MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2256 Okunma
MAİDE 42-44

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 29

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ فَإِنْ جَاءُوكَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ أَوْ أَعْرِضْ عَنْهُمْ وَإِنْ تُعْرِضْ عَنْهُمْ فَلَنْ يَضُرُّوكَ شَيْئًا وَإِنْ حَكَمْتَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ بِالْقِسْطِ إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ(42) وَكَيْفَ يُحَكِّمُونَكَ وَعِنْدَهُمْ التَّوْرَاةُ فِيهَا حُكْمُ اللَّهِ ثُمَّ يَتَوَلَّوْنَ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ وَمَا أُوْلَئِكَ بِالْمُؤْمِنِينَ(43)

 

سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ

(SamMAvGUvNa Li eLKaÜıBi)

“Yalana kulak verirler.”

Kırgızistan’a gitmiş birkaç yıl kalmıştım. Oradaki yöneticilerle iş görüşmeleri yaptım. Onlarla bir iş konuştuğunuz zaman işin oluşması ile ilgili bir şey düşünmezler. Tüm düşünceleri nasıl formül uydurarak kendi şahsi çıkarlarını sağlamaktan ibarettir. Bunu tek başlarına yapmazlar, birlikte alenen bunu tartışırlar, sonra kararlara onları yazarlar. İyi bürokratlar bu yağmalama formülünü bulan kişilerdir. Olaylara göre karar vermezler, olayları maddelere uydurup istedikleri kararı alırlar. Defterleri yazarken yazılanların gerçeklerle alakası yoktur. Kanunlara uydurup vergi kaçırabilen muhasip iyi muhasiptir. Birbirlerinin mallarını çalmazlar ama kamuya ait bir şeyi veya sizin mallarınızı afiyetle paylaşırlar. İyi yalan söyleyebilen başarılı bir arkadaştır.

Sovyetlerdeki bu durumu gördüğümde bunu sosyalizmin bir sonucu olarak sanmıştım.

Oysa Türkiye’de de durum Kırgızistan’dan farksızdır. Bütçenin dörtte birini Maliye Bakanlığı harcamaktadır. Bir o kadar personel de muhasip ve serbest meslek mensubu olarak faaliyettedir. Türkiye’de gerçek hayata uygun olarak yazılmış tek defter bulamazsınız. Bir tek bizim arkadaşımız Prof. Ahmet T. Satoğlu gibi saflar vardır; bunlar gelirlerini-giderlerini tam yazar ve vergilerini tam öderler ama zor geçinirler. Bunların sayısı binde bir midir, on binde bir midir, bilemem. İzmir’de tanıdığımız Severler vardı, ticaret yaparlardı, tüm gelir ve giderlerini yazarlardı ama onlar bir müddet sonra yok oldular, sanırım.

Devlet düzeni adeta yalanlar üzerine kurulmuştur.

Kırgızistan’da daha acayip yalana da şahit oldum. Bakarsınız biri bir hafta gelmez. Geldiği zaman bir yalan söylemesi gerekir. Bunlardan biri hiç alakası olmayan bir yalan uydurdu, ‘kayınpederim öldü, cenazesi ile meşgul oldum’ dedi. Öğrendim ki kayınpederi senelerce önce ölmüştür. Sorduğumda, ‘ölümünün seneyi devriyesi idi’ dedi! Bunu diyen arkadaş üniversite hocasıdır. Biz sadece arkadaştık, ders yapıyorduk. Bana bu yalanları söylemesi gerekmezdi. Ama iyi yalan söyleme sanatına o kadar alışmıştı ki, alışkanlık sebebiyle bunu herkese uyguluyordu.

Bugün yalnız Türkiye’de değil bütün dünyada her şey yalana dayanmaktadır.

‘Demokrasi var’ diyorlar, sonra ‘ekseriyet kararı’ diyorlar, ondan sonra parası olan zorla oy kullandırıyor. Size bir gerçeği söylemek isterim. Yeryüzünde en ileri demokrasi Türkiye’de vardır. Diğer ülkelerde (mesela ABD’de Demokratlar ve Cumhuriyetçiler) iki parti sermayenin partileri olarak vardır, ikisinin yöneticilerini de sermaye atıyor, halka da ‘istediğine oy ver’ diyor! Türkiye’de ise atanmamış parti başkanları gelebiliyor.   

أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ

(EakKAvLUvNa Li elSuXTi)

“Suhtu ekl edenler.”

Burada “semmâûn” kelimesi de “ekkalûn” kelimesi de mübalağalı ism-i fail olarak getirilmiştir. Aralarında “ve” harfi eklenmemiştir. Yani ikinci ifade birincinin bedelidir. Bir şeyin ayrı ayrı iki ifadesidir. “Kizb” yalan demektir. “Semmâ’” da dikkatlice dinlemektir.

Eklinin suhtu ne demektir? Çokça karın doyururlar mı demektir?

Ekl” kelimesinden kasıt nedir? Sonra “Suht” ne demektir?

Yorum yaparken “semmâ’” ile “ekkâl” kelimelerini karşılaştırmamız gerekir, “kezib” ile “suht” kelimelerini karşılaştırmamız gerekir.

İnsanın dışarıdan aldığı iki şey vardır.

Biri maddedir, besindir, ısıdır, bununla beden yapısını oluşturur.

Diğeri ise dışarıdan duyduğu sesler, okuduğu kitaplar, seyrettiği filmlerdir.

Bunların bedene bir yararları yoktur. Bunlar beyne gelir, ondan sonra da ruha gider. Bunlar da ruhi besinlerdir.

Maddî besinleri elde etme “ekkalûn” olarak ifade edilmiştir.

Manevî besinleri elde etmeye de “semmâûn” denmiştir.

Bunları harfi atıfsız getirerek ikisini birden yaptıklarını ifade etmiştir.

Cumhuriyet gazetesini ele alınız, hattâ Millî Gazete’yi veya Y. Akit gazetesini ele alınız, bile bile yalan söylemektedirler. Millî Gazete Saadet iktidara geliyor dediği zaman bile bile yalan söylüyor. Okuyucular da zevkle onu okuyorlar. Benzerini Cumhuriyet gazetesi de yapıyor. Kur’an burada Cumhuriyet ve Millî Gazete yazarlarını suçlamıyor, bunları okuyanları suçluyor. Cumhuriyet gazetesi öyle yazmasa okuyucu bulamaz. Millî Gazete de öyle yazmasa okuyucu bulamaz. Ne olur? Bizim “Akevler Adil Düzen Dergisi” gibi sadece birkaç yüz okuyucusu olur. Bunları sadece örnek olsun diye verdik.

Peki, halk bu gazeteleri niçin okuyor?

Okuyor, çünkü topluluktaki kişilere meşru olmayan sistem içinde ancak bu şekilde yaşama imkanı veriliyor. Bir cemaate, bir topluluğa dayanmazsanız yaşayamazsınız. Cemaat da yalan üzerine oturmuştur. O yalan sayesinde hayat sürebiliyor.

İşte bu sebepledir ki “ekkalûne”yi bedel olarak getirmiştir. Önce “semmâûn” sonra “ekkalûn” denmiştir. Çünkü yalan üzerine kurulan düzen içinde sahte hayat sürüp gider.

İşte bu iki ifade bugünkü hayatı tam olarak ortaya çıkarmaktadır. Adil Düzen sosyologu bunları alır, inceler ve örnekleri ile anlatır, sonra kitaplaştırır. Bunları bilebilmek zor değil kolaydır. Herhangi bir maliye defterini incelemek, bir muhasibi dinlemekle bunlar belirlenir. Herhangi bir mahkeme dosyası bunların belgeleridir. Kırk seneden beri süren Ali Bülent’lerin (Ali Bülent Dilek ailesinin, sülalesinin 40 yıldan beri sürmekte olan davası kastediliyor) dava dosyasını okuduğunuz zaman her şeyi ile bu yalanı ve suhtu bulursunuz.

Basit olarak her işletmenin defterleri, faturaları, irsaliyeleri yalanlardan ibarettir. Bütün işletmelerin kazançları da suhttur. O defter yazılmazsa iş yapamazsınız. Doğru yazarsanız bir, en çok iki yılda iflas edersiniz. O halde yalanlara kulak vereceksiniz, suhtu ekl edeceksiniz. Bu oradaki insanların kötülüğünden oluşan bir şey değildir. Zulüm düzeni bunları zaruri kılmaktadır.

Türkiye’de 61 parti yaşamaktadır. Büyük partiler bunları beslemekte, gerçek muhalif partilerin oluşmasını önlemektedirler. 61 parti içinde bize uygun parti elbette vardır ama onlar sadece o partilerin hakikileri oluşmasın diye vardır. Başkanları genellikle samimi olur ama örgüt mensupları tamamen satın alınmış kimselerdir.

BBP Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ile görüşmek istedik (oysa birkaç yıl öncesinde kendisiyle Ankara’daki makamında tam dört saat görüşmüştük, RNE). Tanıştığımız bu kimseyle haber gönderdik. Bizi görüştürmemek için yapmadıkları hakaret kalmadı. Bir müddet sonra da BBP Genel Başkanı’nı öldürdüler. Kim öldürdü? Kendi yanında olanlar!..

Şike yapmayan büyük kulüp olmaz. Anadolu’da yüzlerce kulüp vardır. Buralarda hep büyük kulüplerin adamları yerleşmiştir, iki taraftan da maaş alırlar. Bir dernek kurarsınız, bir dergi çıkarırsınız, hep şikelidir. Görevleri büyük gazeteleri yaşatmak, onlara karşı ciddi rakip çıkarmamaktır. Bir fabrika açarsınız, 100 işçi alırsınız; bunların yarısı rakip firmalardan gelmiştir ve görevleri iki taraftan maaş alıp sizi sabote etmektir. Biz bunları hep yaşadık...

Bu iki ifade bugünkü hayatı çok beliğ şekilde ifade etmektedir.

Suht” kelimesi üzerinde duralım ve inceleyelim.

Kelimeyi ben de bilmiyorum; bakalım nelerle karşılaşacağız.

“Suht” kelimesi Kur’an’da dört yerde geçer.

Biri burada geçmektedir.

 

سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ أَكَّالُونَ لِلسُّحْتِ   Kezibin semmâı, suhtun ekkali.

 يُسَارِعُونَ فِي الْإِثْمِ وَالْعُدْوَانِ وَأَكْلِهِمُ السُّحْتَ    İsm ve udvanda müsaraat ve suhtu ekl etmelerinde.

قَوْلِهِمُ الْإِثْمَ وَأَكْلِهِمُ السُّحْتَ    İsmi kavl etmek ve suhtu ekl etmek.

Lisanu’l-Arabda suht kesbinden dolayı haram olandır. Yani usulcülerin domuz eti gibi, liaynihi haram olan değil de çalınmış bir mal gibi, bi gayrihi haram olandır. Seht etmek eti kemiğinden veya dalı kabuğundan parça parça sıyırmak demektir diyor. Buna göre suht, çarpıp çırpılan parça, orada burada koparılanlardır. Yani amel-i salihat içinde düzenli olarak yapılan üretim değil de herkesin parça parça kopardığı şeyler suhttur.

لَا تَفْتَرُوا عَلَى اللَّهِ كَذِبًا فَيُسْحِتَكُمْ بِعَذَابٍ    Allah’a kezibi iftira etmeyin sizin derinizi soyar.

Burada da kelimenin parça parça koparmak yani ambalajın dışına çıkarmak olduğu açıkça anlaşılmalıdır.

Bugünkü hayat iki şeye dayanıyor; biri yalan, diğeri kaçakçılık. Vergi kaçakçılığı, mal kaçakçılığı. Bu âyet bunu ifade etmektedir.

Tekel sermaye dünyaya hakim olup tek devlet kurabilmesi için ülkelere çok ağır kanunlar çıkarttırmaktadır. Güya kamunun hakkı korunacak, güya adalet olacak. Ağır mükellefiyetler güya vatandaşı terk etmeye zorlamaktadır. Oysa ağır karar sistemi adaleti işlemez hâle getirmektedir. Bunun sonucu olarak halk ancak yalan söyleyerek yaşar. Siyasetçi yalan söyleyerek iktidar olur. Avukat yalan söyleyerek dava kazanır. Doktor sahte reçete yazar, hasta yine yaşar. Bunlara benzer daha neler de neler…

İşte, helal olmayan kazanç suhttur, faizli para ile alınıp satılan suhttur.

Bundan önceki âyette “semmâûne li’l-kezibi” denmiş, bedel olarak da “semmâûne li kavmin âhar” denmişti. Yalanlar ülke içinde üretilmez, yalanlar dışarıda üretilir. Türk haber ajanslarına gönderilir. Onlar da örnek yazarlara söyletirler. Tüm yazarlar onlara kulak vererek yalan yazarlar ve yalan böylece yayılır.

Mesela; Türkiye yükselse de batmış olabilir, batsa da yükselmiş olur!.. Kıbrıs’ı Erbakan fetheder, Ecevit kahraman olur!.. Saadet Partisi “Adil Düzen”i ortaya koyar; “Adil Düzen”i bozarlar, adını değiştirirler, AK Parti’ye transfer ederler, o güya mucizeler gerçekleştirir ve kahraman olur!..

