MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
3117 Okunma
MAİDE 89-91

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 57

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللَّهُ بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمُ الْأَيْمَانَ فَكَفَّارَتُهُ إِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاكِينَ مِنْ أَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ أَوْ كِسْوَتُهُمْ أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلَاثَةِ أَيَّامٍ ذَلِكَ كَفَّارَةُ أَيْمَانِكُمْ إِذَا حَلَفْتُمْ وَاحْفَظُوا أَيْمَانَكُمْ كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (89)

 

لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللَّهُ

(LAv YuEAvPiZuKuMu elLAHu)

“Allah sizi muaheze etmez.”

Bu âyetin yorumuna başlamadan önce yemin hakkında bazı bilgileri hatırlamamızda yarar vardır. Bugün yemin sadece ağızdan çıkan kelimelerden ibaret kabul ediliyor. Fıkıh kenara itilip de müesseselerin sadece isimleri kalınca böyle kelimeler birer karikatürden ibaret kalır. Gazali ilmin diriltilmesi için ciltleri içeren kitaplar telif etmiştir.

Biz yeni uygarlığı Kur’an’a göre kurmak istiyorsak “Ruhu’l-Kur’an” çalışmamızın üzerinde çokça durmamız gerekmektedir. Baştan itibaren Kur’an’ın mânâlarını yeniden gözden geçirmemiz gerekmektedir. Kur’an; “eski kitapları bozdular” diyor, “kitaplardaki kelimelerin mânâlarını değiştirdiler” diyor. Müslümanlar da aynı şeyi yapmışlardır. Fıkıh kitaplarında kelimelerin asıl mânâları vardır. İlmihallerde Kur’an basitleştirilmiş bulunmaktadır.

Önce “yemin” kelimesi “iman” kelimesine yakındır. Yemin etmek demek teminat vermek demektir. Bir söz söylerken, karşı tarafı inandırmak için yemin edersiniz. Eğer geçmişte olan bir şeyi doğru haber verdiğinizi anlatacaksanız “vallahi” dersiniz, gelecekte yapılacak bir şeyi haber veriyorsanız “tallahi” dersiniz.

Yemin güvence aracıdır. Bir şeyi vadederseniz onu mutlaka yerine getireceğinize yemin edersiniz. Bugün yeminli muhasip/müşavir vardır. Bunlar sözde yeminlidirler. Yeminli muhasip, muhasebedeki yanlışlıklardan sorumlu olan muhasip demektir. Yani hesaplardaki yanlışlardan ve beyanname verme gibi işlemlerden doğacak cezaları o öder demektir. Hâkimler baştan yemin ederler. Kararlarında bilerek veya bilmeyerek hata yapsalar bile hataları onlar tazmin ederler. Şahitler de böyledir. Biri yemin ederek bir şeyi söyledi mi, o söylediği yanlış çıkarsa söyleyen tazmin eder. Verdiği sözü yerine getirmezse, söz yeminliyse, zararları öder.  Yeminsiz verdiği sözlerde veya haberlerde kasıt varsa ve imkân varsa tazminatı öder.

Demek ki “yemin” önemli bir sosyal müessesedir.

Bir gazetede bir haber çıkar; bu haber yanlış olabilir, hattâ yalan olabilir. Doğrudan size söylenmiş söz olmadığı için sorumluluğu yoktur ama sana hitaben söylenmişse, kasıt varsa, sorumluluk vardır. Ama bir gazete veya dergi çıkarabiliriz. Burada yazılanlar güvenceli olur, yanlış çıkarsa bu habere dayanılarak yapılan bir işte zarar doğarsa biz tazmin ederiz diyoruz. İşte bu dergi yeminli dergidir.

Televizyonda biri çıkar, mesela bir bakan yeminle derse ki; korkmayın, bu sene enflasyon % 10’u geçmeyecek! Sonra enflasyon bu oranı geçse, bakanlık doğan zararları öder. Bunlar görünüşte ütopiktir ama bakan böyle teminatlı konuşma imkânına sahipse halkı panikten korur.

Bu âyette yeminlerden bahsedilmektedir. Kur’an’da “kasem” var, “half” var, “yemin” var, “ahd” var. “Vav” harfi ile yemin vardır, “Ta” harfi ile yemin vardır.

“Yemin” sağ el demektir. “Şimal” soldur. Güneşe taraf doğrulduğunuzda sağ el tarafı kalan yöne de “yemin” denmektedir. Türkler buna “güney” demektedir. Bugünkü Araplar “cenub” diyorlar. Güney kelimesi Türkçede doğrudur. Güneş bize oradan bakar. Oysa güney yarımkürede olsak o zaman solumuz güney olmaktadır. Cenub ise büsbütün anlamsızdır. Çünkü sol taraf da cenubdur. Oysa güneşe taraf döndüğümüzde sağ el tarafını güney olarak belirlersek bu hiçbir zaman bir karışıklığa sebep vermez.

İşte Kur’an Arapçası böyle mucize Arapçadır.

Şu sorulabilir: Niye batıya doğru döndüğümüzde değil de doğuya doğru döndüğümüzde? Çünkü güneşin doğması günü getiriyor, batması da günün sonunu getiriyor. İlkel topluluklarda güneşin doğduğu tarafa dönülerek ibadet ediliyordu. Sonra insanlara kendi evlerine doğru ibadet edilmesi emredildi. İslâmiyet Kâbe’ye yönelinmesini emretti. Bu yolla kıble bulma sorunu ortaya çıktı, pusula önemli araç oldu. En önemlisi trigonometri yani müsellesar bulundu. Bu sayede yeryüzünün enlem ve boylamları tesbit edildi. Bu suretle namaz vakitleri hesaplandı, ayın hareketleri hesaplandı.

“Yemin” kelimesi yani “sağ elin mülkü” olarak bir deyim ortaya çıktı. Bu da harpte esir edilen kadınlar köle yapılır, savaşanlara bölüştürülür. Bu savaşın en ağır cezasıdır. Esirler öldürülmez. Öldürme sadece onlarla savaşırken savaş yerinde olur. Teslim olduktan sonra ancak şahsi suç işlemişse yani kini olan adamı öldürmüşse öldürülür. Esirler için yapılacak muameleler; bedelsiz bırakma, bedel alarak serbest bırakma yahut cizyeye bağlayarak hür hâle getirme muameleleri vardır.

Şimdi âyetin mânâsına geçelim.

Önce atıf harfi ile başlamadan sadece Allah lağvedilen yeminlerden muaheze etmez. Bu sûre kamu yönetimi sûresidir. İç ve dış ilişkiler ele alınmıştır, bunları iç içe anlatmaktadır. Çünkü her ocak, bucak, il, ülke ve insanlık ayrı ayrı kişiliği olan topluluklardır. İç içedirler ama bağımsızdırlar. Kendi içlerinde kendi istediklerini yaparlar ama dışarıyla olan ilişkilerinde ocaklar bucaklara, bucaklar illere, iller ülkelere ve ülkeler insanlığa bağlıdırlar.

İki türlü ilişki vardır. Biri Brezilya ile Türkiye arasında yapılan ilişkidir. Devletler anlaşmalarla bu işi yaparlar. Diğeri de Brezilya halkı ile Türk halkı arasındaki ilişkidir. Halklar arası ilişki serbesttir, yöneticiler karışamaz. Giriş ve çıkışlar serbesttir, vize ve vergi yoktur. Halkın bu ilişkileri rahatça yapabilmesi için de iç hukukun düzenlenmesi gerekir. Sözleşmelerle ilgili hükümler iç ve dış ilişkilerde ortaktır. Yani yurt içinde olanlar da sözlerinde durmalıdırlar, yurt dışındakiler de sözlerinde durmalıdır. Haberler de doğru olmalıdır. Bu sebeple dış ilişkiler konusundan sonra, helali haram, haramı helal yapmayın hükmünden sonra sözleşmelerle ilgili yemin bahsine gelmiştir. Helali haram haramı helal yapma ile ilgisi az olduğu için fasletmemiştir. “Ve” harfi ile atfetmiştir.

Muaheze” tutuşma demektir, hesaplaşma demektir. Borçlu ve alacaklı kişiler masaya otururlar, o ondan alacağını, öbürü ondan alacağını ister. Karşılıklı alıp verirler. Kur’an insanlarla Allah’ın hesaplaştığını söylemektedir. Çünkü Allah insanı yüceltmiş, kendi seviyesine çıkarmış ve oturup borç ve alacağının hesabını yapmaktadır. Bu yüceltme aynı zamanda beraberinde insanın sorumluluğunu da getirmektedir. İnsan bunun için cehenneme gitmektedir.

Diğer taraftan Allah’ın halifesi topluluk olduğuna göre de herkes yargı karşısında toplulukla eşittir. Çünkü topluluk kişiler için vardır. Topluluk için kişi hukuku feda edilemez. Amerika’da bu hususta titiz düşünce vardır ama sadece sermaye sahipleri için vardır, işçiler için yoktur. Kur’an herkes için bu eşitlik ilkesini getirmektedir. Toplulukla fert hukukta eşittirler. Herkes sözleşmeye uymak zorundadır. Topluluk yeminli sözleşmelerden oluşur. Askerliği kabul eden kişi yeminli sözleşme yapmış olur.

Buna benzer bir âyet daha vardır. Onu da buraya alıyorum. İki âyeti karşılaştırarak mânâlandırmaya çalışacağım.

لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللَّهُ بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا عَقَّدْتُمُ الْأَيْمَانَ فَكَفَّارَتُهُ إِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاكِينَ مِنْ أَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ أَوْ كِسْوَتُهُمْ أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ

لَا يُؤَاخِذُكُمُ اللَّهُ بِاللَّغْوِ فِي أَيْمَانِكُمْ وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ بِمَا كَسَبَتْ قُلُوبُكُمْ وَاللَّهُ غَفُورٌ حَلِيمٌ (225Bakara-)

Her iki âyette de “yeminlerin lağvından” bahsedilmektedir. “Ve lakin” ile müsbetini getirmektedir. Burada “akkadtumu’l-eymâne” demekte, Bakara’da “bima kesebet kulubukum” denmektedir. Orada “ve” harfi ile atfetmekte ve “Allah’ın gafur ve halîm” olduğunu söylemektedir. Burada ise “Fe” harfi ile atfederek “yeminin keffaretini” anlatmaktadır.

بِاللَّغْوِ

(Bi elLaĞVı)

“Lağv nedeniyle, lağvden dolayı.”

Kur’an’da yeminlerin lağvından sizi muaheze etmez hükmü iki defa geçmekte, ayrıca yeminleriniz için Allah’a iyilik etmenin urzesini yapmayın denmektedir. Birr yapacaksınız ama yemin ettiğiniz için yapmıyorsunuz. Kefil olmamaya yemin ettiniz. Kefil olmanız gerekiyor, yemin ettik demeyin denmektedir. Bunun anlamı şudur ki o yemini bozacaksınız, gerekiyorsa kefil olacaksınız. Yahut konuşmamaya yemin ettiğinizde durum budur.

Buradaki “lağv” kelimesini nasıl yorumlayacağız?

Fıkıhçılar genellikle kastınız olmadan ağzınızdan çıkmış olan söz olarak yorumluyorlar. Biz ise doğru anlayabilmemiz için önce Kur’an’da geçen “lağv” sözlerine bakalım. Bakara’da “eymandan” ve Âli İmran’da “lağvden” bahsetmekte, Meryem’de “lağv ile selamın sem’inden” bahsetmektedir. Müminûn’da ve Kasas’da “lağvden irazı” anlatmaktadır. Furkan’da “zure şehadet” ile “lağva müruru” karşılaştırmakta ve lağvı kiram ile dengelemektedir. Fussilet’te Kur’an’da lağvden, Tûr’da kasemde lağvden söz edip burada ve Vakıa’da lağvi te’simle karşılaştırmaktadır. Nebe’de ise te’simle kizbi karşılaştırmaktadır. Gaşiye’de lağvedenin duyulmayacağı ifade edilmektedir.

Buralardan öğreniyoruz ki “lağv” bir sözdür ve bir tasa konan şeydir. Yani lağv sadece söz değildir. Burada da yeminlerin içinde lağvden bahsetmektedir. Lağv sözlerden gürültüdür. Karşı tarafın sesini boğmaktır. Lağv katkı malzemesidir. Ucuz olsun diye kattıkları malzeme lağvdır. Lağv sudaki bulanıklıktır. Bulanık sudur.

Yeminleri keffaret ile temizlemekten dolayı Allah sizi muaheze etmez. Bunu yapmanız gerekmektedir. Buradan şunu öğreniyoruz ki ilaç kullanmak meşrudur. Her katkı kötü değildir. Sütün bozulmaması için süt kutusuna katılan zararsız şey meşrudur. Şarabı da mayalayıp sirke yapmak meşrudur. Domuz derisi de hasıl ettikten sonra kullanılabilir.

فِي أَيْمَانِكُمْ

(FIy EaYMAvNıKuM)

“Yeminlerinizin içine”

Fi” harfi iki mânâ taşır. Birisi de ekinin mânâsıdır. “Ahmet evdedir” denir. “Suyu eve bıraktım” dediğiniz gibi “Evin içine bıraktım” da diyebilirsiniz. “Evin içindedir” ile “evdedir” arasında ibare farkı vardır. “Biri başka yerde değildir, evdedir” demiş olursunuz; diğerinde de “dışında değil içindedir” demiş olursunuz. Bahçede bulunan biri için “evdedir” diye cevap verebilirsiniz ama “evin içindedir” diyemezsiniz. Arapçada bu ayırım yoktur. “Fi” getirirseniz evin herhangi bir yerindedir. Eğer “Fi”yi getirmezseniz bütün evi doldurmuş olursunuz.

Burada “Eymanın içinde lağv ediyorlar” demek, yanına bir şeyler karıştırıyorlar demektir. “Eymanı lağvediyor” dersek, o zaman eymanı başka bir şeye karıştırmış oluruz.

Yalandan yemin edip kendilerine fayda sağlayanlar için de yemini cünne (kalkan) yaptılar diyor. Gerçeği gizleyip yalandan yemin edenler de yeminin içine lağvı karıştırmış olurlar. Yalandan iman ettik demeleri günah sayılmamış, iman etmemeleri günah sayılmıştır. O halde daha fazla kötülüğü önlemek için mütegallibeye biat etmek meşrudur, hattâ farzdır.

