MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2879 Okunma
MAİDE 3

 

 

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 3

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْأَزْلَامِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ دِينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمْ الْإِسْلَامَ دِينًا فَمَنْ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِإِثْمٍ فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (3)

 

حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ

(XurRiMaT GaLaYKuM)

“Size haram kılınmıştır.”

Haram edilen var, helal edilen vardır. Emredilen var, nehyedilen vardır.

Bu kelimelerin Kur’an’dan önceki mânâları ile Kur’an’dan sonraki mânâları aynı değildir. Kur’an bunlara şer’î mânâlar yüklemiştir.

Helal ve haram ittika ile ilgilidir. Allah’a inanmış, şeriat kitabı olan Kur’an’a veya Tevrat’a inanmış insanların uymaları gereken hükümleri içermektedir. Nehy edilen ve emredilen, İslâm düzeninde olan ve herkesin uyması gereken hükümleri içerir. Hırsızlık yasaktır, hırsızlık yapan kimsenin elini keseriz. Domuz eti haramdır, biz onları yani domuzları (üretenleri ve satanları) korumayız ama yapanlara da ceza vermeyiz.

İslâm tarihinde bir şeyi anlayamamışlar. O da şudur. Şeriatın hükümleri içtihada dayalıdır ve her bucak ayrı şir’a/şeriat sahibidir. Devlet güvenliği korumakla yükümlüdür. Merkez bucaklarının yönetimi ona yani devlete aittir ama taşra illerin bucaklarına ve taşra bucaklara devlet karışmaz. Her bucak kendi kitabını, kendi düzenini kendisi kurar; biz onların kanunlarına karışamayız. Biz mü’minler de kendi bucağımızı kurarız. Kendi bucağımızın hükümleri de bize aittir. Burada konan hükümler bizim bucağımıza aittir. Kendi bucaklarında onlar kendi şir’alarını/şeriatlarını uygularlar.

“Allah haram etti” denmiyor da “size haram edilmiştir” deniyor. Burada “Allah haram etti” denseydi, ya topluluk size haram etti demiş olurdu ki, topluluk topluluğa haram etmiş olurdu mânâsı olamazdı. “Allah size haram etti”den maksat olarak eğer âlemlerin rabbi Allah kastedilseydi, bu sefer de bizim bu haramlara uymayanlarla birlikteliğimiz olmazdı. Oysa “haram olundu” deyince, mü’minlerin kendi bucaklarını tesis ederken bu hükümlere uymaları gerekir. Mü’minler bucak kanunlarını yaparken bu âyetlere uymaları gerekir. Ama uymayıp da kendi keyiflerine göre kanun yaparlarsa o da hukuken geçerlidir demektir.

Bu konu da “usul”de iyi anlaşılması gereken bir konudur.

Önce haram ile yasağın ayırt edilmesi gerekir.

Haram dinîdir, yasak ise kazaîdir yani yargı denetimindedir.

İkinci ayırt edeceğimiz nokta; bazı haramlar vardır ki biz onu devlet olarak korumayız. Bazı yasaklar vardır ki onları yapmak haramdır ama devlet onları korur. Mesela şarap devletçe korunmaz ama bira korunur, ne var ki içilmesi mekruh olabilir. Mekruhun mânâsı budur. Haram olduğu halde kanuni geçerliliği olan hükümlere “mekruh” denmektedir.

Haramlar bucaklarda teşri edildikten sonra o bucak o haramı korumaz. Bizim bucağımıza gelen misafirlerin yani başka bucaktakilerin haramlarını kendi bucaklarında haram değilse, anlaşma gereği biz onu koruruz. Bizim bucaktan gidenlerin de oraya girmelerine izin verilirse korumak durumundayız.

Size haram kılınmıştır” denmekle bize emretmektedir. Diğer bucaklara karışma yetkimiz yok demektir. İnsanlar hür yaratılmıştır. Kendilerine yol gösterilmiştir. İster uyarlar, ister uymazlar. Ne var ki önce aşiretler hâlinde, sonra kabileler hâlinde teşkilatlanmışlardır. Her kabile kendi hukukunu kendisi ortaya koyar. O bucağın kanunlarına uymak istemeyenler başka bucaklara göç ederler; “Adil Düzen” de “Hicret Demokrasisi” vardır.

Merkez bucakların hukukunu ise taşra bucaklarının temsilcileri koyar, yani meclisleri koyar. Merkez bucaklara gelenler onların koyduğu şir’aya uyarlar. Yani taşra bucakları vardır, kendi hukuklarını kendileri koyarlar. Ayrıca il ve ilçe bucakları vardır. İl merkez bucağı ümmü’l-kuradır. İlçe bucakları havlinde olan bucaklardır. Onların kanunlarını il merkezinde bulunan taşra bucaklarının gönderdiği temsilciler yaparlar. Devlet merkez bucakları vardır. Bir de insanlık merkez bucakları vardır. İnsanlık merkez bucağının kanunlarına oraya gelen tüm insanlar uymak durumundadır.

الْمَيْتَةُ

(eLMaYTaTu)

“Meyte”

Meyte” kış uykusuna yatmış yılandır, “Hay” ise kış uykusundan uyanmış yılandır.

İnsan için “mevta” veya “meyyit” kullanılır. Masdarı “mevta”dır. Kanı akıtılmadan ölmüş olan kanlı hayvanlara “meyte” denmektedir. Kanı akıtılarak öldürülenlere “mezbuh” denir, yahut “zekiy” denir. Türkçedeki “zeki” de aynı kelimedir.

Meyte”yi kanı akıtılmadan öldürülen şeklinde yorumluyoruz. Kelime mânâsı ise kendi kendine ölen demektir. Zebh edilmiş olan da kanı akıtılmış anlamında kullanılıyor. Genel mânâsı ile insan tarafından öldürülen anlamını verebiliriz.

Şimdi, bundan önce “en’amın behimesi helal kılındı” diyor, sonra “haramda iken avlanmayınız” buyuruluyor. Buradaki “meyte”den maksat haram olan hayvanların meyteleri değil, helal olanların meyteleri olması gerekir. İşte, yukarıda hayvanların behimesi size helal kılındı dendiği halde, orada mutlak iken, burada takyid edildi. Ancak meyte olmayan behimeleri helal kılındı denmektedir.

İşte buna “tahsis” denmektedir.

Biz Kur’an’da mevcut olanları sıra gözetmeden tahsis ediyoruz. Nesh kabul etmiyoruz. Sıra gözetmiyoruz, çünkü Kur’an sıra ile inmemişdir. İnse bile hepsi birden geldiği için tahsisin önce veya sonra olması bize bir şey ifade etmez. Bir sûre içinde bu tahsisi hiç yapmayız. Sûreler arasında yapabiliriz. Onu da ancak Kur’an’daki sıraya göre yaparız. Şimdilik usulde bu sırayı kabul etmiyoruz. Önce veya sonra yazılmış olması âmmın nesh olduğunu ifade etmez. Sıra ile neshi kural kabul etseydi yine de Allah önce hâssı sonra âmmı getirip bizi tereddütlere sokmazdı. Burada âm öncedir, hâs sonradır.

Bizim usulümüzde istisna edilenlere kıyas yapmıyoruz ama tahsis ve takyid edilenlere kıyas yapıyoruz. Memelilerin behimesi helal kılındı diyor. Onlar için meyteleri de haram kılındı diyor. En’am asıldır. Kuş, kertenkele, kurbağa ve balık ise en’am değildir. En’amı memeliler olarak anladığımız takdirde kuşları memelilere benzeteceğiz. Bu sefer kuşlarda da zibhi esas alacağız. Balıklarda ise zibh sözkonusu olmamaktadır. İcma ile sabittir. Kuşlarda zibh olduğu da icma ile sabittir. O halde illet olarak öyle bir şey seçmeliyiz ki balıklarda olmamalıdır, kuşlarda olmalıdır.

Bunun için memelileri tasnif etmemiz gerekir. Zibh kan akıtma ile olduğuna göre kanla ilgili tasnif yapmalıyız. Kalbine göre memeliler önce iki sınıfa ayrılırlar. Kalbi dört gözeli olanlar vardır. Bunlar karbondioksiti yüklenmiş pis kanı kalbe getirirler. Ciğerlere gönderir, orada temizlik yaptırırlar. Karbondioksiti verir, oksijeni alır, yine kalbe getirir ve vücuda gönderir. Memelilerde, kuşlarda, sürüngenlerde böyledir. Kurbağalarda kalb tam olarak dört parça değildir. Üç gözeli denebilir. Balıklarda kalb ise iki gözelidir. Şimdi buna göre dört gözeli hayvanların etleri de kıyasla helaldir. Ancak bunlar da etobur sınıfına konmamalıdır. Bunların kesilmesi de meşrudur. Kalbi iki gözlü olan balıkların eti helaldir. Kurbağaların eti de kıyasla helaldir. Bunların etobur olup olmamasına bakılmaz. Kıyas yoluyla kurbağaları da balıklardan sayar etlerini helal kılarız. Besinleri ne olursa olsun  helal sayılırlar. Ne var ki bunların kavmin yiyeceği olması şartı getirilebilir. Kurbağalar balıklara benzetildiği için kesim aranmaz.

Şimdi illet olarak kanın akıtılmış olup olmadığı sözkonusudur. Normal durumda hayvan boğazından kesilecek, demi mefsuh kan dışarı çıkacaktır. Kan içerde kalmamalıdır.

Bu illettir.

Bunun hikmeti nedir?

Hikmeti bilirsek illeti tesbitte kolaylık sağlarız. Kan vücuttaki zehirli maddeleri alır, ciğere getirir, böbreğe götürür ve temizletir. Kan zehirli maddeleri taşıdığı için pistir. Hücreler zehirli maddelerle fazla temasta kalırsa onları emer, hücreler de zehirlenir. Kan yüzdesi az olunca hücreler o maddeleri dışarı atarlar. Ayrıca kanın yüzdesi az olduğu için kirlenme olmaz.

Demek ki kesimin hikmeti etteki kan nisbetini azaltmaktır. Hamr ayetinde ismi nef'inden ekberdir diyerek nisbeti esas aldığına göre, burada da nisbet azaltılmış oluyor. Biranın da az alkolden dolayı haram olmamasının illeti burada teyit edilmiş olmaktadır.

Demek ki burada ciğerle soluyan, böbrekleri olan hayvanların etobur olmayanlarının etleri yenecektir. En’amın behimesi ile sabit olmaktadır. Ama bunlar kesilecektir.

Şimdi, zamanla bozulmuş maddeler de haramdır, yenmeyecektir. Bu bozulma kesilmemiş hayvanlara kıyas edilerek tesbit edilecektir. Boğulmuş hayvanın eti alınarak zehirli maddelerin miktarı tesbit edilecek. Kesilmiş hayvanın eti alınarak zehiri tesbit edilecek. Kesilmiş hayvandaki zehir miktarından az olanların yenmesi helaldir. Kesilmiş hayvanın zehrinden fazla zehir ihtiva edenler haram olacaktır. Onların arasında bulunanlarda kavmin yiyeceği ilkesine uyulacaktır. Midesi alışanlar yiyebilecektir.

Balıkların etleri helaldir. Kuşların ve sürüngenlerin etleri memelilere benzer oldukları için canlıyı parçalayan etobur değilseler yenebilecektir. Aradakiler kavmin yiyeceği ilkesi ile çözülecektir. Hayvanlardan besin olan her şey bu hükme tâbidir. Derinin kullanılması haram değildir ama sütün içilmesi haramdır. Yağı da haramdır.

وَالدَّمُ

(Va elDaMa)

“Ve kan”

Dem” kan demektir. İçinde akyuvarlar vardır, alyuvarlar vardır. Ama kanın rengini veren alyuvarlardır. Akyuvarların sayısı arızalı durumda, hastalıklı durumda artmaktadır.

Kan” burada mutlak olarak zikredilmiştir. Halbuki başka yerde “mesfuh dem” diye zikredilmiştir. Kan burada marife olarak getirilmiş, orada nekre getirilmiş, ancak buradaki demden bahsetmiştir. Bunlardan başkasını haram olarak bulamadım denmektedir. O halde o dem bu demdir. Dolayısıyla bu demin hâli olarak zikredilmiştir.

Hangi kan haramdır?

Kalpteki, atar ve toplar damarlardaki kan haramdır, kılcal damarlardaki kan değildir. Kesilmiş hayvanın yenebilir bütün yerleri helal olduğu halde mesfuh olan kan helal değildir. Demek ki helal olanın içinde bazı yerler helal değildir. Hayvanın midesindeki pislikler haram olduğu gibi eğer kan kadar zehiri bulunan başka organ varsa o da haram olmuş olur.

Kanın zikredilmesinin başka hikmeti de vardır. Yiyeceklerde canlı hücreler bulunur. Bunların türü ve yüzdesi olarak o besin de haramdır. Bunun yüzdesini tesbit etmek, şu kadar kolisi bulunan su içilmez diyebilmemiz, bir yüzde tesbit etmemiz gerekir.

Şimdi sömürü sermayesi kendi ürettikleri mamulleri satmak için halkın gücüne bakarak bir yüzde koymakta, biz de ona uymak zorunda kalmaktayız.

