MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2203 Okunma
MAİDE 61-64

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 41

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

وَإِذَا جَاءُوكُمْ قَالُوا آمَنَّا وَقَدْ دَخَلُوا بِالْكُفْرِ وَهُمْ قَدْ خَرَجُوا بِهِ وَاللَّهُ أَعْلَمُ بِمَا كَانُوا يَكْتُمُونَ (61) وَتَرَى كَثِيرًا مِنْهُمْ يُسَارِعُونَ فِي الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَأَكْلِهِمْ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (62) لَوْلَا يَنْهَاهُمْ الرَّبَّانِيُّونَ وَالْأَحْبَارُ عَنْ قَوْلِهِمْ الْإِثْمَ وَأَكْلِهِمْ السُّحْتَ لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَصْنَعُونَ (63)

 

وَإِذَا جَاءُوكُمْ

(Va EiÜAv CAvEUvKuM)

“Ve size ciet ettiklerinde.”

Bundan iki âyet önce “ve izâ nâdeytum” âyeti gelmiştir. Burası oraya atıftır. Kur’an’ın usulüdür, atfedeceği yerin bir kelimesini tekrar eder, böylece konuları birbirine bağlar.

Toplantıya çağırdığınızda onlar sizinle istihza ederler. Bugün bizim namazlarımızı hor görürler. Ezanları yasaklamaya kalkışırlar. Mescitte dünya kelamı edilmez diye yasaklar uydururlar. Oysa mescitler dünya işlerini görüşmek için vardır.

Bugünkü uygarlık namazlarla doğmuştur.

  1. İlk emredilen namaz akşam namazıdır. Meyve toplayanlar akşam evlerine döndüklerinde akşamı kılmadan çardaklarına gitmezlerdi. Herkes ne toplamışsa oraya getirirdi. Birinin topladıklarını diğerleri görürdü. Değişik topladıklarını değiştirirlerdi. Bazen borç verirlerdi. Çoğu zaman bağışlarlardı. Birisi meyveye ulaşmazsa becerikli komşusunu ertesi gün onu oraya götürürdü. İşte böylece temel sosyal ve ekonomik ilişkiler akşam namazı ile başlamıştır.
  2. İkinci olarak emredilen namaz yatsı namazı olmuştur. İnsanlar avcılık dönemine geçince çocukları ava götürüp eğitemediler. Mağaralarda dersler başladı. Yatmadan evvel mağaralarda toplanıyor, duvarlarda yaptıkları resimlerle avlanma usullerini öğretiyorlardı. Böylece eğitim müessesesi doğmuştur. Bugünkü uygarlık o eğitim müessesesinin sonucudur. Allah eğitimi yatsı namazıyla öğretti, uygarlık yatsı namazı ile doğdu.
  3. Üçüncü emredilen namaz öğle namazı olmuştur. İnsanlar çobanlık dönemine geçince hayvanlara öğleyin su verme ihtiyacını duydular. Herkes kendi hayvanlarını otlatırken, öğle namazı kılmak için hayvanları su başına getirdiler. Orada hem namaz kılar hem de hayvanlara su verirlerdi. Sıcaklar geçinceye kadar dinlenir, bu arada sohbet ederlerdi. Öğle namazı insanlara bölüşmeyi öğretti. Çünkü sular sınırlı olur. Ancak toplandıktan sonra bölüşülebilirdi. Demek ki sınırlı imkanları bölüşmeyi insanlar öğle namazı ile öğrendiler. Uygarlığın en büyük sorunu sınırlı imkanları bölüşmedir. Bugünün sorunu da budur.
  4. Dördüncü olarak emredilen namaz ikindi namazıdır. Bu namaz tarım dönemi namazıdır. İkindiye kadar herkes kendi üzümünü toplar, sonra ikindi vakti olunca üzümlerini bir araya getirir, cenderede sıkıp suyunu çıkartırlardı. Burada da insanlar birlikte üretimi öğrendiler. Böylece bugünkü uygarlığa adımlarını attılar.
  5. Sabah namazı ise işçilik dönemi namazıdır. Eskiden insanlar ayrı üretiyorlardı. Şimdi kollektif üretim vardır. Herkesin aynı zamanda iş başına gelmesi gerekir. Onun için güneş doğmadan evvel sabah namazı kılınır ve ortak araba ile iş yerine gidilir. İnsanlar çalışma saatlerini namazlara göre ayarlarsa veya namazı çalışma saatlerine göre kılarlarsa emek mübadelesi döneminin sorunlarını çözmüş olacaklardır. Yeter ki sabah namazlarını bize öğretildiği gibi kılalım.

İnsanlığı uygarlaştıran ve bundan sonra da uygarlaştıracak durumda olan namazı sadece Allah’a bir ibadet şekline dönüştürmekle karşı tarafın eğlencesi olmaktadır. Biz ocakları oluşturmadan, ocaklarda beş vakit namazı kılmaya başlamadan, ondan sonra da Cuma namazlarını tüm bucak halkı ile birlikte kılmadan III. bin yıl uygarlığını oluşturamayız.

Bir gün gelecek insanlar bu gerçekleri öğrenecekler ve  beş vakit namazı gerektiği gibi kılmaya başlayacaklardır.

Kendi sitelerimizi kurduğumuz zaman insanlardan ne isteyeceğiz?

Nöbet tutmalarını isteyeceğiz.

Bugün askerlik birkaç ay veya bir-iki sene yapılmakta, ondan sonra insanlar serbest bırakılmaktadır. Biz ne yapacağız? Nöbet tutmaya başlayacağız. Nöbete katılmayanlardan bedel alacağız. Bizim başarımızı görünce onlar da bize gelecekler ve bizden olduklarını söyleyeceklerdir.  

قَالُوا آمَنَّا

(QAvLUv EAvManNAv)

“İman ettik diyecekler.”

Bundan 50-60 sene evvel dinsizlik moda idi. Okumuşlar, zenginler Allah’a inanmayı ilkel kabul ediyorlar, inananları zavallı ve cahil kabul ediyorlardı. Bugün o moda tersine dönmüş, şimdi de inanma modası gelmiştir. Şimdi birisine “sen mü’min değilsin” dersen sana saldırır. Herkes Müslüman, inanmayan yok. Dün nasıl dinsizlik moda idiyse, bugün de dindarlık modadır.

Kur’an, insanların inandıklarına(DEMELERİNE) bakmayın, onlar inanmış değildirler diyor. Şimdi başkalarını bir tarafa bırakalım, görevlerimizi yerine getirmede ayrı ayrı acaba inanmış kimseler miyiz? Ben kendim Süleyman Karagülle inanmış mıyım, onu düşünmem lazımdır. Kendimi kontrol etmek gerekmektedir. Mü’minsem:

  1. Allah’ın kitabı olan Kur’an’ı öğrenmeğe devam etmeliyim. Diğer bütün ilimleri Kur’an’ı anlamak için öğrenmeliyim. Allah’ın kitabı yanımızda iken bizim başka şeylerle meşgul olacak vaktimiz olur mu? Oluyorsa bilelim ki biz daha iman etmedik.
  2. Allah’ın kitabı ne diyorsa onu yapmalıyım. Allah emrediyor, nasıl olur da ben O’nun işini bırakır da başka iş yapabilirim. Yaptığım bütün işler hep O’nun emirlerini yerine getirmek için olmalıdır. Karnımı doyuruyorsam O’nun verdiği görevimi yapmalıyım. Bunu böyle yapamıyorsam ben iman etmiş değilim.
  3. Yapacağım üçüncü iş ise ben Allah’ın bir görevlisiyim. O ne diyorsa onu yaparım. Sonuca bakmam. Çünkü ben fail değilim, fail olan Allah’tır. Ben toprağa tohumu attığım zaman sadece Allah’ın bana buğday ver diye fiilî dua yapmış olurum. Tohumu buğday yapacak ben değilim, O’dur. O halde biz amelleri dua niyetine yapacağız. O ne diyorsa onu yapacağız, sonuçlara karışmayacağız. O bize “namaz kıl” diyorsa kılacağız, “zekât ver” diyorsa vereceğiz; sonrasına karışmayacağız. Endişemiz yanlış anladık mı şeklinde olacaktır. Onun için tasalanmalıyız.
  4. Bütün bunları yaparken bilmeliyiz ki biz geldik ve gideceğiz. Bizden sonra bizim yapmakta olduklarımızı devam ettirecek insanlar yetiştirmeliyiz. Biz bunu yapabildik mi, yerimize vârisler bırakabildik mi? Bu da ancak bir cemaat oluşturmakla mümkündür. “Adil Düzen”i sürdüren cemaat var mıdır?
    1. Devamlı Kur’an okuyup da onu öğrenmeğe çalışan ve yeni hayatını ona göre düzenleyen bir cemaat var mı?
    2. Öğrendiklerini birlikte uygulayan bir topluluk oluşturabildik mi?

Bizim çalışmalarımız boşa mı gidecek?

Bunu düşünmemiz gerek...

İşte, ben bunları düşündüğüm zaman acaba ben gerçekten mü’min miyim diye kendimi kontrol ediyorum. Mescitlere gelip namaz kıldıktan sonra dışarıya çıkınca Allah’ı unutan kimseler elbette mü’min olamamışlardır.

وَقَدْ دَخَلُوا بِالْكُفْرِ

(Va QaD DaPaLUv Bi eLKuFRi)

(Şimdi küfürle dahil oldular.)

Evet, onlar mescitlere ve mabetlere küfür ile dahil oldular, moda olduğu için dahil oldular. Onlar ne kendi topluluklarına inanıyorlar ne de cemaatlerine inanıyorlar.

Biz İstiklâl Savaşı’nı yaptık, Allah yardım etti. Cumhuriyetimizi kurduk. Bugün nüfus olarak seksen milyonlara varıyoruz. Her türlü nimetimize kavuşmuş bulunuyoruz. Görevimiz bu cumhuriyetimizi yaşatmak, muasır medeniyetin fevkine çıkarmak değil midir? Herkes kendine makam elde etmek peşinde, herkes zengin olmak peşinde. Mabetlere girip namaz kılanlar da öyle. Şimdi bu bizim görüşümüz.

Bir de her ferdi ayrı ayrı ele alalım, onun ruhuna girecek şekilde ona arkadaş olalım. Bu sefer de herkesi mü’min görürüz.

O halde genellemekten vazgeçip Allah’a inanıp O’nun için cihat eden gerçek mü’minler de vardır, böyle kâfirler de vardır. Bizim görevimiz onları irdelemekten çok kendimizin mü’minler içinde olmamızı sağlamaktır.

Kad” kelimesi şimdi anlamındadır.

Şimdi onlar küfür ile girdiler” diyor. Onlar kâfir olarak girdiler demiyor, onlar kâfirdirler demiyor, “onlar küfür ile girdiler” diyor. Yani onlar aslında kâfir değildirler. İman etmek istiyorlar. İman ettiklerini de sanıyorlar. Ama onlar buna rağmen küfür ile mescitlere girmişlerdir. Küfür ile Millî Görüş partisine girmişlerdir. Küfür ile Risale-i Nur şakirdi olmuşlardır. Onlar kâfir değiller, bilmeden veya bilerek küfrü yanlarında getirip götürüyorlar.

Allah bu bilgiyi vermekle bize şunu söylüyor. Onların mü’mindir diye yaptıkları imandır zannetmeyin. Onlar mü’min olabilirler ama yaptıkları küfürdür. Dolayısıyla onların yaptıkları günahları siz işlemeyin, onlar “Adil Düzen”i bıraktılar diye siz bırakmayın. Siz İslâmiyet’i başkalarının yaptığı ile değil, sizin çalışmalarınızla, içtihatlarınızla ve icmalarınızla değerlendirin.

وَهُمْ قَدْ خَرَجُوا بِهِ

(Va HuM QaD PaRaCUv BiHIy)

“Ve onlar onunla çıktılar.”

Camiye girdiler, mü’miniz dediler ama küfrü birlikte getirdiler.

Saadet Partisi’ne girdiler, mü’miniz dediler ama küfrü getirdiler... AK Parti’yi iman üzerine kurduk dediler, başlarını açmadılar, içki içmediler ama küfrü beraber getirdiler... Risale-i Nur şakirdi oldular ama küftü beraber getirdiler... Tarikat ehli oldular ama küfür ile beraber oldular… Camiden çıkarken de partileri bırakırken de öyle yaptılar...

Onlar içeride de dışarıda da küfür ile beraber gelmektedirler.

Biz de aynı durumda olabiliriz.

Bundan yani bu durumdan nasıl kurtuluruz?

Bundan ancak birlikte Kur’an’ı okuyarak yorumlamak suretiyle kurtulabiliriz. Kur’an küfrü aramızdan kovacaktır. Birbirimize yaklaşarak imânî dayanışmayı oluşturacağız.

Şimdi burada imanın manâsına tekrar dönelim. İmanı küfürden kurtulma şeklinde tanımlarız. O zaman müslimler de iman etmiş olanlar arasına girerler. O halde küfürden kurtulmanın yolu tektir, o da Kur’an çevresinde dayanışma içine girmektir. İnsan kendisini ve arkadaşlarını ancak böylece güven altına alabilir.