Türk ordusu anayasa dışına çıkarak müdahale etmiştir ama o sayede anayasal düzen geri gelmiştir. Müdahalede gaye ne idi? Kendi iktidarları için mi müdahale ettiler? O zaman seçim yapmaz ve gitmezlerdi. Seçim yapıp iktidardan ayrıldıklarına göre onlar bu müdahaleyi kendi hevesleri için yapmadılar, ülkenin çıkarı için yaptılar. İçtihatlarında hata etseler bile sorumlu değildirler. Bugün Kenan Evren’i yargılayanlar memleket çıkarları için değil, dışarıdan gelen teşviklerle yargılıyor ve suçluyorlar. Yarın yargılanıp mahkûm olabilirler.

Katı hukuk kurallarına uyup zulüm yapacağımıza, hukuk kuralları içinde lağv yapabiliriz demektir. İçtihadın meşruiyeti de buradan gelmektedir. İçtihatta hata olabilir ama bu hatadan dolayı Allah muaheze etmeyecektir, kötü amaçla yapıp yapmadığımızı muaheze edecektir. Kişinin bunu kötü amaçla yapıp yapmadığı nasıl bilinecek? Hakem kendisi olsaydı o lağvı yapar mıydı? Onu düşünecek, ben de olsaydım yapardım diyebiliyorsa, o zaman lağvı meşru kabul edecektir.

وَلَكِنْ يُؤَاخِذُكُمْ

(Va LAKiN YuEAPiZuKuMu elLAhu)

“Velakin sizi muaheze eder.”

Muaheze etmez” ama hepten serbestsiniz, istediğinizi yaparsınız, keffareti yoktur demek değildir. Onun için “Lakin” kelimesi ile müsbet muaheze fiilini getirmiştir. Fiile zamir gönderilmediği için tekrar edilmiştir.

“Nikâh törenine şahitlerden Ahmet geldi ama Mehmet gelmedi” dersiniz ve gelmediği için de nikâhın olmadığını ifade etmiş olursunuz. Ama “işçilerden Ahmet geldi Mehmet gelmedi” dediğinizde, “Ahmet geldi maaşını aldı, Mehmet gelmedi maaşını almadı” demiş olursunuz.

Burada muaheze etmez ama muaheze eder demek, ikincisinin muahezesi birincisinin yapılmasını gerektirdiği için “lakin” getirilmiştir. O halde lakinden önce gelen cümlede mefhumu muhalefet kuralı geçerlidir. Daha doğru ifade ile mefhumu muhalifler lakin atıfıyla ifade edilir.

بِمَا عَقَّدْتُمُ الْأَيْمَانَ

(BiMAv GaQaDTuMu eLEaYMANa)

“Eymanı akdettiğinizden dolayı sizi muaheze eder.”

Buradaki “” masdar “Mâ”sıdır, mevsul “Mâ”sı değildir. Mevsul “Mâ”sı ya cümlede ona raci zamir olmalıdır yahut onu ifade eder mahzuf mef’ul olmalıdır. O zaman mahzuf mef’ul ona raci zamir yerine geçer. Burada öyle bir mef’ul yoktur. Çünkü mef’ul zikredilmiştir. O halde buradaki “Mâ” masdar “Mâ”sıdır.

Sorumlu olduğumuz yeminin içine lağvı karıştırmamız değil, sorumlu olduğunuz böyle bir yemini yapmış olmamızdır. Bakara Sûresi’ndeki âyette de kesb ettiğinizden dolayı denmektedir. Orada kesb mücmeldir. Yaptığınız anlamına geldiği gibi kazandığınız anlamına da gelir. Oradaki âyet âmdır, buradaki ise hâstır.

Eyman” kelimesi izhar edilmiştir. “AkkadtümuHa” diyebilirdi. “Eyman” orada zarf idi, burada mef’uldür. Zarf mazrufu istiğrak etmez. Dolayısıyla zarf gelseydi sadece lağvedilen yeminleri içerirdi. Burada mutlak yeminlerdir. Harfi tarifli çoğullar genellikle ahd için olur. Burada zamir gönderilmeyip izhar edilmesinden anlıyoruz ki farklı yeminler olabilir. Yani bazıları birinde olmayabilir. Çoğu her ikisinde de olabilir. “Mâ” masdar “Mâ”sı olunca da istiğrakı gerekmez. Yani bütün akdedilenler olmadığı gibi bütün akitler de olmayabilir.

Bu âyet şunu ifade ediyor ki, helal bir şeyi yapmayacağım diye yemin etse, o yemini ister yapsın ister yapmasın öyle yemin yaptığı için keffaretini verecektir. Kötü bir şey yapmaya yemin eder de bir daha onu yapmazsa keffarete gerek olmayacağı gibi iyi şey yapmaya yemin etse ve onu yapsa veya helal bir şeyi yapmaya yemin etse ve onu yapsa keffaret lazım gelmez. Haramı haram yaptığı için helali de farz yaptığı için bunlarda beis yoktur ama helali haram veya haramı helal yapan bir yemin kötü akittir, kötü kasemdir. Dolayısıyla ister bozsun ister bozmasın önce ona keffaret farzdır. Sonra da günahsa işlemeyecek, helal ise işleyebilir.

Şimdi “Allah” kelimesini topluluk olarak anlayıp da ona göre yemin müessesesini kuracaksak, dayanışma ortaklıkları olmayan kimseler hâkim olmamalıdır, şahit olmamalıdır. Çünkü hata ederse onu kendisi tazmin etmeyecektir. Kim tazmin etsin? Dayanışma ortaklığı tazmin etsin. Bu yalnız hâkimler için değil, doktorlar ve benzeri meslek sahipleri için de böyledir yani “genel hizmet ortaklıkları” için “dayanışma” şarttır. Çünkü bu âyetten anladığımıza göre kişi hatasından sorumlu değildir ama hatanın da tazmini gerekir. O halde bu sorun dayanışma içinde çözülecektir. Diyelim ki Kur’an dayanışmayı teşri etmeden bu âyeti indirseydi; o zaman hükümler eksik olur, Kur’an ütopik yani hayalî olurdu. Bu sebepledir ki dayanışma ortaklıkları kurmadan İslâm ceza sistemi getirilemez. Bugünkü İslâm ülkeleri bunun için Batı kanunlarını uygulamak zorunda kalmışlardır.

فَكَفَّارَتُهُ

(Fa KafFaRaTuHUv)

“Onun keffareti”

İslâm ceza hukuku ile Batı ceza hukuku arasında büyük farklar vardır. Bu farkları şöyle belirlememiz gerekmektedir.

1- Harb hâlinde tenkil vardır, yani suç işleyen kimse suç işleyemez hâle getirilmektedir. Öldürürsün, kolunu kesersin, cinsi uzvunu kesersin, böylece suç işlemez hâle getirirsin. Barış hâlinde ise hukuk düzeni vardır. Suçlar dört tanedir. Hırsızlık yapma kol kesilerek önlenir. Zina yapma sopa vurarak önlenir. İftira yapma yine sopa ile önlenir. Dağda soyarak adam öldürmenin cezası ise asma ile öldürme, çapraz el ayağı kesme veya sürmedir. Bunlar kamuya karşı işlenmiş suçlardır. Çünkü bunlar gizli yapılmakta, kamunun koruma görevini aksatmaktadır.

2- Cinayetler. Bunlar halkın birbirine karşı işledikleri suçlardır. Devlet korunmalarını taahhüt etmiştir. Kısas hükümleri uygulanır. Mağdurlar tarafından affedilirse diyete dönüşür. Hatada veya beldeyi terk edenler de af edilmiş hükmüne girer.

3- Bundan sonra tazir cezaları vardır. Bu cezada temel olan sürmedir. Yani başkan veya hakemler o bucaktan sürebilir. Bununla beraber bucak kendisi cezalar koyabilir. O suçu işleyen isterse o cezaya katlanır, isterse o bucağı terk eder. Dolayısıyla cezadan kurtulur. Yani bu cezaların en büyüğü sürgündür.

4- Dördüncü cezalar vardır ki bunlar bucaklar tarafından konur. Mesela trafik cezaları böyledir. Kırmızı işarette geçme yasağına 500 TL ceza konmuşsa, acil durum gibi bir zaruret hâlinde kişi kırmızıda geçer ama 500 TL’yi yol vakfına verir. Bunu kamu bütçesine katmaz. Kırmızıda geçmekle trafiği aksatmıştır. Trafiğe cezasını vermektedir. İşte bunlara “keffaret cezaları” denir.

Biri kırmızda geçse, sonra da keffaretini ödemese, biz ona ceza vermeyiz. Böyle yapan kimseler tesbit edildiği ve yeter sayıyı da bulduğu zaman bucaktan sürülürler. Kırmızıda geçtiğini bugün radarlar ve diğer cihazlar rahatlıkla tesbit eder ve kaydederler ama hiçbir ceza uygulayamazlar. Suç işleyen kazaya sebebiyet vermişse keffaretini verir ve kurtulur.

İşte, yeminli doktor da kazaen hastaya zarar verdi. Onun diyetini âkilesi öder ama o da keffaretini vermek zorundadır. Vermezse sürülür. Keffaret zorla tahsil edilmez. Keffaret ibadettir, zorla ibadet yaptırılmaz.

Belli yerlerde belli mevsimlerde belli hayvanların avlanması yasak edilebilir. Avlayanlara keffaret cezası uygulanır. Avlayan avlanan hayvanın bedelini öder. Hayvan çok azalmışsa bedel de ona göre yüksek olur, hayvanlar çoğalmışsa bedel de düşük olur. Mesela bir bucağın sınırları içinde bir alan ayrılır, oranın sınırları çizilir, orada avlanmak her mevsimde yasak edilir. Orada avlayan olursa beş misli keffaret öder. Bucağın diğer alanlarında avlanma serbest bırakılır ama avladığı hayvanın bedelini orman vakfına ödemelidir. Bu bedelin tesbiti yasaklı bölgede sayılabilen geyik sayısına göre ayarlanır. Hayvanlar içgüdüleri ile güvenli yerleri bilirler. Oradaki miktarlarını tesbit etmemiz mümkündür. Kameralar fotoğraf çektirir, sonra bilgisayara saydırırız. Oradaki hayvan sayısını mevsimlere göre bir sayıda kalacak şekilde avları fiyatlandırırız. Avın keffaretini ona göre değiştirerek avlanacakları çoğaltır veya azaltırız. Benzer işlemi denizlerde de yapabiliriz. Boğazlarda balık avlanmayı yasaklarız. Karadeniz’in girişinde de yasaklarız. Boğazdan geçen balıkları yine ultrasonik dalgalarla ölçeriz. Balık çoksa o sene avlanma bedelini düşürürüz, azsa çoğaltırız. Çanakkale’den çıkışlara göre de düzenleriz.

Keffaret cezaları çevreye zarar verenlerden alınarak çevre korunur. Çimento fabrikaları kirletici toz çıkarır, kentlerin havasını bozar. Bacalara filtre konur. Ben İzmir Sanayi Bölge Müdürlüğü’nde çalışırken sürekli şikâyetler gelirdi. Kontrole gittiğimde gördüm ki filtre dışarıdan geliyor. Devamlı kullanmak için belli maddelere ihtiyaç var. Sonra Türkiye’ye ithal edilmiyor, dolayısıyla cihazlar çalışmaz hâle geliyordu. Biz de fabrikaları kapatmıyor, göz yumuyorduk. Kapatsak bütün inşaat sektörü duracak. Oysa bizim dumanı ölçüp fabrikaları kapatmayacak kadar ceza vermemiz ve onları filtre almaya zorlamamız gerekirdi. Çünkü kapattığımız zaman hepten zarara girer, filtreyi hiç alamazlar.

إِطْعَامُ عَشَرَةِ مَسَاكِينَ

(EiOGAMu GaŞaRaTı MaSAKIyNa)

“On miskini it’am etmektir.”

Taam” yiyecektir.

İnsanların dört çeşit araçlara ihtiyaçları vardır.

1) Başta yiyecek gelir. İnsan bir canlıdır. Canlılar yiyerek yaşadıkları gibi insanlar da yiyerek yaşarlar. İnsanlar diğer canlılardan farklı olarak yiyecekleri doğadan değil de birbirlerinden temin ederler. Kırda yaşayanlar doğadan aldıklarını satarlar, yerine her türlü ihtiyaçlarını doğadan değil diğer insanlardan temin ederler.

2) İnsanın ikinci ihtiyacı giyecektir. Giyecek yalnız insanların ihtiyacıdır. İnsanlar çıplak yaratılmıştır, besin gibi onu da diğer insanlardan temin ederler.

3) Üçüncü ihtiyaç ise barınma ihtiyacıdır. Hayvanların hemen hepsi kendilerine yuva yapar, geceleri orada barınırlar, gündüzleri de yavrularını oralarda bulundururlar. İnsanlar yuvalarını kentlerde kat kat binalar yaparak yükseltirler. Bu binalarını da diğer insanlardan temin ederler.

4) İnsanların dördüncü ihtiyaçları ise ulaşım ve taşınma ihtiyacıdır. Bu da elbise gibi yalnız insanlara mahsus bir ihtiyaçtır.

Keffaret olarak yiyecek seçilmiştir. On kişi belirlenmiştir. Vasat aile nüfusu beştir. Onun iki misli sayı alınmıştır. Ayrıca en kalabalık aile de on kabul edilir. İt’am ile temlik farklıdır. İt’amda siz onlara yedirirsiniz. Temlikte ise onlara bedel verirsiniz, onlar istediklerini yerler.

Mesakin” kelimesi “miskin” kelimesinin çoğuludur. “Mesken” sakin olunacak, durulacak, dinlenilecek yer demektir. “Beyt” her türlü yapının adıdır. Hayvanların ağılı beyt olduğu gibi cami de beyttir. Ambar de beyttir, fabrika da beyttir.

On tane miskin it’am edilecektir. Ta’m de mastardır. Fiil müteaddi değildir. İt’am masdardır. İt’amda ise fiil müteaddidir. İf’âl babının mastarı olduğu için teksir etkisi yoktur. Tef’il babı olsaydı teksir etkisi olurdu. Yani if’âl babı olduğu için on miskin ayrı ayrı doyurulmaz. Yemin keffareti olarak on tane fakir bir araya getirilecek, onlara bir günlük yemek verilecektir. Böyle bir işlemi yaptığı zaman alenen yapmış olacak ve kimleri it’am ettiğini liste yapıp vakfa bildirecektir. Böylece keffaretini yerine getirdiğini beyan edecektir. Yahut bu vakfa taamlık bedel verecek, vakıf da bu fitrelerle her gün yeter sayıda insanlara yemek verecektir.