Anadolu’da içilen suların yüzde sekseni içilmez durumda. Oysa orada da kavmin yiyeceği usulünü uygulamamız gerekir. Suyu renklendirmeye başladığı andaki demi mefsuhta bulunan hücre sayısını koli için kıyas alabiliriz. Zehirsiz hücreler için kıyas olarak alabiliriz. Zehirli olanlar için zehirlilik derecelerine göre yoğunluğu düşürürüz. Bir hücre olsa bile eğer suda çoğalmasına imkan veriyorsa o haram olmuş olur.

وَلَحْمُ الْخِنزِيرِ  

(Va LaXMu elPıNZIyRi)

“Ve hınzırın lahmı.”

Hınzır”ın kendisi değil lahmı/eti haramdır. Dolayısıyla kılları ve yenmeyen diğer yerleri, yağları alınmış deri ve kemikler helaldir demektir. Ancak besin olanlar kıyas yoluyla haram edilmiştir.

Bunun hikmeti nedir, illeti nedir?

Bunu anlayabilmemiz için canlılardaki besin zincirini bilmemiz gerekmektedir. Besin, dışarıdan alınan organik maddelerin mide ve bağırsaklarda parçalanarak moleküller hâline indirilmesi şeklinde olur. Ancak bundan sonra kana karışabilmektedir. Alınan organik maddelerin parçalanması için mide ve pankreas enzimleri salınmaktadır. Bu enzimler ancak o canlının besini için salınır. Mesela, ipek böceği dut yaprağını yer, midesi onu sindirecek şekilde yapılmıştır, ona göre enzimler salmaktadır.

Şimdi, eğer besin olmayan maddeleri yersek midemiz sindiremez, tekrar dışarıya atarız. Eğer bize yakın canlıların etlerini yersek, mesela insan etini yersek, bunu sindirirken midemizi de sindirir paramparça eder. Bu sebepledir ki her canlı için ayrı besin var edilmiştir, onlar o canlılarla beslenirler. Aynı tür canlılar birbirlerinin etlerini yemezler. Haram olan akraba ile evlilik gibi yakınların etlerini yemek de zararlıdır.

Besin zinciri şöyle oluşmaktadır. Otlar vardır. Bunları hayvanlar yer. Bu hayvanların işkembeleri vardır. Selülozu sindirerek yiyebiliyorlar. Geviş getiren çift  parmaklı hayvanlar bunlardandır. Sonra etoburlar vardır. Bunlar bir üst canlılardır. Bunlar da ot yerler ama midelerinde işkembe yoktur. Otları da seçerek yerler. Bunların üstünde meyvecil hayvanlar vardır. Bunlar ot yiyemezler, mideleri sindiremez. Meyve ve sebzeleri yiyebilirler. Bunlar pişmiş et ve bazı böcekleri yiyebilirler. Bundan sonra leş yiyenler vardır. Av yakalayıp parçalayamazlar ama ölmüş hayvanların etlerini yerler. Bunlar meyveleri de yiyebilirler. Bundan sonra en yukarıda yırtıcı hayvanlar vardır. Bunlar canlı hayvanları yakalar ve yerler. Bunlardan aynı türde olanlar birbirlerini yiyemezler ama başka türde olanları en üst seviyede oldukları için yiyebilirler. Bunların ölülerini ise bakteriler çürütürler. Bitkilerin odun kısımlarını da onlar çürütürler.

İşte; insan, domuz ve maymun gibi meyvecil varlıktır. Bunların mideleri birbirlerini yemeye göre var edilmemiştir. Domuz sınırdadır. Maymun gibi meyve yiyenler kıyas yolu ile haramdır. Ayı, köpek gibi leşçi veya daha yukarıdaki hayvanlar ise evleviyetle haramdır.

En’amın behimesi helal kılınmış, domuz haram kılınmıştır.

Besin zinciri bunların arasında olanlar için başka kural getirilmiştir; bu da kavmin yiyeceği olma ilkesidir. Hazreti Peygamber kavmimin yiyeceği değildir diye keler (kertenkele) etini yememiş, haram da değildir demiştir. Ayrıca Kur’an’da İsrail oğullarına İsrail’in haram ettiğini haram ettik diyerek kavmin yiyeceği olmayı tahsis etmiştir. Yani burada sünnet Kur’an’ı açıklamaktadır, bizi bağlar.

Bunun hikmetini anlatabilmem için bir tıp kitabında okuduğum tesbiti naklediyorum. Organ naklinde tek yumurta ikizlerinin organları birbirine nakledilir. Yumurta ikizi olmayanlarda daha zordur. Bunun dışında yeni doğan ve ana sütünden başka besin almayanların organları nakledilebiliyor, yabancılık hissetmiyor. Asıl önemli olanı, bu dönemde organ nakli gerçekleşmiş olanlar arasında artık ileri yaşlarda da organ nakledilmekte ve dışlanmanın olmamasıdır. Demek ki ilk yaşlarda alınan besinler vücuda beslenme talimatı vermektedir. Süt kardeşlik de bu hikmete dayanmaktadır.

İşte, kavmin yiyeceği budur. Eğer yeni doğan çocuklara bu besini yedirirsek, sonra o besin onlar için kavminin yiyeceği olur. Böylece domuz eti de besin zinciri içindeki yere göre helal ve harama bir örnektir.

Burada geçmeyen şarap benzeri içkiler zikredilmiyor. Onlar zehirlemede değil de sarhoşlukta örnektirler. Ancak katı, sıvı ve canlı için bu âyette örnekler verilmiştir. Ama gaz için yani hava kirliliği için verilmemiştir. Onu alkol yüzdesi ile tesbit edeceğiz. Kokusunu hissettiğimiz miktar onun verdiği zarar kadar zarar veriyorsa o yerde oturmak haram olur. Hava kirliliği için de kıyasımızı ona göre yapacağız.

Sömürü sermayesinin satışlarına göre ayarlama yapmamalıyız.

Kendimizi tembelliğe ve çok sağlıklı şartlara göre değil, doğal şartlara göre ayarlayacağız. Temiz olacağız ama titiz olmayacağız. Mutfakta abdest almayı kendi kafamızdan yasaklamayacağız. Kaldı ki ayak da yıkanmıyor. Helalı haram kılmak, haramı helal kılmak kadar meşru değildir.

وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ

(Va MAv EuHilLa LiĞaYRi elLAHi BiHIy)

“Ve onunla Allah’ın gayrine ihlal edilen de size haram kılınmıştır.”

Bundan önce sayılanlar biyolojik zararı olanlardı.

Bundan sonra sayılacaklar sosyolojik zararı olanlardır.

İhlal etmek” demek, hilal zamanı takdis etmek demektir.

Avcılık döneminde avcılık geceleri ay ışığında yapılırdı. Bu sebeple yeni ay zamanı dinlenme zamanı idi. Onların hayatları aya göre düzenlenmişti. Başlangıçta hafta da böyle idi. Ayın ilk haftası ve son haftası bekleme günlerini içerir, ortadaki iki hafta ise avlanma zamanı olurdu. Avcılık döneminin en zor günü ayın ilk haftası olurdu. Son haftasında üçüncü haftanın avlarından yararlanılırdı. Ayın ilk haftası ise etlerin hiç olmadığı günlere rastlardı. Bunun için bazı sistemler geliştirmiş olmalılar. Buzlukta ve serin yerde bekletmek. Kurutmak. Hayvanı hapsedip ay başında kesmek. İşte bu gelenek çobanlık döneminde de devam etmiş, ay başında hayvan kesmek ibadet sayılmıştır. Bugün hafta 7 gün olarak kesinleşmiştir. Artık aylara göre değişmiyor. Ama biz Cuma günleri ibadetlerimizi yapıyoruz.

Allah’ın gayrisine ihlal etmek” demek, topluluğun gayrisine ihlal etme anlamını da taşır. Yani kralın veya kamunun adına kesip ona vermek. Kişileri topluluğun üstüne çıkartmak. Şirkin mânâsı budur.

Allah insanın cüz’î iradesini yok eden her türlü geleneklere karşı yasaklar koymuştur. Bu tür davranışların kökünden söküp atılması için bu şekilde kurban edilen hayvanların etleri de haram edilmiştir. Tekelleşen malları buna kıyasla haram sayabiliriz. Tekelleşen mallar artık topluluğun çıkarına değil, sermayenin çıkarına düzenlenmektedir.

Bugünkü ilaç tekeli böyledir. İlaçlar bir taraftan hastayı iyi ederken diğer taraftan hastayı devamlı hastalığa sürüklemektedir. Koka kola haram değildir ama eğer bir sermayenin tekelinde ise haramdır. Çünkü Allah’ın gayrisi için ihlal edilmektedir.

Bugünkü şirk karşılıksız paradır. Para bugün her şey olmuştur. Bazı tekellerin sömürme aracından başka bir şey değildir. Karşılıklı parayı çıkarmak tevhittir.

Buradaki “” mâ-i umumidir. Sonra hayvanın kesilmesi değil, onunla Allah’tan başkası takdis ediliyorsa o da haramdır. Bundan önce Allah azabı şedit olandır ifadesi geçmişti. Semavat ve arzın rabbinden bahsedilmişti. Burada ise topluluktan bahsedilmektedir. Topluluğun çıkarı yerine tekelin çıkarı esas alınıyorsa ligayrillahi ihlal edilendir. Bugün sermayenin kârını yükseltme üzerine kurulmuştur ekonomi. Bunu işçinin emeğine ve üretime çevirdiğimiz zaman şirkten kurtuluruz.

Bundan önce ölü, kan ve domuz harfi tarifle getirilmiştir. Burada ise ism-i mef’ullerle getirilmiştir. Bunlar da dört adet sayılmıştır.

İlk üçü ism-i mef’ul, sonuncusu sıfat-ı müşebbehedir. Bu gruplar birinci gruplarda farklı sayılmıştır. Allah’ın gayrinde ihlal edilenlerdir. Bunların meyte dışında hem de dört defa ayrı ayrı sayılmasında önemli hikmet vardır.

وَالْمُنْخَنِقَةُ  

(Va eLMuNPaNıQaTu)

“Ve inhınak etmiş.”

Delik demektir. Yahut ucunda halka bulunan ip demektir. Onunla hayvanı boğarsınız.

Boğularak öldürülmüş hayvanın eti yenmez. Kesilip kanı akıtılmış olması gerekir.

Yukarıda “meyte” denmiş yani kendi kendine ölmüş havyandan bahsedilmiştir. Burada zibhden başka şekilde öldürülen hayvanlardan bahsedilmektedir. Boğulmuş hayvanın eti de yenmez. İnfial bâbından getirilmiştir. Hayvan bazen başını bir yere sokar, kendisini kurtaramaz, ölür. Böyle bir hayvanın eti kesilse de yenmez. Çünkü ölecek hâle gelen hayvanda yeteri derecede toksin etlere yayılmıştır.

وَالْمَوْقُوذَةُ  

(Va eLMaVQUvZaTu)

“Ve vakz edilmiş.”

Kemikleri kıracak şekilde dövmek veya ağır hasta olmak. Bu şekilde hasta olan hayvanın eti de kesilmiş olsa dahi yenmez. Bu dört özellik şudur. Hayvan kesilse bile, hastalığı veya başka sebeplerden dolayı eti yenmez. Hayvanları örnek olarak vermektedir. Dört ayrı hayvanı misal olarak vermiş olmasının sebebi, her birinde illetin başka olmasıdır.

Diyelim ki içerdiği mikroplardan dolayı bir hayvanın eti yenmez. Mesela şarbon hastalığı ile hasta olanın eti yenmez.

Diğer bir illet de toksin miktarının artmasıdır.

Başka bir sebep de dövülmüş ve pis kan oraya sürüklenmiş olabilir.

Bir başkası da herhangi bir sebeple derisinde ağır hasarlar oluşmuş hayvanlardır.

Bunları bizim tahlil edebilmemiz için derin biyoloji ve patolojik bilgilere sahip olmamız gerekir. Bir “Kur’an Üniversitesi” kurulmalıdır. “Kur’an Üniversitesi”nde bütün ilimler tedris edilmelidir. Üniversitenin gayesi Kur’an’ın müsbet ilimlerle anlaşılmasıdır. Ondan sonra da bunlara dayanarak fıkıh yapılmalıdır.

وَالْمُتَرَدِّيَةُ

(Va eLMuTaRadDiYaTu)

“Ve tereddi edilmiş”

Tereddi etmek” yuvarlanmış demektir. Yuvarlanmış hayvanın etleri dövülecektir, ezilecektir. Yetişip de kesseniz bile etleri zehirlenmiş olduğu için yenmeyecektir. Yuvarlandığı zaman hayvanda meydana gelen korku onda zehirli salgılar salmış olabilir.

وَالنَّطِيحَةُ

(Va elNaOIPaTU)  

“Ve dövüşmüş.”

Dövüşen hayvanlar vardır. Ölecek hâle gelmişlerdir. Bunları kesseniz de yenmez. Hayvanları dövüştürerek sonra da ölecek hâle geldiklerinde kesmek ve etini yemek meşru yapılmamıştır.

İnsan zaten etobur değildir. Zoraki olarak kendisine gıda yapılmıştır. Onun için çok hassas olunması gerekir. Burada sayılan dört vasfı müşahhaslaştırmak gerekir.