Bütün bunlar yurt içinde değil, yurt dışında tezgahlanır.

Üçüncü defa “semmâûn” kelimesi getirilir, yine bedel yapılır.

Böylece III. bin yılın başında dünyayı ve Türkiye’yi tasvir eder.

Kur’an’ın nâzil olduğu sırada bugünkü gibi yalan söyleme ve sahtekarlık yoktu. O zaman bu âyetleri nasıl anladılar, gerçekten de merak edilecek bir şeydir. Müfessirler de cennet cehennemle izah edip bitirdiler. Kur’an’ın anlattığı hayat 20’nci yüzyılın hayatıdır, önerdiği hayat da III’ncü bin yıl hayatıdır. Bize sadece III’ncü bin yılı anlatıyormuş gibi geliyor. Oysa Kur’an her bin yılı aynı şekilde anlatır.

Asıl sorulacak soru şudur:

-“Adil Düzen” geldiği zaman ne olacaktır, durum değişecek midir?  

Bizim varsayımımız şudur:

-Yeryüzü bir milyon adet bucağa ayrılacak, her bucak kendi hukukunu kendisi oluşturacaktır. Bucaklardan kimileri bugünkü durumları devam ettirecekler, bir kısmı ise Kur’an düzenine geleceklerdir. Kur’an düzeninde kizbin semalığı, suhtun ekkalliği kalkacaktır. Bu şekilde olanlar bucaktan sürüleceklerdir.

İzmir Akevler Kooperatifi mensupları semmâûne li’l-kezibi içinde olmamaya çalışıyor, ekkalûn suht olmuyor ama henüz bir bucak oluşturmadılar.

Dolayısıyla henüz örnek olabilecek bir bucak yoktur.

Kırk yıl geçtiği halde niye oluşturulmadı?

Bunun iki sebebi vardır.

Birincisi; hareketimiz beklenenden daha erken gelişti ve en sonunda bozularak anayasa ekseriyeti ile tek başına iktidar olundu. Dünyanın eğitimine yön vermeye başladılar. Cari sistemde başarıya ulaşınca “Adil Düzen” unutuldu. Yalanlara kulak vermek ve haramların yenilmesi meşrulaştırıldı. Akevler bunu yapmadığı için cüce kaldı.

İkinci ve asıl önemli sebebi ise; bilgisizliğimizdir, bilmeyişimizdir. Öğrenmek için zaman gereklidir. Buraya kadar geldik. Daha alacağımız epey yol vardır.

Soruyu şöyle cevaplıyoruz:

-Adil bucaklar olacak, zalim bucaklar olacaktır. Her iki bucak türü kıyamete kadar devam edecektir. Birileri çoğaldığı zaman diğerleri azalacak, çoğalanlar sonra azalacak, bu böyle kıyamete kadar devam edecektir.

Taşra bucakların yanında il merkez bucakları, ülke merkez bucakları ve insanlık merkez bucağı oluşacaktır. İnsanlık merkez bucağı da gelişecek, yaşlanacak, bozulacak, yenisi oluşacak, bu döngü böyle devam edecektir. Karşı tarafın da merkez bucağı olacaktır.

Bu anlayışımızı bundan sonra değerlendirelim.

فَإِنْ جَاءُوكَ فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ

(Fa EiN CAvEUvKa FaXKuM BaYNaHuM)

“Sana ciet ederlerse aralarında hükmet.”

Bu âyete göre demek ki İslâm düzeni oluştuktan sonra zulüm düzeni de sürecektir, yani iki yönetim şekli de varlığını koruyacaktır. Siyasette yalan, ekonomide suht onların temel yönetim şekli olacaktır. Buna karşılık İslâm bucaklarında “kizb”in yerini “sıdk” alacaktır, “suht”un yerini ise “amel-i salih” alacaktır. Halk isterse onların zulüm bucağında, isterse bizim adalet bucaklarımızda yaşar.

Buradaki “sana gelirlerse aralarında hükmet” ifadesinin anlamı budur.

Dinde yani düzende zorlama yoktur. Her bucak kendi düzenini kendisi kurar, kendi hakemlerini kendisi seçer, kendi davalarını kendisi görür. Bucak başkanları da müslimlere hakem değildirler, mü’minlerin baş hakemidirler. Onlar arasında hükmü komutanları verir. Bununla beraber müslimler de başkanları hakem yapabilirler. İki taraf da aynı hakemi seçmek şartı ile tek hakemlik sistemi de geçerlidir demektir. Bir bucak içinde bucağın emrinde mü’min olanlar o bucağı terk etmedikçe mü’min olmaktan çıkamazlar, mü’minler de başkanın dışında aralarında hakem seçemezler. Yani mü’minler arasında çıkan ihtilafları başkan çözer ama başkanların Müslimlerle veya diğer bucağın müminleri ile ihtilafları ise hakemler çözerler. Başkanın hakemliğinden bahsederken “Fîmâ şecera beynehum” denmektedir. “İman etmezler” diyor. O halda başkaları ile değil de beynlerinde (aralarında) çıkan nizalardan söz etmektedir.

Câûke” kelimesi bir tarafın değil de tarafların gelmesini ifade etmektedir.

Bir de niza eğer iki hasım arasında değil de çok kimse arasında oluyorsa her birinin hakem seçmesi zordur. Taraflar bir hakemde ittifak edebilirler. O zaman tarafların ayrı ayrı  hakemlerinin olması gerekmez demektir. Bu âyet tek hakemlik sistemini de kabul etmektedir. Asıl olan tarafların hakem seçmesi ve üç hakemden oluşması demektir.

Kur’an hakemlik sistemini getirmiş, hakimlik sistemini kaldırmıştır. Hazreti Peygamber ise peygamber olduğu için hakim olarak hükmetmiştir. Ondan sonra gelen halifeler de resul imişler gibi hareket etmişlerdir. Hazreti Peygamber Cebrail’den vahiy alıyordu. Halifeler ise istişare ederek vahiy aldılar.

Aristo mahkemedeki müdafaasında diyor ki; ben peygamberler gibi meleklerden vahiy almadım ama sokaktaki insanlara sordum, onların beyanlarını Tanrı’nın işaretleri kabul ettim, yani benin size söylediklerim de Tanrı’nın bildirdikleridir.

Kur’an içtihat ve icma yolları ile bunu şeriat kılmıştır. Âyette ifade edildiği üzere; her söze kulak verilecek ve en iyisine uyulacaktır.

Başkanların görevleri yargılamak değildir. Yargılamak hakemlere aittir. Başkanların görevleri yargı kararlarını infaz etmedir.

Bugün yargı infaz müesseseleri kuruyor. Bu ise yargı devleti oluşturmadır. Yargı kararlarını yani hakemlerin kararlarını başkanlar uygular. Uygulamada mağdur başka bucağa gider, oradan bucak başkanına dava açar, yahut gitmeden de o bucakta açma yetkisi tanınır.

أَوْ أَعْرِضْ عَنْهُمْ

(EaV EaGRiW GaNHuM)

“Yahut onlardan i’raz et.”

Burada yine çok önemli bir hüküm öğreniyoruz. Hakemliği kabul edip etmemede serbestlik vardır. Buradaki “Ke” harfini resule yani başkana irca edebildiğimiz gibi hakeme de irca edebiliriz. O halde hakemin hakemliği kabul veya reddetme yetkisi vardır. Taraflar çoksa bir hakemi tercih ederler. Hepsinin hakemi olur. Bu hakem sıralama usulü ile seçilir. Gruplanma usulü ile seçilir. Grup demek belli sayıyı dolduran hakem olur. Sonra hakemler birini ittifakla veya sıralama usulü ile ortak hakem yaparlar.

İ’raz etme” ne demektir?

Ben size hakemlik yapmıyorum demiş olur. Yani hakemlik yapma zorunlu değildir. Davacıyı veya davalıyı hakem dinler, onu haklı görürse onun davasını kabul eder, ücretini de kamudan alır. Bir kimsenin dava açabilmesi için önce hakemini haklılığına inandırmalıdır. Yani baş hakem hakemin bir tarafını mahkum ederse, davayı kazanan ile baş hakem hakemlik payını alırlar. Şimdi anayasamızda yer almayan bir hususu bu âyetten istihsan ediyorum.

Her hakem bir işletmenin danışmanıdır. Oradaki işlerle ilgili hukuki sorunları o hakemin fetvaları ile çözerler. Hakemin fetvası teminatlıdır. Zarar doğarsa hakemin dayanışma ortaklığı öder. Ayrıca hakem aldığı payının yarısını ortak fona koyar, bunlar eşit şekilde bölüştürülür. Bunların da müşaviridirler. Müslimlerden alınan cizye “genel hizmet” karşılığı alınmamaktadır, “kamu görevi” karşılığı alınmaktadır. Dolayısıyla hakemlik yapıp yapmamakta serbestiz. Ama hakemlerin verdiği kararları infaz etme ise kamu görevidir. Cizye aldığımız müslimlerin de hakem kararlarını infaz etmek durumundayız.

Buradan şu sonuçlara varabiliriz: Hakemlerin ücretlerini “genel hizmet”ten karşılarız, başhakemin ücretini ise “kamu görevi”nden karşılarız. Bununla beraber “hakemen min ehlihi ve hakemen min ehliha” derken nekre getirilmiştir. Dolayısıyla hakem hukuk danışmanı değildir, o da kamu görevlisidir. Şehit yani soruşturmacı için de bunu söyleriz. Soruşturmacıları davacı belirliyor. Ne var ki gerek soruşturmacının gerekse hakemlerin kararları artık tarafları bağlayıcı hale getirmektedir, hakemler ve soruşturmacılar sorumlu hale gelmektedirler, dolayısıyla adil davranmak zorundadırlar.

وَإِنْ تُعْرِضْ عَنْهُمْ

(Va EiN TuGRiW GaNHuM)

“Ve onlardan i’raz edersen.”

Yani davalarına bakmazsan demektir. Hükmetme ve i’raz etme arasında muhayyer kılınmış, sonra da her ikisi açıklanmıştır. Önce son zikredilen i’raz, sonra da hakemlik yapma konusu izah edilmiştir.

Asıl olan hükmetme midir, yoksa asıl olan i’raz etme midir?

Anlamamızda zorluk vardır.

Davalar iki şekildedir; hukuk davaları ve ceza davaları. Hukuk davalarında taraflar arasında mezheplere göre hükmedilir. Herkes kendi mezhebine göre ilzam edilir. Ceza davalarında ise bucak önemlidir, fiil hangi bucakta işlenmişse oranın mevzuatı geçerlidir. Cezanın infazı ise kişinin bulunduğu yerde yapılır. Hükmeden başka, infaz eden başkadır. Buradaki tahyirlik (iki taraftan birini seçme) hukuk davalarında söz konusu olup ceza davalarında elbette söz konusu olmaz. Çünkü ceza davalarında taraflardan biri bucağın kendisidir.

فَلَنْ يَضُرُّوكَ شَيْئًا

(Fa LaN YaWurRUvKa ŞaYEan)

“Sana bir zarar veremezler.”

“Sana zarar veremezler veya vermezler.”

Yani hükmetmemen demek aralarındaki işlere karışmam demektir.

Bugün Güneydoğu’daki olaylarda Türkiye neden mutazarrır olmaktadır?

Olmaktadır çünkü halkımız Türk hakimlerinin adil karar vermediklerine kanidirler, Türk uygulayıcılarının zulmettiklerine kanidirler. Bugünkü hakimlik sistemi ve merkezî yönetim bunu sağlamaktadır. Oysa “Adil Düzen”de bucaklar kendi hukuklarını kendileri oluşturmakta, kendileri karar verip kendileri infaz etmektedir. Dolayısıyla devletle sorunları olmayacaktır. Ama merkezî yönetimle kararlar verip infazlar yaparsanız, aralarındaki çekişmelerde senin taraf tuttuğuna hükmeder, sonra onlar birleşir ve devlete zarar verirler.

Önce her ilçede hakemler olacak, o hakemler o ilin halkından oluşacaktır. Mahkeme bucakta olacak, hakemleri taraflar seçecek ve muhakeme bucaklarda olacak. Hakemler kendi illerinden olacak ve hakemlerini kendileri seçeceklerdir. Onların verdikleri karardan dolayı devlete karşı bir tutumları olamayacaktır.

Sonra her ilçede o il halkından oluşmuş zaptiye teşkilatı olacaktır. Hakem kararlarını infaz da yine o il halkına ait olacaktır. Devletle ilişkileri olmayacaktır.

Demek ki iç güvenliği illerin kendilerine bırakırsak merkeze zararları olmayacaktır. Devlet sadece dış düşmanlara karşı ülkenin savunmasını yapacaktır. Savunmaya katılmak istemeyenlerden de bedel alınacaktır. Herkes istediği orduya katılmada serbest olacaktır.

Böyle bir düzen olduğu zaman devlete neden zarar versinler.

