***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 17
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَقَالَتْ الْيَهُودُ وَالنَّصَارَى نَحْنُ أَبْنَاءُ اللَّهِ وَأَحِبَّاؤُهُ قُلْ فَلِمَ يُعَذِّبُكُمْ بِذُنُوبِكُمْ بَلْ أَنْتُمْ بَشَرٌ مِمَّنْ خَلَقَ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ (18)
وَقَالَتِ الْيَهُودُ وَالنَّصَارَى
(Va QAvLaTi eLYAaHUvDu Va elNaÖaRa)
“Ve Yahudiler ve Nasara dedi.”
Bundan evvelki âyetlerde; biz Nasarayız diyenlerden, Meryem oğlu Mesih’in tanrı olduğunu söyleyenlerden ve Kitap Ehli’nden bahsetmiştir.
Burada Kitap Ehli’nden değil de, yalnız Yahudi ve Nasara’dan bahsetmektedir. Yani bütün Ehli Kitap’tan değil, yalnız Yahudi ve Nasara’dan bahsetmektedir. O halde Ehli Kitap bunlardan daha geniştir. Hıristiyanlar, Müslümanlar, Budistler ve Hindular Ehli Kitap’tır. Laik hukuk düzenine (yani metinlerine) sahip olanlar da ehli kitaptır.
Yahudi ve Nasara’nın özelliği, kendilerinin seçilmiş topluluklar olduklarına inanmalarıdır. Burada Yahudiler ayrı Nasaralar ayrı dediler denmiyor, ikisi birden biz seçilmiş kavimiz demektedirler. Şimdiye kadar Yahudiler ve Hıristiyanlar bir olup da bu şekilde kendilerini dünyayı yönetmeğe memur ve mümtaz olduklarını iddia etmemişlerdir. Bu ancak 20. yüzyılın ilk yarısından sonra ortaya çıkmıştır.
Tekel sermaye dünyanın ekonomisini ele geçirince, Yahudi ve Hıristiyanlık dışı tüm dinleri ortadan kaldırmak ve tüm insanlığı bu dinlerin uzlaşması ile meydana gelen yeni bir dinle yönetme ilkesini benimsemiştir. Onlara göre; Yahudiler seçilmiş kavim oldukları için, Hıristiyanlar ise Tanrı’nın askerleri oldukları için, onlar Allah’ın oğullarıdır. Madem ki Hazreti İsa Allah’ın oğludur, ona tapanlar da Allah’ın oğludur. Dünyayı yönetmek onların hakkıdır.
20. yüzyılda, Birinci ve İkinci Cihan Savaşları’nda Yahudiler ile Hıristiyanlar arasında kanlı savaşlar olmuştur, daha doğrusu Yahudilere zulüm yapılmıştır. Ne var ki, gerek Birinci gerek İkinci Cihan Savaşları’nı Yahudiler çıkarmışlardır. Birinci Cihan Savaşı ile imparatorlukları yıkarak Filistin’de vatan oluşturdular. İkinci Cihan Savaşı’nda ise Yahudileri Filistin’de toplamak için Hitler’i araç olarak kullandılar. Böylece İkinci Cihan Savaşı sonrasında birleşip birlikte dünyayı nasıl yöneteceklerine karar verdiler. Önce dünyayı kapitalizm ve komünizm blokları olarak ikiye ayırdılar. Soğuk savaşla denge kurmaya çalıştılar. Türkiye’de başlayan dine dönüş hareketine zamanla katılan İran/Humeyni ve Rusya/Gorbaçov ile bu çatışma sona erince, Hıristiyanları ve Yahudileri birleştiren ortak düşman aradılar. İkiz kuleleri kendileri yıktılar ve bunu Usame bin Ladin’e mâl ederek tüm dünyayı İslâm âlemine saldırtmak istediler.
Bugün Yahudilerle Hıristiyanları birleştirmeye çalışan birçok mezhepler vardır. Bunların başında Yahova Şahitleri ve Evangelistler gelmektedir. Bunlar Yahudileri ve Hıristiyanları tek din içinde birleştirmeye çalışmaktadırlar. Bunların içinde Kur’an yoktur. İşte, onların felsefesi, onların Allah’ın oğulları olduğu, yani seçilmiş topluluklar olduğu anlatılmaktadır.
Demek ki buradaki âyet çağımızı anlatmaktadır.
“Yahudiler”den bahsederken “Hud” denmekte, “Yahudiler” denmekte, “Ellezîne Hâdû” denmekte ve “İsrail oğulları” olarak denmektedir. Daha çok “HVD” kökü geçmektedir.
“Hud” bir peygamberin adıdır, Hazreti Nuh peygamberden sonra gelen peygamberlerdendir. “Hade”nin tevbe etti, rücu etti anlamına geldiği lugatlarda yazılıdır. Bir yerde “hudna ileyke” denmektedir. Kelimenin ilk mânâsı bilinmemektedir. Kelimenin ilk mânâsı gözle görülen şeyin ismi olmalıdır. Eğer bir kelimenin ilk kökünü bulamıyorsak, o zaman onun akrabaları olan kelimeye gideriz. “HVD” köküne çok yakın “HDY” kökü/kelimesi vardır. Hidayet etmek, yol göstermek demektir. “Hadi” kılavuzdur.
“Hudna ileyke” demek, sana doğru yol aldık anlamına gelmiş olur. Ters yolda giderken şaşırmışken birileri size doğru yolu gösterirse “HVD” olur. Siz de o yola giderseniz Haid olursunuz. Baştan sorduğunuz yolu tutarsanız hadi olursunuz.
İsrail oğullarına “haid oldular” denmektedir. Yani doğru yolu buldular. “Yehud” kelimesi aslında fiil-i muzaridir ama isimleşmiştir. Başına bu sebeple harfi tarif (El-Yehudu) gelmiştir. “Türk” kelimesinin başına “el-Türk” gelir. “El-Arab gelir.
“Nasara” kelimesi: Hazreti İsa Nasıra’lıdır, yani memleketi Nasıra’dır. Bununla beraber havariler “biz Allah’ın ensarıyız” dediler. Dolayısıyla Hıristiyanların adı “Nasara” olmuştur; yardımcılar anlamındadır.
“Yahudiler”in kıyamete kadar görevleri bozulma, sonra tevbe etmedir. “Havd” kelimesi “avd” kelimesine de akrabadır. İsrail oğullarının kaderi devamlı bozulma ve düzelmedir. Başarılı oldukları zaman azarlar ve bozulurlar. Nitekim bugünkü durumları böyledir. Ondan sonra başlarına bela gelir, zulme uğrarlar ve bu sefer düzelirler. Yeniden refah bulurlar. Yeniden azarlar. “Yehudu” demek “yaudu” (döner) demektir.
“Hıristiyanlar” hep yardımcı (Nasara) olacaklardır. Önce Hazreti İsa’ya yardım ettiler. Sonra Roma ve Bizans devletlerine yardım ettiler. Sonra Yahudilere yardım ettiler, onların işçisi oldular, böylece bugünkü uygarlık oluştu. Şimdi de “Adil Düzen”e yardım edecekler ve “Üçüncü Bin Yıl Medeniyeti” böyle oluşacaktır. Onun için bunlar her zamana “Nasara” olacaklardır, yani ensar olacaklardır.
نَحْنُ أَبْنَاءُ اللَّهِ
(NaXNu EaBNAEu elLAHı)
“Biz Allah’ın oğullarıyız.”
Üstün olmanın yolu nedir?
Üstün olmak için ya asil ırktan olmak gerekiyor, ya da asil dinden olmak gerekiyor.
İşte, Hıristiyanların kendileri asil olmamakla beraber peygamberleri asildir. Dolayısıyla onlar asil topluluklardır. Yahudilerle Hıristiyanlar birleşirler, aralarında kavga olmazsa dünyaya hükmetmeye görevlenmiş olurlar. Yahudiler Hazreti İsa’yı Mesih kabul etmiyorlar, Mesih’i bekliyorlar. Hıristiyanlar da Hazreti İsa’nın geleceğini bekliyorlar. Yahova şahitlerinin felsefesi budur.
Madem ki Hıristiyanlar Mesih bekliyorlar... Madem ki Yahudiler de Mesih bekliyorlar... Mesih geldiği zaman öğreniriz... Hazreti İsa’nın kendisi gelirse, demek ki Mesih o imiş... Yok, eğer başkası Mesih’im derse, o zaman da Hıristiyanlar yanılmış olur... O halde birleşelim ve Müslümanları öldürelim ki Mesih gelsin...
İşte, yirminci yüzyılın fitnesi budur.
Yahudi ve Hıristiyanlar bu âyette marifedir. Herkes değil, bazıları hud olurlar. Mamafih dinlerde böyle saplantılar vardır. Müslümanlar da yalnız kendilerinin cennete gideceklerine inanıyorlar; oysa Kur’an bu inanışı tekzib ediyor.
İnsan kâinatta Allah’ın halifesidir. Kâinatı Allah dört varlık için yarattı; melek, cin, ruh ve insan. Bu dört yaratığın dışındakilerin bir değeri yoktur. Taş kendi varlığından habersizdir, dolayısıyla muhatap değildir. Bunlar içinde melekler ve ruhlar bâtın âlemin varlıklarıdır. Zâhir âlemin varlıkları ise insanlar ve cinlerdir. Cin sıcak cisimlerde yaşar, güneş ve yıldızların içinde yaşar. İnsan ise soğuk dünyanın ve gezegenlerin tek halifesidir.
İnsana çok büyük üstünlük verilmiştir. İyi insanlar melek ve cinlerden daha üstündürler. Kötü insanlar da onların çok altındadırlar. İnsanlar sıcak âlemde yaşayamazlar. Oysa cinler hem güneşte hem de gezegenlerde yaşayabilmektedirler. Ama insanlar bunların üstünde evrim yapabilen varlıklardır, dolayısıyla iyileri Allah’a en yakın olanlardır. Bu üstünlüğün şerefini koruyamayanlar ise esfel-i safiline uğrarlar.
Yahudi ve Hıristiyanların hataları budur.
Önce, tüm insanlar eşit şartlara sahiptir. Irk veya din mensubu ayırt edilmeyecektir. Diğeri ise iyi insanlar, kötü insanlar olur. Halbuki onlara göre mensubiyetle iyi veya kötü olunmaktadır. Her insan iyi veya kötü olabilir. İneğe tapan iyi bir Hindu da Allah’ın yeryüzündeki halifesidir.
وَأَحِبَّاؤُهُ
(Va EaXibBAEuHUv)
“Ve O’nun habibleriyiz.”
“Habbe” kabarcık demektir, tane demektir. Yuvarlak küçük parçalar habbedir. “Kubbe” kelimesi de buraya akrabadır. İnsan birisini sevdiğinde kalbinde sıcaklık hisseder. Sıcaklık da çıkan kabarcıklarla ortaya çıkar. “Muhabbet” kelimesi oradan gelir. Türkçede “kanım kaynadı” deriz. Bir annenin çocuğuna olan muhabbeti böyledir. Eşlerin birbirlerine duydukları sevgi böyledir. Genellikle çocuğunuz kötü de olsa onu seversiniz.
İşte, Hıristiyan ve Yahudiler Allah’ın kendilerini sevdiğini, kötülük yapsak bile bizi sevdiği için bizi cezalandırmaz derler.
Burada Yahudilerin yaptığı hata nedir?
Bu sevgiyi yalnız kendilerine tahsis etmekte, başka dinde olanları Allah’ın sevmediğini söylemektedirler. Oysa iyi insan nerede olursa olsun, hangi dinden olursa olsun o iyidir. Allah’ın habibidir. Allah kâinatı kendisi yaratmıştır, kendi eseridir. Kimse eserini bozmak istemez. Ne var ki insanı yüceltmiş, ona bozma imkanı vermiştir. Ama bozarsa da cezalandıracağını bildirmiştir.
Kur’an’da “Allah sizi sever” deniyor. Demek ki Allah’ın insanlardan sevdikleri vardır. Bunlar aynı dinden olanlar veya aynı ırktan olanlar değil, kendileri iyi olan kimselerdir. Her insan iyiliğin ne olduğunu, kötülüğün ne olduğunu bilir.
İşte, insanın kendi içtihadı ile amel etmesi bunun için emredilmiştir. Biz insanız, iyiliği ve kötülüğü ayırırız. Hata etsek de sorumlu değiliz. Hata etmememiz için Allah peygamberleri ve kitapları göndermiştir. Kişi onlara ulaşır, onların doğru söylediklerine kanaat getirir de onlara uymazsa, o kişi kâfirdir. Yahut kendisine anlattığın zaman ‘bana anlatma’ deyip reddederse, o da kâfirdir. Allah işte bunları sevmez; bunlar ister Hıristiyan olsun, ister Yahudi olsun, ister başkaları olsun, fark etmez.
قُلْ
(QuL)
“Söyle”
Emir kimedir?
Her halde Hazreti Muhammed’e emir olamaz. Çünkü o zaman böyle bir Yahudi ve Hıristiyan ittifakı yoktu, hep birlikte böyle bir şey söylemiyorlardı. O zamanın en ileri Yahudi merkezi Medine idi. Bizans İmparatorluğu’ndan kaçanlar oralara yerleşmişti. Hıristiyanlarla Yahudiler arasında en yakın dostluk yirminci yüzyılda kurulmuştur.
