***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 25
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا مِنْ قَبْلِ أَنْ تَقْدِرُوا عَلَيْهِمْ فَاعْلَمُوا أَنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (34)
إِلَّا الَّذِينَ تَابُوا
(ElLav elLaÜIyNa TAVBUv)
“Tevbe edenlerin dışında.”
İnsanlar isterlerse dağ başına çekilir ve kendi başlarına yaşarlar. Yahut bir geminin içine biner, denizlere açılır, balık avlayarak geçinirler. Bunlardan istediğimiz bir şey yoktur. Onlar bize zarar vermedikleri takdirde biz de onlara zarar vermeyiz.
Ne var ki insanlar öyle yaratılmamıştır.
İnsanlar kendilerinin yenebileceklerini bildikleri kimseleri tepeler ve hayatlarını öyle sürdürürler. Bize saldıracak olanların saldırmalarına imkan vermeyiz, saldırırlarsa biz de onlara saldırırız.
Sonuçta insanlar birbirine saldıracak şekilde yaratılmışlardır. Sadece müslim olanlar saldırma yerine barışı tercih ederler. Onlar savaşmak da istemezler.
İşte onların arasında bir grup çıkar, saldıranlara karşı saldırmak istemeyenleri korurlar. Korunanlar “müslim”, koruyanlar “mü’min”dirler. Müslimler mü’minlere onları korudukları için bir bedel öderler, buna “cizye” denmektedir.
Barışı isteyenlerle barışı istemeyenleri ayırmanın vasıtası nedir?
Taraflar birer hakem seçerler, iki hakem de baş hakemi seçer. Sonunda onların aldığı kararlara taraflar kayıtsız şartsız uyarlar. Hakem kararlarını kabul etmeyen kimseler Allah ve resulüyle yani hakemlerle harb içindedirler. Onların cezaları yukarıda sayılanlardır. Öldürülme, asılma, el ayak kesilmesi ve sürülme. Bunların hangisinin tatbik edileceği hususu hukuk düzeninde hakemlere aittir. Yargılanırlar ve cezaları verilir.
Savaşta ise ceza verme savaşı yapan komutanın yetkisindedir, o mağlup olanlara gereken cezayı kendi takdiri ile verir.
Hakem kararlarını dinlemeyerek fitne çıkarmak katlden eşeddir. Fitne savaş durumunu gerektirir. Fesad ise mahkeme kararı ile tenkili gerektirir.
PKK’nın durumu savaş durumu değildir, çünkü cephe kurmuş ve bizimle alenen savaşa girmiş değildir, fesad çıkarmaktadır.
Fitne ile fesad arasında ne tür fark vardır?
Fitnede silahlı cephe oluşturulur ve saldıranlar sizi öldürmek isterler.
PKK ne istiyor?
Onu kendisi de bilmiyor.
Gerçek olan şudur. Cumhuriyetin ilanında Türkiye birtakım inkılaplar yaptı. Kürtleri rahatsız eden iki önemli husus vardı. Bunların en başta geleni, Kürtler samimi Müslümandırlar, hayatlarını inanca dayandırmışlardır. Bunların medreseleri kapatılmıştır, tarikatları yasaklanmıştır. Bu da yetmemiş, ayrıca aşiret reisleri de oradan sürülmüşlerdir. Oradaki aşiret reislerinin etkileri dine hizmet olduğu içindir. Türkler dindar bir millettir. Hükümdarlara dinlerini korudukları için saygı gösterirler. Din önemini kaybettiği zaman aşiret reislerinin de bir değerleri kalmaz. Tarihin hemen her döneminde din adamları ile siyaset adamları anlaşmış ve ülkeleri idare etmişlerdir.
Bu savaşta isyan eden Kürtler yenilmişlerdir. Ne var ki Türkiye hiçbir zaman bütün Kürtleri asi saymamıştır. Sadece isyan edenleri cezalandırmış, diğerleri ise eşit vatandaşlık haklarından hep istifade etmişlerdir.
Zamanla ne olmuştur?
Türkiye’yi işgal etmek isteyen sömürü sermayesi bir taraftan Cumhuriyet hükümetlerini baskı altına alarak dine ve sosyal yapıya saldırtmış, diğer taraftan karşı tarafı da destekleyerek isyan ettirmiştir. Burada istenen Anadolu Müslümanlarının arasını açmak, onları birbirleriyle savaştırarak kendi sömürüsünü sürdürmektir.
İşte böylece zorunluluklar içinde dağlara çıkmış olan PKK’lılar görevlerini yerine getirmedikleri için tasfiye ediliyorlar.
Şimdi durum nedir?
İşte bu âyetteki istisnanın durumu PKK’lılara uygulayacağımız hükümlerdir.
“Tevbe edenler” denmektedir.
“Tevbe” nasıl olacaktır?
Önce Müslim Kürtler ayrı bir parti kurmamakta, Türkiye’deki Müslim partilere oy vermektedirler. İslâmiyet’le ilgisi olmayan çok az kişi de Kürtçülük yapmaktadır. Öyle bir duruma getirilmiştir ki, Kürtlerin partisi Kürtleri temsil ediyor da onların oyunu almış Ak Parti Kürtleri temsil etmiyor. Durum öyle değildir. Kürt menşeli milletvekillerinin tamamı ancak Kürtleri temsil ederler. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti bunların temsilcileri ile oturup müşavere yapmalıdır. PKK’lıların durumu ise tamamen farklıdır. Onlar bugün isyan durumundadır. Görüldükleri yerde öldürülmelidirler. Ne var ki kanlarının heder olduğuna dair mahkeme kararı olmalıdır. Her PKK’lının aleyhinde öldürülme kararı olmalıdır. Pasaportla girenler için de durum aynıdır. Pasaportsuz gelen yabancıların kanı hederdir, öldürülebilir.
Şimdi kendileri hakkında öldürülme kararı çıkarılmış kimseler, öldürülmeden yahut yakalanmadan önce tevbe edebilirler.
“Tevbe” ne demektir?
Biz hakemlerin kararlarına uyuyoruz. Hakemler idamımıza karar verirlerse idam ediliriz. Hakem kararlarını tanımama insani değildir. “Biz pişmanız” derlerse tevbe etmiş olurlar. “Tevbe etme” demek hakem kararlarını kabul etmelerinden ibarettir. Bunu beyan eden kimse gelir ve teslim olur. Kendisi hakemini seçer. Bu arada bir fitne yapmayacağına dair bir dayanışma ortaklığı kefil olursa kişi serbest bırakılır.
Hakemler tarafları dinlerler. Kararlarını verirler. Kararlara uyulur.
Burada biz onlara ceza vermiyoruz, sadece hakem kararlarını uyguluyor. Bunların affı caizdir. Cezaları diyete çevrilir. Diyet ödenir. Onların öldürülmesini istemeyenler diyetlerini öderler. Bir yabancı devlet ancak diyetleri ödemeyi tekeffül ettikten sonra aflarını isteyebilir. Bunun için bizim onlara hakim olmamız gerekmektedir.
مِنْ قَبْلِ أَنْ تَقْدِرُوا
(MiN QaBLi EaN TaQDiRUv)
“Sizin kadir olmanızdan önce.”
“Qıdr” kelimesi kazan anlamındadır. Yemekler bu kabın içinde karılır, yapılır veya pişirilir. Belli zaman beklenir. İşte “mikdar” kelimesi buradan gelmektedir.
“Takdir etmek” demek ölçümlendirmek demek, aynı zamanda plan yapma demektir.
“Bizim onlara kadir olmamız” demek, onların artık bizden kurtulmasına imkan kalmaması demektir. Bunu iyice anlamamız için; eğer kişi bizim güven alanımıza gelir de teslim olursa ve hakem kararlarını kabul ederse, biz ona kadir olmadan tevbe etmiş olur. Öyle değil de kaçak bulundukları dağda onları bulursak, o zaman biz onlara kadir olmuş oluruz. Dağ eşkıyası için hüküm budur.
Kent eşkıyası için ne söyleyebiliriz?
Bir apartman dairesi kiralıyor, oradan eşkıyalığı sürdürüyorlar...
İşte bunun için Kur’an onlu sisteme göre organize olmamızı istemektedir. Bir aile 3 ile 10 kişi arasında oluşur. 10’a yakın aile bir aşireti/ocağı oluşturur, bunlar günde beş defa toplantı yaparlar, birbirlerini çok yakın olarak tanırlar. Her türlü hareketler ve görüşmeler onlar tarafından bilinmektedir. 10’a yakın aşiret/ocak bir semt oluşturur. Biz bunu bugün yüz dairelik apartmanlar olarak belirliyoruz.
Apartman/semt yönetimi bucak başkanının atadığı görevliler tarafından yapılır. Seçimle gelmez. Buna “semt” diyoruz. Semte belli kapılardan girilir. Kapı kartla açılır, kartla kapanır. Herkesin hangi saatlerde girdiği veya hangi saatlerde çıktığı belirlenir.
Bucak semtlerin merkez aşiretini doğrudan elinde bulundurur ama taşra aşiretlere karışamaz, yani apartmandaki katlara karışamaz. Katların içinde cereyan eden olaylardan aşiret başkanı sorumludur. Aşiret başkanının da tam yetkisi vardır; istediğinin aşirete girmesine izin verir, istediğini de sürebilir. Yani bir aşirette oturanlar başkanlarının mutlak emirleri içindedirler; şu da var ki, her zaman aşiretlerinden ayrılabilirler.
Hukuk düzeni içinde iç güveni sağlama yetkisi bucak başkanına aittir. Bucak başkanı aşireti istediği zaman dağıtabilir, istediği kimseleri bucak dışına sürebilir. Bu sürme suçlu olma anlamında değildir, bucak güvenliği için onun dışarıda olması gerekir.
Eğer bucak başkanı aşiret başkanı da olsa bucak dışına sürmüşse ve bunu ilçe yönetimine tescil ettirmişse, artık sürülen kimse o bucağa giremez. Girerse kanı heder olur. Bucak başkanının sürdüğü kimse bucak başkanı tarafından affedilebilir. Bucak başkanının sürdüğü kimsenin canı dışarıda güvencededir.
Bir kimse katil olmuş ve hakemlerce kısasa mahkum edilmiştir. O kimse teslim olursa ve sehpaya gelirse asılır; gelmezse irtidat etmiş olur, kanı hederdir.
Demek ki kırda/dağda olanlar için gerekli olan güvenlikli yere gelip tevbe ettiklerini beyan etmeleridir. Kentte oturanlar için af ise sürülmeyi kabul etmeleridir.
Demek ki burada bir kelime geçmektedir, o da “takdirû” diyor.
Şimdi bunu tanımlamak kime düşer, ne zaman biz onlara kadir sayılırız?
İşte bu içtihattır. Ben başka türlü tanımlarım, siz başka türlü tanımlarsınız. Benim içtihatlarım benim bucağımda, sizin içtihatlarınız sizin bucakta geçerli olur.
Demek ki tanımları şöyle yapıyoruz.
- “Fitne” hakemleri tanımamak ve yurt dışında cephe kurarak silahla saldırmadır. “Fesad” ise yurt dışına çıkmayıp ülke içinde suçsuz insanlara saldırarak tedhiş yaratmadır. Birinde tenkil vardır, af yoktur. Diğerinde savaş vardır. Hakem kararı toptan alınır ve silahla saldırılır, karşı cephede kim varsa öldürülür.
- “Kadir olmak” demek, kent dışında güvenli olmayan yerlerde yakalarsak biz ona kadir olmuş oluruz demektir. Kent içinde hakem kararlarını kabul ettiğini beyan eden kimse biz ona kadir olmadan tevbe etmesidir. Kent içinde fiil mahkemece sabit olursa kısas hükümleri uygulanır, yoksa sürülür.
عَلَيْهِمْ
(GaLayHiM)
“Onlara”
Biz onlara kadir olmuşuz. Eşkıya gelip teslim olmuştur. Artık isyan hükümleri uygulanmaz, kısas hükümleri uygulanır.
Şimdi, diyelim ki bizim 35 yıldır 30.000 şehidimiz olmuştur. Bizim öldürdüklerimiz de bu miktarın içindedir. Yani bu çatışmada ister biz öldürelim, ister onlar öldürsün, değişmez; ailelerine diyet verme zorunluluğu vardır. Bizim öldürdüklerimizin diyetini devletimiz öder. Onların öldürdüklerinin diyetlerini onların dayanışma ortaklığı öder.
Bizim öldürdüklerimize kısas uygulanmaz. Onlardan öldürenlerden teslim olmayanlara kısas uygulanmaz, öldürülürler. Ne var ki teslim olurlarsa onlara kısas hükümleri uygulanır. Affedilirse diyete dönüşür. Bazı hususları ortaya koymamız gerekir. Kısasın uygulanması için maktulü katleden bilinmelidir. On kişi katletse ama katleden bilinmese, tetiği birisi çekmiştir ama tetiğin çekilmesi hususunda hepsi birden katl etmeye katılmıştır. Tetiği çeken öldürülür. Bilinmiyorsa kimse öldürülmez, diyete dönüşür.