Bir vakıf bina oluşturur. Bina lokanta olur. Kiralayan kira vermez, fakirlere orada yemek yemeleri için fiş verir. Böylece it’am etmiş olur. Filan kimse ona malik olmuş olur. Devri caiz midir değil midir diye tartışılır. İt’am kelimesine bakarak temliki caiz değildir diyoruz. Yani zengin o fişle gelip lokantada yemek yiyemez ama başka fakire devri caizdir. Parasıyla veya parasız devredebilir. Vakıf fiş borsasını kurabilir. Sattığı fişleri geri alıp başka fakirlere satabilir.

Miskinin tarifi yapılmalıdır. Vasat taşınır servetin altında serveti olanlar fakirdir. Kiralanabilen mallar bu servet içine dâhil değildir. Kiralanmayan ve likiditesi olan mallar dâhildir. Her bucak kendine göre hangi malların servet olup olmadığını tesbit eder. Halk kendi beyanları ile servetini beyan eder.

Orta değerin altında olanlar fakirdir, orta değerin üstünde olanlar zengindir. Beyan edilen maldan fazlasını yönetim korumakla yükümlü değildir. Yoksul ise fakir olup geliri vasat gelirin yarısının altında olan kimsedir. Bunlar çok fakir sayılırlar. İşte, fakir olup gelirleri vasat gelirin yarısından az olan kimseler bucağın yoksullarıdır. Bunlar da kendi beyanları ile durumlarını belirtirler. Herkesin kimliğinde sınıfı belirtilmiştir. Bu fazilette düşüklük anlamına gelmez. Kişi ilimle meşgul olur, geliri az olur, serveti olmayabilir. Dolayısıyla fakirler ve yoksullar da bucağın seçkin kimseler listesinde yer alırlar.

İşte, lokantaya gelen kişi kimlik numarasını yazar ve yemeğe öyle oturur. Fakir faslından yemek varsa ondan ücret alınmaz, bitmişse alınır.

مِنْ أَوْسَطِ مَا تُطْعِمُونَ أَهْلِيكُمْ

(MiN EaVSaOı MAv TuOGIMUvNa EHLiYKuM)

“Ehlinizi it’am ettiklerinizin evsatinden (on miskini).”

Buradaki “Min” it’amın mef’ulü olabilir veya it’amın muzafun ileyhi olabilir, “Min” ile izafe edilmiş olur.

Arapça bilmeyenler de anlasınlar diye biz yorumları Türkçe yapıyoruz. Kur’an Arapça kuralları ile yorumlanır. Dolayısıyla kullandığımız kuralı da izah ediyoruz. Masdar da fiil gibi amel eder, yani fail ve mef’ul olur. “İt’amen rüculen reculun” (Adamın adamları doyurması) denebilir. İkisi nekre veya ikisi marife değilse o zaman “Lam” veya “İn” ile izafet yapılır.

Min” burada cins için olmuş olur. İt’am ettikleriniz cinsinden evsat miktarını it’am edin denmiş olur.

Sayıları toplar da sayı miktarına bölersen buna “vasat” denmektedir. Türkçede “ortalama” diyoruz. Sayıları sıralar da orta değer alırsanız o değer evsattır, en ortada olan demektir. Biz “orta değer” diyoruz. (3+8+10)/3 =7 ortalamasıdır. 8 ise orta değerdir.

Buradaki “” ismi mevsuldür. İt’am ettiklerinizden demektir. “Ehliküm” de ehli beyt demektir, yani ev halkıdır. Ev halkı karı koca, çocuklar ve anne babadır. Büyük anne ve büyük babalar da dâhil olabilir. Köleler de ehli beyttendir, hizmetçiler de ehli beyttendirler. Bir sofradan yemek yiyenler ehli beyttir.

360 gün yenenlerin evsatı alınacak, herkesin fitresi o olacaktır.

Hazreti Peygamber bunu yiyecekte belirlemiştir; buğday, arpa, hurma, üzüm ve lor veya peynir gibi süt mamulü. Ağırlıklarını “sa” olarak belirtmiştir. Hazreti Peygamber zamanındaki “sa” hakkında bilgimiz olmadığı için sonra her müçtehit kendi ülkesinin saını esas almış, farklı miktarlar ortaya çıkmıştır. Biz ise bir günlük yiyecek olarak aldığımıza göre günlük kalori miktarı olarak alıyoruz. İnsanın günlük kalori miktarı 2500 ile 5000 arasında değişmektedir. Bunların vasatı 3750’dir. Buğdayın 1 kilosunun kalorisi 3640, arpanın 3670’dir. Tahılların kalorileri birbirine yakındır. Demek ki bir kilo buğday bir insan için yeterlidir. Bunu başka bir şekilde ele aldığımızda bir avuç buğday yarım kilodur. Günde iki avuç yenecekse bir kilo eder.

Buğday yalnız kaloridir. Başka azotlu besinlere ihtiyaç vardır. İkileme sistemi ile iki kilo alırız. Şafiilere göre de yaklaşık bu miktardır. Besinlerin değerleri yaklaşık aynıdır. Ette kalori miktarı biraz azdır (2780 kalori) ama buna mukabil azotlu besinler çoktur. Kişi zenginliğine göre bedel verecekse verecektir. Bir kilo etin fiyatı günümüzde 17 liradır. Zengin ona göre fakire buğday fitresini verecektir.

Böylece Kur’an bizim 1 kilogramlık ağırlığımızı onaylamış olmaktadır. Bu ağırlık Batılılar tarafından konmuştur. 1 desimetre küp suyun ağırlığıdır. Metre de dünya çevresinin kırk milyonda biridir. Avrupalılar İslâmiyet’ten öğrendikleri onluk sistemine göre birimler oluşturmuşlardır. Bugün tüm dünya bunu benimsemiştir. Demek ki isabetlidir. Beşeriyetin icmaı bizim de icmamızdır. Bugün haftanın yedi gün olduğuna da beşeriyet icma etmiştir. Miladi tarih/takvim üzerinde de icma etmiştir. Kur’an’da miladi tarihin başlangıç olacağına işaret vardır.

أَوْ كِسْوَتُهُمْ

(EaV KiSVaTuHuM)

“Yahut onların kisveleri yani giydirilmeleri vardır.”

Burada “libâsuhum” denmiyor da “kisveleri” deniyor. Demek ki elbise alma şartı yoktur. Giyecek kadar bedel verdiğinizde yeterlidir. Çünkü verilen fiil değil eşyadır. Eşyanın bedelini vermek gerekir. Buradan anlaşıldığına göre kıyas yoluyla yoksulları doyurma vakfı kurulduğu gibi yoksulları giydirme vakfı da kurulacaktır. Kisve vakfına verilecek, o vakıf da bucakta yoksul olanları senede bir iksa edecektir. İt’am ve iksanın müddetleri belirtilmemiştir. Biz istihsanla bunları takdir ediyoruz. Yoksulları bir sene giydirme o kadar pahalıdır ki bunu günlük alamadığınız gibi insan her gün yemektedir. Oysa yılda bir veya iki defa elbiseyi yenilemektedir. O halde bu bir yıldır. “Kisve” burada marife geldiğine göre bunun da belirli olması gerekmektedir.

Acaba elbisenin miktarı ne kadardır?

Madem ki ehlinin yediğinin evsatı alınmıştır, giyeceğin de evsatı alınacaktır. O topluluğun örfüne uyulacaktır. Don ve atlet, dış gömlek, ceket ve pantolon, çorap ve ayakkabı olacaktır. Bunların sayısı da on olacaktır. Bugün hesaplarsak bunların asgari toplamı:

Ayakkabı 20

Don ve atlet    4

Çorap             2

Gömlek      10

Ceket pantolon 64 dersek

Toplam olarak 100 TL etmektedir.

Buğday 1 TL olduğuna göre 100 TL misli olmaktadır.

Bunun pahalısı ise 1000 TL edecektir.

Burada “Ev/veya” harfi getirilmektedir. Soygun yapanlar için de benzer “ev/veya” harfi getirilmektedir. O halde yeminin büyüklüğüne göre bu miktar keffaret olacaktır. Hac âyetindeki keffareti iki zeve’y-adl takdir etsin denmektedir. O halde burada bozulan yeminin veya yapılan yeminin bozulmasında keffaretinin takdiri bilirkişilere ait olmalıdır.

أَوْ تَحْرِيرُ رَقَبَةٍ

(EaV TaXRIyRu RaQaBaTin)

“Yahut bir rakabanın tahriri vardır.”

Burada kölenin değerli veya değersiz olması, mü’min veya müslim olmasını ayırmadan nekre olarak bir rakabanın tahririnden bahsetmektedir. İnsanlar eşit kişiliğe sahip olduklarından köleler de eşit kişiliğe sahiptirler. Nasıl diyette farklılık yoksa azad etmekte de farklılık yoktur. Dolayısıyla hangi değerde olursa olsun bir köle satın alınır ve azad edilirse keffaret yerine gelmiş olur. Yeminin en büyük keffareti en ucuz kölenin azadı olarak alınabilir.

Kur’an’a göre kölelik müessesesi bir yabancıyı asimile etmektir, vatandaş hâline getirmektir. Mesela Ebu Hanife böyle birisidir, bir kölenin torunudur. Azad edilmiş ve İslâm âleminin güneşi olmuştur. Köleden bahsederken memlüklerden bahseder, abdden bahseder, emetden bahseder ve rakabadan bahseder.

“Harir” ipek demektir. Sıcak günlerde giyilir. Ketenden veya yünden elbiseler, deriden elbiseler sıcak olur. “Harur” sıcak demektir. “Hür” ise köle olmayan demektir.

Tahrir” hür hâle getirmedir.

Köle ile hürün İslâmiyet’ten önceki sistemde ve Roma’da çok farklı manâsı vardır. Roma’da köle demek önce insan olmamaktır. Kölenin kişiliği yoktur, mahkemeye başvurarak hakkını isteyemez. Efendisi onu öldürebilir, cezası yoktur. Oysa İslâmiyet’te kölenin de esirin de kişiliği tamdır. Canı korunmuştur. Kısas yapılır. Mahkemeye müracaat ederek daima kendi haklarını savunabilir. Efendisi kötü muamele ediyorsa hakkını arayabilir. Efendisi uzvunu kırsa kısas yapılır. İslâmiyet’te köle sadece mala sahip olamaz. Elde ettiği mallar efendisinindir. Çünkü o vatandaş değildir. Bu vatanda sadece çalışıp yaşama hakkı vardır. Evlenmek de hakkıdır. Zulmeden sahibine kazancından bir pay vererek evinden ayrılabilir, hür gibi yaşar, öldüğü zaman malları sahibine kalır. Hür olmak istiyorsa takdir edilen miktarı ödeyerek hür hâle gelir.

İslâmiyet’te köle kişilik bakımından Roma hüründen farklı değildir. Roma hukukunda bir kimse borcunu ödeyemediği zaman köle hâline getirilir ve alacaklısına esir edilirdi. İslâmiyet’te borçtan dolayı kimse köle yapılmaz, hattâ onun mallarına ve parasına el konmaz, sadece onun borçlanma ehliyeti alınabilir. Yani biri ona borç verse borç veren alacağını mahkeme yoluyla isteyemez.

“Abd, Memlük, Rakaba ve Esir” kelimeleri geçmektedir. “Rakaba” kelimesi sadece “tahriru rakaba” olarak geçmektedir. Sadece bir yerde “tahrir” yerine “fekku rakaba” olarak geçmektedir. “Rıkab” kelimesinden ise borçlular arasında bahsedilmektedir.

Bugün kölelik olmadığına göre ne yapılacaktır?

Kişiyi işçilikten kurtarman tahriri rakabadır. Bugünkü işçilerin durumu İslâmiyet’teki kölelerden çok daha aşağıdır. Peki, bu köleliği nasıl kullanacağız?

İşçiler arasında dayanışma kurulur. Çalışan işçiler yüzde bir ile ortak edilir. İşi olmayan işçiler buraya geldiklerinde kendilerine düşen kısım ödenir. İşçi istediği işi yapmakta serbesttir. İsterse hiç iş yapmayabilir. Elde edilen hasılayı vakıf satar. Gelirin yarısı o fona ait olur, yarısı üreticiye ait olur.

Bu şekilde çalışanlar ortaklık kurar ve işletme hâline gelirler. Kendilerine güvenenler gelirin yarısını ödemek için piyasaya çıkarlar. İşletmeyi işlettikleri zaman artık hür hâle gelmiş olurlar. Her zaman tekrar işyerine gelebilirler. İstedikleri zaman gelmezler ve o günkü payı alamazlar.

Demek ki işçileri hürleştirecek mekanizmayı getirmiş oluyoruz. İşçilerin hür hâle gelmesi demek iflas edenlerin tekrar borçlanma ehliyeti kazanmaları şeklinde olur. Kur’an’da bunları aynı Fi de toplamış bulunduğundan, o fonda birlikte kullanılabilir.

فَمَنْ لَمْ يَجِدْ فَصِيَامُ ثَلَاثَةِ أَيَّامٍ

(FaMaN LaM YaCıDu Fa ÖıYAMu ÇaLAÇaTi EayYAMın)

“Kim bulamazsa üç yevm sıyam vardır.”

Gücü yetmeyen üç gün oruç tutacaktır.

Oruç üç güne indirilmiştir. Fakirin keffareti bedene dönüştürülmüştür. Bütünü için en hafif ceza verilmiştir. O da üç gün oruçtur. Bulup bulamadığını yine bilirkişiler tesbit edecektir.

Buradan şunu anlıyoruz ki yemin keffaretinin tesbitinde gücü de hesaba katılacaktır.

ذَلِكَ كَفَّارَةُ أَيْمَانِكُمْ

(ÜAvLıKa KafFAvRaTu EaYMaNıKuM

“Yeminlerinizin keffareti budur.”

Zalike” ismi işareti burada müfrettir. Tüm yukarıdaki hükümlerin tek olduğunu ifade etmektedir. Buradan “Ev”in mânâsını değerlendirmemiz gerekir.