O halde “söyleyecek olan” şimdi biziz, bu emri bize söylemektedir.
Batı henüz bizi tanımamış, muhatap almamıştır. Erbakan’ı muhatap almadı. Ama AK Parti’yi muhatap aldı. AK Parti de görevden kaçtı, artık bunu söyleyecek durumu yoktur.
Şimdi insanlık ikinci Erbakan’ı beklemektedir.
Bu seçimden sonraki seçimde böyle bir zatın zuhur etmesi beklenmektedir.
İşte o kimse yani yeni Erbakan, Hıristiyan ve Yahudilere diyecek ki; siz dünyayı yönetmeye yetkili olduğunuzu söylüyorsunuz ama durum öyle değildir.
Türkiye bunu nerede söyleyecek?
-Birleşmiş Milletler’de söyleyecek...
Türkiye nerede söyleyecek?
-NATO’dan çıkacak ve çıkma gerekçesi olarak bunu söyleyecek. NATO’da Türkiye’den başka Hıristiyan olmayan bir ülke var mı? Türkiye’yi de sadece İslâm birliğine önderlik yapmasın diye AB kapılarında bekletiyorsunuz.
İşte buraya yazıyoruz:
-Gelecekte bu sözleri siz de duyuracaksınız, onlar da duyacaklar…
فَلِمَ يُعَذِّبُكُم بِذُنُوبِكُمْ
(Fa LiMa YuGaüÜiBuKuM Bi ÜuNUvBiKuM)
“Zenblerinizden dolayı neden sizi ta’zib etmektedir.”
Hıristiyan âlemi huzursuzluk içindedir. Yirminci yüzyılın en büyük savaşları Hıristiyan devletler arasında olmuştur. Ruslar da Hıristiyan, Papalık da Hıristiyan. Çin ile Ruslar arasında çatışma olsa ABD ne tarafta yer alacaktır, AB ne tarafta yer alacaktır?
Bugün küresel tekel sermaye bile krizler içindedir, sömüren ve sömürülen devletlerin desteği ile ayaktadır. Avrupa’da ve Amerika’da zenginler lüks içinde yaşarken, sokaklarda sabahlayan evsiz halk vardır. Çin sosyalist ülke olmuş ama birliğini korumaktadır. Sizin ne gibi bir ayrıcalığınız vardır ki siz kendinizi Tanrı’nın temsilcisi kabul ediyorsunuz.
“Zenblerinizden dolayı azab”dan bahsetmektedir.
Demek ki zenblerden dolayı bu dünyada azab vardır.
Bu azap nasıl olacaktır?
Azapların çeşitleri vardır.
- 1) Zelzele olur. 2) Sel olur. 3) Fırtına olur. 4) Yangın olur. Bunlar doğal âfetlerdir.
- 1) Salgın olur. 2) Kıtlık olur. 3) Savaş olur. 4) Fitne olur. Bunlar da sosyal âfetlerdir.
Hıristiyan ve Yahudiler bunları yaşamıyorlar mı?
Batı bu dönemde dünyada en güçlü seviyeye çıktı. Bugün de bu durumunu korumaktadır. Şimdi tam tepe/zirve noktadadır. Artık insanlık uyanmaktadır. Çin tamamen devreye girmiştir. Kaddafi bile Batı’ya kafa tutabilmektedir. O halde üstünlüğünüz nerde?!.
Hıristiyanların ve Yahudilerin günahları nelerdir?
- Başta şirk koşmaktadırlar. Kendilerini tanrı yerine koymakta, dünyayı dinsizliğe götürmektedirler.
- İkinci günahları olarak zina yasağı ve kısas gibi şeriat hükümlerini ayaklar altına aldılar. İnsanlığı ahlaksızlığa zorlamaktadırlar. Okullar, sinemalar, medya, eğlence yerleri hep ahlaksızlığı yayma çabası içindedir.
- Ekonomide faizi meşru yaparak insanlığı sömürmektedirler. Böylece insanlık büyük ıstıraplar içindedir.
- İnsanları birbirleri ile savaştırarak biz hakimiyetimizi koruyalım diyen sömürü sermayesinin silahlı orduları hâlindedirler.
Bu azapları çekmektesiniz...
Ama asıl büyük bir azap daha sizi bekliyor...
Papalığın desteği ile İslâmiyet ile birleşenler, tüm dünya insanlarını barışa çağıranlar; işte onlar kurtulacak, diğerleri helâk olup gideceklerdir.
بَلْ أَنْتُمْ بَشَرٌ مِمَّنْ خَلَقَ
(BaL EaNTuM BaŞaRun MinMan PalaQa)
“Siz Allah’ın halk ettiği beşersiniz.”
“Bel” harfi kendisinden önce gelen cümleyi ne tekzib eder ne de tasdik eder. Ondan sonra gelen cümleyi tasdik eder, teyit eder. Evet, sizin içinizde ve diğer insanların içinde O’nun oğlu değil ama Allah’ın halifesi olanlar vardır. Sizin ve diğerlerinin içinde Allah’ın sevdiği kullar vardır. Ama sizin bir ayrıcalığınız yoktur. Diğer insanlarla aynısınız. Aynı kromozomları ve aynı genleri taşıyorsunuz. Kanda asalet yoktur. O’nun oğlu değil yaratığısınız.
“Adem” siyah deridir. “Buşr” ise tüysüz deridir. Hazreti Adem tüylü yaratıldı. Yasak ağaçtan yeyince tüyleri döküldü. Bugün yeryüzündeki tek tüysüz canlı insandır. Biz Adem oğullarıyız, Adem değiliz. Biz beşeriz. Hazreti Adem ise meyveyi yemeden önce “Adem”di; yedikten sonra “beşer” olmuştur.
Canlıların deri örtüleri vardır.
Ne işe yarar?
Canlıların birbirlerini tanıması için değişik şekilde vücut örtüleri sahibidirler. Böylece erkek dişisini tanır, anne yavrusunu tanır.
Canlılar düşmanlardan korunmak durumundadır. Kendilerini gizlemek için de vücut örtülerini kullanırlar.
Canlılar soğuktan ve sıcaktan korunmak için vücut örtülerini kullanırlar.
Canlılar dışarıdan gelecek darbelere ve mikroplara karşı da vücut örtülerini kullanırlar.
Her canlı yalnız bir çevrede yaşayacak şekilde yaratılmıştır. Dolayısıyla değişik kıyafete gerek yoktur.
İnsanlar hayvanlardan çok farklıdır. İnsanlar değişik topluluklar oluştururlar. Her topluluk ayrı elbise giyer ve kendilerini o şekilde gösterirler. Kadın kadın elbisesini, erkek erkek elbisesini giyer. Kadın evli olup olmadığını gösterecek elbise giyer; koca arıyorsa nasıl koca aradığını göstermek için de özel elbise giyer.
İnsanlar kendi durumlarını, mesela yoksulluklarını göstermemek için evlerinde ve köylerinde başka elbise giyerler, uzak yerlere ve toplantılara gidince başka elbise giyerler. İnsanlar değişik iklimlerde yaşamak ve değişik mevsimlere uymak için değişik elbiseler giyer. Bugün insanlar uzaya gidiyorlar. Bu ancak farklı elbise giymekle mümkündür.
O halde insanlar çıplak yaratıldılar ki her yere uygun elbise giysinler, oranın şartlarına uysunlar ve her yerde yaşasınlar.
İşte bunu ifade etmek için; “Sümme izen entum beşerun tenteşirun / Sizi topraktan yarattı, sonra birden her tarafa yayılan beşer oldunuz.” denmektedir. Burada “Sümme” kelimesini kullanmasının sebebi vardır. Hazreti Adem yaratıldıktan sonra belli bir zaman içinde tüylü olarak yaşadı. Hattâ çocukları oldu. O çocuklardan biri kardeşini öldürdü, kaçtı, kuzeye gitti ve orada neslini türetti. Onlar Neandertal insan oldular.
Sonra Hazreti Adem ile Havva yasak ağaçtan yediler. Birden tüyleri döküldü ve beşer oldular. Ondan sonra elbise giyerek yeryüzüne, hattâ göklere bile intişar etmişlerdir. Neandertal insan yeni şartlara ve iklim değişikliklerine uyamadığı için helâk olup gitmiştir. “Sümme”den sonra “İzen”in gelmiş olması, değişmenin birden olduğunu ifade eder.
Siz yaratılan bir beşersiniz. Tüm insanlar gibi aynı genleri taşıyorsunuz. Sizin diğer insanlardan bir farkınız yoktur.
İnsanlar çoğalınca ayrıldılar ve birbirlerinden uzaklaştılar. Zamanla dilleri değişti, ayrı ayrı kavimler oldular. Buradaki intişar tarım döneminden önceki göçebe dönemini anlatmaktadır. Bundan sonra da uzaya açıldığımız zaman beşerun tenteşirun oluruz. Bu farklılık insanların farklı tanrılara tapmaya başlamalarıyla sonuçlanmıştı. Her kabile kendi dilindeki tanrıya tapar, diğer kabileleri kendi tanrılarına düşman sayardı. Biz şimdi Kur’an’a inanmayanları nasıl Tanrı’nın düşmanı kabul ediyorsak, onlar da öyle yapmaya başlamışlardı.
İşte, ilk defa Mezopotamya’da insanlar bir araya gelerek kentleşmeye başladılar. Tanrılar arası savaş yerine tek Tanrı’ya tapma öğretisini Hazreti Nuh getirmiştir. Hazreti Nuh kendi ülkesinde bu sorunu çözmeye çalışmış, arkasından gelen Hazreti Hud ve Hazreti Salih peygamberler de tek Tanrı’ya inanmayı getirmişlerdir. Bunun anlamı şudur. Tüm insanların Tanrı’sı birdir. Şeytanın Tanrı’sı da aynı Tanrı’dır. Sonra Hazreti İbrahim peygamber geldi ve tüm insanlığı Hazreti Nuh’un şeriatına çağırdı.
İşte Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslâmiyet, hattâ Budizm ve Hinduizmin görevi insanlığı barışa götürmektir. Bunların kendilerini diğer insanlardan farklı görmeleri ve üstün saymaları ise varlık hikmetlerine aykırıdır.
Evet, insanlığı barışa götürme görevini Allah’ın onlara vermesi bir fazilettir. Ama bu fazilet ırktan değil görevden ileri gelmektedir. Üstünlük görev yetkisi anlamındadır. Kişinin üstünlüğü yoktur, görevin üstünlüğü vardır.
-Ehliyete göre görev vardır.
-Göreve göre de yetki vardır.
-Yetkiye göre sorumluluk vardır.
-Sorumluluk kadar da hak vardır.
Yani üst göreve atananların hakları üstün olabilir ama sorumlulukları da yüksektir.
Ne bir dine mensup olmak ne de bir kavme mensup olmak bir üstünlük sağlamaz, görevli olup olmama üstünlük sağlar. Kur’an gelmeden önce Allah belli kavme peygamberler göndermiş ve onlara görev vermiştir. Kur’an’dan sonra ise artık yeni peygamber gelmeyecek, yeni kitap gelmeyecektir.
Kur’an’dan sonra artık atanmış görevli yoktur. Bütün mü’minler atanmışlardır. Tevrat’a, Kur’an’a, İncil’e göre, Vedalara göre, Burhanlara göre düzen kurulacaktır. Askerliğe katılanlar mü’min olacaklar, katılmayanlar ise müslim olacaklardır.
İşte, seçilmiş olanlar yani görevli olanlar bu görevlilerdir. Dünyanın güvenliğini bunlar sağlayacaktır. Bir kavme veya bir dine mensup olma artık fark etmeyecektir.
Burada bir şey daha hatırlatmamızda yarar vardır.
Din ile siyaset arasındaki ilişkiler nasıl olacaktır?
Din kişileri ele alacak ve zor kullanmadan onları eğitecektir. İnşaat malzemesini üreten fabrikalar gibidirler. Malzeme üretirler. Sonra siyasiler ve iş adamları onları organize eder, üretim yapar ve yapıları kurarlar.
İnşaat malzemesi üretenler malzemeyi tüccarlara satarlar. İnşaatçılar tüccardan malzemelerini alırlar. Topluluklarda da dinler ve medreseler insan yetiştirirler ve arz ederler. Siyasiler ve meslekî kuruluşlar ise bu malzeme ile sosyal ve ekonomik yapıyı oluştururlar.
Demek ki sorun iş bulma sorunudur. Yani yetişmiş insanların kendilerine iş bulmaları gerekir. İnşaatçılar malzemecileri bulup bana şöyle malzeme yap demezler; malzemeciler inşaatçılara beğendirecek malzeme üretirler. İşte, din ve ilim adamları da yetiştirdikleri insanları iş adamlarına ve siyaset adamlarına beğendirmeye çalışırlar. Siyasiler ve iş adamları da mevcut insanları değerlendirmek zorundadırlar.
Yahudiler âlimlerini, Hıristiyanlar din adamlarını yetiştirmekle, Müslümanlar ise bunları organize ederek insanlığın güvenini sağlamakla yükümlüdürler. Belki de Budistler ve Hindular ise yeryüzünün üretimini organize edeceklerdir.
Henüz tam olarak nasıl işbölümü olacağını bilememekteyiz.