Burada “Len” ile gelecek sigası kullanılmaktadır. Gelecekten haberdir. Sana zarar vermeyeceklerdir veya zarar veremeyeceklerdir demektir. Buradaki bu ifade ile i’raz etmenin hikmeti anlatılmaktadır.

“İ’raz et veya hükmet” de diyebilirdi. Aksini yapmıştır. Ama açıklarken “i’raz et veya hükmet” diyerek iki şıkkı da eşit hâle getirdi. Taşradaki hakemler fakih olmayabilirler. O sebeple merkezdeki hakemlerin hükmetmesi daha âdil olabilir. Ancak merkezdeki fakih hakemlerin hükmü de olaydan uzak olduğu için âdil olamayabilir.

İkisini birleştirecek bir sistem oluşturmalıyız; o sistem de şöyle olmalıdır: Mahkemeler ilçede kuruluyor ve bunlar ehl-i zikrdir. Bölgede ise fakihler vardır. Taşradaki hakemler bunlara sorup onların fetvaları ile hükmetmelidirler. O zaman da sorumluluk merkezdeki hakemlere düşer. Yani ilçedeki hakem isterse bölgedeki mütehassıs hakemden fetva alır ve öyle hükmeder. O zaman sorumluluk merkezdeki hakeme düşer. Merkezdeki hakem zarar görmüş olur. İsterse taşradaki hakem sormaz, sorumluluk taşradaki hakemde kalır. Hattâ sorulan merkez hakemi fetva vermekle de mükellef değildir. Taşradaki hakem danışman hakemini değiştirebilir.

وَإِنْ حَكَمْتَ

(Va EiN XaKaMTa)

“Hükmedecek olursan.”

İ’raz etmez de hükmedecek olursan.

Burada iki şık da aynı ifadelerle ifade edilmiştir. Biri istisna şeklinde ifade edilebilirdi. O zaman biri asıl olurdu. Burada her ikisi asıldır; hükmetme de i’raz etme de asıldır.

İhsan olsun diye hükmedersin, fitne olmasın diye i’raz edersin.

İslâm devlet yapısını bir daha gözümüzün önüne getirelim.

İnsanlık merkez bucakları vardır. Bunlar Mekke’de ve kıta merkezlerinde bulunan merkez iller için geçerlidir. Buralarda insanlığın rasih hakemleri vardır. Bu bucaklarda hakemlik yapanlar bunlardır.

Ondan sonra ülkeler oluşmuştur. Ülkeler bağımsız olup insanlık merkez bucağı ülkelerin iç işlerine karışmaz. Oradan hicret serbesttir, oraya da hicret serbesttir. Her ülke halkı aralarında çıkan ihtilafları kendi ülkelerindeki fakih hakemlere hallettirir. İsterlerse rasih hakemlere de davayı götürebilirler. Kişi o devletten hicret etmedikçe davayı insanlık hakemlerine ancak tarafların ittifakı ile götürebilir. Hakemler isterlerse o zaman hükmederler.

Buradaki fiil müfret kullanılmıştır. Çünkü asıl olan hakemlerin ittifakıdır. Başhakem ancak hakemler ittifak edemezlerse hükmeder. Burada muhatap olan başhakem olabilir.  Bucağın hakemleri başhakem olarak mü’min hakemi seçmiş olurlar. Buradaki “hükmet” emrine muhatap olan başhakem olmuş olur.

Başhakem hakemliği kabul veya reddetmekte serbesttir. “Sana geldiklerinde” demesi ile hakemlerin yanında taraflar da vardır demektir. Şöyle ki, hakemliğin kesinleşmesinden önce, davalı ve davacı başhakemleri seçerler. Hakemler biz falanı başhakem seçtik derler. Taraflar da muvafakat ederlerse hakemlikleri kesinleşmiş olur. Etmezlerse, taraflardan herhangi biri başka hakem atayabilir. Hakemlik kesinleştikten sonra artık rücu edilemez. Burada “sana ciet edince” dendiğinde hem hakemler hem de taraflar gelmiş olmaktadır. İkisi asaleten ikisi de vekâleten gelmiş olur.

فَاحْكُمْ بَيْنَهُمْ

(FaXKuM BayNaHuM)

“Aralarında hükmet.”

Mahkemelerde bir davalı var, bir de davacı var. Bunlar iki tanedir. Öbür taraftan hakemler üçtür, ikisi tarafların hakemidir, biri başhakemdir. Ne var ki başhakem söz konusu olunca hakem birdir. Hakemlerle taraflar o zaman çok olmuş olur.

O halde buradaki “Ke” harfinin işaret ettiği kimse başhakemdir, yoksa “Küma” denmesi gerekirdi; “Hakemte” yerine de “Hakemtüm” denmesi gerekirdi. Bu ifade mahkemenin üç hakemden oluşacağını açıkça beyan etmiş olur. “Beynehüm” kelimesinin izharı ile bu husus teyit edilmiştir, yoksa sadece “Fahküm” denmiş olurdu.

“Hattâ yuhakkimûke fîmâ şacara beynehüm”de “kef” harfi başhakem olarak alınabilir. Başhakem hükümde resul ve nebilerin de üstündedir. Dolayısıyla o muhatap olur. Bununla berber “ey resul” diye başlayan hitabın devamıdır. Başhakemi bucak başkanı, il başkanı, ülke başkanı ve insanlık başkanı olarak alıyoruz.

بِالْقِسْطِ

(Bi eLQıSOi)

“Kıst ile”

Kur’an’da; kıst ile kaim olmak, kıst ile emretmek, kıst ile şahid olmak, kıst ile hükmetmek, kıst ile ifa etmek, kıst ile cezalandırmak, kıst ile kaza etmek olarak geçmektedir.

Adl ile emretme, adl ile hükmetme de geçmektedir. Ayrıca adl ile yazmak, adl ile ıslah edip kıst etmek emredilmektedir.

Sen hükmet dendiğinde “kıst”, siz hükmediniz dendiğinde “adl” kelimesi getirilmektedir. Adl ile ıslah ve kıst etmek. Kıst ederken kesin karar verirsin. Tarafların rızasını aramazsın. Oysa adlde taraflarla istişare edersin, sorunları çözecek şekilde hükmedersin.

Bu iki kelime arasında şöyle bir fark vardır. Bir hüküm verirken iki şeye dikkat edilir. Biri hak sahibini tesbit etmedir, geçmişte uğradıkları haksızlığı gidermedir. Bu kısttır. Burada hikmet düşünülmez, sadece illet düşünülür. Haksızlığın olmaması esas alınır. Adlde ise daha çok dengeye getirmek, geleceği düzene sokmadır. Mağdurun mağduriyeti giderilecektir ama düzen de tehlikeye sokulmayacaktır.

Görevlilerin görevlerinden dolayı yaptıkları suçlar kısasa tâbi değildir. Sadece âkilesi tarafından diyetleri ödenir. Mesela, hakemlerin verdiği karar ne olursa olsun kısasa tâbi tutulmaz. Başkanların kararları da kısasa tâbi tutulmaz. Böyle yapmadığımızda kamu görevleri yapılamaz hal alır. Mağdur olanların mağduriyeti de diyetle giderilmelidir. Kısas mağdur için daha yararlı değildir.

Adl ile ıslah edin, demekle ıslahta adaletin olduğu, kıstta ise ıslah olmadığı ifade edilmiş olmaktadır. Burada emredilen kıst ile hükmetmek demektir. Davalı ve davacı arasında hüküm kıst ile yapılır. Bunu bir tek başhakem hükmeder. Oysa adl ile hükmetme çoğul olarak getirilmiştir. Orada sadece kıst yeterli değildir, adl de olmalıdır.

Birleşmiş Milletler’in yaptığı gibi kararlar alınması yanlıştır. Kararlar hakemler tarafından alınacaktır. Sonra icraya geldiğinde Güvenlik Konseyi’nin imtiyazlı olması normaldir. Çünkü sonunda güçlü kimse onun dediği olur. Sermaye Birleşmiş Milletler’de karar alıyor, sonra süper güçler uyguluyor! “Adil Düzen”de süper güçler kalabilir ama devletleri Birleşmiş Milletler değil hakemler yargılamalıdır.

إِنَّ اللَّهَ يُحِبُّ الْمُقْسِطِينَ(42)

(EinNa elLAHa YuXıbBu eLMUQSiOIyNa)

“Allah muksitleri hubbeder.”

Kur’an’da söylenenleri anlamada zorluk çekiyoruz. Bunun iki sebebi vardır. Kur’an’da geçen kelimelere bugün Türkçedeki manâları veriyoruz. Örnek olarak “muhabbet” kelimesini ele alalım. Hubbetmeyi sevmek şeklinde anlıyoruz. “Sevmek” kalbî bir fiildir. Diğeri insana karşı duyduğumuz müsbet ilgidir. “Hubb” kelimesini bu şekilde anlamanın yanlış olduğunu Türkçedeki kullanılışı ile de bilebiliriz. “Muhabbet” sevişme demektir. Oysa Arapça olarak kullandığımız zaman “muhabbet” sevmek demek değildir. Sohbet etmek ise arkadaşlıktır. O halde Türkçedeki “sevmek” daha çok eşler arasındaki hissî bağlar olduğu halde, Arapçadaki “hubb” kelimesi daha çok topluluk içindeki sosyal bağları ifade eder. Biri psikolojik bağdır, diğeri sosyal bağdır.

Başka bir deyişle biz “muhabbet” kelimesine sosyal bir mânâ vermeliyiz. Örnek olarak “Allah onları sever, onlar da Allah’ı severler” denirse, buradaki sevgiyi insanların kalbî hisleri olarak anlarsak, Allah’ı da öyle anlarsak mânâ sadece sözde kalır. Oysa insanın Allah’ı sevmesi demek, isteyerek Allah’la beraber olması demektir; yani insanların toplantılara isteyerek gelmeleri ve toplantılarda sıkıntı duymamaları demektir. Allah’ın topluluğu sevmesi demek de topluluğun işlerinin iyi gitmesi manasında anlaşılmalıdır.

“Allah muksitleri sever” ne demektir, bunun pratik mânâsı ne olur?

Halk muksit olanlara saygı duyar, sevgi duyar demektir. Haksızı mahkum eden hâkime kişi kızmaz, mahkum olanın kendisine kızar. Bütün sorun nedir? Halkın hakemlere yani yargıya saygı duyması gerekir. Bu da ancak kıst ile hükmedildiği takdirde sağlanır.

Buradaki “Allah” kelimesi “halk” ile ifade edilebilir. Kâinatın rabbi Allah olarak anladığımızda, kıst ile hükmedenlere karşı herkes saygı duyar ve kararları etkin olur.

Allah insanları öyle yaratmıştır ki, hükmedenler adilane hükmettikleri zaman ses çıkarmazlar, teslim olurlar.

Yalnız “kıst” ile hükmetmekle “adil” olarak hükmetmenin başka bir farkı ortaya çıkmıştır. Adl ile hükmetmek demek herkese aynı şekilde hükmetmek demektir. Halk Partisi’ne uygulanan hükümler ile AK Parti’ye uygulanan hükümler aynı olmalıdır. Kıst ile hükmettiğinizde davalı ile davacı arasında hak ile hükmetmedir.

Savcı ne yapıyor?

Beş sene önce işlenmiş suç hakkında şimdi dava açıyor. İşte bu adl ile hükmetme değildir. Neden? Bu kimse bu suçu beş sene önce işlediğine göre o zaman neden suçlanıp mahkûm edilmedi. O zaman bununla görevli olan savcılar suçludur. O zaman önce onlar muhakeme edilmelidir, onlar cezalandırılmalıdır. Demek ki böyle işlenmiş pek çok suç var ama savcı keyfine göre dava açmıyor demektir. On sene içinde işlenmiş suçlar depo edilmiyor. Sonra tüm halk suçlanıyor. Hâkimler de davaları uzatıp duruyorlar. Savcılar eğer delil getirmişlerse bir hafta içinde mahkûm etmeleri gerekir; getirmemişlerse delil yetersizliğinden davaları düşürmeleri gerekir.

İşte bunların hiçbirisi kıst değildir. Hâkimin kesin olarak hemen karar vermesi kıst ile karar olur ve bu halkın yargıya karşı saygı duymasını doğurur. “Yargıya güveniyor musunuz?” diye bir halk oylaması yapılsa ortaya ne çıkar? Burada suçlu olan savcı veya hâkim değildir. Suçlu olan düzendir. Bizim hâkimleri değil muhakeme sistemini değiştirmemiz gerekir.

***

وَكَيْفَ

(Va KaYFa)

“Ve nasıl”

Buradaki “Ve” harfi nereye atfetmektedir? Bu cümle isim cümlesi midir fiil cümlesi midir, yani “Keyfe” harf midir yoksa isim midir? İsim ise mensup mudur yoksa fetha ile mebnidir? “Ve” harfini ona göre manâlandırırız. “Keyfe” mebni isim ise o zaman cümle isim cümlesi olur ve cümle hal cümlesi olur. Yoksa cümle fiil cümlesi olur, bir fiil cümlesine atfedilmesi gerekir. Gerçi gramerciler istinaf vavıdır deyip sorunu çözüyorlar. Olabilir. O zaman isim cümlesi fiil cümlesine, fiil cümlesi de isim cümlesine atfedilmiş olabilir.