  1. Hayvanın boynuna ip bağlayıp onu boğulacak kadar çektikten sonra yarı ölü halde iken kesmek suretiyle elde edilen et haram kılınmıştır. Hayvanı bayıltarak öldürmek de buna kıyas yapılabilir. Uyuşturucu madde ile hayvan bayıltılıyor, sonra kesiliyor. Bunun üzerinde şu araştırmaların yapılması gerekir. Önce kalp atışlarında bir değişiklik yapılmakta mıdır? Kan dolaşımını aksatmakta mıdır? Böyle olan hayvanın eti yenmez. Sonra uyuşturucu maddenin hücrelere etkisi nedir? Sadece uyku hâlindeki durum mu, yoksa onlarda da değişiklik yapmakta mıdır? Bunun üzerinde durulmalıdır.
  2. Hastalanmış bir hayvanın eti yenir mi? Bir hastalık istihsanla asıl olarak kabul edilecek ve etkisi o hastalık kadar veya daha fazla olanların eti yenmeyecektir.
  3. Dövülmüş, yuvarlanmış, sürüklenmiş hayvanlardaki et morarmaları da o hayvanın etinin yenmemesi anlamına gelir. Bunun için hayvanın bedeninde meydana gelecek değişiklik esas alınarak ona göre bir miktar tesbit edilecektir.
  4. Yorgun hayvanın da kesilerek eti yenmez. Demek ki hayvan kesilmeden önce dinlendirilmelidir. Uygun şekilde yatırılmalıdır. Yatırdıktan sonra bekletilmelidir. Tekbir şartı bunun için gerekmektedir.

Kurban bize hayvanların nasıl kesileceğini öğretmektedir.

Burada da hangi şekilde ölen hayvanların etlerinin yenmeyeceği bildirilmiştir.

وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ

(Va MAv EaKaLa elSaBuGu)

“Ve sebuun eklettiği.”

Yırtıcı hayvanlar eğer kısmen yemişse, hayvan sağ olsa da, biz onu kessek de onun eti yenmez. Yırtıcıların yaraladığı veya öldürdüğü denmiyor, eklettiği deniyor. Yabani hayvanın öldürdüğünde de diğer ölüm şekillerindeki mahzurlar söz konusudur.

Bununla beraber, bizim için avlayan köpek ve şahinlerin avlaması helal olmuş olur.

Burada işaret edilen nedir?

Önce hayvan onu kendi yemesi için avlamayacaktır. Bu suretle yakalanmış bir hayvanı elinden alıp kesmekle hayvan temiz olmaz. Ancak onu yaralamadan, kanını akıtmadan elinden alırsak o zaman bize helal olur.

إِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ

(EilLAv MAv ZakKaYTuM)

“Sizin tezkiye ettiğiniz müstesnadır.”

Zeki” kesilmiş, kanı akıtılmış hayvan demektir.

Tezkiye etmek” kesmek, kanını akıtmak demektir.

Burada iki ana kural getirilmiştir. Biri onu yakalayan hayvanın onun etini yemeğe başlamamış olması gerekir. Etini koparmışsa ve kendisi yemişse, artık o hayvanı kessek de eti yenmez. İkincisi de, biz onun kanını akıtacak şekilde canlı hâlinde kesmemiz gerekir.

Bu tezkiye istisna edildiği için buna başka şey kıyas yapılamaz. Yani avlayan köpek veya şahin, yememek üzere kanını akıtsa bile hayvan kesilmiş olmaz. Çünkü burada “zekkeytüm” sözü ile siz tezkiye edeceksiniz diyor.

Soğuktan donarak ölen bir hayvanın eti yenir mi?

Bunlardan birisine kıyas edeceğiz. Örnek olarak munhanıkaya kıyas edebiliriz.

-Bir canlının ilk sorunu beslenme sorunudur. İnsanların da ana sorunu beslenmedir.

-Sonra giyim kuşam ihtiyaçları gelir.

-Ondan sonra barınma ihtiyacı gelir.

-Dördüncü olarak ulaşım ihtiyacıdır.

Beslenme nefes gibidir. Açlığa bir gün bile dayanamayız. O halde insan için en önemli sorun beslenme sorunudur.

İnsan meyvecil olarak yaratılmış ama ona et de helal kılınmıştır. İnsanı yaratan Allah’tır. Ona neyin rızık kılındığını bilen de elbette Allah’tır. Allah diğer canlılara ihtiyaçlarını açık bir şekilde bildirdiği için yani genlerinde kodlu olduğu için sorunları yoktur. Oysa insan evrimleşecek şekilde yaratıldığı için her konuda ona yenilik yapma imkanını vermiştir. İnsanlar başlangıçta ağaç yaprakları ile örtünüyorlardı. Bugün ise gelişmiş ve önemli seviyede tekstil sanayii vardır. Yiyeceklerde imkanlar bu kadar çok değildir. Ne var ki milyarları bulan canlı çeşidi içinde neyin bizim besinimiz olduğunu bilmek epeyce zordur.

Yeni bir canlıya rastladığımızda onun bize helal mı haram mı olduğunu bilmemiz önemini korumaktadır. Bir de onu elde etme ve yararlanma da ayrı bir konudur.

وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ

(Va MAv ZuBıXa GaLay elNuWuBi)

“Ve nusubda zibh edilenler de.”

Yukarıda Allah’tan gayrisine ihlal edilen denmişti. Orada kesilmesinden bahsedilmemişti. Burada nusubun üzerinde kesilenlerden bahsedilmektedir. Yukarıda bahsedilen zaman içinde kesmenin kutsileştirilmesidir. Burada da mekan içinde kesilmesinden bahsedilir.

Nasb” dikili anlamındadır. Tanrılara adak adamak için özel yerler ayrılır ve buralarda onlara kurbanlar adanırdı. Orada kesilen hayvanlar da aynı şekilde haram kılınmıştır. İlhak edilen ile zibh edilen aynı illete tâbi görünüyor. O zaman bir illet için iki asıl zikretmez ilkesine bu yorum uymamaktadır. Burada ifade edilmek istenenlerin gerçek mânâsını kavramakta zorlanıyoruz. İhlal edilen ile zibh edilen arasında ne fark vardır?

Kur’an’da şirk şiddetle reddedilir. Bâtıl inançlara karşı şiddetle reddedilir. Bilhassa besinler üzerinde bu hususta dikkatimiz çekilir. Alusi’ye baktım. Onlar da buna temas etmiş ama çözümü açıklamamışlardır.

İhlal edilmiş demek, onunla ihlal edilen yani takdis edilen demektir. Orada hayvan mukaddestir. O hayvan aracı kabul edilerek dua edilmektedir. Hindistan’daki inekler gibi.

Burada bahsedilen ise alelade ineklerin kesilmesidir. Hayvan mukaddes değildir, hayvanın orada kesilmesi mukaddestir. Buradan öğrendiğimiz yiyeceklerden kimileri liaynihi haramdır. Kimisi ligayrihi haramdır. Haramlığın da iki tarafı vardır.

Alkolü ele alalım. Yakıttır, ispirto olarak kullanılmaktadır. Bir de içki olarak kullanılır. İspirto olarak imal edilen ve piyasaya yakıt olarak sürülen alkol pis değil ve onun alınması, satılması haram değildir. Oysa içki olarak hazırlanan bir malın alınması ve satılması haramdır. İkisi de alkoldür. Pazarlama şekli ve ambalaj şekli ile haramlık helallik ortaya çıkar.

وَأَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْأَزْلَامِ

(Va EaN TaSTaQSiMu Bi eLEaZLAMi)  

“Ve zarlarla istiksam etmeniz.”

Zelem yontulmuş taş demektir. Taşı yontma fiili olur. Taştan yontulmuş kadehlere de zelem denmektedir. Şansı belirlemek için oluşturulmuş taşlar zelemdir. Bugün bunu zar olarak kullanırız. İnsanlar emeksiz birden zengin olmak isterler, okumadan âlim olmak isterler. İnsanlar kısmet çekerler. Türkçede ‘kısmetim bu imiş’ derler.

Kur’an zarlarla veya kura ile bölüşmeyi haram etmektedir.

Hadislerde peygamberin kısmet yaptığı yani kura çektiği ifade edilmektedir.

Fıkıhta kura ile çözülen hükümler çok azdır.

Biz bu âyete dayanarak kurayı kabul etmeyiz, her sorunu kurasız çözeriz.

  1. İnsanlar ortaklaşa inşaat yapıyorlar, sonra kura çekerek daireleri taksim ediyorlar. Biz ise bölüşme sistemini geliştiriyoruz. Daireler belirlendikten sonra satılacaklara sorulur. Siz bütün dairelere kendinize göre değerler veriniz dersiniz. Herkes kendine göre değerlendirir. Ondan sonra herkesin dairelere verdiği bedeller yüzdeye oranlanır. Maliyet ile çarpılarak verdiği bedeller bulunur. Sonra hangi daireye en çok kim verirse o daire ona verilir. Artan miktara bölünür. Bunun anlamı herkese kendisinin verdiği değerden daha ucuz daire verilmiş olmasıdır.
  2. Bir de mirasta istiksam yapılmaktadır. Memleketimde geliştirilen bir yol vardır. Büyük kardeş böler, ondan sonra en küçükten başlayarak seçerler. Bölüştürene en son kalan kalır. Haksızlık olmasın diye isteyen kardeş kendisi böler, öbürleri seçerler.
  3. c)İstiksamda biri de eşlerle ilgilidir. Sefere giden bir koca sefere birini götürmek isterse kimi götürecektir. Burada kura hükmünü getirenler vardır. Biz bunu da kabul etmiyoruz. Sefere istediğini götürür. Sonra onunla beraber geçirdiği geceler kadarını diğer eşlere bölüştürür.
  4. Nöbetler sıra ile yapılır. Sıranın nasıl yapılacağı hususunda da kurayı kabul etmiyoruz. Bunun için sıralama usulünü getiriyoruz. Birlikte iş yapanlar sıralama yaparlar, her biri kendine göre sıralama yapar. Tersleri alınır ve toplanır. Derecelere göre sıralanır. Bu sıraya göre görevler görülür. Önce örnek olsun diye birinci sırada olan yapar, sonra sıra ile devam ederler.

Birlikte araçlar veya evler alanlar da kura ile bölüşemezler. Önce alanlar kira kadar fazla öderler. En çok paya sahip olanlar önce alırlar.

ذَلِكُمْ فِسْقٌ

(ÜAvLiKuM FıSQun)

“Bu fısktır.”

Zarlarla bölüşmek fısktır. Günahlarında fısk olanların hükmü fasık olanların şahitliklerinin kabul edilmemesidir. Yani kamu görevini yapmazlar anlamındadır. Fısk fıtk gibi patlamak demektir. Meyveler fısk eder ve tohumları uzağa atarlar.

Yönetimde görev almak için fısk olan günahların işlenmemesi gerekir. Mesela zina yapanın şahitliği kabul edilmektedir ama zina iftirasının şehadeti kabul edilmemektedir.

İşte, zarlarla istiksam fazla günah olmayabilir. Ama zarlarla karar alan kimse şeriata göre değil de tesadüflerle hareket ettiği için, içtihatla değil de gelişigüzel hareket ettiği için kamu görevi yapamaz. Bu sebeple böyle yapanların kamu görevleri yasaklanmış bulunmaktadır. Bu tür kelimeler hep bir kuralı belirtmek için yapılır.

İstiksamın şehadete mâni olması için meslek hâline getirilmesi gerekir. Kumar oynayanların beyinlerinde zar atarak kaybetmek veya kazanmak olgusu yerleşir, artık ondan kendilerini kurtaramazlar. Kaybetseler bile devamlı kumar oynarlar. Kumara fakirler değil zenginler alışır ve müptelası olurlar. Onlar kazancın değil zarın esiri olurlar. Zarla hareket edenler artık düşünerek değil de oyunla hareket eder dururlar.

Başkasına sorup devamlı olarak onun dediği ile içtihat yapmadan hareket etmek de aynı hastalıktır. Kur’an bilemeyecekseniz sorun cevazını vermiştir. Dolayısıyla içtihadını yapacaksın ve ona göre hareket edeceksin.

Buradaki haramlığın illeti insanın iradesini körleştirmesidir.

İşçilik de buna göre haramdır. İşçinin de kamu görevlisi olması kabul edilemez. Bugünkü bürokrasi bunun için İslâmî değildir.

Görevli görevini kendi içtihadına göre görecektir. Amirine karşı değil de yargıya karşı sorumlu olacaktır. Kadrolu bürokratlarda kısmen durum böyledir. Oysa şimdi amirler işlerine son verebilsin diye sözleşmeli personel istihdam edilmektedir.

الْيَوْمَ

(EaLYaVMa)

“Bugün”

Yevm” kelimesinin iki marife şekli vardır. Biri harfi tarifle getirip sonunda nun'un düşmesi ile oluşan marife, biri de tenvin nunu düşer ama başına  el gelmez. “Yevme” şeklinde söylenir. “El-Yevm” bugün demektir. “Yevme” o gün demektir. Yani bulunduğun günden başka bir gün marife olarak kastediliyorsa “yevme” dersiniz, bulunduğunuz gün kastediliyorsa o zaman “el-yevme” getirilir.