Bu görevlerin bölüşülmesi için önce her ülkede her dinden insanlar bulunmalıdır. Çin’de Hıristiyanlık ve Müslümanlık olacaktır. İstanbul’da da Hindular ve Budistler bulunacaktır. Bunun için yeryüzünde kıta merkezleri oluşacaktır. Bu merkezlerden biri de İstanbul’dur. İstanbul’da tüm dünya devletlerinin birer bucağı, hattâ ilçesi olacaktır. Dolayısıyla her din mensubu İstanbul’da yer alacaktır. Pekin’de de öyle olacaktır.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda bunlar yer almaktadır.
Hedef nedir?
Hedef insanlığın barışıdır. Bu sebepledir ki Hak dinlerin ortak adları selam/barış dinleridir. Kur’an ehlinin adı ehl-i İslâm değildir, ehl-i imandır. Nasara ehli din ehlidir. Şüphesiz her din mensubu her konuda insan yetiştirecektir ama zamanla birileri bir alanda başarılı olacak, o alanda hakim olan o din olacaktır.
“Beşer” kelimesi iyice değerlendirilmelidir. Bu işbölümü içermektedir.
يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ
(YaĞFiRu MaN YaŞAyEu)
“Meşieti olanı mağfiret eder.”
“Ğafara” örtmek demektir. “Ğafara lehu” onun için onun lehine örttü demektir. “Affetmek” suç işledikten sonra o suçun cezasını vermemektir.
“Mağfiret etmek” demek, suçu işlemediğini kabul etmek demektir.
Mağfiret ve affın mânâları; biri mahkum edip ceza vermektir, biri de hiç muhakeme etmemektir. Acaba hangisi muhakeme etmemektir, hangisi muhakeme edip ceza vermektir?
Şimdiye kadar verdiğim mânâlarda; “mağfireti” suçu sabit görüp ona ceza vermemek şeklinde, “afvı” ise suçu silmek şeklinde idi. Buradaki “Li” harfi şimdi beni başka türlü düşündürdü. “Mağfiret etmek” muhakeme etmemek, suçu görmemek demektir. “Afv” ise suç sabit olduktan sonra cezasını silmek demektir şeklinde yorumluyorum. Sizler de düşünün; eski görüşüm mü, yoksa yeni görüşüm mü doğrudur? Gerçi iki istidlal değişmektedir. Ne var ki sonuçlarda bir değişiklik yoktur.
Burada usul üzerinde bir açıklama yapabiliriz.
Acaba bu yorumları nasıl yaptık?
Önce afv ve mağfiret aynı anlamdadır. Bu hususta icma vardır. Şimdi bizim bu iki kelimeye farklı manâ vermemiz gerekir. Biz farkı böyle tesbit ettik. Siz farkı başka bir şekilde tesbit edebilirsiniz. Sizinki de doğru, benimki de doğru olabilir. Çünkü âyet bir o manâsıyla bir de öbür manâsı ile indirilmiş olabilir.
“Yeşau”nun faili olarak aynı iki manâ üzerinde durabiliriz. “Yeşau”nun faili “Men” olabilir yahut “Allah” olabilir. Yani mağfiret edilmesini isteyenin günahlarını mağfiret ederiz anlamı çıkar. Yani tevbe eden ve yaptığından pişman olan kimseleri mağfiret ederiz deniyor. Yahut fail “Allah”tır. O zaman Allah meşiet ettiğinin günahını mağfiret eder demektir.
Şimdi Hıristiyanlara ve Yahudilere hatırlatıyor. Eğer siz şimdiye kadar yaptıklarınızdan vazgeçerseniz, artık yukarıda saydığımız günahlara devam etmezseniz, Allah sizin günahlarınızı görmeyecek ve sorguya bile almayacaktır demektir.
Dinsizlikten ve ahlaksızlıktan vazgeçeceksiniz.
Faizden, sömürüden ve zulümden vazgeçeceksiniz.
O zaman biz sizin günahlarınızı görmeyeceğiz, diyor Allah.
Bugünkü uygarlığı Hıristiyanlar ve Yahudiler oluşturdular. İslâm uygarlığından yararlanarak teknik ve ekonomide hamle yapmışlardır. Dinler yaşlanmış, bâtıl itikatlara dalmış ve şeriatı bozmuşlardır. Düzenin değişmesi gerekiyordu. Bunun için geçici olarak dinler mağlup olmalıydı. Faizli sistem denemesi zorunlu idi. Faizli sistem olmasaydı sermaye terakümü olmaz ve bugünkü uygarlık doğmazdı. O halde, evet, onlar günah işlediler ama Allah onlara bu günahları işleme iznini vermiştir. Şimdi ise artık öyle bir şeye ihtiyaç yoktur. Dolayısıyla artık tevbe ederlerse Allah eski günahlarını sormayacaktır. Ama devam ederlerse, şimdi de o günahları işlerlerse, o zaman onları cezalandıracaktır.
وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ
(VaYuGaüÜuBu Man YaŞAEu)
“Ve meşieti olanı azab eder.”
“Men”den sonraki cümlede “Men”e giden bir zamir olması gerekmektedir. “Yeşau”daki zamir “Men”e gitmektedir. Yani, Allah kimi isterse onu mağfiret eder, kim isterse de ona azab eder manâsının verilmesi asıldır. Bununla beraber mef’ul olan “Men” de hazfedilmiş olabilir. Yani “YeşauHu” asıldır, “Hu” hazfedilmiş olur. Hazfetmek hazfetmeden evvel olduğu için burada isteyen Yahudi ve Hıristiyanlara azab ederiz manâsı çıkar. Yani tevbe etmeyip ‘hayır, biz eskisi gibi faize, hırsızlığa, fuhşa ve isyana devam edeceğiz diyorlarsa, Allah onları da ta'zib edecektir.
Faili “Allah” yaparsak dahi Allah gelişigüzel affeder veya azab eder şeklinde değil, diğer amellere bakarak mağfiret eder anlamı vermek zorundayız. Allah’ın adaleti bunu gerektirir. Her halükarda bu âyet Yahudilerin ve Hıristiyanların artık bu yaptıklarından vazgeçmelerini istemektedir.
Burada bir şey daha sorulabilir. Muhatap olan Hıristiyanlar onların din adamları mı, yoksa siyasileri veya halkı mıdır? Biz Nasarayız diyenler olarak alırsak, Hıristiyan olsun olmasın kendilerini Hıristiyan sayanların hepsine hitap etmektedir. Din adamları zinaya ve faize dalmamışlarsa onlar muhatap değildirler. Katolikler faizi meşru saymamışlardır. Protestanlar faizi meşru görmüşlerdir, bundan dolayı buradaki muhatap onlardır. Ortodoks veya Katolik din adamları değildir.
İlk bakışta Protestanlar İslâmiyet’e daha yakın gibidirler. Ne var ki bunlar iyi niyetli değildirler, sömürü sermayesinin oyuncağı olmuşlardır. Sonra da faizi helal kılma, kısası ortadan kaldırma gibi günahlar işlemişlerdir. Biz onları kendimize daha yakın bulamayız.
وَلِلَّهِ
(Va LilLAHi)
“Ve Allah’ındır.”
Fiil cümlesinden sonra isim cümlesi gelmiştir. Bu takdirde bu cümle hâl cümlesidir. Yahudiler ve Hıristiyanlar biz Allah’ın çocuklarıyız dediler, oysa yerin ve göklerin mülkü Allah’ındır. Çocukları olsaydı O’nun mirasçısı olurlardı.
Demek ki bu nahnu'nun veya ebnaûn'un hâlidir.
Niçin çocuklar vardır, niçin miras vardır; bu âyet onu izah etmektedir.
Çocuklar vardır, çünkü baba ölümlüdür. Çocuk olmazsa onun malı mülkü havada kalır, sahibi olmaz. Oysa Allah lâyemuttur, dolayısıyla O’nun oğula ihtiyacı yoktur.
Buradaki “Lam” mülkiyet içindir. Şimdi mülkiyetin anlamı nedir, onu tesbit etmemiz gerekir. Mülkiyetin anlamı, sahibi olduğunuz malı istediğiniz şekilde tasarruf edersiniz. İsterseniz başkasına verirsiniz, isterseniz yer bitirirsiniz, isterseniz yakıp yıkarsınız. Batılılar buna “mutlak mülkiyet” demektedirler.
İslâmiyet’te böyle bir mülkiyet yoktur. Böyle bir mülkiyet yalnız Allah’a aittir. İnsanlar mâlik değil zilyet sahibidirler, yani malı korumak ve bakımını yapmak karşılığında ondan yararlanma hakları vardır. Semavat ve arzın ve aralarında bulunanların mâliki Allah’tır. Biz O’nun görevlisi ve yetkilisi olarak üzerinde tasarruf eder, karşılığında yararlanırız. Bunun başka anlamı, biz mallar üzerinde istediğimiz tasarrufları yapamayız. Ancak şeriatın izin verdiği işleri yaparız. Mesela, tarlamıza tütün ekip de insanları zehirlemek için kullanamayız. Şeker pancarı ekebiliriz. Sonra tarlamızı istediğimiz zaman ekip istediğimiz zaman boş bırakamayız. Böyle yaparsak elimizden alırlar. Osmanlılar üç sene ekilmeyen tarlaları o kişilerin elinden almakta idiler.
Biz bunu şöyle geliştiriyoruz. Devlet vatandaşın elinden başka vatandaşa vermek üzere her zaman toprağı elinden alabilir. Bunun için toprağın vergi değerinin iki katını vermesi gerekir. Toprağın değeri de geçmiş on yılda ödediği öşrün on katıdır.
مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ
(MüLKü elÖaMAVAvTı Va ElEaRWı)
“Semavat ve arzın mülkü.”
Kur’an’da semavat ve arzın mülkünün Allah’a ait olduğu 18 yerde geçmekte, bu sûrede de dört defa geçmektedir. Biri bundan önce geçmişti. İkisi bundan sonra geçecektir.
“Semavat ve arzın mülkü Allah’ındır” dedikten sonra, “O her şeye kadirdir” diyor; 5 defa da “O her şeyin kadiridir” der. Bir yerde de açıklama yapar: Her şeyi halk etti ve takdir etti. Arz ve semavat ile kadirin altı yerde tekrarı, mülk ile takdir arasında bir ilişkinin mevcut olduğunu ifade eder. Mülkte planlama vardır. Bir mülk belli amaçla kullanılır. Amaç belli olur, ondan sonra da o amaca gidiş yolu belirlenir: Bu da takdir yani planlama ile olur.
İki çeşit planlama vardır. Biri mekanda planlama, biri de zamanda planlamadır. Biz mekanda planlama yaparız. Zamandaki planlama bize ait değildir. Biz mekana sahibiz. Yerleri değiştirebiliriz. Büyütüp küçültürüz ama zamanı ileri-geri alamayız. Zaman bize uymaz, biz zamana uyarız. Bunun manâsı; biz ne şartlar altında ne yapacağımızı biliriz ama o zamanın ne zaman geleceğini yani zaman içinde ne olacağını bilmeyiz. Oysa Allah kâinatta ne olacağını takdir etmiş ve neyin ne zaman olduğunu O bilmektedir.
İnsanlık tarihinin akışını bilmekteyiz. Allah’ın nuru insanlığı aydınlatacaktır. O’nun nuru tamamlanacaktır. Ama bunun ne zaman hangi derecede olduğunu biz bilemeyiz. Zamanını belirlemek Allah’a aittir.
Hıristiyan ve Yahudilerin biz Allah’ın oğullarıyız ve Allah’ın sevgilileriyiz demiş olmaları sebebiyle, sonunda Allah onlara azab edecek, bazılarını da bağışlayacaktır. Bunu biliyoruz ama bunların ne zaman olacağını bilmemekteyiz.
Allah kâinatı yaratmış ve takdir etmiştir. Kadere göre her şey yürümektedir. Hıristiyanların ve Yahudilerin, biz seçilmiş kimseleriz deyip dünyaya hükmetmeleri ve bugün de birlikte bizi sömürmeleri ne zamana kadar sürecektir? Onların arası ne zaman açılacaktır?
Aslında tüm dünya Yahudilere kin beslemekte, kan kusmaktadır. ABD halkı kuzey-güney savaşına sermayenin fitnesi ile girmişlerdir. Köleler Hıristiyanların elinde idi. Sermaye köleliği kaldırdı ki benim işçim olsunlar diye. Devlet değil özel banka olan Merkez Bankası’yla (FED) tüm Amerika’yı sömürmektedirler. Amerikan halkı onların kölesi durumundadır. Onları Müslüman ve Hıristiyan düşmanı yaparak, beyaz-siyah diye bölerek sömürmeye devam ediyor. Bunu bilen Amerikan halkı bir zenci Müslümanın çocuğunu devlet başkanı yaptı. Birinci ve İkinci Cihan Savaşları’nı organize eden sermayedir. Hitler bertaraf edilmiştir ama Yahudi düşmanlığı bitmemiştir. Rus Çarlığını yıkarak Sovyetleri oluşturup milyonlarca insanın ölümüne sebep olan sermayedir. Müslüman ülkelerde diktatörleri üretip onlara dinsizlik yaptıran ve halklarını ezdiren sermayedir. Bütün Müslümanlar bunun böyle olduğunu bilmektedir. O halde, bugün canciğer olup İsrail devleti adına zulümler yapan Hıristiyanlar çok yakın zamanda yeter diyeceklerdir. İşte o zaman Allah’ın azabı gelmiş olacaktır. Bir kısmını da affedecektir. Ama bunun ne zaman olacağı bize meçhuldür.