Mânâ itibariyle şöyle diyebiliriz. Sana hakemlik yapmanı istemek üzere gelirlerse hükmet veya i’raz et. Ama onların seni hakem yapmaları uygun hareket değildir.

İlkin bizim yapacağımızı anlatmaktadır, sonra onların durumlarını zikretmektedir.

Keyfe” inkâr hemzesi, taaccüp/istifham mıdır? “Vav” harfi ile atfetmesinden öyle anlaşılıyor ki arada bir hazf cümlesi var demektir. Bizim kabul ettiğimiz usulde Ve harfi atfedilecek yer bulunamıyorsa bir hazfedilmiş cümle takdir ederiz. Bakara Sûresi’ndeki “Ve Kâlû” ifadesinde bunu açıkça ifade etmektedir; “âmenû ve kâlû” takdir edilmektedir.

Burada da “Keyfe yuhakkimûneke”, seni nasıl hakem yapıyorlar; oysa sana inanmıyorlar, sana tâbi değildirler, senin şeriatını kabul etmiyorlar, seni hakem yapmamaları gerekir. Ve keyfe yuhakkimûneke, kendilerinde de Tevrat vardır, yani kendilerinde de şeriat kitabı Tevrat vardır.

Burada işaret edilen başka bir husus, hakemin kendi içtihadı ile hükmetmesidir.

Osmanlılarda kadılar atanıyor ve muhakeme ederken herkese kendi şeriatlarına göre hükmediyordu. Oysa bu âyet gösteriyor ki hakem kendi içtihadı ile hükmeder. Yani taraf hakemini seçerken muhakeme sisteminde hakemin mezhebine uyacaktır. Esasta ise herkesin kendi sözleşmesine göre hükmedeceklerine göre sözleşmedeki hükümlere göre hükmedeceklerdir. Yani bu âyetten anlaşıldığı üzere usulde hakemler kendi içtihatlarına göre muhakeme ederler. Bugün bunun uygulaması usul kanunlarına “ma kabli”ne de şamildir.

“Lime, bime yuhakkimûneke” denmemiş de “keyfe yuhakkimûneke” denmiştir?

Sebebini ve illetini sormuyor da hâlini soruyor.

Bir düzen bütündür. Kendi içinde tutarlıdır. Her içtihat bağımsızdır. Bunlardan biri uygulanır. Karma hukuk olmaz.

Batılılar bugün karma hukuk uyguluyor. Meclis’ten çıkan kanunlar karmadır, hukuk sistemi değildir, hukuk düzeni değildir. Batı’nın tüm kanunları böyledir.

Oysa İslâmiyet’te mezhepler vardır. Bir mezhebe mensup olanlar o mezhebin hükümlerini uygularlar. Bucaklar ise bir müçtehidin içtihatlarına göre kamu hukuklarını uygulayacaklardır.

Evet, Meclis’in parmak kaldırarak kanun yapması yanlıştır. Meclis ilim adamlarından oluşacak, ilmî dayanışma ortaklıkları oluşacak. Her dayanışma ortaklığı ayrı hukuk geliştirecek. Bucaklar bunlardan birerini benimseyecektir. Merkez bucaklar da öyle yapacaktır. Yani hukuk kuralları içinde bütünlük olmalıdır.

يُحَكِّمُونَكَ

(YuXakKiMuvNaKa)

“Seni tahkim ediyorlar.”

Evet, seni tahkim etmeleri doğru değildir. Çünkü siz Tevrat’ın hükümlerine göre yaşıyorsunuz. O da Allah’ın kitabıdır, Kur’an da Allah’ın kitabıdır. Ne var ki Tevrat’ın hükümleri Kur’an hükümlerinin bir parçasıdır. Oysa senin anladığın başkasıdır. O halde hükümler arasında tenakuz vardır.

Bir örnek verelim. Kur’an’da evlenmede kadınlara mihir takdir edilmiştir, mihirsiz evlenmeleri kabul etmemiştir. Mihr boşanma tazminatıdır. Boşanma olmazsa mihir iade edilmelidir. Alınmamışsa miras verilmeden taksim edilmelidir. Bu bazı zorluklar getirdiği için mihrin iadesi yerine mirasın yarılanması esas alınmıştır. Karı koca altıda birlerle vâris olurlar. Mihirden dolayı erkeğin payı dörtte bire çıkar, kadının payı sekizde bire iner. Oysa medeni hukukta mihir şartı konmamış, boşanmaları mahkemelere bırakmış ve tazminat takdirini koymuştur. O zaman mirasta kadın erkek eşit olmalıdır. Öyledir. Medeni kanunda eş dörtte bir almaktadır.

Şimdi medeni kanuna göre evlenmiş ve mihir takdir etmemiş eşler bize gelir, bizi Kur’an’a göre ayır derlerse; biz dörtte bir, sekizde bir ile hükmederiz, bu da zulüm olur. O halde kanunlar sistem içinde düşünülerek yapılmalıdır, sistem içinde hükümler uygulanmalıdır. Böyle olunca da hakemlik sistemi uygulanmaz olur. Kur’an hem serbest sözleşmeleri kabul etseydi hem de hakemlik sistemi yerine hâkimlik sistemi getirseydi çelişki içinde olurdu. Nitekim Batılılar hem akit sistemini getirmişler hem de hâkimlik sistemini uygulamaktadırlar. Bu da çelişkidir. Başarısızlığın kaynağı budur.  

وَعِنْدَهُمْ التَّوْرَاةُ

(Va GıNDaHüMu etTaVRaTu)

“İndlerinde Tevrat vardır.”

Onların kendi hukukları vardır, kendi kitapları vardır, kendi düzenlerini ona göre kurmuşlardır; ona göre hareket etmeleri gerekir ve hükümleri de öyle olmalıdır.

Mustafa Kemal’in Batı’dan kanunları aktarması bu sebeple yanlıştır. Mustafa Kemal kanunlarla topluluğu değiştirmek istemiş, başarılı olamamıştır, Türkiye Avrupalı olamamıştır.

Aslında Mustafa Kemal hukuk inkılaplarını şu sebeplerden dolayı yapmıştır.

  1. Mevcut fıkıh çağımızın meselelerini çözememiştir. Bunu sultanlar fark etmiş, medeni ve borçlar kanunu dışındaki bütün kanunları Batı’dan aktarmışlardır. Bir de şeyhülislâmdan fetva alarak şeriata uygundur yalanını da kullanmışlardır. Oysa böyle bir fetvaya şeyhülislâmın yetkisi yoktur, sultanın da kanun yapma yetkisi yoktur. Mustafa Kemal “ahkâm-ı şer’iye lağvedilmiştir” diyerek yalanı terk etmiş, medeni kanunu da tercüme ettirmiş yani hukukta bütünlük sağlamıştır.
  2. Lozan’da azınlık haklarını korumak için çok hukuklu sistemle yetinmemişler, çok yargılı sistemi dayatmışlardır. Mustafa Kemal onların kanunlarını getirerek hukuk birliği içinde yargı birliğini sağlamış, azınlıkları buna ikna etmiş ve yargıyı dış müdahalelerden kurtarmıştır.
  3. Hukuk inkılâbının başka bir hikmeti daha vardır. Bin seneden beri içtihat sistemi kapatılmış, bundan dolayı hukuk canlılığını kaybetmişti. Fıkıhçılar bir türlü içtihat yapamıyor, hep bin sene önceki fıkıh içinde dönüp dolaşıyordu. “Ahkâm-ı şer’iye lağvedilmiştir” demekle içtihat kapısı açılmıştır.
  4. Saltanat olmadığına göre kanunları Meclis yapacaktır. O halde şeyhülislâmın vesayeti sahtekârlığından Meclis’i kurtarmak gerekiyordu.

Demek ki Mustafa Kemal’in yaptıkları Kur’an’ın bu âyetinin hükümlerine uygundur.

Bundan sonra ne yapılacaktır?

İlim adamları çalışacak, fıkıh oluşturacak ve sonra İslâm anayasası kabul edilecektir.

Meclis anayasa yapamaz. Mevcut olan bu üniversiteler de anayasa yapamaz.

Yapacağımız iş bir “anayasa vakfı” kurup oradaki ilim adamlarını çalıştırmadır. Onlar değişik anayasalar hazırlayacaklardır. Meclis bunlardan birini kabul edecek, iller istediklerini kabul edecek, bucaklar istediklerini kabul edeceklerdir.

Bu âyet bunu açıkça ifade etmektedir.

Şimdi araştırılması gereken Tevrat’tan kasdın ne olduğudur. Lütfi Hocaoğlu’na göre “Tevrat” dendiği zaman kadim kitabı mukaddestir. Hz. Musa’ya gelen ilk beş kitap ise Tevrat’ın cüz’üdür. Bu yorumu genişletebilir. Hz. İbrahim peygamberin sahifeleri de onların içinde olduğuna göre İncil de dâhil bütününe Tevrat denebilir. Hattâ Hinduların Vedaları da Tevrat olarak ele alınabilir. Kur’an dışında başka bir şeriat kitabı yoktur.

Bu hususları Kur’an’a soracak olursak, Âli İmrân 93’üncü âyette de Tevrat inzâl olmadan önce denmektedir. O halde Tevrat İsrail’den sonra nâzil olmuştur. Dolayısıyla Hz. İbrahim’in suhufu Tevrat değildir. Oysa Hz. Musa’nın suhufu ile Hz. İbrahim’in suhufu aynı suhufta birleştirilmiştir. Sonra bu âyette Tevrat tekrar edilmiş, zamir gönderilmemiştir. O halde Tevrat müşterek kelimedir. Biri Hz. Musa’nın sahifelerini de içerir, diğeri içermez.

مِنْ قَبْلِ أَنْ تُنَزَّلَ التَّوْرَاةُ قُلْ فَأْتُوا بِالتَّوْرَاةِ فَاتْلُوهَا إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (93)

Hz. İsa kendisi Tevrat’ın musaddıkıdır, ayrıca İncil de Tevrat’ın musaddıkıdır.

 

Kur’an’da, hiçbir kitabı peygambere verdik denmemektedir, yani Musa’ya, İsa’ya veya Muhammed’e denmemektedir. Kur’an Tevrat’ın musaddık olduğunu söylemekte, oysa İncil’i musaddık olarak söylememektedir. Sadece kendisinden önce gelenleri de “Mâ” ile zikretmektedir. Buradan şu sonuca varırız ki Tevrat, hükümleri içeren Ahdi Atik’tir.  Tevrat’ın da dâhil olduğu bir ifade de vardır yani Tevrat üç mânâ taşır.

  1. Musa’nın sahifeleri. Beş kitap.
  2. Musa’nın sahifeleri dışındaki kitaplar.
  3. Hem Musa’nın sahifeleri hem de ondan sonra gelenler.

Ayrı ayrı delalet eden müşterek kelimedir.

فِيهَا حُكْمُ اللَّهِ

(FIyHAv XuKMu elLAHi)

“Orada Allah’ın hükmü vardır.”

Burada kastedilen Tevrat hem Hz. Musa’nın sahifeleri hem de ondan sonra gelen Zebur dâhil bütün kitaplardır. Çünkü orada hükümler vardır. İncil de dâhildir. Şöyle ki, şeriat olarak o Tevrat’ı kabul etmiştir.

Şimdi “Keyfe” kelimesi ile sormaları gerektiği ifadesi ve burada “Allah’ın hükmü vardır” denmesinden anlaşılıyor ki, Allah’ın Tevrat’ta ayrı Kur’an’da ayrı hükümler buyurduğu ortaya çıkmaktadır. Yani değişik mezheplerin hükümleri ayrı olacaktır. Değişik bucakların hükümleri ayrı olacaktır. Hepsi Allah’ın hükmüdür.

Burada bir hususu işaret etmek gerekir, o da yeryüzündeki bütün şeriat Allah’ın şeriatıdır. Zamanla değişmiş ve bozulmuş ama şeriat tektir. Şamanların şeriatı da ilâhi şeriattır. Bugünkü Avrupalıların şeriatı da ilâhi şeriattır. Önce Roma’da 12 levha kanunları Tevrat’a dayanmaktadır. Kıbrıslı Yahudi Zenon tarafından laikleştirilen hükümleri içermektedir.

Sonra Hıristiyanlaşan Bizans tamamen Tevrat ve İncil’e dayalı bir hukuk oluşturmuştur. Justinianus (d.482-ö.565), Ayasofya’yı yapan hükümdardır. (I. Justinianos (Latince:Flavius Petrus Sabbatius Iustinianus) Jüstinyen olarak da bilinir, 527-565 döneminde Doğu Roma İmparatoru olarak hüküm sürdü. 532 yılında yeniden yapımına başlanan Ayasofya, 5 sene gibi kısa bir sürede bitirilerek şuan bile ünvanını koruyan “Dünya’nın en hızlı inşa edilen katedrali” ünvanına sahip olmuştur.) Roma Hukuku onun zamanında tamamlanmıştır.