Burada kastedilen gün hangisidir?

Kur’an’ın âyetini her okuduğunuzda yeniden nâzil olmaktadır. Ne var ki bazı âyetler o günün şartlarına uymaz, o takdirde yorum yapılmaz. O zaman o ifadeler müteşabihtir deyip geçilecektir. Bu âyeti bundan elli sene, hattâ yirmi sene önce okuduğumuzda, o günkü şartlara uymadığı için müteşabih deyip geçecektik. Bugün ise kâfirlerin meyus olduğu zamandır.

Bu âyeti bugün (2011) okuduğumuzda, yüz yıl önceki (1911) yılların günlerini daha iyi anlayabiliriz; geleceğin müjdesi olarak görebiliriz. Bu son seçimde AK Parti belki de yüzde ellilerin üstünde oy alacaktır, Saadet Partisi de barajı geçecektir. Böylece bizim düzenimize yani “Adil Düzen”e karşı gelenler meyus olacaklardır. Esasen bugün onlar meyus olmuşlardır bile. Türkiye’de İslâm düşmanı parti kalmamıştır. Dünyada dinsizliğin mucidi olan solcular da artık din düşmanlığından vazgeçmişlerdir.

Neden meyusturlar?

  1. Türkiye’de elli senedir sürdürülen Millî Görüş ve Adil Düzen çalışmaları başarıya ulaşmış, anayasa ekseriyetiyle iktidar olunmuştur.
  2. İran’da Humeyni inkılap yapmış, Şah/lık rejimi yıkılmış, dine karşı olanlar tarihten silinip gitmişlerdir.
  3. Rusya’da Gorbaçov’un başlattığı dine dönüş Putin’le noktalanmış, Putin İslâm Konferansı’na üyelik için başvurmuştur.
  4. Papa Avrupa Birliği’nde etkin olmuş ve İstanbul’a gelerek Sultan Ahmet Camii’nde dua etmiştir.
  5. Amerika Birleşik Devleti’nde halk siyahi bir Müslümanın çocuğunu devlet başkanı yapmıştır.

Bu müsbet gelişmelerin yanında, gelişen müsbet ilimler bütünüyle Kur’an’ın bildirdiklerini onaylamıştır. Artık İslâmiyet’e bile bile karşı olanlar ümitlerini kesmiş durumdadırlar, meyusturlar. Mekke’nin fethi kadar ümitlerini kestikleri günlerdeyiz.

Bununla beraber bu âyet Veda Haccı’nda gelmiştir. O gün artık İslâm’ın mutlak zaferi ilan edilmiş olmaktadır. Ayrıca tarihte gelmiş olan İslâm dininin de mutlak hakimiyeti ilan edilmiştir.

يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُوا

(YaEiSa elLaÜIyNa KaFaRUv)

“Küfretmiş olanlar meyus oldular.”

İslâmiyet’e karşı olanlar iki gruba ayrılırlar.

Bunların bir kısmı bilmedikleri için veya İslâmiyet’e karşı olanlardan korktukları için İslâmiyet’e karşıdırlar. Bunlar mazurdur. Bunların sorumlusu biziz, çünkü henüz onlara tebliği ulaştırmadık.

Diğer grup ise bile bile, çıkarları sebebiyle İslâmiyet’e karşı olanlardır. Asıl kâfir olanlar onlardır, asıl meyus olanlar da onlardır.

Türkiye’de 28 Şubat Müdahalesi’ni yapanlar son darbeyi vurduklarını zannetmiş ve artık galip geldiklerini sanmışlardı. Beş senelik uygulama onları perişan etmiş ve kalelerini bir bir kaybetmişlerdir. Önce Türk ordusu onlardan ümidini kesmiş, yanlarında yer almamıştır. AK Parti’nin iktidar olacağı anlaşılınca seçimin yapılmaması için harekete geçmişlerdir. O zamanın Genelkurmay Başkanı Hüseyin Kıvrıkoğlu'na, ‘Seçim olacak mı?’ diye sorulmuş, o da; ‘Seçim olacaktır, bu millet daima isabetli oy kullanmıştır.’ diye cevap vermiştir. Ondan sonra  TÜSİAD’cılar diretmiş, ABD’ye gidip istimdat yapmışlar, umduklarını bulamayınca karşı olmaktan vazgeçmişlerdir. Sonra üniversite/ler direnmiş, direnmiş ama sonunda onlar da millî iradeye teslim olmuşlardır. Direnen son kaleleri ise yargı olmuştur. Seçim yapılmış ve onlar da yanımızda yer almışlardır.

Partiler içinde zaten İslâmiyet’e karşı olanlar olmamıştır.

مِنْ دِينِكُمْ

(MiN DİyNiKuM)

“Sizin dininizden”

Din” düzen demektir, Arapçada düzen demektir. Düzeninizden meyus olmuşlardır. Sizin dininizi değiştireceğinizden yani onların düzenine gireceğinizden meyus olmuşlardır.

Akevler kurulduktan, Millî Görüşçüler siyasete girdikten sonra, onların özellikle uğraştıkları bir şey vardır: İman cihetinden biz Müslümanları yenemeyeceğiz, hiç olmazsa İslâm düzeni olmasın, “Adil Düzen” gelmesin, kuvvet ve zulüm düzeni devam etsin; bunun çabasına girmişlerdi. Tüm Müslümanları “Adil Düzen”e karşı ayağa kaldırmışlardı. Millî Görüş partileri de “Adil Düzen”i dışlamışlar veya en azından ihmal etmişlerdi. İstanbul’un tarikatları, İlâhiyatçılar ve diğerleri de bunların yanında yer almışlardı.

Erbakan’ın yeniden genel başkan (Saadet Partisi Genel Başkanı) olması ile bu küllendirme olayının sonuç vermediğini gördüler ve meyus oldular. Şimdi başka bir şey yapacaklar. Numan Kurtulmuş gibi acemilik yapmayacak, başka parti kuracaklar… Yahut kuramayacaklar...

Bu âyet bize bunu haber vermiştir.

Dininizden” diyor.

Buradaki “dininizden” sözünün iki mânâsı vardır.

Sizin dininizden yani düzeninizden vazgeçmeyeceğinizi anlamışlardır.

Yahut dininizi/düzeninizi yenip galip geleceklerinden ümitlerini kestiler.

Bu seçim bu meyusluğun tamamen gerçekleştiği seçim olacaktır. Halkımız İslâm dinine yani İslâm düzenine oy verecektir. AK Parti’nin oyu artacak, inşaallah Saadet Partisi de meclise girecektir.

Bu yalnız Türkiye’de değil, bütün dünyada Hak düzene karşı olanların yenilmiş olması ve çekilmeleri demektir. Onlar artık bir şey yapacak halde değildir.

فَلَا تَخْشَوْهُمْ

(Fa LAv TaOŞaVHuM)

“Onlardan haşyet etmeyin.”

Fa” harfi ile getirilmiştir. Madem onlar meyus olmuşlar, o halde size de cesaret gelsin. Artık onlardan korkmanıza gerek yoktur.

Evet, Müslümanlar korku içindedirler. Onlara hitap etmektedir.

Şunu sizlere haber vereyim ki; Akevler’dekilerin böyle bir korkuları yoktur. Onların böyle pasif durmaları tembelliğin ötesinde bir şey değildir.

Ama Müslümanlar korku içindedirler. Allah onlara hitap ederek korkmayın diyor.

Buradaki korku saygı ile birleşmiş olan korkudur. Onları kırmayalım, kaçırmayalım benzeri korkudur. Onların doğrudan hışmı olan korku değildir. Bilinç altına yerleşmiş olan ve saygıdan doğan korkudur. Örnek olarak Türk milletinin ordusundan olan korkusu böyledir.

Onun için “havf” değil de “haşyet” kelimesini getirmiştir.

Millî Görüşçüler korkmaktadır. Biri onlara korkmamaları gerektiğini bildirsin. “Adil Düzen” taraftarı oldukları halde “Adil Düzen” demekten korkuyorlar. “Adil Düzen” düşmanı ajanlar onları korkutuyor.

AK Partililer korkuyorlar...

- Korkmasınlar…

Hareket Partililer (MHP) korkuyorlar.

- Korkmasınlar...

CHP’liler korkuyorlar…

- Korkmasınlar…

Diğer partiler korkuyorlar…

- Korkmasınlar…

“Adil Düzen” tarafı ve taraftarı olsunlar.

وَاخْشَوْنِي

(Va iPŞaVNIy)

“Ve benden haşyet ediniz.”

“Adil Düzen” taraftarı olmazsanız, “Adil Düzen”i getirmek için çalışmazsanız, iyi bilin ki, bundan önce açıkladığımız Muhammed Sûresi’nde bildirilen gerçekleşir. Allah o âyette ne diyor: Sizi değiştiririz. Sonra onlar sizin gibi olmazlar.

Evet, artık takiyye yapmaya gerek yok, karşı taraf mağlup olmuştur. Onlar sinmiş ama bizim yanımızda yer almamışlardır. İlk yapılacak iş olarak davaları derhal durduralım, hep birlikte askeri ve siviliyle, Türkü ve Kürdü ile hep beraber “Adil Düzen”i öğrenelim ve muasır medeniyetin üstünde olduğumuzu insanlığa ilan edelim.

***

Dikkat: Âyetin bundan sonraki kısmı çok önemli olduğu için gelecek derse bırakıyoruz; devam edeceğiz…

 

الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمْ الْإِسْلَامَ دِينًا فَمَنْ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِإِثْمٍ فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ(3)

 

 

 

***

 

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 4

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

حُرِّمَتْ عَلَيْكُمْ الْمَيْتَةُ وَالدَّمُ وَلَحْمُ الْخِنزِيرِ وَمَا أُهِلَّ لِغَيْرِ اللَّهِ بِهِ وَالْمُنْخَنِقَةُ وَالْمَوْقُوذَةُ وَالْمُتَرَدِّيَةُ وَالنَّطِيحَةُ وَمَا أَكَلَ السَّبُعُ إِلَّا مَا ذَكَّيْتُمْ وَمَا ذُبِحَ عَلَى النُّصُبِ وَأَنْ تَسْتَقْسِمُوا بِالْأَزْلَامِ ذَلِكُمْ فِسْقٌ الْيَوْمَ يَئِسَ الَّذِينَ كَفَرُوا مِنْ دِينِكُمْ فَلَا تَخْشَوْهُمْ وَاخْشَوْنِي الْيَوْمَ أَكْمَلْتُ لَكُمْ دِينَكُمْ وَأَتْمَمْتُ عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي وَرَضِيتُ لَكُمْ الْإِسْلَامَ دِينًا فَمَنْ اضْطُرَّ فِي مَخْمَصَةٍ غَيْرَ مُتَجَانِفٍ لِإِثْمٍ فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (3)

 

الْيَوْمَ

(EaLYaVMa)

“Bugün”

Bundan önce, “Bugün kâfirler dininizde ümitlerini kesmişlerdir” dedi.

Burada da “ve” harfi getirilmeden “el-yevme/bugün” tekrar edilmiştir.

Buradaki “bugün” bedel olabilir. Konu değiştiği için arada “el-yevm” getirerek bize iki ayrı durumu anlatmaktadır. Küfretmiş olanların meyus olduklarını ifade etmektedir. Kâfirler mağlup oldular, yok oldular demiyor, küfretmiş olan kimseler dininizden ümitlerini kesmişlerdir diyor. Yani savaş sona ermiştir ama bu kanlı savaş değildir, bu siyasi savaştır.

Âyetteki “el-yevm”i bugün olarak ele alabiliriz. Türk milleti dinsizliğe karşı mücadeleye İstiklâl Savaşı ile başlamıştır. Osmanlı İmparatorluğu teslim olmuştur. Meşrutiyetçiler on sene içinde koskoca 600 senelik imparatorluğu bitirmişlerdir. Sevr dayatılmıştır. O tarihten itibaren Kuvva-yı Milliye oluşmuş ve direnmeye başlamışızdır.

Kuvva-yı Milliye nedir? Meseleyi anlamaya ve anlatmaya oradan başlamalıyız.

a) İmparatorluk yıkılmış, bütün direnme ümidi kesilmiş. Sivil asker herkes ümitsiz, teslim şartlarını aramakta, kolay ölüm yollarını bulma çareleri düşünmekte. Ama Müslüman din adamları, köy mollaları dünyanın ahvaline bakmadan İslâmî direnişe geçmişlerdi; bu durumu ve teslimiyeti hazmedemiyor ve direnmek gerektiğini ileri sürüyorlardı.

b) Anadolu esnafı din adamlarının bu çağrılarına kulak vermiş ve onları desteklemişlerdi. Bir köy hocası olan adam halktan aldığı yardımlarla çete teşkilatı kurmuş ve Ruslara karşı savaştırmıştır. Bütün Türkiye böyle halk hocalarının davetiyle mâlen organize olmaya başlamıştır.

c) Savaş zamanları açlık ortaya çıkar, yağmacılık başlar, çapulculuk başlar, işsiz güçsüz insanlar ortaya çıkar. İşte, din adamları halktan aldıkları yardımlarla bu insanları düşmana karşı yöneltmişlerdir. Böylece çete ayaklanmaları başlamıştır. Tüm Anadolu kıyam hâlindedir. Halk açlıktan kıyam hâlindedir. Din adamları ise hamiyet-i diniye olarak kıyam hâlindedir. Esnaf  yağmalanmaktan kurtulmak için din adamlarını desteklemektedir.

d) Kazım Karabekir Erzurum’da halkın direnişini destekledi, Mustafa Kemal Erzurum’a geldiğinde onu korudu. İsmet Paşa ve Rauf Orbay Mustafa Kemal’in yanına geldiler. Mareşal Fevzi Çakmak da önce İstanbul’dan destekledi, sonra o da Ankara’ya geldi ve İstiklâl Savaşı kazanıldı.