Keffaret” kelimesi müfrettir. Mübalağa ile ismi fail olarak getirilmiştir. Bununla beraber sonundaki “T” çoğul tesi olarak alınabilir. İsim olarak geldiğinde burada işaret edilen fiil değil miktardır.

Keffaret müessesesi ceza hukukunda çok önemli yer alır. Burada bunun belirtilmesi yeminli sözleşmelerin teminatı olarak anlatılmaktadır. Sözleşmelerin sonunda atılan imzaların yeminli olup olmadığı belirtilmelidir. Mahkemede karar veren hakemler de imzalarını teminatlı olarak atmalıdır. Bunun anlamı yanlış olursa biz ödeyeceğiz demektir.

Yargılama ve soruşturma çok önemli durum alır. Ergenekon, Balyoz veya Hrant Dink davalarında kimse hapishaneye alınmıyor. Soruşturma için büyük bir ücret konur. Dayanışması da onayladığı takdirde ödül dayanışmaya ödenir. Ama sonra onlar aleyhine hakemlere gidilip de mahkum edilirlerse bu ödül kararını tazmin ederler.

إِذَا حَلَفْتُمْ

(EiÜAv XaLaFTuM)

“Hulf ettiğinizde.”

“İzâ Nekestüm” veya “İzâ Lağavtum” denmemektedir, “İzâ Haleftum” denmektedir.

Yemin etme kendi bablarında yapılmamaktadır “Kasem” veya “Halef” kelimeleri ile getirilmektedir. “Kasem” ile “Hulf” arasındaki farklar belirtilecektir.

Mahkemelerdeki beyanlar kasemdir.

Hulf nedir?

Ona göre orada da keffaret gerekir mi yoksa sadece tazminat yeterli midir?

وَاحْفَظُوا أَيْمَانَكُمْ

(Va iXFaJUv EayMaNaKuM)

“Yeminlerinizi hıfz ediniz.”

Yeminlerinizi muhafaza ediniz demek, yeminlerinizde durunuz demektir.

Zamir gönderilmediğine göre yukarıdaki yeminlerden farklıdır. İyilik için yaptığınız yeminlerinizde durunuz.

Demek ki günahı işlememeye veya iyilik yapmaya yemin ettiniz mi o yeminleri muhafaza edeceksiniz, duracaksınız. Helali haram yapma veya haramı helal yapma gibi şer’an men edilmiş yeminleri yapmayarak, yemin etmeyerek muhafaza edeceksiniz. Yaptığınızda derhal keffaretini ifa edeceksiniz.

كَذَلِكَ يُبَيِّنُ اللَّهُ لَكُمْ آيَاتِهِ لَعَلَّكُمْ تَشْكُرُونَ (89)  

(KaÜAvLiKa YuBayYiNu elLAHu EaYAvTıHi LaGalLaKuM TaŞKuRUvNa)

“Allah sizin için âyetlerini böyle beyan eder ki şükredesiniz diye.”

1- “Böylece” diye işaret edilen beyanlardır. Özet olarak anlamındadır.

2- Beyan eskiden söylenen bir mücmeli açıklamaktır. Yeni hükümler getirmemektedir. Acaba burada daha önce geçen âyetleri beyan etmekte midir?

3- “Sizin için” diyor. Diğer insanlara beyan etmiyor mu? Neden yalnız bize beyan ediyor?

4- Burada “âyât” diyor, bu sistemdir. Burada işaret edilen sistem nedir? Neden bu sistem âyetler yani mucize oluyor? Burada özel mi yoksa sistem mi kastediliyor?

5- “Şükredesiniz” diyerek şükretmemizi istemektedir. Şükür bir nimete karşı olur. Bu âyetlerde hangi emirler vardır ki bize şükretmeyi gerektirsin?

6- Şükür ameldir. Hamd aklidir. Allah burada acaba bizden ne amel etmemizi istemektedir?

7- Âyetlerin bundan önceki âyetlerle ilişkisi nedir? Yani helali haram haramı helal yapma ile yapacağımız ameli şükrün bir ilişkisi var mıdır? Bunların cevaplarını da siz bulmaya çalışın.

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 58

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْأَنْصَابُ وَالْأَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (90) إِنَّمَا يُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَنْ يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ فِي الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ وَيَصُدَّكُمْ عَنْ ذِكْرِ اللَّهِ وَعَنِ الصَّلَاةِ فَهَلْ أَنْتُمْ مُنْتَهُونَ (91)

 

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا

(YAv EayYuHa elLaÜIyNa EAvMaNUv)

“Ey iman etmiş olanlar.”

Biri size “Ankara’dan ne zaman geldin?” diye soracak olursa, “Ankara’dan dün geldim” şeklinde cevap verirsiniz. “Dün sen nereden geldin?” diye soracak olursa, “Dün ben Ankara’dan geldim” dersin. Kelimeyi fiile yaklaştırarak onun önemini artırmış olursun. Bununla beraber vurgulu söyleyerek de aynı önemi belirtebilirsiniz. “Dün Ankara’dan geldim” dediğinizde ne zaman geldiğinize cevap olabilir.

Batı dillerinde kelimeler vurgu ile farklı manâlar kazanır. Fransızcada “Main” kişi demektir, aynı zamanda el demektir. Söylerken ağzınızda farklı çıkar. Türkçede vurgu ile kelimenin manâsı değişmez, sadece önemi değişir. Arapçada önem de ifade etmez. Önem başlarına konan kök olmayan kelimelerle ifade edilir. “İnne, Enne, Kad, Le” gibi harflerle önem ifade edilir. Türkçede “Ahmet!” diye baskılı olarak ona hitap ettiğinizi söylersiniz. Araplar ise bunu ses tonu ile değil de harf ile yaparlar. Normal hitap ediyorlarsa “Ahmedu” derler, dikkatini çekecekse “Ya Ahmedu” derler. “Sana söylüyorum, başkalarına söylemiyorum” diyeceklerse “Ya Eyyu Ahmedu” derler. Kur’an’da “Ey Nâs” deniyorsa bütün nâsa mahsus bir hitaptır, nâsın dışına hitap etmiyor demektir.

Allah insanları yaratmış ve onlara akıl vermiştir. Kendi kendilerini yöneteceklerdir. Peygamberler göndermiş ve onlara yol göstermiştir. Dünyanın hiçbir yerinde Tanrı’ya inanmayan, kendilerine ilâhi tebliğ ulaşmamış bir yer yoktur.

Kur’an bunlara hitap etmektedir. “Ey Nâs” deyip koyduğu hükümler bütün insanlaradır. Bunların içinde “Ey mü’minler” diye seçtiği kimseler vardır. Onlara yeryüzünü yönetme görevini vermiştir. Bu görev daha önce İsrail oğullarına verilmiştir. Kur’an geldikten sonra bu görev mü’minlere verilmiştir. Bunların  ibadetlerinde ve merasimlerinde Kur’an ehli olmaları gerekmez ama düzen olarak Kur’an ehli olmak zorundadırlar.

Kur’an’dan başka yalnız Tevrat düzen kitabıdır. Diğer dinlerin kitapları helal ve haramı içeren kitaplardır. Emir ve nehiyleri içermezler. Yani kişilere hitap ederler, silahlı devletlere ait hükümleri yoktur.

Tevrat da Kur’an gibi şeriat kitabıdır, Kur’an’dan farklılıkları vardır.

1- Tevrat kuralları koyar, Kur’an kuralların nasıl konulacağını anlatır, içtihat ve icmayı ortaya koyar.

2- Tevrat tek kavmi ele alır ve o kavme ait hükümleri anlatır. Diğer insanlar da örnek alarak ondan yararlanırlar. Kuran kavimleri örnek olarak anlatır.

3- Tevrat yalnız düzen kitabıdır, ahlâkî temelleri içermez. Kur’an ise hem düzene ait hem  de ahlâka ait hükümleri içerir.

4- Tevrat lafzı ve diliyle bize ulaşmamıştır, tercümeleri gelmiştir. Kur’an ise lafzıyla ve diliyle eksiksiz olarak bize ulaşmıştır.

Mü’min olmanın şartı Kur’an düzenini kabul etmedir. Tevrat düzeninden farkı yoktur. Gelişmiştir. Bütün ilâhi kitaplara ve peygamberlerine inanmadır. Hıristiyanlar İncil’e, Budistler ve Hindular kendi ilâhi kitaplarına göre kişisel hayatlarını sürdürürler.

Bundan önceki “Ey iman edenler” hitabıyla başlayan âyette helali haram, haramı helal yapmayın denmiştir. Sonra yeminlerin keffaretinden bahsetmekte idi. Yani şeriat düzeninin ana esasları anlatılmıştır. Şimdi ise haram olanlara örnek verilmektedir.

Ey iman edenler” ile ayırmış olması onların görevlerini sınıflandırmasından ileri gelmiştir. Kur’an bir kitaptır. Sözün dört aşama manâları vardır. Birincisi o sözün o topluluktaki manâlarıdır. Buna lugat manâsı denmektedir. Ondan sonra konuşan o dili kullanır, ona özel manâlar yükler. Kelimelerin manâları vardır. Cümlenin kuralları vardır. Ama onu söyleme de vardır. Cümle olur. Onunla söyleyen bir manâ kasteder. O cümlenin anlayan tarafından anlaşılan manâsı vardır. Bu iki manâ birbiriyle çakışmaz. Söyleyen başka şeyler kastetmiştir, anlayan bazılarını doğru anlamıştır, bazılarını yanlış anlamıştır.  Usulü fıkıh söyleyenin kastettiği manâyı doğru anlama ilmidir yani metinleri yorumlama ilmidir.

Kur’an’ın bir özelliği daha vardır. Onun mütekellimi Allah olduğu için aynı lafzı değişik kimseler için değişik manâlara göre söylemektedir. Onun için usulcüler manâları ikiye ayırmışlardır. Herkes için ortak söylemler vardır. Herkes için ortak anlamda söylenmiştir. Bunlar icmalarla sabit olur. Bunlar da ikiye ayrılır. Bütün asırlarda aynı manâ taşıyanlara “muhkem” denir, diğeri de sadece bu asırda bütün nâs için söylenenler olarak vardır ki bunlara da “müfesser” denmektedir.

Bir de herkes için ayrı kendilerine has söylenen vardır. Bu da içtihatlarla sabit olmaktadır. Bunlar da ikiye ayrılır. Zamana göre değişmeyen manâları vardır. Buna “nas” denir. Bir de zamana göre de değişen manâlar vardır. Buna “zâhir” denir. Bu sebepledir ki Kur’an bir yönüyle bütün nâsa rahmettir, bütün insanlara rahmettir, başka bir yönüyle herkes için ayrı rahmettir. İnsanları hem birleştirir ve bir yapar hem de onları özgür kılar.

Peki, burada muhatap kimdir?

Cuma namazını birlikte kılan kabile halkıdır. Kur’an düzen bakımından bunları esas alır. Yani her gün birbirleri ile karşılaşan 3000 ile 10 000 arasındaki nüfusu olan bucakları esas alır. Merkez bucakları vardır. İl ve ilçe bucakları vardır. İl merkez bucağının başkanı vardır. İlçelerde de merkez bucağa bağlı ilçe merkez bucakları vardır. İl başkanı yoktur. Yani il merkez bucağının başkanı taşra bucaklarının başkanı değildir.

Nöbetliler nöbet tuttukları zamanlarda merkez bucaklarının cemaatidirler. Yani ilçe merkez bucağının askeridirler. Nöbetlerini bitirip bucaklarına döndüklerinde taşra bucağının halkıdırlar. Taşra bucak halkı nöbet dışında merkez bucaklarına gidince müslim hükmündedirler.

Şimdi Kur’an Allah’ın haram ettiklerine birer örnek veriyor ve o örneklere kıyasla bucak şeriatının oluşması gerektiğini ifade ediyor.

إِنَّمَا

(EinNAMAv)

“Sadece”

İnne” isim cümlelerinin başına gelir ve o cümlenin muhataplarının kimler olduğunu anlatır. Karşı tarafın Ahmet’in gelip gelmediği hakkında bir bilgisi yoksa “Ahmet geldi” dersiniz. Gelmediği hakkında bir kanaati varsa, “Yanlış biliyorsun, Ahmet geldi” cümlesinin başına “İnne” getirirsin. Eğer karşı taraf gelmediğini iddia ediyorsa ve bunda ısrarlı ise o zaman cümlenin başına “İnne” haberin başına da “Le” getirilir.

Bu kurallar açıktır. Bütün gramerciler tarafından kabul edilmektedir.

İnne”ye “” eklendiği zaman manâsı ne olmaktadır?

Gelen cümle fiil cümlesi ise fiilin başına “İnne” gelmeyeceği için “İnne”ye bir “Mâ” eklenir ve cümle öyle söylenir. Bu cümlelerde de fiilin başına “Le” gelebilmektedir. “İnneMâ LeYe’murukum” denebilir. Kur’an’da böyle bir cümle yoktur. Burada ise isim cümlesinin başına gelmiştir.

Genel olarak bunun hasr için geldiği görüşü vardır. Ancak Kur’an’da her yerde hasrı ifade etmemektedir. Bu âyete bakalım. Size yalnız hamr nehy edildi şeklinde anlattığımız zaman hamra kıyas kalkar. Kalkmasa bile kan haram edilmiş olmaz.

O halde buradaki “” ne manâ taşımaktadır?

Başka bir âyette hamrde menfaatlerin de olduğu beyan edilmiştir. O takdirde sadece ricsdir başka bir şey değildir anlamı verilemez.

Buradaki “” ne anlamdadır?

Hamr, meysir, ensab ve ezlamdan başka da rics vardır. Demek ki “Mâ” hasrı ifade etmez. Buradaki “Mâ” masdar “Mâ”sı değildir. İsmi mevsul de değildir. Cümlede ona raci zamir veya mahzuf mef’ul olmalıdır. Ancak tamim “Mâ”sı olabilir yani “Mâ” tamim için gelir, geneli kapsar diyoruz. Sadece tamim için gelmiş olup başka manâsı olmayabilir. Ne hamr ise, ne meysir ise, ne ensab ise, ne ezlam ise o ricsdir demektir. Demek ki isim cümlelerinin başına “İnne”den sonra gelen “” genel olarak tamim “Mâ”sıdır. Bütünün tekidi için gelmektedir. Hasrı ifade etmez. İstisnası yoktur demektir.

Bu yorumumuz doğru ise “İnne” “Mâ”dan sonra gelmelidir. “İnneMâ Câe Kavmun İllâ Zeyden” kelimemesinin fasih olmaması gerekir.

