibi bir birimi vardır. Sonra hasene seyyieyi giderir denmektedir. Aynı birimle ölçüleceği ifade edilmektedir. İyilikler ve kötülükler bir para birimi ile okunacaktır.
Adam öldürme en büyük günahtır. Müebbet hapis olarak tarif edilmektedir. Yüz senelik ömür üçe bölünürse bunun üçte biri gençlik ve yaşlılıkta geçer, üçte ikisi ise çalışabilir ömürdür. 66 senedir. Bir insanın diyeti 66 senelik ücrettir. Yıllık olarak 20 000 TL alırsak, 66 sene bir milyon üçyüz yirmi bin TL etmektedir.
Bir gözün kör edilmesi bunun yarısı kadardır, iki göz tamı kadardır. Bir kol yarım diyet, dirseklere kadar çeyrek diyet, bileklere kadar olursa 1/8 diyet, parmakların tamamı 1/16 diyet, her bir parmak 1/80 diyettir. Bir sopa bir günlük işçiliktir. Hapis tazminatı da böyledir. Hasene ile seyyie böylece karşılaştırılmaktadır.
“Ceza” kelimesi iyilik ve kötülük için kullanılır. Türkçede kötülüğün karşılığına "ceza" iyiliğin karşılığına "mükafat" denmektedir. Kur’an’da ise ceza hem iyilik hem kötülük için zikredilmiştir. Kifayet kelimesi Kuran'da mükafat manasında kullanılmamaktadır. Çünkü Kur’an sevapla günah arasında birim açısından fark görmemektedir. Günah sevabın negatifidir. Ama her ikisi de aynı birimle ölçülecektir.
Bugün insanlık her şeyi para ile değerlendirmektedir. Kur’an da bunu böyle yapmakta, her şeyi bir birimle ölçmektedir; âhirette bile muhasebe defteri gelecek, onunla cennete veya cehenneme gidilecektir.
Bir film olayları tesbit eder ama değerleri göstermez. Oysa muhasebeye değerler geçerse bir anlamı olur. Allah her insana üç melek görevlendirmiştir. Biri sevapları, biri günahları yazar. Az yazarsa öbürü itiraz eder. Baş hakem olan melek ise ihtilafları halleder. Âhirete bu defterle gelinir. Muhasebede kişiye savunma hakkı verilir. Bu dünyada da herkesin muhasibi var, alacağını ona yazdırır. Borçları başkası yazar. Bir de yevmiye muhasibi vardır yahut ihtilafları onlar çözer.
Burada anlatılan örgütlü suçlardır. Bir kimsenin tek başına işlediği cinayetlerde kısas hükümleri uygulanır. Burada anlatılan örgütlü suç oluşursa onlara verilen cezalardır.
الَّذِينَ يُحَارِبُونَ
(elLaÜIyNa YuXAvRıBUvNa)
“Harb eden kimseler”
“Ceza” kelimesi bu ismi mevsule izafe edilmiştir.
“Ellezîne” kurallı erkek çoğulu ifade eder. Yani bu cezanın verilebilmesi için örgütlü suçun oluşması gerekir. Münferiden yapılan veya müştereken yapılan suçlar adi suçlar olup orada kısas ve af hükümleri geçerlidir. Oysa burada örgütlü suç söz konusudur.
PKK böyle bir örgütlü suç kuruluşudur.
“Ellezîne”de hem fiil bellidir hem fail bellidir. Öyleyse örgütlü suçun belirlenmesi için suçların tanımlanması gerekir. Yargı tarafından suç olduğu tesbit edilmiş ve faillerinin belirlenmesi gerekmektedir. Örgütün tesbiti için örgütün faaliyet gösterdiği sahaların belirli olması, örgüt başının bulunması gerekmektedir. Örgütün yaptığı fiillerin de belirlenmiş olması gerekmektedir. Bunun için baştan o fiillerin ilan edilmesi gerekir. Bu da ceza kanunumuzda suçun tanımlanmış ve cezasının da belirlenmiş olması şartını içerir.
Terör olayları için ortaya konan bu hüküm diğer suçlara kıyasen uygulanabilir.
Kurallı erkek çoğullarda bir kişinin o cemaate mensup olması yeterlidir. Onun ismen belirlenmesi gerekmez. Ne var ki muhakeme edilirken önce kişinin o örgüte mensubiyeti kanıtlanmış olmalıdır.
Mensup olmanın anlamı nedir?
Görev alma ve itaat etmedir. Bunların da dereceleri vardır. a) Faaliyetlerine karışmamakla beraber onların faaliyetlerinden haberdardır ve faaliyetlerini fiilen değil de kalben desteklemektedir, faaliyetlerden çevreyi bilgilendirmemektedir. b) Faaliyetlerine mâlen katılmaktadır. Bu iki şekilde tesbit edilebilir. Evine gelene yemek yedirme benzeri katılmadır. Arabasına alıp bir yere götürme anlamındadır. Yahut doğrudan aidat ödeme veya arabayı verme şeklinde olabilir. c) Bedenen katılmadır. Suç fiillerinde değil ama diğer işlerde onların işlerini yapmadır. Posta işleri yapma, ikmalini yapma. d) Bizzat suçları yapma şeklindedir.
Örgütün önce faaliyet merkezleri ve yöneticileri belirlenmelidir. Bunlar ismen bilinmese bile varlıkları bilinmektedir.
Faili meçhul cinayetler bunlardan farklıdır. Faili meçhul cinayetlerde kasame uygulanır. Kasame şöyle uygulanır. O fiili işlemesi muhtemel olan kişilerin adları mağdur olanlardan istenir. Fıkıhçılar bunları elli kişi kabul etmişlerdir. Bu ya on kişi olmalıdır, ya da yüz kişi olmalıdır. Yüzün yarısı olarak elli alınabilir. Bunlar soruşturmacı tarafından sorguya çekilirler. Faillerin kim oldukları onlara sorulur. Bilemeyeceklerini kanıtlayanlar beraat ederler. Bilgi verenler varsa faili ortaya çıkarırlar. Fail ortaya iki soruşturmacının şehadeti ile çıkarsa, diyet onların âkilesine ödettirilir. Dört soruşturmacının şehadeti ile çıkarsa, ona kısas hükümleri uygulanır. Çıkmazsa kasameye katılanlar tarafından diyetleri ödenir. Bu terör olayı değildir. Bu faili meçhul cinayettir.