İslâmiyet’in Batı’ya tesiri ile serbest sözleşme sistemi getirilmiştir.

Allah’ın hükmü dışında ortaya konan hükümler sadece komünizmde vardır.

Ben Kırgızistan’a gittim ve onların yasalarını inceledim. Batı’nın bütün kurumlarını aynen almışlardır. Mesela onlarda da işçilik ve memurluk ayırımı olmaktadır, işveren ve işçi ayırımı olmaktadır. Bütünüyle bu müesseseler orada da mevcuttur.

ثُمَّ يَتَوَلَّوْنَ مِنْ بَعْدِ ذَلِكَ

(ÇümMa YaTaValLaVNa MiN BaGDi ÜAvLiKa)

“Bundan sonra tevelli ediyorlar.”

Önce hakem yapıyorlar, sonra da uygulamıyorlar.

Demek ki hakem kararlarını uygulamada onların elinde zorlama yoktur.

Taşra bucaklarındakiler merkezi hakemlerle hükmettiler ama uygulama taşra bucak başkanlarının sorumluluğundadır. Taşra bucak halkı hakemlerini seçiyor ve karar alınıyor. Hakemler ilçeden. Sonra bu kararı uygulayacak olan bucak başkandır.

Uygulanmazsa ne olacaktır?

Yapılacak hiçbir şey yoktur. Mağdur olan o bucağı terk eder. İlçe merkez bucaklarından birinde yerleşirse yahut bölge merkez bucaklarından birinde yerleşirse yahut kıta merkez bucaklarından birine yerleşirse, o zaman hakkını bucak başkanından talep edebilir.

وَمَا أُوْلَئِكَ بِالْمُؤْمِنِينَ(43)

(Va MAv EuLAvEuKa BiLMuEMiNIyNa)

“Ve bunlar mü’min değildirler.”

Bu cümle hâl cümlesidir. Bunlar mü’min değiller ki senden hüküm istiyorlar.

Onlar mademki müslim olarak kaldılar, kendi yöneticilerini kendileri seçtiler; onlar mademki askerlik yapmıyor ve bedel ödüyorlar, o halde seni hakem yapmamaları gerekir.

Böylece Kur’an hakemlik sistemini, çoklu hukuk sistemini kabul etmiş, sadece yargıdaki infazı devlete bırakmıştır, merkezi yönetime bırakmıştır.

Bundan başka adil bir sistemi bulmak mümkünse, gelsin de getirsin bakalım. Getirebilirse getirsin, biz de ona uyalım. Ama onlar kulaklarını tıkayarak yıldırımlardan korunacaklarını sanıyorlar.

 

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 30

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

إِنَّا أَنزَلْنَا التَّوْرَاةَ فِيهَا هُدًى وَنُورٌ يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ الَّذِينَ أَسْلَمُوا لِلَّذِينَ هَادُوا وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْأَحْبَارُ بِمَا اسْتُحْفِظُوا مِنْ كِتَابِ اللَّهِ وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَاءَ فَلَا تَخْشَوْا النَّاسَ وَاخْشَوْنِي وَلَا تَشْتَرُوا بِآيَاتِي ثَمَنًا قَلِيلًا وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْكَافِرُونَ(44)

 

إِنَّا أَنزَلْنَا

(EinNAv EaNZaLNAv)

“Biz inzâl ettik.”

Bundan önce “ister hükmet ister i’raz et” demişti. “Tevrat kendilerinde iken senden nasıl hükmetmeni istiyorlar; sonra da verdiğin hükmü kabul etmiyorlar” demişti.

Bunu açmak üzere bu âyet getirilmiştir. Yeni hüküm içermediği için “ve” ile atfedilmemiştir. Birinci cümlenin beyanıdır.

İnnâ” getirerek isim cümlesi yapılmıştır. Başkası değil biz inzâl ettik demiş oluyor.

Kimileri Tevrat’ı Allah’ın kitabı olarak kabul etmeyip onunla ameli veya hükmetmeyi caiz görmüyorlar. Kur’an ise onu inzâl eden biziz, bizim bütün kitaplarla amel edilmesi gerektiğini söylüyor.

Biz Kur’an’ı bugün bize nâzil olmuş kabul ederek manâlandırıyoruz. Bundan bin sene sonra bu Kur’an’ın işaret ettiği kimseler başkaları olacaktır. İnsanlık döngü içinde yaşadığı için her dönemde benzer kimseler olacaktır.

Peygamberler için “erselnâ” kitaplar içim “enzelnâ” demektedir.

İnzâl etme” indirme manâsından çok kondurma manâsındadır. Yukarıdan aşağı indirmeden çok onu yerleştirme, onu anlar hâle getirme anlamındadır. Demiri indirdik diyor. Gökten indirdik demiyor. Yani demiri kullanılır hâle getirdik yahut enerji bakımından en alt seviyede yaptık demektir. Her şey demire düşer. Demir 26 numaralı elementtir. Ondan küçük olanlar birleşir enerji verirler demire varırlar. Daha büyük elementler de parçalanarak enerji verirler demire varırlar. “Menzil” ulaşılan yer demektir, yoksa aşağı inilen yer demek değildir. O halde “Biz Kur’an’ı inzâl ettik” deyince gökten indirdik değil de onu insanların beyinlerine yerleştirdik demek olur. “İnzâl” da kullanılır, “Tenzil” de kullanılır. Kur’an için hem inzâl hem de tenzil kullanılır.

“Tevrat’ı inzâl ettik” denmektedir. Başka yerlerde de “Tevrat’ı ve İncil’i inzâl ettik” denmektedir. Yani Tevrat ve İncil birden inzâl edilmiş şeklinde ifade edilmektedir. Oysa Tevrat’ın inzâli Hz. Musa ile başlar, İncil’in inzâli ise Hz. İsa iledir.

Neden bütün Batılıların mukaddes kitaplar dediği kitapları tek inzâl ile ifade etmektedir? Bir yerde muzari sigası ile “Tevrat tenzil olunmadan önce” denmektedir. Tek başına İncil’i inzâl ettik demeyip îtâ ettik denmektedir.

Tevrat şeriat kitabıdır. İncil ise tarikat kitabıdır. Onlar bir bütündür. Dolayısıyla onların nüzulü Kur’an’ın nüzulü gibidir. Zaman itibarı ile parça parçadır ama bütün olarak birer defa nâzil olduğu için inzaldir. Diğer taraftan inzâl olmasının hikmeti onun bir dönem için olmasıdır. Onlardaki hükümler o tarihler için geçerlidir. Değişik dönemlerde değişik manâlar taşıyarak farklı uygarlıklara uygulanamaz.

Oysa Kur’an bir bütündür, yani hem şeriatı hem tarikatı içerir. O bakımdan inzâldir ama her bin yılda yeniden yeni manâlar kazanır, yeni uygarlık oluşturur; o bakımdan da tenzildir. Tevrat için bir yerde tenzilden bahsedilmesi onun yalnız Hz. Musa’ya değil de diğer peygamberlere de nâzil olduğuna işaret etmektedir.

التَّوْرَاةَ

(elTeVRATa)

“Tevrat”

İncil için tek başına inzâl ettik denmemektedir. Oysa Tevrat için burada tek başına onu inzâl ettik denmektedir. Çünkü Tevrat’ın hükümleri İncil tarafından da kabul edilmiştir. Tevrat hüküm itibariyle bağımsızdır. Oysa İncil hüküm itibariyle bağımsız değildir. Onlar şeriat olarak Tevrat’ı veya Kur’an’ı uygulayacaklardır. İncil’de Tevrat’ın hak olduğu ve uygulanması gerektiği yazılıdır. Bunun yanında kendisinden sonra bir peygamberin geleceği ve dünyanın merkezine hükmedileceği yazılıdır.

Kur’an’ı doğru anlayabilmemiz için İslâm âlimleri artık işbölümü yapıp öğrenmeye koyulmalıdırlar...

Diyanet mensuplarına değişik diller öğretilmelidir. Bir dil öğrenen imam veya vaize derece verilmelidir, ünvan verilmelidir...

Ondan sonra da o dilden Türkçeye tercümeler yapılmalıdır. Devlet sahife başına bir bedel ödemelidir. Bundan başka bu tercüme edilen kitaplar internetin özel sitesinde yayınlanmalıdır...

Gögıl (Google) gibi bir sitemiz olmalıdır...

Tevrat, İncil, Vedalar, Avestalar, Kur’an, Yunan ve Hint klasiklerini araştıran bir akademi kurmalıyız. Herkes ayrı ayrı okumalı ve Kur’an’la karşılaştırılmalıdır. Ondan sonra Kur’an o bilgilere göre yorumlanmalıdır…

فِيهَا هُدًى وَنُورٌ

(FIyHAv HuDan Va NUvRun)

“Onun içinde hidayet ve nur vardır.”

Kur’an’da hidayet ve nur vardır ifadesini yalnız İncil ve Tevrat için getirmektedir. Kur’an için birlikte bu ifade zikredilmemektedir. İncil’de ayrı Tevrat’ta ayrı yerde ifade edilmektedir. O halde Tevrat’ın hidayeti ve nuru başka, İncil’in hidayeti ve nuru başkadır. Biri şeriatla ilgili nur ve hidayettir. Diğeri ise minhacla ilgili nur ve hidayettir. Birinde  devletçe teyit edilmiş düzen vardır. Diğerinde de devletçe teyid edilmemiş, müeyyidesi ilâhi ve uhrevi olan nizam vardır. Eğer Kur’an için de bu ifadeyi zikretmiş olsaydı Kur’an da ayrı bir şey olurdu. Kuran ise bunların ikisini içermektedir. Kur’an nuru bunlardan usul olarak farklıdır. İçtihat ve icmaları içerir. Ama füru yani fıkıh Tevrat’ın ve İncil’in fıkhıdır.

Burada İncil’den bahsettiği yerde hidayet ve nur birbirine atfedilmiştir. Hidayet başka, nur başka olarak zikredilmiştir. Ancak “ve” harfi ile bağlanarak bunların ancak birlikte işe yarayacağı anlamına gelmektedir.

Hidayet nedir?

Nur nedir?

Hidayet” yol gösterme veya yola götürmedir. Kılavuzluk etmedir. Rehberlik etmedir.

Kitap insan değildir ki rehberlik etsin, hidayete erdirsin. Kitap eğer Allah’ın kitabı ise o rehberlik eder. Şöyle ki, onu okuyan kimse Allah’ın kelamını okumaktadır. O ölü kitap değildir. Diğer kitaplardan farkı budur. Çünkü Allah o kitapların mütekellimidir. Şimdi söylemektedir. Siz Tevrat’ı, İncil’i, Vedaları okuduğunuz zaman onlarda bir yaşlanma, bir eskilik bulamazsınız. Tahrif edilmiş yerlerin bozuklukları beyninizi tırmalar ama siz onları atacaksınız. Yeniden o kitabı okumaya başlayacaksınız. Size birçok yenilikler ve ilerilikler gösterir. Bu bakımdan hidayettir.

Diğer taraftan bu kitaplar sadece sahifede yazılı olarak durmamaktadır. Onları okuyan, onlara sahip çıkan, onları diğer insanlara anlatan mensupları vardır. Bunlar maaşlı din adamları olmayabilirler.

Şimdi ben bunları yazıyorum... Reşat Nuri Erol tarafından okunacak ve yayınlanacak hâle getiriliyor... İstanbul Yenibosna’da okunuyor, son şekli veriliyor ve internete giriyor... Siz internetten indirip okuyorsunuz... Sizin de doğruladığınız manâları alıyorsunuz ve uyguluyorsunuz... Sonra başkalarına ulaştırıyorsunuz...

O halde bu kitaplar kuru kitaplar değildir. Bunlar canlı insanlar üzerinden yaşamaya devam eden manâlardır. İşte bu sebepledir ki Tevrat, İncil, Vedalar ve Kur’an böyle hâdi olan kitaplardır. Bu kitapların dışındaki kitaplar okunur ve kenara itilirler. Sadece okuyucuya bilgi verirler, onlar kişileri faal hâle getirmezler.

Tevrat ikinci olarak nurdur. İncil de böyledir.

Nur” ışık demektir, aydınlık demektir. Işık çevreyi gösterir ama o hâdi değildir. Çünkü insana şunu yap bunu yap demez. O sadece aydınlatır. Önce aydınlanır, sonra hidayet edilir. Oysa burada önce hidayet sonra aydınlıktan bahsetmektedir. Çünkü bu kitaplar önce insanları Hakka doğru yönlendirir, sizi ona inandırır, sonra hedefe nasıl gidileceğini öğretir.

Yani hidayet Müslim olmaktır, Hakkı aramaktır. Nur ise Hakka yöneldikten sonra onun yolunu aydınlatmadır. İmanda yol gösterme vardır. Tebliğ ulaşmıştır. Peygamberler ve filozoflar hep insanları hidayete götürme şevkini vermeye çalışmışlardır. Nur ise şeriattır, fıkıhtır. Ameli sana yaptırmazlar, ameli aydınlık içinde kendin yaparsın. Bu sebepledir ki mükafat ve mücazatı vardır. Demek ki Tevrat şeriatı düzenleyen bir kitaptır. İncil ise ahlâkı ve maneviyatı düzenleyen bir kitaptır. Hepsi iman ve amelle ilgilidir.

