***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 33
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ الْكِتَابَ بِالْحَقِّ مُصَدِّقًا لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنْ الْكِتَابِ وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ عَمَّا جَاءَكَ مِنْ الْحَقِّ لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ لَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً وَلَكِنْ لِيَبْلُوَكُمْ فِي مَا آتَاكُمْ فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ جَمِيعًا فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ (48)
وَأَنزَلْنَا إِلَيْكَ
(Va EaNZaLNAv EiKaYKa)
“Ve sana inzâl ettik.”
Allah insanı yarattı. İnsanlar önce toplayıcılık, sonra avcılık, sonra çobanlık ve sonunda çiftçilik dönemlerinde yaşadılar. Bu dönemde de peygamberler gelmiştir. Hazreti Adem aleyhisselâm bir peygamberdir. Peygamberler kendi kabilelerini idare ettiler. Yazılı şeriatları yoktu. Peygamberler aldıkları vahiy ile kabilelerini idare ediyordu. Çocukları yetişiyor ve kabileler bölünüyordu. Babalarından öğrendikleri usulle kabilelerini yönetiyorlardı. O dönemin dini Şamanizm’dir. Şamanizm iyi tetkik edilirse o devrin hayat tarzı ortaya çıkar.
İlk olarak Mezopotamya’ya gelen Sümerler, yerli halkın tarım teknolojisi ile kendi çobanlık teknolojisini birleştirdiler ve su barajları yaptılar. Su barajları hem suları çok daha geniş alanlara yaydı, hem de her mevsimde su bulma imkanı kazandırdı. Verim yüzlerce defa arttı. Bunun üzerine Fırat ve Dicle kenarlarına akın başladı.
İşte o zaman Hazreti Nuh aleyhisselâm geldi ve insanlara yazılı hukuku tedvin etti. Hazreti Nuh aldığı vahyi sünnet olarak yazdırıyor ve geniş kitlelerin kurallar içinde yönetimi sağlanıyordu. Halkı artık kişiler değil kurallar yönetiyordu. Bu arada Hazreti Hud ve Hazreti Salih peygamberler gelerek Mezopotamya uygarlığını geliştirdiler. Hazreti Nuh peygamber Milattan Önce 3300 yıllarında yaşamıştır.
Bu arada uygarlıklar yayılmaya başlamıştır. Baştan Mısır da uygarlaşmaya başlamıştır. Hindistan’daki Ganj nehrinin kenarlarında da uygarlık doğmuştur. Ayrıca İran ve Anadolu’da da kara uygarlığı oluşmuştur. Bunlar yeni uygarlıklar değildir ama güney uygarlıklarının yayılmasıdır. Bir müddet sonra uygarlık Çin’e de sıçrayacaktır. Böylece yeryüzü farklı uygarlıkların oluşmasına neden olmaya başlamıştır.
Allah tüm insanlığı tek topluluk hâline getirmeyi murad etmiştir.
Demek ki uygarlıkları Hazreti Nuh başlatmış ama Hazreti İbrahim de tüm insanlığı tek millet yapma görevini almıştır. Bu işi yapma görevi de Hazreti İbrahim’in nesline verilmiştir. Çünkü başka herhangi bir müessese bunu sağlayacak durumda değildi. Bu bir ümmet yapma imkanı ancak bugün mümkün olacaktır. Hazreti Nuh’la başlayan uygarlık Hazreti İbrahim’le tek ümmet olma çabası ancak yirminci yüzyılda uygulanabilir hâl almıştır.
Hazreti İbrahim bu görevi şu şekilde başaracaktır.
- Mezopotamya uygarlığını devam ettirme Hazreti Lut’tan sonra Hazreti Şuayb peygambere verilmiştir.
- Doğuya Hazreti İbrahim’in küçük dört oğlu gönderilmiş, bunlar Brahmanizm’i geliştirmişler, onların ileri safhası Budizm olmuştur.
- Hazreti İbrahim İsmail’i Mekke’de yerleştirmiş ve son peygamberin gelmesi için hazırlık yapılmış, Kur’an Arapçası doğmuştur.
- Filistin’de uygarlığı kurma görevi de İsrail oğullarına verilmiştir.
Önce Hazreti Musa geliyor, Mısır uygarlığı ile Mezopotamya uygarlığını sentez ederek Tevrat uygarlığını kuruyor. Sonra aralarından Hazreti İsa geliyor ve Tevrat uygarlığını beşeri uygarlık hâline getiriyor. Bunların oluşturdukları uygarlıkları sentez etme görevi de Kur’an’ı getiren peygambere veriliyor.
İşte bu sûrede önce Kur’an ehlinden, sonra Tevrat ehlinden, sonra da İncil ehlinden bahsedilmiştir. Baştan Hazreti Muhammed’den bahsedilmişti.
Hazreti Muhammed Medine’ye gittiği zaman bir “Medine Sözleşmesi” yaptı. Orada kendisini baş hakem kabul ettiler. Yani kabileler arasında çıkacak ihtilafları sonunda o çözecekti. Her topluluk kendi aralarında kendi kitapları ile hükmedecekti. Hazreti Peygambere gelip baş vuruyorlardı. Kur’an bunu izah etmiş, neden sana baş vuruyorlar demişti. O zaman Fıkıh henüz Tevrat seviyesinde gelişmiş değildi. Orada Hazreti Peygambere emredilen Tevrat ve İncil’e göre hükmetmedir.
Şimdi burada artık Kur’an’dan bahsetmektedir. Yani onlara Tevrat ve İncil, sana da Kur’an inzâl edilmiştir. Bugün yeryüzünde dört büyük din vardır. Şeriat Kitabı olarak Tevrat en etkin kitap olarak mevcuttur. Müntesipleri azdır. Uygarlığa etkileri çoktur.
Buradaki “Ke” sadece Hazreti Muhammed değildir. Artık her bucak başkanı bu “Ke”ye muhataptır. Oysa bundan önceki “Ke” ise Hazreti Muhammed’i muhatap alıyordu, yani Kur’an’ı getiren kişiyi kastediyordu. Kur’an gelmiş ve uygarlaşma örneği de verilmiştir. Şimdi Kur’an’ı uygulayan herkes muhataptır. Bunun için “Ve” harfi ile atfedilmiştir.
الْكِتَابَ
(elKiTAvBa)
“Kitabı”
Tevrat ve İncil’i kendi özel adları ile zikrettiği halde, burada “Kur’an” olarak değil de “Kitap” olarak zikretti. Çünkü Kur’an sadece kıraatten ibaret değildir. Tüm gelmiş ve gelecek insanların hükümlerini veciz bir şekilde ortaya koymuş hükümlerden ibarettir.
“Kur’an” dendiği zaman sadece okuduğumuz Arapça sözler anlaşıldığı halde, “Kitap” dediğimiz zaman dört hattâ sekiz delili anlar, eski şeriatları da anlarız. Yani bütün olarak mevzuatı ve kuralları içerir. Çünkü “kitap” yazı değil hükümler ve kurallar anlamındadır.
بِالْحَقِّ
(Bi eLHakKı)
“Hak ile”
“Hokka” develere yem verilen kova demektir. Boş kova değil de dolu kova demektir. Bir deveye verilecek pay için kovaya bir işaret konur. O işarete kadar doldurulmuş kovanın adıdır. Daha doğrusu oraya kadar dolan yemin adıdır. “Bir hokka” dediğiniz zaman bir devenin payı anlaşılmaktadır. Bu kelime iki manâda gelişti. Boş değil de dolu manâsında “gerçek” yerine kullanıldı. İkinci manâsı ise bir kimsenin payına “hak” dendi.
“Kitabı hak ile inzâl ettik” dendiği zaman iki manâ anlaşılır.
Yani kitapta ne varsa hepsi gerçektir. Orada yalan veya yanlış yoktur. Saf yemle doldurulmuştur.
İkinci manâsı ise; içinde haklar bölüştürülmüş ve herkesin hakkı hukuku belirtilmiş anlamına gelir. Burada bu manâyı vermek daha uygundur ama her iki manâ da doğrudur.
Bu anlamda kitap fıkıh demek olur, usul-ü fıkıh demek olur.
Buna göre delilleri tekrar hatırlayalım.
- Kitap sözlerden oluşur. Yazılmıştır. Yalnız Kur’an’dır.
- Sünnet Kur’an’ın ilk uygulamasıdır. Tevrat ve İncil, diğer kitaplar, Kur’an gelmeden önceki uygulamalardır. Onlar da sünnet hükmündedir. Eski peygamberlerin yaptıkları da sünnettir.
- İcma Kur’an’dan kesin olarak anlaşılan hükümlerdir. Müçtehitlerin ittifakları ile sabit olur. Müsbet ilimlerle elde edilen kesin sonuçlar da icmanın içindedir.
- Kıyas. Kur’an’da zikredilmeyen bir olayı Kur’an’da zikredilene benzeterek çözüm getirmedir. Buna “kıyas” denmektedir. Bütün akıl yürütmeler bunun içindedir.
İşte bu dört delille sabit olan hükümler “Kitap” anlamındadır. Merkezinde “Kur’an” vardır. Çünkü diğer bütün deliller hep onu açıklamak içindir.
مُصَدِّقًا
(MuÖadDıQan)
“Tasdik edici olarak.”
“Tasdik etmek” karşı tarafın sadık olduğunu kabul etmek şeklinde olur.
‘Sen kimsin?’ dendiğinde ‘ben doktorum’ dese, karşı taraf da onun doktorluğunu kabul etse, onun sadık olduğunu kabul etmiş olur. Bunun yanında ‘ben doktorum’ diyenin sözüne karşılık bir başkasına ‘evet bu doktordur’ deseniz onu tasdik etmiş olursunuz. Bunun dışında karşı tarafın söylediklerinin bazılarını ayırıp bir kısmının doğruluğunu söylemek de tasdiktir. Birisi ‘ben 50 yaşındayım artık çalışamam’ dese; ‘sen 50 yaşındasın ama çalışırsın’ dese, onu tekzip etmiş olmaz, tasdik etmiş olur ama hatasını düzeltmiş olur.
Kur’an ve tefsir usulü musaddıktır.
“Musaddık” kelimesini Kur’an ve İncil için zikretmektedir. “Elinizde bulunanı tasdik edici” diyerek hâlen şimdi ellerinde bulunan Tevrat ve İncil’i tasdik ettiğini ifade etmektedir. Başka yerlerde de tahrif ettiklerini söylemekte, teslisi şiddetle reddetmektedir. O halde bugünkü Tevrat’ı ve İncil’i tasdik etme demek, Dr. Mete Firidin’in dediği gibi tashih etme manâsını da taşımaktadır.
لِمَا بَيْنَ يَدَيْهِ مِنَ الْكِتَابِ
(LiMAv BaYNa YaDaYHi MiNa eLKiTAvBi)
“Kitaptan beyne yedeyinde olanı”
Kendisinin önünde bulunan yani geçmiş zamanda gelmiş olan kitaplardan tasdik etmek üzere...
“Mâ” umum “Mâ”sıdır, geçmişte olan kitaplardan ne varsa denmiş olur. “Kitab”daki “Lam” istiğrak için gelirse geçmişteki kitaplardan ne varsa hepsini tasdik etmek üzere denmiş olur. “Mâ”nın umum manâsına bu uygun olur. O zaman tasdik etmeye ayıklama manâsından başkasını vermemiz mümkün değildir. Eğer kitaptan maksat cins kabul edilir ve “Min” de teb’iz için gelirse, o zaman o kitaplarda doğru olanları tasdik edici olmak anlamını vermiş oluruz. Her ne şekilde manâ verirsek verelim, Kur’an sadece tasdik edici değil aynı zamanda ayıklayıcıdır. Buradaki “Mâ”dan dolayı yalnız Tevrat ve İncil’i değil, elimizde ne varsa, Mezopotamya levhalarında yazılanlar, Vedalar, Avestalar, hattâ münzel olmayan kitaplar için geçerlidir.
Burada eğer “Ke” harfini Hazreti Muhammed’e hasredersek o zaman ondan sonra gelenlerin musaddıkı olmaz. Ama “Ke” harfini sen Kur’an’ı okuduğun anda sana hitap eder olarak anlarsanız -ki biz öyle anlıyoruz,- o zaman ondan önce yazılmış bütün kitapları anlamış oluruz. Bu ifade bizim usulümüzü teyit etmektedir.
Bize gelen bilgi nereden gelirse gelsin, kim söylemiş olursa olsun, ona kulak veririz. Sünnet de eski kitaplar da buna dahildir. Marks’ın veya şu düşünürün iddia ettikleri de böyledir. Birleşmiş Milletler’in kararları, kanunlar, bakanların genelgeleri böyledir. Arkadaşlarınızın söyledikleri de böyledir. Hattâ bizim daha önce düşündüklerimiz de aynı kanun ve kurallara tâbidir. Önce müsbet ilimlere baş vururuz, doğa kanunlarına aykırı ise onu ayıklarız. Sonra da Kur’an’a başvururuz. Ona aykırı ise onu da ayıklarız. Kur’an’a ve doğa kanunlarına uyanları tasdik ederiz. Doğa kanunlarına uygun ama Kur’an’a aykırı ise veya Kur’an’a uygun ama doğa kanunlarına aykırı ise, hangisi kesinse ona uyarız. İkisi de kesin olmaz. Kur’an müsbet ilme aykırı âyetleri müteşabih kabul etmiştir. Bu sebepledir ki fukaha, “akıl ile nakil tearuz ettiğinde nakil akla göre tevil edilir” demişlerdir.