Terör olayında faili meçhul değildir. Sadece fail kaçmakta ve yakalanmamaktadır. Bunlar için vur müsadesi çıkar, hakemler kararı ile çıkar. Öldüren, teröristin mallarına mâlik olur. Tehlikeli terör yapanın malları müsadere edilir, katledene verilir. Yine de katleden olmazsa ödül konur. Terör olaylarına askeri harekat yapılmaz. Yalnız teröristi öldüren asker veya jandarma olsa, polis olsa bile yine ödülünü alır, kurumu ile paylaşır. Muhasara altına alınmış ve teslim olan teröristlere yapılacak muameleler burada anlatılmaktadır.
Orgeneral Başbuğ terörle ilgili ilmî bir kitap yazmıştır. Askeri mantık içinde ilmî usullere de riayet edilmiştir. Temelde birkaç hata vardır. Onları burada zikrederek kitabı okumanızı tavsiye ederim.
- Başbuğ, ulusu tarif ederken; devlet kişilerin hukukunu korur, topluluklar devletin muhatabı değildir, devlet kişilerin ırk ve dinlerine bakmaz diyor. Ulusun ırk ve dine dayanmadığını söylemektedir. Buna “liberal demokrasi” demektedir. Bu anlayış hatalıdır.
- Devletin oluşması için partiler olacak mıdır? Olmayacaksa, yönetici kadro nasıl oluşacaktır? Oluşacaksa, o zaman devlet kuruluşlara muhataptır.
- Kişi bir topluluğa katılmadan bir iş yapamaz ve yaşayamaz. Kişiyi topluluktan nasıl tecrit edeceksiniz?
- Yöneticiler nasıl tarafsız kalacaklar? Onlar da insan değil midir?
- Kişilerin hukukunu korurken onların ortaklık içindeki paylarını da korumak durumundasınız. O halde ortaklıkla ilgilenmek zorundasınız.
Bize göre; kişilerin kişisel hukuku kadar, kişilerin oluşturdukları toplulukların topluluk hukukunu korumak da devlete aittir. Irklar yerinden yönetimle dengelenir. İsteyen merkez bucaklarda yaşar, ırkî hak ve görevlerden feragat eder; isteyen de taşraya gider, merkezî hak ve görevlerden feragat eder. Dinî farklarda dayanışma ortaklıkları oluşturulur. Herkes kendi dinini, okulunu, meslek odasını ve kışlasını seçer. Aynı inançta olanlar bir araya gelmiş olurlar. Ulus demek, farklılıklarını koruyarak bir arada yaşamada anlaşmış halk demektir. Devlet faklılıklar arasında ve kişiler arasında çıkan nizaları çözer.
- Emekli Orgeneral Başbuğ’un ikinci hatası, Atatürk milliyetçiliğini laikliğe ve üniter devlete dayandırmasıdır.
- İstiklâl Savaşı’nda halk ikiye ayrıldı; Müslimler ve zimmiler. Müslimler bir cephede, zimmiler de karşı cephede yer aldılar. Zimmiler mağlup oldular.
- Lozan’da Türk ve Türk olmayanlar değil, Müslimler ve gayrimüslimler karşı karşıya oturdular. Türkiye Türkleri değil tüm İslâm âlemini temsil etti. İstanbul hükümeti de katılmak istedi, Türkiye kabul etmedi.
- Lozan’dan sonra Türkiye’de karşılıklı muhaceret başladı. Gidenler zimmilerdi, gelenler Müslimlerdi. Sadık zimmi vatandaşlar bile zorla tehcir edildi. Her gelen Müslim “Türk” diye vatandaş yapıldı.
- Hilafet lağvedilmedi, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne devredildi. Diyanet İşleri Başkanlığı devlete bağlı kurum olarak devam etti. Devletin resmi mezhebi Sünni Hanefi kabul edildi, Diyanet İşleri böyle örgütlendi.
Türkiye devletinde laiklik devlet yönetiminde şer’i fetvalara yer verilmemesinden ibarettir. Anayasaya da ancak 1937’de Mustafa Kemal’in hastalığı döneminde ve ondan habersiz olmak üzere Celal Bayar tarafından sokulmuştur.
O halde Türk ulusunun ana unsurlarından biri dindir, diğeri Türkçedir, diğeri Anadolu ve Trakya’dır, dördüncüsü ise ben Türküm diyenlerdir. Geçmişi ile ırka dayanmaz ama geleceği ile ırka dayanır. Çünkü bu devlet bizim çocuklarımızın olacaktır.
3- Emekli Orgeneral Başbuğ tezkerenin geçmemesini de (1 Mart 2003 Irak Tezkeresi) hatalı sayıyor. Oysa tezkerenin hedefi ABD’nin Türkiye’yi işgal etmesi, bizi İranlılarla savaştırması ve Ortadoğu’yu ele geçirmesi idi. Sonra tezkere geçti ama ordu Irak’a girmedi. Çünkü Bağdat’a gönderiyor, geri çıkış yolunu da kapatıyordular. Girmeyen de kendisiydi. Doğrusu bugün bunu neden söylediğini/yazdığını anlamış değilim.
4- Emekli Orgeneral Başbuğ’un dördüncü hatası ise sınır ötesi harekatla ilgilidir. Her devlet kendi sınırları içinde güvenliği sağlar, savunmayı sağlar; sınır ötesinde harekat yapmaz. O devlet sorunu çözemiyorsa orası işgal edilir ve bir daha da Kıbrıs’ta olduğu gibi geri gelinmez. Savaş oyuncak değildir. Sömürü sermayesi masa başından savaşları kendine göre kullanmak istiyor ama bu mümkün değildir.