Burada anlatılan başka bir husus da Hakka giden yolların tek olmadığı, farklı olduğudur. Nasıl Amerika’ya giderken kara, demir, deniz, hava ve özel otolarla gidebildiğin gibi şeriatlar de tarikatlar de çeşitlidir Hepsi seni Hakka götürür. Nur ve hidayet kelimelerinin nekre olması bunu ifade eder.

يَحْكُمُ بِهَا النَّبِيُّونَ

(YaXKuMu BiHAv elNaBiyYUuNa)

“Onunla nebiler hükmeder.”

Tevrat’la nebiler hükmeder.

Bizim kabulümüzde nebiler ilmî dayanışma ortaklıkları sorumlularıdır. Yani şeriat mezhebi sahibi olanlardır. Her devlette bunlar rasihlerden oluşmaktadır. Bu rasihler ilim sahibi olacaklar, aynı zamanda kendilerine ittiba edilecektir.

Şimdi nebileri bu şekilde anladıktan sonra nebilerin hükmetmesi ne demektir?

Mahkeme üç hakimden oluşacaktır. Taraflardan biri bir hakem, diğeri bir hakem seçecek, hakemler de baş hakemi seçecekler, böylece nebilerden oluşmuş bir mahkeme kurulmuş olacaktır. İşte “nebiyyûn” denmiş olması bunu ifade eder.

Esselaseti ellezîne hullifu”da üç kişi için kurallı erkek çoğul getirilmektedir.

Kurallı erkek çoğul aslında on kişiden fazla olan cemi kesret için getirilir. Bu şekliyle mânâ verecek olduğunuzda devlet içinde ilmî dayanışma ortaklıkları ondan fazla olacaktır demektir. Hakemler bunlar arasından seçilecek ve hakemlerin kararlarına yine hakemler nezdinde itiraz edilecektir. Aslında tüm hakemler hükmetmiş olmaktadırlar. Çünkü tüm hakemler kararlara karşı dava açma hakkına sahiptirler.

الَّذِينَ أَسْلَمُوا

(elLaÜIyNa EaSLaMUv)

“İslâm etmiş kimseler.”

Müslimlerden oluşan nebiler.

Eslemû” kelimesi üç yerde, “ellezîne eslemû” bir yerde geçmektedir.

يَمُنُّونَ عَلَيْكَ أَنْ أَسْلَمُوا قُلْ لَا تَمُنُّوا عَلَيَّ إِسْلَامَكُمْ بَلِ اللَّهُ يَمُنُّ عَلَيْكُمْ أَنْ هَدَاكُمْ لِلْإِيمَانِ إِنْ كُنْتُمْ صَادِقِينَ (17)

“İslâm ettiler diye sana minnet ediyorlar. İslâm etmenize bana minnet etmeyin de. Aksine sadıklardansanız Allah sizi imana hidayet ettiği için size minnet eder.” diyor.

Burada İslâm’ı iman ile yorumluyor, aynı mânâda olduğunu ifade ediyor. Bunun anlamı şudur. Bir kimsenin mü’min olması için müslim olması gerekir. İslâmiyet aslında imana doğru atılan bir adımdır.

Bu âyeti iyi anlayabilmemiz için mülki kuruluşları gözden geçirelim. 3 bin ile 10 bin nüfuslu topluluklar taşra nüfuslarını kurarlar ve kendi aralarında yaşarlar. Ne var ki güvenliği sağlamak için bir il merkez bucağını oluştururlar. Bu bucakta taşra temsilcileri bulunur. Bunların ilçelere atadıkları hakemler hükmederler. İşte bunlar İslâm olmuş nebilerdir. Bucak halkı isterse bu İslâm olmuş nebileri kendilerine hakem yapar ve kararlarını aldırır, isterlerse kendi bucaklarında kendi âlimlerine hakemlik yaptırır.

Burada kullanılan “eslemû” kelimesi ilçelerdeki il merkezlerince atanan hakemlerdir. Hakemlere karşı açılacak davalar tüm il ve ilçe hakemlerinden seçilebildiği için ilde görev yapan tüm hakemler birden nebiyyûndurlar. Benzer hakemlik sistemi ülke için de geçerlidir. Devlet merkezinde ve bölgelerde bulunan hakemler İslâm olmuş hakemlerdir. İllerdeki hakemler ise kendi kitaplarına göre hükmeden ve kendilerinden olan hakemler olacaktır. Benzer genelleme insanlık için de söz konusu olabilir.

Şimdi şu sorunun cevabı burada açıkça izah edilmiştir.

İki Yahudi gelip de bizden aralarında hükmetmemizi istediği zaman biz ne yapacağız; Kur’an’a göre mi hükmedeceğiz, yoksa Tevrat’a göre mi hükmedeceğiz?

Kur’an’a göre değil, Tevrat’a göre hükmedeceğiz.

Bugünkü uygulamaya gelelim. Bizler Cumhuriyetin hakemleriyiz. Artvin ilinde bulunan bir kişi bize müracaat ederek hakem olmamızı istedi. Biz ister kabul ederiz ister reddederiz. Kabul ettiğimizi farz edelim. Davalıya baş vurup hakemini seçmesini isteriz. O da Artvin’den bir hakem seçebilir, yahut o da Türkiye’den hakem seçebilir. Bu hakemlerden biri rasih bir fakihtir. Bir rasih hakemi başhakem yapmak durumundasınız. Böylece müslimlerden oluşmuş bir yargı ortaya çıkmıştır.

Bu yargılamada biz Türkiye Cumhuriyeti kanunlarını mı, yoksa Artvin ili kanunlarını mı uygulayacağız?

Artvin ili kanunlarını uygulayacağız, çünkü onlar Artvin halkındandır. O sözleşmelerle birbirlerine bağlanmışlardır.

İslâm kadıları bu hususa riayet etmişlerdir. Bu husus icma ile sabittir.

Biz ise buradaki âyette bunun delili ile karşılaşmış bulunuyoruz.

İşte bizim usulümüz budur. Kur’an’a uygun içtihat ve icmaları kabul ediyoruz. Hatalar varsa veya bize uymuyorsa onları Kur’an’a göre düzeltiyoruz. Biz Kur’an’ı onların içtihatlarından daha öne getiriyoruz.

لِلَّذِينَ هَادُوا

(LilLaÜIyNa HavDUv)

“Hevd etmiş olanlar.”

Daha önce “hâdû” kelimesi “âmenû” kelimesine karşı zikredilmişti, burada ise “eslemû” kelimesine karşı zikredilmiştir.

Biz nöbet tutanları “iman etmiş olarak”, bedel verenleri “hâdû” olarak” göstermiştik.

Yeryüzünde bağımsız iller vardır, bunlar bir devletin ili değildir, insanlığın ilidir. Burada yaşayan halklar kendi güvenliklerini kendileri sağlarlar. Bunlar kıta merkezine bağlı illerdir. Bunlar nöbet tutmadıkları gibi askere de gitmezler. Kendi illerindeki güvenliği kendileri sağlarlar. Kıta merkezlerindeki güvenliği ise insanlık sağlar. Mekke’ye dahil olduklarında emin olurlar. İşte bunlar ne müslim ne de mü’minlerdir; bunlar hâdûdurlar. Mekke’nin hukuku böyle olduğu gibi Filistin’in hukuku da budur. Yani bağımsız ilde yaşayanlar ne bedel verirler ne de nöbet tutarlar. Kendi güvenliklerini kendi illerinde kendileri sağlar, dış savunmaları ise uluslararası olarak oluşturulan geçici güçler sağlar.

Uluslararası hakem kararlarına uymayanları yola getirmek için birileri çıkar ve bunları tenkil edecek güç oluşturur. Gönüllüler katılır. Hakem kararlarına uymayan gücü imha eder ve ganimetlerini paylaşır.

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu husus belirtilmemiştir.

Madde  x2– Kıta merkezlerinde bulunan taşra iller bağımsız olup bunlar kendi güvenliklerini kendileri sağlarlar. Sağlayamazlarsa istedikleri devletin ordularını davet edebilirler. Buranın halkı ne ülke askerlik nöbetlerine katılırlar ne de bedel öderler.

وَالرَّبَّانِيُّونَ وَالْأَحْبَارُ

(Va elRabBAvNıyYUNa Va eLEaPBARu)

“Ve rebbaniler ve ahbar.

Rebban” terbiye eden demektir, eğiten demektir. Meslekî dayanışma ortaklıkları sorumluları olarak anlıyoruz. Marife olarak gelmiştir. Her bucağın böyle mesleki dayanışma ortaklıkları vardır. Ayrıca ilde de dayanışma sorumluları vardır. İl ve ilçede bulunanları “nebiler” olarak adlandırmıştır. “Rebban” ve “ahbâr”ı ise ayrıca zikretti.

Ahbâr” ilim adamlarıdır. “Hıbr” mürekkep demektir. İlk dönemlerde okuma yazmayı yalnız ilim adamları bildikleri için mürekkep manâsında “hıbr” kelimesi kullanılmıştır.

Rebbân” kelimesi bir defa ayrı olarak geçmekte, orada rabbani olunuz denmektedir. Diğer taraftan iki yerde de ahbar kelimesi beraber zikredilmektedir, İsrail oğullarının yetkililerinden bahsederken bahsetmektedir.

Biz artık “hûd” kelimesini merkez illerdeki halk olarak anlıyoruz.

Ahbâr” kelimesi iki defa “rabban” iki defa da “ruhban” kelimesi ile geçmektedir. “Ruhban” din adamlarıdır. Burada “rebbân” ile beraber zikretmektedir.

İki türlü hüküm vardır.

Biri kazai hükümlerdir. Bunları hubr sahipleri yani ilim adamları hükmeder, siyaset adamları infaz eder.

Diğeri de dinî hükümlerdir. Rabbanlar hükmeder ve ekonomik uygulamalara tâbi tutulur. Borçlanma ehliyetinden mahrum edilir.

Din adamlarının hükmetme yetkisi yoktur. Onlar sadece vaaz ve nasihat ederler.

Siyaset adamları da kendileri karar vermezler. Sadece hakemlerin verdikleri kararları uygularlar. Onun için burada onlardan bahsedilmiştir. Nebilere atfedilmiştir. Yahut “ellezîne eslemû”ya atıf olabilir. O zaman nebilerin bunlardan oluşacağını ifade etmiş olur. İslâm olan, ahbâr olan ve rebbân olan nebiler şeklinde de yorumlanabilir. İslâm olan nebiler, rebbân ve ahbâr şeklinde yorumlanır.

Bu âyetlerin işaretle delâletleri şudur ki, herkes kendi içtihadı ile yaşayacaktır. İsteyen istediği aşirete katılarak kendi içtihatlarına uygun aşiret içinde yer alacaktır. İsteyen istediği bucakta yaşayacaktır. Çalışma hayatını orada düzenleyecektir. İsteyen istediği ilde yaşayacak ve güvenliğini orada sağlayacaktır. İsteyen istediği devlette yaşayacak ve savunmasını orada yapacaktır.

Merkez bucak ve illerde dolaşmak, yaşamak, iş sahibi olmak izne tâbi olmayacaktır. Buralarda bağımsız il ve bucaklar oluşturulabilecektir. Bağımsız illerin ve bucakların savunmasını ve güvenliğini gönüllü askeri birlikler yaparlar. Hakemlerin kararları ile zalime saldırır ve onu yağmalarlar. Kur’an ehli mü’minlerin görevi yeryüzünün güvenliğini sağlayıp herkesin kendi istediği gibi yaşamasını sağlamaktır. Onların hayat anlayışlarına karışmazlar.

İşte imamet ile meliklik arasındaki fark budur.

بِمَا اسْتُحْفِظُوا

(BiMAv iSTaXFıJUv)

“İstihfaz ettikleri ile.”

İstihfaz” kelimesi bir defa geçmektedir. “Hıfz” etmek korumaktır. Türkçede ezberleme şeklinde anlaşılmaktadır. “Zakire”ye hafıza denmektedir.

“Hıfzetmek” bir şeyi korumaktır.

“Zikretmek” ise bir olayı hatırlamaktır.

“Hıfz” bedenîdir. “Zikr” fikrîdir.

İstif’al bâbı dönüşmeyi ifade etmektedir. Yani bozulduktan, kaybolduktan sonra tekrar yeniden bulma, yeniden yazma demektir.

Gerek Tevrat gerek İncil böyle olmuştur. Bugünkü Tevrat Babil sürgününde toplanıp hatırlananların yazılmasıdır. Eksik ve yanlışlar vardır. Onları düzeltmek ilim adamlarına aittir. Düzelten iki müessese vardır. Biri Kur’an’dır. Yani onların doğrularını ortaya çıkarmakta, yanışları ayıklamaktadır. Dr. Mete Firidin arkadaşımız “musaddık” kelimesine bu manâyı vermektedir. Diğer doğruları ortaya koyan ise müsbet ilimdir.