Böylesine mükemmel bir dini nerde bulursunuz.
“Musaddıkan LiMa”da “Lam” harfi getirilmiştir. Bunun önemi şudur. Biz birinin sözlerini dinledikten sonra onların yanlışlarını göstermekle değil, doğrularını tasdik etmekle yükümlüyüz. Evet, senin şu şu söylediklerin doğrudur. Bunun dışındakileri bilemiyorum. Belki doğrudur belki de yanlıştır. Bir şey söylemiyorum diyeceksin.
İşte İslâmiyet’teki muhalefet budur.
Böyle bir muhalefeti ortaya koymak için Adil Düzen Partisi’ni kurmalıyız. İktidarın doğru yaptıklarını tasdik etmeliyiz, onlar yanlışlarını kendileri düşünsün. Bizim görevimiz onların yanlışlarını tekzib etmek değil, doğrularını tasdik etmektir.
İşte bunun için burada “Li” harfi getirilmiştir.
Dr Firidin bu âyeti onların reddi için yorumlamaktadır. Burada ona iştirak etmiyoruz. “Lehu” yerine “Aleyhi” olsaydı o manâyı verebilirdik.
Bir çuvalın içinde taşlar çok pirinç azsa pirinçleri ayıklarsınız, pirinç çoksa taşları ayıklarsınız. Tasdik etmek demek pirinçleri ayıklamaktır. Çünkü sözlerin çoğu yanlıştır. İçinde sağlamları seçmek çok daha kolaydır. Sonra meçhuller de içinde kalır.
وَمُهَيْمِنًا عَلَيْهِ
(Va MuHaYMıNan GaLaYHi)
“Ve müheymin olmak üzere.”
“Müheymin” Kur’an’da yalnız iki yerde geçmektedir. Biri Allah’ın sıfatları arasında mü’minun ve müheyminin olarak geçmektedir. Müheyminin sülasisi EMN'dir Dördüncü kök harfi olan Ye mülhaktır. İlhak edilen harfler üçlü köklerin ikinci harfinden önce veya sonra gelir veya son harf olarak Y eklenir.
FVGL فوعل, FYGLفيعل , FGVL فعول , FGYL فعيل, FGLL فعلل , FGLY فعلي
olmak üzere altı babdır.
Buradaki “H” “E”den dönüşmüştür, “Emn” kelimesinden getirilmiş, “Müeymin” “Müheymin” olmuştur. “Mü’min” kelimesine atfettiğine göre mü’min manâsında değildir, yani güvene alan anlamında değildir. O halde bunun manâsı nedir?
Bir bina vardır. Onu kimsenin ateşle yakmaması için bekçiler koyar beklerseniz, bu koruma hizmeti mü’minlik yapmadır. Yani oranın güvencesini sağlarsanız. Ama bir bina yıkılmasın diye direklerini takviye ederseniz yahut yeni direk eklerseniz, o da müheyminliktir. Yani takviye etmek demek olur.
Kur’an dışındaki bütün kitaplarda yanlışlar vardır. Onları musaddık olarak ayıklar, sağlamları alırsınız. Bir de kitaplarda belirsizler vardır, tam bilemeyeceğiniz olanlar vardır. Onları da Kur’an ile temin edersiniz. Yani Kur’an onların doğruluğunu ortaya çıkarır.
Kur’an mucize bir kitaptır, ilâhi sözlerden oluşmaktadır, içine tahrifat girmemiştir. O halde gerek diğer mukaddes kitaplar, gerekse ilimler elde ettikleri sonuçlara Kur’an’dan teyid alırlarsa emin olabilirler.
فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ
(FaXKuM BaYNaHuM)
“Aralarında hükmet.”
Buradaki “aralarında” olan zamir nereye racidir?
Tüm insanların arasında hükmet anlamı çıkacaktır. “Velâtahşavunnâse”deki “nâs”a gitmektedir. “Nâstan korkma, aralarında Allah’ın inzâl ettiği ile hükmet manâsı çıkar.
Araya âyetler girmiş, oraya kadar zamiri irca etmek doğru mudur?
Gramer kaidelerine uysun diye bu ircayı yapıyoruz ama zaten orada nâs zikredilmiş olmasa da buradaki zamirin nâsa gittiği açıkça bellidir. Kur’an bu durumlarda zamiri uzağa gönderir. Bir de eğer konuşmanın konusu belliyse öyle olur. Genelkurmay başkanlığından bahsederken başka konulara girseniz de alakası olduğu için ‘başkan dün neden istifa etti’ dersiniz. Yani konu konuşulurken konunun fail veya mef’ulüne zamir gönderilebilir.
Biz insanlar arasında hükmetmekle yükümlüyüz. Yukarıda “herkes kendi kitabı ile hükmetsin” denmiş, burada ise “sen nâs arasında hükmet” diyor.
“Nâs” kelimesi herhangi bir insan topluluğudur. Bir konuşmada hazır bulunanları göstermesi gibi tüm insanları da ifade eder.
“Nâs” deyince şöyle anlayacağız.
- Aşiret başkanı için aşiret halkı nâstır.
- Kabile başkanı için başkan olduğu bucak halkı nâstır. Bunlar arasında hükmetme zorunludur.
- İl merkez bucağının başkanı il merkez bucağı ile ilçe merkez bucağı halkı onun için nâstır. Bunlar arasında hükmetmek zorunludur. Taşrada bir bucak halkı arasında çıkan nizalarda hükmedip etmemekte serbestlik vardır. Geldiklerinde hükmeder veya i'raz eder. Tüm il halkları arasında hükmetme zorunludur.
- Devlet merkez illerinin merkez bucaklarındaki halklar arasında hükmetme zorunluluğu vardır. Taşra bucaklarda hükmedip etmemekte serbesttir. Mekke imamı kıta merkez illerinin merkez bucaklarında hükmetme zorunluluğu vardır.
Buradaki “sen” imam olduğu gibi hakemler de olabilir. Her hakeme veya baş hakeme hitap etmiş olur.
بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ
(Bi MAv EaNZaLa elLAvHu)
“Allah’ın inzâl ettiği ile”
Burada da “bihi/ onunla hükmet” demiyor, “kitapla hükmet” demiyor, “Allah’ın inzâl ettiği ile hükmet” diyor.
Bütün bu deliller ve sözleşmeler göz önüne alınacak ve insan tarafsız bir şekilde içtihat yapacak. O Allah’ın inzâli olacak onunla hükmetmek. Yani içtihadınla hükmet anlamındadır. Ancak içtihadın tüm delilleri en sonunda Kur’an’a dayanmalıdır.
Buradaki “Allah” kelimesi eğer topluluk olarak anlaşılırsa, “hükmet” kelimesi “icra et” anlamında olmuş olur. Hakemler neye karar verirlerse ona göre kararları icra et demek olmuş olur. Hakemler icmaa aykırı karar verirlerse, bilhassa kısasta infazı erteler. Hakemlerin muhakeme edilmesine kadar idamı bekletir. Hakemler mahkum oluyorlarsa kısas diyete dönüşür. Önce diyet mahkum ettikleri kimseler tarafından ödenir. Sonra da hakemlerin âkilelerine rücu ederler.
Şöyle bir mesele vardır. Bir kimse birini öldürdü. Dava edildi. Mahkum edildi. Kısas yapıldı. Sonra hakemler aleyhinde dava açıldı. Hakimler mahkum oldular. Kısas yapılanın vârislerine diyet ödendi. Asıl katil olarak başkası bulundu. Bu durumda ne olacaktır?
Kısas yapılmaz. İlk maktulün vârislerine diyet ödenir.
Yine bir mesele daha. Bir kimse öldürüldü. Hakemler kısasa karar verdi. Yetkili affetti. Diyet ödendi. Sonra başka dava açıldı ve asıl katilin başkası olduğu anlaşıldı. Diyet diyeti ödeyene ödenir.
Burada yapılan muhakeme ve icra Allah tarafından yapılmış olarak ifade edilmiştir. İçtihadımızla hükmedeceğiz ama içtihadımız icmaa aykırı olmamalıdır.
“Allah” kelimesini topluluk olarak anlarsak manâsı bu olur.
وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ
(Va Lav TatTaBıG EaHVAvEaHuM)
“Ve hevalarına tâbi olma.”
Allah’ın inzâl ettiği ile hükmet, Allah’ın inzâl ettiği içtihadınla hükmet demektir. Sonra da hevalarına tâbi olma, hükmederken onların hevasına uyma.
“Heva” nedir?
Çevremizi dolduran gazdır. Ne taraftan etki gelirse o tarafa gider. Rüzgar olur.
Canlılar hevalarına göre hareket ederler. Nerde yeşil çayır görürlerse oraya giderler. Nerde canavar görürlerse oradan kaçarlar. Onların başka silahları yoktur.
Oysa insan canının istediğini yapamaz. Gördüğü her elmayı alıp yiyemez. Canının istediği yere gidemez. İnsan düşünerek ve içtihat ederek hareket eder. İçtihat ile bir sonuca varır. Ondan sonra ona göre hareket etmesi gerekir.
İnsan kişiliğini koruyarak topluluk içinde yaşar, topluluğun çıkarları için çalışır ama topluluğun hevasına göre hareket etmez; hele başkan hiç etmez, hakem hiç etmez. Başkan ve hakem içtihadı ile hareket eder, ona göre hüküm verir.
عَمَّا جَاءَكَ مِنَ الْحَقِّ
(GamMAv CAEaKa MiNa eLXaqQı)
“Haktan sana ciet ettiğinden.”
Kur’an’da “sana ilim geldikten sonra” âyetleri vardır; “ba’de mâ câeke’l-ilmü” ve “min ba’di mâ câeke’l-ilmü” denmektedir. Demek ki üç şekilde kullanma vardır:
“Ba’de mâ”, “min ba’di mâ” ve “ammâ”.
Bu üç kullanıştaki farkları ortaya koymamız gerekir.
“Ba’de” kelimesi ile daha öncekiler hariç bırakılmış olunuyor. Yani yasaklanan ondan sonrasıdır. İlim gelmeden önceki tabi olmalar cezalandırılmamaktadır.
Bakara 120'de “Ba’de ellezi cae” denmektedir. “Ba’de” “ellezi”ye izafe edildiği için “min” getirilmemiştir. “Min ba’di mâ”da izafe edilen nekre olduğu için baştan teb’iz “min”i getirilmiştir. Birinde “mâ” ile ta'mim vardır ama hepsinin gelmesi gerekmez, bir kısmının gelmesi yeterlidir. Yani ulaşıldığı kadar amel edilecektir demektir.
Burada “ammâ” gelmiştir.
Oralarda “ilim” buralarda “hak” gelmiştir.
O halde karşılaştıracağımız başka bir şey de “hak” ile “ilim” arasındaki farktır.
“Hak” nedir, “ilim” nedir?
“İlim” icma ile sabit olan kesinliklerdir.
“Hak” ise içtihatla sabit olan kesinliklerdir.
Birr herkes için ilimdir. Hak ise senin için ilimdir.
Orada tâbi olanların cezalandırılmasından bahsetmektedir. Orada içtihat yeterli değildir, ilim derecesinde icmaa ihtiyaç vardır. Oysa hevalarına tâbi olunmaması için içtihatla sabit olma da yeterlidir. Onun için orada ilimden, burada ise haktan bahsedilmiştir. Sen hak olarak bildiğin şeylerin dışına çıkmayacaksın, onlardan sorumlusun. Halbuki başkalarının isteklerine tâbi olma eğer icma ile sabit değilse maslahat gereği caizdir. Yani kesin ilmimiz yoksa, muhalefet etme yerine uymada maslahat varsa, uyma gerektiği hususunda içtihadımızı yapabiliriz. Ama kesin ilim gelmişse, maslahat olsun olmasın onu değiştiremeyiz.
Bu âyet bize başka bir hususa da işaret eder. Hukukta içtihadımızla hükmederiz ama sonunda maslahat da düşünülmelidir. Verdiğimiz hüküm eğer sonunda birçok başka haksızlıklar doğuracaksa hükmümüzü ona göre veririz. Diyelim biz hakimiz. Bir orgeneral suçlu. Onu tutuklamak ordu içinde büyük depremler meydana getirir. O halde onu tutuksuz yargılarız, hattâ gizli yargılarız. Mahkumiyeti emekli oluncaya kadar uzatırız. Demek ki hükmederken onun uygulanabilirliğini de göz önüne almamız gerekir.
Bu hükme nereden varıyoruz?
Hüküm içtihatla sabit olmakta olduğu için içtihadınıza o hususlar da etki eder.
Diğer yerde “min ba’di mâ câe” denmiş olduğu halde, burada hem “ba’di” kelimesi getirilmemiş, hem de “min” yerine “an” getirilmiştir.
“An” ile “min” ikisi de aynı manâdadır. Başlangıcı çıkış yerini gösterir. “Haractu min Mekke” dersin. Çünkü oradan çıktın ama tekrar oraya döneceksin, oraya bir etki yapmış değilsin. “Hecertü an Mekke” dersin, çünkü orasını terk ettin, oradan koparıldın, orada çukur bıraktın. Hakkın gelmesi böyle ifade edilmiştir.
Buradan şu sonuca varırız.
Hükümler iki çeşittir.
Biri kesin ilme dayanan hükümlerdir. Bunlar icma ile sabit olur.