Burada “muharebe”den bahsedilmektedir. “Mihrab” silahların saklandığı yerdir. Tüfeği temizlemeye yarayan çubuğun adı “harb”dir. “Mihrab” oda demektir. “Harb hali” demek, silahların odalarından çıkarılması demektir, sefer hâline gelmesi demektir.
Karşı devletle siyasi ilişkileri keser, “ben sana her zaman saldırırım dediğiniz” durumda karşılıklı harb hâline girilmiş olur. Yurt içinde bir örgütün devleti tanımaması bu anlama gelir, onunla harb hâline geçilmiş olunur. Biz şimdi PKK ile harb hâlindeyiz.
Harb hâlinin tesbiti de önemlidir. Bir tarafın diğer tarafa “sen harb hâlindesin” deme yetkisine sahip değildir. Hattâ “ben seninle harb hâlindeyim” derse, harb hâlinde olması gerekir. Yani fiili hareketin oluşmasıdır. Bu âyet bu durumu tesbit etmektedir.
اللَّهَ وَرَسُولَهُ
(elLAHa Va RaSUvLaHUv)
“Allah ve resulü ile harb eden kimseler.”
Kur’an konuşma dili ile inmiştir. Onu hukuk dili ile yorumlamak rasihlerin yetkisindedir. Rasihler kendi çağları için Kur’an’a hukuki manâlar verirler. Birinci dönem fukahası böyle manâlar vermişlerdir. Örnek olarak “Allah’ın hakkı” dendiği zaman, bunu “topluluğun hakkı” kabul etmişlerdir. “Resul” deyince “başkan”ı anlamışlardır.
Biz de III. bin yıl medeniyeti için Kur’an’daki kelimeleri tanımlıyoruz ve ona göre bir hukuk oluşturuyoruz. Elde edilen sistem bir işe yarıyorsa doğru tanımladık demektir. Sonuç kabul edilemez olursa tanımlarımız yanlıştır demektir. Sizler de ayrı tanımlar yapabilir, Kur’an’ı ona göre değerlendirirsiniz. Bu tanımlar varsayım mahiyetindedir. Doğrulukları sonuçlarla bilinir.
“Allah” dediğimiz zaman biz topluluğu anlıyoruz. Ocak, bucak, il, ülke ve insanlık Allah’ın yeryüzündeki halifesidir. Kâinatın Rabbi olan Allah’ın halifeleri olarak haklara ve görevlere sahip olma demektir. “Allah” dendiğinde topluluğun tamamı anlaşıldığı gibi, bunları temsil eden meclis de anlaşılır.
“Resul” başkan demektir. Ocak, bucak, il, ülke ve insanlık başkanları resuldür. Kâinatın Rabbi Allah Hz. Peygamberi gönderdi, onun halifesi olan topluluk da başkanları atar. Başkanın kendisi resul olduğu gibi, emir sahipleri de resulün resulleridir.
“Allah ve Resul” derseniz ikisinin birliği anlaşılır, sadece “Allah” veya “resul” derseniz ikisi ayrı ayrı anlaşılır. Kur’an; Allah ve resulden birlikte bahsetmektedir. Başkanın iki görevi vardır. Biri topluluğun işlerini yapmaktır. Bu resul ile ifade edilmiştir. Diğeri ise topluluk içinde çıkan nizaları gidermedir. İki kişi arasında niza çıkarsa başkanlarına baş vururlar ve başkan burada bir karar alır, taraflar ona uyarlar. Başkan bu kararı zaman kaybetmemek için araştırmadan alır. Kararda adalet olamayabilir. Dolayısıyla taraflar başkanın kararına karşı hakemlere gidebilir ve hakem kararı ile varsa mağduriyetlerini giderirler. İşte böyle başkanın kesin olmayan hakemlik görevi ifade edildiği için “Allah ve resul” olarak geçmektedir. Karar kesin değildir ama Allah adına alınmıştır. Allah’ın o andaki müsadesi ile alınmıştır. Şimdi karar ver, sonra ben onu tahkik ederim diyor.
“Allah ve resulü”: Resul burada harfi tarifle değil de, “resulü” denilerek ikisi bir kurum hâline dönüştürülmüştür. Bu sebepledir ki bunlara giden zamir ikili değil de müfret olarak gider. İşte bu da “yargı”dır. Taraflar birer hakem seçerler. Hakemler de baş hakemi seçerler. Ayrıca soruşturmacılar vardır, olayları tesbit ederler. Duruşmada soruşturmacılar aynı şehadetle şehadette bulunurlar. Baş hakem kararını alır. Karar başkan tarafından uygulanır. Bu “yargı”dır. İşte “Allah ve resulü” dendiğinde bu “yargı” kastedilmektedir.
Burada harb Allah ve resulüne karşı ilan edilmiştir. Yani yargı kararlarını dinlemeyenler Allah ve resulü ile harb hâlindedirler. Barış hakemlerin kararı ile sağlanır. Aramızda çıkan nizaları silah zoru ile değil de hakemler kararı ile çözersek biz “müslim” yani “barışçı” oluruz.
Hakem kararına uymamak nasıl olur?
- Mâli mükellefiyeti yerine getirmeme. Bu takdirde o kişinin borçlanma ehliyeti kaldırılır. Mallarına ve emeklerine el konmaz. Borçlarını ödeyip zamanla itibarı iade edilir. Cebrî icra yoktur, yani mallarına el konmaz. Öldüğü zaman taksim edilirken borçlar ödenir.
- Bedenî mükellefiyetler. Bilhassa cezaların infazı. Tutuklama, yalanlama, hapsetme İslâmiyet’te yoktur. Kişi hakem kararlarına kendisi uymuş olur. İdam sehpasına kendi ayağı ile çıkar. Böyle yapmaz da kaçarsa, firar ederse, o zaman hukuk kuralı dışına çıkmış olur. Yani dinin dışına çıkmış olur. Hukuk onu korumaz.