O halde, eğer bir kimse kardeşinin katilini bulur ve kanıtlarsa, kısas isteyebilir. Bulamazsa diyet ister; ağır diyet ister. O halde PKK mensuplarına kısas uygulanamaz. Ya tenkil uygulanır ya da diyet ödenir.
Pişmanlıktan yararlanma diye kanun çıkarılır, baskı altında olanlar yararlanamaz. Pişmanlıktan yararlanma yerine dağda yakalanmadan veya vurulmadan önce kim kente gelip karakola teslim olursa, ona artık kısas hükümleri uygulanır yani diyete dönüşür. Bu gibi caniler diyetlerini aslında kendi malları ile öderler. Ama malları yoksa o zaman âkileleri öder. Kendilerinden tahsil edilir. Yani devlet öder, onlar zorunlu çalıştırma sitelerinde çalıştırılırlar. Müebbet hapis gibi bir şey. Ne var ki sadece çalışmak zorunda olup başka herhangi bir sıkıntıya maruz bırakılmazlar.
Çalışma bucağı kurulur. Bucak başkanı seçimle gelmez, atama ile gelir. Bucak on kadar semte ayrılır. Her semte bir komutan merkezden atanır. Mahkum istediği semtte oturur, yani kendi üstünü kendisi seçer; istemediği zaman da değiştirebilir. Kişi çalışır. Geçimi çalıştığı kısımlardan karşılanır. Artanla diyet ödenir.
فَاعْلَمُوا
(FaGLaMUv)
“Bilin.”
İttika etmek var. İlm etmek var. Eğer bir şey içtihada dayalı ise o zaman ittika eden denir. Kararı siz verirsiniz ama bu karar keyfi olmamalıdır. Bunun iki müeyyidesi vardır. Biri, bu dünyada hakemler kararı ile ittikanın ihlal edildiğine karar verilebilir. Burada karar verecek hakemler kesin delillere dayanmalıdır. İçtihadı bozan sebepler olmalıdır.
İçtihatta çelişki varsa, kararın bazı kısmı uygulanamıyorsa, icmaa aykırı ise, müsbet ilmin verilerine aykırı ise, maslahata uygun değilse içtihat bozulur. Hikmet içtihadın illeti olmaz ama hikmet içtihadın reddine illet olur. Yani içtihat eden kimse hikmetlere dayanarak hükümler koyamaz ama muteriz hikmete dayanarak kıyası reddedebilir.
“İn La” manâsına gelen istisna harfi “Fa” alabilir. O halde bunu bilin, yani içtihatlarla değil icmalarla hareket edin. Onlara ne muamele yapılacağı hususu icma ile belirlenmiş olmaktadır.
Genel olarak ceza hukuku içtihatlara dayandırılmaz, icma gerekir. O halde yapılacak muamelenin ne olacağı hususu icma ile sabit olmalı yahut baştan hakem kararları ile belirtilmelidir. Yöneticilerin keyfine kalmamalıdır.
O halde ne yapmalıyız?
Önce memleketimizi biner hanelik bucaklara ayırmalıyız. Her bucak kendi yönetimini kendisi kuracaktır. PKK’dan bize teslim olanlar olursa, bunlardan bir bucak onu kabul ederse, onlara vermek zorundayız, verip vermemekte serbest değiliz. Bunların diyetleri ödenecektir. Diyetin miktarı ülkeye göre değişmektedir. Küçük meblağlar “bucak dayanışması” tarafından, orta meblağlar “il dayanışması” tarafından, büyük meblağlar “ülke dayanışması” tarafından, çok büyük meblağlar “insanlık dayanışması” tarafından ödenir. Ölüm diyetleri ülke dayanışmasınca ödenir. Diyetin miktarı her ülkede değişir. Bu 66 yıllık vasat ücrettir. Bucaklar bu diyeti kabul ederlerse suçlular onlara teslim edilir, etmezlerse suçlular bucağı kurulur. Bucağa giriş serbesttir. Mahkumların çıkışı yasaktır.
أَنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (34)
(EinNa elLAHa ĞaFUvRun RaXIyMun)
“Allah’ın gafur ve rahim olduğunu bilin.”
Topluluk gafur ve rahim olmalıdır. Bu bilinir hâle gelmelidir.
Yani gerek Kürt sorunu gerekse PKK sorunu çözülmelidir. Ne var ki bunlar birbirinden ayrı olaylardır, bunların birleştirilmesi söz konusu değildir. Türkiye’de Kürt olan sadece 7 ilimiz değildir, en az 7 ilde daha aynı derecede Kürtler meskundur. O illerde AK Parti ileride, Bağımsızlar (BDP) geride; diğer illerde ise Bağımsızlar (BDP) ilerdedir. Ne var ki ikinci parti hep AK Parti’dir. Türkiye’de Kürtleri temsil eden iki parti vardır. Bilsek ki bu altı ilin tamamı bağımsızlara bağlıdır, veririz topraklarını, istediğiniz yere gidin deriz! Ne var ki AK Parti de en az bağımsızlar kadar Kürtleri temsil eder. Akevler İzmir ortağımız Abdülkadir Aksu, bir soruya cevap verirken; “İşte ben Kürdüm ve partim onlardan çok Kürtleri temsil ediyor” dedi. Evet, AK Parti bu yedi ilimizin oylarına muhtaç değildir. Ama oradaki kardeşlerimizi kaderleri ile baş başa bırakmadığımız için biz onlarla beraberiz.
Sorun Kürt sorunu değildir, sorun ülke sorunudur. Yaşlanmış bin yıllık imparatorluğumuz yıkıldı. Cumhuriyeti kurduk. Zaman kazanmamız gerekiyordu. Kuruluş döneminde tavizler verdik. Şimdi güçlüyüz, artık o sıkıntılı günleri atlatmak zorundayız. Bizim kanunlar çıkarıp gerek Kürt vatandaşlarımızın PKK’ya verdiği destek hususunda, gerekse bizatihi elemanlarına uygulayacağımız hukuk belli olmalıdır. Bu kuralları sadece biz değil, onlarla uzlaşarak beraber ortaya koymalıyız.
“Fa’lemû” emri bize bu uzlaşmayı emretmektedir. Herhangi bir konuda uzlaşma imkanını bulamazsak, o zaman hakemlere gideriz. Hakemlerin kararı kesindir ve ilmîdir. Cümlenin başında “Fa” gelmesi hükmün umumiliğini ifade eder. Yani ceza hukukunda içtihatla değil, baştan kararlaştırılmış ittifaklarla hareket etmeliyiz.
Buradaki “Allah”tan maksat O’nun halifesi olan “devlet” veya “il” veya “bucak” olabilir. Esas mevzuat bucaklarda tedvin edilir. Güvenlikle ilgili hükümler illerde uygulanır. Savunma ile ilgili hükümler ise ülkelerce uygulanır. Hakemler uluslararası kuruluşlardır.
“Ğafurdur.” Yani işlenmiş olan cezalar diyete dönüşür, âkileler tarafından ödenerek PKK yüzünden mağdur olanların mağduriyetleri giderilir. Diyetlerinin ödenmesinden sonra PKK’lılar da normal vatandaşlığa dönmüş olurlar.
Kur’an okunurken işte böyle okunmalıdır. Günlük hayatın sorunları çözülmelidir. Fıkıh kitaplarından alınan bu hükümler güncelleştirilirken Kur’an’a dayanmalıdır.
“Gafur” suçların bağışlanmasıdır. Kısasın uygulanmaması, asilerin imha edilmemesi demektir. Bu dünya hayatında adalet yoktur. İnsanın yaptığı zulüm kendisine kalmaktadır.
1960 müdahalesini yapanlar ve üç devlet adamını asanlar şimdi hayatta değildirler. Onlar yapacaklarını yaptılar, zulmettikleri onlara kaldı. Mağdur olanlar da mağdur oldular. Ölenler öldü. Hapsolanlar hapis oldu. 28 Şubat’ı yapanlar da, 28 Şubat’a maruz kalanlar da o halleri ile gideceklerdir. Merhum Necmettin Erbakan’ı kimse diriltip de hakkını ödeyemez. Başbakanın sofrasında içki içerek caka satan general de bugün hayatta değildir.
Bunların hesapları âhirette görülecek. Kim zerre kadar iyilik yapmışsa onu orada bulacaktır, hayır yapmışsa onu da orada bulacaktır. Bu dünyada tam adaleti tesis etme mümkün değildir. Cezalar intikam amacıyla değil, caydırıcılık amacıyla verilir. Cezalar adalet yerini bulsun diye verilmez. Çünkü ceza bir yarayı savamaz, iyileştiremez.
Yeni düzene geçtiğimiz zaman eski düzenin suçlularının cezalarını bitirmeliyiz. Asacaksak asalım, öldüreceksek öldürelim, bir değer ödeteceksek ödetelim. Ama bitsin artık, eski dertlerimizle uğraşmamalıyız. İşte bu mağfirettir.
Mağfiretle iş bitmez. PKK mensuplarını affettik, serbest bıraktık; ne olur? Çıkarlar, aç kalırlar ve yeniden daha başka PKK kurarlar. Bunlara merhamet etmeliyiz. Yani onları yerleştirmeliyiz, iş bulmalıyız, normal hayata alıştırmalıyız.
Bugün dünyada mevcut olan sorunların kaynağını bulmamız gerekmektedir.
İnsanlık uygarlaşan bir varlıktır. Arılar çok iyi bal yaparlar, petek yaparlar ama bundan bir milyon yıl önce yaptıkları balı aynen yaparlar. En iyisini yaparlar ama daha iyisini yapamazlar. Bitkilerin ürettiklerini yiyoruz ama biz basit bir şeker bile imal edemiyoruz. İnsanlar çok eksik ve cahil yaratıldılar ama bugün uzaya ve Ay’a gidebiliyorlar, evde imiş gibi uzaydakilerle konuşabiliyorlar. Elektrik sayesinde gecelerini gündüz yaptılar. Bilgisayarlar sayesinde birçok düşünme tekniklerini geliştirdiler. İşte bu evrimin sonucunda insanlar her zaman sorunlarla karşılaşıyor, çöze çöze ilerliyorlar.
Tarihteki birinci büyük inkılap Hazreti Nuh zamanında başlamıştır; insanlar göçebe iken tarıma geçmişlerdir. İkinci büyük inkılap ise bugün olmaktadır; insanlar tarımdan sanayiye geçmektedirler. Bu sebeple büyük değişim gösteriyorlar.
Bu değişimi başarmanın sırrı “Adil Düzen”in gelmesidir, şeriat düzeninin gelmesidir, Kur’an düzeninin gelmesidir.
Bu düzen nasıl gelecektir?
İşte buradaki yani bu âyetteki “Gafurun Rahimun” kelimelerine bakmamız gerekmektedir. Önce eski hataları ve yanlışlıkları kapatmamız gerekmektedir; bozuk ve zalim düzen içinde işlenmiş suçların kötü tesirlerini gidereceğiz, sonra da rahim sıfatıyla insanların sekiz sorununa çare bulacağız.
ACİLEN SEKİZ SORUNA ÇARE BULMALIYIZ.
Burada bu sekiz sorunu anlatmaya ve bu sekiz soruna nasıl çare bulacağımızı ortaya koymaya çalışacağız. Sizler de bundan sonra Kur’an üzerinde düşünürken bu sekiz sorunun çözümleri üzerinde durmalısınız. Yani topluluğun nasıl “gafur” sıfatını kazanacağını, nasıl “rahim” sıfatını değerlendireceğini düşünmeniz gerekmektedir.
Şuna da işaret edelim. Burada “gafur” ve “rahim” kelimeleri nekredir, marife değildir. O mağfiret ve rahmet âlemlerin Rabbi Allah’ın mağfireti ve rahmeti değildir, âhiretteki mağfiret ve rahmet değildir; bu dünyadaki mağfiret ve rahmettir. Allah’ın halifesi olan toplulukların mağfireti ve rahmetidir. Yani “Adil Düzen”i kurmaya çalışan seçilmiş sizlerin, siz mü’minlerin mağfireti ve rahmeti olacaktır.
Bu hususta bilgi sahibi olacağız. Bileceğiz, ondan sonra davranacağız.
Baştaki “Fa’lemû”nun manâsı budur.
NELERİ BİLECEĞİZ, NASIL BİLECEĞİZ?
- Klasik Arapça öğreneceğiz. Böylece Kur’an’ın manâlarını doğru şekilde anlamaya çalışmalıyız. KLASİK ARAPÇA nedir? 1) TECVİT, 2) LUGAT, 3) SARF, 4) NAHİV, 5) MEANİ, 6) BEYAN ve 7) BEDİ’ ilimleridir, 8) USULÜ FIKIHTIR; ulumu semaniyedir yani sekiz ilimdir.