Diğeri içtihada dayanan haklardır. Bunlar da iki şekildedir. İcma olmasa da sizin için kesin mertebesinde olmalıdır. Yani içtihadınızı tamamlamalı ve tam kanaate varmalısınız. Fıkıhçılar buna “nass” demektedirler. Birçok zamanlarda zaman kaybetmemek için içtihadı tamamlamadan da karar verirsin, buna “zâhir” deniyor. İşte hevalarını reddetmek için içtihadın zâhir derecesinde olmalıdır.
Bu kural usul ilmine eklenmelidir.
Önce ilimler tasnif edilmeli, konular belirtilmelidir. Sonra da Kur’an’da tefsir yapılırken rastlanan bu tür yenilikler oraya da kaydedilmelidir.
Yani “ammâ” kelimesini mecazi olarak zorluk içinde gelen yani içtihadı tamamlanan manâsında anlıyoruz.
لِكُلٍّ جَعَلْنَا مِنْكُمْ
(Li KulLin CaGaLNAv MiNKuM)
“Sizden herkes için ca’lettik.”
Burada “külli”nin sonundaki tenvin hazf olmuş bir kelimenin yerine getirilmiştir. “Likülli ümmetin” veya “likülli evliyain” demektir. Kelime hazf edilerek takdir yetkisini bize bırakmıştır demektir.
İnsanlar yaradılıştan beri gruplar hâlinde yaşamaktadırlar. İki çeşit grup vardır. Biri topraklarını da bölüşerek gruplar oluştururlar. Aşiret, kabile, şa’b ve kavimler böyle gruplardır. Bunlara “ümmet” diyoruz. Diğeri ise aynı topraklarda insanların sosyal grup oluşturmalarıdır. Bunlar ilmî, dinî, meslekî ve siyasî gruplar olurlar. Bunlara da “evliya” denmektedir.
Minküm” kelimesi teb’iz için gelmektedir. Hitap Cuma namazı kılanlar olduğuna göre demek ki bir bucakta değişik şir’alar ve minhaclar olacaktır. Buna göre burada kastedilen evliya yani dayanışma ortaklıklarıdır. Özel hukukta herkes kendi içtihadı ile amel edecektir. Herkes içtihat yapamayacak, onlar da seçtikleri müçtehitlerine göre amel edeceklerdir. Aynı müçtehide bağlı olanların ortak kuralları olacaktır. Böylece bizim bucağımız sosyal gruplardan oluşacaktır. Özel hukuk böyle oluşacaktır. Kamu hukukunda ise her bucağın kendi icmaları olacaktır. O zaman da “ümmetin” kelimesini takdir ederiz.
شِرْعَةً وَمِنْهَاجًا
(ŞıRGaTan Va MıNHACan)
“Şir’a ve minhac vardır.”
Kur’an’da topluluk kastedilerek burada “herkes için şir’a ve minhac vardır” denmektedir. Başka yerde de “herkes için viche vardır” denmektedir Bir yerde de “biz her ümmet için bir mensek yaptık” denmektedir. Velayet müessesesi üzerinde durulmaktadır.
Biz bu kelimelere dayanarak “şir’a”yı ilim, “minhac”ı din, “viche”yi siyaset ve “mensek”i meslek olarak aldık. Bunlar üzerinde henüz tam olarak durmuş bulunmuyoruz.
“Şir’a ve minhac” birlikte zikredilmiştir. Onlar arasında bir birlik olması mı gerekmektedir? “Viche” ayrı zikrediliyor. “Mensek” için her ümmet için deniyor; her bucağın tek ekonomisi olacaktır demektir. Bunu da tek parası olacaktır şeklinde anlayabiliriz.
Biz dört kavramı diğer kavramlarla birleştirsek:
ŞİR’A, SAVAMI’, AHBAR, ALİM
MİNHAC, SALAVAT, RUHBAN, RAŞİD
MENSEK, BİYE’, RABBAN, ÜSVE
VİCHE, MESACİD, KISSİS, HADİ
Dayanışma ortaklıkları olarak tasnif ediyoruz.
Burada “şir’a ve minhac” beraber zikredilmiştir.
Bu dört kuruluştan ikisi zorunludur. Şir’a zorunludur, çünkü şir’ası olmayana ne ile hükmedeceğiz. Siyasi kuruluşlar da zorunludur. Siyasi kuruluşu olmayanların dayanışma ortaklıkları olmaz, onların hukukunu nasıl koruyacağız. Ama dini kuruluşları tercih etmeyeni zorlamayabiliriz. Mesleki kuruluşu olmayanı da zorlayamayız.
Bu âyetteki bu cem bize ikisinin tek dayanışma ortaklığı olabileceği anlamına gelir. Biz taşra bucaklarında ilmî dayanışma ortaklığı ile dinî dayanışma ortaklığının bir olarak alınmasını, meslekî dayanışma ortaklığı ile siyasî dayanışma ortaklığının bir olarak alınmasını, il merkez bucakları ülke merkez bucakları için ise dördünün de ayrı dayanışma ortaklıkları kurulmasını istihsanen kabul ediyoruz.
“Şir’a” “şeriat” kelimesinden gelmektedir. “Şaraha” kelimesi ile akrabadır. “Şerh” yarık demektir. “Şeriat” suya giden yol demektir. Hayvanlar sulanma zamanlarında geniş alan içinde sulama alanına yaklaşırlar. Bu şeriattır. Şeriat içindeki yollar da “şir’a”dır. Otoban şeriattır. Otobandaki şeritler birer şir’adır.
Mantıkta iki kavram vardır. Şöyle açıklayalım. ‘Cebinizdeki paraları söyleyin’ diyeyim. Herkes parasını söylediği zaman, kimde olursa olsun, ne paralar varsa cins cins bu toplulukta vardır demektir. Diyelim ki içimizden birinin cebinde 200 TL’lik bulunsun. Demek ki bu toplulukta o vardır. Buna “toplama” diyoruz. Bir de hepimizde diyelim ki 20’lik ve 10’luk bulunsun. Buna da “çarpım” denir.
İşte, şeriat şir’aların toplamıdır, icmalar ise şir’aların çarpımıdır.
Her şir’a sahibi kendi şir’asına göre sorumludur, ortak zorunlu şir’a yoktur.
İhtilaf hâlinde ispat külfeti kime ait değilse onun şir’asının hükümleri uygulanır.
“Nehice” yolculuk yapmak demektir, rahat gidilen yol demektir.
“Minhac” miftah vezni üzere ism-i âlettir, rahat yolculuğun yapıldığı yer anlamındadır. Şeriat da yol minhac da yol demektir. Yan yana getirmiş ve “Ve” harfi ile atfettiğine göre birbirinden farklı yol olmalıdır. Şir’a cadde içinde, şerit ise minhacda şerittir.
Şimdi şeriat ve minhac yahut tarikat arasındaki farkları ele alalım.
Şeriat Sokrat’ın ekolüdür. Sorgulamadan hiçbir şeyi kabul etmeyeceksin. Onlar zanna uyuyorlar, oysa zan haktan hiçbir şey ifade etmez. Diğeri (minhac) ise tâbi olmadır. Önce şeyhini seçerken içtihat yapacak, ondan sonra teslim olacaksın, o ne derse onu yapacaksın.
Şeriat ehli haritaya bakarak yol alır. Sorsa bile haritayı doğru okumak için sorar. Yani şeriat ehli önce haritayı alır sonra rehber arar. Tarikat ehli önce rehberi seçer ondan sonra kayıtsız şartsız ona tâbi olur. Bu bakımdan din ile askerlik birbirine benzer. Oysa ekonomide ve ilimde ise tartışma esastır. Bu sebepledir ki askeri yargı sivil yargıdan farklıdır.
Demek ki dinde ve askerlikte minhac sistemi uygulanacaktır, ekonomide ve ilimde ise şir’a sistemi uygulanacaktır.
Halk minhac ile amel edecek, rasihler şir’a ile amel edecektir. Bu sebepledir ki ikisi birden yaşanacaktır. Onun için ayrı ayrı “liküllin” denmemiştir.
وَلَوْ شَاءَ اللَّهُ
(Va LaV ŞAvEa elLAHu)
“Allah meşiet etseydi.”
Kâinatı var edip onu rebvet ettiren Allah’ın meşieti olsaydı, elbette şimdi mevcut olan kâinattan başkasını var ederdi. Önce kâinatı gözümüzün önüne getirelim. İnsanın kulacı bir metreye yakındır. 10 metre mesafede diğer insanlarla rahatlıkla görüşür, yüz hatlarını görebilir. 100 metre mesafede insanları uzaktan tanır, ses duyurabilir. 1000 metre ötedeki insanı insan olarak ayırır ama tanıyamaz. Yani bir kilometre mesafesi insanın ufkudur. Ondan sonra dağ gelir. En yüksek dağ 10 000 metreye yakındır. Yağmurun yağdığı bulutların dolaştığı tabaka burasıdır. Sonra 100 000 metrelik tabaka gelmektedir. Hava tabakasıdır. Su yoktur, rüzgar yoktur ama teneffüs ettiğimiz hava vardır. Sonra 1 000 000 metrelik tabaka gelir, sabah bu tabakadan görünür, buna yeryüzünün örtü tabakası denir. Yeryüzünden maddelerin kaçmasını önler, gökyüzünden de taşların ve öldürücü ışıkların gelmesini önler. Koruyucu tabakadır.
Yeryüzünün altında bir o kadar da döşek tabaka vardır. Onun kalınlığı da örtü kalınlığı kadardır. Altında iki misli sıvı tabaka var. Onun altında da üç misli katı tabaka vardır. Toplam yedi tabakadır. Yerin yarıçapı 6300 km’dir. Atmosfer ile 7 350 km’dir.
Ay atmosferli yerin yarıçapının 50 katı, atmosfersiz yerin yarıçapının 60 katı uzaklıktadır. Güneş de Ay uzaklığının 400 katı uzaklıktadır. Güneş'ten bize ışık 8 dakikada gelir. Güneş’in etrafında bizim yerimiz gibi gezegenler vardır. Onlarda hayat yoktur. Bize en yakın yıldızdan ışık 4 senede gelmektedir. 200 milyar yıldız bizim galaksimizde yer alır. Diğer galaksilerden ışık bize 2 milyon senede gelmektedir. Kâinatın çapı 10^13.7 ışık yılıdır, her yıl ışık hızıyla büyümektedir.
Bizim bedenimiz hücrelerden oluşur, hücreler de organik moleküllerden oluşur. Organik moleküller atomlardan oluşur, atomlar hidrojen atomundan oluşur. Bir atomda 1837 kadar parçacık vardır. Bunlar parçalanmazlar. İnsanlar en küçük atomla en büyük Kainat arasındadır.
İşte bu kâinat böyle bir düzen içindedir.
Temel kanunlar vardır.
Kâinat büyümektedir.
Oluşan boşluklarda parçacıklar birleşip ayrılarak varlıklar oluşturmaktadır.
Varlıklar arasında denge vardır.
Kâinatta bunlardan yararlanmak için de Allah insanları, cinleri, melekleri ve ruhları var etmiştir. Görünen âlemde insanlar kâinata hakimdir. Güneş sistemi yeryüzündeki Adem oğullarına tahsis edilmiştir. Bunlar bir taraftan tek ümmettirler. Diğer taraftan uluslara, uluslar şa’blara, şa’blar kabilelere, kabileler aşiretlere ayrılmıştır. Bunlardan her biri ayrı ayrı ümmettir. Yani her birinin ayrı ayrı başkanları vardır.
Ümmet demek imamı olan kimse demektir. Arılar kovanda milyonlara varan üyelerden oluşurlar ama bir tek kraliçeleri vardır. Sonra kovanlar arası bir irtibatları yoktur. İnsanlar ise iç içe topluluklardır, onlu sisteme göre oluşmuştur.
لَجَعَلَكُمْ أُمَّةً وَاحِدَةً
(La CaGaLaKuM EumMaTan VaXıDaTan)
“Sizi bir ümmet yapardı.”
Yani tüm insanların bir başkanı olurdu ve hepimiz ona tâbi olurduk.
Biz bugün cep telefonlarına sahibiz.
Allah, başımızın tepesinde göze benzer bir telefon koyardı, tüm insanlarla konuşabilirdik. Böylece devletlere, illere, bucaklara, ocaklara gerek kalmazdı. Beyni var eden Allah için böyle bir telefon koymak işten değildir. Ormanlardaki ağaçlar üzerinde antenler koyarak tüm dünyayı tek alana çevirebilirdi.
Allah böyle yapmadı da bizi ayrı ayrı topluluklar yaptı, iç içe topluluklar yaptı.
“Bir ümmet” demek, arılar gibi tek başkanın bulunması demektir.
İnsan vücudu hücrelerden oluşmuştur, tek ümmettir. Aralarındaki uyum için iki araç kullanır. Bunlardan biri hormonlardır. Belli hormonun yayılması ile tüm vücut gerekli buyruğu alır. Hormonlar da damarlar vasıtasıyla bütün hücrelere ulaştırılır.
Bugünkü Merkez Bankası para ile bunu yapmaktadır, piyasaya böyle müdahale etmektedir. Arılar da saldıkları koku ile bunu sağlamaktadırlar. Karıncalar ise kulağımızın alamayacağı seslerle tüm karıncalara gerekeni iletmektedirler. İnsanlar ise aracılarla bunu sağlamaktadırlar. Bu sayede tüm yeryüzü tek ümmet hâline geliyor. Ama arada başkanlar da devreye giriyor. İnsandan başka böyle aracılarla yönetilen başka canlı yoktur.