Burada harb edenlerden maksat hakem kararlarına uymamak demek olur. Yani hakem kararlarını tanımayanlar Allah ve resulü ile harb etmiş olurlar. Bunlardan mâlî borçlulardan borçlanma ehliyeti alınır, diğerlerine ise bu âyette gösterilen cezalar uygulanır.
وَيَسْعَوْنَ فِي الْأَرْضِ فَسَادًا
(Va YaGaVNa Fi eLEaRWı FaSaADan)
“Arzda fesaden sa’yederler.”
Fesad burada hal olduğu takdirde fesad içinde işlerini yaparlar, yani hukuk kurallarına uygun olmadan yaparlar.
“Amel” bir defa yapmadır. “Sa’y” ise bir yere varmak için sürekli çalışmadır, çabalamadır. Burada “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Tek başına muharebe etme veya tek başına fesad yapma bu âyetteki cezaları istihkak etmez, ikisinin birden olması gerekmektedir. Yani hem hakem kararlarını dinlemeyecekler hem de fesad çıkaracaklar.
Trafik kurallarını aksatıp trafiği tıkamak fesattır. Hukuk kanunlarının işlemesini önlemek de fesattır. Hakkari’deki ve diğer yerlerdeki kepenk kapatma eylemi fesattır. Kapattıranlar BDP milletvekilleri ve yöneticileridir, fesat çıkarmışlardır. Ne var ki bunlar hukuk kurallarına ve mahkeme kararlarına uymaktadırlar. Dolayısıyla bunlara bu âyetin hükümleri uygulanmaz. Dağdaki PKK harb hâlindedir. Ne var ki kente inip fesat çıkarmadıkça o zaman bu âyetteki hükümler uygulanmaz.
Hakkari halkı Müslim ise cizye verdiği için onu baskıdan koruma görevi mü’minlere aittir. Dolayısıyla bir gün kepenklerini kapatanın zararlarını devlet öder. Emniyet mâni olmalı idi. Sonra da kapatanlar rücu eder. Eğer bunlar mü’minse yani silah taşıma ve kendilerini savunma hak ve görevine sahipse onlara bir şey ödenmez. Korktuklarının cezasını çekerler.
“Fesad” burada hâl olabilir, mef’ul olabilir. Mesela rüşvet verirler demektir. Mef’ul ise fesad çıkarırlar anlamındadır. Kepenkleri kapatma fesat çıkarma demektir.
“Fesad” düzenin bozulmasıdır. Araba yürürken durursa fesad çıkmış olur. Halk işini yapamıyorsa, mahkemeler çalışamıyorsa, orada fesat vardır demektir. Burada “sa’y” kelimesi ile önce süreklilik şartı vardır. Hakkari’de bir defa kepenkleri kapatma fesat değildir. Tazminat dışında cezaya müstahak olmazlar. Ama bu kapatma olayı sürekliyse, artık orada esnafı çalıştırmıyorlarsa bu fesattır. Eğer hakem kararlarını da kabul etmiyorlarsa fesadı işlemiş olurlar. Bu madde hükümleri uygulanır.
Görülüyor ki Kur’an’ın muhkem olabilmesi yani onunla hükmedilebilmesi için kelimelerin tanımı yapılmalıdır. “Sa’y” tanımlanmalıdır. “Fesad” tanımlanmalıdır. “Harb” tanımlanmalıdır. Eskiler tanımlamışlar diyebiliriz. Olabilir ama onların tanımlarını kabul etmiş olmak gerekir. Yeni uygarlıkta yeniden tanımlamak gerekir. Radyoda ve diğer medya organlarında yalan haberleri yayıp halkı şartlandırmak fesad mıdır, değil midir? Ona şimdi karar vermek gerekir. Bin sene evvel radyo, telefon, internet, televizyon vs yoktu. İlâhiyat tahsili yapmış -veya yapmamış- bazı arkadaşlar bize yardımcı olup doğru tanımlara gitmemizi sağlayacaklarına; biz yapmıyoruz, siz de yapmayın diyorlar!
Buradaki “ard/arz” kelimesi üzerinde de durulmalıdır. Kastedilen ülke toprakları mı, yoksa yeryüzü müdür? Yani terörü ülke topraklarında mı cezalandıracağız, yoksa dışarıda mı? “Fi’l”Erdi”ye ona göre manâ verilir. Ya yeryüzüdür ya da bizim bucağımız, bizim ilimiz, bizim ülkemizdir. Cezada suçun işlendiği yerin mevzuatı uygulanır. Dolayısıyla biz bizim bucağımızda, ilimizde veya ülkemizde işlenmiş suçlardan sorumluyuz. Dışarıda işlenmiş suçlarda biz davacı olabiliriz ama cezalandırıcı olamayız. O halde “el-Erd”in elif lamı bucağımızı tarif etmektedir.
“Fesad” kelimesi nekredir. Dolayısıyla baştan tarif edilmesi gerekmez. Hakemler fesadın oluştuğuna kendileri karar verirler. Şimdi burada muhakeme sisteminde hakemlere iki şey düşer. Biri tarafların sözleşmelere ve mevzuata uyup uymadıklarını tesbit etmektir. Hakemler ancak sözleşmelerin mevzuata uygun olup olmadığını yorumlayarak karar alırlar. Mevzuata uygun karar almamışlarsa veya aykırı almışlarsa hakemler bu kararlarından dolayı mahkum olabilirler. Hakem kararlarında mevzuata uymadıkları için mahkum olurlar.
Hakemlerin bir mevzuat söz konusu olmayan durumlarda doğal hukuk kurallarına göre karar almaları gerekir. Bu durumda hakemler vazıi kanun imiş gibi hareket ederler.