Dini savaşla yok edeceklerini sandılar ama yok edemediler. Ümitlerini kesmediler. Batılılar inkılapları dayatarak dinden devletçe vazgeçirtmek istediler. O günkü yöneticileri oyaladılar. İnkılaplar yaptılar/yaptırdılar.

Mustafa Kemal bir taraftan inkılap yaparken, diğer taraftan Kur’an’ı ve İslâmî eserleri en samimi ve bilgin âlimler vasıtasıyla Türkçeye tercüme ettiriyor, Kur’an tefsiri yazdırıyor, böylece Anadolu’yu İslâmlaştırıyordu. Mübadeleyle Türkiye’deki Müslüman nüfusunu artırıyor, Hıristiyan azınlıkları tehcir ediyordu. Sonunda muasır medeniyetin fevkine çıkma startını vermiş ve müsbet ilmi de meşale yaparak ölmüştür.

Onun en yakın silah arkadaşları İsmet İnönü, Mareşal Fevzi Çakmak ve Kazım Karabekir iktidarda iken demokrasiye geçerek yeniden dine dönüş imkanını sağladılar.

Demokrat Parti ikili oynamış ve gitmiştir.

Demirel, Özal, Erbakan, Erdoğan Türkiye’de İslâmiyet’i yerleştirmeğe çalıştılar, halkın isteklerini gerçekleştirdiler.

Kâfirler bugün artık ümitlerini kesmiş durumdadırlar. Türkiye’yi dinsizleştirmeye muktedir olamayacaklarını bilmektedirler.

İşte birinci “el-yevm” o el-yevmdir.

Bundan sonra ne olacaktır?

Evet, Türkiye dinsizleşmeyi terk etmiştir. Ancak henüz din/düzen tamamlanmamıştır, “Adil Düzen” gelmemiştir. Bundan sonra olacak olan “Adil Düzen”in gelmesidir.

“Adil Düzen”  iktidara nasıl gelecektir?

Kesin kanaatimle ifade etmek istiyorum ki:

  1. Yenibosna’daki askı dolabı yani mobilya imalatı ve satışı “Adil Düzen”e göre sağlanacaktır. Bakkal işletmesi “Adil Düzen”e göre sağlanacaktır. Bir semt bakkalı ve mobilya imalatı örnek olarak gösterilecektir.
  2. Burada elde edilen başarı İstanbulluları uyandıracak ve İstanbul’da bir “bakkallar kooperatifi” kurulacak, artık İstanbul’da halk süper marketlerden değil bakkallardan alışveriş yapacaktır. Süper marketler bakkallara mallarını satacaklardır. Halk sadece teşhir yeri olarak oraları ziyaret edecektir.
  3. Bu arada din adamları ve siyasiler de “Adil Düzen”i öğrenme ve öğretme çabasına gireceklerdir. Bakkal işletmelerinin organize edilmesi ile kurulan televizyon ve çıkarılan dergi halkı yeter derecede aydınlatacaktır. Tarikatlar ve siyasiler ister istemez “Adil Düzen Çalışmaları” ile ilgileneceklerdir.
  4. İşte, ondan sonra siyasi partileri “Adil Düzen Anayasası”nda anlaştıran bir faaliyet olacak ve partiler anlaşarak “Adil Düzen Anayasası”nı Meclis’ten geçireceklerdir. İşte bu âyet bize o zaman hitap edecektir.

Yani birinci “el-yevme”yi geçmiş, ikinci “el-yevme”nin eşiğine gelmiş bulunuyoruz.

Şimdi de “el-yevme”nin tarihî mânâsını ele alalım.

Hazreti Muhammed Mekke’de doğdu, doğmadan babasından yetim kaldı. Sonra küçük yaşta annesini kaybetti. Önce dedesinin yanında, sonra amcasının yanında büyüdü. 25 yaşında iken kendisinden yaşlı zengin bir Mekke dulu olan kadın (Hazreti Hatice) ile evlendi. Bundan sonra maddi sıkıntısı kalmadı. Kendisi kırk yaşına geldiği zaman Mekke’nin sakinlerinden biri idi. Hiçbir fevkaladelik belirtisi yoktu.

Kendisi Allah’tan vahiyle aldığı Kur’an’ı okumaya başladı. Kur’an’ın tesiriyle Ebubekir gibi ileri gelenler onun dinini kabul etti. Çile bundan sonra başladı. On üç sene son derece sıkıntılı günler yaşadılar. Habeşistan’a göç edenler oldu. Sonunda Medinelilerden davet aldılar ve oraya göç ederek inançlarını kurtardılar.

Mekkeliler Medine’de de onları rahat bırakmadılar. Peş peşe yaptıkları saldırılarda çok tehlikeli günler yaşattılar. Hele Hendek Harbi’nde Yahudilerin cephe değiştirmesi ve ihanetleri sonucunda artık Mekkeliler son zaferi elde ettiklerini sandılar ama sonunda mağlup oldular. Bundan sonra Mekke fethedildi ve Mekkeliler ümitlerini kestiler.

İşte bundan önce de bu anlatılmıştır.

Medine’ye gidildiği zaman Kur’an nâzil olmaya devam etmiş, Medine’de tamamlanmış ve bir kent devletinin tüm kuruluşu sağlanmıştır. Ayrıca tüm Arabistan fethedilerek bir ulusal devlet kurulmuştur. Medine Devleti o günkü devlet anlayışının üstünde bir devlettir. Bugün dahi ancak o modeli örnek alarak “Adil Düzen”i kurmaya çalışıyoruz.

Bu Medine Devleti’nin özellikleri nelerdir?

  1. Demokratik bir devlettir. Halkın inançlarına, dinlerine, düşüncelerine karışmamaktadır. İslâm devlet anlayışında devlet halkın kendiliğinden benimsediği düzeni korumaktadır. Onlara dayatmak değildir. Bundan dolayı halk siyasi gruplara ayrılmış, her grup kendi yaşayışını kendisi düzenlemiştir. Devletin görevi sadece savunma yapma ve adaleti dağıtmadır. İşte bu devlet anlayışı geleceğin devlet anlayışıdır.
  2. İslâm devletinde yerinden yönetim vardır. Bin haneden oluşacak kent devletleri kurulur. Kendi hayatlarını kendileri düzenlerler. Her kent bağımsızdır. Sadece savunma ve güvenlik noktasında birleşmiştirler. Böylece bir taraftan güvenlik sağlanmış, diğer taraftan halkın özgürlüğü korunmuştur.
  3. Hukuk dayatmacı değildir, içtihatla ve serbest sözleşmelerle oluşur. Serbest sözleşme ilkesini ilk defa yeryüzüne İslâmiyet getirmiştir. Devlet hukuk yapmaz, halkın oluşturduğu hukuku korur.
  4. Merkezin tahakkümü yok. Ekseriyet sistemi yok. Hicret demokrasisi var. Hicret en büyük ibadet kabul edilmiş. Yönetime ve bucağın şeriatına karşı çıkma yok.

Bugün insanlığa sunduğumuz o demokrasiden başkası değildir. İşte Veda Haccı’nda nâzil olan bu âyet insanlığa “bugün düzeninizi tamamladım” diyor. Biz de meclisten “Adil Düzen Anayasası”nı geçirdiğimiz zaman bu âyeti o gün mecliste yüksek sesle okuyacağız.

Bu “el-yevme” işte o günü belirliyor. Bizim için de o gün bugündür.

Şimdi sizlere başka bir gelişmeden bahsedeceğim.

  1. İnsan 60 bin yıl önce Nil’in yukarılarında yaz kış meyvelik olan yerde yaratıldı. O zaman kıllı idi. Adem ve Havva yasak ağaçtan yediler ve tüyleri döküldü. Aşağılara indiler. Toplayıcılıkla geçinirken ağaç liflerinden elbiseler yapmaya başladılar. Aşiretler hâlinde yaşıyorlardı.
  2. İnsanlar çoğaldı, soğuklar geldi. Meyve yetmedi. Et yemeye başladılar. Avcılık dönemine geçtiler. Avcılık zor olduğu için on kadar aşiret bir araya geldi ve birlikte yaşamaya başladılar. Mağaralarda derslerle avcılığı öğrendiler. İdris Peygamber bu devrin peygamberidir. Bütün dünyaya yayıldılar.
  3. Avlanacak hayvanlar azaldı. Otlar yeşerdi. Bu sefer et yerine süt içmeyi tercih ettiler. Çobanlık dönemi başladı. Her dönemde peygamberler gelip insanlığı yeni uygarlığa götürüyordu.
  4. Kuraklık başladı. Otlar bitti. Yine peygamberler sayesinde yeni uygarlığa gidildi. Çiftçilik dönemi geldi. Halk çobanlıktan yerleşik duruma geçti.

Bu zamana kadar insanlar ancak bucaklar seviyesine yükselmişti. Herkes kendi bucağında yaşıyor, birbirini tanıyordu. Şifahi hukuk kuralları onlara yetiyordu.

Mezopotamya’ya gelen Sümerler Fırat ve Dicle vadisinde baraj yapımını uyguladılar. Geniş sulama tarımı doğdu. İnsanlar buralara göç etmeye başladılar. Kentler oluştu. Artık birbirini tanımayan insanlar bir arada yaşar oldular. Şifahi hukuk yetmedi, yazılı hukuk doğdu. Hazreti Nuh peygamber yeryüzüne ilk şeriatı getirdi. Artık insanlar yöneticilerin talimatı ile değil de şeriat kuralları ile hareket etmeye başladılar.

Bin sene sonra Mısır da uygarlaşmış ve dünya yeni yeni düzeni öğrenmişti. Allah Hazreti İbrahim’i gönderdi ve ona insanlığı tek uygarlıkta birleştirme görevini verdi; İshak’ı Filistin’e, İsmail’i Mekke’ye ve dört oğlunu da Hindistan’a gönderdi. Dağınık halde bulunan insanlık İbrahimî dini öğrendi.

Sonra Hazreti Musa geldi, Tevrat’ı getirdi. Tevrat Allah’tan gelen şeriat kitabı idi. Daha öncekiler peygambere bildirilen şeriattır. Böylece üçüncü uygarlık doğmuş oldu.

Sonra Hazreti İsa peygamber geldi, Hazreti Musa’nın İbranilere ait olan Tevrat’ını yani şeriatı beşerileştirdi.

Sonra Hazreti Muhammed geldi, Kur’an’ı getirdi ve yeryüzüne şeriatı yaydı. İnsanlık artık İslâmiyet’i öğrenmişti.

Böylece MÖ yani 3300 yıl önce başlayan uygarlaşma MS 700’lerde yani 4000 yıl sonra tamamlandı.

Evrimleşe evrimleşe geçen dönemlerden sonra Kur’an bugünkü ileri uygarlığı getirmiştir. Kur’an’dan önce insanlık henüz baliğ olmamıştı. Dolayısıyla her dönemde her kavme onları yetiştirecek mürebbiler gönderilmiştir. Kur’an sayesinde insanlık artık baliğ olmuş ve kendi kendisini yönetecek hâle gelmiştir.

İşte, Veda Haccı’nda inen bu âyet aynı zamanda tüm insanlıkta vahyin tamamlandığını ifade etmektedir. Bundan sonra ne olacaktır? Artık peygamberler gelmeyecek, artık kitaplar inmeyecektir. Yeni uygarlıklar yeni kitapla değil Kur’an’la kurulacaktır, çünkü Kur’an’ın mânâları her bin yılda bir yenilenecektir.

Şimdi tekrar günümüze dönelim. Şimdiye kadar yapılan yenilikler hep vahye dayanmıştır. Cebrail geliyor, insanlara şöyle yapın böyle yapın diye gösteriyordu. Oysa bugün yeni medeniyeti biz ilmimizle kuracağız. İlk defa ayakta yürüyen bebek gibiyiz. Geçmişte büyük bir örnek vardır. Ne var ki onlar uygarlıklarını içtihat ve icmaya dayanarak kurmadılar. Bu bakımdan biz ilkiz. Âyet “el-yevme” demekle Asrı Saadet’i kastettiği kadar, bugün de bize “el-yevm” demektedir. Bunun başka bir sebebi de vardır.

Kur’an ancak bugün uygulanabilir hükümleri içermektedir.

Bundan iki yüz yıl öncesinde nerede olduğumuzu düşünelim. Evlerimizi ve sokaklarımızı gaz lambaları ile aydınlatıyorduk. İşyerlerimizi aydınlatıp çalışmamız mümkün değildi. Gündüz ışığına uymak zorunda kalırdık.

Bundan iki yüz sene önce Amerika’ya ancak birkaç ay içinde gidebilirdik.