- Kur’an’ı anlayabilmemiz için bu dil ilimlerini bilmemiz yetmeyecektir. Ayrıca mevcut fen ilimlerini de bilmemiz gerekir. Bunlar da MATEMATİK ilimleridir; 1) BİRİMLER, 2) SAYILAR, 3) İŞLEMLER VE 4) DENKLEMLERDİR; SONRA 5) ANALİZ, 6) TRİGONOMETRİ, 7) İHTİMALİYAT ve 8) BİLGİSAYAR ilimleridir.
Bir taraftan bunları
beşikten mezara kadar tahsil etmemiz gerekirken
diğer taraftan da
bu ilimlerin uygulamasını Kur’an ve Fıkıh üzerinden yapmalıyız…
Yani örnekler Kur’an’dan alınmalı, içtihat ve icmalara gidilmelidir.
İşte, “Fa’lemû”nun emrettiği şey bunlardır.
Bilin ama neyi bilin?
Allah’ın gafur ve rahim olduğunu bilin; yani topluluğun gafur ve rahim olacağını bilin. Ona göre Allah’ın halifesi olma şerefinin hakkını verin.
Evet…
SEKİZ SORUN NEDİR VE ONLARIN ÇÖZÜMLERİ NELERDİR?
Yeni âyete geçmeden önce bu seminerde sizlerle bunun üzerinde durmak istiyoruz...
Topluluk nasıl rahim olacaktır?
Sekiz sorun nasıl çözülecektir?
1- İşsizlik
Tarım döneminde halkın çoğu kendi ürettiklerini kendileri tüketiyordu. İlkbaharda veya sonbaharda tarlasını eker, sonbahara doğru mahsulünü toplar ve ambara koyar, bir yıl onunla yaşardı. Kendisiyle beraber hayvanları da onlarla yaşardı. Eğer fazla gelirse onu ambara koyar ve ertesi sene için bekletirdi; yahut komşuya verir, sonra ondan alırdı. Tüm hayat böyle oluşmuştu.
Fazla ürettiklerini satar, onunla kendisinin üretmediği sanayi mallarını alırdı. Satamadığı veya kazanamadığı zaman hayati tehlikesi yoktu. Hasta olur veya gurbete giderse komşular ona yardım eder, tarlasını ekip biçerlerdi. Yani herkes yardımlaşma ile sigortalı idi.
Bazen bazı sebeplerden dolayı ürün elde edilemezdi. O zaman da komşular yardım toplar ve o aileyi yine yaşatırlardı. Yaklaşık 10 bin seneden beri bu düzen böyle sürüp gitmekte idi. Ancak 20’nci yüzyılda bu durum değişmeye başladı. Nüfus arttı, yeni teknoloji gelişti. Bugün artık kimse kendi ektiği ile geçinmiyor. Köylü ektiğini satıyor, kendisi de ihtiyaç mallarını satın alıyor.
Bu mübadele dönemi bundan 5 bin sene önce başladı, 20’nci yüzyılda tamamlandı. Bu iş bölümünü ortaya çıkardı, refahı meydana getirdi. Nüfus süratle artmaya başladı. Ne var ki bu durum aynı zamanda insanlığı büyük sorunlarla karşı karşıya getirdi.
Bu sorunların en başta geleni işsizliktir.
Önce insanlar ürettikleri malları satamamaktadırlar. Dolayısıyla köylerde tarımcılık zorlaştı. İnsanlar şehirlere taşınıp orada istikrarlı iş bulmaya çalıştılar. Başlangıçta bu başarılı oldu, bugünkü sanayi böyle doğdu. Ama sonraları krizler başladı. Birden mallar satılamadı. Satılamayınca üretim durdu. Üretim durunca işsizlik oldu. İşsizlik olunca mallar hiç satılamadı. Bu durumu aşmak için insanlık uğraşmaktadır ama henüz aşmış değildir.
İşte, çağımızdaki en büyük sorun budur; işsizlik ve dolayısıyla açlık.
Bugün insanların çoğu çalışmıyor yahut üretici olarak çalışmıyor. Yani tarım ürünleri üretmiyor. İnsanlar ya işsizdir ya da öğretmenlik gibi hizmet sektöründe veya sporculuk gibi boş işlerde üretmeyen ama tüketen olarak vakitlerini harcamaktadırlar. Çalışanların ürettikleri de yetmiyor. İnsanların bir kısmı aşırı israf içinde, diğer çoğunluk da açlık içindedir.
Allah’ın rahim sıfatının tecellisi için herkesin iş bulabilmesi ve aç kalmaması gerekir. Öyle bir düzen kurmalıyız ki, hiç kimse ben çalışmak istiyorum ama iş yok dememelidir. İsteyen istediği işte çalışabilmelidir. İşte böyle bir düzen kurabildiğimiz zaman Allah’ın rahim sıfatını tecelli ettirmiş oluruz.
Bunu nasıl kuracağız?
Herkese “çalışma kredisi” vereceğiz. Git, istediğin işverenin yanında çalış, maaşını gel benden al diyeceğiz. İşvereni borçlandırıp çalışanı alacaklı hâle getireceğiz. İşverenlere faizsiz icrasız kredi açacağız, onlar insanları çalıştıracaklar, ücretini biz ödeyeceğiz. Ham madde al, bedelini biz ödeyeceğiz. Verdiğimiz kredi için icraya gitmeyeceğiz. Ürettiklerini ne zaman satarsan o zaman bize olan borcunu öde diyeceğiz. Bu şekilde iş yapan işverenler çoğalacak, bilgili olan herkes sermayesiz işveren olabilecek, halk da istediği zaman istediği yerde iş bulabilecektir.
2- Borçlanma
İşte, insanların bir kısmı çalışıyor, teknoloji sayesinde bol ürün elde ediyor ve onu satıyor. Diğer taraftan tarımda çalışanlar ise ürünlerini teknoloji ile artıramıyorlar, hayatlarını çalışarak sürdüremiyorlar. Onlar da bugünkü bu şartlarda borçlu hâle geliyorlar. Yani yeryüzünde insanların bir kısmı borçlu, bir kısmı alacaklı; ülke içinde halkın bir kısmı borçlu, diğer kısmı alacaklıdır. Bu borç ve alacak ilişkisi kişiler arasında kalmamaktadır. Birkaç zengin ortaya çıkmakta, onlar alacaklı, halk ise borçlu. Bu durum yalnız bir ülkede değil, artık yeryüzündeki bütün ülkeler borçlu ve alacaklı durumdadırlar.
Borçlar gittikçe artmakta, insanlar borçlanarak yaşamaktadır. Bir taraftan borç miktarı arttığı gibi diğer taraftan alacaklılar azalmakta borçlular çoğalmaktadır.
Bunu sonu nereye varacaktır? Alacaklılar bu alacaklarını neye kullanacaklar, borçlular bu borçlarını nasıl ödeyecekler?
Bir gün gelecek halk borcunu öde/ye/meyecek. Böylece alacağın değeri kalmayacak. Sonunda ekonomi stop edecek ve insanlık açlıktan helak olacaktır. Zaman zaman ortaya çıkan ekonomik krizler bu iflas etmenin habercisidir.
“Adil (Ekonomik) Düzen” bu soruna şöyle çözüm getirmektedir. Para karşılıklı çıksın. Halk üretsin, malı ortak ambara teslim etsin, aldığı belgeyi tüccara satsın, tüccar da belgeyi diğer tüccarlara satsın. Para mal belgesi karşılığı ortaya çıksın.
Belge karşılığı ambarda mal var.
Kasadaki belge karşılığı da halkta para vardır.
Karşılıksız para yoktur. Aracılar kârı para üzeriden değil mal üzerinden yapsınlar. Piyasada para sabit kalarak dolanır. Aracı kârı ve artan miktar yatırımlara dönüşür. Mal olur ve hisse senetleriyle yine halka döner. Borçsuz yaşama düzeni kurulur.
3- Tarımın Çöküşü
Sanayinin gelişmesi, teknolojinin sağladığı imkanlar, kentlerdeki refah insanları tarlaları bırakıp kentlere taşıdı. Başlangıçta bunun çok yararı olmuş, böylece sanayileşme ve kentleşme başlamıştır. Ne var ki sonunda köyler boşalmış, tarlalar ekilmez hal almıştır. Böylece bir taraftan işsizler ordusu ortaya çıkmış, diğer taraftan da yeterince üretim yapılmadığı için açlık ortaya çıkmaktadır. Tarım sadece düz yerlerde ve sanayi ziraatının yapıldığı yerlerde yoğunlaşmıştır. Ne var ki bu yerler artan nüfusa yetmemektedir. Yetse bile bu topraklar zamanla çoraklaştığı için gittikçe verim vermez hâle gelmektedir. Burada yapılan tarım hormonlu olmakta, insan sağlığını da tehdit etmektedir. Bu durumda insanlığı büyük tehlikeler beklemektedir.
Kur’an düzeni buna şöyle çare bulmaktadır.
Topraklar harmanlanıp yeniden gelişmiş tarım bilgilerine göre büyüklüklere ayrılacaktır. Tarım işletmeleri küçük işletmeler hâline getirilecektir. Her aileye onu işleyebileceği kadar arazi verilecektir. Sovyet ülkeleri ve yöneticilerinin yaptığı gibi halkın elinden zorla tarlaları alarak değil, özendirilerek yapılacaktır. Önce hazineye ait hâli yerler modern aile işletmeleri hâline getirilecektir. Tarım yapacaklara işletme mülkiyeti ile verilecektir. Yerli halk gelip yerleşmeyebilir. Bu durumda yabancı ülkelerden gelen göçmenler yerleştirilecektir. Bu da mümkün olmazsa, oradaki nüfusun artmasına imkan verilecektir. Çok evlilik ve çok çocuk bir asır içinde bu sorunu çözecektir.
Ayrıca köy sanayii geliştirilecektir. Bunun anlamı şudur. Tarımda iş varsa orada çalışacak ama tarımda iş olmadığı zaman boş saatlerinde gelip çalışacağı küçük destek sanayi tipi imalathaneler kurulacaktır. Bunun dışında tarım bölgelerindeki sağlık sorunu ve okul sorunu da devletçe çözülecektir.
Hastahaneler parasız olacak, refakatçi de hastahanede parasız kalabilecektir. Hastayı nakleden servisler tamamen ücretsiz olacaktır. Ayrıca doktorlar köylere kadar giderek muayene ve tedavilerini yapacaklardır.
Okul sorununu da çözmek için önce devam mecburiyeti kalkacak, isteyen internetten istediği okulu okuyabilecektir. Devlet sadece imtihanlar yapacaktır. Çalışarak okuma sistemi getirilmiş olacaktır.
Köyden kente gidiş gelişler tamamen bedelsiz olacaktır.
Bunların kaynağını nereden bulacaksınız diyemezsiniz. Kaynak insan emeğidir. Emek bu tarafa yönlendirilecek demektir. İşletmelerden “Genel Hizmet” karşılığı alınacak, üretimden pay olarak alınacak. Bu paylar bu hizmetler için harcanacaktır. Kentte çalışanlardan alınan paylar köylere aktarılacak demektir. Böylece köyde çalışmak ve yaşamak da cazip hâle getirilecektir. Bu payın miktarı değiştirilerek denge oluşturulur.
4- Karşılıksız Para
Yukarıda sayılan işsizlik, borç, köylerin boşalmasının temel sorunu paradır. Uygun para olmayınca dengeyi kuramazsınız. Nasıl gelişmiş hayvanlarda kan dolaşımı vardır. Kalb durduğu zaman nasıl insan ölürse, bunun gibi de gelişmiş insanlığın kanı paradır ve para insanlığı tek topluluk hâline getirmektedir.
Bugünkü paranın karşılığı yoktur. Merkez Bankası faiz karşılığı para ihraç eder. Bu para kanserli bir paradır. Kanser hücreleri gibi çoğalmaktadır. Merkez Bankası para çıkarır ve bankalara “faizle para” verir. Bir sene sonra yüzde 10 faizle geri verilmesini ister. Halk para basmadığı için veremez. Verebilmesi için Merkez Bankası yeniden faiz kadar para basıp bankalara verir. Böylece piyasada durmadan çoğalan bir “faiz parası” ortaya çıkar. Bu çıkışın reel ekonomi ile ilişkisi olmadığı için “enflasyon sorunu” ile karşı karşıya kalınır.
Dünyada ABD doları artıp çoğalmaktadır. Dünya devletleri deseler ki, biz dolarla değil kendi paramızla satış yaparız, ABD o gün iflas eder.
“Adil (Ekonomik) Düzen”de faiz yasaklanmıştır, karşılıksız para çıkartılmaz.