- Herkes hürdür. Kendisi de dahil kimse onun kişiliğini elinden alamaz. Kölelerin elinden de kişilikleri alınamaz. Ancak mallarına el konabilir. Tasarrufa el konabilir. Kendi malını alıp satar. Sadece sonuç sahibine ait olur. Bu doğal haktır. Kısas doğal haktır. Meşru müdafa doğal haktır. Bunları kimse sınırlayamaz.
- İkinci haklar ise sözleşmelerden doğar. Sözleşme yapma temel haktır ama yapılan sözleşmenin içeriği sözleşme hakkıdır. Burada baştan tanımlanmış olması gerekir. Beraatı zimmet asıldır. Doğal hakları ise hakemler tanımlar.
Fesad doğal hukuka girer, hakemler neyin fesad olduğuna neyin fesad olmadığına kendileri karar verirler. Hakem kararlarında; a) icmaa aykırıysa, b) kararlarda çelişki varsa, c) teknik bakımından uygulanamazsa, d) hikmete muvafık değilse, zarar doğuyor veya abesle iştigalse, ona göre karar verebilirler.
أَنْ يُقَتَّلُوا
(EaN YuQatTaLUv)
“Katl olunmalarıdır.”
“Ceza” mübtedadır. “En Yukattelû” haberdir. Mef’ulün fiile takdimi caiz olduğu halde, failin takdimi caiz değildir. Fail takdim edilirse mübteda haber olur. Bunun ispatı şöyle yapılabilir. “Zehebe Zeydün ve Amrün” dediğimizde fiili müfret yaparsınız. “Zeydün ve Amrün zehebâ” dersiniz. Eğer mef’uller takdim edilmeseydi “zehebe” dememiz gerekirdi. Burada fiil “En” ile gelmiş, fiil olmaktan çıkıp masdar olmuştur. Dolayısıyla haberdir. Haber nekre olur, bu da nekredir. Marife mübtedaya nekre haber gelmiştir. Sade cümledir demektir.
“Katl olunmaları” diyor da kimin katledeceği belirtilmiyor. O zaman katlin serbest olduğu hükmü ortaya çıkar. Hakem kararı ile katline karar verildikten sonra kim katlederse katledebilir, suç oluşturmaz. Bugün infaz uygulaması sadece yetkililere verilmiştir. Oysa İslâmiyet’te infaz bütün vatandaşlara tanınmış bir haktır, mü’minler ise görevlidir.
Ana kural şudur. Hakemler hakkı tesbit edip ilan ederler, onun icrasına karışmazlar. Onların icra yetkileri yoktur. Onların görevi sadece hüküm vermedir. Bugün yargı infaz müessesesi getirilmiştir. Savcılar görevlendirilmiş, savcılara da imtiyazlar tanınmıştır. Oysa böyle bir olay daima istismar edilir. Mahkum rapor alır ve hastahanede yatar. Oradan da ayrılıp dolaşabilir. İslâmiyet’te ev hapsi vardır. Ne var ki kimse hapsedilen kişinin kapısında beklemez. O mahkum hukuk düzenine uyar, evinden dışarı çıkmaz. Çıkarsa ne olur? Dışarıda ölü bulunsa öldüren suçlanamaz. Kimsenin evine mahkum da olsa girilemez. Gireni içerdeki öldürür, sadece diyet verir, kısas yapılmaz.
Bir bucaktan sürülmüş kişi için de hüküm aynıdır. O kişi o bucağa gelemez. Gelirse, kanı hederdir, hukuk onu korumaz. Çünkü o kimse harb durumuna düşmüş olur.
Kur’an farklı durumları ortaya koymaktadır. Durumların tesbiti uygulayanlara ve hakemlere aittir. Katl kılıçla veya mermi ile olur. Silah atarsınız, kişi ölür. Kişi kendi iradesi ile ölüme gelmişse yani teslim olmuşsa bu katldır. Katlin amden mi yoksa hataen mi yapıldığı hususunun tesbiti soruşturmacılara bırakılmıştır. Soruşturmacılar kuru kanaatle sonuca varamazlar, kanaate varış sebeplerini ortaya koyarlar, böylece sonucu bildirirler. Hakemler dosyayı inceleyip soruşturmacıların kanaatlerinde haklı olduklarına kanaat getirirlerse, tanıklığı kabul ederler veya reddederler. Soruşturmacılar ancak yalan kayıtlar ve sahte belgelerden dolayı sorumludurlar, yoksa kanaatlerinden sorumlu değildirler.
İşte, katlin amden mi yoksa hataen mi olduğunu soruşturmacılar tesbit ederler. Hakemler tesbitin yerinde olduğuna kanaat getirirler ve ona göre hüküm verirler.
أَوْ يُصَلَّبُوا
(Ev YuÖalLaBUvy)
“Yahut salb edilirler.”
“Salb” asmak demektir. Boğazına ip geçirip sıkmak ve böylece adam öldürmedir.
Suçlu asılır ve teşhir edilir, suçu da belirtilir. Asma olayı suçun işlendiği bucağın merkezinde gerçekleştirilir, caminin önünde veya toplantı salonunun önünde asılır. Suçu ve cezası yazılır. Asıldıktan sonra en az bir gün bekletilir.
Kur’an’da aynı anlama gelen iki kelime kullanılmaz. Öldürülmede idam cezasıdır, asıl maksat idam cezasıdır. Öldüren kimseyi bulunduğu yerde silahla veya kılıçla öldürürsünüz. Asılma ise darağacında ve toplantı salonunun önünde olur. Farklı ölüm şeklinden bahsettiğine göre farklı hükme tâbidir demektir. Siz bu farklılığı başka türlü, ben başka türlü yorumlarım. İşte böylece farklı mezhepler doğar. Farklı yorumları yapanlar kendileri tartışmazlar. Sonra gelenler yani ulema konuları tartışır ve mezheplerini tercih ederler. Biz de tartışabiliriz.
- Birincisi, bulunduğu yerde mermi veya kılıçla öldürülür. İdam ise merkezde darağacı üzerinde yapılır.