Şimdi diğer din mensuplarını ele alalım. Bunlar ne yaptılar? İslâm uygarlığını kabul ettiler. Birçok noktalarda eski küfrü bıraktıklarını söylediler. İnsan haklarını ortaya koydular. Tevrat ve Kur’an’dan öğrendiklerini Avrupa müktesebatı diye yutturuyorlar ama hiçbirisine inanmıyorlar. Kuleler yıkılmadan güya dünyanın en demokratik ülkesi olan Amerika, kuleler yıkılınca dünyaya savaş ilan etti; ya bizden olacaksınız ya da düşmanız dediler. Hayali düşmanlar icad edip insanları birbirlerine kırdırmaya başladılar.

Batı uygarlığı güya insan haklarına teslim olmuş uygarlıktır. ‘Demokratız’ diyorlar, yalan söylüyorlar; “lâikiz’ diyorlar, yalan söylüyorlar; ‘liberaliz’ diyorlar, yalan söylüyorlar. Küfrü ne bizimle beraberken bıraktılar, ne de bizden ayrı iken bıraktılar.

Bu âyet Avrupa uygarlığının 500 yıllık macerasını anlatmaktadır.

وَاللَّهُ أَعْلَمُ

(Va elLAvHu EaGLaMu)

“Allah en iyi bilir.”

Buradaki “Ve” harfi hal vavıdır. Yani onların inanıp inanmadıkları, neyi gizleyip neyi açıkladıklarını siz de bilirsiniz ama en iyisini Allah bilir.

Bir bakıyoruz, Cuma günü insanlar camiye doğru akın akın gidiyorlar. İçeri girdiğimizde de safları dolduruyorlar. Namaz kılıyorlar. Gençleri ve yaşlıları görüyoruz, yüzlerine baktığımızda nur görüyoruz.

Ondan sonra dışarı çıkıyoruz ve bu beş vakit namaz kılan kişiye anlatıyoruz; bak, Kur’an böyle diyor diyoruz, âyet okuyoruz, hikmetlerini açıklıyoruz...

Bakıyoruz, hiç aldırdığı yok!..

Örnek olarak, bu cebinde taşıdığın 50 TL faiz belgesidir. Sen onun peşinden koşuyorsun, faiz peşinde koşuyorsun. Gel faizli para olmaksızın iş yapmaya çalışalım…

Böyle dediğimiz zaman duymuyorlar bile!..

Örnek olarak, ayakkabılık ve askı dolabı satacağız. Bunu dükkanına bırakayım. Yer de işgal etmeyecek, çünkü dolabı raf olarak da kullanabilirsin. 200 TL’ye veresiye sat, parasını biz tahsil edelim; edemezsek ceremesini biz çekelim. Yirmi liranı da peşin al diyoruz.

Bunu kabul etmiyor!..

Niçin?

Çünkü bu tekel sermayeyi rahatsız eder.

Peki, bu insan Tanrı’ya mı inanıyor, yoksa tekel sermayeye mi?!.

Bu şartlar altında namaz kıldığına göre Tanrı’ya inanıyor ama Allah’tan değil de sermayeden korktuğu için de küfür içindedir.

İşte biz bunun kararını veremeyiz. Allah bilmektedir deriz. Allah da bu âyette bize işte bunu bildirmektedir.

Bizim görevimiz onlar gibi olmamaktır. Bunun için yapacağımız tek şey vardır. Birlikte Kur’an okuyarak birbirimize yaklaşmak. Kur’an’ı tefsir ederek yaklaşmak. Gün gelir yanımızdan ayrılmayan küfür bizi bırakır. Bundan başka bir çözüm bulamadım.

بِمَا كَانُوا يَكْتُمُونَ (61)

(BiMAv KAvNUv YaKTuMUvNa)

“Ketm etmiş oldukları şeyleri.”

İnsanların içinde bir şeyler vardır. Bir türlü Kur’an’a inanamıyorlar. Kur’an’ı dua niyetine okuyup teselli buluyorlar. Oysa bizim yapacağımız şey Kur’an’a dalmak, o ummanda yüzmek ve ona göre amel etmektir. Bundan 60 sene evvel Kur’an yalnız Arapça okunur, meali bile okunmazdı. 50-60 sene sonra Türk milleti Kur’an’la birlikte mealini de okumayı öğrendi ama hâlâ onun üzerinde düşünerek kendi içtihadını yapmayı öğrenemedi.

İşte, insanlığa bunun örneğini vermek durumundayız...

Bir gün gelecek, herkes Kur’an’ı kendi anlayışına göre yorumlayacak...

İnsanların çoğu mü’min olmayacak. İnsanların çoğu müslim olacak. Müşriklere gelince, onlar da az olacaktır. Kâfirler veya müslimler arasında çoğalma ve azalma olacaktır.

Bizim bu âyetlerden öğrendiğimiz en önemli husus; küfrü taşımak başkadır, kâfir olmak başkadır. Zahirde cizye vererek, zahirde askere gelerek kâfir olmayabilirler, ama yaptıkları işler küfrün tâ kendisi olur. Cumhuriyet kurulduğundan beri böyle küfür olacak işler yapılmaktadır ama imana uyan işler de yapılmaktadır. Çetin mücadeleler sonucunda buraya gelmiş bulunuyoruz. “Adil Düzen”e sahip çıkanların işi önce “Adil Düzen”i öğrenmektir. Denemeler için işler yapacaklardır. Bu düzende “Adil Düzen” işleri yapılamaz.

***

وَتَرَى كَثِيرًا مِنْهُمْ

(Va TaRAv KaÇIyRan MiNHuM)

“Onların çoğunu görürsün.”

Buradaki “Terâ” fiili “Kâlû Amennâ”ya atıftır. Genel olarak fiil-i maziye muzari fiili atfetmek beliğ olmaz. “Ahmet geldi mi?” sorusuna, “Geldi ve ben ona iş vereceğim” dediğiniz zaman, burada geçmişte olan bir fiil gelecekte yapılacakla ilişkilenecekse o zaman atfedilmesi fasih olur. Kaldı ki oradaki “Kâlû” “İzâ”dan sonra geldiği için muzari manâsındadır. “İzâ”dan sonra gelen maziyi muzari sigası ile atıfta bulunmak fasih olur.

Terâ” kelimesi görürsün demektir. Genel olarak onları görmezsin, yaptıklarını duyarsın, söylediklerini işitirsin ama bunlar görülmüş gibi olur. Re’y etmek, düşünüp o şekilde anlamak anlamındadır. O halde görürsün demek öyle olduklarını anlarsın demektir.

Kesiran” çoğu demektir. Bunların yarıdan çok olmaları gerekmez. Pek çok manâsına gelir. “Min” kelimesi teb’iz için gelmektedir. O zaman onların pek çok olduğu anlamı çıkar. Ama cins olarak anlarsak onlardan fazlasını demek olur.

Sınıflama yaparken biz insanları kendi ifadelerine göre değerlendiririz. “Mü’minim” diyen mü’min olur, “müslimim” diyen müslim olur. “Ben ne askere gelirim ne de cizye veririm” diyen kâfir olur. “Veririm” dedikleri halde mallarını gizleyenler münafık olur. Bize onların kim olduklarını anlatıp ayırmadan çok onların vasıflarını saymaktadır.

يُسَارِعُونَ

(YuSAvRiGUvNa)

“Müsaraat ederler.”

Yarışırlar.

Bugünkü insanlık şerde yarışan insanlarla doludur.

Eskiler anlatıyor. Çarşıda bir esnafa müşteri geldi mi, ‘Ben siftahımı yaptım, o yapmadı, o da yapsın, lütfen ondan al’ dermiş. Esnaf Allah’a tevekkül edermiş, rızık Allah’tan deyip ‘rabbena hep bana’ demezmiş. İslâmiyet dünyaya böyle yayıldı.

Şimdi ne yapıyorlar? Gidip bir şeyi sorduğun zaman sana yerini söylemiyor, gidip alıyor ve getiriyor, kendi kârını da koyuyor.

Evet, hayırda değil şerde yarışma söz konusudur. İşte küfürleri ile gelip küfürleri ile gidenler bunlardır. Şerde yarışırlar; herkes öyle yapıyor, ben ne diye yapmayayım derler.

Küfürle gelip küfürle gidenler kimlerdir, onları nasıl tanıyacağız?

Şerdeki yarışmalarla tanırız.

فِي الْإِثْمِ

(Fıy eLEiÇMi)

“İsmde.”

Kur’an’da “günah”la veya “suç”la ilgili kelimeler vardır. Bunları bir seminerde karşılaştırdım. Burada ise “ism” ve “udvan”dan bahsetmektedir. Bunlarda müsaraatı ortaya koymaktadır. Ayrıca “suht” kelimesini de eklemektedir.

Bu üç kelimeyi beraber incelememiz gerekmektedir.

İlk varsayımımızı şöyle yapıyoruz.

Hareketlerdeki kötülükler “ism ve udvan” ile belirtilmektedir. Tüketimde yani malları tüketirken yaptığımız kötülükler “suht” olarak ifade edilmektedir. Başka bir bakışla, üretimde işlenen suçlar “ism ve udvan”dır. Tüketimde işlenen suçlar “suht”tur.

“İsm” ile “udvan” arasında ne fark vardır?

İsm” kendi canına veya kendi nefsine zarar verecek işlerdir. Öyle iş yapıyorsun ki sonunda sen zarar ediyorsun. “Udvan”da ise başkasına zarar veriyorsun.

Mal benimdir, zarar edersem edeyim, ne diye günah olacakmış diyemezsin. Can benimdir, hasar verirsem ben veririm, size ne diyemezsiniz. Çünkü o malı sen üretmedin, üretimden pay olarak aldın. Sana o payı harca ve yine üretime hazır ol diye verdiler. Can da senin değildir. Kendini kendin yapmadın. Seni anne baban ve topluluk bu hâle getirdi. Ben istediğimi yaparım diyemezsin. Gerçi başkalarının sana karışma hakları ancak onlara zarar verdiğin zamanda olur, onun dışında sana karışamazlar ama sen kötülük içinde olursun.

Şimdi bu üç kelimeyi lugatlardan takip edelim, varsayımımıza uygun mu değil mi bilelim.

Esim: Tembel deve veya sarhoş adam demektir. İnsanı âtıl hâle getiren, tam verimli iş yapmasını önleyen bir şey demektir. “Taamu’l-esim” geçmektedir. Uyuşan, tembel olanın yiyeceği demektir.

Udvan: Udvan kelimesi düşmanlık demektir. Cepheleşme demektir. Böylece kişinin kendisine zarar veren günahlara “ism”, başkalarına zarar veren günahlara “udvan” denmiş olmaktadır.

Suht: Tüyleri alınmış deridir. Başkalarını yolarak onu kullanmaktır. Ekl ise yemekle beraber her ne suretle olsa harcamak da öyledir.

Bugünkü uygarlığın modası nedir?

İçki, kumar, fuhuş, israf... İnsanlar çalışıyor çalışıyor, sonra da sarhoşlukta, kumarda, fuhuşta, gösterişli giyim ve yemede harcıyor. Bunların hepsi şahsın kendisine zarardır. Bunların sosyal bakımdan yararı olmaktadır. Artan emeği değerlendirmek ancak bu israf  ekonomisi ile mümkündür. Yani bir milyar aile vardır. İki milyar çalışan vardır. Bunlardan yarım milyar kişinin çalışması ile insanların karnı doyuyor. Kalan yarım milyar insan işsiz ve aç kalır. Eğer içki, kumar, fuhuş ve israf olursa onlara da iş bulunmuş olur. İşte şimdiki yarış nerde? İçki içmede yarış, kumarda yarış, israfta yarış, fuhuşta yarış.

Kur’an bunun çözümünü şöyle bulur. Artan emeği imara yöneltir. Yapıların kendilerini ve pay senetlerini onlara satarak işsiz insan bırakmamaktadır. İsteyenler de yapı ve araba alacaklarına ilim yapar, böylece insanlığa hizmet etmiş olurlar.

وَالْعُدْوَانِ

(Va eLGuDVANi)

“Ve udvanda musaraat ediyorlar.”

Yine artan emeği değerlendirmek, işsizlere iş bulmak için savaş vardır. Ya ülkeler arası savaş çıkarırlar, ya da iç isyanları ortaya koyarlar. Bu suretle savaş araçlarının üretimiyle işsizlere iş bulmaktadırlar. Savaştırmak suretiyle nüfusun dengelenmesini sağlamaktadırlar.

Düşmanlıkta yarış” demek, birbirine düşman olmak demektir.

ABD’de kurulan büyük büyük silah fabrikalarının çalışması ile ABD’de işsizlik giderilmektedir. Ülke içinde de siyasi partiler hayırda yarışma değil, iktidara gelmede yarışma yani yağmalamada yarışma içindedirler. Halkın istediğini yapıp iktidar oluyor, ondan sonra o iktidarın nimetlerinden yararlanıyorsun. Partiler arası, firmalar arası ilişkiler düşmanlığa dayanmaktadır. Türkiye’nin dengesinde ırk din çatışması üzerinden yarışma yapılmaktadır.

وَأَكْلِهِمْ السُّحْتَ

(VaEaKLiHıMu elSuXTa)

“Ve suhtu ekl etmekte yarışıyorlar.”

Sömürünün devam edebilmesi için insanlığın geride olması ve kalkınması gerekir. Bir piyasa ne kadar büyük olursa, ne kadar serbest olursa, orada o kadar üretim artar ve o kadar adil bölüşme olur, yani işsiz insan kalmaz, aç insan kalmaz.