وَمَا بَيْنَهُمَا
(Va MAv BayNaHuMav)
“Ve aralarındaki…”
“Semavat ve arz ve aralarında” üç yerde geçer, bir yerde de “içindekiler de” geçer. Bunların üçü bu sûrede geçmektedir.
“Ara” ile “iç” ayrı ayrı mıdır?
Evet, semavatı ayrı arzı ayrı düşünürsek, ikisi arasında ayrılık vardır. Aralarındakiler olur. Semavat ve arzı birlikte düşünürseniz, o zaman o ara da semavat ve arz içinde olur.
Bir zerreyi ele aldığınız zaman, o zerre ışık hızında değilse, uzaklığın karesi ile başka zerreleri çeker. O zerrenin semasıdır. Belli bir yakınlığa vardığında artık uzaklık kalmaz, ondan sonra ise çekim yoktur. Uzaydan gelen taşı yer çeker ama yere düştükten sonra artık taş yerle birleşir ve o da yer olur.
Zerreler birbirine yaklaşarak kalırlar. Onların seması oluşur. Çünkü iki misli kuvvetle çekerler. İşte bu çeken merkeze “arz”, dışındaki uzaya da “sema” denir. Ay yerin semasıdır. Ama diğer gezegenler ay ve yerin ortak semasındadır. Güneşin seması vardır. Güneş sistemi onun semasındadır. Ama diğer yıldızlar güneş sisteminin semasındadır. Yıldızlar da galaksiyi oluştururlar, onun seması kâinattır.
Burada “Mâ” getirilmiştir. “Men”den yani insan ve meleklerden bahsetmemektedir. Bunu iki şekilde yorumlayabiliriz. Ya insan, melek, cin ve ruh memluk değildir, onlar Allah’ın bir cüz’üdür, dolayısıyla O’nun mülkü dışındadır. Yani bunlar kâinat var edilmeden de var idiler, sonrasında mahluk değildirler. Bu anlayış vahdet-i vücuda gider. Yani ruhumuz Allah’ın bir cüz’üdür. Bedenimizle irtibat kurduğunda orada görevli olmaktadır. Bu sebeple “Men”den bahsedilmemektedir.
Başka bir yorum ise; benim ruhumdan demek, bana ait ruhumdan üfledim demiş olur. Ruhlar âlemi ayrı, kâinat ayrı olmuş olur. O takdirde “Mâ” “Men”i de içine alır. Nasıl “âlim” dediğimiz zaman erkek âlim, “âlime” dediğimiz zaman kadın âlim anlaşılırsa; eğer kadın olsun erkek olsun “âlim” dediğimiz zaman bu sefer ikisini ifade eder ama “âlime” dediğimizde hiçbir zaman erkeği ifade etmezse; bunun gibi “Men” şuurlu varlığı ifade eder. “Mâ” şuursuz varlıkları ifade eder. Ama eğer ikisi birden kastedilecekse “Mâ” getirilir.
“Allah” ne “Mâ”dır ne de “Men”dir. “Mâ” eşyayı, “Men” de mahluk insanı ifade eder. Dolayısıyla Allah için “Men” de “Mâ” da geçmektedir.
“Ve Mâ Benaha” “Ve Men Benaha” manasındadır.
“Arz” dediğimiz zaman taşınmaz varlıkları ifade etmiş oluruz.
“Sema” dediğimizde taşınmazların üzerindeki boşlukları ifade etmiş oluruz.
“Beynehuma”dan kastımız ise; taşınmazların üzerindeki taşınırları ifade etmiş oluruz.
Şimdi atmosferi ele alalım; arzda mıdır, semada mıdır?
Önce onların içindedir. Yerde olanlara göre atmosfer semadır ama ayda olanlara göre atmosfer arzdır. İşte bu sebeple aralarında olarak belirtilmektedir.
İnsanlar atmosferde yaşarlar.
Atmosfer gaz ve sıvı olarak arza dahildir. Bu sebeple içinde de denebilir.
Kur’anda böyle deniyor. Bir insanın, Hazreti İsa’nın yaratılmasından bahsetmektedir. Sonra insanların bu husustaki görüşlerini anlatmakta, ondan sonra da tüm kâinatı zikrederek bizi oralara götürmektedir. Çünkü Allah için bir insanı yaratma ve kâinatı yaratma aynı şeydir. “Ol” der, o da olur. Sonra doğa kanunları ile kişinin yapısı birbirine benzerdir. Onu bilen öbürünü de bilir. Kur’an yorumlanırken bu hususların göz önüne alınması gerekir. Doğadaki bir kanun ama acaba toplulukta nasıl ortaya çıkar.
وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ (18)
(Va EiLaYHi eLMaÖIyRu)
“Ve mesîr O’nadır.”
“Sare” dönüşme fiilidir. “Sare ettinu hacaran” dersen, çamur taşa dönüştü demiş olursun. “Mesîr” “menzil” gibi masdar-ı mimidir. Zaman ve mekanı, bir de masdarı ifade eder. Kur’an’da “Mesîr Allah’adır” denmektedir. Ayrıca “mesîriniz nârdır” denmektedir. Bir yerde de cennetin mesîr olduğunu söylemektedir. İsm-i mekan olarak alırsak dahi dönüşme yeri olur. Dönüş yeri olamaz.
Bizim varsayımımız şöyledir.
Canlı demek, yüze yakın elementleri alıp özel bir şekilde dizerek bir fabrika yapma demektir. Bunun için en küçük atomlar kullanılmaktadır. Biz ise böyle bir şey yapamıyoruz. Bundan daha önemlisi, baştan siz onu dizip meydana getiriyorsunuz, sonra o kendi kendisini yapıyor. Diyelim ki, bir elektrik motoru yahut cep lambasını yaptınız. O cep lambası öyle yapılmıştır ki, kendisi kendi benzerini yapıyor. Böyle olsaydı işimiz ne kadar kolay olurdu. Buzdolabı yapar, ondan sonra bir eve koyardık; altı ay sonra bir buzdolabı daha olurdu.
Canlı demek, böylece atomları dizerek yapıyı meydana getirmektir.
Canlılar âlemi iki çeşittir.
Bunu anlayabilmemiz için biraz daha kimyaya dönelim.
Hidrojen en küçük atomdur. İki hidrojen atomu yan yana gelerek molekül oluşturur. Oksijenle yan yana gelerek su meydana getirir. Bunlar birbirine yaklaşmazlar, aralarında bizimle güneş arasındaki mesafeden daha fazla mesafe vardır. Molekülün yarıçapı 10^(-8)’dir. Oysa atomum çapı 10^(-13)’tür Arada 10^5 kat kadar uzaklık vardır. Yerin güneşten uzaklığı da yarıçapının 0.24 10^5 katıdır.
Eğer atomlar birbirine çok yaklaşır ama değmezlerse, o zaman yine dizilebilmektedir. Birbirini çeken iki şey birbirine çok yaklaşırlarsa o zaman birbirini iterler. Böylece iki uzaklık arasında gidip gelirler. Top oynayan iki kimse gelen topu öbürüne atar, öbürü de ona atar. Böylece top gidip gelir ama oyuncular saha içinde kalmak zorunda kalırlar.
Güneşte de hayat olduğuna dair fiziki bulgular vardır. Güneşten gelen ışıktan güneşte olan olayları takip edebiliyoruz. Örnek olarak oksijenle karbon birleşiyor ve bir ışık çıkarıyorlar. O ışığı bildiğimiz için güneşte ne tür olaylar olduğunu biliyoruz. Yeryüzünde nasıl oksijen, hidrojen, karbon ve azot devrederek hayat oluyorsa, orada da buna benzer devir vardır. Bizde moleküller arası birleşme ve ayrılma vardır. Orada ise örnek olarak karbon 14 olmakta ve karbon 12’ye inmektedir. Yani burada elektron alıp vermekte, orada ise hidrojen atomunu yani nötronunu alıp vermektedir.
Kur’an ise cinlerin ateşten yaratıldıklarını söylemektedir. Demek ki onlar güneşte yaşamaktadırlar. Güneşte hayatın nasıl sürdüğünü de böylece öğrenmiş oluyoruz.
Şimdi öbür dünyaya doğru yol alalım. Cehennemde yaşamak demek, oranın sıcağına dayanmak demektir. Bu nasıl olacaktır? İşte bu moleküler hayattan atomik hayata dönüşle olacaktır. Eğer bir preste sıkıştırırsak elektronlar dışarı çıkarlar, çekirdekler birbirine yaklaşırlar. Çekirdek sayısı kadar elektrik olur ama eşlerini kaybetmiş olurlar.
Ateşe dönüşme işte budur.
Kur’an’ın başka yerlerinde de buna delalet eden âyetler vardır. Örnek olarak, orada ne ölür ne yaşarlar denmektedir. İpek böceği bir kurttur. Krizalit devresine girer ve birkaç hafta sonra kelebek olarak çıkar. O geçiş devresi ne hayat ne de ölüm devresidir. İşte, cehenneme girecekler veya cehennemden çıkacaklar böyle krizalit devresini geçirirler. Görevliler onu yeniden dizayn ederler.
İşte buradaki “mesîr” budur.
Cennete gidecekler için sadece bir yerde “mesîr” kelimesi getirilmekte, oysa cehennemdekiler için pek çok yerde zikredilmektedir. Cennete gidecekler için bana dönüştürüleceksiniz denmektedir. Cennet biraz da tanrılaşmaktır. Elbette Tanrı ile insan hiçbir zaman birbirine benzemezler ama Tanrı gibi onlar da ölümsüz hâle gelmektedirler. Tanrı nasıl her istediğini yapabiliyorsa, onlar da ne arzu ederlerse orada bulacaklardır. Bu sebepledir ki cehennemdekiler için ateşe dönüşmeden bahsediyor, cennettekiler için ise Allah’a dönüşmekten bahsetmektedir.
O halde buradaki mesîr insanların ölümlü hayattan ölümsüz hayata dönüşmesidir. Cennettekiler başka dönüşümle, cehennemdekiler başka dönüşümle dönüşeceklerdir.
Kur’an’da bir de rücudan bahsetmektedir; “Dönüş O’nadır” denmektedir. Dönmek, gidip gelmekle olur. Biz O’ndan ayrılmış, buraya gelmişiz. Sonra tekrar O’na rücu edeceğiz.
İşte, vahdet-i vücutçular bu âyetlere dayanarak; O’ndan geldik, O’na gideceğiz, biz O’nun parçasıyız, gurbete düştük demektedirler. Mevlana kamışa bunları söyletir; beni bir kamışlıktan kopardılar. İnsan da Allah’tan kopmuştur, O’na dönmek istemektedir.
Biz bunu şöyle yorumluyoruz: Bu kâinat cennet ve cehennemin kâinatı değildir. İnsan başlangıçta cennet ve cehennem kâinatında idi. Yeryüzüne, dünyadaki bedene üflendi. Böylece o âlemden koptu. Biz şimdi onları hatırlamıyoruz, nisyan perdesi bizi bürüdü. Ama âhirette oradaki beynimize döndüğümüzde eski hayatımızı da hatırlamış olacağız.
Âyetleri buraya aldım, isteyenler üzerinde düşünsünler...
لِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا فِيهِنَّ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (120)Maide
وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (17)Maide
وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَإِلَيْهِ الْمَصِيرُ (18)Maide
وَتَبَارَكَ الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا وَعِنْدَهُ عِلْمُ السَّاعَةِ وَإِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (85)Zuhruf
لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِلَى اللَّهِ تُرْجَعُ الْأُمُورُ (5)Hadid
قُلْ لِلَّهِ الشَّفَاعَةُ جَمِيعًا لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ ثُمَّ إِلَيْهِ تُرْجَعُونَ (44)Zümer
وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَإِلَى اللَّهِ الْمَصِيرُ (42)Nur
لِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ يَخْلُقُ مَا يَشَاءُ يَهَبُ لِمَنْ يَشَاءُ إِنَاثًا وَيَهَبُ لِمَنْ يَشَاءُ الذُّكُورَ (49) Şura
الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَلَمْ يَتَّخِذْ وَلَدًا وَلَمْ يَكُنْ لَهُ شَرِيكٌ فِي الْمُلْكِ وَخَلَقَ كُلَّ شَيْءٍ فَقَدَّرَهُ تَقْدِيرًا (2)Furkan
وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (189)Ali İmran
لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَهُوَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (2))Hadid
أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ يُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (40)Maide
وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ يَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَيُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَكَانَ اللَّهُ غَفُورًا رَحِيمًا (14) Fetih
أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ (107)Bakara
إِنَّ اللَّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ يُحْيِي وَيُمِيتُ وَمَا لَكُمْ مِنْ دُونِ اللَّهِ مِنْ وَلِيٍّ وَلَا نَصِيرٍ (116)Tevbe
الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ (9)Buruc
وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ وَيَوْمَ تَقُومُ السَّاعَةُ يَوْمَئِذٍ يَخْسَرُ الْمُبْطِلُونَ (27) Casiye
قُلْ يَاأَيُّهَا النَّاسُ إِنِّي رَسُولُ اللَّهِ إِلَيْكُمْ جَمِيعًا الَّذِي لَهُ مُلْكُ السَّمَوَاتِ وَالْأَرْضِ لَا إِلَهَ إِلَّا هُوَ يُحْيِي وَيُمِيتُ فَآمِنُوا بِاللَّهِ وَرَسُولِهِ النَّبِيِّ الْأُمِّيِّ الَّذِي يُؤْمِنُ بِاللَّهِ وَكَلِمَاتِهِ وَاتَّبِعُوهُ لَعَلَّكُمْ تَهْتَدُونَ (158)Araf
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 18
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَهْلَ الْكِتَابِ قَدْ جَاءَكُمْ رَسُولُنَا يُبَيِّنُ لَكُمْ عَلَى فَتْرَةٍ مِنْ الرُّسُلِ أَنْ تَقُولُوا مَا جَاءَنَا مِنْ بَشِيرٍ وَلَا نَذِيرٍ فَقَدْ جَاءَكُمْ بَشِيرٌ وَنَذِيرٌ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (19)
يَاأَهْلَ الْكِتَابِ
(YAv EaHLa eLKiTAvBı)
“Ey Ehli Kitap”
“Ya” nida harfidir, yani hitabı birisine yöneltmek içindir, tahsis için değildir. Yani, ‘Ahmet, sana söylüyorum’ diyor ama başkaları duymasın demiyor.