“Adil (Ekonomik) Düzen”de para dört yoldan çıkar.
- Halk tarım ürünlerini yıl başında sipariş versin, sen borçlanırsın, üretici de ürün borçlanır. Böylece yıl başında tüm yıllık tüketim ürünleri sipariş verilmiş olur. Halkın bu siparişi verebilmesi için nüfus başına bir para çıkarılır; karşılığı sipariş edilen mallardır.
- Üretimde çalışanlara çalışma kredisi verilir, işveren borçlandırılır, işçiye ödenir. Böylece üretim yapan emek karşılığı devlet para çıkarmaktadır. Ambarlarda mal vardır, halkta para vardır.
- Taşınmazlar karşılığı da para çıkarılır, halktan taşınmazların satın alınması için para çıkarılır, halka taşınmaz satılıp para piyasadan çekilmiş olur.
- Kuyumculardaki altın karşılığı da para çıkarılır, devlet altın parasını çıkarır. Kuyumculuk yapacaklara faizsiz olarak kredi verilir. Onlar da onunla altın satın alırlar, sermayeye sahip olurlar. Altın para piyasada altın değeri ile dolaşmaya başlar.
Uygarlaşmanın ortaya çıkardığı dört ekonomik hastalığın yanında dört sosyal hastalık vardır. Allah’ın rahim sıfatı bunlara da çare bulmalıdır.
5- Yargının Çalışmaması
Eskiden bir bucakta yaşayanlar bir taraftan birbirlerini yakından tanır, diğer taraftan onların bütün hareketlerini takip ederlerdi. Çıkan nizalar iki kişinin hakemliğinde çözülürdü. Bugün ise ilişkiler birbirini tanımayan kimseler arasında cereyan etmekte, nizalar hakemler tarafından çözülmemektedir. Mahkemeler oluşturulmuştur.
Eskiden mevzuat çok azdı. Herkes hukuk öğrenir, ona göre hüküm neyse yeni sözleşmeler yapılır ve bu bilinirdi.
Şimdi ise yeni sözleşmeler yapılıyor ama artık bir hakimin bu sözleşmeleri bilmesi mümkün değildir. Soruşturma, bilirkişi, raporlar ve savunma çalışamamaktadır. Mahkemeler on yıllarca karara bağlanamamaktadır. Mahkemeler bağımsız değildirler, tarafsız değildirler, halk nezdinde saygın ve etkin değildirler. Şöyle ki; kişi suç işlese bu mahkemeler ceza vermiyor, işlemese istedikleri zaman mahkum ediyor.
Yargı sorununu çözmediğiniz zaman insanlar kendileri ihkakı hakka yani kendi haklarını kendileri almaya kalkışırlar ve ilkel döneme dönülmüş olur. Bugünkü hukuk sistemi tarım dönemi hukuk sistemidir, çağımızın sorunlarını çözmekten çok uzaktır.
Kur’an buna çözüm getirmiştir. Önce topluluk hakemleri eğiterek yetiştirecek ve onlara güvenceli ehliyet verecektir. İlçede, ülkede ve insanlıkta yeter sayıda ehliyetli hakem olacaktır. Davacı ve davalı bunlardan birerlerini hakem seçecekler, baş hakemi de hakemler seçecektir. Bunların verdiği karar kesin olacaktır. Bunların kararlarına uymayanları silahlı kuvvetler yola getirecektir. Hakemlerin üstünlüğü tartışılmaz olacaktır. Parlamento da cumhurbaşkanı da hakemlerin kararlarına uymak zorunda olacaktır. Hakemlerin kararları bozulmayacak, infaz edilecek; herkes bilecek ki hakem kararından dönülemez. Hakemler ölüme hükmederlerse mahkum öldürülecektir. Ciddiyet burada başlar.
Hakem kararlarına karşı dava açılamaz ama hakemlere karşı dava açılır. Hakemler mahkum olurlarsa âkileleri ödeme yapar. Karar haksız da olsa kazanan bir daha kaybetmeyecektir. Kaybedişinin mağduriyeti ayrıca giderilir.
6- Terör
Yargı çalışmayınca insanlar bizzat kendileri ihkakı hakka kalkışırlar, bunun için mafyalar kurulur; iş mafyası, senet mafyası, rüşvet mafyası ve terör mafyaları oluşur. Haklı olmanız yeterli olmaz, rüşvet mafyasına bir şeyler verirsiniz ki hakkınızı alabilesiniz.
Devlet içinde devlet oluşur.
İnsanlar haklarını mahkemelerden alamayınca terör şebekelerine baş vururlar ve onlar devletin yapacağı ya da yapması gereken işleri yapmaya başlarlar.
Gizli terör örgütleri oluşur.
Devlet de bunlardan korunmak için gizli istihbarat teşkilatı kurar.
Böylece halk iki “gizli” arasında büyük huzursuzluk içinde yaşar. Vatandaş olarak konuşurken, düşünürken, hareket ederken, hattâ bir müsvedde tutarken yakalanırsam ne olur ne olmaz der, ona göre hareket eder veya edemez. Gizli mafya, gizli istihbarat teşkilatı deşifre olmaz, her şeyi gizli yapar. Böylece tüm halk korku içinde sırlar âlemimde yaşar.
Bugünkü PKK ile MİT arasında halk için fark yoktur, ikisi faili meçhul cinayetlerin aktörleridir; biri devletimizden güç ve imkan alır, diğeri yabancılardan…
Yargının çalışmadığı yerde bunlara ihtiyaç vardır ve oluşmuştur.
Kur’an bunlar için hükümler getirmiştir.
Yeni dünya düzeni ocak, bucak, il, ülke, insanlık olarak teşkilatlanmaktadır. Yerinden yönetim getirilmektedir. İlmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları oluşturulmaktadır. Böylece kişilerin meşru yollardan haklarını koruma görevi bunlara verilmektedir. Hakemler sistemi getirilerek çözüm üretilmektedir. Yüz dairelik sitelerle bir taraftan işsiz insan bırakılmamakta, diğer taraftan güvenlik de temin edilmektedir.
7- Basın Yayın
Eskiden birbirini tanıyan insanlar ve topluluklar içinde yalan söylemek zordu, çünkü sonra yalanları hemen yakalanırdı. Şimdi ise söylenenlerin doğru veya yalan olduğunu bilmek mümkün değildir. Radyo, televizyon, internet ve sokaktaki adamların fikirleri bizi daima yanıltmakta ve kandırmaktadır. Sömürü sermayesi basın ve yayını ele geçirmiş, yalan fabrikaları, yalan üretim merkezleri kurmuştur. Bu merkezler yani medya son derece kurnazca ve mahirce insanlara yalanları inandırmaktadırlar. Bilhassa askerler basının bu yalanlarına kanarak ve dolduruşa gelerek operasyonlar yapmaktadırlar. Türkiye’deki tüm müdahaleler dışarıdan organize edilmiştir. Orduya doğrudan emir gelmemiştir ama basın dolaylı olarak onu o hâle getirmiştir ki, o şartlar içinde onu yapmak zorunda kalmıştır.
Bir araba sürüyorsunuz ama camın önüne gelen görünmez ekran dışarıda olanların tersini gösteriyor. Levhada ok işareti sağa iken size solu gösteriyor. Siz böyle bir durumda araba sürebilir misiniz? İşte bugünkü basın, bugünkü medya budur.
Halklar basının ne gibi yalanlar söylediklerini keşfediyor da yaşama şansını buluyor. Yoksa eğer basına inansaydı MHP tasfiye edilecekti, CHP yüzde kırklara varan oranda oy alacaktı. Halk basının yalanlarına kanmadı. Yine de hatalar oldu. Bağımsızlar beklenmedik artış gösterdiler. Demirel’in yüzde beşi CHP’ye gitti.
Basın sorununun çözülmesi gerekir. Halka doğru söyleyen bir medya ortaya çıkarılmalı, halk da o medyaya inanmalıdır. Yoksa hiçbir kurum çalışmaz; hakimler adil karar veremezler, ya basın bize saldırırsa diye korkarlar; ordu/askerler bir şey yapamaz, ya basının diline düşersek derler. Bugün eğer Ergenekon’da orgeneraller yargılanıyorsa, basının bu olayları desteklemesinden ileri gelmektedir. Basın hakimlere ve savcılara saldırsa ertesi gün hepsi beraat ederler. Basını da bu halde tutan sermayedir, dolardır.
Basın sorununu nasıl çözeceğiz?
Bu sorunu baskı, yasak ve ceza ile çözemezsiniz. Bugün sermaye medya mensuplarına büyük paralar vermektedir; bir bakanın aldığı maaşın bile birkaç mislini vermektedir. Medya gücü sermayenin elindedir. İstedikleri kimseyi bir günde sıfırlarlar.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın kaseti bunun delilidir. Kasetin doğru veya yalan olması önemli değildir. Belki de öyle bir kadın ve kaset bile mevcut değildir.
Nerden bileceğiz?
Basın öyle söylüyor!
Mustafa Kemal hakkında birçok hikâyeler anlatırlardı. Biz de saf saf onlara inanır ve ona düşman olurduk. Sonra gördüm ki bütün bunlar tezgah. Bir taraftan tanrı haline getiriyor, diğer taraftan deccal yapıyor ve Türk halkını bölüyor. Ondan sonra ben insanlar hakkında karar verdim. Abdülhamit’i cenneti âlâya, Mustafa Kemal’i cehennemin esfeline gönderenler vardır. Ben onlarla ilgilenmiyorum. Çünkü söylenenlere inanmıyorum, Allah onların hesaplarını eksiksiz bir şekilde görür.
Nasıl bir medya oluşturmalıyız?
Önce medya kooperatifler hâlinde oluşmalı, yazarlar yönetici okuyucular da üye olmalıdırlar. Basın ve yayın tamamen vergiden muaf olmalıdır. Siyasi partilerin atama yaptıkları yazar kadrosu olmalı, bunlar milletvekillerinin özlük haklarına sahip olmalıdırlar. Bunlar maaşlarını devletten almalı ama istedikleri yerde yazabilmelidirler. Dağıtım tamamen bedelsiz olmalıdır. Herkesin okuma hakkı olmalı, bedelsiz olarak kitap ve dergiyi alabilmelidir. Bu basın halkı doğru aydınlatmalıdır. Bu arada sermaye basınına da dokunulmamalıdır. Onlar yalan bunlar doğru söyleyenlerdir denmemelidir, halk yalan ile doğruyu kendisi ayırmalıdır. Doğrulara rağmen yalanları izlerse kendisi cezasını çeker.
8- Müdahale Sorunu
Başlangıçta insanlığı dinler yönetiyordu. Peygamberler Allah’tan aldıkları vahiylerle insanlığın günlük ihtiyaçlarını çözüyordu. Peygamberden öğrendiklerini kendi çıkarları için uygulayan hanedanlar daha sonra yönetimi ele geçirdiler. Siyaset dünyayı saltanat şeklinde yönetmeye başladı. Din ile siyaset arasında uzun süren çatışmalardan sonra barış oluştu. Siyaset adamları din adamlarına saygı gösteriyor, din adamları da siyaset adamlarına itaat ediyordu. Roma, Bizans ve İslâmiyet’in saltanat dönemindeki uygulamalarla bu durum günümüze kadar böyle uygulanagelmiştir.
Son samanlarda sermaye yönetimi ele geçirmek istemektedir. 500 yıldır bunun savaşı yapılmaktadır. Sivil yönetimi sermaye oluşturmakta, orduyu da o teşkilatlandırmaktadır. Kendisini dinlemeyen hükümete karşı orduyu kullanmakta, kendisinin istediğini yapmayan ordulara karşı ise sivil yönetimi kullanmaktadır. AKP’deki bazı milletvekilleri ile birlikte CHP ve Ordu Irak tezkeresine (1 Mart 2003) izin vermedi; bunun için CHP Genel Başkanı Deniz Baykal tasfiye edildi, bunun için Millî Görüşçü AKP milletvekilleri tasfiye edildi, bunun için Ergenekon ve Balyoz davaları vardır. Cumhurbaşkanı Ahmet N. Sezer o derecede onlara hizmet ettiği halde, tezkerenin geçmesine mâni olduğu için artık adı sanı duyulmamakta ve sesi çıkmamaktadır.
Sermaye öyle tezgah kurmuştur ki, kendisini dinlemeyen hükümetleri ordularla uzaklaştırmaktadır, kendisini dinlemeyen orduları da hükümetlerine tasfiye ettirmektedir. Bu sermaye-siyaset dengesi üzerinde sermaye sömürüsüne devam etmektedir. Bu sorunun çözümsüzlüğü ekonomik ve sosyal sorunların çözülmesini önlemektedir.
Adil Düzende bu soruna şu çözümler önerilmektedir.
- Sivil yönetim askeri yönetimden ayrılmalı, birbirlerine karışmamalıdırlar. Devlet başkanı asker olmalı ve denge oluşmalıdır.