Kâinatı Allah yaratmıştır. Beynimizi de O oluşturmuştur.

Müsbet ilmlerde yanlış olmaz; yanlış varsa o müsbet ilim değildir.

Kur’an’da yanlış olmaz; yanlış varsa o bizim anlayışımızdadır.

Demek “istihfaz etmek” yeniden ortaya koymak demektir.

مِنْ كِتَابِ اللَّهِ

(MiN KiTABi elLAHi)

“Allah’ın kitabından.”

Allah’ın yazılı hükümlerinden.

Burada “minhü” dememiş de kitabı zikretmiştir.

“Min kitabihi” de denmemiş, “Allah’ın kitabı” denmiştir. Yani topluluğun oluşturduğu sözleşmelerden anlamına gelmektedir.

Ne yapacağız?

Dört delile dayanarak içtihatlar yapacağız. Böylece oluşacak içtihat ve icmalarla bucağımızı kuracağız ve biz onunla hükmedeceğiz.

Kitab” yazılı mushaf değil de hükümleri içeren yazılı kurallardır, yani mevzuattır. Kanunlardır, talimatlardır.

Allah’ın kitabı” demek topluluğun sözleşmeleri demektir.

Allah’ın istediği her topluluğun kendi yapacağı sözleşmelere göre hükmedeceği ifade edilmiştir. Allah’ın istediği bu sözleşmeleri yaparken bunların Tevrat, İncil, Kur’an ve Furkan’a dayanmasıdır. Bu emir dinîdir. Yani biz mü’minler kimsenin içtihatlarını Tevrat’a dayandırmalarını istemeyiz ama biz kendi bucağımızı kurarken böyle yaparız.

وَكَانُوا عَلَيْهِ شُهَدَاءَ

(Va KaNUv GaLaYHi ŞuHaDAEa)

“Ve ona şehitler olunuz”

Buradaki “Hi” zamiri “Mâ”ya gitmektedir, “Mâ”ya şahit oldular, yani onu içtihat ettiler, onda icma ettiler. Açık olarak bize her topluluğun kendi içtihat ve icmaları ile amel edeceğini, hakemlerin ona göre hükmedeceklerini ve yöneticilerin o kararları icra edeceklerini ifade etmektedir.

“Demokrasi” kelimesi Yunancadır, “halk yönetimi” demektir. Onların “halk” dediği aristokratlardır, onların “demokrasi” dediği ekseriyettir. Yunan aristokratları birbirleriyle anlaşamayınca halk onlara itaat etmez olur. Solon’u kanunları yapmak için görevlendirirler. O da ekseriyet sistemini getirir. Böylece aristokratlar aralarında oylayarak siteyi yönetirler.

[Solon (Yunanca: Σόλων), MÖ 640-559'da yaşadığı tahmin edilen, Atinalı devlet adamı ve şair. Yaptığı reformlarla Atina demokrasisinin temelini attığı kabul edilir. Orta halli bir aileden gelen Solon, önceleri ticaretle uğraştı. Bu sırada pekçok ülkeyi gezdi. MÖ 612'de Attika'ya yerleşen Solon, Salamis'in zaptı ile neticelenen savaşa iştirak etti. Attika'da büyük karışıklıklara yolaçan tarım krizi sebebiyle idarede görev aldı (594). Kendi adıyla anılan ve eski Yunan döneminin en eski anayasası olan Solon Anayasası'nı hazırladı.]

Bunların anladığı demokrasi halk yönetimi değildi.

Sonra tekel sermaye krallıkları devirmek için temsili demokrasiyi getirdi, aristokratların yerine seçilenleri koydu. Ekseriyet sistemini tatbik etti. Böylece kendi seçtirdiği meclise kararlar aldırdı. Meclis dinlemediği zaman da askerleri harekete geçirdi.

İşte, Allah burada topluluklara diyor ki; kendi yaptığınız kanunlara uyun, kendi yaptığınız mevzuata uyun. Buradaki şehidler müçtehitlerdir. Onlar topluluğun ne istediğine karar vermişlerdir. Onlar Tevrat’ta yazılanın ne olduğuna karar vermişlerdir.

O halde şimdi bir mevzuat nasıl hazırlanır?

  1. Önce halkın ihtiyaçları tesbit edilir.
  2. Halkın istekleri de tesbit edilir. Çünkü halka hükmetme yok, halka hizmet etme vardır. Halk küfrü isterse biz zorla onları imana getiremeyiz.
  3. Ondan sonra müsbet ilimlere uygun olarak uygulama şekilleri ortaya konur.
  4. Ayrıca İlâhi kitaplardan istidlâl yapılır.

Burada ilim adamları bunları tesbit eden soruşturmacılar gibidir. Kendileri senaryo yazmazlar, olanı tesbit ederler. İşte hâkimiyetin kayıtsız şartsız milletin olması budur. Halk nasıl isterse öyle yaşar, hesabını da Allah’a verir.

فَلَا تَخْشَوْا النَّاسَ

(Fa Lav TaPŞaVu elNAvSa)

“Nâstan haşyet etmeyin.”

Haşyet” ve “havf” ikisi de korkmadır, gelecekte olacaklardan çekinmedir.

Arılar ısırmasın diye yüze özel maske takmak havftır, ona yani takılana “hafe” denmektedir. İnce telden örülmüştür. Dışarısı görünür ama arılar gelip ısıramaz. “Haşye” ise kuru ottur. Öyle ki tutarsan elinde kalır. Hışırtı ile ufalanır. Ot biçenler bunu iyi bilirler, sıcaklık düşüp de nemleninceye kadar ota dokunmazlar. Dokunurlarsa ot ellerinde kalır.

İşte, dağılacak ve bozulacak diye korkarsanız bu “haşyet” olur. Bana zarar gelecek diye korkarsanız bu “havf” olur. Haşyet kelimesi ile saygıyı ifade edebiliriz. Birini darıltırım diye korkarsanız bu haşyet olur.

Haşyet” kelimesini çekinme ile ifade edebiliriz.

Havf korkma ise haşyet de çekinmedir.

“Nâstan haşyet etmeyin” denmektedir.

Bir taraftan “topluluk” Allah’ın halifesi kabul edilmekte ve takdis edilmekte, diğer taraftan halk “nâs” ile ifade edilmekte ve onlardan çekinmememiz gerektiği ifade edilmektedir. Allah’ın halifesi olan “topluluk” ile halktan oluşan “nâs” nasıl ayrılacaktır?

Önce “insan”ı ele alalım. Kişi Allah’ın halifesidir, içtihadını yaparken “O’nun halifesi” olarak içtihat yapmakta, sonra içtihadı ile amel ederken ise “kul” olarak amelini yapmaktadır. İçtihat yapmadığı zaman halifelik vazifesini yapmamaktadır. İçtihadına göre hareket etmediği zaman kulluk vazifesini yapmamaktadır. İçtihat ve icmalar yapan ve ona göre amel eden “halk” Allah’ı temsil etmektedir, Allah adına hareket etmektedir. Sonra onları uygulamayan halk ise “nâs” olmaktadır.

İçtihat ilimle yapılacaktır. Halk bilmedikleri hususlarda âlimlere tâbi olacaktır. Halk ilmî danışmanları seçecektir. Bunların içtihat ve icmaları Allah’ın hilafetidir, bu içtihatların uygulanması ise kulluktur. İşte “nâs” ile kastedilen uygula(ma)yan halktır. Halkın temsilcileri olan âlimlerin içtihatları ve halkın atadığı hakemler ise Allah’ın halifesidir.

“Nâstan haşyet etmeyin” dendiği zaman, halkın ilme ve içtihada dayanmayan heva ve heveslerinden, dedikodularından çekinmeyin demektir; bizi onlar seçtiler, o halde onları memnun edecek şekilde içtihatlar yapalım demeyin demektir.

Bu sebepledir ki İslâmiyet’te ekseriyet sistemi yoktur, seçilenin de azli yoktur. Bir kimse bir bucağa başkan olunca emekli oluncaya kadar orada başkandır. Bir kimseyi kendine müçtehit seçince arık o senin müçtehidindir. Müçtehit olmak için oradaki yüzde beşten fazla halkın ilmî danışmanı olman gerekir. Ama bir defa olduktan sonra artık o nisbette insanların danışmanı kalma zorunluluğu yoktur.

“Adil Düzen Anayasası”nda bu husus da yer almamıştır.

Madde x3- Bir kimse zakir, fakih veya rasih olduktan sonra onun bu ehliyeti ancak aklî melekelerindeki arızalardan dolayı ve hakemler kararı ile alınabilir.

Bu neyi sağlıyor?

İlim adamları artık nâsın denetiminde değildirler. Onlardan çekinmezler. Hakemlerin azli de caiz değildir. İstikrar bununla sağlanır.

وَاخْشَوْنِي

(Va uPŞaVNIy)

“Ve benden haşyet edin.”

Evet, görevliler görevlenmeden önce onları görevlendiren kimselerin görevlendirmeleri ile gelirler. Belli kimselerin biatını alanlar o makama gelirler. Onları oraya halk getirmiş olabilir ama halk onları Allah’ın halifesi olarak getirmiştir. Artık onların azletme yetkisi yoktur. Belki ittifak ederlerse azil caizdir. Göreve gelen göreve getirenlerin değil, topluluğun görevlisidir. Dolayısıyla azil de ancak mahkeme kararı ile olur. Buradaki “Vehşavnî”nin mânâsı budur.

Babalarının çiftliği imiş gibi diploma verip diploma alıyorlar. Biri kopya çekmiş ve sınıfını geçmiş, sonra diploma almış. Sonra da ‘ben o zaman kopya çekmiştim’ diyerek itiraf etse, ondan mühendisliği alamayız. Hattâ bir mühendis ‘ben mühendisliği unuttum, istifa ediyorum’ dese, istifası geçersizdir. Biri profesör oldu mu, başka bir jürinin toplanıp ‘biz hata ettik, yanlış diploma verdik, diplomayı geri alıyoruz’ deme yetkileri yoktur. Çünkü onda ilmin olup olmadığını tesbit etmekle görevlidir, yani onlar yokluğuna değil varlığına şahittir.

Şahitlerin şehadeti de böyledir. Şahitler şehadet etti mi karar verirsiniz. Rücu ederlerse hüküm değişmez, şahitler cezalanır. Çünkü herkes kendi adına değil, halifesi olduğunun adına hareket etmektedir. İnsan yemek yedikten sonra yediklerini ağzından geri çıkaramaz. Ağızdan çıkan söz geriye dönmez.

وَلَا تَشْتَرُوا

(Va Lav TaŞTaRUv)

“Ve iştira etmeyin.”

Şera” bir mal içinden ayrılan iyileri veya kötüleridir. İnsanlar meyve toplayıcılık dönemimde topladıklarından evde tüketeceklerini ayırır, artanı başkalarına verir veya satarlardı. Ayrılan kısma “şera” denmektedir. Genel olarak iyilerin saklanıp kötülerin satılması uygun gibi görünürse de, kötüler para etmediği için kötüleri alıp iyileri satarlar. Bir pazarda satılan mallar içinde satın alacakları ayırma da “şera” olduğu için “şira”nın iki mânâsı vardır; satmak ve almak. “Bey’” ise tokalaşmadır, sözleşmedir, daha geniş mânâsı vardır. Şera satmakla ilgili olduğu halde bey’ ise her türlü anlaşmalarla ilgilidir.

Kur’an’da yalnız satmak anlamında kullanılmaktadır. “Bi” harfini bedel olarak getirmektedir. Bey’ kelimesinin ibtiası Kur’an’da yoktur.

İştira etmeyin” yani satın almayın denmektedir. Satın alınan semeni kalildir. Verilen ise âyetlerimdir. “Haşyet etmeyin” demek, diğer sosyal çıkarlarınız veya çıkarların gideceği korkusu sizi adil hükmetmekten alıkoymasın, düzenin dışına çıkarmasın. Hükmederken kimseden korkmayın, çelinmeyin, menfaatleri de gözetmeyin.

بِآيَاتِي

(Bi EAvYAvTIy)

“Âyetlerimi”

Âyet” yoldaki işaret taşlarıdır, trafik levhalarıdır. Kesinlik ve açıklığı ifade eder.

Kur’an’daki gruplara “sûre” denmektedir. “Sûre” korunmuş, kaleye alınmış demektir. Harf ve kelimeler sayısı ile tamamen değiştirilemez, artırılamaz, eksiltilemez demektir. “Âyet” de şaşmaz delil, kesin delil demektir. Kur’an’daki cümleler veya cümle grubudur. Her âyet ayrı mucizedir. Kur’an hidayettir. Yollardaki ana noktaları gösterir.

“Âyetlerimle satın almayın.” Yani âyetlerimi satmayın demektir. Satışı para elde etmek için yaparsınız. Âyetlerimden para için vazgeçmeyin denmektedir.

Tevrat’tan bahsettikten, onunla hükmedilmesi gerektiğini belirttikten sonra, “âyetlerimi satmayın” demek suretiyle Tevrat’ın da âyetlerden oluştuğunu ifade etmiştir.