الْخَمْرُ

(eLPaMRu)

“Hamr”

Hamr” kelimesiyle aynı kökten gelen humur sarıktır. Başa sarılan bez parçasıdır. Sarhoşun başını döndürdüğü için hamr adını vermişlerdir. Değişik tohumlardan yapılan içkilerin adları farklıdır. Hamr üzümden yapılan içkidir. Üzüm şekerinin mayalanması ile ortaya çıkar. Yoğurt da mayadan oluşur. Ne var ki yoğurt zehirli olmadığı için tüm süt mayalanarak yoğurt hâline gelir. Oysa üzümden zehir olan alkol üretilmektedir. % 12 civarına geldiği zaman artık zehirlenen ortamda bakteriler yaşayamadıkları için orada hamrleşme durur. Böylece alkol miktarı kararlı bir içki elde edilmektedir. İnsanı sarhoş eden alkoldür. Yiyeceklerin çoğunda alkol mevcuttur. Onlardaki alkol miktarı çok azdır. Kur’an her haram olan şeyden bir örnek seçmektedir. Bugünkü Batı hukukunda illetler söylenmeyip hükümler konmaktadır. Mesela alkollü içkiler denmektedir. Oysa pek çok içecek alkollüdür.

Ne kadar alkollü?

Bunu ifade etmek için % 6’dan fazla alkolü içeren alkollü içkilerin denmesi gerekir. Kur’an böyle yüzdeleri vermemektedir. Onun yerine ölçü olarak kullanılan birer örnek vermektedir. İki örnek de vermemektedir. Sıvı içkilerden sadece hamr olarak üzümden yapılan içki verilmektedir. Alkol miktarı % 12’dir. Yarısından fazla alkol bulunan içecek kıyasen haramdır. Yarısından az alkol ihtiva eden ise şaraba kıyasen haram değildir. Başka illetlerden dolayı mesela alışkanlık yapmasından dolayı haram olabilir.

Hamr yani üzümden yapılan içki içine sirke mayası konursa onlar önce alkolü temizlerler ve hamrı sirkeye çevirirler. O zaman da helal olmuş olur.

El-Hamr” kelimesi marife olarak getirilmiştir. Demek ki hamr tek türdür. Başındaki harfi tarif cins içindir.

Alkol sarhoş ettiği için haramdır. Başka bütün sarhoş eden içkiler de buna kıyasla haramdır. Uyuşturucularda illet iki katından fazla olduğu için onlar da evleviyetle haramdır.

Kıyasın kuralı şudur. Yarısı ile iki katı şiddetinde olanlar kıyas yoluyla haramdır. Bunlara başka maddeler kıyas edilmez. Yani onların şiddeti haramlık için esas alınmaz ama bir madde düşünelim ki onda alkol yoktur ama hamrdaki sarhoşluktan daha fazla sarhoş etmektedir. Onlardan birini örnek olarak seçeriz. Sarhoş ediciliği hamrın iki katı olan bir madde seçeriz. Onu örnek madde olarak alırız. O tür maddeleri ona kıyas ederiz. Bu kıyasa kıyas olmaz, evleviyetle delalet olmuş olur.

Burada yiyeceklerden örnek yalnız hamr olarak verilmiştir. Başka yerde ölü eti, domuz eti, kan gibi başka haramlar da sayılmıştır. Bu yalnız yiyecekleri değil diğer tüm tüketim maddelerini de içerir. Giyecekler, barınaklar ve araçlar. Bundan sonra da üretimle ilgili haramı ortaya koyacaktır.

Burada şu soru ile karşılaşırız:

Evde ispirto yakma veya yarayı alkolle temizleme de haram mıdır?

Burada şarap bir örnektir. Zararı önemlidir. Bütün hamrler dendiğine göre zararlı olan şeyler demektir. Burada sınır nedir? Domuz haramdır denmiyor, domuz eti haramdır deniyor. Haramlığı yiyecek olmasından ileri gelmektedir. Yeme dışında mubahlık asıldır. Eğer bir şey haram edilmemişse o mübahtır. Haramlığa illet gerekir. Helalliğe delil gerekmez. Yiyecekler bu hükmün dışındadır. Her canlı için ayrı gıda yaratıldığı için gıda hususunda haramlardan domuz eti getirilmiş, helallerden de behimetü-l en’am getirilmiştir, yani geviş getiren çift parmaklı hayvan getirilmiştir. Demek ki esas olan helallik olduğu için yiyecek dışında kullanılmada zarar sabit olmazsa helaldir. Diğer hususlarda alkolün istimali mübahtır.

وَالْمَيْسِرُ

(Va eLMaYSiRu)

“Ve meysir de”

Meysirin bütünü.

Para sahipleri masaya otururlar, kendi ellerinde olmayan bir oyun oynarlar. Yemin sağ koldur. Şimal da sol koldur. Solak olanların sol kolu yesardır. Sağlak olanların sağ kolu yesardır. Bir şeyi solla tutmak işi önemsememek demektir. Kolaylık anlamına gelmiştir. “Usr” zorluk “Yusr” kolaylık demektir. Bir işi zorlanmadan yapabilme “yusr”dür, zorlayarak yapma “usr”dur. “ع” harfi boğazın ortasından çıkar. “ي” harfi ise yutaktan çıkar. Söylenmesi ondan dolayı kolaydır. Türkçede “gelmeki” demeyiz de “gelmeyi” deriz. Oysa “k”ler “ye”ye değil “ğe”ler “ye”ye dönüşürler.

Meysir” mef’il vezni üzere masdar-ı mimidir. Emek vermeden kazanma demektir. Genellikle oynayanın elinde olmayan bir rastlantının kazanmaya veya kaybetmeye sebep olmasıdır. Yazı tura atarsınız. Tuttuğun olursa kazanırsın, olmazsa kaybedersin. Zar ve kağıt oyunları meysere aracıdır. Bir yarışta bahse girmek de meyseredir. Yarışı kazananı başkasının desteklemesi meysere değildir. Meysere kolaylık, meysir kumar demektir.

Meysirde bir tarafın kazanması gerekmektedir. Bedelsiz tavla oynamak meysir değildir, ezlamdır. Şans oyunu olmayan dama gibi satranç gibi oyunlar da meysir değildir, ezlam da değildir. Onlar zihinde müsabaka olduğu ve insanları düşünmeye alıştırdığı için bedelsiz olmak şartı ile günah değildir, hattâ sevaptır.

İçkinin sarhoş etme gibi, alışkanlık yapma gibi zararları vardır.

Kumarın bu derece haram edilmesinin sebebi nedir?

Kumarda da alışkanlık vardır. Kumar oynayanlar kaybetseler de kumarı bırakmaz, yine işi gücü bırakıp zamanlarını kumara verirler. Bu bakımdan kumarın zararı vardır. Kumarı kaybeden kazanana hasım kesilir. Kumar parasını devlet korumadığı için kendileri ihkak-ı hakka kalkışırlar. Kumar da içki de insanlara zamanlarını ve imkanlarını israf ettirirler.

Hırsızlık da meyseredir.

Ekonomide de emek vermeden, rizikoya girmeden kazanmak meyseredir.

Biri kral olduğu için oğlunun da kral olması meyseredir.

Miras da meysere değil midir?

Miras meysere değildir. Çünkü servet sahibi olmak demek, ondan istediğin gibi yararlanmak demek değildir. O servete sahip olmak onu korumak demektir. Mirasın hikmeti karşılıklı sorumluluk taşınmasıdır. Miras sahipleri hayatlarında birbirlerine bakmakla ve nafaka temin etmekle mükelleftirler; o mükellefiyetin karşılığında mirasa sahip olmaktadırlar.

Kura ile karar vermek kazanç temin ediyorsa meysirdir. Kazanç değil de sadece öncelik sağlıyorsa meysir değil ezlamdır. Sorunu kura ile çözmemek gerekmektedir. Başka tercih sebebi bulunmalıdır. Örnek olarak Hazreti Peygamber eşlerini kura ile sefere götürdü rivayetleri vardır. Bu rivayetler sahih ise yasaklanmadan önce yaptıklarıdır. Raviler zamanları bildirerek rivayet etmezler. Çözüm nedir? Eşler arasında zamanlarını taksim ederek günlerini değiştirebilir. Böylece sefere istediği eşle çıkar. Diğer eşlere sıra geldikten sonra o kadar fazla gece ayırır. Demek ki biz, Kur’an’a aykırı olduğu için ve Kur’an’ın bir âyetini açıklamadığı için bu hadise uymuyoruz. Bununla sünneti reddetmiyoruz. İki ihtimal var diyoruz. Hazreti Peygamber bu fiili Kur’an’da bununla ilgili âyetin gelmesinden önce yapmıştır. O zaman helal idiyse de Kur’an âyetleri geldikten sonra helal değildir diyoruz; yahut bu hadis sahih değildir.

Devlet atamalarında da kura çekilmesi yanlıştır, saçmadır. Biri Kayserilidir, orada kalmak istiyor, çekemiyor; diğeri Adanalıdır, Adana’da kalmak istiyor, kalamıyor. Oysa herkes istediği yerlerin adlarını yazar. Mezuniyet notu kimin fazla ise yahut kim imtihanda daha fazla not/puan almışsa, kim daha önce mezun olmuşsa, kim daha yaşlı ise gibi kriterlerle bu atamalar yapılır. Aynı yeri isteyenler arasında bu tercih yapılır. Yahut valiye beraber çalışacak öğretmenleri kendisinin seçmesine izin verilir.

Meysirin içki gibi yasak edilmesi soya, ırka veya imana dayanan imtiyazların  da yasak olması demektir. Burada bir itiraz daha yapılabilir. Ben bana düşen payımı arkadaşa bıraktım, o halde bunun da helal olması gerekir. Bu da meysirdir. Haklar adil olarak tam bölünmediği için herkesin bütün mallarda az çok hakkı vardır. Tarafların rızası olmak şartı ile devir böyledir. Baskı ile yapılan devirler haramdır. Düğünlerde damat ve geline gelenek gereği takı takmada rıza olup olmadığı belli olmadığı için haramdır. Bayramlarda çocuklara karşılıksız hediyeler dağıtma da haramdır. Meyseredir.

O halde ne yapılmalıdır?

Yeni evlenenlere varlıklarına göre akrabaları oturur bir pay belirlerler. Benden isterler. Ben sevine sevine veririm. Miktarını ben değil heyet belirler. Yeni evlilere yardım edilebilir. Ev yapana yardım edilebilir. Ama yardımlar bu şekilde olmalıdır. “Müsait değilim” diyen de rahatsız edilmemelidir.

Benzer şekilde aşiretin ve semtin ileri gelenlerinden bir heyet oluşturulur. Çocuklara bayramlık dağıtalım denir. Yaşlarına veya sınıflarına göre oransal bir bölüştürme yapılabilir. Pay almak meşrudur. Yahut bir kısmı kişinin aldığı notlara göre dağıtılır. Çocuk çalışmanın bedelini görme zevkini tadar.

Derneklerin ve vakıfların öyle baskı ile para toplamaları da yanlıştır. Cami cemaati bilinmelidir. Varlıklarına göre bir külfet bölüştürülmelidir. Mutlaka vermek için zorlanmamalıdır. Gelen giden belli olmalıdır.

Hamr tüketim yasaklarındandır. Bedenî zararları içerir. Meysir ise ekonomi zararlarını içerir. Faiz meysirdir.

وَالْأَنْصَابُ

(Va eLEaNÖABu)

“Ve ensab.”

Nasab” dikili sopa veya çakılı taştır. Arazilerde tâ ilk insanlar tarafından bölüşme vardır. Meyve ağaçlarını yahut çilekleri toplarken herkes kendi alanında faaliyet gösterir. Hâlâ araziler bölünürken köylerde birbirine bitişik taş konur. Sınırı gösterir. Mülkiyette bu taşlarla sınırları belirleme meşrudur ama gelip geçmeyi yasaklamaları meşru değildir.

Nasb etmek” bir sopayı, bir taşı, bir şeyi dikmektir. Dikilen şey nasb veya nasabdır. “Nusb”un çoğul olmadığı tartışılmış.

Sokaklarda gezdiğiniz zaman oraya bidonlar koyarlar, özel yasak işaretleri koyarlar. Aklına gelir, burası benim der! Emeksiz sahiplenir. Aya biz gittik diye orasını paylaşıyorlar!

Ensab” kelimesi bu tür emeksiz bölüşmeyi yasaklamış olmaktadır.

Bugünkü tapu kayıtları da böyledir. Kur’an’da savaşta alınan haraç yerleri alınır, savaşsız alınan ise kamuya ait olur. Hz. Ömer bunları kamu vakfı olarak kabul etti, işleyenlere kiraya verdi veya kârsız tahsis etti.

Vakıf yerler satılamadığı için özel mülkiyete intikal ettirmek için çeşitli hileler icad ettiler. Birincisi peşin para alarak sattılar. Satış olmasın diye sonra küçük bir icarı her sene aldılar. Sonra bunlar tapulandı. Bugün bu manâsız yapının çıkmazı içindeyiz.

İşte, sadece paylaşmak suretiyle bu benimdir bu senindir deyip sonra çocuklara miras bırakmak meşru değildir. Miras ancak emekle elde edilenlerdir.

Bugünkü karşılıksız para da ensabdandır. Kâğıdı aralarında bölüştüler. Sonra onunla insanların mallarına haksız olarak sahip oldular.

“Ensab”a bu manâyı vermemize mâni “nusub” üzerinde zibh edilenler âyetidir. Eğer “ensab” “nusub”un cemi ise o zaman onlar üzerinde zibh edilen nedir? Üzerinde Allah’ın ismi anılan demek, topluluğun kontrol damgası bulunan demektir. Nusubda zibh edilen dikili taşlarda zibh edilenin manâsı ne demektir, bugün neye delalet etmektedir?

Kurban etme tarihte insanların ibadeti olmuştur. Gazaba gelen tanrıları susturmak için kurban yapılmakta idi. Hattâ insanların bile kurban edilmesi gelenekleri pek çok toplulukta hâlâ devam etmektedir. “Kurban” çiftçilik döneminin vergisidir. Kamuya verilecek başka bir değer yoktu. Et verilir ve birlikte yenirdi. Orada pişirilip yenen kurbanlara “mahruka kurban” denir. Evlerine gönderilenler mahruka olmayanlardır.