- Askeri birliklerin faaliyet sahaları ayrılmalıdır. 12 ordu 12 bölgenin korunmasına hizmet etmelidir. Bir ordunun askerleri kendi bölgesi dışındaki halklardan oluşmalıdır.
- Askeri bütçe ayrı olmalıdır. Genel bütçe gelirlerinin beşte biri askere ait olmalı, gümrükler askere ait olmalı, bedeller askere ait olmalı, bir de bazı kamu hizmetleri bedel karşılığı askere verilmelidir.
- İsteyenler asker olmalı, isteyenler bedel vermelidir. Bedeli tayin orduya ait olmalıdır. Seçme ve seçilme haklarına yalnız askerlik yapanlar ve bunların kadın eşleri, bekarların ise yakınları sahip olmalıdır.
İşte, Allah’ın gafur ve rahim olması demek, sanayi dönemine geçerken oluşmuş büyük sorunların çözülmesi ve onların kötü tesirlerinin giderilmesi demektir. PKK’nın tasfiyesi demektir. Sonra da sekiz sorunun Allah’ın rahmet sıfatı ile çözülmesi demektir.
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 26
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا اتَّقُوا اللَّهَ وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ وَجَاهِدُوا فِي سَبِيلِهِ لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (35) إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا لَوْ أَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا وَمِثْلَهُ مَعَهُ لِيَفْتَدُوا بِهِ مِنْ عَذَابِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ مَا تُقُبِّلَ مِنْهُمْ وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (36) يُرِيدُونَ أَنْ يَخْرُجُوا مِنْ النَّارِ وَمَا هُمْ بِخَارِجِينَ مِنْهَا وَلَهُمْ عَذَابٌ مُقِيمٌ (37)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EayYuHav elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olan kimseler.”
Bundan önce Allah ve resulü ile muharebe edenlerden bahsetmiştir.
Sûrede İsrail oğullarına savaş emredildiği halde onlar savaşmayı istememişler ve çöllerde kırk sene dolaşmışlardı. Sonra Hz. Adem’in iki oğlunun kıssasını anlatmış ve kısas hükümleri konmuştu. Kısastan sonra kısasa rıza göstermeyen ve hakem kararlarına uymayanlardan bahsetmiştir.
Şimdi “Ey iman edenler” diye hitap etti. Bu âyetlerden sonra hırsızın el kesmesinden bahsedecektir. Arada “Ey iman etmiş olan kimseler” diyerek bu işlerin kimler tarafından yapılacağını bildirmektedir.
Tarihte devletler nasıl oluşmuşlardır?
Herhangi bir şekilde eğer bir kuvvet oluşmuşsa o kuvvet bir topluluk oluşturur ve o kuvvet kendi düzenini kurar. Tarih boyunca hep böyle olmuştur. Başlangıçta peygamberler gelmiş ve halka kendilerinin Allah resulü olduklarına inandırmış, böylece peygamberlerin çevresinde toplananlar güvenliği sağlamış ve devletlerini kurmuşlardır.
Daha önce de kabilelerin başkanları kabileleri içinde güvenliği sağlamışlardır. Peygamberler kabileler arası güvenliği sağladılar. Peygamberlerin izinden hanedanlar oluşturdular. Kur’an nâzil oluncaya kadar bu böyle devam etti. Daha önce dünyanın güvenliğini sağlayanlar İbraniler olmuştur. Romalılar bu güvenliği devam ettirdiler.
Kur’an yeryüzünün güvenliğini sağlama görevini mü’minlere verdi. Medine’de 10 sene içinde bu düzen oluştu. Mü’minlere dayanan devlet oluştu. Ne var ki o zamanın teknik imkanları Kur’an düzeninin uygulanmasına müsait değildi. 30 yıl süren hilafet dönemi son bulduktan sonra tekrar hanedanlık dönemi başlamıştır. Bundan dolayı “Ey iman edenler”deki dayanışma ortaklıkları olan âkilelere dayanan düzen tam olarak çalışmamıştır. Emeviler, Abbasiler, Karahanlılar, Selçuklular ve Osmanlılar saltanat ile şeriatı birleştirmişlerdir. Özel hukukta fıkıh geçerli olmuş, kamu hukukunda ise saltanat kuralları geçerli olmuştur.
18’inci asırda başlayan hanedanlara karşı çıkma 20’nci yüzyılda daha da gelişmiş, tek tük birkaç küçük devlet dışında hanedanlar ortadan kalkmıştır. Ne var ki saltanatın yerine getirilen ekseriyet demokrasisi sorunları çözememektedir. Kur’an şimdi bize hitap etmekte, “Adil Düzen”e göre Kur’an’ın güvenlik düzenini kurma emri verilmektedir.
Burada emir verilenler dünyanın güvenliğini sağlayan mü’minler olmakla beraber, merkezi yönetimlerin oluşturulması söz konusu değildir. Kur’an’ın bize emrettiği önce on aileden ibaret olan aşireti kurmadır.
Biz İzmir’de 1960’larda kurmaya başladığınız bu kuruluşu başaramadık. Bunun ana sebebi bilgisizliğimizdir. Bilmiyorduk; bilmediğimizi de bilmiyorduk. O zamanki bilgilerimizle bugünkü Müslümanların ve Hıristiyanların durumunda imişiz. Uygulamalar yaptıkça bilemediklerimizi öğrendik ve buraya kadar geldik.
Şimdi ikinci hamleyi yapma durumundayız.
İşte bu âyet şimdi biz bir avuç Adil Düzen Çalışanlarına hitap etmektedir.
Evet, biz bir aşiret/ocak kuracağız. Beş vakit namazı beraber kılacağız.
Sonra bir kabile yani bir bucak oluşturacağız. Bu bucak “İkinci Kur’an Medeniyeti”nin Medine’si olacaktır. Biz kendi bucağımızın güvenliğini Kur’an’a göre koruyacağız. Bugünkü mevzuata göre ceza uygulamasını yapmayacağız. Bucağımızı kooperatif olarak kuracağız ve bizim hakemlerin verdiği kararlara uymayanları kooperatif dışına çıkaracağız. Böylece biz kendi içimizdeki güvenliği kendimiz sağlayacağız.
Sonra “Adil Düzen Partisi”ni kuracağız ve anlatarak, ikna ederek, örnek uygulamaları göstererek siyasi partileri bağımsız bucaklar düzenini getirmeye zorlayacağız.
Bağımsız bucak ne demektir?
3 bin kişi ile 10 bin kişi arasında oluşturacağımız sitelerde ceza hukuklarını kendileri koyacak, mahkemelerini kendileri kuracak ve idam cezaları dahil bütün cezaları kendileri uygulayacaklar. O bucağı terk edenlere kısas uygulanmayacak, devletten diyet istenecektir.
“Adil Düzen”e göre kurulacak bir bucak refah ve saadette diğer bucaklara fark atacak, dolayısıyla diğer bucaklar da Kur’an’ın öğrettiği sisteme gireceklerdir. Böylece insanlar ocak ve bucak kuruluşları düzenine zorlanmadan kendiliklerinden gireceklerdir. Düzende zorlama yoktur. Her bucak kendi düzenini kuracaktır. İsteyen istediği düzeni kuracaktır. Bir bucak diğer bucağa karışmayacaktır. Dinler her bucağa tavsiyede bulunacak, tebliğde bulunacak ama onları zorlamayacaktır. Barış böyle sağlanır. Bucağı veya ocağı beğenmeyen oradan hicret edebilecektir. Biz buna “hicret demokrasisi” diyoruz.
Merkez bucaklar oluşacaktır. Bu mü’minlerin bucağı olacaktır. Bu bucaklar il ve ilçe merkez bucaklarıdır. İl merkez bucağı mü’minlerden yani gönüllü askerlerden oluşacak, onlar taşra bucaklarından cizye alarak onların güvenliklerini sağlayacaklardır. İşte burası, bu merkez ilçe bundan önce sözü edilen muhariplerin faaliyet sahasıdır, hakemlerin kararlarına uymayanları tenkil edeceklerdir.
اتَّقُوا اللَّهَ
(itTaQUv elLAHa)
“Allah’a ittika ediniz.”
Bundan önceki âyette “Allah” kelimesi geçmiş, haberi nekre gelmişti, bu sebeple orada “topluluk” manâsını verdik. “Allah” kelimesi burada iade edilmiş, zamir gönderilmemiştir. Yukarıda muhatap olanlar başka, buradaki muhatap olanlar başka ise, zamir getirilmez, kelime iade edilir. Harfi atıfsız “Ey iman edenler” diyerek başladığına göre, muhatap olanlar farklı olabilir. Birincideki muhataplar merkez bucağının mü’minleri; buradaki muhataplar ise taşra bucak mü’minleridir. Bu sebepledir ki “Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Buradaki “Allah” kelimesini âlemlerin rabbi olarak anlayabildiğimiz gibi, O’nun halifesi olan topluluğu olarak da anlayabiliriz.
“İttika” emri Kur’an’da değişik yerlerde tekrar edilmektedir. Bizim bilgilerimiz iki şekilde kesin bilgiye dayanır. Mesela, bir insanın diyeti 1 000 000 TL’dir dersek, burada artık içtihat yoktur. Diyet varsa bu verilecektir demektir. Burada içtihat yoktur, takdir yoktur. Ama bir ağacı kesene tazmin ettirilecek miktar kesin değildir. Burada kişinin takdiri söz konusudur. İşte takdir söz konusu olan hallerde “ittika” emri verilir, yoksa “biliniz” denir.
Eğer buradaki “Allah” kelimesini âlemlerin rabbi olarak anlarsak; o zaman ittika ediniz, yetkili sizsiniz, âhirette hesabı sorulur, bu dünyada müeyyidesi yoktur demek olur. Takdir edenleri mesul etmeme bakımından bu şekilde âyetleri yorumlarız. Ama mağdur olanların mağduriyetlerini değerlendirirken o zaman Allah’ın halifesi olan topluluğu anlarız. Yani takdirlerin hakemlere gidilerek hakemler tarafından denetleneceği anlamına gelebilir. Yargının üstünlüğü burada da uygulanır.
وَابْتَغُوا إِلَيْهِ الْوَسِيلَةَ
(iBTaĞUv iLaYHı eLVaSİyLaTa)
“Ona vesile ibtiğa ediniz.”
“Vasl” kelimesi “Sad” harfi ile bitişik demektir, “Fasl” ise ayrı demektir. Kişinin töremesine fasıle denmektedir. “Sad” harfi “Sin” harfine dönüşmüştür. Ulaşmak için yol arama demektir, yani yoldur, bir yere ulaştıran yoldur.
“İbtiğa ediniz” denmektedir. İbtiğa Türkçede kullandığımız müteşebbis anlamındadır. Girişimci olmak demektir. “İttika etmek” mevcut düzen içinde kalmak, kuralların içinden çıkmamak, haksızlık etmemektir.
Topluluğa ittika ettirmek, ona vesile aramak ve onun yolunda cihat etmek.
İttika ve ibtiğa iftial bâbından getirilmiştir. Oysa cihad mufaale bâbından getirilmiştir. Aynı baplar yan yana zikredilmiştir. Demek ki ittika ile ibtiğa beraber olacak, cihad ayrı olacaktır. Önce ittika ile ibtiğayı karşılaştırmamız gerekir. Sonra ikisiyle cihadı karşılaştırmamız gerekir. İttika ile ibtiğa dahili faaliyettir, müsbet faaliyettir; cihad ise harice karşı yapılmaktadır.
Vesile ibtiğa edilecek, sebilinde cihad yapılacaktır.
Sebil ile vesile, ikisi de yoldur. Bunları da karşılaştırmamız gerekir.
Kur’an böylece bize emirler vermektedir. Bunları tanımlayıp anlamak ve müessese hâline getirmek ise bize aittir.
İttika bir şey yapmayı değil yapmamayı emretmektedir. İçtihat ve icmalarınızda hududu aşmayın denmektedir. Gerçi burada da bir şey yaparken ittika edin denmektedir. İttikaya delalet ibare iledir. Bir işte ittika olacağı için işaretle delalet etmiş olur. Vesile ibtiğa edinde ise yapma ibare ile olmuş olacaktır.
Topluluğa nasıl ulaşılacaktır?
“Vesile” kelimesi burada marife gelmiştir. O halde belli yolla ulaşınız denmektedir.
İbtiğa emri mükelleflere emredilmiştir. Ben Türk milletine veya ilçemdeki Bahçelievler halkına veya mahalle halkına ulaşmakla emrolunuyorum, biz emrolunuyoruz.
Kur’an’da yol olarak sırat, tarik, sebil, sebep, vesile olarak bahsedilmektedir. Ayrıca cüded olarak yani caddeler geçmektedir. Şır’a da yoldur. Aynı manâlara gelen kelimeler yan yana getirilerek üzerinde çalışılmalı, aralarındaki farklar ortaya konmalıdır.