وَلَكِنْ لِيَبْلُوَكُمْ
(Va LAKiN LiYaBLuVaKuM)
“Velakin sizi imtihan etmesi için.”
Buradaki “Lakin”den önce hazf edilmiş bir cümle vardır. “Ve lem yec’al ümmeten vahideten lakin cealakum ümemen” (Sizi tek ümmet kılmadı, ancak ümmetler kıldı) denmiş olmaktadır. Yani, hem her “lakin”den önce cümle hazf edilmiştir, hem de “lakin”den sonra cümle hazfedilmiştir. “Ve” harfi daha çok “lakin”den önce hazfedilmiş cümle varsa getirilir.
“Lakin” ile “velakin” arasındaki fark böylece ortaya çıkıyor. “Velakin”de hazf vardır.
İşte bu kuralın bulunması kıyas-ı şer’î ile mümkün olmaktadır.
Bir değişiklik görünce ona illet ararsın...
Kendi aklınla bir illet koyarsın...
Sonra kontrol edersin...
Şimdi “velakin” geçen âyetleri gözden geçirip bu kuralın doğru olup olmadığını tahkik etmek gerekmektedir, o da size düşer...
Kural şudur: “Ve” ile “lakin” arasında mahzuf bir cümle vardır.
“Belvetmek” bilemek demektir. Bıçağın keskin olması için bilenmesi gerekir.
Bunun dışında bir varlığı olgun hâle getirmek için sıkıntıya uğratmak gerekir. Büyüyen öküz saban çekmez. Onu önce eğitirler, ondan sonra sabana koşarlar. Yorga atlar da böyledir, eğitildikten sonra üzerine binilir ve at koşar.
Kumaşı dokuduktan sonra onun yıpratılması gerekir. Yünden yaptıkları kumaşı köylerde cendere arasına koyarlar, uzun zaman üstünden götürüp getirerek yıprattıktan sonra o kumaş dayanıklı olur. Bunlar “belv” ile ifade edilir.
İşte…
Allah insanları dünyaya bunun için getirdi, onları insan yapmak için getirdi. İnsanları uluslara, boylara, bucaklara, ocaklara ayırdı. Aralarında yarışma ve çatışma kurallarını koydu, böylece onlar Allah’ın kendilerine verdiği imkanları kullanarak yetişmektedirler. Dünyada yetişemeyenler âhirette yeniden yetiştirileceklerdir. Dünyada yetişemeyenler cehenneme gönderileceklerdir. Dünyada yetişenler de cennete gideceklerdir.
فِي مَا آتَاكُمْ
(FIy MAv EAvTAyKuM)
“Size îtâ ettikleri içinde.”
Allah bize verdikleri ile bizi yetiştirmektedir.
Verdikleri bütün nimetlerdir. Bedenimiz, sağlığımız, gözümüz, kulağımız bize verdiklerindendir. Akrabalar bize verdiklerindendir. Komşular bize verdiklerindendir. İçinde yaşadığımız ocağımız, bucağımız, ilimiz ve ülkemiz bize verdiklerindendir. Yiyecekler, giyecekler, taşınmazlar, araçlar bize verdiklerindendir.
Bunların içinde bizi terbiye etmektedir.
Cevizi havana koyarsın, sonra onu döversin döversin, sonra onunla baklava yaparsın.
İşte, insanlar da kendisine verilenler içinde dövüle dövüle olgunlaşacaklardır.
Burada “Bi” harfini kullanmamış, “Fi” harfini kullanmıştır. Çünkü biz ayrı ayrı ümmet olma ve birbirimizle çatışma ve yarışma ile terbiye edileceğiz.
فَاسْتَبِقُوا الْخَيْرَاتِ
(Fa iSTaBiQUv eLPaYRATı)
“Hayratı istibak ediniz.”
“Hayır” var, “şer” vardır. Şer, “şerare”den gelen kelimedir. Birden gelen darbeler şer kabul edilmiştir. Arabayı yavaş yavaş kaldırsanız “hayr” olur ama birden kaldırırsanız “şer” olur. Araba frenle durursa “hayr” olur, çarparak durursa “şer” olur. Hayat dalgalanmadır. Düzgün dalgalar “hayr” olur, aşırı yükselmeler “şer” olur. Evinizde bazan durup dururken aydınlatma lambanız patlar, bunun sebebi şebekede aşırı gerilimin meydana gelmesidir. Yarışırken kurallar içinde karşı tarafı yıkmadan yarışacaksınız.
“Hıyar” bir meyvenin-sebzenin adıdır. Bizim memlekette salatalığa “hıyar” derler. Aslında memleketin seçkin meyvesine hıyar denir. Sizin ülkenizde elma hıyar olabilir. Sonra meyvelerin veya diğer malların içinde olgunları ve iyileri seçilerek pazarlanır.
Onlar hıyardır. Hayırdır.
Gelir getirmeyen mirasa “tereke” denmektedir. Yani sahipsiz bıraktı demek olur. Gelir getiren servete ise “hayır” denir. Bazı mallar vardır ki onlar sadece meta mallarıdır. O malların kaimi aynı zamanda malikidir. Oysa bazı mallar vardır ki onların malikleri başka kaimleri başkadır. İşte kaimleri başka olan mallara “hayrat” denir.
Mülkiyette miras, kıyamda ise vasiyet vardır.
“Sabkat etmek” geçmek demektir. “Sevk” kelimesi ile akrabadır. “Saik” elinden tutup götürendir. “Sabık” ise onu geçmeye çalışandır.
“Hayrata sabkat edin” denmektedir. Hayrata ulaşmak için koşun demektir.
Bir meyve ağacına birkaç kişi çıkıyor, herkes fazla toplamaya çalışıyor.
İşte bu hayra doğru yarıştır.
Allah bizi değişik ümmetler yaptı, hayra doğru yarışacağız...
“Hayrât” kelimesi kurallı dişi çoğuldur. O halde ekonomik kurallar içinde yarışacağız. Yarışta birimizin yaptığını diğeri bozmayacaktır. Diyelim ki yapılan yarış ilimde yarıştır. Ben bir şeyler getirdim, size bir şeyler getirdim. Benim getirmem sizin getirmenizi engellemez.
İşte bu hayrattır.
Bu sebepledir ki faiz haramdır.
Genel kural şudur: Çıkar çatışması varsa, biri zarar ediyorken diğeri kazanmıyorsa, o “faiz”dir. İki taraf da kazanıyorsa, o “ribh”dir.
“Hayratta yarışın” dendiği zaman, birbirinize zarar vermeden kazanmaya çalışın demektir. Hayırda yarışırken dikkat edeceğimiz husus, başkasına zarar vermeden kazancımızı çoğaltmadır.
Sadece bu âyet bile “hakka dayalı düzen” ile “kuvvete dayalı düzen” arasındaki farkı bize belirtmiş olmaktadır.
إِلَى اللَّهِ مَرْجِعُكُمْ
(EiLay elLAHi MaRCıGuKuM)
“Merciiniz Allah’adır.”
“Allah” kelimesi burada izhar edilmiştir.
Bundan önce kâinatın rabbi Allah kastedilmişti, şimdi ise O’nun halifesi olan topluluk kastedilmektedir, ümmet kastedilmektedir.
Sorunlarımızı çözmek için başvuracağımız yer topluluktur, hakemlerden oluşan yargıdır. Yarışmada eğer zarar veren varsa, o zararı gidermekle yükümlü bulunur veya yarıştan dışarı çıkarılır. Bu sebeple ilkel de olsa bir topluluğun var olması demek hakemlerin var olması demektir. İlk insandan bugüne kadar hakemlik sistemi vardır. Köylerde niza olduğunda Cuma günü komşular nizayı camiye meclise getirirler. Meclis onları uzlaştıracak iki kişi seçer. Biri birinin ehli olur, diğeri diğerinin ehli olur. Onlar sorunu çözerler. Aralarında ihtilaf olursa üçüncü kişiye danışırlar. Hakemlerin verdiği karara taraflardan uymayan olursa o kimse dışlanırdı. O zaman dışlanma demek ölme demekti.
Kur’an’ın koyduğu sistem de budur.
Sonraları polis ve asker teşkilatı oluşturulmuştur, onlar kararlara uymayanları zorla yola getirirler.
جَمِيعًا
CaMİyGan
“Cemian”
Hepiniz birlikte topluluğa müracaat edeceksiniz. Bu da meclisin, tarafların hakemlerini seçmesidir. Kimlerin hakem olacaklarına meclis karar vermektedir. Taraflar onların içinden kendi hakemlerini seçmektedirler. Böylece hakemler cemian seçilmiş olmaktadır. Yargının oluşma şeklini böylece Kur’an ortaya koymaktadır.
Burada “cemian” dendiğine göre tüm topluluk için mutabakat şarttır. Biz bu mutabakatı istihsanla böyle temin ediyoruz. Siz başka usul bulursanız, o bulduğunuz usul bizimkinden daha iyiyse, elbette ona gidilir.
Meclis Başkanı Cemil Çiçek diyor ki; tüm topluluğun mutabakatı ile anayasa hazırlanmalıdır ama sonra tartışmadan herkes ona uymalıdır.
Bu yeni anayasa nasıl hazırlanacaktır?
Tüm insanlar nasıl anlaşacak, 72 milyon insan nasıl anlaşacak?
Anayasa yapımına katılmayan partilerden birine katılır. Katılmayanların anayasa hakkında söz söyleme yetkisi yoktur. Beğenmezse ülkeyi terk eder. Partiler önce ikili olarak tartıştırır. Onlar uzlaşarak bir metin getirirler. Uzlaşamazlarsa hakemlere gider, hakem kararlarını getirirler. Sonra gruplar ikili olarak tartışır. Böylece her parti hakemlerin kararları ile bir metin getirirler. Yirmi kadar metin hazırlanmış olur. Ondan sonra halk bunları sıralar. Birinci ve ikinci gelenler anayasaları teklif ederler. Anlaşamadıkları yerde hakemlere giderler. Böylece meclis bunu ittifakla kabul eder. Etmeyenin milletvekilliği düşer ve o ülkeyi terk eder. Demek ki ikili tartışma, sıralama, teklif ve hakemler sistemi ile “mutabakat anayasası” tedvin edilmiş olur.
Adalet Bakanı olduğu dönemde Cemil Çiçek bu “Adil Düzen”dir diye kabul etmiyordu. Kendisi şimdi meclis başkanıdır, müzakere usullerini geliştirme onun yetkisindedir. Daha iyisini getirsin, onun üzerinde mutabakat sağlansın.
Marş marşla maddeler gelmiyor.
فَيُنَبِّئُكُمْ بِمَا كُنتُمْ فِيهِ تَخْتَلِفُونَ (48)
Fa YUNabBiEuKuM BiMa KuNTum FiHi TaPTaLiFuNa)
“İhtilaf ettiklerinizi size tenbi eder.”
Yani hakemler kararlarını bildirirler. Yargı kararını bildirir anlamındadır.
Yargı safahatını hatırlayalım.
İlçede topluluk tarafından yetkili kılınmış 10’a yakın avukat var, maaşları devlet verir; 10’a yakın soruşturmacı var, maaşlarını devlet verir; 10’a yakın bilirkişi var, maaşlarını devlet verir; 10’a yakın da hakem vardır, maaşlarını devlet verir.
Herhangi bir kimse mağdur olduğunu zannederse, soruşturmacılara başvurarak olayı tesbit ettirir. Hukuk davalarında iki, ceza davalarında dört soruşturmacı bu işi yapar. Soruşturmacılar gerekli gördükleri yerde bilirkişilere baş vururlar. Ceza davalarında dört, hukuk davalarında iki soruşturmacıyı şahit olarak bulunca davacı bir hakem seçer. Hakem davalıya da bir hakem seçtirir. Onlar da kendilerine bir baş hakem seçebilirler.
Soruşturmacıların dosyaları hakemlere gelir. Hakemler dosyaları inceler ve soruşturmayı yeterli görürlerse şehadetlerini kabul ederler. Duruşma yapılır. Soruşturmacıların şehadeti ile hakemler kararlarını verirler. İşte burada ihtilaf edilen hususlarda karar bildirme tenbidir. İhtilaf edilen hususlar anayasa maddeleri olabilir.
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 34
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَأَنْ احْكُمْ بَيْنَهُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ وَاحْذَرْهُمْ أَنْ يَفْتِنُوكَ عَنْ بَعْضِ مَا أَنزَلَ اللَّهُ إِلَيْكَ فَإِنْ تَوَلَّوْا فَاعْلَمْ أَنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ أَنْ يُصِيبَهُمْ بِبَعْضِ ذُنُوبِهِمْ وَإِنَّ كَثِيرًا مِنْ النَّاسِ لَفَاسِقُونَ(49) أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ يَبْغُونَ وَمَنْ أَحْسَنُ مِنْ اللَّهِ حُكْمًا لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ(50)
وَأَنْ احْكُمْ بَيْنَهُمْ
(Va EaNiXKuM BayNaHuM)
“Ve aralarında hükmet.”
Buradaki “Vav” harfi nereye atfediyor?
İlk baktığımızda bundan önceki âyette geçen ifadenin tekrarı olduğuna göre oraya atfedilmesi gerekir. Bundan önceki âyette; “Biz sana kitabı senden önce gelenleri musaddık olarak ve hak ile inzal ettik, öyleyse aralarında Allah’ın inzâl ettiği ile hükmet, hevalarına tâbi olma” demişti. Burada da aynı cümleleri tekrar etmektedir. Sadece bir fark vardır, o da burada başına bir “En” getirilmiştir. Dolayısıyla oraya atfedilmesi uygun görülmüyor. Oraya atfetsek dahi birinci cümle ile ikinci cümle aynıdır ama “ve” harfi ile atfedilmiştir.