İnsanlar için kurban edilen hayvanların etleri yenmez. Bu fıkhın hükmüdür.

Bana göre “ensab” ile “nusub” arasında fark vardır yani “ensab” “nusub”un cemi değildir. İkisi de farklı kavramların çoğullarıdır.

“Nusub” put anlamında olan heykellerin adlarıdır. Burada her kabilenin putu bulunur, her put ayrı kabilenin tanrısıdır. Kabile tanrıları arasında savaş vardır. Her kabile kendi tanrısını güçlü kılmak için kurban keser, putların karşısında keser. Bunların etleri yenmez. Bu kayıt dışı ekonominin hükümlerini içerir. Kamuya vergisini vermemek için damgalatılmayan mallar ve etler yenmez, haramdır. Damgasız et yenmez, kaçak et yenmez demektir.

“Ensab” ise pay anlamına gelen kelimenin çoğuludur. Meşru paylar “nasib” ise meşru olmayan pay, haksız olarak paylaşılan kamu mallarından elde edilen paylaşmadır. Haramdır. Karşılıksız parayı yasaklamaktadır, haram kılmaktadır.

وَالْأَزْلَامُ

(Va EaLEaZLAMu)

“Ve zarları”

Akarsuyu düşünelim. Bu su akmaktadır. İhtiyacı olanlar gelip bu sudan yararlanmaktadır. Yetmiyorsa o zaman bölüşmektedirler. Bu işgal ile istihkaktır.

Yeryüzü tüm insanların ortak malıdır. Rızaları ile veya fiilen işgal ile bölüşmüşlerdir. Eğer bir yerde emek geçmişse orada mülkiyet hakkı doğar ve hak yani emek korunur. Mirasa o emek intikal eder. Sonra sizin emeğiniz de olsa yerin kullanılmasına mâni olamazsınız. Emeğin hakkını istersiniz. Fabrika var, sen çalıştıramıyorsun. Başkası gelir, çalıştırır, senin kira hakkını verir. Bunun dışındaki bölüşme şekilleri haram kılınmıştır. Hamr ve meysirde senin olanları kullanıyorsun. İçki senindir. Kumardaki para da senindir. Onu tasarruf etme hakkınız vardır. İsraf etmeniz, boşa harcamanız haram edilmiştir. Ensab ve ezlamda ise bölüşme vardır. Yani bir yere sahip olma vardır. İlk ikisi isti’mali, sonra gelen ikisi ise iktisabı beyan etmektedir. İktisabda da isti’malde de  şeriat kurallarına uymak gerekmektedir.

Önce isti’mallerden bahsetmektedir. Çünkü isti’mal yalnız iktisabda olmaktadır. Yeryüzü hepimizindir. İhtiyacımızı gidermesi şartıyla ondan yararlanma hakkımız vardır.

Burada riayet edilecek iki kural vardır.

Biri, zararlı olan bir şey yapılmamalıdır.

İkincisi de rıza şartıdır. Birbirlerine bir şey verilirken ve alınırken sadece irade yeterli değildir, rıza da olmalıdır.

Ensab ve ezlamda ise iktisab ele alınmıştır. Bu benimdir bu senindir diyebilmemiz için say veya işgale gerek vardır. Onun dışında sınırları koyarak paylaşma yanlıştır. Başkalarının hakkını gasbetmedir. İkinci olarak da zarlarla ve şanslarla bölüşme de haramdır. Hattâ hakkınız olsa bile zarlarla yapılması meşru kabul edilmemiştir.

رِجْسٌ

(RiCSun)

“Ricsdir”

Yukarıda zikredilenlerin ikisi müfret ve cins isimdir, diğer ikisi ise çoğuldur. “Rics” onların hepsinin ortak haberidir. Son “ezlam” çoğuldur. Eğer sadece onun haberi olsaydı, “ricsetün” gelmesi gerekirdi. Müfret gelmekle hepsinin haberi olmuş olur. Çoğulun haberi müfret gelmiştir. Onlar ayrı ayrı özelliklerde olmakla beraber birlikte etki ederler. Yani ayrı ayrı adları vardır ama aslında onlar birbirinden ayrılmaz vasıflardadır.

Rics” Kur’an’da 10 defa “Ricz” de 10 defa geçmektedir. “Ncs” 1 defa geçmektedir. Hepsi 3*7=21 eder. “Ricz” ile “Rics” arasındaki manâ farkı çok azdır. Kelimelerin telaffuzları da çok yakındır. “S” ve “Z” harflerinin ikisinin de mahreçleri aynıdır. Sadece biri mechure biri mehmusedir. “Rics” daha çok manevi pisliği veya kötülüğü ifade eder. “Ricz” ise maddi kötülüğü ifade eder. Burada “Rics” geçmektedir. İçki aslında ricz olmalıdır. Çünkü maddi zararı vardır ancak onu da maddi olmayan kötülerden saymıştır, çünkü onun kötülüğü bedene değil beyinedir.

Buna benzer âyet Maide Sûresi’nde geçmişti. Orada haramları sayarken içkiden değil  de domuz etinden bahsetmekte idi. Burada ise hamrden bahsetmiştir. Bu iki âyetin özelliği iki âyette de “ezlam” geçmekte ve Kur’an’da başka bir yerde geçmemektedir.

İki âyeti de karşılaştırmamız  gerekmektedir.

حُرِّمَتْ عَلَيْكُمُ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنْزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْأَزْلَامِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ

يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا إِنَّمَا الْخَمْرُ وَالْمَيْسِرُ وَالْأَنْصَابُ وَالْأَزْلَامُ رِجْسٌ مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ فَاجْتَنِبُوهُ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (90) إِنَّمَا يُرِيدُ الشَّيْطَانُ أَنْ يُوقِعَ بَيْنَكُمُ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ فِي الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ وَيَصُدَّكُمْ عَنْ ذِكْرِ اللَّهِ وَعَنِ الصَّلَاةِ فَهَلْ أَنْتُمْ مُنْتَهُونَ (91)

İlk âyette haram kılınmıştır diyor. Burada ictinab ediniz diyor. Biri haber cümlesi, diğeri emir cümlesi. Orada teferruatıyla sayılmış, burada ise sadece dört türde zikretmiştir. Orada “nusub üzerinde zibh edilenler” diyor, burada ise “ensab” diyor. Orada “ezlam ile istiksam” diyor, burada sadece “ezlam” diyor. Orada “fisk” diyor, burada “rics” diyor.

İlk âyet haramları saymaktadır. İkinci âyet ise emir ve nehiyle ilgilidir. İkincisi mü’minleri ilgilendirir. Mü’minlerin görevi güven sağlamaktadır. Helal olan sözleşmelerle hakları mü’minler korumak zorundadırlar. Oysa helal olmayan hakları ise korumazlar. Ceza da yoktur. Mesela bir memur domuz eti yerse suçlu olmaz, ceza verilemez. Ama bir memur içki içse cezalandırılır. Orada insanların şans oyunları oynamaları nehy edilmiş, burada ise yönetimde bâtıl kuralların konması yasaklanmıştır. Orada yaptıkları şeriat dışına çıkmadır, fısktır. Burada ise şeriat dışına çıkmanın dışında devlet görevlilerinin yapacakları hatalar sayılmıştır. Buradaki fiiller devlet memurlarına yasaklanmıştır, işledikleri takdirde görevlerden uzaklaştırılırlar.

Fısk fiili işleyenlerin şehadeti kabul olunmaz ama kendilerine ceza verilmez. Oysa ricz fiili işleyenlere ceza verilir. Mü’minlerin hürriyetleri daralmıştır ama buna mukabil hakları çoğaltılmıştır. Müslimlerin hürriyetleri geniştir ama bazı haklardan mahrumdurlar.

مِنْ عَمَلِ الشَّيْطَانِ

(MiN GaMaLi elŞaYOAvNı)

“Şeytanın amelindendir.”

Burada “şeytanın amelinden” ifadesi “ricsun”un sıfatı olabilir yahut haberden sonra haber olabilir. Yani rics şeytanın amellerinden olabilir yahut yukarıda sayılanlar şeytanın amellerinden olabilir. Bunun etkisi bundan sonra gelen “hu” zamiri ya şeytanın ameline raci olur yahut ricse raci olur.

Şeytanın ameli nedir?

İnsanlar arasında fitne çıkarıp birbirine düşman etmek.

Diğer canlılar başka türlerle cidal hâlindedirler. Avlarlar veya avlanırlar. Korunurlar veya saldırırlar. Karşılıklı boğuşma yalnız insanlarda vardır. Denge ancak çatışma ile sağlanmaktadır. İnsanlar çok güçlü yaratıldıkları için hiçbir canlı onlarla mücadele edemez. Dengenin sağlanması ve yayılmanın olması için mutlaka çatışma olmalıdır. İşte şeytana verilen görev budur. Peygamberler hidayete şeytan ise dalalete götürmekle görevlidir. Ancak bu sayede insan iradesini kullanabilmektedir.

İşte yukarıda sayılan dört fiil olan içki, kumar, kura çekme ve haksız bölüşme şeytanın amellerindendir. Yani şeytan çatışma için mevcuttur. Siz çatışmayacaksınız, siz çatışanlarla mücadele edeceksiniz. O halde adil bölüşüm olmalı. Bunun için kendinizin adil olması gerekmektedir.

Şeytanın vesvesesini de amel olarak zikretmektedir. O halde bizim fiilen ve kavlen yaptıklarımız ameldir. Kavil de cezaya müstelzim olur. İftira kavli bir suçtur.

فَاجْتَنِبُوهُ

(FaCTaNıBUvHu)

“Onu ictinab ediniz.”

Cenb” yan demektir yani bedenin dışında olan demektir. Önünde değildir. Çünkü ona doğru gitmektedir. Arkanda değildir çünkü izlememektedir. Kenara atılmıştır, ilgilenmiyorsun, dışlıyorsun. İftial bâbından gelmiştir. Kendini onlardan yana alıyorsun. Yani onları kovmuyorsun, sen ondan ayrılıyorsun. “Hızr” zırh demektir, koruyan şey demektir. “İctinab”da kendin uzaklaşıyorsun, yabancılaşıyorsun. “Hazer”de ise kendini savunuyorsun, onu yanına yaklaştırmıyorsun, “intiha”da ise kendin o işe son veriyorsun. Zararlı şeylerden, haksız kazançlardan, başkalarının kullanmasına mâni olan emeksiz mülkiyetten ve kuralarla, tesadüflerle mülkiyetten uzak durulacaktır.

Batılılar, zararlı olsa da eğer kârlı ise onu meşru kabul ediyorlar. Onlar için kâr önemlidir. Kur’an ise bunu şiddetle reddediyor. Zararlı bir şeyin kârını mübah görmüyor.

Batılılar mutlak mülkiyeti kabul ediyorlar. İnsan özgürdür, kendi malını ve canını istediği gibi tasarruf eder diyorlar. Kur’an bunu kabul etmiyor, kimsenin bedeni ve malı kendisine ait değildir. Topluluk ona emek vermiştir. Dolayısıyla bu şekilde davrananların hukukunu korumakla yükümlü değildir. Herkese ait olan yeryüzü nimetlerini temellük edip başkalarının yararlanmasına mâni olmak da hak değildir. Kimse tarlasını boş tutamaz. Nihayet, tesadüflerle ve şanslarla hareket meşru değildir.

لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ

(LaGalLaKuM TuFLiXUuNa)

“Ola ki iflah olursunuz.”

Felah” kelimesi “Ferah” kelimesiyle akrabadır. “Ferahlamak” sevinmek, rahatlamak demektir. Kişinin bedenen sıkıntıdan kurtulmasıdır.

Felah” topluluğun uygarlaşmasıdır, gelişmesidir.

Tarım döneminden önce insanlar göçebe hayat yaşıyorlardı. Uygarlık tarımla başladı. Bir yerde yerleşen insanlar hem kabileden büyük topluluklar oluşturma imkanı buldular hem de artık kalıcı işler yaptılar. Yaptıklarını çocuklarına intikal ettirdiler. Mezopotamya’dan önce yazı bulunmadan tarım kentleri oluştu. Mezopotamya’da baraj teknolojisi uygulandı. Sulama ziraatı sayesinde kentler oluştu, devlet kuruldu. Nil nehri civarında da tarım sayesinde kentler oluştu. Hint’te, Çin’de, hattâ Amerika’nın yerlilerinde tarım sayesinde uygarlaşma mümkün olmuştur. İnsanlık tarım sayesinde yaz-kış besin elde edebildi. Tahıl saklandı. İnsanlar yaşadı.

İşte, Kur’an’da kırk yerde “felah” kelimesi geçmektedir.  

“Felah” kelimesi karşılığında “Refah” kelimesini kullanıyoruz. Refahı şöyle tarif ediyoruz. Bir saatlik çalışmada elde edilen mal “ücret”tir. Bir saatlik çalışmada elde edilen malın bir gün geçindirdiği insan sayısı da o malın “fiyatı”dır. Böylece ücret ile fiyatı çarparsak, bir kimsenin bir saat çalışmayla geçindirdiği insan sayısı çıkar. İşte bu refahı ölçer.

Demek ki insanlar az çalışıyor ve çok insan yaşıyor. Bu da ancak tarımın sanayileşmesi ile olmaktadır. Kazma ile iş yapma Mezopotamya’da başlamıştır. Harut’la Marut’tan birinin çiftçi diğerinin hayvan besicisi olduğu Dr. Mete Firidin’in çalışmasında ortaya çıkmıştır. İşte “felah” yani uygarlık o zaman başladı, kazma o zaman bulundu. Sonra saban keşfedildi. Şimdi tarlaları traktörle sürüyoruz. Sulamanın yanında bugün gübreleme ve ilaçlama teknolojisine gelinmiştir, seracılığa ve besi hayvancılığına başlanmıştır. Bunların bakımı otomatik makinelerle yapılınca ve yem sanayii gelişince insanın yaşamak için gerekli olan çalışma saatleri azalmıştır.  Bu sayede refaha yani felaha gidilecektir, nüfus artacaktır.