Bundan iki yüz sene evvel en uzak duyduğumuz ses bir mili geçmezdi.

Hesapları saatlerce toplamak zorunda olurduk.

Bugün neredeyiz?

Aydınlatma sayesinde gecelerimiz gündüzlere dönmüştür. İş yaparken sadece gün ışığında yapalım bile dememize gerek kalmıyor. Amerika’yla ve dünyanın diğer yerleriyle evde imiş gibi rahatlıkla görüşebiliyoruz. Bir günde dünyanın her tarafına gidebiliyoruz. Aya bile yolculuk yaptık. Bilgisayarlar nerede ise bizimle yarışacak.

Kur’an’ın içerdiği hükümler ancak bugün uygulanabilir; “az olsun çok olsun üşenmeden yazın” âyetinin emrini ancak bilgisayarlarla tatbik edebiliriz. O halde bilkuvve Allah’ın düzeni Asrı Saadette tamam oldu. Ama bilfiil ancak üçüncü bin yıl içinde tamamlanacaktır. O halde “el-yevm” kelimesi o gün kadar bugünü de işaret etmektedir.

أَكْمَلْتُ

(EKMaLTu)

“İkmal ettim”

İkmal etmek” en yüksek yere çıkarmaktır. Bir şey değişmeye başlar, gelişir, gelişir ve en yüksek noktaya ulaşır, sonra gerilemeye başlar. Matematikte değişimin sıfır olduğu yer kamil demektir. İtmam eksiği doldurmaktır. Çuvalı doldurdum derken “etmemtü” dersin. Oysa “kemale erdim” demek kırk yaşına geldim demek olur.

“Havl” periyot demektir. “Havleyni kamileyni” iki dolu havle demektir. “Tamameyni” denmez.

Canlılar tohumken gelişmeye başlar. Önce hiç meyve vermez. Belli yaşa geldiği zaman bir iki meyve verir. Birkaç sene sonra en çok meyve vermeye başlar. Duraklama dönemine vardığında kemale ermiş olur.

Burada “ikmal ettim” diyor; “ben ettim” diyor, “biz ettik” demiyor. Düzen kemale ermiştir. Bilkuvve emirdir. Henüz oluş kemale ermemiştir. Düzenin kuralları kemale ermiştir. Şeriatı Allah koyduğu ve düzen kendisine ait olduğu için “ekmeltü” deniyor. “Ekmelnâ” derse fiilen kemale ermiş olurdu. Bugün o günden daha çok kemale ermiş bulunuyoruz. O günkü itmamın bilfiil olarak ikmal olmadığını gösteren birçok âyet vardır. Bazısını sana göstermeyeceğiz diyor. O halde Veda Haccı’ndan sonra ilerleme olacaktır. İşte buna işaret ederek “ekmeltü” diyor; “sümme aleynâ beyanehu” diyor, çünkü oradaki beyan fiilen olacak ve rasihlerin yani ilimde yükselenlerin katkısıyla olacaktır.

Burası başka bir bakımdan önemlidir. Biz içtihat ve icmalarda Kur’an’ı değiştirmiyoruz, İslâmiyet’i değiştirmiyoruz. Allah’ın ikmal ettiği şeyler üzerine dokunmuyoruz. Ekmeli ortaya koyuyoruz ve uyguluyoruz.

Bir hayvan buzağı olarak doğar, dana olup gelişir ve bir gün gelir kendisi de yavru yapar. İşte bu onun kemal zamanıdır. Canlılar, insan yaratıldığında kemale ermişlerdir. Ahseni takvimde var edilen insanın yaratılması ile kemale ermişlerdir. İnsanlık da uygarlaşa uygarlaşa kemale ermiştir. Artık rüştüne erişmiş, kendi kendini yönetir hâle gelmiştir. Ne var ki uygarlaşma durmamıştır. Asıl uygarlık ondan sonra gelişecektir. Kur’an geliştirecektir.

Şimdi tarihe bakalım.

Kur’an gelmiş, Arabistan’da İslâmiyet yayılmıştır.

O zamanki dünyada İslâmiyet yani içtihat sistemi yoktur, serbest sözleşme yoktur, yerinden yönetim yoktur. Dünyada en ileri iki uygarlık vardır; Sasaniler (İran) ve Bizanslılar.

İslâmiyet gelmeseydi dünya bugünkü uygarlığa ulaşabilir miydi?

Buna cevap verebilmemiz için İslâmiyet’in dünyaya neler getirdiğini bilmemiz gerekir. İslâmiyet mü’minlere, nerede olursanız olun Mescidi Haram’a dönün demiştir.

Müslümanlar bu sorunu çözmek için ne yapmışlardır?

Önce onlu sistemi, logaritma yoluyla hesap sistemini geliştirdiler. Sonra trigonometriyi buldular. Bu sayede uzak yerlerdeki kıbleyi tayin ettiler. Yoksa Orta Asya’daki Buhara’da namazı ne tarafta kılacaklarını nasıl bileceklerdi. Yine kıbleyi bulmak için pusulayı geliştirdiler. Pusulasız geceleri ve sisli havalarda kıble yönünü nasıl tayin edeceklerdi. Gerçi onluk sayı sistemi Hindistan’da vardı ama bir şeye kullanmıyorlardı. Pusula Çin’de vardı ama bir şey için kullanmıyorlardı.

Bunlar sadece kıble emri ile gelişmedi. Kur’an insanlara kıyas-ı şer’iyi öğretti, tümevarımı öğretti, onlar onun sayesinde keşfedildi.

Şimdi münkirleri sual edebiliriz. Batı’dan onluk sistemi çıkarın, Batı’dan tümevarım sistemini çıkarın, Batı’dan serbest sözleşmeyi çıkarın, Batı’dan trigonometriyi çıkarın; bunlar sadece bizim olsun, kalan ne varsa hepsi sizin olsun! İşte o zaman Kur’an’ın neler getirdiğini gerçek anlamda öğrenmiş oluruz.

Kur’an’da “ekmeltü” deniyor, bi’l-kuvve ikmal ettim diyor. Tohumdaki ağaç gibi ikmaldir. Onun sayesinde önce İslâm uygarlığı doğdu. İslâm uygarlığı sayesinde Batı uygarlığı doğdu. Şimdi de III. Bin Yıl Uygarlığı Kur’an’ın öğretileri ve müsbet ilimde alınan uzun yol sayesinde doğacaktır.

لَكُمْ دِينَكُمْ

(LaKuM DIyNaKuM)

“Sizin için dininizi.”

Buradaki “siz” ey iman edenlerdir. Mü’minlere anlatmaktadır.

Tekrar olarak insanları sınıflara ayıralım.

a) Mü’minler. İlâhi ahkâmı kabul eden, hakem kararlarına uyan, bedenen cihat eden yani İlâhi düzeni koruyan kimselerdir. Kur’an özel olarak bunlara hitap etmektedir. “Ey mü’minler” demektedir.

b) Müslimler. Bunlar da mü’minler gibi İlâhi hükümleri rızaları ile kabul eden kimselerdir. İlâhi nizamın korunması için mâlen cihat etmekte, cizyelerini vermektedirler. Kur’an bunlara da hitap eder ve “Ey nâs” der.

c) Kâfirler. Kur’an’ın İlâhi nizamını kerhen kabul eden, başka çareleri kalmadığı için kabul eden, cizye vermeyen ama hakemlerin kararlarına rıza gösteren kimselerdir. Bunların bizimle olan hukuklarını koruruz, çünkü onlar hakemlerimizin kararlarını kabul ediyorlar. Ama onların başkaları ile olan, birbirleri ile olan haklarının bekçiliğini yapmayız.

d) Müşrikler. Bir de hakem kararlarını da tanımayanlar vardır. Bunlar müşriktir. Bunlara mü’minler dokunmazlar, suç işlemedikçe ceza vermezler. Ama bunların borç-alacak davalarına bakmazlar. Müslimler dahil kiminle ne yaparlarsa yapsınlar onları korumayız. Müslim veya mü’minlere saldırırlarsa tenkil ederiz.

Buradaki muhatap tüm insanlar olur. Yani tüm insanlığın Adil Düzenini ikmal etmiştir. Tüm insanlar kişilik sahibidir, davalı ve davacı olmaktadır. Bucaklarımızda dolaştıkça güvenleri vardır, hakları vardır. Cizyeyi de vermek zorundadırlar. Bucak dışına çıktıklarında kendileri kendilerini savunurlar.

Leküm” burada takdim edilmiştir. Düzeni sizin için ikmal ettim demektir. Mü’minlere hitap ise mü’minler için ikmal etmiştir. Çünkü  bu düzen son düzendir, en mükemmel düzendir.

Kur’an nâzil olduktan sonra bugüne kadar birçok yenilik olmuştur. Önce hukuk düzeni doğmuştur. Padişahlar bile muhakeme ediliyor ve mahkum oluyordu. Şeyhülislâm yüksek yargı makamı idi, fetva makamı idi. Batı bunu ekseriyet demokrasisi ve laiklik ilkesiyle, yargı üstünlüğü ilkesiyle kabul etmiştir. Ne var ki “Adil Düzen” bin yıl uygulanamamıştır.

İşte şimdi tüm insanlığa yeni düzen gelmektedir, “Adil Düzen” gelmektedir.  Bu ilkeler gelişecek, daha uygulanır hal alacaktır ama artık sistemde değişiklik olmayacaktır.

  1. Düzen şeriat düzeni, kurallar düzeni olacaktır; yani demokrasi olacaktır. Halk kendi kendini yönetecektir. Topluluklar içtihat ve icmalarla yönetilecektir. Artık merkezi yönetim ve dayatmalı yönetim olmayacaktır.
  2. Düzen İslâm düzeni, barış düzeni olacaktır; yani laik düzen olacaktır. İnsanlar hakem kararlarına uyacaklar, kendi rızaları ile uyacaklar. Uymayanların o bucakta yeri olmayacaktır. Kısas varsa tenkil edileceklerdir. Düzende zorlama olmayacaktır. Tutuklamalar, yakalamalar, hapishaneler, göz altına almalar olmayacaktır. Kaçanlar orada imha edileceklerdir.
  3. c)Düzen hak düzeni olacaktır; yani sosyal güvenlik olacaktır. Herkesin yaşama  hakkı korunacaktır. Yeryüzünün kirasından çalışmayanlar da yararlanacaktır.
  4. Düzen Adil Düzen olacaktır, denge düzeni olacaktır; yani liberal düzen olacaktır. Herkesin faizsiz çalışma kredisi alma hakkı vardır. Herkes kendi istediği işi yapacaktır. Herkes istediği karla alıp satacaktır. Düzen tam liberal olacaktır.

Yerinden yönetimli hakemler sistemi olacaktır. Merkez hakim değil hadim olacaktır.

İşte bunlar ideal hükümlerdir. Artık bu esaslar ekmel esaslardır. Bunlarda yapılacak değişiklikler terakki değil tedenni olacaktır.

İşte bizim düzenimiz budur, “Adil Düzen” budur.

Getirin bunlardan daha ehdasını ertesi gün size uyalım.

Buyurun, sitemiz ve sahifelerimiz görüş ve tartışmalarınıza açıktır.

وَأَتْمَمْتُ

(Va EaTMaMTu)

“Ve itmam ettim.”

“İkmal” var “itmam” var; dinde ikmal, nimette itmam. Düzende, hukukta ve yönetimde ikmaldir. Nimet ise ekonomide ve teknolojidedir. Bunu da tamamladım diyor.

İkmalde eksilme olursa tamamlanmaz. Kemale eren çökmeye başladığında eksilir, eksilir, sonra yenisi getirilir. Oysa itmamda eksilen sonradan tamamlanır, eksilen doldurulur. Bir havuz düşünün, baştan büyük yaparsınız. Oranın halkına yeter. Yetmezse onu genişletemezsiniz. Havuzu yıkıp yenisini yapmanız gerekir. Sosyal müesseseler, yönetim ve hukuk budur. Baştan nasıl kurmuşsanız o öyle devam eder. Yıkmadan genişletemezsiniz, büyütemezsiniz. Oysa içindeki suları eksildikçe doldurursunuz. Bu itmamdır.

İnsanlarda ihtiyaçlar vardır. İhtiyaçları gidermek için yeni keşifler yaparsınız. Mesela insanın elbiseye ihtiyacı vardır, çünkü çıplak yaratılmıştır. Elbise dikilen kumaşla yapılır. Kumaş için iplik gerek. İplik için ören gerek, dokuma gerek. Dikiş makinesi gerek. Pamuk gerek. Tohum gerek. İhtiyaçlar yeni icatlarla giderilir ama yeni icatlar yeni ihtiyaçlar üretiyor.

Uygarlık dibi delik bir kap gibidir. İçine su akar ama dibi delik olduğu için bir türlü dolmaz, taşmaz. Delik o kadar açılmıştır ki doldukça seviye yükseleceği için daha çok dışarıya akacaktır. Gelen su giden suya eşit olacaktır. Seviye ise gelen suya uygun delik büyüklüğü ile orantılıdır.

İşte teknoloji böyledir. Devamlı ihtiyaçlar ortaya çıkar ama o ihtiyaçları gideren yeni teknoloji bulunur. Kap dolu kalır.