“Ahmet geldi ve Ahmet geldi” derseniz, Ahmet’in iki defa gelmiş olması gerekir. O zaman iki defa hükmedilmesi gerekir ki bir davanın ikinci defa hükmedilmesi söz konusu olur. O zaman burada kastedilen yargıda temyiz söz konusu olabilir.
Eğer “En” harfini zait kabul eder yok sayarsak buna ancak şöyle bir manâ verebiliriz.
Yargılamada iki şeyle karşılaşırız. Biri yargılama usulüdür. Diğeri ise yargılamadaki hükümdür. Ona bugün esas diyorlar. Örnek olarak bir konu hakkında karar vermek için önce o meselenin tahkik edilmesi gerekir. Yani soruşturma yapılarak olayın tesbiti gerekir. Soruşturmayı kim yapacaktır? Olayın o şekilde cereyan ettiğine nasıl karar verilecektir? Örnek olarak belge ibraz edilecek veya şahitler dinlenecek. İşte bu usuldür. Belgede beş kilo domuz eti borçlu olduğu sabit olursa bu da esastır. İşte bundan önceki âyette zikredilen Allah’ın inzâl ettiği ile zikret ifadesi esasa hükmederken onların kendi şeriatları ile hükmet anlamı çıkar. Yani domuz onlara göre helal olduğundan sen de helal imiş gibi hükmet. Kur’an şeriatı ile değil de Tevrat veya İncil şeriatı ile hükmet anlamı çıkar. Burada ise böyle bir borcun olup olmadığını tesbit ederken esastan değil de usulden olduğu için burada Kur’an’a göre davran, ona göre olayları tesbit et.
Böylece önemli bir hüküm ortaya konmuş olur. Modern hukukta Türk mahkemeleri usul bakımından Türk hukuk usullerini uygularlar ama esasta yabancılara kendi kanunlarının hükümlerini uygularlar. Esasta kanunlar makabline işlemez ama usulde işler.
Böyle bir manâ verdiğimizde “En” harfi zaid olmuş olur. “Cae Ahmedün ve Enne Ahmede Alimün” cümlesi doğrudur. Ahmet geldi ve Ahmet gerçekten âlimdir diyebilirsiniz, atfedilen tahkik harfini getirebilirsiniz. O takdirde buradaki “En” “Enne”den muhaffedir. Fiile geldiği için “Enne” değil de “En” olarak zikredilmiştir.
Buna göre onlara kendi şeriatlarına göre hükmet ama usulde ise asla taviz verme demek olmuş olur. Kur’an’a göre hükmet anlamı çıkar. Burada emri vurgulu yapmış da yukarıda vurgulu yapmamıştır. Çünkü biz onların şeraitlerine göre hükmederken Kur’an’ın izin verdiği sahalarda hükmederiz. Yoksa bizim şeriatta baba oğlunu öldürebilir deyip de katil babayı cezasız bırakmayız. Zinanın serbestliğine izin vermeyiz. Faizli muameleye izin vermeyiz.
Anayasanın önemli bir hükmü ortaya çıktı. Merkez bucakları taşra bucaklardakilerin davalarına bakarken, esasta onların taşra bucaklarının mevzuatına göre hükmederler, usulde ise merkez bucağın mevzuatı ile hükmederler. Taşra bucağının mevzuatı ile hükmederken o mevzuatın icmalara aykırı hükümleri geçersizdir. Yani merkez mevzuatın bucaklarında âlimlerin ittifakı ile sabit olan hükümlere aykırı taşra bucaklarının hükümleri geçersizdir.
Madde-x5) Herkes kendi içtihadı ve kendi bucağının icmaı ile ilzam olunur. Yargılama usulünde merkezlerde merkez bucaklarının mevzuatı geçerlidir. Esasta ise icmaa aykırı olmayan taşra hükümleri geçerlidir.
Bazı yorumcular buradaki atfı kitaba yahut hakka yapmışlardır. Biz bu açıklamalardan sonra onların görüşlerine katılmıyoruz.
“Aralarında” dendiği zaman iki manâ anlaşılır. Bir taşra bucağa mensup olan iki taraf arasında anlamı çıkar. Bir de ayrı ayrı bucaklardan gelen veya ayrı ayrı mezheplerden gelen iki kişi arasında nasıl hükmedilecektir. Burada da iki şey ortaya çıkar, ayrı iki taşra bucağından gelen veya mezhepleri ayrı olan kimseler arasında hükmederken yine kendi kanunlarına göre hükmedecektir. İspat külfeti kime ait değilse onun mevzuatı ile hükmedilecektir. Örnek olarak biri diğerine alacak davasını ikame ediyorsa, örnek olarak domuz satmış ama parasını almamışsa:
- İkisi de Hıristiyan ise bu davaya bakılır. Çünkü Hıristiyanlara domuz eti helaldir.
- İkisi Yahudi ise bu davaya bakılmaz. Çünkü Yahudilikte domuz eti haramdır.
- Yahudi domuzu satmış da para istiyorsa bu davaya bakılmaz. Çünkü Yahudi şeriatında o mal değildir.
- Hıristiyan satmış da para istiyorsa bu davaya bakılır. Çünkü Hıristiyana göre sattığı domuz maldır.
Yani bir şeyi istihkak etmen için kendi şeriatında o hak olmalıdır. Bir şeyle borçlanabilmek için senin şeriatında o hak olmalıdır. Yani davacı olabilmek için senin şeriatında hak olmalıdır. Davalı iken de senin şeriatına göre borçsa borçlu olurdun.
Kamu davalarında ise merkezi bucakların mevzuatı geçerli olur.
بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ
(BiMAv ENZaLa elLAHu)
“Allah’ın inzâl ettiği ile.”
Burada cümle tekrar edilmiştir. Bununla hem daha önceden farklı manâ irade edilmiştir hem de tekit yapılmıştır.
“Allah’ın inzâl ettiği ile” denmiştir.
Arapçada “Mâ” ve “Ellezî” Türkçeye aynı şekilde tercüme edilir. “Ellezî” marifedir ve yalnız kastedilen şeyi ifade eder. Burada “Ellezî” gelseydi Kur’an kastedilmiş olurdu. “Mâ”da ise tamim vardır. Yani sana inzâl edilenin tümü ile hükmetmek anlamı çıkar.
Allah bir insana nasıl inzâl etmektedir?
Bütün deliller inzâldir. Yani her ne suretle olursa olsun, Allah bana böyledir diye bildiriyorsa o bana inzâldir. Başka bir ifade ile içtihadım bana inzâl olunmuştur. Hata etmiş olabilirim ama Allah bana içtihadınla hükmet diyor, sevabla hükmet demiyor. Allah beni böyle yaratmış ve benim gücümün yettiği ile amel etmemi emretmiş.
Buradaki emri yerine getirmemiz için içtihat yapmamız gerekmektedir. Yani içtihatla emrolunuyoruz. Bunu nerden öğreniyoruz, nerden istidlâl ediyoruz? “Billezî” demeyip de “Bimâ” demiş olmasından öğreniyoruz.
Peki, nasıl içtihat edeceğiz?
Her söze kulak vereceğiz. Yani konu ile ilgili kim ne söylüyorsa onlara kulak vereceğiz. Biz yedi milyar insanla tek başımıza istişare edemeyiz. O halde yedi milyar insanla irtibatımız olmalıdır, öyle bir teşkilatımız olmalıdır.
Her bucakta 10’a yakın ehl-i zikr âlim bulunur. Biz kendimiz ehl-i zikrden değilsek, bunlarla istişare edeceğiz. Bunlardan hangisi bize göre doğru biliyorsa ona soracağız. Onun bize verdiği fetva bizim için Allah’ın bize inzâl ettiğidir. Halk için Allah’ın inzâl ettiği budur.
Bucak âlimleri ise önce birbirleri ile istişare ederler. Bu istişare sonucu bir kanaate varırlar, bu da onlar için onlara inzâl edilendir. Ne var ki bu inzaller sözlü inzallerdir, kitap değildir. Halbuki bundan önceki âyette “sana kitabı hak ile inzâl ettik” deniyor. İnzâl kitaba dayanmalıdır. İşte, bir ehl-i zikr için kitaba ihtiyaç vardır, yani Kur’an’dan içtihat yapılmasına ihtiyaç vardır.
Bir il içinde 100’e yakın fakih bulunur, o fakihler konularla ilgili kitaplar yazarlar. Bu fıkıh kitaplarında deliller yoktur, sadece hükümler vardır. Örnek olarak; öğle namazı ile ikindi cem olur, kanla abdest bozulur, veresiye satış haramdır gibi hükümler bulunur. İşte ehl-i zikr olanlar fakihlerin bu kitaplarını tetkik eder, hangi fakihi daha âlim bulursa onun kitabı ile hükmeder. İşte onun için münzel olan kitap fakihlerden birinin yazdığı fıkıh kitabıdır.
Bir ülkede 1000’e yakın rasih bulunur. Bunlar 10’a yakın mezhep oluştururlar. Fakih bu mezheplerden birine katılır. O rasihlerin kitaplarını okur. Rasihler kitapları delilleri ile yazarlar. Sigara haramdır diyen rasih delilini de gösterir. Habistir, israftır, muzırdır gibi illetleri ortaya koyarlar. Fakih bunlardan bir rasihi değil de mezhebindeki bütün rasihleri tetkik eder. Her mesele için delilini uygun bulduğu rasihin görüşünü benimser. Kendisi de yeni görüş ortaya koyabilir. Rasihler ise içtihatlarını yaparken kendi mezheplerindeki rasihlerle müzakere ederler. Diğer mezheplerin de görüşlerini alarak kendileri doğrudan içtihat edip kitap yazarlar. Bu kitap delilleri de içerir. Bu da rasihe münzel olandır.
Ocaktakiler ittifak ederlerse onlara inzâl olunmuştur.
Bucak zakirleri ittifak ederlerse onlara o münzeldir.
İl fakihleri ittifak ederlerse o da onlara nâzil olmuştur.
Ülkenin rasihleri ittifak ederlerse o da ülkeye nâzil olmuştur.
İnsanlığın ittifakı insanlara nâzil olmuştur.
وَلَا تَتَّبِعْ أَهْوَاءَهُمْ
(Va Lav TatTaBiG EaHVAvEaHuM)
“Ve onların hevalarına tâbi olma.”
Buradaki “Hum” zamiri ile taraflar kastedilmiş olabilir, yani seni hakem yapanlar anlamında olur. Hükmet veya iraz ayetlerindeki hakemliği talep edenlere raci olmuş olabilir. Yani hükmederken tarafların arzularına göre hükmetme. Allah’ın sana inzâl ettiği ile hükmet.
Hakemlerin uzlaştırma şeklinde bir görevi ve yetkisi olmamış olur. Kur’an’ın ıslah edin âyetlerine aykırı olmuş olur. Bununla beraber tarafların hakemleri önce ıslah etmeye çalışırlar, yani aralarındaki nizaları uzlaştırarak çözmeye çalışırlar. Uzlaştırırlarsa başhakeme gerek kalmaz. Uzlaştırmaz veya uzlaşamazlarsa, o zaman hakemlere başvururlar. İşte, başhakemin tarafları uzlaştırma yetkisi ve görevi yoktur. Kendisine nâzil olanla yani içtihatla hükmedecektir.
Buradaki “Hum” zamiri yukarıda geçen “nâstan haşyet etmeyin, benden haşyet edin” emrinde geçen nâs kelimesine gider. Yani nâsın havasına uymayın.
Batılıların demokrasisi bu sebeple çalışmaz. Batılılar topluluğu halk yığını olarak kabul ederler. Ekseriyetin istediklerine göre hareket ederler. Böyle yapmak isterler.
Nâsın çoğuna tâbi olursan seni dalâlete götürür deniyor, Kur’an’da.
O halde demokrasi olmayacak mıdır?
Olacaktır, olmasına olacaktır ama “ekseriyet demokrasisi” değil “hicret demokrasisi” olacaktır. Kişi topluluğa katılıp katılmamakta serbest olacaktır. Kişi toplulukta kalıp kalmamakta serbest olacaktır. Ama katıldıktan sonra aralarında durdukça kendi çıkarlarının yanında topluluk çıkarlarını da gözetmek zorundadır. Topluluk çıkarını koruyan ve düşünenler, mallarını ve canlarını cennet karşılığı topluluğa satanlardır. Onlar kendi çıkarlarını değil topluluğun çıkarlarını düşünürler. Hakemler ise dengede tutarlar. Ne kişi yok sayılır ne de topluluk yok sayılır. Öyle hüküm verilir ki topluluk çıkarı ile kişi çıkarı dengede tutulur. Bazen tüm kişiler aksini isteyebilirler ama eğer o topluluğun zararına ise yöneticiler onu yapmazlar. Bu sebepledir ki bir defa devlet başkanı olunca bir daha devlet başkanı olamaz kuralı getirilmiştir.
Bize göre cumhurbaşkanları on yıllığına seçilmelidir. Beş yıl cumhurbaşkanı yardımcısı olmalıdır. Beş yıl da kendisi cumhurbaşkanı seçilmektedir.
Madde x6) - Başkan on yıllığına seçilir. İlk beş yılda başkan yardımcısı olur. Son beş yılda başkanlık yapar. Ondan sonra da onur başkanı olur.