Kur’an kimlere hitap etmiştir?
a) Kur’an bütün insanlara fert fert inmiştir. Her fert Kur’an’ı kendisine Allah’ın gönderdiği mektuptur diyerek okuyacaktır. Kur’an kâfir olanlara doğrudan hitap etmez, onlar için söyle der. Yani kâfir olmayanlara görev verir, onlara tebliğ etme görevi verir. Kâfir kimdir? Mü’min olmayan kâfir değildir. Mü’min olma, Kur’an’ın Allah sözü olduğunu kabul edip kendi hayatını ona göre tanzim etmedir. Kâfir olan da, Kur’an’ın Allah sözü olduğunu baştan reddedip ona karşı çıkandır. Bunun dışında ne mü’min ne de kâfir olanlar vardır. Bunlar Kur’an’ı okurlar. Onu baştan ne reddetmiş ne de kabul etmişlerdir. Hak ise kabul edeceğim der, hak değilse reddedeceğim der. İşte Kur’an bunları da muhatap alır.
b) Kur’an bütün topluluklara ayrı ayrı inmiştir. Topluluklar kimlerdir? Aşiretler, on civarında ailenin oluşturduğu kimselerdir. Kabileler, bunlar yüz civarında aşiretten oluşur. Şa’bler, bunlar yüz civarında kabileden oluşur. Kavimler, bunlar yüz civarında şa’bden oluşur. Tüm insanlık, bunlar da yüz civarında kavimden oluşur. Kur’an bunların hepsine ayrı ayrı inmiştir. Bunlardan isteyenler Kur’an’ı kendilerine rehber yaparlar.
c) Kur’an sosyal grupları da ayrı ayrı muhatap almıştır. “Minhac” sahipleri ki bunlar tarikatlardır, bunları ayrı ayrı muhatap almıştır. “Şır’a” sahipleri ki bunlar ehli ilimdir, bunları da ayrı ayrı muhatap almıştır. “Mensek” sahipleri ki bunlar meslekî kuruluşlardır. “Viche” sahipleri ki bunlar siyasi topluluklardır, yani ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarını muhatap almışlardır.
d) Bunun dışında başkanları ve âlimleri yani resulleri ve nebileri doğrudan muhatap almıştır. Onlara Kur’an’ı tebliğ etme ve uygulama görevini vermiştir.
Bunlar içinde şeriatları olmayan toplulukları şeriatı olan topluluklardan ayırmış ve şeriatı olanlara “Ehli Kitap” demiştir. Şeriatın olmadığı döneme de “cahiliye dönemi” demiştir. Türkçede “kitap” yazılı şeylere denmektedir. Oysa kitap yazılı hukukun metinleridir, yazılı kanunlardır. Yazmak hattetmek demektir. Bizim “kitab” dediğimize de "mushaf" veya "merkum" denmektedir. Yani “kitap” demek kanun demektir. Şeriatın yazılı olan kısmıdır. Çünkü şeriat yalnız yazılı metinler değildir. Yazılı metinlerin yorumlanması ile oluşan kurallardır. “Ehli Kitap” dediğimiz zaman, yazılı metinleri yani kanunları olan topluluk demektir. Bunu tam anlayabilmemiz için insanlık tarihine bakmamız gerekir.
İnsanlar ilk yaratıldıklarında ilkel bir hayat sürmüşlerdir. Önce tüyleri dökülmüş çıplak olmuşlardı. Ağaç yaprakları ile örtünmeye başladılar. Sonra ağaçların veya bitkilerin lifleri ile elbise örmeyi öğrendiler. Bugüne kadar dokuma yaparak yaşamaktadırlar. Meyve toplayarak geçiniyor, ancak yaz kış meyve olan yerlerde yaşıyorlardı. Ağaç kovuklarına ve mağaralara sığındılar. Çalılardan çardak yaptılar. Taştan evler yaptılar. Bugün köşklere ulaştılar. Taşımak için önce ağaç dallarına koyarak sürüklediler. Sonra sepet yapmayı öğrendiler. Çuval yaptılar. Ata binmeyi becerdiler. Şimdi göklerde uçuyoruz.
Meyve yerken soğuklar olup meyve bulamayınca et yemeye başladılar. Av hayvanları tükenince hayvanları ehlileştirip süt içmeye başladılar. Otlaklar tükenince tarımcılığa başladılar. Böylece insanlar göçebe topluluk olmaktan çıkıp yerleşik tarım topluluğa ulaştılar.
Gerek göçebe gerek tarım topluluğu iken küçük topluluklar idiler. Herkes birbirini tanıyordu. Başkanlar halkını tanıyor, halk da başkanlarını tanıyordu. Başkanın yönetiminde sözlü kurallar toplulukları yönetmeye yetiyordu. O zaman da Allah’tan vahiy alan başkanlar vardı ama onların yazılı kuralları yoktu. Bunların dinleri Şamanizm günümüze kadar gelmiştir. Yani yöneticiler var, onlar Allah’ın sözcüleridir. Onların dediklerini yapmak Tanrı’nın emrine girmek demektir. Bugün tarikatlardaki şeyhler de çağımızın şamanlarıdır.
Bu usul ile insanlık 50 bin sene yaşadı.
Sonra dünyada yeni bir olay oldu. Kuzeyden gelen Sümerler Mezopotamya’da barajlar yaptılar. Hem geniş alanlar sulandı, hem de sular toplandı, tüm yaz kullanılabildi. Sulama tarımı doğdu, tarım verimi yüzlerce defa arttı. Bunun üzerine çevreden göçler geldi. Kentler doğmaya başladı. İnsanlar artık başkanların sözlü talimatları ile yönetilemedi. Yazılı metinler ortaya çıktı. Halk yazılı kurallara uymaya başladı.
İlk yazılı kuralları getiren peygamber Hazreti Nuh peygamberdir.
İşte, yazılı kuralları olan topluluklara “Ehli Kitap” denir.
Yazılı kuralları başlangıçta peygamberler koydular. Ne var ki sonra o kuralları devlet adamları benimsediler ve böylece önce iller, sonra da devletler doğdu. Daha sonra imparatorluklar meydana geldi. Şimdi de Birleşmiş Milletler var.
Bu yazılı kurallara “kanun” denmektedir.
Kanunlarla şeriat arasında şu fark vardır. Kanunlar tekli sistemdir. Oysa şeriat çoklu sistemdir. Şeriat şır’alardan oluşur.
Tevrat kanundur.
Kur’an şeriattır.
Tevrat’ta içtihat yoktur, farklı hükümler çıkarılamaz. İncil de öyledir, resmi Papalık fetvaları vardır, İncil’i yalnız Papa yorumlayabilir. Luter (Luther) bunu değiştirememiş, sadece Papa’dan bağımsız kendileri fetva vermeye başlamışlardır.
Kur’an’da ise kanunlar yoktur, kanunların nasıl yapılacağı vardır.
Bugün anayasalar vardır, devletin yapısını ve kanun yapma şekillerini öğretir. Batı ancak son asırlarda bunu öğrenmiştir. Oysa Kur’an anayasa olarak nâzil olmuştur. Sünnet onun ilk uygulamasıdır. Sünnet kanundur.
Kur’an şu kuralları koymuştur.
Özel hukukta insanlar mezheplere ayrılacak, herkes kendi mezhebine göre hareket edecek, onunla ilzam olunacaktır. Yani topluluklarda özel hukuk kanunları yoktur. Mezhepler var, halk istediği mezhebi kendisine seçer. Çok merkez vardır. Bir Türk Arjantinli bir köylü ile aynı mezhepte olur ve onlar o mezhebe göre ilzam olunurlar. Bir evde bile farklı mezhepte insanlar olur, onlar da o mezhebe göre ilzam olunurlar.
Kamu hukukunda ise yerinden yönetim vardır. Aşiretin kurallarını aşiret meclisi koyar ve onunla yönetir. Bucakların kamu ile ilgili kanunlarını bucak meclisi koyar ve o uygulanır. İl merkez bucaklarının kanunlarını iller koyar ve o bucaklarda onlar uygulanır; taşra bucaklarda geçerli değildir. Merkez illerin merkez bucaklarının kanunlarını ulusal meclis koyar ve onlar uygulanır; taşra illerindeki bucaklara karışmazlar. İnsanlığın da merkez bölgeleri vardır, oradaki merkez bucaklara insanlık meclisinin yaptığı kanunlar uygulanır; ülke bucaklarına teşmil edilmez.
İşte, “Ey Ehli Kitap” dediğimiz zaman, ey mezhep sahibi olanlar demektir ve ey bucaklar demektir. Özel hukuk çok eskiden beri gelişmiştir, kamu hukuku ise ancak son yüzyıllarda gelişmeye başlamıştır.
Burada “Ehli Kitap” dediğimiz zaman, bucaklar ve mezhepler anlaşılacaktır. Her birine ayrı ayrı hitap etmektedir. “Kitap” müfrettir. O halde herhangi bir kitap ehlini muhatap almaktadır. Yani her bucağa ayrı ayrı hitap etmektedir.
Devlet merkezinden valilere bir emir çıkarılsa, ‘Valiler, yarın Ankara’da olacaksınız’ dense, mektup gönderilir. Her valiye ayrı ayrı mektup gelir, her valiye ayrı hitap eder. Her biri kendi aldığı emri uygulamakla görevli olur.
Allah da Kur’an’ı bütün insanlara göndermiştir. Herkes kendisi anlayacak ve kendisi uygulayacaktır. Buradaki muhatap her bucak veya her mezhep ayrı ayrı olur.
Bundan önce bu âyete benzer âyet gelmişti, orada da “Ey Ehli Kitap” diye başlamıştı, “Size beyan eden resulümüz gelmiştir” denmişti. Şimdi aynı ifadeyi, tekrar etmektedir. Yine “Kul/söyle” dememekte veya harfi atıfla atfetmemektedir. Te’kiden tekrar etmektedir. Orada “gizlediklerinizi ortaya çıkarmaktadır” deniyor. Burada ise yeni hükümler koyuyor. Arada Yahudilerin ve Hıristiyanların Meryem oğlunun tanrı olduğunu söylemlerini reddetmekte, biz Allah’ın çocuklarıyız diyenlerin iddialarını reddetmektedir. Sonra tekrar “Ey Ehli Kitap” diye hitaba yeniden başlamaktadır. Oradaki ehli kitap kendi din ve inanışlarındaki ehli kitaptır. Kur’an onlardan kendi dinlerini ve kitaplarını bırakmalarını istememekte, sadece dinlerindeki çarpık anlayışları düzeltmeleri için onlara yardımcı olmaktadır.
Bizim savunduğumuz bir iddiamız vardır. Bugün dünyada yayılmış dört büyük din de hak dindir. Zamanla tahrif edilmişlerdir. Kur’an’ın bunlardan istediği kendi safiyetlerine dönmeleridir. Bunu da iki şekilde başaracaklardır. Biri, bugün müsbet ilmin vardığı sonuçlarla dinlerini karşılaştıracaklar ve müsbet ilme aykırı anlayışları ayıklayacaklar, kitaplarını müsbet ilme göre yorumlayacaklardır. Diğeri ise; Kur’an’ı esas alacaklar, Kur’an’ın yardımı ile bâtıl hükümleri atacaklardır. Çünkü Kur’an son kitaptır, lafzı ve manâsıyla tahrif edilmemiştir, ondan yardım alacaklardır.
İşte bundan önceki Ehli Kitap bu ehli kitaptır, yani kendilerine kitap verilenlerdir.
Şimdi ise bütün kitap sahiplerine hitap etmektedir.