- Katl hakem kararlarına uymayanlara uygulanır. Salb ise hakem kararlarına uyanlara uygulanır.
- Katledilenin cenaze namazı kılınmaz ve mezarlığa gömülmez. Çukura atılır ve kabri tescil edilmez. Katl edilenin mezarlıkta kaydı yoktur. Salb edilenin mezarlıkta kaydı vardır ve yeri korunur.
- Katledilen mürted sayılır. Dinden yani düzenden çıkmış sayılır. Malları müsadere edilir, devlete veya katledene kalır. Salb edilenin ise malları vârislerine kalır.
İşte bu farklı hükümleri biz koyarken hikmete dayanarak koyduk. Farklılık Kur’an’da sabittir. Fark ise hikmetlerle ve kıyasla bulunur. Siz bu maddelerden bazılarını kabul etmeyebilirsiniz, yeni maddeler ekleyebilirsiniz. Böylece farklı mezhepler ortaya çıkar.
أَوْ تُقَطَّعَ أَيْدِيهِمْ وَأَرْجُلُهُمْ مِنْ خِلَافٍ
(EaV TuQaoOaGa EaYdiYHiM Va EaRCuLuHuM MiN PiLaFın)
“Yahut ellerinin ve ayaklarının hilafına kesilmesidir.”
Burada “Ev/veya” gelmiştir. Ya katl ya salb ya da kat’ cezaları verilecektir.
"Ev"de yani "veya"da ikisinin tatbiki mümkündür. Katlettiğimiz kimseyi de asarak teşhir edebiliriz.
Bir eşkıya adamın elini kolunu kesip sonra katletse; biz de bunu yapan eşkıyanın önce elini kolunu keseriz, sonra asarız veya öldürürüz. “Ev” harfinden anlıyoruz ki her ikisinin yapılması caizdir.
“Kat’” kelimesi kesmek veya kırmak anlamına gelmektedir Koparılıp atılacaktır. Sadece yaralamak caiz değildir. Koparılan el veya ayağa tekrar dikiş yapılmaz. O el veya ayak ancak mağdura nakledilebilir, başkasına nakledilemez. Yahut “mağdurun satması caizdir” deriz. Gözünü çıkaranın gözü alınıp çıkarılana takılabilir. O halde kısas hükümlerini bugün daha çok zararı giderme şekline de dönüştürebiliriz. Hırsızın kolu kendisine takılamaz, malı çalınana da verilemez. Devlet onu başkalarına kullandırabilir mi?
Aklınızla değil de Kur’an’da delil bularak hükme varmalısınız.
“Eydîhüm ve ercülühüm” çoğuldur, ikisi de çoğuldur. İki eli ve iki ayağı da kesilir anlamı verilebilir. Ne var ki burada “hilafen” dendiğine göre bir el ile bir ayak kesilecektir. Kıyasla hırsızlıkta da böyle yaparız.
“Ve” harfi getirildiğine göre yalnız el, yalnız ayak değil, bir el ve bir ayak kesilecektir. Hırsızlıkta yalnız el, eşkıyalıkta ise her ikisi kesilecektir. Hırsızlığın gasp değil de sirkat olması için gizli yapılması ve birkaç defa yapılması gerekmektedir, yahut belli miktardan fazlası yapılmalıdır. Zinada da gizlilik şarttır. Evlenebileceklerin açık ilişkileri zina değil, şahitsiz evlenme hükmüne girer ve zina suçu oluşturmaz.
Burada suçun oluşması için fiilin örgüt tarafından ve gizli yapılması gerekir. Yoksa bu madde hükmü değil kısas hükmü uygulanır.
Başka bir sorun da nerden kesilecektir. Omuzdan, dirsekten veya bilekten olabilir. Bilekten sonrakiler çoğalmakta, parmak olmaktadır. Parmakları kesmek el kesmek olmaz. O halde bilekten kesmek en hafiftir. Hükümde de yarıdan fazladır. Dolayısıyla el kesme bilekten yapılacaktır. Hırsızlıkta sağ el mi sol el mi sorulabilir. Kol kesme Kur’an’da tenkil olarak (caydırma) zikredilmiştir. Yani bir daha hırsızlık yapmasın diye kesiyoruz. Hırsızlığı sağ elle yapmıştır, ilerde de bu elle yapacaktır; o halde onu keseriz. Solakların ise sol ellerinin kesilmesi gerekir. Çünkü Kur’an “eydiyehuma” demiş, “eymanehuma” dememiştir.
Muhariplerin sağ el ve sol ayakları mı, yoksa sol el ve sağ ayakları mı kesilir?
Hırsızlığa kıyasen sağ el kesilir, sonra sol ayak kesilir. Yine kıyasen ayak da topuktan kesilir. Ayağı kesilen ayak takıp gezebilir. Buna mâni olunmaz. Başkasının ayağını taktırsa ona da müdahale edilmez.
Siz de içtihadınızı yapın ve Kur’an’dan delil bularak hükme varın.
Hırsız ikinci defa tekrar hırsızlık yaparsa ikinci el kesilir mi kesilmez mi?
“Men” veya "Ellezi" ile getirilseydi ceza fiile verilecekti. O zaman kıyasla keserdik. İsmi faille getirdiği için artık sol kolu kesemeyiz.
Kıyas yoluyla ve âyetlerin delaleti ile fahiş zaninin uzvunu kesiyoruz. Tekrar kesmemiz zaten mümkün olamayacağı için hırsızlıkta da aynı hükmü uyguluyoruz.
Fıkha, fıkıh çalışmalarına genç yaşta başlayıp ömrümüzün sonuna kadar sorunları çözmeliyiz. İçtihat melekemiz ancak böyle gelişir.
أَوْ يُنفَوْا مِنْ الْأَرْضِ
(EaV YuNFaV MiNa eLEaRWı)
“Yahut arzdan nefy edilmesidir.”
Diğer cezalarla nefy cezası da verilebilir. Çünkü burada “Ev/yahut” getirilmiştir. Nefy etmek, var olan bir şeyi oradan uzaklaştırmaktır.