Devletler arası konan gümrükler ve vizeler insanlığı aç ve işsiz bırakmaktadır. Bunu şöyle açıklayalım. Bir köyde bir kişi bir kazağı ancak bir günde örebilir. Oysa Avrupa’da bir makina bunu bir dakikada örüyor. Avrupa’da mandalina yetiştirmek isterseniz sera yaparsınız, belki kilosunu 20 TL’ye üretirsiniz, Türkiye’de ise 20 kuruşa mâl edersiniz. Mübadele sayesinde bu ucuzluktan tüm insanlık yararlanır.

Siz gümrükler ve vizeler koyarsanız bu mübadeleyi kesersiniz ve her iki taraf büyük sıkıntılar içinde yaşar.

Sömürü sermayesi birkaç kuruş kazanacak diye insanlığın anaları ağlamaktadır.

Devletin garantisi ve Merkez Bankası’nın parası ile insanlar faiz alarak halkı soymaktadır. Hiç bir hakları olmadığı halde ürettiklerini, piyasadan parayı çekmekte, halkın elinden satın alma gücünü almakta ve krizlere sebep olmaktadırlar.

İleride senin hayatını garanti ediyoruz, yaşlanınca bize yük olma diye şimdi aç bırakıp hastahanelerde süründürmektedirler. Bunu da kendileri kazansın diye yapmakta, insanlar bu yüzden hasta olmaktadırlar.

Bugünkü ekonomi sermayenin sömürüsüne dayanan bir ekonomidir. Sömürebilsinler diye insanların çalışmasına, üretmesine, almalarına, satmalarına mâni olmaktadırlar.

Bu âyetler bugünkü insanlığın kaçakçılığını, rüşvetini, yalanını, hilesini yani içinde yaşamakta oldukları düzenin bozukluklarını ve zalimliklerini açıklamaktadır.

لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَعْمَلُونَ (62)

(LaBiESa MAv KAvNUv YaGMaLUvNa)

“Yaptıkları şeyler çok bi’se olmaktadır.”

Beise” kötülük demektir, hep birine zarar vermek demektir. İnsanların dayanışma ve yardımlaşma yerine, çatışma içinde yaşamaları demektir.

İnsanlar öyle bir zihniyete girmişler ki, hayat işkence olmuştur. Aslında herkes karnını bol bol doyurmakta, giyinme sıkıntısı çekmemektedir. Barınması güzel, seyahatler neredeyse bedava. İnsanların bu hayat içinde mesut ve müreffeh olmaları, Allah’a şükretmeleri, birbirlerini sevmeleri gerekir. Ne yazık ki tam tersine kimse hayatından memnun değil, kimse yarınından emin değil. İnsan yarasını kaşıyınca daha çok kaşınmak ister. Bugünkü insanlığın durumu da budur. Kazandıkça daha çok kazanmak istiyor. Yedikçe doymuyor. Bir elbise alıyor, ertesi gün başkasını almakla uğraşıyor. Halkı bu işkenceye sokanlar sömürü sermayesi sahipleri, onlarla işbirliği içinde olan iş adamları, yöneticiler ve bürokratlardır.

İnsanların  hastalıkları şöyle izah edilebilir.

a) İnsanlar kendilerini başka insanlara beğendirmeye çalışıyorlar. Bu sosyal yönsemedir. Yani insanlar kendilerini başkalarına beğendirmek için çalışınca onlara uyum sağlamak isterler. Böylece birlik ortaya çıkar. Bu beğendirme iki yolla olur. 1) Gerçek meziyetler kazanırsınız ve kendinizi beğendirirsiniz. Alim olursunuz, çalışkan olursunuz, iyiliksever olursunuz. Topluluğa hizmet edersiniz. Bu hakkınızdır. 2) Ama bunun yerine yalancıktan kendinizi beğendirmeye çalışabilirsiniz. Mesela, bilmediğiniz halde ondan bundan kaptıklarınızı satmaya çalışırsınız. Çalışmadan kazanıp yalancıktan çalıştığınızı ifade edersiniz, çıkarınıza iş yapıp iyilik yaptığınızı ileri sürebilirsiniz. Para kazanmak için ürettiğiniz mallarınıza hizmet için dersiniz. Topluluğa hizmet ediyorum diye onların aleyhinde olabilirsiniz. İktidar olur kendi kesenizi doldurabilirsiniz.

b) İnsanlar başka insanları korkutmaya çalışırlar. Zengin olmak isterler, çünkü zengin olan insanlar diğerlerini ezebilir, herkes onların şerrinden korunmak ister. Makam sahibi olmak isterler, insanlar benden korksun diye. Sağa sola saldırarak gücünü gösterir. İşte bunlar da çevreye hakim olmak ister. Evet, cesur insanlar vardır; insanları korkutmak için, insanları caydırmak için. Onlar zayıfları korumak için güçlerini kullanırlar.

İnsan iki şekilde yaşar. İyi insan birr ve takvada olur, ism ve udvanda olmaz. Bu sûrede böyle bir âyet geçmiştir; birr ve takvada teavun edin, ism ve udvanda teavun etmeyin. İşte burada da onların yani bugünkü insanların tersini yapmakta olduğunu bildirmektedir.

Diyelim ki, Kürdistan diye bir yere bağımsızlık kazandırmak isteyen insanlar var. Ne yaparlar? Cemiyetler kurarlar, kooperatifler kurarlar, halkı hayırda örgütlerler, onları âlim ederler, onları zengin ederler, onları muttaki ederler, onları güvenliğe kavuştururlar. Diyarbakır’a gideriz ve bir de bakarız ki, orası cennet gibi bir yer. Biz de öyle olsak deriz. O zaman Türkiye’yi Türkler yerine Kürtler idare etsin deriz. Ama ne gezer... Kendilerini öldürerek terörle Kürdistan diye bir yere bağımsızlık kazandırmaya çalışıyorlar!..

Diyelim ki Yahudiler veya ABD Kürdistan diye bir bölgeyi Türkiye’den ayırmak istiyor, bölgedeki sularımızdan yararlanarak İsrail’e su temin etmek istiyor. Oradaki PKK’lıları değil; anlattığım gibi oranın âlimlerini, şeyhlerini, kanaat önderlerini destekler, onların orada huzur ve saadet getirmesini ister. Bir de bakarsınız ki Irak Kürtleri ile Türkiye Kürtleri Araplardan, Türklerden, İranlılardan daha üst seviyeye çıkmışlar. O zaman hakkı olur, Kürt devletini kurarlar.

Şimdi ise insanları ve çocukları öldürmekle bu işi yapmak istiyorlar!..

İşte, Kur’an da istilacıdır, sermaye de istilacıdır ama birisi saadeti götürmek için istilaya izin verir, biri de sefaleti götürmek için istilayı teşvik eder.

***

لَوْلَا يَنْهَاهُمْ

(LaVLA YaNHAvHuM)

“Onları nehyetselerdi”

Lev” geçmişte olmamış şarttı ifade eder. “Lev ci’te leukrimüke.” Gelseydin ikram etmiş olurdum. Ama gelmediğin için ikram da etmedim. “Lev teci’ ükrimüke” de aynı manâdadır. Muzari olması istimrar içindir. Yoksa istikbale yöneltmez.

” ise istikbalin nefyi veya nehyi için olur. “Mâ” mâzi için “Lâ” istikbal içindir. Yapmadılar, ama yapmaları gerekir anlamındadır. İki nehy bir araya gelince müspeti ifade eder. Yaptılar değil de yapmış idiler veya yapmalıdırlar anlamı çıkar. Çözüm meslek sahipleri ile ilim sahiplerinin nehy etmeleri ile sağlanacaktır. Yani bugünkü insanlığı helâke götüren durumdan kurtarma ancak nehy ile sağlanacaktır.

Nehy etmek” bunu yapma sonra sana ceza veririm demektir. Yani nehy müeyyideyi içerir. Kur’an’da; marufu emreder, münkeri nehy eder ve hayra davet ederler diyor. Emrin dışında bir hayır vardır. Ama nehyin dışında alternatif yoktur. Bir yasağı hatırlatmak da nehy olur. Sigara içme hasta olursun, hırsızlık yapma kolunu keserler demek nehydir. Kuralı şeriat koyar. O kuralı ilgililere tebliğ de nehydir.

Dayanışma ortaklıkları dört tanedir; ahlâkî dayanışma, siyasî dayanışma, meslekî dayanışma ve ilmî dayanışma. Her dayanışma kendi mensuplarına nehiyde bulunur, bunu yapma, şunu yapma der ve o şartlarla ben seni korurum der.

Bu arada burada iki dayanışma zikredilmiş, ikisinden söz edilmemiştir. Buna iki şekilde mânâ veririz. Ya kıyas yoluyla onları da bunlara dahil ederiz. İlmî dayanışma emretmekle yükümlüyse, ahlaki dayanışma evleviyetle yükümlü olur. Dolayısıyla ayrıca zikretmeye gerek kalmaz. Meslekî dayanışma nehy etmekle mükellef olunca, siyasî dayanışma öncelikle yükümlü olur. Biz bu mânâyı veriyoruz. Mefhumu muhalefetle mânâ versek, yalnız bunlar nehy etmeli, diğerlerine gerek yoktur anlamı çıkar. Biz kıyası muhalefete tercih ettiğimiz için burada verdiğimiz mânâ da ona uygun olacaktır.

Meslekî dayanışmalar hakkında biraz bilgi edinelim.

İnsan eğitilen bir varlıktır. Bu eğitim beşikten mezara kadar sürer. Eğitimi topluluk yapar ama eğitilenler kişilerdir. Sonra eğitilmiş kişileri alıp ortaklığa sokup bir yerde iş yaptırma ise kişileri değerlendirmedir. Onlar eğitmez, onlar değerlendirir.

Eğitim müesseseleri iki tanedir. Biri ilmî dayanışma, diğeri ise ahlaki dayanışmadır. Biri bilgi eğitimi verir ve fikrî melekeyi düşündürür, diğeri hissî melekeyi eğitir ve insanı ahlâklı yapar. İnsanları oluş içinde değerlendirme de iki şekilde olur; ya ekonomik sahada olur, ya da sosyal sahada olur. Ekonomik sahada meslekî kuruluşlar, sosyal sahada da siyasi kuruluşlar bu birliği sağlarlar. Burada her birinden birer tane bahsedilerek dörde bölünme yerine ikiye bölünmeye işaret etmiştir. Bunların birleşebileceğine de işaret etmiş olmaktadır. Şir’a ve minhacı bir arada zikretmiş olması da buna delil teşkil eder.

Bunu şöyle izah edebiliriz. Bazı firmalar inşaat malzemeleri üretirler ve piyasaya sürerler. Bunlar müşterisi var diye üretirler, çoğu kere ne işe yaradığını bile bilmezler. Sonra başka firmalar, inşaat firmaları piyasadan bu malları alıp inşaat yaparlar. Onlar da bu malların nasıl üretildiklerinden habersizdirler. Bu iki tür firmalar karşı karşıya gelmez, fiyatlar onlara aracılık eder.

İlmî ve ahlaki kuruluşlar kişileri yetiştirir ve topluluğa salarlar. Onlara meslekî veya siyasî kuruluşlar iş verir ve istihdam ederler.

Bu durumda nehy etme nasıl olmaktadır?

Yapma, yoksa sana olan dayanışmayı kaldırırım şeklinde olacaktır.

O halde dayanışma ortaklıklarının temel görevi ortaklarını denetleme ve şeriata aykırı işler yaparlarsa onları nehy etmedir.

İslâmiyet’te devlet görevlilerinin ilim veya sanat eserlerini denetleme yetkisi yoktur. Eser ortaya çıkmadan göreyim diyemez ama dayanışma ortaklıkları diyebilir. Dolayısıyla dayanışma ortaklıkları filmleri, kitapları ve sanatları sansür edebilir. Mallar için serbest arz ve talep kanunları geçerli olduğu gibi, insanlar için de dayanışma ortaklıkları serbest rekabeti sağlarlar. Filan üniversiteden mezundur ve onun dayanışması içindedir. O halde, mesela, göz tedavimi filan doktora yaptırayım der.  

الرَّبَّانِيُّونَ

(elRabBAvNiyYUvNa)

“Mürebbiler.”

Rabbaniyun” meslekî dayanışma ortaklıklarıdır.

Anne baba nasıl çocuklarını terbiye ederse, meslekî kuruluşlar da gençleri öylece meslekte eğitirler. İlimde ve ahlakta eğitim küçüklükten başlar, anne ve babalar eğitmiş olurlar. İlim ve ahlakta dayanışmalar kuralsız çoğulla getirilmiştir. Ruhban ve Ahbar. Oysa meslekte ve siyasette anne baba karışmaz, doğrudan kuruluşları onları dayanışma içine alır. Bunların tüzel kişilikleri hakimdir. Çoğulları kurallı erkek çoğul gelmektedir. Rabbaniyyûn ve Kıssisîn.

Yine kıyas yoluyla onların da tüzel kişilikleri vardır. Birilerinde asaleten, diğerlerinde ise kıyasen vardır.

وَالْأَحْبَارُ

(Va eLEaXBAvRu)

“Ve ahbar”

Hıbr” mürekkeptir. Sonra âlimlerin adı olmuştur. Büyük âlim, derin âlim demektir. Okur yazar olan âlim demektir. Ders görmüş âlim demektir. Kulaktan dolma âlim değil.