Ben nimetimi tamamladım”dan murat işte budur.

İslâm öyle ekonomi sistemi getirmiştir ki devamlı olarak herkes çalışmaktadır, herkes yaşamaktadır, gelen gidene eşit olmaktadır. Ne fazla ne eksik üretim vardır. Bütçe ne açıktır ne de artırılmaktadır.

عَلَيْكُمْ نِعْمَتِي

(GaLayKuM NıGMaTIy)

“Üzerinize nimetimi tamamladım.”

Yukarıda “din”den yani “düzen”den bahsederken “leküm” demiş, burada “nimet”ten bahsederken “aleyküm” diye bahsetmiştir. Halbuki “din/düzen” aleyhimizedir, orada “aleyküm” denmesi gerekirdi; “nimet” ise lehimizedir, burada “leküm” denmesi gerekir. Oysa tersi yapılmıştır. Neden böyle yapılmıştır?

Çünkü bizim lehimizde zannettiğimiz aleyhimizdedir, aleyhimizde dediğimiz ise lehimizdedir. Düzen bizi kurallar içinde hapsetmektedir, zahiren aleyhimizdedir. Oysa düzen içinde hareket ettiğimiz için birlik meydana gelmiştir. Kurallara uyduğumuz için bugünkü uygarlığa ulaşmış bulunuyoruz. Bu sayede ben cep telefonumla Amerika’daki yakınımla görüşebiliyorum. Ben o sayede hürriyetime kavuşuyorum. Kurallara uyduğum için bu hürriyetimi kullanabiliyorum. Kuralara uyma 1 (bir) ise, onun bana getirdiği hürriyet ise 10’(on)dur. Yani din/düzen nimetleri doğurmuştur.

Nimetlere” gelinirse, ilk bakışta nimetler bizim yararımızadır. Ama nimetleri paylaşmadaki zorluk ve kazançtaki yarışma bizim aleyhimizedir. Nimetleri düzenimiz ve güvenimiz için harcama durumunda oluruz. Çünkü varlık düşmanları çoğaltır, böcekleri ve fareleri harekete geçirir. Ne kadar çok varlığa sahipsek o kadar zorluğumuz artar.

Demek ki nimet külfetle, külfet nimetle doğmaktadır. Bunlar birbirinin ardından gelmekte ve birbirlerini tamamlamaktadır. Bu sebeple dinde “Li” nimette “Alâ” kullanılmıştır.

Kur’an gelinceye kadar uygarlıklar düzgün olarak gelişmemekte idi. Oysa Kur’an öyle düzen getirmiştir ki, bundan sonra doğunun Hak medeniyetleri ile batının kuvvet medeniyetleri peş peşe geleceklerdir. Doğunun Hak medeniyeti lehimizde olmakla beraber içinde genetik olarak aleyhte virüsleri de taşımaktadır, batının kuvvet medeniyeti aleyhimizde ise de içinde lehimize olan virüsleri de taşımaktadır.

Kur’an öyle bir düzen getirmiştir ki, ondan yararlanacak kuvvet medeniyetleri de insanlığın lehine olacaklardır. Nitekim Avrupa Medeniyeti insanlığın sosyal olarak evrimleştirilmesinde çok büyük adımlar atmıştır. Bugünkü uygarlığın nimetlerini Allah onlar sayesinde bize ikram etmiştir.

وَرَضِيتُ لَكُمْ

(VA RaDIyTu LaKuM)

“Ve size razı oldum.”

İkmal etmeyi, itmam etmeyi ve razı olmayı hep kendisine izafe etmiştir. Eğer biz İslâm’a girersek o zaman Allah razı olacaktır. Onun için “ben razı oldum” demektedir. Bilfiil razı olmamıştır, bilkuvve razı olmuştur. Biz İslâm dinine/düzenine girersek O razı olacaktır.

“İrade” vardır. “Rıza” vardır.

“İrade” mutlak olarak bir şeyi yapmak istemektir. Allah bir şeyi murad ederse onu geri çevirecek bir şey yoktur.

Rıza” ise irade gibi değildir. Allah diyor ki; böyle yaparsanız ben razı olurum. Sizi sever, nimetimi ikram ederim ama istediğim gibi olmazsanız ben sizi zorlamıyorum. Bu da bizim lehimize olan bir şeydir. Cezasını çekmek şartı ile adam öldürmede bizi serbest bırakmıştır. Bizim lehimize olan bir şeydir. Öldürmemekle sevap alma imkanını almış oluyoruz. O halde yasaklar ve günahlar da bizim lehimizedir. Onları yapma gücünü verdi. Nehy etti, biz de yapmadık. Demek ki Allah durup dururken de sevap kazanma imkanını bize sağlamıştır. Sigara içmiyoruz sevap alıyoruz.

Burada önemli bir husus bize öğretilmiş oluyor. İslâm düzenini yani “Adil Düzen”i isteyenler benimser. Zorlama yoktur. Herkes ocağını, bucağını kuracak; kendi ocağında, kendi bucağında ister zulüm düzenini, isterse İslâm düzenini uygulayacaktır.

Bizim iktidarlardan istediğimiz şey bizim düzenimize karışmasınlar, biz kendi bucağımızda istediğimiz gibi yaşayalım. Bizim adaletimize ve yaşayışımıza karışmasınlar, başka bir şey istemiyoruz.

Cumhuriyet uygulaması açık bir şekilde göstermiştir ki bugünkü iktidarlar yerinden yönetime saygılı olmamışlardır. Bucakları kapattılar, valiler hâlâ merkezden atanıyor. Hâlâ Ankara’da oluşturulan dayatma kanunlarla yönetiliyoruz.

İşte görülüyor ki Kur’an düzenini kabul etmeyenler bu yerinden yönetimi sindiremiyorlar. AK Parti gömleğini ister çıkarsın ister çıkarmasın, “Adil Düzen”e ister karşı olsun veya olmasın; ama bizim hakkımızı gölgelemesin. Yerinden yönetim sistemini getirsin. Bucakları yeniden canlandırsın, valiler seçimle gelsin.

Evet, biz bu düzeni Allah’ın emri olarak kuracağız. Hakemler sistemini getireceğiz, yerinden yönetim sistemini getireceğiz. Ordumuzu çok çok güçlendirip bağımsız hâle getireceğiz. İç güvenliği illere bırakacağız. Güçlü ve hür Türkiye’miz olacaktır.

“Radıytu”nun mânâsı budur. Allah’ı razı edeceğiz.

الْإِسْلَامَ

(eLEiSLAMa)

“İslâm’ı”

Bin yıl Kur’an kelimelerine mânâlarından çok faklı mânâlar yüklenmiştir. En çok tahrif edilen iki kelime vardır, bunlardan biri “İslâm” biri de “din”dir. “İslâm”ı Kur’an’ın müntesipleri olarak anlamışızdır, oysa Kur’an bu kavramı önce inanç ve ibadet olarak kabul etmez ama düzen olarak kabul eder. Bunlar müslimdir. Nitekim tüm tarih boyunca Kur’an düzenini kabul eden insanlar olmuştur ama kendi inanç ve ibadetlerini korumuşlardır. İslâm düzeni yalnız Kur’an’a inanan ve amel olarak Kur’an kurallarını kabul edenlerin düzeni değildir, İslâm düzeni Kur’an’ın yönetimini kabul edenlerin düzenidir. Burada büyük hata yapılmaktadır. İslâm düzeninde her türlü ırk ve mezhep mensupları yaşarlar. Özgür yaşarlar. Mü’minler İslâm düzenini yönetmekle yükümlüdür. İslâmiyet’i tebliğ etme ve davet ise düzen değil iman ehline aittir. Hazreti Musa’nın görevi ile biz görevliyiz, Hazreti İsa’nın göreviyle tarikat ehli görevlidir. Bu sebepledir ki Kur’an bize; size firavuna gönderilen resul benzeri resul gönderilmiştir demektedir.

İslâm barış düzenidir. İslâm sadece tarikat değildir. Kur’an’da tarikat da vardır ama İslâm’ın esası şir’adır.

Bu yanlış anlayışın başka bir tarafı da İslâmiyet’i Kur’an’la başlatıp Muhammedilik şeklinde göstermektir. İslâm Hazreti Adem’le başlar, bütün hak dinleri ve peygamberleri içine alır. “Müslim” ise Hazreti İbrahim aleyhisselâmın bize verdiği isimdir. Uygarlaşmadan önce her topluluğun ayrı ayrı peygamberleri vardı, onları o yönetiyordu. Hazreti Nuh peygamber geldi ve Mezopotamya’da ortak yönetimi, şeriat yönetimini getirdi. Hazreti İbrahim aleyhisselâm bu şeriat yönetimini tüm dünyaya yaymakla görevlendirildi. Kendisi ve zürriyeti bununla görevlendirildi. Tüm insanlığı ilimde ve düşüncede birleştirdi. Mucize ile değil ilimle insanlığı Hakka davet etti. Herkesin kendi inanç ve istekleri içinde yaşamasını ama birlikte barış içinde yaşamasını tedvin etti. İşte bu barış ilkesinden dolayı da “Müslim” adını verdi.

“Müslimler” barış içinde yaşayan tüm insanlardır. O halde “müslim” dendiği zaman yeryüzünde cizye veren veya askerliğe katılan herkes müslimdir. Mü’min ise askerliğe katılanlardır. Kur’an’ı yalnız ibadet ve ahlâka indirgediğimiz zaman Kur’an sadece bir ilâhiye dönüşür. Zaten bundan 50 sene evvel Kur’an mânâsını anlamadan sadece ilâhi olarak okunuyordu.

“İslâmiyet’te devlet düzeni yok” diyorlar!

Sömürü sermayesi bir söz atar, ondan sonra herkes onu sakız gibi çiğnemeye başlar.

Mekke’de İslâm devleti yoktu, Mekke’de İslâm ahlâkı vardı. Mekke döneminde Hazreti İsa’nın yaptığı yapılmıştır, Kur’an’ın yarısından fazlası orada nâzil olmuştur. Medine’ye gelince, artık orada İslâm düzeni ve devleti vardır. On sene içinde tüm Arabistan fethedilmişti. 100 sene sonra İslâm orduları batıda Fas’a doğuda Çin’e kadar gitmişlerdi.

Devlet olmadan nasıl olacaktır?

İslâmiyet’te şöyle devlet şekli vardır. Evet, İslâmiyet’te yerinden yönetim sistemi olduğu için devlet yerel yönetimleri serbest bırakır. Kur’an en ince teferruatına kadar hükümler koymuştur. Kimse bizimle çıkıp sizin “Adil Düzen”de bu Kur’an’a aykırıdır demiyor. Başbakan çıkıyor başbakan olmadan önce diyor ki; “Adil Düzen diye bir din/düzen uydurdunuz, cihat diyorsunuz; oysa biz siyaset yapacağız!”

Başbakan R. Tayyip Erdoğan’a bu aklı verenlere soruyorum:

  1. Allah şimdi sağ değil midir? 1400 yıl önce öldü mü? Onlara Kur’an’ gönderdi, her şeylerini öğretti de şimdi bizi unuttu mu?
  2. Biz “Adil Düzen”i uydurduksa; onlar da bizim gibi bir şey uydursunlar da ona göre siyaset yapsınlar.
  3. Yoksa Allah’la siyaseti bölüştünüz mü; duaları O’na bıraktınız siyaset yani insanları heva ve hevesinize göre yönetmek size mi düştü?!
  4. Bize yani “Adil Düzene” karşı akademisyenlerden oluşan heyetler oluşturdunuz, afaki raporlar hazırlattınız ama o heyetler bizimle görüşme cesaretini gösteremediler.

دِينًا

(DIyNan)

“Din olarak”

Allah din/düzen olarak barışa razı olmuştur. Savaşa izin vermiştir ama savaşa razı değildir. Yine çok yanlış olarak “din” takva olarak anlaşılmaktadır.

Din” düzendir. Kur’an’da bu çok açıktır. Mısır melikinin dininden bahsedilir. Melikin dini tarikat ehlinin dini değildir, Mısır’ın devlet düzenidir. Din düzen demektir. Aslında “din” kökü “deyn”den gelmektedir, borç ve alacak demektir. İnsanlar birbirlerine borçlanırlar, alacaklı olurlar, düzen böyle doğar, işbölümü böyle oluşur.

Dinin ne olduğunu tam anlayabilmemiz için bir temsil getirelim.

Bardağınıza sıcak su koyarsınız. Sonra üzerine çay dökersiniz. Biraz sonra bardak kırmızı olur. Ne olmuştur? Çay moleküllerinden her biri dağılmış ve tüm bardak içinde su moleküllerinin yanında eşit bir şekilde yer almıştır. Sonra şeker koyar karıştırırsınız. Bu sefer şeker molekülleri de bardağın içinde her yerde vardır. Bunu ağzınıza götürdüğünüz zaman tatlı bir yudum alırsınız. Şimdi sizin dilinize o tatlılığı neler getirmiştir? Su molekülleri, çay molekülleri ve şeker molekülleri. Bunlar işbirliği yaparak istediğinizi sağlamıştır. Bu moleküller bunları yaparken her biri kendi derdinde kendine yer bulma amacı ile hareket etmiştir ama sonunda sizin istediğiniz olmuştur.