Mezopotamya’dan beri gelen bir kanunlar sistemi daha vardır. Bunlar münzel kitaplardan yararlanarak kralların ve meclislerin koyduğu kanundur. Hattâ münzel kitaba karşı olduğunu söyleyen Jan Jak Ruso ve Marks gibi ateistlerin önerdikleri kanun sahipleri de ehli kitaptır. Gerçi Marks veya Ruso sermayenin aletidirler. İnsanlığın düzenini bozmak için gerçekleri tahrif etmektedirler. Ancak sonra Batı’da demokrasi doğmuştur. Bugün çok ileri safhadadır. Türkiye Cumhuriyeti büyük bir şekilde gerçek demokrasiye yaklaşmaktadır. Marks insanları kamplara ayırmak, düzenlerini bozmak için sosyalizmi savunmuştur. Kırk milyon insan bu sebeple öldürülmüştür. Ne var ki samimi sosyalistler ortaya çıkmış ve kapitalizmden daha ileri bir düzeni yeryüzüne getirmişlerdir. Bugün Çin’deki sosyalizm samimi sosyalizmdir, sermayenin oyuncağı değildir.
Bugün yeryüzü tamamen devlet aşaması öncesi yönetimden kurtulmuş, iyi kötü ehli kitap olmuştur. İşte bu ikinci ehli kitap bunlardır. Yani Hıristiyanlar dahil tüm insanlıktır. Bu ehli kitap bugünkü ehli kitaptır, bugünkü topluluklardır.
قَدْ جَاءَكُمْ
(QaD CAvEaKuM)
“Şimdi size gelmiştir.”
Kur’an 1400 sene önce nâzil olmuştur. Tüm Arabistan’da duyulmuştur. Sonra fetihler başlamış, tüm dünya onunla savaşmış ve direnmeye başlamıştır. Yirminci yüzyıla kadar bu didişme devam etmiştir.
Yirminci yüzyılda ne olmuştur?
Tekniğin ilerlemesi ile dünya küçülmüş ve adeta bir köy olmuştur.
Dört büyük değişme olmuştur.
1. Eskiden aylarca, hattâ yıllarca ulaşılması mümkün olmayan yerlere çağımızda bir günde ulaşılabiliyor. Türkiye’de bir köye gitmekten daha kolay bir şekilde Vaşington’a (Washington) veya Pekin’e gitmek mümkün olmuştur.
2. Haberleşme ise artık sorun olmaktan çıkmıştır. Eskiden aylarca, belki de yıllarca sonra bir yere ulaşması mümkün olan mektupların yerine cep telefonları sayesinde bir dakikadan daha kısa zamanda sesimizle varma imkanını buluyoruz.
3. Bunun gibi akşam olduğu zaman ocak başına geçip sabahlamadan başka imkana sahip değilken, şimdi elektrik sayesinde her yer aydınlatılabiliyor, gecemiz gündüz olmuştur.
4. Dördüncü olarak da adeta yeni insan beyni icad edilmiş, bilgisayarlar ve hesap makineleri bulunmuştur.
Bu dört büyük buluş sayesinde tüm dünya birbirinden haberdar olmuştur. Daha önce her bölgeye ve her devlete bir peygamber gönderildiği, farklı kitaplar indirildiği halde, Kur’an son kitap ve Hazreti Peygamber de son peygamber olmuştur. Bu teklik ancak III. bin yılda başarıya ulaşmıştır.
O halde şimdi bugünkü araçları kullanarak Kur’an’ı tüm dünyaya ulaştırdığımız zaman bu âyet gerçekleşecektir.
Gerçekleşecek de neler olacaktır?
a) Kur’an çağımızın sorunlarını çözecek şekilde yeniden yorumlanacaktır. Bugünkü müsbet ilimler üzerine yeni “Adil Düzen”i ortaya koyacaktır. Yerinden yönetim sistemi gelecek, hakemler sistemi gelecek, faizsiz para sistemi gelecektir. Bu yeni dünya düzeni herkese aş herkese iş bulacak sistemleri ortaya koyacaktır.
b) Bir bin dil kenti kurulacak, her on daire bir dile tahsis edilecek, dünyadaki ülkelerden gelecek olan insanlar bu sitede hem çalışacak hem de Arapça öğrenecek, Kur’an’ı kendi dillerine çevireceklerdir. Bir internet sitemiz oluşacak ve bu sitede bin dilde yayın yapacağız. Orada her insan kolayca kendi dilinde Kur’an’ı ve hükümlerini bulacaktır.
c) İnsanlığın haberleşebilmeleri için bir cep telefonu ve dolayısıyla internet şebekesini kuracağız. Görüşmeler ve yazışmalar ücretsiz olacaktır. Bu kuruluş vakıf kuruluş olacaktır. Vakıf kuruluşlar cep telefonlarını ve bilgisayarlarını halka bedava denecek kadar ucuz satacaklardır.
Gelip Arapça öğrenip kendi diline çevirenlerin din ve inanışlarına karışmayacağız, onları mü’min veya müslim etmeye çalışmayacağız. Bizim onlardan istediğimiz sadece halkın Kur’an’ı internetten takip etmeleri için halka yardım etmedir. Bunlardan teknik bir şekilde yararlanacağız. İşte böylece Kur’an’ın yeryüzünde bin yerde her bölgede bir temsilcisi bulunmuş olacaktır.
Bunun dışında İstanbul’da ve Mekke’de her devlete bir ilçe kurma imkanını sağlayacağız. Biz de onların ülkelerinde ilçeler kuracağız. Karşılıklı diyalog doğacaktır. Zorlama yoktur ama bu yeni dünya düzeninde Kur’an tüm insanlığa ulaşmış olacaktır. Teorik olarak geliştirdiğimiz herkese aş ve herkese iş düzenini tüm insanlara uygulamalı olarak göstererek anlatmış olacağız.
Şimdi düşünelim...
Bu düzende tüm insanlar bilgisayara sahip, herkes hiçbir masraf yapmadan dünya ile irtibatta. İsterse Kur’an sitesini açıyor ve kendi diliyle takip edebiliyor. Bankaya vardığı zaman “Adil Düzen”e göre alışveriş yapabiliyor, selem senedini kullanıyor.
İşte o zaman o insanlara ‘Ey Ehli Kitap, size resulümüz gelmiştir’ diye hitap etme imkanına sahip olacağız. Kur’an’ın mucizesi o zaman da yeniden ortaya çıkacaktır.
İşte şimdi bu seminerleri uygulama yapmak üzere takip edenler, bu âyetin emrini yerine getirmek ve insanlığa tebliğ etmek için hazırlanmaktadırlar.
Burada şunu belirtmek isterim ki, bu seminerler güncelliğini koruyarak devam edecektir. Bugün biz yazıyorsak yarın sizler yazacaksınız ve internette yayınlanacaktır.
Bu seminerlerimizin sonraki şekli şöyle olacaktır.
- Yeryüzünde ona yakın rasih olacak, her biri Kur’an’ı ayrı ayrı yorumlayarak seminer yapacaktır.
- Her ülkede bu on rasihi takip eden rasih olacak, Kur’an’ı kendi ülkelerine göre yorumlayacaklardır. Halk Arapça yazılmış insanlık rasihlerinin yorumlarını değil, kendi dilleri ile yazılmış olanlarını okuyacaklardır. Bunları fakihler takip edecektir.
- Her ilde fakihler bulunacak, her biri ülkedeki rasihlerden birini seçecek, onlar rasihlerin haftalık seminerlerini halkın anlayacağı dile çevireceklerdir. Bunları ehl-i zikirler okuyacaktır.
- Bucaklardaki zakirler ise artık kitaplardan seminerleri okumayacaklar, özetleyip anlatacaklardır. Reşat Nuri Erol şimdi Üsküdar’da bunu yapmaktadır.
İşte, insanlık bu organizasyona ulaştığı zaman Kur’an’ın “Kad caeküm rasûlünâ” hitabı tamamlanmış olacaktır. Yenibosna’da Lütfi Hocaoğlu ve arkadaşlarının hazırlamakta olduğu Ruhu’l-Kur’an programı rasihlerin, fakihlerin ve zakirlerin yetişmesinde yeni imkanlardan yararlanma yolunu açmaktadır.
Gelecekte artık dersler okullarda okunmayacaktır. Namazlar arası zikirde dersler yapılacak ve beşikten mezara kadar ilimler tahsil edilecektir. Bilgisayar sayesinde herkes hocalık yapabilecektir. Okullar sadece imtihanlar yapıp diplomalar vereceklerdir. Eğitim yerinden ve namazlar arası olacaktır.
Söylediklerimiz üzerinde düşünün, siz de söylediklerimizi tasdik edeceksiniz.
رَسُولُنَا
(RaSUvLuNAv)
“Resulümüz.”
“Resulümüz size gelmiştir.”
“Resul” burada marifedir. Bu Hazreti Muhammed’dir.
Hazreti Muhammed önce kendi aşiretini inzar etmiştir. Sonra Kureyş’e hitap etmiş, tüm kentin halkına gelmiştir. Sonra Medine Devleti’ni kurmuş ve tüm Arapların resulü olmuştur. Öldükten sonra da tüm insanlığın resulü olmuştur.
Her bucak başkanı resuldür. Ne var ki bu hilafet şeklinde anlaşılacaktır. Kâinatın rabbi Allah var, O’nun yeryüzündeki halifesi bucaklardır. Her bucak Allah’ı temsil etmektedir. Merkez bucaklar da Allah’ı temsil etmektedir, onlar hakim değil hadimdirler, ümme’l-kuradırlar. Başkanları da bucak halkı seçer. Yani başkanları onlar gönderir. Resulün yani Hazreti Muhammed’in halifeleridir. Bu sebepledir ki ezan ve kamette Hazreti Muhammed’in adını zikrediyoruz. Eğer bucak başkanları Hazreti Muhammed’in halifeleri olmasaydı biz o zaman kendi bucak başkanımızı zikrederdik. Bununla beraber bucağımızı kurduğumuz zaman ezan ve kametlerde bazı değişiklikler yapacağız. Onun içindir ki ezan sünnet bile değildir.
‘Namaz cemaatle farz olunca nasıl duyuralım?’ dediler. ‘Yahudiler gibi borazan öttürelim, Hıristiyanlar gibi çan çalalım’ dediler. Hazreti Muhammed hiçbirini tasvip etmedi. Gece sahabelerden biri rüya gördü. Bugünkü ezana yakın ifadeler kullanıldığını gördüğünü anlattı. Hazreti Peygamber de tasvip etti. Ezan böyle doğdu. Sonra değişiklikler yapılmıştır. Bu şunu gösterir ki, ezan üzerinde değişiklik yapmak bucaklar için caizdir.
Biz şunları öneriyoruz.
“Allah’tan başka ilah yoktur” dediğimizde, “Muhammed Allah’ın resulüdür” demeden önce “Eşhedü enne el-Kur’an’e kitabullah” dememiz gerekir. Çünkü biz önce Kur’an’a inanır, ondan sonra Muhammed’in resul olduğuna inanırız. Kur’an’da bu sıra gözetilmiştir. Kitapları ve resulleri zikretmektedir.
Ondan sonra “Muhammeden resulullahi ve enne Hasan imamuna” demiş olmamız gerekir. Beş vakit namazı böyle kılmamız gerekir. Bu eğer namaz kıldıran aşiret başkanı ise böyle yapılır. Baştan bizi yadırgayacaklar, herkes bizi tecrit edecektir ama sonra herkes bunu böyle yapacaktır.
Böyle bir ezan ve kamet okunması ise artık aşiretin oluştuğunu ifade eder. Bunun için on aile olarak bir araya gelmemiz ve birinin başkanlığında karar kılmamız gerekir. Beş vakit namazı da o kıldıracaktır. Bugün olduğu gibi başkan yerine daha iyi kıraat yapanın namaz kıldırması yanlıştır. Aşiret mensubu olmayanlar aşirete namaz kıldıramazlar. Aşiret başkanı yoksa, aşirette en kıdemli olan kimse imam olur.
Cuma namazı kılınırken veya cuma namazında ezan ve kamette “Eşhedü enne Muhammedün rasulullah ve enne fulanu emiruna” dememiz gerekir. Bu suretle bucağı kurmuş ve başkanımızı seçmiş oluruz.
İşte, yeryüzünde hayatta olan başkanlarla beraber Hazreti Muhammed’in adını zikretmekle tüm ehli kitaba yani başkanlara resul gelmiş olur.
يُبَيِّنُ لَكُمْ
(YuBayYıNu LaKuM)
“Size beyan ediyor.”
“Beyan etme” zaten mevcut olan bir şeyi ortaya çıkarma demektir.
Peygamberler yeni şeyler icad etmezler, sosyal kanunlar olarak mevcut olanları açıklarlar ve ortaya çıkarırlar.
Evinizin bir yerinde evin anahtarı saklanmıştır. Dışarı çıkacaksınız ama anahtarın nerede olduğunu bilmiyorsunuz. Arasanız bir günde bile bulamazsınız. Cebinizdeki telefonla eşinize telefon edersiniz. O size anahtarı filan yere koydum der, siz de gidip alır, dışarıya bir dakika içinde çıkarsınız. İşte, eşinizin size anahtarın yerini göstermesi “beyan”dır.
İlâhi kanunlar zaten vardır. Kitaplar ve peygamberler onu “beyan” ederler.
“Adil Düzen” de böyledir.
Kur’an’dan öğrenilmiştir. Ne var ki artık aklımız da onu bilmektedir.
Neden?
Çünkü gittiniz, kitabı kaldırdınız ve gördünüz ki; yukarıdaki örnekte anlatıldığı üzere, eşinizin tarif ettiği yerde anahtar vardır. Ondan sonrasında artık eşinize gerek kalmamıştır. Onun sözlerine inanmanız gerekmeyecektir. Ama baştan telefon ettiğiniz zaman eşinizin söylediklerine inanmak zorundasınız. Çünkü inanmanızda bir zarar yoktur.