Bu kelimeye dayanarak meslekî dayanışmanın nasıl kurulacağını da istidlâl edebiliriz. Dayanışma ortaklıkları kuranlar âlim olmalıdır demektir. İlmî dayanışma da bu nass ile ifade edilmektedir. Diğer dayanışmalar için bu hükümleri kıyas yoluyla koyuyoruz.

Bucakta ilmî dayanışma ortaklığını kurmak için “zâkir” olmak yani “orta ehliyetli” olmak gerekir. İlde dayanışma ortaklıkları kurmak için “fakih” olmak yani “yüksek ehliyetli” olmak gerekir. Ülkede ve insanlıkta dayanışma ortaklıkları kurabilmek için “rasih” yani “üstün ehliyetli” olmak gerekir.

Bunu nasıl istidlâl ediyoruz?

İlmî derecelerden başlıyoruz. Asgarisini bucağa, ortadakini ile, en yükseğini ülkeye veriyoruz. Asıl organizasyon ülkede olmaktadır. Kavm aynı zamanda dayanıklı demektir. Kur’an’da, “Litünzira Kavmen” denmektedir. O halde rasihlerin devletler arasında olması istihsanen uygundur.

Bu ehliyetler nasıl tevcih edilecektir?

Malları bile birilerine teslim ederken ehil olup olmadığını arıyoruz da, insanların hukukunun kendilerine teslim edildiği kimselerde de elbette ehliyet arayacağız. “Emaneti ehline tevdi ediniz” âyeti zaten bunu âmirdir. Ehliyet de imtihanla tesbit edilir.

Önce meslekî dayanışma eğitir. Kendi eğittiklerine sertifika verir. Sonra ortak imtihanlarla ehliyetler tevcih edilir.

İmtihanlar nasıl yapılacaktır?

  1. Ayrı ayrı not verme. İmtihan edenleri dayanışma ortaklıkları atarlar. Daha doğrusu dayanışma ortaklıkları imtihana yetkili olanları atarlar. Öğrenci bunlardan birini kendisine mümeyyiz seçer. Bu kuralı nerden koyuyoruz? “Festebiku ve sariu” emirlerine uyarak seçiyoruz. Yarışma ancak çoklu sistemlerde olabilir. Onlar ayrı ayrı imtihan ederler. Her biri diğerinden habersiz not verir. Bu notların orta değeri sonuçtur. Buna mülakat usulü da deriz.
  2. Sorular sorulur, öğrenci sorulara yazılı cevap verir. Her mümeyyiz soruları birbirinden habersiz ayrı ayrı değerlendirir. Bu değerlendirmeleri sıralama usulü ile yaparlar. Bir yazının aldığı sıraların terslerinin toplamı sırasını belirler. Telif eserlere veya resimlere de böyle notlar verilebilir.
  3. Ortak test soruları sorulur. Bilgisayarda sorulur. O esnada cevap alınır. İsabete 2, cevapsıza 1, yanlış cevaba 0 verilir. Buna göre sıralama yapılır.
  4. Kişinin tüm hayatı göz önüne alınarak tanıyanlar arasında sıralama yapılabilir. Buradaki imtihan sadece takdirdir. İlmî şura başkanı böyle sıralama usulü ile seçer.

الْإِثْمَ  عَنْ قَوْلِهِمُ

(GaN QaVLiHiMu elEiÇMa)

“İsmi kavl etmekten.”

Yukarıda suhtu ekl etmeye karşı ism ve udvandan bahsetmiştir. Burada ise ismi kavl etme ve suhtu ekl etmeden bahsetmektedir. Udvandan bahsetmemektedir.

“Udv” başkasının hakkına tecavüzdür. Kişi davacı olacaktır, hakkı korunacaktır. Burada “ani’l-ismi” demeyip sadece “ismin kavli”nden bahsetmektedir.

Dayanışma ortaklıklarına ikili görev verilmiştir. Biri topluluğa zarar verme, kişilere de zarar verecek olan sözlerin söylenmesidir. Yalan bir haber, iftira, yalanda şehadet gibi kaviller bir topluluğu bitirir. Bu sebeple dayanışma ortaklıkları ortaklarına devamlı olarak bunlardan uzak olmalarını ister ve dayanışmalarından çıkaracaklarının tehdidinde bulunur.

“Suht yemeye” gelince, bu da kamu mallarını paylaşmadan ibarettir. Kamu değerlerini özel mülkiyete geçirenler üzerindeki tebliğdir. Kamu davalarını kim açacak?

Bu âyet açıkça dayanışma ortaklıklarının kamu davaları açma yetkisi olduğunu, görevi olduğunu ifade etmektedir. Dayanışma ortaklıkları aynı zamanda birbirlerini denetleyen  kuruluşlardır. Birinin şeriata aykırı davranışını diğeri hakemlere giderek düzelttirebilir.

وَأَكْلِهِمُ السُّحْتَ

(VaEaKLiHiMu elSuXTa)

“Ve suhtu ekl etmelerinden.”

Suht”un mânâsı burada daha açıklık kazanmaktadır. Kamuya ait değerleri zimmete geçirmek böyledir. İnsanların Hazreti Salih peygamberin devesini kesmeleri bir suhttur.

Meslekî dayanışma ortaklıkları ortaklarını suht işlemekten alıkoyar. Başkaları da suht işlerse onları mahkemeye verir. Böylece topluluk devamlı bir şekilde oto denetim içindedir. Dayanışma ortaklıkları kendi ortaklarına suç işletmez. İşlerse dayanışma ortakları tazmin eder. Tazmin etmemesi için de ortaklarını denetim içinde tutar. Hakim olamadığı ortağını ortaklıktan çıkarır.

Dayanışma sorumluluğu bir meslektir. Ortak sayısı nisbetinde ortak bütçeden pay alır. Her dayanışma kuruluşu daha çok pay alınması için ortak sayısının çok olmasını ister. Ne var ki suç işlerse onun ortakları tazmin edeceğinden ortakların suç işlemesine mâni olur. Karşı taraf işlerse ona karşı dava açar. Onun dayanışma ortaklığı da onu savunur.

لَبِئْسَ مَا كَانُوا يَصْنَعُونَ (63)

(La BiESa MAv KAvNUv YaÖNaGUNa)

“Sun’ ettikleri ne kadar beistir.”

“Amel ettikleri elbette beistir” denmişti.

Şimdi de “sun’ ettikleri ne derece beistir” denmektedir.

Her iki ifade bi’se ile söylenmiştir. Arada ma yerine ellezi getirilmemiştir. Çünkü yapılanların hâlını beyandır. Bi’se oldukları ifade edilmiştir.

Allah kâinatı çift çift yaratmıştır. Kelimeleri de böyle çift çift getirir. Yukarıda bizzat suhtu ekl etme, ismde musaraat etme fillerinin beis olduğu ifade edilmiştir. Burada dayanışma sorumlularının görevlerini yapmadığı ifade edilmiştir. Burada yapmadıkları, orada yaptıkları. Yapmadıkları sun’ ile ifade edilmiştir. Görevli görevini yapmazsa o da suç işemiş olur. Buna amel etmek denmemektedir, sun’ etmek denmektedir.

Bir fiili yapmadığınız zaman eğer bir olay meydana geliyorsa ve sizin onu yapmanız gerekiyorsa, siz yapmış olacağınız için siz yapmış oluyorsunuz. Buna sun’ denmektedir. Sebebiyet vermekten dolayı mesuliyet bu âyete dayanır. Farzları yerine getirmeyenlerin sorumluluğu da bu âyetle izah edilir.

Amele toprak işlerinde çalışan kimsedir. İnsanlar kendi ürettiklerini kendileri tüketiyorlardı. Bununla beraber bazı işler ihtisas istiyordu, onları da onu becerenlere yaptırırlardı. Kendileri ise onların diğer işlerini yaparlardı.

Benim doğup büyüdüğüm köyde meslek sahipleri vardı; terzi, demirci, dülger, sağlıkçı… Bunlar ustalardı. Bunlara genellikle para verilmezdi. Çünkü halkın elinde para yoktu. Bunun yerine halk onların ya işlerini görür ya da onlara ürettikleri mallardan verirlerdi. Emek veya mal mübadelesi ile yaşarlardı. Bu ustalara seçkin kimseler denmekteydi. Sanayi döneminde bunlar aşağı sınıf oldular.

İnsanlar daha ilk dönemlerde âletler kullanmaya başladılar. İlk kullandıkları şey palmiye yapraklarını söküp kendilerine elbise yaptılar. Sopalarla kendilerini savundular. Taşları meyve dökmek için kullandılar. İp yaptılar. İşte bunların adı da “sun’”dur. Hâlâ sanayi kelimesi bu manâda kullanılmaktadır.

“Amel”de başkasının işini yapmaktır. Sun’da kendisine ait bir şeyi üretmedir.

Burada “sun’” kelimesi getirilmiştir. Kendi görevlerini yapmamışlardır.

Bütün bu ifadeler çok açık olarak dayanışma ortaklıklarına kamu yetkisini vermekte ve kamu görevini yüklenmekte olduğunu gösterir.

Biz devleti şöyle tasarlıyoruz.

Dayanışma ortaklıkları oluşur, devletin erkini bunlar kullanır. Yasamayı ilmî dayanışma, yürütmeyi meslekî dayanışma, denetlemeyi ahlaki dayanışma ve yönetmeyi siyasî dayanışma yapar. Bu âyetteki “nehy etmezse” ifadesi ile dayanışmaların nehy etme yetkileri vardır demektir. Bunun anlamı bu kuvvetleri bunlar kullanır demektir. “Yesnaûn” kelimesi ile de bu teyit edilmiştir. Başkasının adına değil, kendi adına bunları kullanır demektir. Kamu görevi demek mahkeme kararlarını icra etmek demektir. O halde haklar ancak hakemler nezdinde savunulacak. Hakemler karar verdikten sonra dayanışmalar harekete geçecektir.

 

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 42

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

وَقَالَتِ الْيَهُودُ يَدُ اللَّهِ مَغْلُولَةٌ غُلَّتْ أَيْدِيهِمْ وَلُعِنُوا بِمَا قَالُوا بَلْ يَدَاهُ مَبْسُوطَتَانِ يُنفِقُ كَيْفَ يَشَاءُ وَلَيَزِيدَنَّ كَثِيرًا مِنْهُمْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ طُغْيَانًا وَكُفْرًا وَأَلْقَيْنَا بَيْنَهُمْ الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ كُلَّمَا أَوْقَدُوا نَارًا لِلْحَرْبِ أَطْفَأَهَا اللَّهُ وَيَسْعَوْنَ فِي الْأَرْضِ فَسَادًا وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ (64)

 

وَقَالَتِ الْيَهُودُ

(Va QAvLaTi elYaHUvDu)

“Ve Yehud kavl etti.”

Buradaki “Ve” harfi yukarıdaki “sana geldiklerinde dediler” ifadesine atıftır.

Yukarıda kitap ehlinden bahsetmiştir, burada ise sadece Yahudilerden bahsetmektedir. Kur’an’da Yahudilerden bahsederken “Ellezîne Hâdû, Hûd, Yahudi ve İsrail oğullarından” bahsetmektedir. Yani onların Kur’an’da dört isimleri vardır. İsrail oğulları dendiğinde bir ırk ifade edilmektedir. Hazreti Yakub’un ikinci adı İsrail’dir. Mekke’den Medine’ye gece yürüyüp Kudüs’e geldiği zaman rüya görmüş olduğu için bu ad verilmiştir. Hazreti Yakub’un bir adı Yakup, diğer adı İsrail’dir. Beni İsrail’den bahseder, Hz. Yakub’un âlinden bahseder. Bir de zürriyetten bahseder. Zürriyet tam soyu ifade eder. Dinde kardeşiniz dendiğine ve Hazreti İbrahim’i bütün insanların babası olarak vasıflandırdığına göre ibnlerden kasıt onun vârisleri demektir. İsrail oğulları dendiği zaman soyca onlardan gelmiş olması şart değildir, o topluluğa katılanlar anlamındadır. Âl dendiği zaman da onun görevini devam eden demektir. Yani soydan olması gerekmediği gibi âlin içine onun yolundan gitmeyenler dahil değildir.

Diğer ehl-i kitap sahipleri demiyor, sadece “Yahudiler” diyor. Kur’an’da bu sözü söyleyen başka kimselerden bahsedilmiyor. İsrail oğulları deniyor. “Yahudiler dediler” diyor. Yahudilik bir dindir; düzen anlamında din de diyebiliriz.

El-Yehudu” dendiği zaman, Yahudilik dininde olan kimseler demektir. Bunların İsrail kavminden olmaları gerekmez. Burada topluluk da kastedilmekte, o inanışa mensup olan kişiler anlaşılmaktadır. “Hûd olma” şeklinde geçmektedir. İkisinde de Nasara ile birlikte geçmektedir. Hıristiyanlarla Yahudilerin bir olup insanlara fitne edecekleri ile ilgili ifadelerde geçer.

Hazreti İsa İsrail oğullarındandır. Hıristiyanlar Tevrat’ı da kendi kitapları olarak kabul ederler, ne var ki Hazreti İsa’yı katlettiler diye Yahudilere düşmanlıkları vardır. Yahudilerin, kendi dinlerini dünyaya öğrettiler ve onları da uygarlaştırdılar diye Hıristiyanlara düşmanlıkları vardır. Bununla beraber insanları ezmede bir olurlar.