“Sebil” merkezlerden geçer ve merkezleri birbirine bağlar. Ağ hâlindeki yollardır. Türkiye’nin kara yolları sebildir.
“Sırat” ise bir yeri diğer bir yere götüren, başlangıcı ve sonu olan yoldur.
“Tarik” ise bir kimsenin kendi alanında dolaşması için yapılan patika yollardır. Şehir içi servislerin yolları tariktir.
“Vesile” ise bir yere varmak için değişik yolların çatallaşarak birleşmesi anlamındadır.
“İttika etmek” demek, sahanın dışına çıkmamak, trafik kurallarını ihlal etmemektir.
“Vesile aramak” demek, nereye gideceğinizi belirlemektir. Trafik levhalarına bakarak yol alırsınız. Yalnız kurallara uyularak yol alınmaz. İşte “vesile” demek, levhalara bakın ve o levhaların gösterdiği istikamette yol alın demektir.
Halk aşiret içinde oturur. Başkanlarına bağlıdır. Başkan aşiret ile temas etmekte vesiledir. Başkana uymakla topluluğa uyulmuş olunur. Başkan tekbir alır, başkan rükua gittiğinde herkes ona uyar, rükua giderlerse kişiler topluluğa uymuş olurlar.
Sonra herkes ilmî ve siyasî dayanışma ortaklıklarından birine katılır. Dayanışma sorumlusu vesiledir. Onlar da bucak başkanını seçerler. Başkan bucak halkının bucak topluluğuna ulaşması için vesile olmuş oluyor. Topluluk başkana biat etmekle sağlanmış olur. Başkan olma emredilmiyor, başkan bulma emrediliyor.
“Vesile” müfrettir ve marifedir. Vesilenin müennes olmasından anlıyoruz ki, başkanın kendisi değil de başkanlık müessesesi yani dayanışma ortaklıkları kastediliyor.
Vesile insanlık kan damarlarına ve sinir sistemine benzer. Toplar damar var, atar damar vardır. Duyu sinirleri vardır, hareket sinirleri vardır. Sinir sistemi veya kan dolaşımı sistemi vesiledir.
Her fert kendisi bir vesileye bağlanacaktır, yani dayanışma sorumlusunu seçecektir. Bunu yapmak farzdır. Dayanışma sorumluları da başkanı seçeceklerdir. Bu da onlara farzdır.
O halde on kişi bir araya gelince her biri diğer dokuz kişiyi de kendisine vesile yapmakla yükümlüdür. Sadece tercih hakkı vardır. Sıralanmasını isteriz. Sıraların tersleri toplanırsa vesile olma derecesi bulunmuş olur. Başkan seçilmiş olur.
“El-Vesile”nin burada marife olması dayanışma ortaklıklarının ve başkanın seçilmesinin mevzuatla olacağını gösterir. Seçilmek değil seçmek farzdır. Demokrasi budur.
Taşra bucaklardan sonra il merkez bucaklarını, ülke merkez bucaklarını halk oluşturur.
Böylece insanlık organize olmuş olur.
İttika etmek kurallara uymaktır.
Vesile ibtiğa etmek ise örgütlenmedir.
وَجَاهِدُوا فِي سَبِيلِهِ
(Va CAvHiDUv FIv SaBiLiHİy)
“Ve O’nun sebilinde cihad ediniz.”
“Cihad etmek” gayret etmek demektir. Cihad mallar ile ve can ile yapılır. Cihadın mutlaka düşmana karşı yapılması gerekmez. Zor işi yapmak cihattır.
Mü’minler önce kendi aralarında kurallar oluşturur ve o kurallara göre hareket ederler. Sonra örgütlenerek birlikte hareket etme imkanını sağlarlar. Bunu yapmak oluşmak için gereklidir. Bunların görevleri nelerdir? Görev, insanların birbirleri ile buluşmalarını sağlamaktır. İşte bu buluşma araçlarına “sebil” denmektedir.
Benim bugün cep telefonum vardır. Yerimde istediğim insanla buluşabiliyor, konuşabiliyorum. İşte, mü’minlerin işi bütün insanlara birer cep telefonu temin etmek ve bütün insanların birbirleri ile bedelsiz konuşabilmesini sağlamaktır. Bugün bunu sermaye yapmaktadır. Kur’an ise bunun bedelsiz yani alınan vergi karşılığı yapılmasını emretmektedir.
Bugün ben uçağa biniyorum ve Avustralya’ya gidebiliyorum. Bunu para ile yapıyorum. Oysa “Adil Düzen”de bu parasız yapılacaktır. İşte bunu sağlamaya çalışmak demek, O’nun sebilinde çalışmak demektir.
Yollar nelerdir?
- Kara, deniz, hava ve demir yolları sebildir. Bunların garajları, istasyonları, iskeleleri de sebildir.
- Telefon, internet, basın yayın sebildir.
- Elektrik enerji yolları teller sebildir.
- Su yolları sebildir.
Bunları tesis etmek ve vatandaşların serbestçe birbirlerine ulaşabilmelerini sağlamak sebilinde cihattır. İşletmelerden paylar alınır, bunlar halka karşılıksız sağlanır. Güvenlik ve yargı da sebildir. Demek ki mü’minlerin bir tek görevi vardır, insanları birbirlerine ulaştırmak. Bu kişilerin özgürlüğüne katkıda bulunur ve topluluğu da oluşturur.
Burada dikkat edilecek husus şudur. Biz kimin neyi vereceğine, kimin nereye gideceğine karar vermeyiz. Sadece onların gitmelerine ve vermelerine imkan sağlarız. Verip vermeme, neyi verme neyi alma hususlarına biz karışmayız.
İşte adil devlet budur.
Sosyalistler ne verip ne alacaklarına karışırlar, kapitalistler ise gidip gelmeyi sadece parası olanlara sağlarlar. “Adil Düzen” ise gidip gelmeyi herkese sağlar, gidip gelmelerine ve alıp vermelerine karışmaz.
“Cahidû” kelimesi ile ifade edilen bu ulaşımın tamamen sağlanması demektir. Yani zor gerçekleşir. Onun için “cihad” kelimesi ile ifade edilmiştir. Herkese sağlanamıyor. O halde bir denge bulmamız gerekir. Önce parası olanlar daha çok konuşur. Parası olanlar para ile uçsun. Bizim onları engellememiz elbette söz konusu olmayacaktır. O halde halkın yollarının ayrı, zenginlerin yollarının ayrı olması gerekir. Yollar vakfı kuruyoruz. Parası olanlar para ile bu yolları kullanıyorlar, halk ise bedava kullanıyor.
Bunu sağlamak için de önce para ile biletleri maliyetin iki misli değerle satıyoruz. Satılan biletler kadar biletleri halkımıza bedava dağıtıyoruz. Böylece yarısını halk bedava kullanmış oluyor, diğer yarısını da zenginler paraları ile kullanmış oluyorlar. Yolculuk yapmayanlar paylarını borsada satabilir, diğerleri de alabilir.
Burada biz bir çözüm ürettik, siz de başka çözüm üretirsiniz.
İşte buradaki “cahidû” kelimesi ve “sebil”in marife olması bize çözüm üretmeyi farz kılıyor, çözüm biçimini ise insanın içtihadına bırakıyor.
لَعَلَّكُمْ تُفْلِحُونَ (35)
(LaGalLaKuM TuFLiXUvNa)
“Felaha erersiniz diye.”
Olayların illetleri vardır, olaylardan önce olur.
Olayların hikmetleri vardır, olaylardan sonra olur.
Emirlerin hikmetleri vardır, belli sonuçlara varmak için emredilmişlerdir.
Sonuçlar da iki şekilde olur. Emredilen olay şart olmuş olur. O yapılmazsa sonuç olmaz. Ama yapılırsa sonuç ya olur ya da olmaz. Bir de olayların illeti vardır. Olay varsa sonuç da vardır. İlletleri ifade edeceksek o zaman “Li” harfi kullanılır, şartı göstereceksek “Lealle” harfi kullanılır.
Burada “Lealle” kullanılmıştır. Yani felaha ermek için, sebil için cihat etmek gerekir ama yetmez. Refah için başka şeylere de ihtiyaç vardır. Yani refah için bu âyette belirtilen ittika, vesileyi ibtiğa ve sebil için cihat şarttır. Ama bunlar yetmez. Bunların hepsi imkandır. İmkanı değerlendirdiğiniz zaman refah elde edilir. Onu değerlendirme işi de halka aittir. Yani mü’minler refah getirmez, mü’minler halkın isterlerse refah elde etmelerine imkan sağlar.
Bugünkü iktidarlar halka refah getirmekle uğraşıyorlar ve başaramıyorlar.
Oysa “Adil Düzen”de refahı halk getirecektir. Altyapı sağlanacak, bunlar bedelsiz olacak. Güvenlik sağlanacak, bunlar bedelsiz olacak. Faizsiz kredi sağlanacak, bunlar bedelsiz olacak. Ürünler adil bir şekilde bölüşülecek. Ondan sonra halk istediğini yapacak, kendi refahını kendisi sağlayacaktır.
Buradaki “Lealle” bize devletin görevlerini de belirlemiş olmaktadır.
“Felah” refah demektir.
“Refah” ne demektir?
Hayatın temeli besindir. Bir insan bir gün çalıştığı zaman elde ettiği yiyecek kaç gün doyurur. İşte o refahtır. Bunun anlamı şudur. Az saat çalışmakla yaşayabiliyorlar demektir.
O halde refah buğday/gündür. Bir kişi 2 kg buğday ile bir gün yaşamaktadır. Türkiye’de refah; yevmiye 2 kg buğdaydır. Yevmiye 50 lira ise, buğdayın kilosu da 1 lira ise, işte bu refahtır, 25’tir. Bir kişinin çalışması ile 5 kişi geçinecekse demek ki beştir. Giyecek, barınacak, dolaşacak için de birer pay ayrılırsa, Türkiye’de artık emek beşte birdir, % 20’dir demektir. Bu kadar yatırım yapılabilir.
Sosyalistler her şeyi devlete yaptırırlar.
Kapitalistler her şeyi sermayeye yaptırırlar.
“Adil Düzen”de ise rekabetin mümkün olduğu yerlerde her şeyi halk yapar ve para ile yapar. Rekabetin mümkün olmadığı yerde her şeyi devlet yapar ve parasız yapar.
***
إِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا
(EinNa elLeÜIyNa KaFaRUv)
“Küfretmiş olan kimseler.”
Başta hakem kararlarını kabul etmeyen muhariplerden bahsedildi. Sonra mü’minlerin görevleri anlatıldı. Bu görevin sadece güvenliği sağlamak olmayıp aynı zamanda insanların birbirleri ile buluşmaları imkanının sağlanması olduğu anlatıldı. Böylece topluluk bir vücut hâline dönüşmektedir. Şimdi ise hakem kararlarını kabul etmiş olmakla beraber mü’minlerin yanında yer almayanlardan bahsetmektedir. Bunlar cizye vermedikleri için müslim değildirler. Biz onlara saldırmayız ama aynı zamanda onları korumayız. Bizden olmayan davalarına da bakmayız, bizden olan kimseler arasındaki nizalara bakarız.
Bu hükmü nerden istidlâl ediyoruz?
İşte bu âyetten istidlâl ediyoruz. Onlar muhariplerin hükümlerine tâbi değildirler. Bizim imkanlarımızdan tek taraflı yararlanmaktadırlar. Vergilerini vermemekle nankörlük etmektedirler. Bunun için kâfirdirler, nankördürler. Onların durumunu Allah âhirete bırakmaktadır. Bize onları cezalandırma yetkisini vermemektedir. Bu mefhumu muhalefetle delalettir. Başka delilimiz yoksa mefhumu muhalefetle hareket etmek zorundayız.
Madem ki bir insanı öldüren bütün insanlığı öldürmüş gibidir, o halde bizim kimseyi öldürme yetkimiz yoktur. Ancak muharipleri öldürebiliriz. Kâfirlerin durumu ise âhirete kalmıştır. Zekâtını verenin malını koruruz, vermeyenin mallarına ise biz saldırmayız ama saldıran olursa da biz korumayız.
لَوْ أَنَّ لَهُمْ مَا فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا
(Lav EanNa LaHuM MAv FI eLEaRWı CaMIyGan)
“Yeryüzünde olanın tamamı onların olsa.”
Yeryüzü ve içinde olanların hepsi bütün insanlarındır. Bir kişinin öldürülmesi tüm insanların öldürülmesi gibidir. O halde bir insanı ihya etmek için tüm yeryüzü verilebilir.