İşte, biz de peygamberlerin beyanına inanırız ve onu uygularız. Sonra doğru söyleyip söylemediğini tahkik ederiz.
Eşimizin söylediği anahtar yerinde bulunmazsa telefon eder ve anahtar yok deriz.
عَلَى فَتْرَةٍ مِنْ الرُّسُلِ
(GaLAy FaTRaTin MiNa elRuSUvLi)
“Resullerin fetreti üzerine size beyan eden resul gelmiştir.”
Buradaki “Alâ” “beyan”a da taalluk eder, “caeküm”e de taalluk eder. Size fetret üzerine beyan eder, yahut fetret üzerine gelmiştir anlamlarına gelir. Her iki manâ da doğrudur.
Hazreti İsa’ya kadar peş peşe nebiler gelirdi. O zamana kadar insanlık hiçbir dönemde fetret devrinde olmamıştır. Oysa Hazreti İsa’dan sonra aradan 600 yıldan fazla zaman geçtiği halde bir resul gelmemiştir.
İşte şimdi “er-Resul” geldi denmektedir.
Hazreti İsa beklenen son peygamberden önce gelen peygamberdir. Adeta ikisi birden son peygamberdir. Yeryüzünün düzeni bu iki son peygamber tarafından düzenlenmiş olacaktır. Dolayısıyla Hazreti Muhammed fetret üzerine gelmiştir.
İkincisi ise; her devirde peygamber gelip açıklama yapardı. Oysa Hazreti Muhammed’den sonra böyle vahiy alan bir peygamber gelmeyecektir. İnsanlık daima fetret içinde olacaktır. Son resul tüm insanlığın resulü olacaktır. O’nun halifesi olacak olan bucak başkanları yoluyla tüm insanlara Hazreti Muhammed resul olarak gelmiştir.
Bu âyetten dolayıdır ki Kur’an’dan sonra gelen en büyük delil Sünnet’tir. Kur’an ve hadisler Hazreti Muhammed aleyhisselâmı örnek insan olarak anlatmaktadır. Kur’an’ın istediği insan olmaya örnektir. Örnek insanın modelidir. Bir kişi olarak modeldir. Bir mübelliğ olarak modeldir. Bir başkan olarak modeldir. Allah O’nu öyle yaratmış ve bize örnek yapmıştır. Biz Kur’an’ı ancak onun hayatı ile anlarız. Bu durum Hazreti Muhammed’in üstün insan olmasından değil, tam tersine Hazreti Muhammed’in vasat insan olmasındandır.
Hazreti Muhammed neden en üstün vasıfları ile yaratılmamış da normal insan vasıfları ile yaratılmış? Çünkü o bize örnektir.
İmam Hatip Okulları yeni açılmıştı. Ben İstanbul’da üniversite talebesi idim. Artvin’den bir köylümü getirdim, okula kaydetmek istedim. Kaydetmediler! Hocalara dedim ki: Hazreti Peygamber kendisine gelen müracaatı hiç reddetmezdi, siz bahanelerle reddediyorsunuz. Bana cevap verdiler: O peygamberdi!
İşte, insanlar bunu demesinler diye, Allah Hazreti Muhammed’i vasat bir insan olarak yaratmıştır. Birçok kimse Hazreti Muhammed’i insan üstü vasıfları olan kişi olarak anlatmağa çalışmaktadır. Hazreti Muhammed ameli salihle büyük olmuştur. Yoksa o doğrudan bir insandan başka bir şey değildir. Herkes Kur’an’ın istediği şekilde yaşarsa, O’nun yaptıklarını yaparsa, o da o mertebelere yükselebilir.
İşte, Hazreti Muhammed bilhassa tebliğ hususunda örnek bir resuldür. Cuma imamlarının hepsi O’nun gibi olmalıdır, O’nun halifesi olarak da görevleri yerine getirmelidir.
Kur’an kıyamete kadar sürecek olan bir uygarlık öğreticisidir. Bugünkü teknoloji ile ulaştığımız seviyede artık Kur’an hayatını tüm insanlık olarak yaşayabiliriz.
Bundan önce, “size kitab ve nur gelmiştir” denmişti.
Şimdi de “beşir ve nezir”den bahsetmektedir.
Topluca yaşamanın iki mesnedi vardır.
-Biri kurallardır, şeriattır, kanunlardır.
-Diğeri de yöneticidir, başkandır, imamdır, resuldür.
Bu âyet de yöneticiden bahsedecektir.
İslâm/barış düzeni son derece basit ve sade bir düzendir. Ocak ve bucak gibi küçük topluluklar oluşturulmaktadır. Her topluluk kendi kanunlarını kendisi yapıyor. Sonra kendisinin biat ettiği başkana uyuyor. Beğenmezse ocağını ve bucağını değiştiriyor. Dolayısıyla başkanını da değiştiriyor.
“Fitr” iki parmak arasındaki boşluktur. Baş parmakla işaret parmağı arasında bulunan boşluktur. Diğerleri bitişik olduğu halde onda aralık vardır.
“Fetret” vahyin kesildiği devredir, peygamberlerin gelmediği devredir.
İnsanlık bin sene fetret devrinde olmuştur. Bin sene evvel içtihat kapısı kapatılmış, vahiy de kesilmiş ve şeriat/içtihat bakımından fetret devrine girilmiştir. Batı’nın ulaştığı sanayi döneminde şaşkına dönülmüştür. Batı, “ekseriyet sistemi kuralları” gibi saçma ve gülünç kurallar ile çağını omuzlamaktadır. Müsbet ilimlerin bu kadar ilerlemiş olduğu bir dünyada işsizliğe hâlâ çare bulunamamıştır, teröre çare bulunamamıştır.
İlim sömürmek için ve fitne çıkarmak için kullanılmaktadır. İşte ilim bunun için yeterli değildir. İlim ne yapılacağını öğretmez, nasıl yapılacağını öğretir. İman olmazsa insanlar ilmi sömürmek için ve azdırmak için kullanırlar. İlim kadar imana da ihtiyaç vardır.
İlmin uygulanması için bir örgüte ihtiyaç vardır, inanmış âlimlerden oluşan bir örgüte ihtiyaç vardır. Bu örgüt sayesinde insanlar sanayi döneminin hukukunu bulacaklardır.
İşte şimdi o dönemde yaşıyoruz.
Tarım dönemi hukuku uygulanamaz haldedir.
Henüz sanayi dönemi hukuku da gelmemiştir, gelememiştir.
“Akevler Adil Düzen Çalışmaları” internetle yayılacak ve insanlığa ulaşacaktır. Her yerde insanlar kendi kendilerine bu internete girecek ve resulün halifesi olduklarını idrak ederek Hazreti Peygamber gibi davete başlayacaklardır. Bu davetin sonunda dünyanın her yerinde önce “Adil Düzen Semtleri” doğacaktır. Kooperatifler kurulacak. Semtlerin bakkalı olacak, işyerleri olacak, bunların senetleri olacak, tüccarları olacak. İşte bu bakkallar sonra iller seviyesinde birleşecekler, sonra ülkeler seviyesinde birleşecekler, sonunda insanlığı oluşturacaklardır. Bunu bizim bu mütevazi ama iddialı “Kur’an ve İlim Seminerleri” yapacaktır.
Bundan başka bir çözüm yoktur.
“Resul” bizim için usvedir, örnektir. Ne var ki uydurma hurafelerle donatılmış resul değil, tarihî resul bizim için usvedir.
Bunun için Kütüb-ü Sitte’yi esas alarak Hazreti Muhammed’in tarihî şahsiyetini ele alacağız, onu insan üstü yapan hurafelerden arındıracağız.
Bunu nasıl yapacağız?
Kur’an’la ve müsbet ilimle yapacağız. Sonunda her mezhebin bir hadis kitabı olacaktır. Ayrıca icmalarla kesin olanlar bulunacaktır.
İşte o hadislerde anlatılan Hazreti Muhammed bizim için usve olacaktır.
Daha ne kadar çok yapılacak işler olduğunu hep beraber görüyoruz; görüyorsunuz.
Bunun tasası bize düşmez. Biz bizim gücümüz neye yeterse onu yapacağız.
Bundan sonrasını ve geri kalanını yapmak bize değil O’na aittir.
أَنْ تَقُولُوا
(EaN TaQUvLUv)
“Söylersiniz diye”
“Anneniz öldü. Üzülürsünüz diye söylemeden çekindim” dersiniz. Yahut “Anneniz öldü. Üzülmeyesiniz diye söylemedim.” Burada En'le gelen cümle böyledir.
Söylemeyesiniz diye şimdi size resul gelmiştir.
Söylersiniz diye şimdi size resul geldi.
Aynı manaya gelir.
Söylemeye hakkınız olur.
Evet, 1400 sene önce Hazreti Peygamber gelip insanlığı hidayete götürdüğü halde, şimdi kimse gelmiyor. Beklenen Mehdi ve Hazreti İsa da ufuklarda görülmüyor. O zaman siz dersiniz ki; 1400 senedir Allah insanlığı unuttu, insanlık da onu unuttu, azdı.
İşte şimdi ufukta “Adil Düzen”le insanlığı kurtuluşa erdirme durumu gözüktü. Yeni peygamber yok ama onun halifeleri vardır. Onlar onun söylediklerini söylemekte, onun yaptıklarını yapmaktadırlar. Bunların söyleneceği güne çok yaklaşmış bulunuyoruz. Artık bize kitap gelmedi, bize nezir gelmedi diyemeyeceksiniz. Bugün yeryüzüne F. Gülenciler yayılmışlar her yerde okul açmışlardır. Zenginlerden para alıyorlar. Fakirlerden de kabiliyetli olanları parasız okutuyorlar. Okulları vasat okullarından daha ileri durumdadır.
Gelecekte ne/ler olacaktır?
Bu okullar daha ilmî olacaktır. Batı’nın bâtıl inanışlarını değil, yalnız müsbet ilimlerini okutacaktır. Bu okullar ana okulları seviyesinden başlayacak, ilk, orta, yüksek ve akademik seviyelere kadar ulaşacaklardır. Okullar lâik okullar olacaktır, yani o devletin müfredatı ne diyorsa onu okutacaklar ama ayrıca İslâm’ın fiziğini, kimyasını, matematiğini Arapça tedris edeceklerdir; isteyenler tedris edecektir.
Bunu yapan yalnız F. Gülenciler olmayacak, onlara benzer on kadar kuruluş olacaktır. Süleymancılar ve Millî Görüşçüler rahatlıkla bu yarışa katılabilirler.
Bu nasıl yapılacaktır?
Önce semt kooperatifleri kurmak ve yaygınlaştırmakla olacaktır. Millî Görüşçüler ve Nurcular bugünkü çalışmaların temelini Akevler’de attılar, başlangıçta Akevler ile birlikte çalışmaya başlayarak Kur’an’a yaklaştılar. Sonra onlar cari sistemle bu işleri yaptılar. Buna o zaman gerek varmış ki Allah izin verdi. Gelecekte ise ya Akevler düzelecek ve yeni hamle yapacak, ya da yeni Akevler bu işi yapacaktır. Bunun gibi Millî Görüşçüler de F. Gülenciler de mecburen böyle olacaklar veya yok olacaklardır.
مَا جَاءَنَا
(MAv CAyEaNAv)
“Bize ciet etmedi.”
“Bize gelmedi.”
İnsan topluluk içinde yaşayacak şekilde yaratılmıştır. İnsan topluluk içinde kişiliğini koruyarak yaşar. Bunun için borçlu ve alacaklı olur. Anne karnına düştükten sonra onun hukuku doğmaya başlar. Anne babası onu dünyaya getirip büyütürler. Onbeş yaşına kadar anne babasının yardımı ile yaşar ve gelişir. Böylece borçlanmış olur. Ne var ki bu borçlanma anne babasına karşı değildir. Çünkü anne babasına karşı olabilmesi için anne babanın bebek olması ve onları emzirerek büyütmesi gerekir. İnsanlığa borçlanır. Çünkü anne babası da dedelerine borçlu idiler, onu ödediler. Kendisi de evlenip çocuklar yetiştirerek borcunu ödemiş olur. Diğer taraftan olgun hâle geldiklerinde kendileri anne babalarına bakarak alacaklı olurlar. Yaşlanınca da onlara borçlarını öderler. Bu sosyal hak ve borçlardır. Ayrıca bugün kimse kendi ürettiğini tüketmez. Çalışır ve alacaklı olur. Sonra başkalarının ürettiği malları almak suretiyle alacağını alır. Buna “ekonomik hak ve borçlar” diyoruz.
İşte, insan bu haklara riayet edecektir. Ne var ki bunların neler olduğunu nasıl bilecektir. İşte insana bunu bildiren öğretmenler vardır. Onlar kişilere senin şu şu borçların var. Evleneceksin, borcunu ödeyeceksin, en az üç çocuk büyüteceksin. Şu malı aldın, ona karşılık şu kadar saat çalışman gerekir. İşte bunları diyecek kimselere ihtiyaç vardır.
Üç mezhep vardır.
Eş’airlere göre, mezhebinden bir öğretmen ona söylemedikçe insan hiçbir şey yapmakla yükümlü değildir. Hiçbir hakkı da yoktur.