İstiklâl Savaşı’nda Yahudiler tarafsız kaldılar, hattâ bizi destekleyen Yahudiler de oldu. Ama Lozan’da bizim yanımızda değil bizim karşımızda yer aldılar. Lozan anlaşması İslâm âleminin tüm insanlarla anlaşma yaptığı bir anlaşmadır. Gizli anlaşma dışındaki anlaşma III. bin yılın dayanağı olacaktır. Uluslararası bir camiada bir ulusun varlığı belirlendi. Bir taraftan tüm Müslümanların temsilcisi kabul edildi, Hilafet görevini gördü, diğer taraftan hakimiyet sınırı kendi topraklarına sıkıştırıldı. III. bin yılın örnek devleti oluşturuldu.

Devlet ulusal olacaktır. Bazı devletler merkez devlet olacak ama diğer devletlere hakim değil hadim olacaklardır. Demokrasilerde hakimiyet halkındır. Başka ulusların hakimiyeti söz konusu değildir.

“Ellezîne Hâdû” dendiği zaman da “Ellezîne Âmenû” benzeri ifadedir. Onların devlet düzenini ifade etmektedir. Hıristiyanlarda devlet olmadığından onlar için ellezîne ifadesi geçmemektedir.

“Kâle’l-Yehûdu” denmeyip “Kâleti’l-Yehûdu” denmektedir. Her iki ifade de fasihtir. Eğer onların fertleri kastediliyorsa bir cem ismi olarak kabul edilir ve müennes zamiri gönderilir. Yok eğer topluluk ulus kastediliyorsa, o zaman müzekker sigası getirilir. Kur’an’da hep müennes olarak geçmektedir.

“Yahudi” ifadesi ile halk kastediliyor.

“Ellezîne Hâdû” ifadesiyle topluluk kastediliyor, devlet kastediliyor.

“İsrail oğulları” dendiğinde de ulus kastediliyor.

يَدُ اللَّهِ

(YaDu elLAHı)

“Allah’ın yedi.”

Yed” el demektir. Dillerde çeşitli anlamlarda kullanılır. “Eli uzun” dediğimiz zaman hırsız olduğunu kabul ederiz. Arapçada bu anlamda kullanılmaz. “Eli açık” dendiği zaman da cömert anlaşılır. Arapçada açık kelimesi ile getirilmez. Açık avuçlar yukarıda iken söylenir. Halbuki best parmaklar aşağı iken söylenir. Veren el anlamına gelir. Daha fasihtir.

Allah’ın eli var mıdır?

Beyan ilminde şöyle bir tartışma vardır. Mesela kuş kanatlarını topladığında mağlul durumda demektir. İnsanda kanat olmadığı halde insan için de “artık sefere çıkmıyor”u ifade etmek için “Ahmet kanatlarını topladı” diyebilir miyiz? Böyle ifadeleri doğru bulanlar vardır, doğru bulmayanlar vardır. Allah’ta el yoktur ama insandaki ele benzetilerek “Allah’ın eli açıktır” denebilir mi? Yoksa Allah’ın eli vardır da bu âyet Allah’ın eli olduğunu ispatlar mı? Başka âyette “O’nun benzeri yoktur” dendiğine göre, Allah’ın eli olsa bile benzersizdir. Ebu Hanife bunu şöyle çözmüştür; Allah’ın eli var ama bizim elimiz gibi değildir.

Eli mebsuttur veya eli kapalıdır demek, varlıklıdır harcıyor veya varlıklıdır harcamıyor demektir. Her iki halde de Allah’ın varlıklı olduğu kabul edilmektedir.

Burada “el”den maksat kâinat olarak anlayabiliriz. Yani onlar diyorlar ki, Allah kâinatı var etmiş ama kâinat cimridir, her istediğimizi bol bol vermemektedir. Zorluk içinde yaşıyoruz. Kâinat içinde Allah’ın eli “doğa” olarak anlaşıldığı gibi insanlık içinde de “topluluk” olarak anlaşılabilir. Bugün devletten herkes bol bol istemektedir. Niye vermiyor denmektedir. Kendi sıkıntılarından dolayı başbakanı suçlamaktadır.

Evet, Allah’ın gücü kabul edilmektedir, Allah’ın imkanları kabul edilmektedir. Sadece onlardan insanların kolay kolay yararlandırılmadığını iddia ediyorlar.

Burada Yahudilerden denmeyip Yahudi halkı kastediliyor.

مَغْلُولَةٌ

(MaĞLUvLaTün)

“Mağluldur.”

“Selasil” zincirdir. “Eğlal” da kelepçelerdir. Kelepçelidir, açılmıyor demektir. Başkalarının mallarını toplayıp kendi kapalı ambarına doldurup kilitlemek muğletmek demektir. Beyinleri kelepçelidir demek, saçma fikirlerle o şekilde bağlanmıştır ki, onları çıkarmanız mümkün değildir demektir.

Kâinatın yaratılış şekline bakalım.

Önce kâinatta sayılı miktarda maddeler yaratılmıştır. Bunlar elektron parçalarından oluşur. Bunların birleşmesinden kâinatın atomları, molekülleri ve cisimleri oluşur. Bunların sayısı artıp eksilmemektedir. Ondan sonra bu parçacıklara bir enerji yüklenmiştir. Toplam enerji miktarı da artıp eksilmemektedir. Bu enerji en yüksek seviyede iken yani en sıcak iken kâinat patlamış ve şimdi soğumaktadır. Yani enerji küçük yerden büyük yere geçince sıcaklığı düşer. Çünkü sıcaklık enerji yoğunluğudur. Bu düşme kâinatta her yerde olmaz, bazı yerlerde sıcaklık düşer, bazı yerlerde ise sıcak kalır. Mesela yerde sıcaklık düşmüştür. Oysa güneşte sıcaklık gazladır. Biz şimdi ondan yararlanarak yaşıyoruz. Gelen güneş ışınları bitkilerin yapraklarında besin olarak depo ediliyor, biz de onları yiyerek yaşıyoruz.

Eğer güneş birden patlayıp soğusaydı hayat olmazdı. Hiç soğumasaydı yine hayat olmazdı. Dengeli soğuma, bazı kurallar içinde soğuma kâinatın düzenini oluşturur. Toplulukta da imkanlar vardır. Bu imkanlar uygun şekilde halka intikal ettirildiğinde düzen oluşmaktadır. Birden her şeyi versek o zaman düzen oluşmaz, imkanlar dağılıp gider.

Kâinat böyle yaratılmış. İmkanlar var. Ama bu imkanlardan canlılar dengeli bir şekilde yararlanırlar. Güneşin yerden uzaklığı yerin atmosferli yarıçapının 20 bin katıdır. Güneşin yaydığı ışık yere düşen ışığın 8/3*100 milyon katıdır. Yerin güneş gören yüzeyi yüz milyonda biridir. Yeryüzüne sıkışmış canlılar kendilerine bir parça ışık alsınlar diye ne çaba gösteriyorlar. Hayat böyle kuruluyor. Canlı böyle oluşuyor. O kısıtlı enerji insanlığı ve uygarlığı oluşturuyor. Kısıtlanmamış güneş enerjisi ise hiçbir şey yapamıyor.

Bunun topluluktaki karşılığı paradır. Para sınırlı bir şekilde çıkarılırsa sosyal ve ekonomik hayatın kaynağı olur. Sınırlı değil de sınırsız çıkarılırsa enflasyon olur, hiçbir işe yaramaz. Her şey dengede olmalıdır.

Havadaki oksijen azalırsa hayat olmaz, çoğalırsa yine hayat olmaz.

Helyum adında bir gaz var. Bizim bedenimizde yoktur, bir işe yaramamaktadır. Ama atmosferin içinde gereği kadar olmazsa solunum zorluğu doğar. Fazla olsa da öyle olur.

Arabada gaza fazla basarsanız araba devrilir, az basarsanız gitmez. Ayağınızı gazda uygun tutarsanız İstanbul’dan Ankara’ya varırsınız.

Demek ki Allah’ın eli mağlul değil, tam tersine ince ayar yapmakta, her şeyi dengede tutmaktadır.

Güneş ışığı ısraf olmaktadır diyebilirsiniz. Aslında ısraf olmamaktadır. Çünkü ışık hâlinde çıkan enerji yine üst seviyesini yani sıcaklığını kendi içinde korumaktadır. Diğer yıldızlardan gelen güneş ışığına eklenmekte, güneşten çıkan da diğer yıldızlara gitmektedir. Bu sayede kâinatın düşük sıcaklığı korunmaktadır. Dengenin bozulması önlenmektedir. Tarlada pek çok madde vardır ama sadece tohum yeşermektedir. Diğerleri de o tohuma besin olmaktadır. Tohumun küçüklüğü israf değildir. O tohum için gerekli olanlardır, onlar.

غُلَّتْ أَيْدِيهِمْ

(ĞulLaT EaYDıHıM)

“Onların yedleri ğalledildi.”

Bugün Amerikan Merkez Bankası (FED) para basmaktadır. Bu banka Yahudilerindir. Merkez Bankası bankalara faizli kredi açmaktadır. Bankalar da firmalara kredi açmaktadır. Onların tahvil senetlerini satın almakta, bono senetlerini kırmakta, büyük yatırımlara özel kredi açmakta, kamu kuruluşlarına kredi olarak kullandırmaktadır.

Ayrıca Amerikan doları dünyada revaçta olan bir paradır. Dünya devletlerinin bankaları kendi paralarının  değerlerini ölçmek için altın yerine doları kullanmaktadırlar. Böylece dünya ekonomisini ABD doları yönetmektedir.

İşte bu yönetimde dengeli olarak para çıkaramadıkları için yeryüzü bugün çıkmazdadır. Enflasyon olmakta, işsizlik olmakta, gelir dağılımında dengesizlik olmaktadır. Bir taraftan sefahat, diğer taraftan sefalet sürmektedir.

Dünyayı tek devlet hâline getirmek isteyen sermaye eli kolu bağlı oturmakta, camilerde toplanan üç beş kuruşla Somali’deki işsizliğe ve açlığa çözüm aranmaktadır!

Allah onlara karşılıksız olarak doların gücünü vermiştir. Karşılığı olmasa da insanlar dolara tapmaktadırlar. Allah bu imkânı da Yahudilere vermiştir. Onlar ise kendilerine verilen bu imkânı kullanmamakta, kendilerini de insanlığı da helâke götürmektedirler. Tekeller oluşturarak, üretimi yarıya düşürerek, insanları aç bırakarak, vizeler ve gümrükler koyarak iş yapmaktadırlar. Bu da takdir-i ilâhidir. Böyle olmazsa “Adil (Ekonomik) Düzen”, Kur’an düzeni gelmez. Bütün bunlar “Adil Düzen”e hazırlıktır.

Onların en büyük teorisyeni olan Marks’ın kendisi anlatıyor. Toprak tekeli vardı; şimdi sermaye tekeli var. İleride sanayi tekeli olacak, ileride banka tekeli olacak, ileride devlet tekeli olacak… Olacak, olacak... Sonunda tekeller bitecek, sosyalizmden sonra komünizm gelecektir... Komünizmde aile yok, din yok, ulus yok, devlet yok, mülkiyet yok, hattâ para da yok!..

Evet, peş peşe gelen tekeller gelmiş ve gitmiştir. Sonunda komünizm gelmemiştir. Çünkü Marks komünizmi yokluklarla tanımlıyor. Oysa yokluklar varlığı doğurmaz. Onun komünizm dediği Yahudi tekelidir. Bunların hepsi yıkılacak, altın ve gümüş para olmaktan çıkacak, kaydî para yerini alacak, dünyayı karşılıksız para ile Yahudiler idare edeceklerdir. Aile yok, din yok, devlet yok, halk mülkiyeti yok. İşte insanlığı bu rejime götürmek için bugünkü krizleri yaratıyorlar...

Allah bunlara bunu yaptırıyor ki insanlık “Adil Düzen”e ulaşsın.

Evet, imtiyazlı hanedan aileler yok; evet, karşılıksız para yok; evet, hükmeden devlet yok; evet, emeksiz kazanılan mülkiyet yok.

Ama insanların günlük hayatlarının yarısını geçirdiği aile müessesesi bütün heybetiyle yaşıyor. Bâtıl inançlı dinler kalkmış, yerine hak inançlı dinler gelmekte. Hükmeden devlet ortadan kalkmış, yerine hizmet eden devlet gelmektedir. Emeksiz faizli para yerine emek karşılığı ve zekâtlı para gelmektedir.

Yahudilerin elleri mağlul olduğu için krizlere sebebiyet vermektedirler...

Böylece “Adil Düzen”in gelmesine yol açmaktadırlar…

وَلُعِنُوا

(Va LuGıNUv)

“Ve lânet olundular.”

Lânet olunmak” dışlanmak demektir.

Tarih boyunca Yahudi halkı hep dünyaya karşı olmuşlardır.

  1. Mısır’dan çıktılar ama Hititlere de dahil olamadılar, kırk sene çöllerde dolaştılar.
  2. Hz. Davut ve Hz. Süleyman aleyhisselâm zamanında dünyaya uygarlık bakımından hakim oldular. Deniz filoları oluşturdular, Akdeniz ve Karadeniz’i göl hâline getirdiler. Muntazam seferler yapmakta idiler. Fenikeliler ve Yunanlılar onlar sayesinde her tarafta siteler kurdular.
  3. Sonra esir edildiler ve Babil’e götürüldüler. Sonra yine iade edildiler.
  4. Romalılar da sürdü. Kaçanlar Medine’de toplanıp orada merkezlerini kurabildiler.
  5. Sonra Müslümanlar Medine ve Arabistan’dan sürdüler ama Kudüs’te yerleştiler. Yine merkezleri oldu.
  6. Sonra Avrupalılar Yahudi avına çıktılar. İstanbul’a gelerek postlarını kurtardılar.
  7. İkinci Cihan Savaşı’nda dünyanın her yerinden sürüldüler ve İsrail devletini kurdular.