Başkan, başkan olduktan sonra artık halkın heveslerini değil topluluğu düşünecek. Halk da kendi çıkarlarını düşünecek. Hakemler ise bunlar arasında dengeyi sağlayacaklardır. Bu denge şeriattır. Artık halkın istediği değil, topluluğun çıkarı ile birlikte halkın çıkarıdır.
İşte askeri müdahaleler bunun için meşrudur. Bütün anayasalarda örfi idare vardır.
وَاحْذَرْهُمْ
(VaXÜaRHuM)
“Onları hazer et.”
“Hızr” savaşta koruma aracıdır. Miğfer, zırh, kalkan bunlardandır. Çelik yelekler hızrdır. Karşı tarafın etkisini uzak tutmak demektir.
Masdar olarak onlardan hazer et denmiyor da onları hazer et deniyor. Yani onları etkisiz hâle getir anlamına gelmektedir. Onlar size devamlı saldırıp siz hep müdafaada kalmamalısınız, siz de gerektiğinde karşı harekete geçmelisiniz.
Bugün basın sürekli olarak iktidara saldırmaktadır. Sadece kötülükler ve zulümler anlatılarak devlet kötülenmektedir. İktidar, ordu, yargı yıpratılmaktadır. Buna karşı devletin tedbir alması gerekmektedir. Bu tedbir alma nasıl olacaktır? Basını susturursanız fısıltı basını hareket eder. Baskı ile hiçbir şey hallolmaz. Bunun için şunlar yapılacaktır.
- Kadrolu ülke yazarları olacak. Bunları siyasi partiler atayacak ve artık değiştirmeyecek. Bunların maaşları bütçeden verilecek ama bunlar istedikleri basın veya yayın organlarında denetimsiz yayın yapacaklardır. Basın suçu diye bir şey olmayacak, basın imtiyazı da olmayacaktır. Basın yoluyla işlenen suçların cezaları ağırlaştırılabilir.
- Basın organlarının dağıtılmasını, yayın organlarının işletilmesini devlet yapacaktır. Böylece basın özgür hâle gelecektir.
- Basın vergiden muaf olacak, sadece beşte bir kadar yeri devlet işgal edecektir, burada kamunun lehine yazanlar yer alacaktır.
- Herkesin okuma hakkı olacaktır. Bu hizmet bedel ödenmeden alınacaktır.
Bu yolla oluşturulan medya dengeyi sağlayabilir. Yazarlar maaş aldıkları devleti korurlar ama okurlarını da çoğaltmak isterler. Bu şekilde dengeyi bulurlar.
أَنْ يَفْتِنُوكَ
(EaN YaFTıNUuvKa)
“Sana fitne yapmalarından onları hazer et.”
Sana fitne etmelerinden onları uzak tut.
“Fitne” kelimesi üzerinde durmamız gerekmektedir. “Fitne” altın ve gümüşü ısıtarak onları cüruftan ayırmadır. Yani fitne demek sıkıntı içinde insanı eğitmek ve saflaştırmak demektir. İmtihan etmek de fitnedir. Bilgi ile değil de olaylarla imtihan etmek fitnedir.
“Sana fitne ederler” şeklinde ifade edilmiştir. Yani sana sıkıntı verirler.
Onların sıkıntı vermesindeki maksatları imtihan etmek değildir. Onlar kötülük yapmak için sıkıntı verirler. Allah ise bu sıkıntı ile kişiyi imtihan etmiş olur. Olgunlaşmanın yolu sıkıntı çekmedir. Peygamberler en çok sıkıntı çekmiş kimselerdir.
Bir işe başladığınız zaman o çok kolay gidiyorsa bilin ki o Allah’ın rızasına dayanan bir şey değildir. Hayırlı olan işe ilk başladığınız zaman kolay görünür. Belli bir gelişmeden sonra büyük sıkıntılar başlar. Bu suretle bazıları vazgeçerler, elenirler. İmtihanlarını kaybederler. Kaybetmeyenler imtihanları geçerler. İşte imtihanı kaybeden fitneye uğramış olur. Sonra sabredenler için önceki hâlinden daha ileri gelişme olur. Daha önce denedikleri için eski hataları yapmazlar. Ondan sonra yeniden bir düşüş olur. Bu sefer daha ağır imtihandan geçilmiş olur. Bu safhada da fitneye düşenler olur ve elenirler.
İşte bu imtihan böyle devam eder. Her seferinde fitne büyük olur. Ne var ki başarı durumu çok uzun sürer.
Müslümanların bugün uğradıkları hezimet de fitnedir. En ağır fitne Sovyetlerde geçirildi. Müslümanlara oralarda Türkiye’de yapılandan çok daha büyük zulüm yapıldı. İmtihanı kaybedip etmedikleri daha belli değildir. Bugün artık dinsizlik baskısı yoktur. Oralarda ilmî faaliyetler başlamalı, eskiden olduğu gibi büyük âlimler yetiştirmelidirler. Ne var ki oralarda henüz böyle bir başarıya doğru atılan adımlar yok gibidir. Kırgızistan’da bunun için beş sene kaldım. Çok ilgilendiler ama sosyalizm imtihanını yenemediler.
Sovyetlerden ve Çin’den sonra en büyük fitne Türkiye’de olmuştur. Türk milleti “Adil Düzen”e sahip çıkmakla bunu atlatmak üzeredir. Bu sayede ikinci Kur’an uygarlığı birinci Kur’an uygarlığından çok ileride olacaktır. Türk milleti 37 senelik dinsizleştirme fitnesine dayanmıştır. Demokrat Parti zamanında daha büyük fitneye uğramıştır. Zenginlikle fitne edilmiştir. Zenginler İslâmiyet’i bırakmışlardır. Şimdi zenginler ibadet yapmakta, tarikat içinde olmakta ama haram yemekten kaçınmamaktadır.
Önce herkes TL’yi kullanmakla, bununla borçlanmakla faiz içine düşmektedir. Herkes vergi kaçırmaktadır. Rüşvet meşru hâle getirilmiştir. Alışverişte yalan söylemek, hile yapmak maharet kabul ediliyor. İşte şimdiki fitne de budur.
Bu fitneleri Allah’ın izniyle Akevler Adil Düzen Çalışanları başarı ile atlatacaklardır.
Müslümanlar bugün zenginliğin peşine düşmüşler ve Allah’ı unutmuşlardır. İktidarda olanların da “Adil Düzen”den uzak olmaları budur. Hattâ iktidar olmayanlardan Adil Düzenci olmamakla öğünen Bayındır gibi acınacak profesörlerimiz hâlâ vardır. Çetin imtihandayız.
عَنْ بَعْضِ مَا أَنزَلَ اللَّهُ إِلَيْكَ
(GaN BaGWı MAv EaNZaLa elLAHu EiLaYKa)
“Allah’ın sana inzâl ettiklerinin bazısından fitne etmesinden.”
Onlara karşı tedbir al.
Fitne fiili mefulle geldiği gibi fitne “bi” harfi ile de gelmektedir. Onunla fitne edilmek, mesela makamla fitne edilmek, para ile fitne edilmek, ilimle fitne edilmek, şöhretle fitne edilmek gibi. Fitne bir de içinde fitne olunmak şeklinde geçmektedir; savaşta fitne edilmek, seçimde fitne edilmek, kazançta fitne edilmek gibi.
Bir de “An” ile zikredilmektedir. İyi bir şey, gerekli bir şey yapmaktan vazgeçirmek için “An” kullanılır. Bu fitne de “Adil Düzen”den vazgeçirme fitnesidir.
1993 yılının başında Recep Tayyip Erdoğan, Azmi Ateş ve Feyzullah Kıyıklık’ın organize edip finanse ettiği ve yakından tanıştığım: Prof. Hayrettin Karaman, Prof. Sabahattin Zaim, Prof. Ruşen Gezici, Prof. Nazif Gürdoğan;
Ve tanıştığım: Prof. Ahmet Tabakoğlu, Prof. İrfan Gündüz, Prof. Raşit Küçük, Prof. Abdülaziz Bayındır;
Uzaktan tanıdığım: Prof. Ömer Dinçer;
Ve benim tanımadığım: Prof. Mehmet Akif Aydın, Mehmet Yazıcı, Kerim Aytekin, Prof. Mehmet Erdoğan, Prof. Faruk Başer olmak üzere (14+3 kişiden) oluşmuş ilim heyeti, Erbakan’ı “Adil Düzen”den vazgeçirme fitnesini yapmışlar ama sonunda bunu başaramamışlardır.
Aynı fitneyi Oğuzhan Asiltürk partinin kapatılması tehdidi ile yapmış ve Erbakan 10 sene “Adil Düzen” çalışmalarını askıya almıştır.
Erbakan ömrünün son on senesi içinde “Adil Düzen”i yeniden sahiplenmişse de; arkadaşları hâlâ “Adil Düzen”e sahip çıkmamaktadırlar.
İşte bu âyet doğrudan bunlara hitap etmektedir.
[Yukarıda ismi geçen zevatın tamamını -kimini çok yakından, kimini uzaktan- tanıyorum, tanışıyoruz; başta Tayyip bey olmak üzere bazısıyla (Refah Partisi İstanbul il yönetiminde) yıllarca birlikte çalışmışlığımız vardır. O çalışmayı yaptıkları yıl İstanbul’daydım; bir kere olsun toplantılarına davet etmek bir yana, bu çalışmayı haber bile vermediler, gizli yaptılar, sonradan haberimiz oldu, yani bir kere bile bizi dinlemediler! Böyle ilmî çalışma olur mu?! Yazılan raporlardan elimize geçenlerin her paragrafına cevaplarımız verilmiştir; ilgilenenlere ulaştırabiliriz. Şahsen meseleye şöyle bakıyorum. Rivayete göre Yahya Kemal’in de bulunduğu İstanbul’daki bir mecliste, -ki bu mecliste bulunanların çoğu belli bir şiir zevkine, birikimine sahiptir; Divan Edebiyatımızdan binlerce gazel, binlerce beyit ezberlemişlerdir,- şöyle bir karara varılıyor: Meclistekilere bir hafta izin. Bu zaman zarfında her fert edebiyatımızdan en güzel, en mânalı, en derin, en âhenkli mısrayı seçip getirecekler. Böylece koca Divan Edebiyatımızın “şah mısrası” bulunacak. Bir hafta sonra meclis toplanıyor ve bulunan mısralar okunuyor. Gariptir; meclisin çoğunluğu şu mısrayı tercih etmiş: “Neler çeker bu gönül söylesem şikâyet olur.” Biz Adil Düzen Çalışanlarının durumu aynen bu mısrada anlatıldığı gibidir. Biz acımızı içimize atarız, gözyaşları içimize akar, derdimizi demek için ciltler dolusu kitap yazmayız. Şikâyet yiğide yaraşmaz. Durum tesbiti dışında geriye dönüp bakmaya, hatıralarla avunmaya gerek yok; biz gelecek için projeler, planlar yapmakla ve gücümüz nisbetinde bunları uygulamakla yani çok yönlü çalışmakla meşgul olmalı, uygulamalı denemeler yaparak “Adil Düzen Medeniyeti” projesini hazırlamalıyız... Biz şikâyet etmiyoruz, sadece “Kahrın da hoş, lutfun da hoş” diyebilecek mertebeye ulaşmaya çalışıyoruz... Geride kalanlar için hep söyleyip yazdığım ve yaptığım sadece bir şey var; selam, salât, dua, dua, DUA… RNE]
Sana nâzil olan içtihatlarına yani Allah’ın inzâl ettiklerinden seni vazgeçirmek isterler ama seni bundan vazgeçiremezler.
“Adil Düzen”e çeşitli fitneler gelmiştir. Saadet Partisi askıya almıştır; karşı çıkmamaktadır ancak ona sahip de çıkmamaktadır. AK Parti ise alenen bizzat genel başkanının ifadesiyle ‘ben “Adil Düzen”e karşıyım’ demektedir! Yani “Adil Düzen”den fitne edilmişlerdir.
Dikkat edilirse burada “An” kelimesi getirilmiştir. Hepsinden vazgeçmiyorlar, bazısından vazgeçiyorlar. “Adil Düzen”in dört yönü vardır: Siyasette Adil Düzen, ilimde Adil Düzen, ekonomide Adil Düzen, dinde Adil Düzen. AK Partililer ve Saadet Partililer dinde Adil Düzencidirler, bundan vazgeçmemişlerdir. Bu hususta cihatlarını fazlasıyla yapmaktadırlar. Ama siyasette ve ekonomide “Adil Düzen”e karşı cephe almışlardır. İlmde de tarafsızdırlar. [Bana göre; bizim yaptığımız ilmî çalışmalarımızla hiç ilgilenmediklerine ve kendileri de çalışma yapmadıklarına göre, cephe almışlardır. RNE]
Adil Düzen Çalışanları diyor ki: İnsan hayatı bir bütündür. Kapitalist olacaksanız her konuda kapitalist olmalısınız; siyasette ekseriyetçi olacaksınız, ekonomide faizci tekel olacaksınız, ilimde ateizme dayanan ilim yapacaksınız, dinde ise Hıristiyan olacaksınız. Sosyalizmde ise; siyasette tek partili olacaksınız, ekonomide devlet tekelcisi olacaksınız, ilimde tabiatçı olacaksınız, dinde ateist olacaksınız. Bunlar ancak kendi sistemleri içinde varlıklarını korurlar. Ben dinde İslâm/müslüman olacağım ama ekonomide faizci olacağım! Bu olmaz. Dünyada da başarıya götürmez.