***

إِنَّمَا

(EinNAMAv)

“Sadece”  

Yine “İnneMâ” gelmiştir. Bundan önce isim cümlesine gelmişti, burada fiil cümlesine gelmiştir. Fiil cümlesine gelmiş olması “İnne”nin isim cümlesine gelmemiş olmasıdır. Burada tamim için değil de hasr için olabilir. Şeytanın gayesi aranızda düşmanlığı koymayı istemesidir şeklinde olabilir. Şimdi şöyle diyebiliriz. “İnneMâ” fiil cümlesinin önüne gelirse hasr için, isim cümlesinin önüne gelirse tamim için olur. Tüm âyetler gözden geçirilerek bu varsayım doğrulanmalı ve düzeltilmelidir.

Tekrar tekrar ifade etmek isterim ki ben size sonuçları kabul ettirmek için bunları yazmıyorum. Çünkü bunların kesinliğinden ben de emin değilim. Bu bilgiler zahir bilgilerdir. Bilginin nass seviyesine ulaşması için daha çok araştırma yapılması gerekir. Zahir seviyesindeki bilgiler uygulanır ama araştırmaya devam edilir. Nass seviyesine geldiğinde araştırma o konu için durdurulur. Karşı delil çıkarsa devam edilir.

Bizim Erbakan’la yaptığımız bu idi. Bazı kardeşlerimiz “bu bilgiler henüz nass seviyesine gelmemiştir, bunları durduralım da Batı’nın bâtılları ile amel edelim” diye fetva verdiler. Onları Tayyip bey topladı. Tayyip beye farzdır; şimdi onları bizim karşımıza çıkarıp tartıştırması. Biz zahirle amel ettik ama araştırmamıza devam ettik. Erbakan uygulama yaptı. İkinci uygulamaya vakit kalmadı, ömrü vefa etmedi.

يُرِيدُ الشَّيْطَانُ

(YUvRiDu elŞaYOAvNu)

“Şeytan murad eder.”

Şeytan” burada tekrar edilmiştir. Ameli şeytan ile irade eden şeytan faklıdır. Ameli şeytan şeytanın yaptığı iş demek değildir, onun üslubunda bir iştir, yani içki içmeniz, kumar oynamanızdır. Emeksiz imkanları bölüşüp başkalarının yararlanmasına mâni olmanız, işleri kurallara ve ilimlere göre değil de fal okları ile yapmanızdır.

Bunlar hep şeytanın işidir. O böyle yapar.

Burada ise doğrudan şeytanın yaptıkları anlatılmaktadır. Oradaki şeytan cins içindir. Buradaki şeytan ahd veya istiğrak içindir. Lam harfinin manası değişince kelime iade edilir. Bu bir kuraldır. Delili de bu âyettir. Ben bu delili buldum. Siz daha uygununu bulabilirsiniz, biz ona uyarız ama ben bulamıyorum, sen de bulma derseniz, işte orada biz yokuz.

أَنْ يُوقِعَ بَيْنَكُمُ

(EaN YUvQıGu BaYNaKuM)

“Sizin aranızda ika’ etmeyi”

“Aranızda ıka etmeyi.”

“Vaka” yağmur yağdığı zaman suların toplandığı çukurdur. Suların toplanmasına “vuku bulma” demektedirler. Bir şeyin oluşmasıdır. Kane her zaman olan şeydir yahut her zaman kalacak bir şeydir. “Sare” bir şeyin başkasından dönüşmesidir. “Vaka” ise daha çok geçici ortaya çıkma anlamındadır. “Vaka” hastalık gibidir, ortaya çıkınca topluluğu öldürebilir. Ika etmenin anlamı aralarına yaygınlaştırma demektir.

Sermayenin işi insanlar arasına düşmanlığı ve kini koymaktır. Bunu sermaye yapmıyor, bunu şeytan yapıyor. İşi budur. Görevi  budur. Bizi uyarması içindir.

Buradaki siz zamiri  bütün insanlara racidir. İnsanlar arasında hep gruplaşma meydana gelir. İki insan bir araya gelince aralarında iticilik ve çekicilik meydana gelir. Çok yaklaşırlarsa birbirini iterler, belli mesafede çekerler. Aralarında meveddet olur. Nasıl güneşle dünya arasında denge varsa, insanlar arasında da denge vardır. Topluluk birbirlerinin özgürlüklerini yok edecek şekilde yakın olmamalıdır. Birbirlerinden tamamen uzaklaşıp topluluk dağılmamalıdır. Dengede olmalıdır. Birisiyle arkadaş olunca çok yakınlaşırsan, onun özgürlüğünü yok edersen düşmanlık meydana gelir, ilişkiyi koparırsınız. Hiç ilgilenmezsen bu sefer de yine uzaklaşma olur. Barış içinde yaşamanın sırrı, işbölümü yaparak birlikte yaşayanların birbirlerinin işlerine karışmamalarıdır. Bir ailede karı-koca, çocuklar ve anne-baba arasında da böyle çok sıkı disiplin çocuğu isyana götürür, hiç karışmama da onu haylaz yapar. Her şeyi dengede tutmak gerekir.

الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ

(eLGaDAVati Va eLBAĞWAvEı)

“Adavet ve bağda’”

“Adavet ve bağdaı ıka etmek ister.”

Adavet” fiili düşmanlıktır, saldırıdır. Karşı tarafı zarara sokmak ve yok etmeyi istemedir. “Buğuz” ise kalben duyulan kin ve nefrettir.

İnsanlar topluluk içinde yaşarlar. Nasıl vücudumuzun hücreleri bedenden koparıldıkları zaman yaşama güçlerini kaybederek ölürlerse, aynı şekilde kişi topluluktan koparıldığı zaman yaşama şansını kaybeder.

Tarzan gibi insanlar vardır, topluluktan ayrılıp kendi başlarına ormanda yaşamak isterler. Onlar da insanlarla ilişki kurarak yaşarlar. Bu birlikte yaşama zorunluluğu yalnız ekonomik değildir. Hiçbir maddî çıkarları olmadığı halde insanlar bir araya gelmek ve beraber olmak arzusundadırlar. Topluluğun içine gidip oturma, hiçbir şeye karışmama, hattâ sağır olup bir şey duymasa bile beraber olma insanın sosyal ihtiyacıdır. Bununla beraber, insan aynı zamanda özgür olmak ister, kimse ile paylaşmadığı durumları vardır, zamanları vardır.

Bunun sebebi şudur.

İnsan uygarlaşacak şekilde yaratılmıştır. Canlılar evrimleşirler ama onları kendileri değil başkaları evrimleştirir. Oysa insanlar kendi kendilerine evrimleşirler, uygarlaşırlar. Evrimleşme demek fertlerin kişiliklerini kaybederek topluluğun üyesi olması demektir, işbölümü yaparak birlikte yaşamaları demektir. Uygarlaştırma demek, onlara müdahale etme yani değiştirme demektir.

Demek ki kişi hem topluluğunu değiştirecek hem de kendisini değiştirecektir. İşte bunu sağlamak için zamanını ikiye ayırır. Akşamleyin eve dönünce özgür olur. Sabahleyin işe gidince de topluluğun ferdi olur.

İşte, insandaki bu ikiliğin korunabilmesi için de insana iki duygu verilmiştir.

Meveddet ve merhamet duyguları insanı diğer insanlara yaklaştırır.

Adavet ve bağda’ duyguları da insanları birbirinden uzaklaştırır.

Bu iki zıt duyguların dengede olması şartıyla insanlar varlıklarını sürdürür ve uygarlaşmaya devam ederler.

İnsanlar arasında kin ve düşmanlığı hazır bulundurma işi şeytanın ve şeytan taifesinin işidir. İnsanlar arasında merhamet ve meveddet hislerini bir arada tutmak ise peygamberlerin işidir; onların vârisleri olan âlimlerin ve mürşitlerin işidir. Biz istersek şeytan cephesine geçer ve cehenneme gideriz, istersek peygamberler cephesine geçer ve cennete gideriz.

Şeriatın koyduğu hükümlere uyulduğu takdirde adavet ve bağda’ kalkar, merhamet ve meveddet hükümleri gelir.

Bugün partiler vardır, partililer başkanlarının emrinde disiplin içinde birliktedirler. Çıkarları ve başkalarına düşmanlıkları sebebiyle bir aradadırlar. Türkiye’de siyaset Demokrat Parti ve CHP düşmanlığına dayanıyordu; hâlâ da bu anlayışın üzerinde siyaseti yürütme devam ediyor. CHP’de olanlar da sırf diğer cepheye düşmanlıkta birleşmişlerdir. Arada kin ve adavet devam ediyor. Bu durum iki kişiye ininceye kadar böyledir.

Avrupa Birliği vardır. Bütün siyaset mücadelesi aralarındaki kin ve adavete dayanmaktadır. Birbirlerine çok yakın görülen İsrail oğulları da varlıklarını kin ve adavete dayandırmaktadırlar. Birbirlerine karşı en az kin ve adavet içinde olanlar yine İslâm âlemidir. Yenilmiş olduklarından mı yoksa imanlarından mı olduğunu bilemiyoruz ama Sünniler ve Şiiler arasına bile nifakı sokamamışlardır. Ama AK Parti ile Saadet Partisi arasında kin vardır.

İçinizde kimseye karşı kin ve düşmanlığınız olmayacaktır, olmamalıdır. Kur’an düşmana karşı bağda’ değil ğılza olsun diyor. Ğılza nedir? Çocuğu korkutmak için sert görünürsün. Onun kötülüğünü istediğin için değil, ona ciddiyeti anlatmak için böyledir. Onlar sizi sevmeseler de siz onları seveceksiniz.

فِي الْخَمْرِ وَالْمَيْسِرِ

(FIy elPaMRi Va el MaySiRi)

“Hamr ve meysirde”

Hamrı, meyseri, ensabı ve ezlamı zikrettikten ve bunların şeytanın ameli olduğunu belirttikten sonra, onlardan ikisini ayırdı ve şeytanın o ikisiyle insanlara arasında kin ve bağdayı ıka ettiğini zikretti.

Bugün yeryüzünde cihan savaşları yoktur, ABD’nin saldırıları vardır. O da bir sonuç vermemektedir. ABD askerleri Afganistan’a girdi; şimdi çıkamıyor. Irak’ı terk edip gidiyor. ABD ne kazandı? İslâm âlemini Saddam’dan kurtardı. Şimdi bütün Arabistan Yarımadası değişmektedir ama onların kazancı ne olmuştur? İkinci Cihan Savaşı’ndan beri 60 sene geçti. Yeryüzünde ciddi savaş olmadı. Onun yerine mafya ve terör olayları tüm dünyayı rahatsız etmektedir. ABD’deki kuleleri onlar yani kendileri yıktı. Türkiye kırk yıla varacak zamandır PKK ile uğraşıyor. Herkes bilir ki bunun ana kaynağı uyuşturucu mafyasıdır yani “hamr”dır. Uyuşturucu mafyalarının merkezleri de kumarhanelerdir. Kumar ve uyuşturucu bugünkü beşeriyeti rahatsız eden belki de biricik âfettir.

Şeytanın amelleri olan dört ameli saydıktan sonra, onlardan ikisine bilhassa işaret etmesi, ayırması, bugünün dünyasını en açık bir şekilde anlatmaktadır.

Bugün insanlar dört felaketin içindedirler.

Bunlardan biri olan “karşılıksız para” ile insanlık dengesini kaybetmiş, iş yapamamakta, mallarını satamamaktadır.

Tesadüflerle insanlar zengin olmakta veya helâk olmaktadır.

Türk ordusunda bir sistem vardır. Belli senelerde hizmet edersin. Onların içinden ayıklanarak terfi edersin. 600 000 asker içinde on binde biri terfi ede ede orgeneral olur. Yine onlar içinden de ayıklanarak genelkurmay başkanı olursun. Türk ordusu bunun içindir ki güçlüdür. Zahmetlerle ve kurallarla makamlar işgal edilir.

Kılıçdaroğlu meselesinde sermaye ne yaptı? Bir-iki senede meşhur etti ve CHP’nin başına getirdi. Şimdi CHP onu nasıl göndereceğim meselesiyle meşgul. CHP dağılmadı. Demirel taraftarlarının verdikleri oylarla oylarını bile yükseltti. Ama yıllarını yitiriyor. Kılıçdaroğlu bir görev yapıyor, AK Parti’nin ömrünü uzatıyor. Uzanlar ailesi gelmiş, on senede Türkiye’nin en zengini olmuş. Bunlar ülkeyi terk ettiler. Ama dünyayı asıl fesada veren mafyadır, içki ve kumar mafyasıdır. Uyuşturucu sayesinde para kazanıyor, kumarhaneler sayesinde terörist yetiştiriyor.

Şimdi Kur’an şeytanın elinde bulundurduğu silahı bize bildiriyor. Devletlerin acil işi bu uyuşturucu ve kumar mafyasını ortadan kaldırmaktır. Bunlar aynı zamanda rüşvet mafyasıdır. Senet mafyası da bunlardır. İş mafyası da bunlardır. Bu mafyaların oluşmasına bizzat devlet sebep olmaktadır, helali haram yapmaktadır. Uyuşturucuyu alıp satmak yasak, uyuşturucu kullanmak serbest! Oysa Kur’an uyuşturucuyu alıp satmayı yasaklamıyor, sadece haram kılıyor, uyuşturucuyu kullanmayı yasaklıyor. Devlet, uyuşturucu alıp satmak serbesttir diyecek, böylece ucuzlayacak. Uyuşturucu ticareti ile mafya beslenemeyecek. Uyuşturucu kullanmayı yasaklayacak. Bir defa içenlere dayak atacak. Alışkanlık kazanmamışsa onu vazgeçirecek. Hapsetmeyecek, dayak atacak, o gün cezası bitecek. Yoksa hapse atarsanız oradaki ortamda tam alıştırma imkanını verirsiniz. Alışkın olanlar ise artık topluluktan uzaklaştırılacak, sürgün sitelerine gönderilecek, orada iş verecek, orada yaşatacaktır.

‘Ben kullanmayı bırakacağım’ diyenleri ayrı sitede; ‘hayır, ben devam etmek istiyorum’ diyenleri ayrı sitede yerleştirecektir. Böylece terörün iki bacağı da kırılacak; uyuşturucu ve kumar.

Biz dağdaki eşkıyalarla uğraşacağımıza içimizdeki mikropları temizleyelim.

Şimdi burada içki ve kumar mafyasının bizi bugünkü hâle getirdiğini öğrendikten sonra, tekrar başa dönüp Maide Sûresi’ni yeniden okuyup bize yaptığı tavsiyeleri nazarı itibara alarak yeniden Maide Sûresi’ni yorumlamamız gerekir.