Yahudiler hep tüm insanlık tarafından dışlanmışlardır. Bir taraftan ilimleri ve ekonomik güçleri ile insanlığa hükmediyorlar, diğer taraftan da kimse onları sevmiyor.

Osmanlılar büyük imparatorluk kurdular. Ülkeleri idare ettiler. Tarihi ömürlerini doldurdular ve gittiler. Ama biz onlar sayesinde bugün tüm insanlar tarafından seviliyoruz ve saygı görüyoruz. Libya’ya giden Recep Tayyip Erdoğan padişah gibi karşılandı. Erdoğan ile yarış olsun diye Libya’ya giden Fransa cumhurbaşkanı ve İngiliz başbakanı karşılarında birkaç yüz kişiyi zor buldular. Biz gittiğimiz yerde dost kazanıyoruz. Yahudiler ve onların peşinden gidenler gittikleri yerde düşman kazanıyorlar. İşte lânetlenmek budur.

Yahudiler İslâmiyet’ten aldıkları bilgileri Avrupa’ya taşıdılar ve Avrupalıları uygarlaştırdılar. Şimdi Hıristiyanlarla bir olup Kur’an ehlini soykırımına uğratmak için uğraşıyorlar. Ama Hıristiyanlık âlemi de bunları dışlamıştır. Putin, Obama, Papa bunun açık delilleridir. Arap âlemi zaten onlara düşmandır. Hindistan ve Çin şimdilik suskundur ama onlar da Yahudilerin yanlarında değildirler.

Evet, dünya tarih boyunca Yahudileri hep dışlamıştır, insanlar bundan sonra da onları dışlayacaklardır. Ama onlar da varlıklarını hep sürdüreceklerdir. Artık İsrail’den sürülmeyeceklerdir. Dünya ticaretine ve ilmine yine hâdim olacaklardır ama dışlanmaları da devam edecektir.

بِمَا قَالُوا

(Bi MAv QAvLUv)

“Kavl ettiklerinden dolayı.”

Yahudiler bir taraftan sosyalizmi kötülemekte; kendilerine ‘Çaresi nedir?’ dendiği zaman da ‘kapitalizm’ demektedirler. O da tenkit edilince, ‘Evet, o da kötüdür ama ondan iyisi yoktur!’ demektedirler. Diğer taraftan sosyalist ülkeler de kapitalizmi kötülemekte; kendilerine ‘Çaresi ne?’ diye sorduğunuzda ‘sosyalizmdir’ derler. Onun kötü taraflarını gösterince, ‘Öyledir ama ondan iyisi yoktur!’ derler. Böylece kâinatın kötülükler üzerine kurulduğuna insanları inandırarak ve Erbakan’ın timsah örneğindeki her iki kötülük çenesini ellerinde tutarak insanlığı sömürmeye devam etmektedirler.

Bunun anlamı nedir?

Allah kâinatı yaratmış ama kötülükler içinde yaratmış, doğru dürüst bir şey yok! İşte “Allah’ın eli mağluldur” demek bu demektir. Çolaktır, beceriksizdir, bir iş yapamaz. Onun için insanlık iki kötü düzen içinde kıvranarak yaşamaya mahkumdur diyorlar.

Onlar böyle dedikleri için de ne sosyalizm ne de kapitalizm bir işe yaramıyor. Oysa sosyalizmin de iyi tarafları var, kapitalizmin de iyi tarafları var. Karşı tarafları kötüleyeceklerine kendi iyi taraflarını gösterseler, o zaman işbölümü içinde kapitalizm de yaşar, sosyalizm de yaşar.

Sömürü sermayesi siyasi partilere de böyle yaptırıyor. Partiler birbirlerini kötülemekle meşguldürler. Oysa iktidar olsun muhalefet olsun parti olarak iyilik yapar, insanlığa iyilikleri anlatırlarsa, kendileri de yararlanırlar, karşı tarafı da yararlandırırlar.

Erbakan teşhiste onların yaptıklarının her ikisini kötüledi ama tedavide “Adil Düzen”i ortaya koydu. Bu sayede bugün dünya değişmiştir, Türkiye değişmiştir. Türkiye’nin değiştiğini herkes kabul ediyor. Neden değişti, kim değiştirdi? İşte bundan bahsedilmiyor. Oysa bu değişme Adil Düzen Çalışmaları ile oldu, Millî Görüş ile oldu.

Sebep olarak yaptıklarını değil söylediklerini göstermektedirler. Aslında Yahudiler hatalı yapıyorlar ama iyi işler de yapıyorlar. Dolar düşmanlığı yapmamız manâsızdır. Dolar sayesinde insanlık yaşamaktadır. Dolar düşmanlığı yapacağımıza, dolardan daha iyi şeyi getirmemiz gerekir. Biz işte bunu yapıyoruz. Mal karşılığı senet, senet karşılığı para sistemini getirerek bugünkü şirk düzenine son vermek istiyoruz. Karşılıksız paraya tapmak, onun için çalışmak şirktir. Karşılığı olan para için çalışmak ise ibadettir. Mesele bu kadar açıktır.

Faiz parası şirktir.

Emek parası ibadettir.

بَلْ يَدَاهُ مَبْسُوطَتَانِ

(BaL YaDAyHu MaBSuOaTAvNı)

“Değil, iki eli de mebsuttur.”

Yahudiler “Allah’ın eli sıkıdır” demişler, bu sebeple de onların elleri sıkı olmuştur ve lânetlenmişlerdir. Onların dediklerini düzelterek öyle değil, Allah’ın eli sıkı değildir, O’nun iki eli de mebsuttur.

Allah’ın elini müfret getirdi. Sonra Yahudilerin ellerini çoğul getirdi. Burada da iki elden bahsetmektedir. Bir ele mecaz mânâ verebiliriz. Dolayısıyla eli yoktur ama elle ifade edilen serveti vardır. Sebebiyet alâkası ile mecaz oluşturulmuştur. El insandaki servetin sebebidir. Sebep söylemiş, müsebbip kastedilmiştir. Burada ise iki elden bahsedilmektedir. İki el mübalağa sebebiyle olabilir. “İşe iki elle sarıldı” deriz. O halde Allah’ın bir eli değil iki eli de açıktır anlamı çıkar.

Bununla beraber iki elden maksat iki ayrı nimet olabilir. Mesela rahman ve rahim sıfatları Allah’ın iki eli olarak görülebilir. Rahman; çalışsın çalışmasın, karşılıksız olarak insanlara Allah’ın rahmet etmesi, nimetlerini vermesidir. Rahim ise; çalışanlara çalıştığının karşılığını vermesidir. Bu da rahmettir. Çünkü çalıştırmasaydı kişi açlıktan ölecekti. Biz çalıştırmasak gider başka yerde çalışır. Oysa kâinatta Allah’ın olmayan bir iş yeri yoktur. Oradan kovuldu mu tüm varlığını kaybedecektir.

Allah’ın eli mebsuttur. Dengeli bir şekilde tüm canlılara iş vermekte ve onların yaşamını sağlamaktadır.

Bir kurt bir de kuzu düşünelim. Issız dağda bu ikisinden başka varlık yoktur. Yerse kuzu ölecektir. Yemezse kurt ölecektir. Demek ki kaderde birinin ölmesi vardır. Biz kuzunun yanında oluruz, kurt ölsün deriz. Kuzunun canını kurdun canından daha aziz sayarız. Sonra o kuzuyu keser biz yeriz!

Bir de şu vardır. Hint felsefesinde her şey besinden ibarettir. Canlılar beslenirler, yaşarlar, sonra onlar da besin olurlar. Yani canlılık demek önce başka canlıları yemek, sonra bununla etlenerek başka canlılara yem olmak. İşte, iki elden maksat, bir taraftan besin ürettiren Tanrı, diğer taraftan onları besin yapmaktadır. Denge bunun üzerinde kurulmuş. Var olma ve yok olma mekanizması.

Siz de bu iki ele başka mânâ verebilirsiniz.

Her şey çift yaratılmıştır, her şeyde denge vardır. Ölüm bize çok zor geliyor. Sanki öldükten sonra yok olacağız zannediliyor. Bugün insanlar için tenasüh söz konusu olamaz. Çünkü ben daha evvel dünyaya gelmiş olsaydım, onları hatırlamam gerekirdi. Hatırlamadığıma göre o gelişim ile bu gelişim arasında bir irtibat kurmam mânâsız olur.

Bitkilerde sinir sistemi olmadığı için onların acı çektiklerini iddia edemeyiz. Ama hayvanlar bizim gibidirler. Acı çekiyorlar gibi görünüyor. Ölmelerini de çok kötü görüyoruz. Eğer hayvanlar kendi varlıklarından haberdar iseler, birinin ruhu diğerine geçebilir. Dolayısıyla onlar için ölüm araba değiştirme gibidir. Eskiyen arabayı şoför satar ve yenisini alır. Bizim hayatımız da odur. Ölürüz, sonra yeni araba alırız, yani âhirette diriliriz.

Burada bir şeye itiraz edilmektedir; ya acı çekme?..

Acı insanları ve canlıları olgunlaştırmaktadır. Acı çekenler daha tecrübeli olmaktadırlar. Bizim işimiz Allah’ın yaptıklarını kritik etmek olamaz. Bizim işimiz; bizim görevimizin ne olduğunu bilip ona göre amel etmedir. Allah’ı cimri olarak değil de, rahman ve rahim sıfatları ile görmemiz ve ona göre amel etmemiz gerekir.

Bizim ölümümüz nimettir. Cehennem bile bu dünya hayatından iyidir. Çünkü orada ölüm korkusu yoktur. Orada da amel-i salih işleyip oradan kurtulma vardır.

يُنفِقُ كَيْفَ يَشَاءُ

(YuNFıQu KaYFa YaŞAyEu)

“İstediği gibi infak eder.”

Nefek” köstebeklerin yuvasına veya tünele denir. Sonra pazarın kurulduğu sokağa da nefek denmiştir. Malları satma veya alma infaktır. Satıcı malı infak eder, alıcı parayı infak eder. Tüccar ise alıp satıcı olduğu için o hem parayı hem malı infak etmektedir.

Allah yeryüzündeki nimetlerini insanlara vermiş, onlara infak etmekte, karşılığında onlardan da iş istemektedir. Böylece iki eli de, yani parayı infak eden eli de malı infak eden eli de çalışmaktadır.

Bugün düzen son derece bozuktur.

Kapitalistler Tanrı’nın yerine tüccarları geçirmekte, onlar Tanrı gibi infak etmektedirler; para verip mal almaktadırlar, mal verip para almaktadırlar.

Sosyalistler de bunu bürokratlara yaptırmaktadırlar.

Sermaye sahipleri veya işverenler Tanrı’nın görevini görmektedirler.

Şirk buradan gelmektedir.

“Adil (Ekonomik) Düzen”de ise düzen öyle oluşturulmuştur ki, işveren ile işçi, satan ile alan eşit seviyededir. Ücretlerde ve fiyatlarda serbestçe karar vermektedirler.

Basit bir şekilde açıklayalım. İşveren veya işçi yoktur. İş yapanı arayan iş sahibi ile işi yapan çalışan tamamen kendi iradeleri ile anlaşmaktadırlar.

İşi olanlar internete girerek, ‘Ben bu işi yapanı arıyorum, vereceğim ücret budur’ diyor. İnternet sayfası işçi arayanlarla dolu. Ücretler belli. İşçi de, ‘Ben şu işleri yapabilirim. Cuma günü boşum.’ diye ilan veriyor. İş arayanlar iş arayan sahifelerini doldurmakta, işçi arayanlar da işçi arayanlar sahifelerini doldurmaktadırlar. Sonra yer değiştiriyorlar, karşıdakilerin sahifelerine geçip işi veya işçiyi seçiyorlar. Tuşa basınca anlaşma gerçekleşir. İkisi de internetten çıkarlar.

Burada ne oldu?

Aracılar kalktı. Doğrudan işveren ile işçi yan yana geldi. Ürün meydana geldikten sonra üreticilere pay belgeleri verilir. Onlar da yine internette satılık malların fiyatlarını ve vasıflarını ilan ederler. Alıcılar da alacakları malları ilan ederler. Kim önce davranırsa akit gerçekleşir ve aracısız bir şekilde mal müşterisini bulmuş olur.

İşte, burada Allah’ın iki eli de, işveren eli de ürünü alan eli de devreye girmiş olur.

İnternetle her şeyi alma ve satma düzenine şimdilik ulaşmış değiliz. Çünkü arada bir de nakliyenin olması gerekmektedir. “Genel Hizmetler”in oluşması gerekmektedir. O duruma varıncaya kadar rekabet içinde tüccarlar olmaktadır. Onlar bunu sağlamaktadırlar. Uluslararası ticarette her zaman tüccara ihtiyaç olacaktır. Serbest piyasada herkes istediği gibi karar almaktadır. Bunların kararı topluluğun kararını meydana getirmektedir, yani serbest piyasayı oluşturmaktadır. Arz ve talep kanunları çalışmaktadır. Allah’ın halifesi olan insan/lık yani halk istediği gibi infak edince, Allah’ın istediğini infak etmiş olur. Tekeller veya devlet memurları infak edince onlar cimrilik yapmış olurlar.