İnsanlar da böyle değişik moleküller gibidir. Her biri kendi derdindedir ama başka insanlarla borç-alacak ilişkisini kurarlar. O kimse topluluğu düşünmez, o kendisini düşünür. Onunla iş kuran kimse de kendisini düşünür. Ama sonunda çıkar paralelliği doğar, topluluk oluşur. İşte bu “din”dir, yani “düzen”dir. Her fert hürdür, her fert kendi çıkarını düşünür ama sonunda topluluğun çıkarı da ortaya çıkar. Adam Smith (1723-1790) bunu izah etmeye çalışmıştır. Ne var ki Adam Smith’in yaptığı hata vardır.

İstediğimiz tatlılıkta bir topluluğun oluşması için herkesin kurallar içinde yani şeriat içinde davranması gerekir. O şeriatın da uygun şeriat olması gerekir. İşte Kur’an bize bu kuralları nasıl oluşturacağımızı öğretmektedir. Kuralları biz koyacağız ama nasıl koyacağız?

Kur’an işte bunu öğretmektedir. Kur’an Tevrat ve İncil gibi kuralları doğrudan getirmez, şir’aları getirmez. Şir’aları biz yaparız. Kur’an şir’aları nasıl yapacağımızı öğretir. Buradaki ilke barıştır, yani insanları kendi hayatlarında kendilerini hür bırakmadır.

فَمَنْ اضْطُرَّ

(Fa MaN ıWOurRa)

“Kim iztırar ederse.”

“Kim zaruret içinde kalırsa.”

Evet, Allah barış dinini bize tavsiye etti. Bunun için kurallar koyacağız, o kurallar iç ve dış barışı sağlayacaktır. İçeride birbirimizle kavga etmeyeceğiz, dışarıdakilerle savaşmayacağız. Ne var ki içte ve dışta barışı bozanlar olacaktır. Her zaman kurallara uyma imkanımız olmayabilir. İşte şimdi onun hükümlerini getirmektedir.

“İztırar” genel mazerettir. Bunlar usulde sayılmıştır.

  1. Doğum, küçüklük, yaşlılık ve ölüm.
  2. Delilik, baygınlık, aldanma, zorlanma.
  3. Cinsiyet, sığınma, yabancılık, başka topluluktan olma.
  4. Uyku, hata, acziyet, bilgisizlik.
  5. Unutma, hastalık,  bunama, zaruret.
  6. Sarhoşluk, hezl, sefihlik, hacr.

İnsanın tam mükellefiyeti 15 yaşında başlar ve 65 yaşında biter. Nominal ömrü 100 yıldır, yarısı erginlik hâlidir. Görevli olma bu yaşlarda olur. Diğer zamanlarda ehliyet kısıtlıdır. Ayrıca normal zamanlarda da şeriat hükümlerinden istisna edilmiştir.

Hukukta hükümler şöyle konur. Önce tüm insanlar 15 ile 65 arasındadırlar diye kabul edilir. Hükümler bütün insanlara eşit olarak konur. Sonra çocukluk, yaşlılık, hastalık, unutma gibi olaylar mazeret sayılır. Kullanma ehliyetinde kısıtlama getirilir. Çocuğun yapamadıklarını velisi yapar. Bedeni yükümlülükten de kurtulmuş olur.

İşte buradaki “Fa” harfi bu özel durumları göstermektedir. “İllâ” ile değil de “Fa” harfi ile getirmesi, özürlerin de şeriat sınırları içinde olduğunu ifade eder. Emir mazeretleri de içine almak üzere verilmiştir. Bunun için istisna edilmemiş, “Fa” harfi ile beyan edilmiştir. Yani zaruretler asıl hükümleri nesh etmiyor. Asıl hükümlerde zımnen zaruretler istisna edilmiştir.

Usulcüler arasında tahsis üzerinde tartışmalar vardır. Âmm veya hâss hükümler zaruretler dolayısıyla tahsisi Şafii kavline uygun olarak zannidir. Nesh değildir. Tearuzlar arasında tearuzu giderendir. Arazlar dışındaki tahsiste ise Hanefilerin kavlini esas almak icap eder ve âmm katıdır. Sonraki neshtir. Yine biz Kur’an’ın bize cümleten nâzil olduğunu kabul ettiğimiz için hâss ve âmmı tahsis eder. Usulcülerin tartışmalarını okuyup orada bırakmak, sonra Kur’an okuyunca o sorunları Kur’an’la çözmek gerekir.

فِي مَخْمَصَةٍ

(FIy MaOMaÖaTin)

“Mahmesa hâlinde.”

Hames” ayak tabanındaki yere değmeyen çukurdur. Girinti anlamındadır. Gıdasızlıktan karnı çöken kimseye de denir.

Mahmesa” ismi mekan, ismi zaman ve masdarı mimidir. Kıtlık zamanları demektir.

Mahmesa” ile burada zorluğun örneği yapılmıştır. Vücuda zafiyet getirecek kadar darlık içinde olunduğunda kurallardan ayrılınabilir. Ruhsat vardır.

Ruhsat nerde başlar?

Normal kilo sahibi iken ortaya çıkan herhangi bir arızadan dolayı zayıflamaya başlamışsa bu mahmesa zamanıdır. Bu takdirde av avlamak helal olmaktadır. Domuz eti helal olmaktadır. “Fa” harfi âyetin içindeki bütün anlatılanlara şamil olmaktadır.

Burada iztırar hâlinde bazı kuralların değişeceği anlatılmaktadır. Belvi umumi dediğimiz şey işte bu mahmesa hâlidir. Bugün rüşvet vermeden, vergi kaçırmadan, hile yapmadan bir iş yapmak mümkün değildir.

O halde insanlara faizsiz iş yapın, İslâmî hükümlere uyun dediğimiz zaman onlara aslında ölün demek istemiş oluruz. Allah bize zalim düzende adil yaşamamızı değil, “Adil Düzen”i kurmamızı emrediyor.

Biz inanmış kardeşlerimize diyoruz ki; siz yaşadığınız şartlara uyun, işinizi yapın, açlıktan ölmeyin. Bizim 40 senedir yapmak istediğimiz şey insanları mahmesa hâlinden kurtarmaktır. Mısır’daki kıtlık dönemini mahmesa olarak adlandırmıyor. Burada adlandırıyor. Demek ki bu başka bir darlıktır. Daha geniş mânâdadır. Bugün de olağanüstü haller ve sıkıyönetimler vardır. Hukuk o zaman askıya alınır.

Kur’an’da haramlar sayılırken kim iztırar ederse bağy ve adv etmemek üzere araz kısımlara işaret edilmektedir. Dört yerde bu ruhsat geçmektedir. Diğer üç yerde adv, bağy olmak üzere zikrettiği halde burada gayra mütecanif olarak zikretmektedir. Burada yalnız haramlarla ilgili olarak değil de diğerleri de böyledir. Diğer yerlerdeki iztırar kişisel iztırar olduğu halde buradaki iztırar farklıdır. Mahmesadaki iztırardır. Topluluğun durumudur.

Bugünkü Türkiye’de helal ve haramlar askıya alınmıştır. Bugün yapacağımız iş “Adil Düzen”i getirmektir, yoksa bu zalim düzende İslâmî hayat yaşamak değildir.

غَيْرَ مُتَجَانِفٍ

(ĞaYRa MüTeCANıFin)

“Mütecanif olmaksızın.”

Burada “gayr” ile istisna etmiştir. İstisnada istisna edilen şeyin kendisine ait hüküm getirilir. Gayr kelimesi ile zıddı söylenir. İztırar ama mütecanif olmayan ism.

“Mahmesa” kelimesi Kur’an’da iki yerde geçmektedir.

Mütecanif” ise kök olarak iki defa geçmektedir.

Kur’an’da bir kelime çok yerlerde geçtiği halde bazı kelimeler çok az geçmektedir. Bunun iki sebebi vardır. Değişik yerlerde değişik mânâlarda geçmektedir. Biz yorumlarken ona göre yorumlamamız gerekmektedir. Diğeri ise halkın kavramlarını fazlaca bilmediği kelimelerdir. Bunlar daha çok âlimlere hitap etmektedir. Onun için bir defa, iki defa zikredilmesi yeterli görülmektedir.

Mahmesa”nın önemli mânâsı vardır. “Mütecanif”in de. “Cenf” “cenb”e akraba olan kelimedir. Yan yatmak, meyletmek demektir. Taraf tutmaya yan çıkmak deriz. Yani belvi umumide ona göre hareket edeceksiniz ama onu meşru saymayacaksınız. Onun kötü olduğu ilkesinden ayrılmayacaksınız. Nasıl hasta olan insan ilaç olarak zehiri kullanır ama zehiri gıda olarak kabul etmezse, bunun gibi de belvi umumi olduğu zaman bazı haramlar zarureten helal olur ama gerçekte helal olmaz. Bir an önce ondan kurtulma yolunu aramalıyız.

لِإِثْمٍ

(LiEiÇMin)

“İsm için”

İsm”in lehine yandaş olmamak şartı ile Allah haramların zaruret halinde işlenmesine izin vermiştir. Rüşvet ismdir. Faiz ismdir. Vergi kaçırmak ismdir. Hile yapmak ismdir. Bugün yaşamak için bunlar yapılabilir, bunlara izin vardır ama bunları yapmak helal görülmeyecektir, meşru kabul edilmeyecektir.

AK Parti’nin yaptıklarını mazur görmek zorundayız. Biz de orada olsak bugün için başka bir şey yapamayız. Ancak AK Parti’nin işlediği günah şudur; bunları meşru ve olağan saymaktadır. Peki, ne yapsın diyeceksiniz.

AK Parti bir ilim heyetini kurar ve onlara görev verir. Bu heyete biz de dahil oluruz. Dışarıdan da mütehassıs getirebilir. Görev verir. Rüşvet nasıl önlenir, vergi kaçırma nasıl önlenir, faizsiz ve enflasyonsuz düzen nasıl kurulur, dış borçlar nasıl tasfiye edilir, işsizlik nasıl önlenir? Sonra da bir ucundan başlar, ilmin verileri içinde bunları kaldırır.

Bizim AK Parti’ye karşı çıktığımız işte bundandır, bunları yapmamasıdır.

فَإِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (3)

(Fa EinNa elLAHa ĞaFURun RaXIyMun)

“Muhakkak ki Allah gafurdur, rahimdir.”

Burada haberler nekre gelmiştir. O halde burada mağfiret eden devlet, topluluktur. Hakimler bu durumlarda bu tür suçlara ceza vermeyeceklerdir. Yetmez. Bu durumdan dolayı insanlar zor durumdadırlar, açtırlar, işsizdirler. Çare bulacaklardır. Herkese iş verilecektir, herkese aş verilecektir. “Adil Düzen” bunlara bunu gösteriyor.

  1. Hakemlik sistemini getiriniz. Taraflar birer hakem seçsin. Hakemler de baş hakemi seçsin. Taraflardan biri devlet olsun. Eğer hakemler mahmesa görürlerse, fail mütecanif değilse ceza vermesinler.
  2. İşsiz olana çalışma kredisi verilsin, sigortasız da olsa çalışabilsin. İşveren borçlu hâle gelsin. İşsiz insan kalmasın, bu kötü düzende de kalmasın. Sonra herkese ön ödemeli sipariş kredisi verilsin. Yiyeceklerini sipariş versinler. Krediler faizsiz ve icrasız olsun.
  1. Bunları yapmak kadar kolay bir şey yoktur.
  2. Ama kulakları tıkalı, gözleri perdeli olanları ne yapalım?!.

 

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3094 Okunma
2-MAİDE 3
2879 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2167 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2252 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2131 Okunma
6-MAİDE 11-12
2860 Okunma
7-Maide13-15
2284 Okunma
8-MAİDE 16-17
2311 Okunma
9-MAİDE 18-19
2001 Okunma
10-MAİDE 20-26
2552 Okunma
11-MAİDE 27-31
4578 Okunma
12-MAİDE 32-33
2791 Okunma
13-MAİDE 34-37
2030 Okunma
14-MAİDE 38-41
2971 Okunma
15-MAİDE 42-44
2316 Okunma
16-MAİDE 45-47
3596 Okunma
17-MAİDE 48-50
2407 Okunma
18-MAİDE 51-53
2530 Okunma
19-MAİDE 54-56
2951 Okunma
20-MAİDE 57-60
2352 Okunma
21-MAİDE 61-64
2192 Okunma
22-MAİDE 65-67
2051 Okunma
23-MAİDE 68-69
2399 Okunma
24-MAİDE 70-72
2183 Okunma
25-MAİDE 73-76
2434 Okunma
26-MAİDE 77-79
1908 Okunma
27-MAİDE 80-82
2302 Okunma
28-MAİDE 83-88
1884 Okunma
29-MAİDE 89-91
3204 Okunma
30-MAİDE 92-95
2596 Okunma
31-MAİDE 96-100
2509 Okunma
32-Mide 101-103
2580 Okunma
33-MAİDE 104-105
2207 Okunma
34-MAİDE 106-108
2398 Okunma
35-MAİDE 109-110
3278 Okunma
36-MAİDE 111-115
2733 Okunma
37-MAİDE 116-118
2525 Okunma
38-MAİDE 119-120
2183 Okunma

© 2024 - Akevler