İnsanlığı bu beladan ancak dinler kurtarabilir. Dinler şûrası oluşturulmalıdır. Bunlar ittifakla helal ve haramları tesbit etmelidirler. Ondan sonra haramlarla mücadelede hepsi birlikte ve beraber harekete geçmelidirler. Radyolarla, televizyonlarla, basınla, okullarla, orduyla birlikte savaşa girişilmelidir. Ordu şunu bilmelidir. Bugün eğer PKK ile boğuşmak zorunda ise bunun ana kaynağı her türlü içkiler ve kumardır.

وَيَصُدَّكُمْ عَنْ ذِكْرِ اللَّهِ

(Va YaÖudDuKeM GaN ÜiKRi elLAHı)

“Ve sizi Allah’ın zikrinden sudud ettirmektedir.”

Dalalet etmek şaşırmak demektir. Lazım fiildir. İdlal etmek şaşırtmak demektir.

Saddetmek” ise müteaddi bir fiildir. Uzaklaştırmak, saptırmak demektir.

Dalalette bilgisizlik vardır, bulamama vardır.

Saddetmede ise bilgisizlik değil zorlama vardır.

Kumar ve içki mafyası topluluğun işlerini görüşmekten, topluluğun işlerini anmaktan alıkoyar. Şeytan bir oyun oynuyor, içki ve kumar ile mafyalarını oluşturuyor. Devlet dağdaki eşkıyalarla meşgul olurken kendi işleri ile meşgul olamıyor, doğru dürüst iş yapamıyorsun. Terör olayı bütün diğer olayların önüne geçmiş ve topluluk hep onunla meşgul olmaya başlamıştır.

Türkiye’de askeri müdahaleler olmuştur. Ordu suçlanmaktadır. Oysa sivil yönetim mafya ile, kumar ve içki mafyasıyla baş edemediği için asker müdahale etmek zorunda kalmıştır. CHP tandanslı subaylar DP’ye karşı mafya tarafından harekete geçirilmiş, milliyetçi subayları da onlara karşı harekete geçirilmişti. Ordu birbirine girecek, devlet yıkılacaktı. Bu subaylar anlaştı. Birlikte beceriksiz DP’yi uzaklaştırdılar. Bu arada ordunun üst kademesi hakim duruma geçti. Askeri ihtilalleri bastırdılar ve Türkiye’yi kurtardılar. Menderes’i asanları da astılar. Seksendeki olayda ise daha fazla orduya teşekkür borcumuz vardır. İşte devlet bunlarla uğraşmaktadır. Halkla ordu bu mafya sayesinde karşı karşıya gelmektedir.

وَعَنِ الصَّلَاةِ

(VaGaNı elÖaLAvTi)

“Ve salattan”

Salat” burada marifedir. Bilinen salat kastedilmektedir: Herhangi bir salattan bahsetmemektedir. “An” kelimesini tekrar ettiğinden dolayı Allah’ı zikir ile salat aynı değildir, ayrı ayrı iki müessesedir.

“Zikr” konuların ele alınmasıdır.

Nerelerde ele alınacak, topluluk işleri nerelerde görüşülecektir?

Siyasi kuruluşlar yani partiler bu konuları görüşmelidir ama ne gezer. Anayasa toplantıları yapıyorlar. Sadece dinliyorlar. Görüşmüyorlar, tartışmıyorlar. Haberler “toplandı-dağıldı, yapılmalı edilmeli” ile geçiyor.

Ordu bu konuları ele almalı, Millî Güvenlik Kurulu’na sunmalıdır. Harp Akademileri bununla meşgul olmalıdır. Üniversiteler kürsüleri ve bölümleriyle bu konular üzerinde faaliyet göstermelidir. TÜSİAD, MÜSİAD, ASKON, TUSKON ve diğerleri neredeler, anayasa taslaklarını neden yayınlamıyorlar? Sendikalar nerelerdeler? Bizimle neden tartışmıyorlar?

Allah’ın zikrinden uzaklaştırmak budur.

Millî Gazete de dahil olmak üzere gazeteler birkaç sayfayı spora ayırıyor ama yarım sayfasını Akevler’e ayıramıyor ki “Adil Düzen”i anlatsın...

Şeytan ne kadar güzel tezgah kurmuş…

Şimdi siz Adil Düzen Çalışanları ve okuyanları; bu zifiri karanlığı siz delecek, insanlığı aydınlığa çıkaracaksınız. Siz dinsiz kabul ettiğiniz Mustafa Kemal kadar cesur olmalısınız. Vazifeye atılmak için ahval ve şeraiti düşünmeyeceksiniz. Bu dünyayı kurtarmak bana düştü diyeceksiniz ve ortaya çıkacaksınız.

Evet, bu görev sana düştü, bana düştü. Çünkü bu görevi Allah sana verdi. Onları ise kör, dilsiz ve sağır yaptı. Sana ise kulak verdi, göz verdi, akıl verdi. “Adil Düzen”in içindesin. Sen yapmayacaksın, senin elinle Allah yapacaktır. Günde beş defa toplanacak, birlikte namaz kılacak ve müzakere yapacaksın. Haftada bir defa toplanacak, birlikte namaz kılacaksın, haftalık çalışmaları ortaya koyacaksın. Namaz toplantıdır ama namazın toplantı dışında da görevi vardır. Toplantı yapmak için rüku ve secde etmeye gerek vardır.

Beş vakitte ezan okunur, Allah’ın sesini duyarsın. O ezanı okuyanın Allah olduğunu bilir, Allah’ın varlığını hislerinde idrak edersin. Allah’ın davetini alır, toplantıya katılırsın. Toplantı yerine gelirsin. Yine Allah’ın sesini duyarsın. Namaza başlandığını, Allah’ın huzuruna çıkılacağını işitirsin. Resmî selamlama zamanı gelmiştir. İmam dikkat der ve Allah’ın  huzuruna birlikte çıkılır. Allah’ın huzurunda kaldıktan sonra imam selam verince çıkılır. Birlikte Allah’ın huzuruna çıktığımızı ve gerçekten kendimizi Allah’la hissederiz.

Cuma’ya büyük Mevlana Camii’ne giderim. Orada birkaç bin kişinin bir araya gelip Allah’ın huzurunda sükut ederek durmaları, birlikte rüku ve secdeye varmaları, seni de aralarına alır ve bambaşka bir âleme dalarsınız…

Salat” birlikte kavil ve fiildir. İmam okuyacak, siz duyacaksınız. Tesbih edeceksiniz. Hareket birliktedir. Madem topluluk gemisine binmiş istediğin yere doğru gidiyorsun, gemi seni hedefe götüren araçtır. Sen ise kendi gitmediğin yere gidiyorsun. Ailene gidiyorsun, evine gidiyorsun. Birlikte kılınan namaz seni cennete ailenle beraber götüren gemidir.

Namaz insanlara birlikte nasıl yaşayacaklarını öğreten bir okuldur. Herkes eline alsın, kitabı okusun, okullara ne gerek var deyip okulları nasıl kapatamazsak; herkes evinde namaz kılsın, cemaate ne gerek var demek o demektir.

Demek ki şeytan buluşmamızı ve meseleleri müzakere etmemizi önlemeye çalışmaktadır. Bizim dergimize yazı veya makalelerimize yorum yazdırmaktan alıkoyan işte o şeytandır. Çünkü dergi Allah’ın zikridir.

Bugün bizim basılı dergimiz yoktur, gazetemiz yoktur, televizyonumuz yoktur, radyomuz yoktur, okulumuz yoktur, konferans verecek salonumuz yoktur.  

Altmışlarda da yoktu...

Yola çıktık, bunların hepsini elde ettik ama biz oralardan uzak kaldık. Bunun sebepleri vardır. Günahı arkadaşlarımıza yüklemek hatalıdır. Hata bizdeydi...

O hataları siz yapmayacaksınız, yapmamalısınız...

Bugünkü namaz dört delile dayanılarak icma ile sabit olmuş namazdır. Eksiktir. Fonksiyon ifa etmemektedir. Bunun günahı şeytanın ıkasının altında kalmamızdır.

İstanbul Yenibosna’da her gün akşamları bir aradayız. İşlerimiz ayrı olduğu için daha fazla bir araya gelemiyoruz. Yüz dairelik apartman yapacağız. Her katta on daire olmak üzere yüz dairelik semt kuracağız. İşimiz de orada olacaktır. O zaman namazı Allah’ın emrettiği şekilde kılacağız inşaallah. Kimimiz sağ olup göreceğiz. Kimimiz bu gaye için çalışırken ömrümüz dolacak ve gideceğiz...

Mü’minler bu dünya hayatı için çalışmazlar...

Biriniz namazın hikmetleri konusunda çalışmak isterse ben yardımcı olurum...

Burada marife olarak gelmiş olan namaz nedir, Kur’an’ın istediği namaz nedir, bugün kıldığımız namazın Kur’an’da delilleri nelerdir?..

Şimdi biz anayasa hazırlıyoruz, Kur’an’dan delillendiriyoruz...

Bir başka ekip de namazla ilgili böyle bir çalışma yapmalıdır...

Bir başka ekip de fıkhın başka konusunu böyle yapmalıdır...

فَهَلْ أَنْتُمْ مُنْتَهُونَ (91)

(FaHaL ENTuM MuNTaHUvNa)

“İntiha edecekler siz değil misiniz?”

Fa” harfi tafsil “Fa”sıdır. Öyleyse hâlâ intiha etmeyecek misiniz, hâlâ son vermeyecek misiniz, hâlâ içkiden ve kumardan vazgeçmeyecek misiniz? Şeytan aranıza adaveti bağdayı koymuştur. Bu işe son vermeyecek misiniz?

Ne yapmalıyız?

Uyuşturucu ve kumar mafyası tek mafyadır. Bütün dünyada faaliyette olan bir mafyadır. Önce çok ağır cezalar konmuştur. Kullanılmasına değil, oynanmasına değil, alınıp satılmasına ve oynatılmasına cezalar konmuş, böylece çok kıymetli hâle getirilmiştir. Tüm dünyada kaçak olarak imal edilmektedir. Tüm dünyaya mafya tarafından pazarlanmaktadır. Üreten Türkiye’nin doğusudur, tüketen ise Türkiyenin batısı yani zengin Batı ülkeleridir.

Ondan sonra da örgüt kurulmuştur, lise hattâ ilkokul talebelerine kadar alıştırılmaktadır. Bağımlılık sağladığı için de gençler arasında kolayca yayılmaktadır. Bu sayede uyuşturucu kullanmak zenginlerin modası olmaktadır. Elde edilen kazançlar örgüt mensuplarının ve hanımlarının kumar masalarında harcama aracı olmaktadır.

İşin içine kamu görevlileri de katılmakta, ağır ceza veren hakimlere karşı belgeler ortaya konmakta ve sistem çalışmaktadır.

Bu mafyanın bertaraf edilmesi için önce kumar oynamak serbest bırakılmalıdır, herkes her yerde kolay oynamalıdır. Kapalı ve uydurma adlar altında oynama zorunlu olmamalıdır. Kumar kazancı veya kaybı devletçe korunmamalıdır. Kumar davalarına bakılmamalıdır. Bugün mevzuatımız böyledir. Bu kazançlardan vergi alınmamalıdır.

Uyuşturucu kullanma yasaklanmalıdır. Alkolik hâle gelmek suç sayılmalıdır. Uyuşturucu veya alkol müptelası olduğu sabit olanlar alkol sitesine gönderilmeli ve orada tedavi edilmelidir. Orada hapsedilmemeli, sadece oraya sürgün edilmeli, tedavi olduktan sonra serbest bırakılmalıdır.

Hâlen terör olayları çıkaranlar da terör sitesine gönderilmeli, orada istedikleri gibi yaşama imkanı sağlanmalıdır. Silah yasağı kalkmalıdır. Herkese balistik özellikleri temin edilmiş silahlar verilmeli, herkes kendi silahını taşımalıdır. Kurşunu yani balistik özellikleri yoluyla kimin silahı ile cinayet işlendiği kolayca tesbit edilmelidir. Kendisinin o işi yapmadığını ispat edilmedikçe cinayetin onun silahıyla yapıldığı kabul edilerek hafif tazminatla mahkum edilmelidir. Katil bulunduğu ve amden katlettiği anlaşılana da idam cezası verilmelidir. Terör amacıyla yapmışsa hemen asılmalı, şahsi garazından dolayı yapmışsa mağdurlar affederlerse diyete dönüştürülmelidir.

“Hâlâ intiha etmeyecek misiniz”in manâsı budur.

“Hâlâ bu kanunları ve bu anayasayı çıkarmayacak mısınız” demektir.

Bizim görevimiz bunları söylemektir, kalanı onlarla onları var edenler arasındadır.

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3001 Okunma
2-MAİDE 3
2799 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2082 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2174 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2066 Okunma
6-MAİDE 11-12
2770 Okunma
7-Maide13-15
2210 Okunma
8-MAİDE 16-17
2245 Okunma
9-MAİDE 18-19
1934 Okunma
10-MAİDE 20-26
2469 Okunma
11-MAİDE 27-31
4426 Okunma
12-MAİDE 32-33
2709 Okunma
13-MAİDE 34-37
1972 Okunma
14-MAİDE 38-41
2884 Okunma
15-MAİDE 42-44
2251 Okunma
16-MAİDE 45-47
3506 Okunma
17-MAİDE 48-50
2323 Okunma
18-MAİDE 51-53
2455 Okunma
19-MAİDE 54-56
2871 Okunma
20-MAİDE 57-60
2274 Okunma
21-MAİDE 61-64
2105 Okunma
22-MAİDE 65-67
1994 Okunma
23-MAİDE 68-69
2328 Okunma
24-MAİDE 70-72
2128 Okunma
25-MAİDE 73-76
2368 Okunma
26-MAİDE 77-79
1846 Okunma
27-MAİDE 80-82
2210 Okunma
28-MAİDE 83-88
1820 Okunma
29-MAİDE 89-91
3117 Okunma
30-MAİDE 92-95
2513 Okunma
31-MAİDE 96-100
2443 Okunma
32-Mide 101-103
2488 Okunma
33-MAİDE 104-105
2119 Okunma
34-MAİDE 106-108
2310 Okunma
35-MAİDE 109-110
3163 Okunma
36-MAİDE 111-115
2637 Okunma
37-MAİDE 116-118
2446 Okunma
38-MAİDE 119-120
2107 Okunma