Batı ekonomistleri ekonomi kitaplarını yazarken sınırlı olan imkanlardan sonsuz olan ihtiyaçları dengelemek şeklinde tarif ederler. İşte bu ifade Allah’ın yedi mağluldur ifadesinin kendisidir. Evet, ne Allah’ın nimetleri sonludur, saysanız bitiremezsiniz, ne de insanların ihtiyaçları sonsuzdur. İnsanlar karınlarını doyurunca fazlasını yiyemezler. O halde ekonomi demek, sonsuz nimetin içinde insanların sonlu ihtiyaçlarını giderecek kadar pay almaları demektir. Görülüyor ki kuvveti üstün tutanların mantıkları hep terstir. Çalışma demek, insanın sonlu ihtiyaçlarını giderecek kadar sonsuz nimetlerden payını alması demektir.

Allah insanlara ihtiyaçları kadar vermekte, onlardan da ihtiyaçlarını belirleyecek kadar iş yapmalarını istemektedir. Allah’ın her iki eli de mebsuttur. Para verirken hakkını vermekte, mal verirken de hakkını vermektedir. Serbest piyasa Allah’ın piyasasıdır. Tekel piyasalar ise Yahudilerin piyasasıdır. Sosyalizm de kapitalizm de onların düzenleridir.

وَلَيَزِيدَنَّ كَثِيرًا مِنْهُمْ

(Va LaYaZİyDanNa KaÇİyRan MiNHuM)

“Ve onların çoğuna ziyade eder.”

Zad” azık demektir. Normal yükler yüklendikten sonra üste konan azığa “zad” denir.

Fazlalaştırmak kendi cinsinden artırmadır. Ziyade etmek ise başka bir şeyi eklemektir.

Şimdi Filistin’de devlet kurmağa çalışan İsrail oğulları vardır. Onlar kendilerine vatan istemektedirler. Bütün insanların sayıları nisbetinde vatana sahip olmaları haklarıdır. Filistin’i de Allah onlara vermiş, Tevrat ve Kur’an’da bu bildirilmiştir. Filistinliler ise Arap ve Müslümandırlar. İster Arapların olsun, ister Müslümanların olsun, yerleri çok geniştir. Çöllerde olsun, en verimli geniş yerlerde olsun, o topraklarda çok az sayıda insan yaşamaktadır. İsrail’in nüfus yoğunluğu 300’dür. Mısır’ın 75, Libya’nın 3.5’tur. Dolayısıyla İsrail halkının Filistin’de yerleşmelerinde hakları vardır.

Asıl fitne çıkaran Yahudiler, tekel sermayeyi ellerinde bulunduran Amerikan Yahudileridir. Burada sözü edilen Yahudiler onlardır. Onlardaki küfür ve tuğyan artmaktadır. Bundan dolayı Yahudi kelimesini kullanıp “Ellezîne Hâdû” veya “Beni İsrail” denmemektedir. Burada “zâde” değil de “yezîdu” denmiş, geçmişte olan değil gelecekte olan kastedilmiştir.

مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ

(MAv EuNZiLa EiLaYKa MiN RabBiKa)

“Rabbinden sana inzâl olunan.”

Buradaki “” ziyade ederin failidir. Artıran sana inzâl olunandır. Allah Kur’an’ı indirdi. Kur’an’ın lafzı “ellezî ünzile”dir, Hazreti Muhammed’e indirilmiştir; “Mâ Ünzile” ise manâsıdır; manâsı kıyamete kadar inzâl olunacaktır. Manâsını da herkese ayrı ayrı indirmemektedir, mü’minlerden birine indirmektedir. Değişik manâlar değişik mü’minlere gelmektedir. Kur’an’da usulüne göre bir manâ verir. Allah onun beynine ilham eder. Sonra diğer mü’minler onu duyarlar. İttifak ederlerse o inzâl olunmuştur. İttifak etmezlerse, ittifak edinceye kadar üzerinde müzakere ederler. Ne zaman ittifak ederlerse o münzeldir. Buna icma denmektedir. İttifak edilmeyen hususlarda herkes kendisinin anladığı manâyı uygular.

“Sana inzâl olunan” denmiş olmasının sebebi budur.

Kur’an şimdi bana bunları söylemektedir. Sizi de okuyor kabul ederseniz, o zaman o manâ münzel olmuş olur. Ama siz benim verdiğim manâyı yeterli bulmazsanız o orada kalır. İster kendimiz o manâyı ilk kabul edelim, ister bir başkası ilk defa o manâyı versin, eğer bizim de aklımız ererse, o da sana inzâl olunandır. Müfret getirilmesinden anlaşıldığına göre icmada içtihadın ayrı ayrı yapılması gerekir. Bir araya gelip hatır veya telkinle değil, ayrı ayrı bize o manâ gelmelidir. Şimdi benim söylediklerim sizin de bilginize ve aklınıza uyuyorsa, söylediklerimi Allah size benim aracılığımla bildirmiştir. Bana da başkalarının öğrettikleri ile şimdi doğrudan Kur’an’dan anlıyorum.

Yenibosna Adil Düzen Çalışanları, Kur’an’ı gayet serbestçe anlamaktadırlar. Akıllarına gelen her şeyi söylemektedirler. Böylece serbest düşünme usulünü yaygınlaştırmaya çalışmaktadırlar. Kur’an Allah’ın yayınlarını bize ulaştıran bir ekrandır. İstasyonu arar buluruz. Ararken karanlık noktalarla ve parazitlerle de karşılaşırız. Onlardan korkacak olsak o zaman istediğimiz kanalı bulamayız.

Bizim okuyucularımızdan ve diğer mü’minlerden isteğimiz; Kur’an’a verdiğimiz mânâların doğru olup olmadığını araştırmanızdır. Siz tasdik ettiğinizde bizim hata etmediğimiz anlaşılır. Bunun için sizin bizi eleştirmenizi istiyoruz. Ama bu eleştiri hakkı arama mahiyetinde olmalıdır, inada  dayanmamalıdır.

Rabbinden inzâl olunan” denmekle iki şeye işaret etmiş oluyor. Bu inzâlin şeytandan değil rabbinden  geldiğine işaret ediyor. Diğeri ise bu bildirmeyi senin yetişmen için indiriyor. Yani ben benim bildiklerimi sizinle paylaşmak zorundayım. Size etki etmek, size bir şeyler öğretmek için değil, benim söylediklerimin doğru olup olmadığını kontrol içindir. Siz de beni eleştirirken beni düzeltmek için değil, sizin bilginizin doğru olup olmadığını tesbit etmeniz içindir.

طُغْيَانًا وَكُفْرًا

(OuĞYANan Va KuFRan)

“Tuğyan ve küfürlerini artırmaktadır.”

Bizim söylediklerimize kulak verip kendi bilgilerini kontrol edeceklerine, Kur’an’a ve Kur’an ehline düşman olmaktalar. Önce kuleleri yıkıyorlar, kandırdıkları veya yanılttıkları müslimlere yaptırıyorlar, sonra dünyaya savaş ilan ederek Müslümanların soyunu bitirmeyi planlıyorlar. Ne var ki dünya onlara uymadı da fecaat önlendi, kendi kulelerini yıkmakla yetindiler. Oysa Kur’an ve bizim söylediklerimiz onlara Allah’ın nimetidir. Onları uçurumdan kurtaracaktır. Çözümsüz durumlarını çözümlü hâle getirecektir.

Türkiye bugün ittifak etmiş, Kenan Evren’in anayasasını değiştirecek. Ama yerine ne getirecek? Avrupa’nın anayasalarını getirecektir! Oysa ister 1961 Anayasası ister 1981 Anayasası olsun, hepsi Batı diplomalı profesörler tarafından hazırlandı. Onların anayasalarını birleştirip toparladılar. Sonra tam 17 defa 100 maddeyi değiştirdiler. Bu değişiklikleri de yine Avrupa’dan gizlice dersler alarak yaptılar. Çözüm olmadı.

Askeri anayasa imiş! Sizi gidi sahtekârlar!

Anayasanızı askerlere dayanarak millete zorla kabul ettirdiniz.

Biz anayasayı değiştirmek için değil, anayasayı doğru dürüst uygulayalım diye yola çıktık. Yarım asır bize çektirmediğiniz kalmadı. Şimdi yeni anayasa getireceklermiş.

Evet, sizin söyledikleriniz tuğyanı ve küfrü artırmaktadır.

İki kelime nekre olarak gelmektedir. Her sözümüze başka türlü karşı çıkıyorlar.

Tuğyan” söylenenlere aykırı hareket etmedir. Biz anayasayı kritik edersek anarşist oluyoruz, biz savununca da anayasa tu kaka oluyor! Tuğyan fiilî isyandır. Küfür ise fikrî isyandır. Tuğyan bâtıl amelse küfür de bâtıl imandır.

وَأَلْقَيْنَا بَيْنَهُمْ

(Va EaLQAYNAv BaYNaHuM)

“Ve aralarına ilka ettik.”

Sana gelen bilgilerden dolayı size ve insanlara karşı küfürlerini artırdı. Bile bile yanlış yalan fikirler savunuyor ve saldırıyorlar.

Irak savaşını düşünün, bir sürü yalan ve iftiralarla saldırdılar. Oraya demokrasi getireceklerine zulüm, kan ve katliam getirdiler. Beş bin senelik uygarlığı mahvettiler. Avrupalılar Yunanlılara bize uygarlık getirdiler diye saygı duyuyorlar. Oysa Yunan uygarlığı Irak Mezopotamya uygarlığına dayanmaktadır. Bugünkü Avrupa uygarlığı da Irak Mezopotamya uygarlığına dayanmaktadır. Aralarında da düşmanlıkları vardır.

Allah, bunu biz ilka ettik diyor.

Evet, size karşı küfür ve tuğyanları arttı, biz de ona mukabil onların arasında düşmanlığı koyduk demektedir.

Yeryüzü yaratılmıştır. İnsan orada halife yapılmıştır. İnsan evrimleşen ve uygarlaşan varlıktır. Uygarlaşmanın iki yolu vardır. Hayırda yarışma ve ayıklanmak için çatışma. Bir bina yaparsınız, zamanla o bina kullanılmaz hâle gelir. Onu yıkar yenisini yaparsınız. Eğer o binada eskime ve harabiyet olmasaydı yeni bina yapmamış olurdunuz. O zaman da evrim olmazdı. Oysa yıkıldıktan sonra yenisini daha iyisi olarak yaparsınız.

Topluluklar da böyledir. Uygarlıklar yaşlanır ve çöker. Artık onun yerine yeni ve daha ileri uygarlık oluşmalıdır. İslâm uygarlığı yaşlandı, daha ileri Batı uygarlığı doğdu. Batı uygarlığı artık yaşlanmaya başlamıştır. Şimdi ileri Doğu uygarlığı doğacaktır.

Yaşlı uygarlıkları ortadan kaldırma görevi Yahudilere verilmiştir. Hıristiyanlar ve Müslümanlar yeni ileri uygarlıkları kurarken, onlar da fitneler ve savaşlar çıkararak yaşlı uygarlıkları yıkacaklar. Bunu başarabilmeleri için onların küfür ve tuğyanlarının artması gerekir. “Adil Düzen”e düşmanlıkları budur. Erbakan bütün gücü ile sermayeye saldırmıştır. Dünyaya etki etmiş ve dünya uyanmıştır, daha da uyanmaya devam etmektedir...

الْعَدَاوَةَ وَالْبَغْضَاءَ

(eLGaWAVaTa Va eL BaĞWAvEa)

“Adaveti ve bağdayı koyduk.”

Adavet” cepheler kurup aralarında savaşmaktır.

Bağda’” da halkın birbirine kin gütmesi, buğzetmesi, birbirini sevmemesidir.

Yahudileri yakından tanımadığım için birbirlerine karşı nasıl olduklarını bilemiyorum.

Köylülerimden biliyorum. Kabile gruplarının birbirine düşmanlıkları vardır, karşılıklı öldürmelerle ve saldırmalarla düşmanlık sürüp gider. Ayrıca kardeş kardeşi de sevmez. Dışa karşı son derece dayanışma içinde olurlar, düşmanlara karşı bir olurlar. Ama aralarındaki haset ve kin de o kadar şiddetlidir. Yani kötülükte dayanışma, iyilikte ise ayrı olma. Kabilelerin aralarında konuşmayacak kadar hasımlıkları vardır. Ama gurbette iken hemen birbirlerine arka çıkarlar.

Buradaki adavetten maksat düşmanlıkta birleşme ve cephe kurma, iyilikte ise birbirine buğzetme psikolojisidir. İman etmeyen her topluluk için durum budur.

Bu durum şimdi benim köylülerimin hâli için değişmiştir. İstanbul’a taşınınca, gurbetlik havası onların gruplaşmalarını kaldırmıştır.

Yahudiler ise böyle değildir diyor, Kur’an; onlar kentlerde yaşadıkları halde aralarında adavet var, bağda’ var.