“Cemian” “Mâ”nın hâlidir. “Ard” burada marifedir ve yeryüzüdür. Küfredenlerin âhiretteki azabı bu kadar büyüktür ama bu dünyada bizim ceza vermemiz meşru kılınmamıştır. Burada bu kadar mal varlıkları olsa demektir, yani âhirette olsa manâsı çıkmaz. Bu dünyada askerlik bedeli vermekle savacakları yükümlülüğü âhirette dünyaları verseler de artık kabul olunmaz. Çünkü mâli bedel yalnız burada geçerlidir, âhirette bedel yoktur. Orada cezalar da mükâfatlar da mal ile değil beden ile ölçülecektir.
Bu dünya âhirette kalacağımız yerlerin satın alındığı yerdir. Ödemeler burada yapılır, ondan sonra artık ödemeler yapılarak bir şey satın alınmaz. Madem ki bu dünya hayatı öldükten sonraki hayat için bir geçiştir, o halde o dünya hakkında bilgi sahibi olmamız da gerekmektedir. Mü’minler bu dünyanın düzenini sağlamak için bedenen askerlik yapacaklar, müslimler de cizye verecekler. Sonra biz tüm dünyanın güvenliğini sağlayacağız.
O halde ne bedenen ne de mâlen bu güvenliğe katılmayanlara karşı bize haksızlık yapılmış olmuyor mu?
İşte, mü’minlere deniyor ki; siz bu işleri bu dünyadaki başarı için değil, âhiretteki kazanç için yapıyorsunuz. Dolayısıyla kâfirler bu nankörlüklerinin cezasını âhirette ödeyecekler, hem de bedenen ödeyeceklerdir, çünkü orada mâlen ödeme yoktur.
وَمِثْلَهُ مَعَهُ
(Va MiÇLaHUv MaGaHUv)
“Ve onunla birer misli de beraberinde olsa.”
Burada da önemli gramer kuralı uygulanıyor. Bir evin olur, bir evin daha olur. Ama bunlar birbirlerinden uzak evlerdir. Ama “birlikte olan iki ev” dediğiniz zaman bunlar bitişiktir. Yani yeryüzünün tamamı, bir de yine onlarla beraber, onlarla birlikte olan o kadar denmiş oluyor; “yeryüzü ve bir o kadarı daha” denmiştir.
Buradan anlaşılıyor ki yeryüzü sınırlıdır, sonsuz değildir. Oysa eskiler yeryüzünü düz kabul ediyor ve sonu olmayan manâsını düşünüyorlardı. Gökte onun üstünde o kadar olan deniyordu. Burada ise yeryüzünün sınırlı olduğu belirtiliyor, yani misli vardır demektir.
لِيَفْتَدُوا بِهِ
(LiYaFTaDUv BıHIy)
“Onunla iftida etmeleri için”
Bakınız, burada ikil zamir gönderilmemiştir, çünkü ikisi de bir sayıldığı için müfret zamir gönderilmiştir. Allah ve resulüne de böyle müfret zamir gönderilmektedir.
“İftida etmek” fidye vermek demektir, cezayı fidyeye çevirmek demektir.
Fidye var, diyet vardır. Fidyede feda etme vardır. Diyette ise eda söz konusudur. Diyette pazarlık yoktur. Fidyede ise pazarlık vardır.
Şimdi buna göre “fidye” ve “diyet” kelimelerini Kur’an’da okuyup hükümler üretebilirsiniz. Kur’an insanın müsbet düşünme mantığını geliştirir. Varsayımları koyarsınız. Ona göre sonra Kur’an’ı tararsınız. Varsayımınıza aykırı bir şey bulmazsanız varsayımınızı doğru sayarsınız.
İşte, fıkıhta oluşturulan bu muhakeme şeklini Batılılar teknikte ve ilimde benimsemişler, bu sayede bugünkü seviyeye ulaşmışlardır. Biz de bugün bu usulü değerlendirerek çağımızın problemlerini çözmek için kullanmaktayız.
Kur’an kâinatın haritasıdır. Kitab kâinatın yazıya dökülmüş şeklidir. Her yönüyle birbirlerine benzerler. Hukuk yapanlar Kur’an’ı ilmî metotla incelerler, kâinatı inceleyenler de kâinatı ilmî metotla incelerler. Hukukun incelenmesi zor olduğu için vahye dayandırılmıştır. Teknoloji ise basit olduğu için onu kıyasla çözmelerini istemişlerdir.
مِنْ عَذَابِ يَوْمِ الْقِيَامَةِ
(MiN GaÜAvBı YaVMı eLQıYAMaTi)
“Kıyamet yevminin azabından.”
“Kıyamet azabından kurtulamazlar” deniyor. Âhiretteki dört azaptan bahsetmektedir. Biri burada geçmektedir. Kıyametin günü ve onun azabı. Üçü de marifedir.
“Kıyamet” marifedir. Bu kıyamet Kur’an’ın başka yerlerinde anlatılmaktadır.
Herkes öldüğü yerden öldürüldüğü zamanki hâliyle dirilecek ve üç melek gelecek, onları yargılama yerine getirecektir.
Bugün de yargılama bir azap olmaktadır. Hele tutuklu yargılanıyorsanız, hapisten hiçbir farkı yoktur. Tutuklu olmasanız bile yargılama zamanındaki soruşturma, ifadenin alınması, bunların hepsi azaptır.
“Gün” dönemdir, yargılama döneminde demektir. Bunun “azabı” da marifedir. Bu dünyadaki soruşturmaya ve yargılamaya benzemektedir. Aradaki fark, o gün kimse yalan söyleyemeyecektir. Yalan söyledi mi; eller ve ayaklar dile gelecek ve evet, ben bunu yaptım, ben buraya gittim diyecek. Bunlar dilleri ile söylemeseler bile çekilmiş filmler gösterilecek. Çünkü Allah’ın gizli kameraları her an bizi takip etmektedir. Böylece eller ve ayaklar konuşmuş olacaktır. Sahte belgeler ve gerçek belgelerin hepsi ortaya çıkacaktır. Zerre kadar iyi amel orada görülecek, filmi seyrettirilecek, zerre kadar kötü amel de yine orada seyrettirilecektir.
Buradaki azap böyle bir azaptır.
Bugün de soruşturmasında kişilere yapılanlar azaptır.
a) Devlet bu azabı tazmin etmelidir. İster “sanık” ister “tanık” olarak olsun, ifadesi alınan kimseye önce dolgun karşılığı verilmeli, kendisinin mesleğine göre ücreti verilmelidir.
b) Sonra soruşturması yapılıp tutuksuz olarak yargılanmalıdır.
c) Sonra onun müsait olduğu zamanlarında soruşturma yapılmalıdır.
d) Dördüncü olarak da soruşturma yapılanın ayağına gidilip soruşturma yapılmalıdır.
Mü’min ve müslimlerin soruşturması tutuksuz ve ayağına gidilerek yapıldığı halde, kafirlerin soruşturması tutuklu ve tamamen baskı içinde geçmektedir. Bu da onları sıkmak için yapılmaktadır. “Hayır, bizi de mü’min ve müslimler gibi soruşturun” deseler, bunun için yerde olanlar ve bir o kadarı yanında olsa ve onu da vermek isteseler bile kabul olunmaz. Soruşturmaları tutuklu olarak yapılır. Allah’la muharebe edenlerin soruşturması da böyledir. Onları yakaladığımız zaman askeri usulle sorgularız.
مَا تُقُبِّلَ مِنْهُمْ
(MAv TuQubBiLa MiNHuM)
“Onlardan kabul olunmaz.”
Buradaki kabulü bu dünyadaki hayır olarak da değerlendirebiliriz. Yani cizye vermediği halde çok iyi insan olabilir, birçok iyilikler yapmış olabilir ama âhirete vardıkları zaman onlardan bu iyiliklerine karşılık soruşturma esnasında bir farklılık görülmez. Mutlaka onlar askeri soruşturma usulü ile soruşturmaya tâbi tutulur.
Askeri soruşturmada işkence meşrudur. İşkenceye göre tazminat ödenir ama işkence yapılır. Gerekirse öldürülür ama diyeti ödenir. Sadece kısasa tâbi tutulmaz.
İşte, “mü’min” ve “müslim” ile “kâfir müşrikler” arasında bu tür farklar vardır.
Kur’an’ın âyetleri iyice tetkik edilmelidir. Bunlar arasında mevcut olan dünyevi ve uhrevi farklar ortaya konmalıdır. Sadece atalarımızdan duyduklarımıza inanmak yanlıştır.
“Azab”ın marife olması bütün kâfirlerin aynı statüye tâbi olmaları nedeniyledir. Yani soruşturma usulünde iyi olan kâfirler de askeri soruşturmaya tâbi olacaklardır. Kötü olan Müslimler de hukuk soruşturmasına tâbi olacaklardır. Bu hususta kâfirler eşit muamele göreceklerinden ve azapları aynı olacağından azap marife gelmiştir. Bu manâda anlarsak, oradaki soruşturma bizim soruşturmamıza benzemeyebilir.
وَلَهُمْ عَذَابٌ أَلِيمٌ (36)
(VaLaHuM GaÜAvBun EaLIyMun)
“Onlar için elim azap vardır.”
“Azab” kelimesi yukarıda marife gelmişti. İki soruşturma sisteminden askeri soruşturma uygulanacaktır demektir.
Şimdi burada âhirette karşılaşılan ikinci “azab” vardır. O da soruşturma bittiğinde muhasebede çıkan aleyhteki hesap onları cehenneme götürür. Soruşturma kötü geçmekle beraber beraat edebilirler ve cennete gidebilirler. Kâfir olmak cehenneme gitme anlamına gelmez ama askeri muhakeme ile muhakeme olunma anlamına gelir.
Burada “elim azap”tan bahsetmektedir.
“Azab” kelimesi nekredir, çünkü bizim bilmediğimiz azab şeklidir. Mesela, ateşte yakma azabı bizim bildiğimiz bir azab değildir. Çünkü biz birisini ateşe atsak külleri bile kalmaz. Âhirette insanlar ateşe atılacak ama orada yok olmayacaklardır, dolayısıyla oradaki azap bizim bilmediğimiz ve anlamadığımız bir azaptır.
“Azab” kelimesinin nekre olmasının başka bir sebebi ise bütün kâfirlere eşit şekilde uygulanmamasıdır. Kâfirlerin yaptıkları ameller kötü ise cehenneme gidecekler ve orada cezalarını çekeceklerdir; yaptıkları ameller iyiyse ve müşrik de değilseler, onlar da cennete gidebileceklerdir; yahut belki arasatta kalıp sonra cennete gideceklerdir. Bu kelimenin nekreliği açıkça delalet eder ki, kâfirlerin iyi niyetle yaptıkları salih ameller de boşa gitmeyecektir. Mü’minler gibi hesaba çekilecekler ve iyiliklerine karşılık iyilik bulacaklar, kötülüklerine karşılık kötülük bulacaklardır. Zerre kadar olanları da görmek bu demektir.
“Elîm” kelimesi sıkıntılı demektir. Ayakkabı sıkı geldiği zaman sıkıntı duyarsınız, acı duyarsınız; işte o sıkıntının adı “elem”dir. Bu elem sizi öldürmez ama yürümenizde size büyük eziyet verir. Âhiret cezası böyledir. Bedenin uzuvlarına bir şey olmayacak ama oradakiler sıkıntılı bir hayat süreceklerdir. Ruhların olgunlaşması böyle mümkün olmaktadır. Bu sebepledir ki dünyada en büyük sıkıntıyı peygamberler çekmişlerdir.
***
يُرِيدُونَ أَنْ يَخْرُجُوا مِنْ النَّارِ
(YuRIyDUvNa EaN YaPRuCu MiNa elNARı)
“Ateşten huruc etmeyi murad ederler.”
Cümle hâl cümlesidir. “Lehüm”deki “Hüm”ün halleridir. Hâl geçici olma durumudur. Oysa sıfat devamlı olmadır. Burada hâl olarak getirildiğine göre cehennemde ebediyen kalacaklar anlamı çıkmaz. Burada anlatılan kâfirlerin cezalarını çektikleri zamandaki durumlarıdır. Kur’an’daki âyetlerde âhiretteki cennet ve cehennem halkı zikredilerek kurallı çoğullarla da zikredilmektedir. Oysa birçok âyetlerde ortak suçun olmadığı ifade edilmektedir. Bunun anlamı şudur ki, âhirette de suçlular bir topluluk oluşturacaklar, cezalarını birlikte çekeceklerdir. O halde dünyada çalışma evlerinde/sitelerinde suçlular topluluk oluşturacaklardır. Bu sebepledir ki biz suçlular bucağı kuruyoruz ve orada da insanlar ocaklar hâlinde organize olmaktadır.