İşte “Adil Düzen”e fitne yapmak isteyen kardeşlerimize bu âyet hitap ederek diyor ki; kitabın bazısını kabul etme, bazısını reddetme olmaz. Tamamını kabul ederseniz dünya ve âhiretinizi kazanırsınız, tamamını reddederseniz dünyayı kazanır âhiretinizi kaybedersiniz. Bazısını kabul eder bazısını reddederseniz ikisini de kaybedersiniz.
“Sana indirilenden” bahsetmektedir. Yani usulde kendi şeriatımıza göre hükmederiz.
AK Parti “yeni anayasa” getirmektedir ama “Adil Düzen Anayasası”nı getirmez. Zaten “Adil Düzen Anayasası” yukarıdan gelmez, halk getirir. Allah’ın onlardan istediği “Adil Düzen”in tebellüğü ve tebliğ etmeleridir; yani “Adil Düzen”i de tartışma içine sokmalarıdır. Örnek olarak televizyonlarda tartışma konusu yapılmalıdır. “Adil Düzen”e karşı olanlar orada bizimle tartışsınlar.
Bize karşı olan 14 profesör veya ilim adamından hiçbiri karşımıza çıkıp konuşamaz. Onlar ancak gizli gizli münafıklık yaparlar. Bu kadar ağır söylüyorum. Çıksınlar meydana diye söylüyorum. İslâmiyet’te hakkın gizlenmesi var mıdır ki 16 sene raporu gizli tutarlar.
Allah kendisinden razı olsun ki Hayrettin Karaman kendisinin ve Sabahattin Zaim’in raporlarını yayınladı, bunlar vebalden kurtuldular. Diğer kardeşlerimizin raporları hâlâ sır! Mesela, Prof. Abdülaziz Bayındır niye yayınlayamıyor, Prof. Ömer Dinçer niye yayınlayamıyor, Prof. Ruşen Gezici niye yayınlayamıyor...
Ölmeden önce tevbe edip bu raporları yayınlasınlar, biz de cevap verelim...
Ne Hayrettin Karaman ne de Sabahattin Zaim “Adil Düzen”e karşı değiller. Sadece eksiktir diyorlar, siyasette kullanılmamasını öneriyorlar. Burada haklıdırlar. Doğru, öğrenmeden uygulama olmaz.
Burada “sana vahyettiğimiz” denerek, kendi şeriatınla kendi içtihatlarınla hareket et denmektedir. Biz bu 14 (ondört) ilim adamına bizi onaylasınlar demiyoruz, bize uysunlar da demiyoruz. Bizimle ya hiç ilgilenmesinler yani gizli raporlar hazırlamasınlar ya da ilgileniyorlarsa karşımıza çıkıp tartışsınlar. Hak meydana çıksın, biz uymaya hazırız; onlar ister uysun ister uymasın, orası bizim değil onların sorunudur.
فَإِنْ تَوَلَّوْا
(Fa EiN TaValLav)
“Tevelli ederlerse.”
Biz yukarıda “hazer et”e manâ verirken, “sen sakın” değil de onları sakındır, onların sana fitne etmelerini önle manâsını vermiştik. Allah burada bizi teyit etti. Yukarıdaki “hazer et” kelimesine doğru manâ vermişiz ama eksik vermişiz. Biz “hazer et”e onları etkisiz hâle getir diye manâ vermiştik. Şimdi “tevelli ederlerse”den anlıyoruz ki, onları etkisiz hâle getir değil de, onları bu fitneyi yapmaktan vazgeçir; yani onlara ulaş, tebliğ et, anlat ve onları yanlış yaptıklarına inandır. Çünkü onlar kâfir değildirler. Onlar bilmedikleri için bunu yaptılar. Cahil oldukları için bunu yaptılar. O halde sen onlara anlatma yollarını ara.
Nedir bu yol?
Adil Düzen Partisi’ni kuracaksın. Halkı “Adil Düzen” içinde organize edeceksin. Önce halk siyasileri “Adil Düzen”i öğrenmeye zorlayacak. Siyasiler ister istemez “Adil Düzen”le meşgul olacaklar. Bu yeter. Bizim iktidar olmamız gerekmez. Tebliğ yapmamız yeterlidir. Dergi çıkarıp tüm vatandaşları faal hâle getirmeye çalışmalıyız. Bunun için istiharemiz vardır, Adil Düzen Dergisi’ndeki yazar sayımız otuzu bulursa dergi çıkaracağız.
Evet, dergimizde yazı yazdıkları halde yazmaktan vazgeçenler irtidat etmişlerdir. Onları imana davet ediyorum, hemen yazmaya başlasınlar. Sayımız otuzu geçsin de dergimizi çıkaralım. Hilmi Altın, Osman Eskicioğlu, Bünyamin Demir, Mehmet Hikmetumut başta olmak üzere, arkadaşlarımız bu irtidattan kurtulsunlar...
فَاعْلَمْ
(FaGLaM)
“Bil ki”
Kur’an bazı şartların cevaplarında “Fa’lem” kelimesini getirmektedir. “Bilesin ki Ahmet gelecektir.” Bizde tereddüt var ve dolayısıyla kesinliğini göstermesi için bil demektir.
Evet, “Adil Düzen”e karşı olan kardeşlerimiz; onlar bizi sevmese de biz onları seviyoruz, samimi olduklarını, iyi insan olduklarını biliyoruz. Onun için onlara bir kötülük gelmeyeceği kanaati ile yaşıyoruz. Allah bunun gerçek olduğunu ifade etmiş olmaktadır.
Saadetçiler ve Tayyip Bey bu musibetleri yaşadılar.
Ömer Dinçer’in elinden profesörlüğü alındı, o da musibet yaşadı.
Tevbe etmeyenler musibetlere uğrayacaklardır; burada “bunu bil” denmektedir.
Bir kere daha uyarıyorum; dergide yazı yazıp da vazgeçenlere de musibetler gelebilir.
أَنَّمَا يُرِيدُ اللَّهُ
(EanNaMAv YUvRiDu elLAHu)
“Allah sadece murad etmektedir.”
Biz dergimizi çıkarmaya devam eder de bu kardeşlerimiz katılmazlarsa; biz partiyi kurar, tebliğ eder, onlar hâlâ “Adil Düzen”e karşı direnmeye devam ederlerse, Allah onlara ceza vermek istemektedir. Başka günahlarından dolayı bu günahları işlemektedirler.
O zaman da bizim üzülmememiz gerekir, sıkılmamamız gerekir.
Allah’ın kulları ne isterse onlara onu yapar.
Burada görülüyor ki Kur’an’ın her âyeti bir formüldür. Formül yaşanan günlerin olaylarına uygulanacaktır. Makroda AK Parti’ye uyguluyoruz, mikroda ise dergi yazarlarımıza uyguluyoruz. Herkes kendi hayatında kendi olaylarına uygulayacaktır. Hayatta karşılaştığınız her olay Kur’an’da mutlaka örneklenmiştir. Bunu ancak Kur’an’la devamlı olarak meşgul olursak anlayabiliriz.
أَنْ يُصِيبَهُمْ
(EaN YUvÖIyBaHuM)
“Onlara isabet etmeyi.”
Eğer onlar kendilerine tebliğ, izar ve tebşir ulaştığı halde hâlâ “Adil Düzen”i kabul etmiyorlarsa, hâlâ yazı yazmıyorlarsa, Allah onlara isabet etmeyi murad etmiştir.
“Savb” demek yağmurun yerde oluşturduğu yaşlıktır. Savb yağmurdur. Fiil olarak yağıp yeri ıslatmak demektir. Atılan taş veya ok hedefine ulaşırsa isabet etmiş olur, etmezse hata etmiş olur. Yapılan işler uygunsa savab olur, uygun değilse hata olur.
“İsabet ettirmek” demek vurmak demek, yani hedefi vurmak demektir. Bu manâsıyla kötülüğü çarpmak demektir. Buradaki isabet budur. Taşlanacak, kurşunlanacak demektir.
Allah insanların bazılarını kötülük yaptıklarından dolayı dünyada cezalandırır. Bazılarını da imtihan edip derecelerini yükseltmek için isabet ettirir. Biz bilmediğimiz için isabeti genellikle imtihan için değerlendiririz. Mesela Ömer Dinçer imtihan vermiştir. Baskılara dayanmış ve siyasetten vazgeçmemiştir. Allah da onun makamını yüceltmiştir. Erdoğan da paniğe kapılmamış, onu harcamamıştır. Sonunda YÖK yola gelmiştir. Dolayısıyla musibeti her zaman şer saymamak gerekir. Musibet imtihandır, başaranlar geçer başaramayanlar kalır. Ama imtihana giremeyenler hiç geçme şansına sahip değildirler.
Demek ki mü’minler kendilerine isabet edenlere sabrederek devam edecekler ve sonunda sınıflarını geçmiş olacaklardır.
بِبَعْضِ ذُنُوبِهِمْ
(Bi BaGWı ZaNUvBiHİM)
“Onların zenblerinin bazısı ile”
“Zunûb” sabûr, şekûr, gafûr vezni üzere sıfatı müşebbehedir.
“Zenb” ise kuyruktur. Zenb günah olarak arkada saklanan, gizlenen, gösterilmeyen manâsındadır. Dolu kova anlamında manâlandırılmakta ise de etimolojik bir ilişki yoktur. Burada da “zenb” günah anlamındadır. O “zenebe yeznibu” bâbından sıfatı müşebbehedir.
“Zenb” bir defa işlenen suçtur.
“Zunûb” ise sürekli işlenen suçtur; daha doğrusu etkisi sürekli olan suçtur.
14 (17) kişinin hazırladığı rapor zunûbdur, çünkü kötülüğü hâlâ devam etmektedir.
Suçlardan bazıları vardır ki işlenir ve etkisi gider. Onun cezası işlendiği zaman verilir. Ama uzun zaman geçtikten sonra o fiiller müruru zamana uğrar, artık devam etmez.
Bir katile kısas yaparız, eğer suç o sene ispat edilmişse. Ama suç unutulduktan sonra fiil ortaya çıkarsa artık ona kısas yapmaz diyet ödetiriz.
Biz “Adil Düzen”i bıraksaydık, o raporu yazanlar zenb işlemiş olurlardı. Ama biz devam ettiğimize göre onlar zunûb işlemiş olmaktadırlar.
Biz dergiyi kapattığımızda biz zenb işlemiş olurduk. Yazmayanlar ise sorumlu olmazlardı. Otuz yazar olduktan sonra farz-ı kifaye durumuna gelineceği için o zaman da zenb işlemiş olmazlar. Şimdi zunûb içindedirler.
Evet, Allah bunlara çok büyük cezalar vereceğini söylemiyor. Bazısını cezalandıracaktır. Tekrar yazarlarsa o eski tembelliklerini de sormayacaktır demektir. Yeniden “Adil Düzen”i dinler, ne söylediklerini anlar ve içtihatlarını delillerine dayanarak ortaya koyarlarsa, onlar zenb dahi işlemiş olmayacaklardır.
Zunûb işleme bu demektir.
Sonra bunlar farz-ı kifayedir. Birileri yaptığı zaman artık yapmayanlara bir musibet isabet etmeyecektir. Eğer biz “Adil Düzen”i getiremezsek o zaman onlara isabet edecektir.
Allah’ın bunlara ne kadar merhametli olduğunu burada öğrenmiş olacağız. Çünkü bunlar bunu yaparken sadece Allah rızasını düşündüler de yaptılar ve yapıyorlar. Allah bu yolla Adil Düzen Çalışanlarını imtihan etmektedir.
Saadetçiler imtihanı kaybettiler.
İzmir Akevler Çalışanları imtihanları kaybettiler.
Elbette tekrar imtihana girebilirler.
Şimdi İstanbul’daki Akevler imtihandadır, ağır imtihandadır. Bakkalı çalıştıramadılar, ayakkabılık işletmesini uyutuyorlar. Bunlar tevellidir. İsabet beklenebilir.
وَإِنَّ كَثِيرًا مِنْ النَّاسِ
(Va EinNA KaÇIyRan MiNa elNASı)
“Ve insanların içinde çokları vardır.”
“Ahmet geldi, Hasan gitti, insanlar böyle gelip gider” cümlesinde üçüncü cümle beyan cümlesidir. Daha önceki olayları açıklamaktadır. Şimdi burada isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. Arap gramerciler buna hal cümlesi demektedirler.
Burada şu soru önemlidir: Buradaki “mine’n-nâs”ın içinde yukarıda bahsedilen insanlar yani “Adil Düzen”i reddedenler, dergide yazı yazmaya karşı olanlar dahil midirler, onlar da fasıklardan mıdırlar?
Yukarıda bazısını isabet ettirir dendiği zaman orada suçlu var ama suçlu grubu yoktur. Önce “eksera” kelimesini değil “kesiran” kelimesini kullanmıştır, çoğu değil de insanlardan çok fasık vardır demektir. İnsanların çoğu fasık olmayabilir. “Min” ile teb’iz yapmıştır.
“Nâs” kelimesini istiğrak için değil de bu şekilde “Adil Düzen”i reddedenler olarak da anlayabiliriz. Yani biz yukarıda bunların samimi olduklarını söylemiştik. Tebliğ ulaşmadığı için içtihatlarında hata etmektedirler. Yoksa bunlar fasık değildirler demiştik. Bu ifade o anlayışımızı teyit etmektedir. Şöyle ki, onların içinde kötü niyetliler, hainler de vardır, hem de çoktur diyor Kur’an. Onların suçları elbette fasıklıktır. Çoğu ise iyi niyetlidir.