Bunun görünen tarafını bilebiliriz. Amerikan Yahudileri İsrail devletinin kurulmasını istemiyorlardı. Avrupa Yahudileri ise İsrail devletinin kurulmasını istiyorlardı. Avrupa Yahudileri galip gelip İsrail devleti kurulunca, Amerikan Yahudileri İsrail’i devamlı savaş içinde tutarak İsrail’deki Yahudilerin gelişmelerini önlediler. Bu savaş hâlâ devam etmektedir. Amerikan Yahudileri hem Filistinlileri hem de Yahudileri silahlandırıp savaştırmakta, böylece Ortadoğu’nun gelişmesini önlemektedir.

Şimdi başka bölünme vardır. Üretici Yahudilerle finansör Yahudilerin arasında çatışma vardır.  Evet, onlar fitnelikte beraberler, sömürmekte beraberler ama aralarında da adavet ve bağda’ da vardır. Kur’an bu âyetle Mahir Kaynak’ın bu reel-finans ekonomisindeki çatışma tahlilini  doğrulamaktadır.

Burada tuğyan, küfür, adavet ve bağda’ dörtlüsünün karşılaştırılıp nasıl dörtlü oluşturduklarını beyan etmek gerekir. İnsanların bu haleti ruhiyelerini ortaya koyacak roman veya senaryo çok etkin olur sanırım.

إِلَى يَوْمِ الْقِيَامَةِ

(EiLAy YaVMı eLQıYAMaTi)  

“Kıyamet yevmine kadar.”

Kıyamet” burada harfi tarifle gelmiştir. “Kıyam” mastardır, “Kıyamet” ise isimdir. Harfi tarifle geldiği için belli olayın olduğu günü göstermektedir.

Kâinat bundan 13.7 milyar yıl önce patlayıp büyümeye başlamış ve hâlâ büyümektedir. Yeteri kadar büyüdükten sonra kâinatın düzeni bozulacaktır. Kur’an buna “saat” diyor. Ondan sonra da yeni kâinat oluşturulacaktır. Bu dönemde bütün insanlar mezardan kalkacaktır. İşte buna “kıyamet” denmektedir.

Kıyamet”in başka manâsı daha vardır. Bizim kâinatımız yaşlanmakta ve ölmektedir. Ölümlü fani kâinat olmaktadır. Oysa yeni kâinat ölümsüz dayanıklı olacaktır. “Kıyamet” mukavemetten oluşmuş bir kelime olarak dayanıklı sağlam gün manâsına gelir.

İşte, Yahudiler arasında o zamana kadar adavet ve buğuz vardır.

Neden vardır?

Dengenin oluşması için vardır. Yaşlıların ortadan kaldırılması için vardır. Onların varlıkları devam edecektir. Çünkü bugünkü günler kıyamet günlerinden değildir. Ölümlü dünyadır. Bu âyet bize aynı zamanda Yahudilerin kıyamete kadar var olacaklarını ve bu ruh hâli ve fesad içinde devam edeceklerini bildirmektedir.

Evet, Allah tavşana kaçma melekesini, tazıya da tutma melekesini vermiştir. Kaçan tavşanlar kaçıp kurtulacak, kaçamayanlar yem olacaklardır. Böylece tavşanlarda ayıklanma yoluyla evrim olacaktır. Yakalayan tazı yaşayacak, yakalayamayan tazı ölecektir. Böylece tazılar arasında da ayıklama olacaktır.

İşte, Yahudilerle insanlık arasında, mü’minler arasında kıyamete kadar bu kaçıp kovalamaca devam edecektir. 1400 sene önce dünya Yahudileri yok edilmiş, sadece Medine’de küçük sığıntı topluluk hâlinde yaşıyorlardı. Müslümanlar o yerleri de ellerinden aldılar. Ama şimdi her ağacın altında Yahudinin bir hilesi vardır.

كُلَّمَا أَوْقَدُوا

(KulLaMAv EaVQaDUv)

“Her ıkad ettiklerinde.”

Bunların görevleri nedir?

Savaş çıkarmak. Silah fabrikaları kurup devletlere ve eşkıyalara satıp onların birbirleri ile savaşmalarını sağlamak.

Evet, dünyada nüfus dengesinin oluşması ve çatışarak uygarlaşmanın sağlanabilmesi için savaşa gerek vardır. Savaşsız dünya ölü dünya olur. Savaşın oluşması için de savaşı besleyecek sanayinin oluşması, savaş işletmelerinin faaliyet göstermesi gerekir.

İşte Yahudiler bunu yapmaktadırlar. ABD’dekiler de silah fabrikalarını çalıştırmakta ve dünyayı ateşe vermektedirler. “Bunu her yaptıklarında” demek suretiyle onların görevlerinin bu olduğunu ifade etmektedir.

Bize ne düşer?

Bunların ateşleri arkasından “Adil Düzen”i kurmak düşer.

Irak, Afganistan, Libya, Mısır, Suriye “Adil Düzen”e hazırdır. Çünkü Yahudilerin çıkardığı savaşlar sonunda buradaki yaşlanmış İslâm anlayışı son buluyor. Sosyalizmle (komünizmle) bu temizlik dünyada sağlandı. Dünya “Adil Düzen”i kabule hazırlandı.

Ne ile sağlandı?

Birinci ve İkinci Cihan Savaşları, Irak ve Afganistan savaşları ile sağlandı

Bunu kim yaptı?

Yahudiler yaptı; yani “Adil Düzen”e imkan hazırlamak için Allah yaptı.

نَارًا لِلْحَرْبِ

(NAvRan Li eLXARBı)

“Harb için ateş.”

“Harbin ateşini yaktıklarında.”

Kur’an bize bizim zamanımızda nâzil olmuştur. Merkezde olan biziz diyebiliriz.

Her çağ için Kur’an onlara nâzil olmuş ve olacaktır.

Bu konuda iki neslin özellikleri vardır. Birinci nesil Kur’an’ın ilk nâzil olduğu nesildir. Onlar Kur’an’ı uygulanabilir şekle getirdiler, proje yaptılar. Biz şimdi projeyi ilk uygulayanlar olacağız. Bundan sonraki üçüncü ve dördüncü nesiller ise bizden elbette  çok ileri olacaklardır. Ama Kur’an’ın beyanına hizmet bakımından biz ikinci olacağız.

Kur’an nâzil olduğu zaman ateşli silahlar yoktu. Bugün ateşli olmayan silah yoktur. Savaşın çıkarılması için ateşli silahların patlaması gerekir. Bugün buna “sıcak savaş” denmektedir. Kur’an bu şekilde çağımıza hitap etmektedir: “Harb/savaş için ateş.”  

أَطْفَأَهَا اللَّهُ

(EaTFaEaHav elLAHu)

“Allah onu itfa edecektir.”

Yahudiler savaş çıkaracaklar, yaşlanmış hasta toplulukları ortadan kaldıracaklar ama sonunda barış dünyası gelecek ve ileri uygarlıklar kurulacaktır.

Birinci Cihan Savaşı çıkarıldı, sosyalizm/komünizm dünyayı kasıp kavurdu.

İkinci Cihan Savaşı çıkarıldı, kapitalizm dünyayı kasıp kavurdu.

Onlar görevlerini yaptılar.

Şimdi ise savaşlar bitmektedir. İnsanlık yeni dünya düzenini arıyor. İnsanlar din/düzen düşmanlıklarını da bıraktılar. Artık Allah’ın yeryüzüne hakim kıldığı dört büyük din söz sahibi olmaktadır. Müsbet ilim yeteri kadar gelişmiştir.

Akevler Yenibosna çalışmaları da III. bin yıl uygarlığının projesini hazırlamağa başlamıştır. Kısa zaman sonra insanlık -başka çare bulamayınca- bundan yararlanacak, yeryüzüne savaşsız bir üçüncü bin yıl dünyası gelecektir.

Cumhuriyet döneminde Türkiye’de yapılan dinsizlik inkılâpları hep Yahudilerin tertibi idi. Sonunda demokrasiyi de onlar getirdiler. Ama bütün bu olayların ve gelişmelerin arasından “Adil Düzen” ortaya çıktı! Bugün bile tutucu Müslümanların baskısı ile içimize kapanmış bulunuyoruz. Cumhuriyet fırtınası gelmeseydi bizi diri diri gömerlerdi. Hâlâ lâiklik düşmanlığı yapanlar vardır. Her şey Allah’ın takdiri ile olmuştur. İyi olmuştur. Şer zannettiğimiz şeyler hayırlı olmuştur.

وَيَسْعَوْنَ فِي الْأَرْضِ فَسَادًا

(Va YaSGAVNa FIy eLEaRWı FaSAvDan)

“Ve arzda fesad olarak sa’y edeceklerdir.”

Yukarıda harbi fiil-i mâzi ile getirdi. Çünkü savaşlar geçicidir, yaşlanmış uygarlıkları ve düzenleri ortadan kaldırmak içindir. Oysa fesatları süreklidir, devamlıdır. Onun için muzari sigası ile getirmiştir.

Demek ki Yahudiler varlıklarını kıyamete kadar sürdürecekler, zaman zaman görevleri gereği savaşları sürdürecekler, ama fesatlıkları hep devam edecektir. Fesatlıkla da insanlığı uyanık tutmakta, bu sayede insanlar gevşememektedir.

Demek ki dünya düzenini Allah çok açık şekilde anlatmaktadır.

İnsanlığın şer kutbunu Yahudiler oluşturacak, savaş çıkaracak, fesad çıkaracaklar.

İnsanlığın hayır kutbunu da mü’minler oluşturacaklardır. Mü’minler isteyen tüm insanlardan oluşacaktır.

Onlar savaşı getirecek, biz barışı; onlar fesadı getirecek, biz imanı/güveni getireceğiz.

İnsan Kur’an’ı okuyup düşündükçe ve dünyaya bu gözle baktığınız zaman, ayna gibi Kur’an’da gördüğünü gördükçe, bütün sıkıntılarını atmış oluyor...

وَاللَّهُ لَا يُحِبُّ الْمُفْسِدِينَ (64)

(Va elLAHu La YuXibBu eLMuFSiDİyNa)

“Allah müfsitleri hubbetmez.”

 

يَدُ اللَّهِ يَدَاهُ يُنفِقُ يَشَاءُ رَبِّكَ َأَلْقَيْنَا كُلَّمَا أَوْقَدُوا نَارًا لِلْحَرْبِ أَطْفَأَهَا اللَّهُ َ اللَّهُ لَا يُحِبُّ

 

اللَّهُ

اللَّهُ

اللَّهُ

رَبِّكَ

 

هُ

نَا

 

 

 

يُنفِق

يَشَاءُ

أَطْفَأَهَا

لَا يُحِبُّ

 

“Allah” kelimesi bu âyette üç defa geçmekte, bir de “Rab” olarak geçmektedir. Zahir zamir “Hu” ve “Nâ” olarak iki defa geçmektedir. Müstetir zamir de dört defa geçmektedir. Toplam olarak on defa zikredilmektedir.

 

“Allah” müptedadır. Cümle isim cümlesidir. Buradaki cümleler fiil cümleleri idi. O halde bu cümle hâl cümlesidir.

Evet, Allah dengenin oluşması için İsrail oğullarını seçmiş, onlara pis görevler vermiştir. Böylece insanlığı pislikten kurtarmıştır. Yani onları seçmiş olması insanlığı tathir etmek içidir. Çünkü Allah müfsitleri sevmez. Onların görevi de kötüdür ve Allah onları sevmiyor. Buradaki “sevmiyor”dan maksat, sonunda onlar başaramayacak demektir.

Terör, anarşi, PKK bitecek.

Onların görevi “Adil Düzen”i getirtmektir. “Adil Düzen” gelmezse terör bitmez. Ama “Adil Düzen” mutlaka gelecek ve onların fesadı sona erecektir.

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3103 Okunma
2-MAİDE 3
2886 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2176 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2266 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2137 Okunma
6-MAİDE 11-12
2870 Okunma
7-Maide13-15
2292 Okunma
8-MAİDE 16-17
2320 Okunma
9-MAİDE 18-19
2009 Okunma
10-MAİDE 20-26
2561 Okunma
11-MAİDE 27-31
4600 Okunma
12-MAİDE 32-33
2802 Okunma
13-MAİDE 34-37
2037 Okunma
14-MAİDE 38-41
2981 Okunma
15-MAİDE 42-44
2325 Okunma
16-MAİDE 45-47
3604 Okunma
17-MAİDE 48-50
2413 Okunma
18-MAİDE 51-53
2537 Okunma
19-MAİDE 54-56
2959 Okunma
20-MAİDE 57-60
2360 Okunma
21-MAİDE 61-64
2203 Okunma
22-MAİDE 65-67
2057 Okunma
23-MAİDE 68-69
2408 Okunma
24-MAİDE 70-72
2188 Okunma
25-MAİDE 73-76
2443 Okunma
26-MAİDE 77-79
1917 Okunma
27-MAİDE 80-82
2316 Okunma
28-MAİDE 83-88
1892 Okunma
29-MAİDE 89-91
3214 Okunma
30-MAİDE 92-95
2605 Okunma
31-MAİDE 96-100
2515 Okunma
32-Mide 101-103
2590 Okunma
33-MAİDE 104-105
2218 Okunma
34-MAİDE 106-108
2406 Okunma
35-MAİDE 109-110
3299 Okunma
36-MAİDE 111-115
2746 Okunma
37-MAİDE 116-118
2535 Okunma
38-MAİDE 119-120
2194 Okunma

© 2024 - Akevler