“İrade etmek” demek istemek demektir, yapmayı istemek demektir. Bir şeyi başkasının yapmasını istemek irade değildir; o taleptir, sualdir. Bir insanın kendisinin bir şeyi yapmasını istemesi iradedir. İrade ile meşiet arasındaki fark; meşiet, planlama şeklinde ileride şunları yapayım veya yapsınlar dersiniz, bu meşiettir. Şimdi ben bunu yapayım deyip yapmaya koyulmaktır. Allah bir şeyi murad edince ona “ol” der, o da olur. Burada şey daha önce takarrur etmiş, dolayısıyla ilimde yani ilahi ilimde veya mahlukun ilminde o şey vardır demektir. Ona “ol” der, o da olur denmektedir.
Burada “ve” harfi ile atfedilmemiştir. Kıyametteki ikinci azabın hâli olarak getirilmiştir. “Mine’n-Nâr” diyerek üçüncü azaptan bahsetmektedir. Bu yukarıdaki elîm azabın vasfını mı ifade eder, yoksa o da ayrı bir azab mıdır? Arada “ve” harfi ile atıf olmadığına göre buradaki ahdi harici olarak tarif edilmiş yukarıdaki elîm azabı ifade eder. Marife olmasından anlıyoruz ki bununla kastedilen cehennemdir. Ateş olarak ifade edilmekle beraber bildiğimiz ateşten çok elîm azabı veren ateştir.
“Nâr” ne demektir?
Kömür oksijenle birleştiği zaman ışık salar, buna “ateş” denmektedir. Bununla beraber hidrojen yaktığı zaman da aynı ateş oluşur. Güneşteki sıcaklık ise bundan farklıdır. Orada hidrojen atomları birleşerek helyum yaparlar.
“Nâr” ve “Nûr” ikisi de aynı kökten gelmektedir. “Nâr” kendisi yanıp değişmeler oluşan ışıktır. “Nûr” ise bu ışık bir yere çarpar ve yansır, o nûr olur. Kaynakları farklı olmakla beraber kendilerinin yapısı aynıdır. Aynı kökten gelmeleri bunu teyit etmektedir.
Cinler ateşten yaratılmıştır. Cinlerin yapısı ile insanların yapısını anlayabilmemiz için atomlar hakkında bilgimiz olmalıdır. Atomlar hidrojen atomlarının birleşmesiyle oluşur. Karbon altı hidrojen atomu içerir, ayrıca altı da nötron içerir. Bazı karbon atomları 6 değil de 2 fazla nötron içerir, 14 atom ağırlıklı olur. Oksijen de 8 hidrojen atomu ve 8 de nötron içerir ama bazı oksijen atomları 16 değil de 18 atom ağırlıklıdır.
İnsanlar da 14 atom ağırlıklı karbon içermektedir. Bunlar belli yüzdedir. Canlı ölünce bu nisbet azalmaya başlar. Bu sayede canlının ölüm tarihi bilinebilir. İnsanlarda oksijen ve karbon sonucu sadece ışık meydana geldiği halde, güneşte oksijen karbon birleşip ayrılma sonunda ışık ve hidrojen atomları birleşerek helyumu oluşturmaktadır.
Hem insanlar hem cinler bu hidrojen atomlarının birleşmesinde ortaya çıkan helyum ve neşredilen ışık ile yaşıyorlar. Sadece insanlar karbon ve oksijen atomlarını birleştirip ayırdıkları halde, cinler oksijenin ve hidrojenin ağırlıklarını değiştirerek bu enerjiyi kullanıyorlar. Cinler ile insanlar arasında sadece sistem farkı vardır. Birileri yüksek sıcaklık içinde yaşadıkları halde, insanlar düşük sıcaklıklar içinde yaşamakta, hattâ düşük sıcaklıklara inebilmektedirler. İnsanların yüksek sıcaklıklara mütehammil olmaları için yapılarını ona göre değiştirmeleri gerekir.
İşte bu durum yani cinlerin yaşadığı şartlar burada marifeli “Nâr” olarak ifade edilmiş, her nâr değil de belli nâr ifade edilmiştir.
وَمَا هُمْ بِخَارِجِينَ مِنْهَا
(Va MAv HuM BiPaRIyCIyNa MiNHAv)
“Ve onlar oradan huruc edemezler.”
Fiil cümlesine isim cümlesi atfedilmiştir. Bu isim cümlesi hâl cümlesidir. O durumda çıkamazlar ama hiç çıkamazlar anlamına gelmez. Başka duruma geçince çıkabilirler.
“Harac” ism-i fail olarak getirilmektedir. Nekre olarak gelen ism-i failler daha çok fiil manâsını taşırlar. Çıkamayacaklar anlamındadır. Buradaki zamir Nâra gitmektedir.
Arapçada bazı kelimeler vardır ki onlar lafzen müzekker oldukları halde mânen müennestirler. Bunlar 150 kelime kadardır. İki ana grup vardır. Biri insandaki çift uzuvlar, göz, kulak, el, ayak gibi olanlar mânen müennestirler. Eşleşmelerine işaret etmektedir. Diğeri de doğurgan olanlar mânen müennestirler. Yer ve Güneş müennestir, oysa Ay müzekkerdir. “Nâr” da ışık üreten bir şey olduğu için müennestir. Oysa “Nûr” yansımadan ibaret olduğu için müzekkerdir. Bütün eşyanın çoğulları müennestir. “Kavm” kelimesi ya kurallı çoğulla yani “Hum” ile yahut erkek tekille “Hu” ile işaretlenir, “Ha” zamiri gönderilmez.
Buradaki menfilik hâldeki menfiliktir. Tebid yoktur. Öyle olsa “Len Yahrucû” denmiş olurdu. Onlar çıkmayı isteyecekler ama çıkamayacaklardır. Ateşten çıkmak için atomsal yapıdan moleküler yapıya geçmek gerekecektir. Bu da ancak belli krizalit devreden geçme ile mümkündür. “La Yemutu Fiha ve La Yahya” âyeti o geçiş dönemini ifade eder.
Düzen değişmesi de böyle zordur. Faizli düzenden faizsiz düzene hemen geçilemez. Ayrı yeni bucaklar kurulmalı, o bucaklar yeni düzeni tesis etmeli; sonra diğer bucaklar eski düzeni sıfırlayıp belli dinleme çağından sonra yeni düzene geçmelidir.
Bu nasıl olacaktır?
Bunlar üzerinde düşünülmektedir. Önce oranın elektriği, suyu, gazı kesilerek halk oradan tehcir edilir. Sonra oraya yeniden hicret başlar. Yeni düzende gelip yerleşmiş olurlar.
Şöyle yapıyoruz. Önce o sitedeki taşınmazlar değerlendiriliyor ve herkese pay senetleri veriliyor. Sonra başka pay senetleri çıkarılıyor ve oranın yeni plana göre imarı yapılıyor. Maliyete göre yerler fiyatlandırılıyor. Para ile satılmıyor, senetlerle satılıyor. Kimin elinde senedi varsa ancak o alabiliyor. Eksiği olan diğerlerinden satın alıyor. Fazlası olan satıyor. Serbest piyasa oluşturuluyor.
İşte bu âyet bize bir düzenden başka düzene geçilemeyeceğini ifade etmektedir. Biz de yeni düzeni yeni oluşumlarda oluşturuyoruz. Eski düzeni değiştirmek için de evvela o siteyi öldürüyor ve yeniden diriltiyoruz. Pay senetleri vererek kimseyi mağdur etmiyoruz.
وَلَهُمْ عَذَابٌ مُقِيمٌ (37)
(Va LaHuM GaÜAvBun MuQIyMun)
“Ve onlar için ikamet eden azap da vardır.”
Elîm azaba “Ve” harfi ile atfederek “mukim azab vardır” denmektedir. Bu azab da nekredir. “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Dolayısıyla elîm azaptan farklıdır. Bundan önce cehennemden çıkamayacaklarını bildirdiğine göre bu azap da nâr içinde azaptır.
Demek ki cehennemde iki tür azap vardır, biri elîm azap biri de mukim azaptır. Elîm azap gidip gelen, şiddetlenen, sonra yavaşlayan azaptır. Mukim azap ise sürekli azaptır. Başka bir şekilde bir kimseyi dövdüğünüzde ona elîm azabı tattırmış olursunuz ama elini keserseniz mukim azap olmuş olur. Kıyamet gününden sonra elîm azap olacak, bu da tek azabı olmayacaktır. Ayrıca ateşte bir de mukim azap olacaktır.
Eşkıyalık yapıp hukuka teslim olduktan sonra mü’minlerin görevleri anlatılmış, sonra kâfirlerin hükümleri getirilmiştir. Bu arada âhiretteki azaptan bahsederek dünya azabının küfürden dolayı verilmeyeceği anlatılmıştır. Burada iki ayırıma da ayrıca dikkat çekilmiştir; âhiret cezası ile dünya uygulaması. Bunlar tamamen farklıdır. Bunların birbirine karıştırılmaması gerekir.
Hazreti Musa’ya indirilen Tevrat’ta âhiretten hiç bahsedilmemekte, sadece dünyevi hükümler anlatılmaktadır. İncil’de ise “Allah’ınkini Allah’a kralınkini krala veriniz” denmiştir. Yani âhiret dünyası ile dünya hayatını ayırmıştır. Burası çok önemlidir. Bugünkü lâikliktir. Tevrat yalnız Yahudilere indirilmiştir. Bu da ilk lâikliğin başlamasıdır. Yani yönetim İsrail oğullarından olmayanların işlerine karışmıyordu. Daha sonra Hazreti İsa ise yönetime karışmadı. Kur’an nâzil olduğu zaman Kur’an’da Tevrat da İncil de vardı, yani “iman” da vardı “düzen” de vardı. Bunların hükümleri birbirinden ayrılmıştır. İman ve ahlâkla ilgili kısımların cezaları Allah’a aitti ve âhirete bırakılmıştı. Oysa düzenle ilgili hükümler bu dünyada düzenlenmişti. Şimdi yeryüzü kavimlere ayrılmıştır.
Yüze yakın devlet oluşacaktır. Her devlet yüze yakın illere ayrılacak, her il de yüze yakın bucaklara ayrılacaktır. Bucak yönetimi ana birimdir. Her bucak kendi düzenini kendisi kuracaktır. Cuma namazlarını kıldıran imam aynı zamanda onların yöneticisi olacaktır.
Her bucak kendi şeriatını kendisi oluşturacaktır. Bunların İslâm düzenini kabul etmeleri gerekmez. Kendi sınırları içinde istediklerini yaparlar, biz onlara karışmayız. Bucakları dışına çıktıkları zaman yaptıklarından hukuk düzeni içinde sorumludurlar. Yargının kararına uymaları şartı ile biz onlara ilişmeyiz.
İşte, Kur’an bu iki âyet arasında hukuk düzeni dışında olanların serbest olduklarını ifade etmektedir. Hadislerle fıkıhçılar yeryüzünü dar-ı harb ve dar-ı İslâm olarak ayırmışlardır. Dar-ı İslâm’da hukuk düzeni uygulanır, yargı kararları dışında kişilere müdahale edilmez, savaş da yapılmaz.
“Adil Düzen”e nasıl geçilecektir?
Bugün bir düzen vardır.
Peki, bu düzen nasıl değişecektir?
Hazreti İsa geldiği zaman zamanının düzenine hiç dokunmamıştı. Son günlerinde, “Ben şimdi gidiyorum, size söyleyeceklerim vardır. Ama şimdi söylesem siz onları yapamazsınız. Ben gideceğim. Sonra benim gibi biri gelecek o, o işleri yapacaktır.” diyor. “Dünyanın merkezine hükmedilecektir.” diyor.
İşte Hazreti İsa’nın işaret ettiği dünyanın merkezi İstanbul’dur. İstanbul fethedilmiştir, Roma fethedilememiştir. Roma’nın fethedileceğine dair ne hadislerde ne de Kur’an’da bir işaret yoktur. Oysa İstanbul’un fethinden Mekke’nin fethinden başka bir fetih olarak bahsedilmektedir.
Bu sûrede birkaç defa işaret ettiğimiz gibi; Kur’an’ın esas uygulaması III. bin yıl uygarlığında olacaktır, “Adil Düzen”le olacaktır, Kur’an’ın yorumları ile elde edilecek sonuçlarla olacaktır. Kur’an yalnız kendilerine inmiş olan Müslimlerin şeriatı değildir, tüm insanlığın şeriatıdır. İsteyen herkes ondan yararlanır. Biz kendi düzenimizi kuracağız, aşiretten/ocaktan/apartmandan başlayıp kuracağız. Ondan sonra bucak, ondan sonra il, ondan sonra ülke oluşturacağız. Bu oluşum silah zoru ile değil, Avrupa Birliği’nde olduğu gibi katılmak isteyenlerin katılmaları ile oluşacaktır.
Bir zulüm yönetimi dünyayı işgale başlayınca herkes sığınacak yer arayacaktır...
İşte o zaman “Adil Düzen” insanlığın sığınma yeri olacaktır...
Böylece bütün insanlık “Adil Düzen”e geçecektir...