“Men” oluşmasını önlemektir.
“Nefy” ise olanı yok etmektir.
İslâm dininin/düzeninin temel yapısı insanların birleşmeleri ve ayrılmalarıdır. İnsanlar kendi istekleri ile birleşir ve topluluk kurarlar. İsteyen bunlara katılır, isteyen de istediği zaman ayrılır. Kimse zorla topluluğa alınamaz, kimsenin çıkması önlenemez. Buna karşılık topluluk da kişiyi kabul etmek veya etmemekte serbesttir.
Topluluğu başkan temsil eder. Başkanın tek taraflı olarak kişinin topluluğundan ayrılmasını istemesi nefydir. Mahkeme kararı ile ayrılma bundan farklıdır. Kendisi nefyetmişse istediği zaman geri alabilir. Yerine gelen başkan geri alabilir. Mervan’ı Ebubekir bir mil nefyetti, Ömer Medine’den iki mil nefyetti; Osman ise geri getirdi ve kendisine katip yaptı. Mahkeme kararı ile nefy edilmişse, o ancak yeni mahkeme kararıyla geri gelebilir. Buradaki nefy ceza olarak nefydir. Geri gelmesi yine mahkeme kararı ile olabilir.
“Nerden nefy, nereye nefy?” soruları ortaya çıkar. Bucaktan nefy edilir. Ne var ki o ilçenin bucaklarına gidemez. Ancak o ilin de olsa başka ilçelerin bucaklarına yerleşebilir.
Genel kural şudur. Her bucağın başkanı kendi bucağından nefy edebilir yahut girmesine mâni olabilir. Nefy etme kararı ile ülkeden de nefy edilebilir. Buradaki “arz”dan murat nefy edilen yerdir; bucaktan, ilden, ülkeden veya yeryüzünden nefy söz konusudur.
“Yeryüzünden nefy” anlamına geldiğinde nefy bucakları oluşturulur. Oraya girer. Orada kalır, oradan çıkamaz. Her bölgede böyle menfalar (nefy yerleri) kurulur. İnsanlar orada çalışıp yaşarlar. Buralarda hukuk düzeni değil askeri düzen geçerlidir. Mahkumun görevlisini değiştirme hakkı vardır ama mutlak surette itaat etme durumundadır. Bu yerlere dışarıdan başkalarının girip çıkmaları, orada yerleşmeleri, orada çalışmaları serbesttir. Ne var ki onlar da askeri düzene tabidir. Mahkumlar ise çıkamazlar. Çıkarlarsa kanları heder olur.
“Buradaki bu hükümlere nerden varıyorsun?” diyebilirsiniz.
“Arzdan sürülür”e “yeryüzünden sürülür” dendiğine ve idamdan farklı olduğuna göre, gidecek yer bulmanız gerekir. Burası hukuk düzenine tabi ise arzdan ne farkı kalır? O halde başka alternatif olmadığına göre burası askeri düzendir. Başkalarının girip çıkmaları ise mâni hüküm olmadığına göre normaldir. Orasının askeri alan olması hükmü diğer insanların da aynı askeri düzene tabi oldukları sonucuna varılır. Fıkıh kitaplarında hukuk düzeninin olduğu yere “Dar-ı İslâm”, askeri düzenin olduğu yere “Dar-ı Harb” denmektedir.
ذَلِكَ
(ÜAvLiKa)
“Bu”
Bir cümleden sonra eğer işaret zamiri gelirse manaya işaret etmektedir. Bu sebeple müzekkerdir. Eğer fiile işaret ediyorsa, o zaman “Haza” denir, yani işareti gösterir. “Zalike” deniyorsa o zaman manâsına işaret ediyor demektir. Yani burada işaret edilen yukarıdaki hükümlerdir; asılmak, öldürülmek, kesilmek veya sürülmek.
لَهُمْ
(LaHuM)
“Onlar için”
Buradaki “Lam” izafet lamı olabilir. Yani “onlar için hizydir” manâsı verilebilir. Haberin bundan sonrası da haberdir. Bunlar içindir, başkası için değildir denmiş olur. Yahut da “bu onlara ait hizydir” demek olur. Her iki manânın birbirinden fazla farkı yoktur. “Lehüm”ün takdimi tahsis olabilir, baştaki “inne”nin tekidi olmuş olur.
خِزْيٌ
(PiÜYun)
“Utanç”
Utanma diye bir olay vardır. Arapçada “ar” olarak geçmekte ise de, Kur’an’da o manâda değildir. “Hizy” utanç manâsındadır. Aslında o fiilleri herkes yapmakta, kimse onu suç saymamaktadır. Ama onun aşikare toplulukta yapılması kabul edilmemektedir.
Tuvalete giderken veya cinsi ilişkilerin alenen yapılması ayıp sayılmaktadır. Toplulukta böyle hareketler vardır. Onu yaptığınızda sizin beyninizde bir sıkıntı doğar. Öyle görünmesini istemezsiniz.
Utanma insanların birbirlerine verecekleri bir ceza değildir, bir biçimde fertlerin iradesi dışında ortaya çıkan bir olaydır. Topluğun gözü önünde yapılmalıdır. Bir kimseyi nâsın tahkir etmesi utanılacak bir iştir. Utanılacak şeylerin çoğu yararlıdır ama bazen utanılması gerekmeyen olayları değerlendirerek halk sosyal baskı yapar.
Buradaki “Zalike” ölümü de içeri alıyorsa, onun için utanma değil, başkaları için utanma olur. Ölümü içermiyorsa sadece sürgünü içerebilir.
Ölümü içermesi hâlinde utanma kime ait olur?
Onun dayanışma ortaklığına ait olur.
Biz dayanışma ortaklıklarına dereceler verirken bir de ortaklıkta olanların az suç işlemesini de esas alıyoruz. Suçları derecelendiriyoruz, ölçümlendiriyoruz. Sonra topluyoruz. Böylece dayanışma ortaklığının suç derecesi ortaya çıkıyor. Buna göre sıralama yapıyoruz. Sıranın tersi o dayanışma ortaklığının derecesini verir.