Mu’tezile mezhebine göre öğretmene gerek kalmadan insan doğuştan hak ve görevlere sahiptir.
Matüridilere göre ise insan doğuştan hak sahibidir. Birisinin bildirmesi gerekmez. Görevler de böyledir. Ne var ki bir öğretmen bulunmadığı takdirde bilmedikleri hususlarda mazurdurlar. O sebeple bir öğretmenin gelmesi gerekmektedir.
İşte, Kur’an’ın bu âyeti Matüridi mezhebine delil olmaktadır.
مِنْ بَشِيرٍ وَلَا نَذِيرٍ
(MiN BaŞIyRın Va Lav NaÜIyRin)
“Beşir veya nezirden kimse gelmedi.”
Nekreden önce gelen "Min" türde teb’iz içindir. Marifeden önce gelen “Min”, bireyin cüzlerini teb’iz içindir. Yani beşirlerden kimse gelmedi, nezirlerden kimse gelmedi. Böyle dersiniz diye size resulümüz gelmiştir.
Firmanın adını söylersiniz. Böyle yaptı dersiniz ama yapan firma değil onun temsilcisidir. Resulümüz gelmiştir demekle kendisinin gelmesi gerekmez, risaletin gelmesi yeterlidir. Bu sebeple “size Muhammed gelmiştir” denmiyor, “resulümüz gelmiştir” deniyor.
Evet, bucak başkanları resulün halifesidirler, Hazreti Muhammed’in değil. Onlar Allah’a karşı sorumludurlar, Hazreti Muhammed’e karşı değil.
Bunu daha açık bir şekilde ifade edelim.
Bir devlet görevlisi gelir ve sizinle bir anlaşma yapar. Sonra o gider başka görevli gelir. Siz yeni görevliye muhatapsınız, borcunuz varsa ona verirsiniz. Ben seninle anlaşma yapmadım, o gelsin diyemezsiniz. Çünkü sizinle anlaşan memur değil devlettir. Memur onun temsilcisidir. Resul de böyledir. Hazreti Muhammed’in risaleti devam etmektedir ama artık resul olan o değil, şimdiki başkanlardır. Hazreti Muhammed’e izafe edilen üsve yani örnek olması hasebiyledir, yoksa yetki hususunda değildir.
Yani bir bucak başkanının resul olabilmesi için Hazreti Muhammed gibi risaleti yerine getirmesi gerekir. Hazreti Muhammed bir metredir, bir ölçüdür. Hazreti Muhammed fail veya hakim değildir. Ona insan üstü ve farklılığı ifade eden ünvanlar vermek küfre kadar varan haramdır. “Hazret” demeyi de bu sebeple ben mekruh görürüm. “Nebi Muhammed” demek, hele “Son Nebi” demek fazlasıyla yetmez mi? Ondan üstün rütbe mi vardır? Sadece “Muhammed aleyhisselâm” demek de aynı manâya gelir, yetmez mi?
Öğretmen ne iş yapacaktır?
İnsanlara Allah’ın mesajını ulaştıracaktır, Kur’an’ı götürecektir. Şimdi bizim yaptığımız gibi yorumlar yaparak Allah’ın insanlardan ne istediğini onlara aktaracaktır. Ondan sonra da diyecektir ki: Bakınız, sizi Allah yarattı... Buralara getirdi... Bu kadar nimet verdi... Sen kendi başına gelmedin. Allah sana bu kadar insanı hizmetçi olarak verdi. Şimdi senin insanlığa ve içinde yaşadığın topluluğa borçların vardır. Onları yerine getir. Allah sana daha fazlasını verecektir. Bu “tebşir”dir. Eğer bu emirleri yerine getirmezsen şu şu kötülüklerle karşılaşırsın. Bu da “inzar”dır.
Gerek tebşir gerekse inzar hem dünya hem de âhiret içindir. Bu dünyada ve âhirette saadet için bu görevleri yerine getireceksin. Dünyada ve âhirette azaba uğramaman için de yasaklardan kaçınacaksın. İşte bu tebşir ve inzar görevimizi yerine getirmemiz için tüm dünyada organize olmalıyız.
Fethullah Gülen cemaatinin uygulaması göstermiştir ki, böyle bir örgütlenme insanlık içinde kolay olmaktadır. Ben kendileriyle ilk yıllardan itibaren (İzmir, 1961) ilgiledim. Onları ve 1965’ten itibaren Fethullah Gülen’i yakından tanırım. Başlangıçta ne kadar yoksul ve gariban olduklarını çok iyi bilmekteyim. Onlar o günkü şartlarda başlayıp da bugün bu kadar büyük başarılar elde ettiğine göre, siz daha çok ve daha büyük başarılar elde edeceksiniz. Onlar bu işi yapmazlarsa, onların başarısı da size kalacaktır.
Ne yapmalıyız?
“BİN DİL ÜNİVERSİTESİ”ni kurmalıyız. Tüm dünyadaki ilimleri Kur’an Arapçasına çevirmeliyiz. Kur’an’ı ve Kur’an Arapçasını o dillere çevirmeliyiz. Biz dünyanın her yerinden aynı dili konuşan onar aileyi getirip “Bin Dil Üniversitesi”nde eğitmeliyiz. Arapça öğretmeliyiz. Ayrıca bunlara iş verip meslekte de yetiştirmeliyiz. Ülkelerine döndüklerinde işte onlar münzir ve mübeşşir olsunlar. Bunun için Müslüman olmaları şart değildir. Kendi dinlerinde kalsınlar, yeter ki “Adil Düzen”i benimsesinler.
فَقَدْ جَاءَكُمْ بَشِيرٌ وَنَذِيرٌ
(FAQaD CAyEaKuM BaŞIyRun Va NaÜIyRun)
“Size şimdi beşir ve nezir gelmiştir.”
Bundan önce de “Caekum” denmiş, orada “Kad” ile bağlanmıştır; burada ise “FeKad” ile bağlanmıştır. “Fa”nın manâsı süreklidir. “İn Ci’te Ükrimüke” dersem, gelirsen bir defaya mahsus olmak üzere ikram ederim demektir. “İn Ci’te Fa Ükrimüke” dersem, her gelişinde sana ikram ederim manâsındadır. Sebep-sonuç ilişkisi doğar.
Birincisinde Kitabın gelmesinden bahsetmişti. Orada “Kad” kullandı. Burada ise beşir ve nezirin gelmesinden bahsetmektedir. “FeKad” getirilmiştir.
Kur’an bir defa indi, lafzı ve usulü ile değişmeyecek, yenilenmeyecek. Oysa risalet ise yeni başkanların seçilmesi ile yenilenecektir. Bu sebeple “Fa” harfi ile gelmiştir. Nekre olarak gelmesi de pek çok resullerin geleceğini ifade eder.
Beşir ne nezir izhar edilmiştir. Çünkü kail değişmiştir. Bir de onların bekledikleri nezir ve beşir başkasıdır, gelen başkasıdır.
وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (19)
(Va elLAHu GaLAy KulLi ŞaYEin QaDIyRun)
“Ve Allah kadir olandır, her şeye gücü yetendir.”
Kur’an’da âyetlerde tekrarlanan deyimler vardır. Bunlar cümle olarak çok manâları ifade ederler. Bir de bunların fıkhi manâları vardır. “Allah her şeye kadirdir” ifadesi biraz farklı deyişlerle 39 yerde geçmektedir. Bundan evvelki “caeküm” âyetinde bir âyet sonu terimi yoktur. Burada vardır.
“Ve” harfi “Lillahi Mülkü’s-Semavati ve’l-Erdi”ye atfetmektedir. İkisi de isim cümlesidir. Böylece iki âyeti de birbirine bağlamaktadır. Orada “Masir O’nadır” denmiş ve marife getirilmiş, burada ise nekre getirilmiştir.
“Kadir”i gücü yeten anlamında olmayıp ölçülendiren anlamında olarak alırsak, Allah her şeyi ölçülü yapandır anlamına gelir.
“Takdir” planlamadır. Canlılar karşılarına çıkan imkanları değerlendirirler. Plan veya projeleri yoktur. İlk insanlar da hayvanlar gibi plansız projesiz işler yaparlardı. Allah ise takdir etmiş ve insanları adım adım gidecekleri yere götürmüştür.
- İlk insanı meyvecilik yapacak şekilde yarattı. O dönemin insanları yaz kış meyve veren yerlerde hayata başladılar. Bugün bu yerin Nil nehrinin çıkış yerlerinde bir yerde olduğu bilinmektedir. Havalar soğuyup yüksek yerde yaşayamayınca, Nil’i takip ederek aşağıya indiler. İşte bu Allah’ın takdiri ile olmuştur.
- Aşağıya doğru inince yaz kış meyve veren ağaçlar kalmamıştı. Bu sefer ceviz ve fındık ile benzeri meyveleri toplamaya başladılar. Ne var ki bunların taşınması gerekmektedir. Bunun için sepet yaptılar, çuval yaptılar.
- Havalar soğudu, nüfusları çoğaldı ve artık meyve ile geçinemediler. O zamana kadar yemekleri ateşte pişirmeyi de öğrenmişlerdi. Bu sefer balıkları ve etleri pişirerek yemeye başladılar.
- Avın peşine takıldılar, yabani hayvanları avlamaya başladılar, dünyaya yayıldılar. Bütün bunlar doğa kanunlarına ve şartlara göre oluştu. Bu kendiliğinden olmadı. Bu şekilde planlanmış ve o şekilde olmuştur.
Yani Hıristiyanların Hazreti İsa’yı tanrılaştırması da takdir-i ilâhidir. Pavlus Hıristiyanlığı bozmasaydı Roma ona sahip çıkmaz, bu sefer Hıristiyanlık yeryüzüne yayılmazdı. Geçmişte olanlar hep takdir-i ilâhidir, hepsi hayırdır. Geçmişte yapanlar hep hayır yapmış değildirler. Onların içindekilerin çoğu kötü niyetli olabilir. Onlar günahlarının cezasını çekebilirler. Diğer taraftan iyi niyetle kaderi değiştirmek isteyenler de olabilir. Onlar kaderi değiştiremezler ama sevaplarını alırlar.
Bunu çok iyi anlamak için bir kabın içindeki suya bir damla boya damlatırsanız moleküller istediği yere gidebilirler, dolaşmakta tamamen serbesttirler. Ne var ki kabın dışına çıkamadıkları gibi bir yerde toplanıp yığılamazlar, sıcaklık ve basıncı değiştiremezler, yoğunlukları farklılaştıramazlar. Ama kendileri hürdürler. Kader içinde insanlar da böyledir. Kader değişmez ama insanlar istedikleri gibi hareket ederler.
Kur’an bundan sonra neler olacağını bildirmektedir.
- İsrail oğulları Filistin’de toplanacaklardır. Mevcut yurtları onların olacaktır.
- Hıristiyanlar ve Müslümanlar daima süper güç olmaya devam edecek, iktidar aralarında devredip duracaktır.
- Kur’an düzeni yeryüzüne hakim olacaktır. “Adil Düzen” gelecektir.
- Savaş kıyamete kadar devam edecek, sürekli barış hiçbir zaman olamayacaktır.
Tarihî olaylar takdiri ilâhi olduğu için kimse değiştiremez. İnsanlar iyi veya kötü olarak hareket ederler ve en sonunda onlar ona göre cezalandırılırlar ve mükafatlandırılırlar. Tarihin akışı değişmez.
Tarihte örnekler vardır. Yaşlanmış topluluk mutlaka değişecek ve yenilenecektir. Bunu kimse durduramaz. Ne var ki değişmeyi ortaya koyanlar varsa, halk da bunlara uyarsa, değişme kansız olur. Değişmeyi ortaya koyanlar yoksa veya halk bunlara uymazsa, o zaman değişme kanlı olur.
Meclis’te tartışma olur. Birileri Cumhuriyet’i istemezler veya Medeni Kanun’u istemezler. Mustafa Kemal bakar ki iş kötü, Meclis kendi iradesiyle bu işi başaramayacak; “Bu olacak ama bazı başlar gidecek!” der ve bu uyarı üzerine başlar gitmeden olması gereken olur. Burada karşı gelenler samimi idiler. Onlar kaderi bilmiyorlardı. Kendilerine göre gerçeği savunmuşlardır. Niyetleri böyle ise cennete giderler. Mustafa Kemal de bilgisi dahilinde kadere uymuş olabilir. O da cennete gidebilir.
İşte, “Allah her şeye kadirdir” derken Ehl-i Kitaba yani Hıristiyanlara, Müslümanlara, Budistlere, Hindulara, sağcılara, solculara bunu söylemektedir.
“Adil Düzen” takdir-i ilâhidir. Kâfirler hoşlanmasa da “Adil Düzen” gelecektir. Kanlı veya kansız olması sizin elinizdedir; başlar uçar veya uçmaz...
Burada bu vesileyle önemli bir hususa daha işaret etmek isteriz. “Adil Düzen” Kur’an düzenidir; bizim anladığımız Kur’an düzenidir. Mutlaka bizimki doğrudur demiyoruz. Siz bizden daha iyi Kur’an’ı ve Tevrat’ı anlarsınız, ilâhi düzen olarak o gelir. Diğer kitaplardan söz etmedim, çünkü onlar şeriat kitapları değil tarikat kitaplarıdır.