لَفَاسِقُونَ(49)
(La FaSıQUvNa)
“Fasıktırlar.”
Fasıktırlar. Düzenin dışındadırlar. Bunların düzen içinde olma dertleri yoktur. Ellerinde imkân vardır. Bu imkânı kullanarak bir şeyler yapmak istememektedirler. Yapsınlar da ne yaparlarsa yapsınlar, değişmez.
İnsanların çoğu hiçbir şey yapmak istemezler. Yesinler, içsinler ve yaşasınlar.
İnsanların bir kısmı da yapmak isterler ama kurallar içinde değil de sadece yapmak için, kendileri için, başarmak için yaparlar.
Bugünkü siyasi partilerimizin durumu budur. Halkın hoşuna giderek oy alalım, iktidar olalım. İktidar olduktan sonra yine halkın hoşuna gidecek işler yapalım da iktidarda kalalım.
İşte bugünkü düzen budur. Fısk düzenidir.
Mü’minlerin işi ise düzenin korunması, şeriatın hâkim olmasını istemektir. Halkın şeriat içinde kalabilmesi için “Adil Düzen”i getirme derdindedirler.
Biz kimseye bir şey demeyelim, herkes kendisi düşünsün, kendisi ne yaparsa yapsın. Faizli düzen devam etsin, yalanı meşru gören düzen devam etsin, rüşvet devam etsin, hile devam etsin, aç kalanların canı çıksın, tok olanlar yaşasın; borçlanalım, halkı memnun edelim, biz iktidarda kalalım ama sonra devlet yıkılacakmış, çocuklarımız soykırımına uğrayacakmış, bize ne diyorsanız, siz fasıksınız demektir.
Bugünü düşünüp yarını düşünmeyenler fasıktırlar. Ama Türkiye’nin geleceğini, kendi çocuklarının geleceğini düşünenler muttakidirler. Kimsenin içini bilemeyiz. Herkes kendi kendisine düşünsün ve kararını versin.
Muttakilerin vasıflarını tekrar hatırlatalım.
a) Her söze, bu arada “Adil Düzen”i söyleyenlerin de sözlerine kulak verirler ve sözlerin en iyisine uyarlar.
b) İyilikte yardımlaşırlar, kötülükte yardımlaşmazlar.
c) Karşı taraf onları sevmese de onlar herkesi severler. Karşı çıkmaları onları ıslah içindir, imha için değil. Sen iktidardan in de ben çıkayım değil, sen orada sağlam otur diye muhalefet ederler.
d) Hükmettikleri zaman akrabaları olsa da adaletle hükmederler. Bu benim partimdir diye her şeylerini iyi görmezler, bu karşı partidendir diye her şeylerini kötü görmezler.
***
أَفَحُكْمَ الْجَاهِلِيَّةِ
(Ea Fa XuKMa eLCAvHiLiyYaTi)
“Cahiliyenin hükmü”
İnsanlık iki dönem geçirmiştir.
Birinci dönemde kişi yönetimi dönemi vardır. Kanun, talimat, nizam yoktur. Yöneticiler kendi yönetme kabiliyetleri ile kabilelerini yönetiyorlardı. Bu dönemde yazı yoktu. İnsanlar yazıyı bilmiyorlardı. İnsan 60 bin yıl önce yaratıldı. Yazı ise 6 bin senedir bilinmektedir, dolayısıyla kitap da yazılı şeriat da o zaman nâzil olmuştur.
Kur’an’ın gelmesiyle kişi yönetimi son bulmuştur, artık kural yönetimi gelmiştir. Kişi yönetimi sadece askerlikte kalmıştır.
İnsanlar kentleşmeye M.Ö. 6000 yıllarında başladılar. Yazı da o zaman ortaya çıktı. Zamanla kentleşme devam etti.
Kur’an nâzil olduğu zaman Hicaz’da Mekke ve Medine vardı. Arabistan çöl hâlindeydi ve insanlar cahiliye döneminde yaşıyordu. Cahiliye dönemi ancak yirminci asırda son bulmuştur. Cahiliye döneminde tüm hayat din ile düzenleniyordu.
Hazreti Nuh aleyhisselâm da düzeni dine dayalı olarak tesis etti. Hazreti Hud ve Hazreti Salih peygamberler de birer din adamı idiler.
Dinde ilk tartışma ilimde oldu, Hazreti İbrahim aleyhisselâm bu görevi yerine getirdi.
Ondan sonra siyaset/yönetim yani hukuk ayrıldı, bu da Hazreti Musa aleyhisselâm zamanında oldu; Harun dini, Musa yönetimi yüklendi.
Ekonominin ayrılması ise Hazreti Davut aleyhisselâm zamanında olmuştur.
Hazreti İsa aleyhisselâm lâik düzende dinin yerini belirledi.
Böylece cahiliye dönemi gittikçe son buluyordu. Peygamberler bu uygulamaları kendi cemaatleri içinde ayrı ayrı yaptılar.
Hazreti Muhammed aleyhisselâm geldi ve içtihat ile icma sistemini getirerek peygamberliğe son verdi. Yani insanlar artık kişiler tarafından değil, şeriatlar tarafından yönetilecekti. Ancak, insanlar cahiliye dönemine alışık oldukları için bir türlü hukuk/şeriat düzenine geçemiyorlar.
Meclis başkanı tarafsızdır. Meclis kendisi seçer. Siyasi partiler aday gösteremezler ama herkes aday gösteriyor. Başbakan bakanlara karışamaz. Bakan bakanlığını kendisi yönetir. Bu sebepledir ki bakanı görevden alma yetkisi yoktur.
Ama Türkiye’de karışılıyor! Ya cumhurbaşkanları yönetiyor ya başbakanlar yönetiyor. Bu yönetim şekli cahiliye dönemi yönetim şeklidir.
Kuvvetler ayrılığı vardır. Meclis kanun yapar, hükümet kanunları uygular ama hükümetin göndermediği bir tek kanun bile kabul edilmez. Kurallara göre hareket etmek cahiliye döneminden çıkmak demektir. Türkiye’de kanunlar vardır ama kanunlar uygulanmamakta, herkes bildiğini okumaktadır. Türkiye bu hâliyle cahiliye dönemindedir.
يَبْغُونَ
(YaBGUvNa)
“Bağy ediyorlar.”
Cahiliye dönemi gelsin; kanunlardan, nizamdan, talimatlardan kurtulalım da rahat hareket edelim istiyorlar. Anayasa uzunmuş. Anayasa kısa olacakmış, prensipleri içerecekmiş.
Neden?
Çünkü o zaman keyfî idare olacaktır.
Kanunlar anayasaya aykırı olamayacağına göre “mücmel anayasa” ile bütün kanunları yasaklayabilirsin, bütün kanunlara serbestlik verebilirsin.
Ne isteniyor?
Kurum ve kurulların görevleri belli olmasın ki herkes istediği gibi at oynatsın. Partiler istiyor ki anayasa mücmel olsun, biz rahatlıkla iktidarda istediğimizi yapalım. Muhalefet de bunu istiyor, böylece ben iktidarı kolay yıpratayım diyor. Ordu mücmel anayasa istiyor ki istediğimde müdahale imkânım olsun. Cumhurbaşkanı öyle istiyor. Hâkimler öyle istiyor.
Hâsılı herkes anarşiyi istiyor, terörü istiyor!
Oysa tek kanun kitabı olmalıdır, tek anayasa olmalıdır. Onun hacmi de Kur’an kadar olmalı, yani 600 sahife olmalıdır. Diğer yasalar sadece anayasayı yorumlayan yasa olmalıdır. Çünkü bugün var olan bizim kanunların sadece sayfalarını çevirmeye başlasanız ömrünüz biter, sayfalar bitmez, sayfalardan bir kelime okuyamazsınız! Yani o kadar çok kanun vardır ki, aslında kanun yoktur.
İşte, “Adil Düzen”e karşı çıkanlar böyle bir keyfi yönetim istiyorlar.
AK Parti öğünüyor; hâkimleri yola getirdim, polisi yola getirdim, askeri yola getrdim, üniversiteleri yola getirdim! Oysa hepsi yalan dünya, hepsi yalan düzen! Dediklerini yalan/yanlış değil de doğru kabul etsek bile; iyi halt etmişsin: Devleti cahiliye dönemine çevirmişsin!
Osmanlı İmparatorluğunda padişahlar son derece şeriat kurallarına uymaya çalışmışlar, hükümete müdahale etmemişlerdir. Şeyhülislâm fetva makamı olarak kalmıştır, her emir önce onun cevazından geçerdi. Onlar krallıkta/sultanlıkta “hukuk devleti” olmak istediler, bunlar cumhuriyette/demokraside “cahiliye dönemi” olsun istiyorlar!
Tevrat, İncil, Kur’an ve diğer mukaddes kitaplar atılıp ekseriyet kanunları ile insanlığı idare edenler cahiliye dönemini istiyorlar.
Mecliste en dönek kim varsa onun istediği kanunlar çıkar. Bir gün burada, diğer gün öbür tarafta olanlarla düzen yaz-boz tahtasına döner. Bu sebepledir ki meclis hükümetten gelen kanunları ancak görüşebiliyor. Yine bu sebepledir ki halk mümkün olduğu kadar eski iktidarı destekliyor. Çünkü başka türlü istikrar sağlanamıyor.
Cahiliye döneminden ilmiye dönemine geçmeliyiz. Artık kişi yönetiminin yerini şeriat yönetimi almalıdır. Şeriat da ilimle tesbit edilmelidir.
وَمَنْ أَحْسَنُ مِنْ اللَّهِ
(Va Man EaXSaNu MiNa elLAHı)
“Ve Allah’tan ahsan kim vardır.”
Burada soru cümlesi vardır ama inkar cümlesidir. Ondan daha ahseni yoktur demektir. Allah’tan daha ahsen kim vardır. Bu kâinatı yaratan bilmiyor da AB mi biliyor! Bu kâinatı ve insanları yaratan bilmiyor da Marx mı biliyor, Adam Smith mi biliyor!
Bu ne akılsızlıktır!?.
Diyebilirler ki Kur’an Allah’ın sözü değildir, Tevrat Allah’ın sözü değildir. Onun için biz aklımızla Allah’ın düzenini bulacağız ve ona göre amel edeceğiz. Haklı olabilirler. Napolyon Mısır’da öğrendiği fıkhı Avrupa’ya aklî hukuk olarak götürdü, rasyonel kanunlar yaptı. Bu yaptığı tekel sermayenin işine gelmedi, bu sosyal mühendisliktir dedi.
Ya nasıl olacak?
Halk ne isterse o olacak!
Halk dediği, kendi sermayesi ile temin ettiği ekseriyet ne isterse o olacak dedi! Salak salak bütün insanlar doların tesiriyle sermayenin emrine girdiler. Yani resmen kâinatı var edenin doğa ve sosyal kanunlarını bırakarak tekel sermayenin çıkarlarına tâbi olmuşlardır.
Bu şirk değil midir?
Şirkin ta kendisidir. Ekseriyet kararları şirktir, karşılıksız para şirktir, hem de Mekke’deki şirkten daha büyük şirktir.
Ben Kur’an’ı ilk okuduğum zaman, şirkin manâsını bilmediğim için Kur’an modası geçmiş şeylerden bahsediyor diyordum. Ama yaşlandıkça gördüm ki, Kur’an 1400 sene önceki şirklerden değil, günümüzün şirkinden bahsediyormuş.
Halk başkadır, topluluk başkadır.
Halk bugün yaşayanlardan ibarettir.
Oysa topluluk geçmişten geleceğe gider, ölüleri ve doğacakları da içerir.
Bugün yaşayanların günlük istekleri topluluğu yaşatamaz. Onun içindir ki hakemlerden oluşan yargı Meclis’in üstünde olacaktır.
حُكْمًا
(XuKMan)
“Hüküm olarak.”
“Hükmen” burada temyizdir. ‘Beş kilo borcum var’ olmaz, ‘beş kilo patates borcum var’ olur. Bunun gibi burada da “hükmen” kelimesi “ahsen” kelimesinin temyizidir.
Hüküm olarak ahsen kimdir?
Bir insan önce taraftır. Onun verdiği hüküm insanları var edenin hükmünden daha ahsen nasıl olabilir? Allah’ın yarattığı Allah’tan daha ahsen olacakmış! Hangi akıl bunu kabul eder? Ama onlar hayvanlar gibidirler, hattâ daha da edalldırlar.
لِقَوْمٍ يُوقِنُونَ(50)
(Li QaVMin YUvQıNUvNa)
“İkan eden kavim için.”
Buradaki “Lam” “hükm”e veya “ahsen”e taalluk edebilir. Yani ikan eden kavm için Allah’tan daha ahsen hükmeden kim vardır anlamı çıkar. Yahut ikan eden kavm için verilen hükümden daha ahsenini kim verebilir.
Birincisinde; Allah’ın hükmünün ahsen olduğunu görebilmek için yakin getiren olmalısın. Yani nefsinle değil de aklınla düşünmelisin. Gerçeği aramalısın. Bu takdirde görürsün ki Kur’an’dan daha ahsen hüküm yoktur.
Diğerinde ise; Kur’an’ın hükümleri akılsızlar için ahsen olmaz. Çünkü onlar düşünmeden, içtihat etmeden hareket ederler. O hükümleri uygulayamazlar. Uygulayamayınca da Kur’an’ın hükümleri ahsen olmaz.
Her iki manâ da doğrudur.