“Adil Düzen Anayasası”nda bu yazılıdır. Ne var ki istihsanla yapılmıştır. İşte bu âyet istihsanı tansîs etmiştir (nass haline getirmiştir). Kur’an okunup kullanılan kelimeler üzerinde durularak manâ verildiğinde aradığınız her soruya cevap verebiliriz.
Kolu kesilmiş insan devamlı olarak utanç içindedir. Sürülmüş insan için de durum böyledir. Sürgün sitelerinde bunlar yerleştirilirken burada özel elbise giydirilir, herkes onların cezalı olduğunu bilir. Diğerleri ise normal elbise ile dolaşırlar.
Bir beldeden sürülen kimse için bu nasıl belirlenecektir?
Elbisede herkesin bir kodu olacaktır. Muhasebede bunu yapıyoruz. Yani kişiler hangi kabilelere mensup olduklarını o elbiselerde belirtmiş olacaklardır. O kabilenin hangi kavme mensup olduğu da bilinecektir. İşte böyle sitelere sürülenlerin kollarında sürgün sitelerinin adları olacak, bu onlar için utanç olacaktır.
فِي الدُّنيَا
(Fı elDüNYAv)
“Dünyada”
Kur’an’ın temel felsefesi şudur. Kâinat insanlar için yaratıldı, insanların yetişmeleri için yaratıldı. İnsanlar, sonunda imtihanı kazanırlarsa cennete götürülmek için yaratıldılar. Ne var ki bu imtihan dünya işlerinde olmaktadır. Yani bir okul var, uygulama yapılıyor. Başaranlar imtihanı kazanmış oluyorlar. Sonunda dünyada yapılanlar üretim için değil yetiştirmek için bir tatbikat yeri olarak hazırlanıyor. Bu dünyada verilen cezalar bu dünyada caydırıcılık olması ve diğerlerinin imtihanlarına mâni olmaması için veriliyor. Asıl sonuçlar ise âhirette değerlendirilecektir.
Bu dünyadaki cezalar da âhiret cezalarından mahsup edilecektir. Ne var ki kesin borç-alacak hesapları orada görülecektir. Bunlar dünyanın hükümleridir.
“Hizy/utanç” diyor.
Şunu unutmamak gerekir, insanın duyduğu azap bedene ait değildir. Asıl azap duyan ruhtur. İnsan hiçbir şey yapmasa da mesut olabilir. Yine hiçbir şey olmadan ıstırap duyabilir. İnsanın bedeni vardır. Sinir sistemi ile beyne bağlanmıştır. İnsanın acıyı beyinde duyduğu, bedendeki olayların insan için açlık misali olduğu bugün çok iyi bilinmektedir. Zevkler de böyledir. Bilgisayar tekniği ile 01’lerden oluşan sinyaller beynimizde devreler oluşturmaktadır. Ruhumuz ondan aldıkları ile acı veya sevinç duymaktadır. Benzer sinyaller beyne gelirse, dışarıda bir şey olmasa da aynı şeyleri hisseder. Bugün bunlar ilmen sabittir.
Bugün bilmediğimiz bir şey vardır. Ruh beyinden aldığı uyarılarla ruhsal olayları yaşamaktadır. Acı duymakta ve zevklenmektedir. Bilgi edinmede zekâsını çalıştırmaktadır. Yapmak istediklerine karar vermektedir. Başka insanlarla görüşmektedir. Ancak bütün bunları beyin aracılığı ile yapmaktadır. Beyin dışında bu duyguları yaşama kabiliyeti var mıdır? İşte orasını bilemiyoruz.
Şimdi âhirete gidelim.
Âhirette eğer bir iş yapacaksak bedene ihtiyacımız var demektir. Ama iş yapmayacak da sadece kendimizi eğlendireceksek bedene ihtiyacımız yok, beynimiz yeterlidir. Eğer beyinsiz de haz ve acı duyabiliyorsak, o zaman beyne de ihtiyacımız kalmayacaktır. Sadece zevk alan veya acı çeken bir varlık olacağız. Kur’an’da, “sonra Allah’a rücu edeceksiniz” hâli bunu gösteriyor.
Bana göre âhirette de görevlerimiz var, dolayısıyla bedenimiz vardır. Ruh beyinsiz zaten bir şey yapamaz.
وَلَهُمْ فِي الْآخِرَةِ
(Va LaHuM Fıy eLEAvPıRaTi)
“Ve onların âhirette”
Evet, bu dünya âhiret içindir. Burası çok kısa zamandır. Esas âhiretteki hayatımız düzenlenecektir. Âhiret hayatı öte hayat anlamına gelir. Son hayat, ölümsüz hayat anlamına da gelir. Kur’an için o hayat asıldır.
Benim için de o hayat asıldır. Ne var ki o hayatın iki vasfını biliyorum; iyi hayat ve kötü hayat. İyi hayat cennet, kötü hayat cehennem.
Ben cennet ve cehennemin vasıflarından çok, cehenneme gitmeden cennete nasıl gideceğimi düşünürüm. Bu sebepledir ki bu âyete benim ihtiyacım çok ama manâsından ziyade haberi beni ilgilendiriyor.
عَذَابٌ عَظِيمٌ (33)
(GaÜAvBun GaJIyMun)
“Büyük azap”
“Azab” nekredir. “Şedit azap” yerine “azim azap” denmektedir. “Kebir” yaşta büyük, “azim” mekânda büyük, “âli” derecede büyük, “şedit” ise etkide büyük demektir.
“Azb” acı tatlı hepsi uzbedir. Buradan âhiret azabını tasvir etmek kolay değildir. Yapacağımız şey azap varmış ama mekânda büyük bir azap olarak tasavvur etmektir.
“Azim” kelimesinin kullanılması azabın bedenî azap olduğunu ifade etmektedir