ثَمَنًا قَلِيلًا

(ÇaMaNan QaLIyLan)

“Kalil semene satamayın.”

Allah’ın âyetlerini mal kabul edip parayı satın almayın denmektedir.

Semen” burada mebi’ olmuştur. Allah’ın âyetleri yalnız kitabın âyetleri değil bütün âyetlerdir. Şimdi bu âyetin bize anlattığı husus şudur.

Biz bir yerde çalışırız. Gayemiz üretimdir. İnsanlığa yarayan şeyleri üretiriz, sonra onları insanlığa satarız. Kazancımızla ihtiyacımız olan şeyleri alırız.

Semen burada araçtır, asıl gaye üretim ve tüketimdir. Kimileri parayı gaye yaparlar, para kazanmak için üretirler. Oysa para eğer karşılığı yoksa bir şey değildir, bir işe yaramaz.

Reel ekonomiyi âyet kabul edersek, finans ekonomisini de semen kabul edersek, Allah bize diyor ki; finans ekonomisi adına reel ekonomiyi feda etmeyin…

Karşılıksız para çıkarmak demek, Allah’ın âyetlerini yani nimetlerini yok şeye satmak demektir. “Semen-i kalil” mağşuş para şeklinde ifade edilmiş olmaktadır. Allah’ın âyetlerini mağşuş para ile satmayın demektir. Ne demek istiyor, nasıl para ile satılacaktır?

Karşılığı olan para ile satın anlamındadır. Allah’ın âyetlerini ucuz para ile satmayalım da çok para ile satalım anlamı çıkar.

Demek ki Allah’ın âyetlerini Kur’an’ın âyetleri şeklinde anladığımız zaman mânâsız bir anlam ortaya çıkar. Oysa Allah’ın âyetleri denince reel değerler anlaşılırsa; o zaman reel değerleri sahte para ile satmayın denmiş olur.

Semen-i kalil” demek, üstünde yazılı değer taşımayan değer demektir. “10 gram altın” yazdığınızda, içinde yani karşılığında 10 gram olmayan para ile satmayın. Karşılığı olmayan, belli olmayan TL veya dolarla satmayın demektir. Gerçek değerlerle yani hakiki para ile alıp satın demektir.

Başka bir husus da şudur. Para ile satılmayan şeyler vardır. Bir kadının iffeti para ile ölçülemez. O zaman semen-i kalil olmuş olur. Yahut hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizin  değeri para ile ölçülmez. Onu para ile satmayın denmiş olmaktadır.

Bazen çok önemli durumlarda adaletten sapılmış olur. O zulüm kararından dolayı elde edilecek yarar daha yararlı bir hakkı alıp götürmüş olur.

Selçuklular İlhanlılara yenilirler. Sultan kaçar. Sivas kadısı İlhanlı hükümdarının ahbabıdır. Uzlaşarak Selçukluları İlhanlıların emrine sokarlar. Böylece Anadolu’nun kılıçtan geçirilmesi önlenir. Burada hak satılmış gibi görünür. Ne var ki İlhanlılar Müslüman olur, daha sonra da yıkılırlar ama Selçuklular varlıklarını sürdürür ve Osmanlılara dönüşürler. İşte bugün biz bu sayede Anadolu’da yaşıyoruz. Buradaki uzlaşma bir çıkar uzlaşması değildir.

O halde uzlaşama yaptığımız zaman kazancımız kaybettiğimizden fazla olmalıdır.

Bugünkü AK Parti’nin iktidarı sömürü tekeli ve Türk ordusu ile uzlaşma sayesinde olmuştur. Buradaki artı ve eksileri hesaplayıp bu yapılmış olanlar değerlendirilmelidir.

Allah’ın âyetlerini ne kadar geniş anlarsak bu âyetin mânâsı o kadar genişlemiş olur.

Allah’ın âyetleri olarak ne anlıyoruz?

Her gerçek Allah’ın âyetidir. Çünkü ne varsa hepsi O’nun varlığına delalet eder, O’nun tekliğine delalet eder. Mesela, Güneş Allah’ın âyetidir, Ay Allah’ın âyetidir, benim parmaklarım Allah’ın âyetidir, gözlerim Allah’ın âyetidir…

Bu âyetleri gerçek değerleri ile değerlendirirseniz onu hakiki değeri ile satmış olursunuz. Onları gerçek değeri dışında değerlendirme ise kalil semenle değiştirmedir.

İnzâl edilen Tevrat’ın lafızları mı mânâsı mıdır?

Biz lafızlarla hükmetmeyeceğiz, inzâl edilen mânâdır. Onun için “mâ ünzile” olarak ifade edilmiş de “ellezî ünzile” denmemiştir. Mânâyı anlama ise farklı farklıdır. Bir cümleyi bugün duyarsınız başka mânâ anlarsınız, yarın başka mânâ anlarsınız.

Ahmet “ben” dediği zaman o sözden kasdın Ahmet olduğunu anlarsınız. Ama bunu Hasan söylerse söylenen söz ayanıdır ama mânâsı farklıdır.

Bugün bir şey için “yapacağım” dersin, yaptıktan sonra da “yaptım” deriz. Beş arkadaş iseniz, “biz” dediğiniz zaman beş kişiyi kastetmiş olursunuz. Arkadaşların sayısı değişirse “biz” dört veya sekiz kişiye delalet eder. Sözler aynıdır ama mânâları farklıdır. O halde Tevrat’ta yazılan değişmez ama ondan bizim anladıklarımız her zaman değişir. Bundan dolayı hükmederken böylece o zaman o olaydan anlaşılanı esas alarak hükmedilmelidir.

وَمَنْ لَمْ يَحْكُمْ

(Va MaN LaM YaXKuM)

“Ve kim hükmetmezse.”

Buradaki “Men” men-i umumidir. Yani hükmeden kim olursa olsun, ister Müslim ister gayri Müslim, ister kendisine evliya desin ister zalim desin, fark etmez; böylece hükmeden değil de hükmetme esas alınmış olmaktadır.

Buradaki “Ve” harfi nereye atfetmektedir?

“Allah’ın âyetlerini semen-i kalile iştira etmeyin” dedikten sonra “Ve” harfi ile genel kural getirmektedir. Biz buna vav-ı beyaniye yani açıklama vavı diyoruz. “Fe” harfi ile getirilirse kural nass ile tesbit edilmiş olur. “Ve” ile getirilmişse kıyas yoluyla diğerine teşmil edilmiş olur.

Hükmetmek” iki şekilde olur. Bir davalı ve davacı gelir ve sizi hakem yaparlar. Siz de onları muhakeme edersiniz, içtihadınıza göre hükmedersiniz. Burada kastedilen hüküm bu hükümdür. Bunun dışında mesela davalı ve davacısı olmayan, yahut kendi işlerinizde verdiğiniz kararlar Allah’ın âyetlerine uygun olmayabilir. O husustaki hüküm küfür hükmü olmayabilir. Günah olur ama küfür olmayabilir. Bu sebeple burada “Fe” değil de “Ve” harfi getirilmiştir.

بِمَا أَنزَلَ اللَّهُ

(Bi MAv EaNZaLa elLAHu)

“Allah’ın inzâl ettiği ile”  

Burada kastedilen Allah’ın insanın beyninde oluşturduğu içtihattır. Delillere dayanarak içtihat yaparken beynine bir kanaat gelir. İşte o kanaat Allah’ın inzâl ettiğidir. Onunla hükmedeceksiniz. Hata etmiş olabilirsiniz. Hatadan sorumlu değilsiniz. Çünkü burada sizin bir kusurunuz yoktur. Herkes delilleri iyi değerlendirmelidir.

Bu deliller nelerdir?  

  1. Müsbet ilimle sabit olan kanunlar delillerin biridir. Bunları deneyerek siz de tahkik edebilirsiniz.
  2. Başkalarından aldığınız haberlerdir. Size göre yalan söylemeyen bir kişinin  aktardığı haber de doğrudur. Yola çıktığınızda adresi birisine sorarsınız, o da size gösterir. Siz ona inanmak zorundasınız. O yanlış bilebilir veya sizi kasden yanlış tarafa yönlendirebilir ama yapacağınız başka bir şey yoktur. Onun sözünü dinleyip ilerleyeceksiniz. Söylenenin yanlış olduğunu anladığınız zaman terk edersiniz.
  3. İlim adamlarının yani bilenlerin bir konudaki ittifaklarıdır. Genel olarak ilim adamları konularda ihtilaf ederler. Araştırmalara devan eder ve sonunda aynı sonuca varırlar. Buna “icma” diyoruz. İcma da kesin delillerdendir. Buradaki ittifakta araştırmacılar ayrı ayrı çalışarak aynı sonuca varanlardır. On kişiyi görevlendirseniz, şu masanın enini boyunu ölçün deseniz. Her biri ayrı ayrı masanın olduğu yere ölçü almak üzere girip çıksa ve sonuçları bir kağıda yazsa. Bunları ölçme işi bitmeden onları birbirleriyle görüştürmeseniz. Sonra kağıtları açsanız ve hepsi aynı ölçüleri verse. İşte o zaman artık o ölçülerden şüpheniz olmaz.
  4. Delillerin biri de her olaya bir sebep kabul etmedir. Sebepsiz sonuç olmaz. O halde her sonuca bir sebep aramalıyız. Bunu bulduğunuzda, o sebebin olduğu olaylarda aynı sonuçların olacağına hükmedersiniz. Buna “kıyas” denmektedir, “tümevarım” denmektedir. Biz hayatımızı hep bunlara dayandırmaktayız. Pek çok olayların hükümlerini kıyas yoluyla tesbit ederiz.

Bu dört delili esas alıp içtihat etmeyen, sonra da bu içtihada göre hükmetmeyen kimsenin, daha doğrusu kimselerin hükümlerini vermektedir. Yukarıda “men” kelimesini kullanmış, münferiden de olsa bu şekilde hükmetmeyen denmiş olmaktadır.

فَأُوْلَئِكَ هُمْ الْكَافِرُونَ(44)

(Fa EuLAvEiKa HuMu eLKAFİRUVNa)

“Onlar kâfirdirler.”

Burada çoğul kullanılmıştır, yani üç hakem demektir. Tek başına hükmetmeyi yeterli görmemektedir. Adaletin sağlanması böyle sağlanacaktır. Hakemlerden birini taraflardan biri atayacak, diğerini de diğer taraf atayacak; baş hakemi de hakemler seçeceklerdir.

İnsan beyni tarafsız düşünemez. Bir şeyi doğru kabul ederek onun doğru olup olmadığını araştırır. Her şey ancak 0 veya 1 ile neticelenir. Bunun için ya doğrudur diyorsunuz ya yanlıştır diyorsunuz. Bunu dediğiniz zaman taraf tutmuş oluyorsunuz. Karşı taraf da başka varsayımlara dayanarak ilerler ve sonunda bir yere varılır. Taraflar bir yere zor varırlar. Başhakem ise bunlar arasında denge oluşturur. Sonunda kararları o verir.

İşte burada hakemler tartışırken yukarıda söylediğimiz delilleri ikame etmelidirler, kararlarını kurallara dayandırmalıdırlar, kararlarını tarafların kendi sözleşmelerine ve şeriatlarına dayandırmalıdırlar. Böyle yapmayan hakemler kâfirdirler.

Hakemlerin kâfir olmaları nedir?

Kendi içtihatları ile değil de dışarıdan telkin ve baskı ile karar verenler Allah’ın inzâl ettiği ile hükmetmeyenlerdir.

Bugünkü yargı sistemi öyle oluşmuştur ki adil karar verme imkanı yoktur. Yıllarca süren mahkemeler artık hakimlerin kararı olmaktan çıkmakta, sosyal bir olay hâline gelmekte, nâs onu nasıl değerlendirirse karar o olmaktadır. Oysa Allah “nâstan haşyet etmeyin benden haşyet edin” demektedir. Halk bu hususlarda hiçbir zaman adil karar vermez. Yalan haberlere inanır. Merhamet hisleri doğar. Yahut nefret uyanır. Bu durumu yenecek olan adil yargılama sistemidir. Demek ki dış baskılarla veya tesirlerle karar verenler kâfirdirler.

Önce soruşturma adil yapılacaktır. Soruşturmacı sanıkların ve tanıkların yanlarına gidecek, onlarla şifahi sohbet ederek bilgi toplayacak ve bunları kaydedecektir. Sonra gerekli gördüğü kimselere mektup göndererek onlardan yazılı cevap isteyecektir. Gerekli gördüğü yerlerde bilirkişilere başvuracaktır. Gerekli gördüğü yerde adli tıp raporları isteyecektir. Bu araştırma sonunda rapor yazıp belgeleri kendisinde saklamak üzere kanaatini hakemlere bildirecektir. Hakemler soruşturma dosyasını inceleyeceklerdir. Gerekli görürlerse belgeleri ve raporları göreceklerdir. Soruşturmayı yeterli görürlerse şahitliklerini kabul edeceklerdir.

Ondan sonra hakemler duruşma yapıp olayı resmen tesbit edeceklerdir. Olayın hükmü üzerinde de hakemler gerekli tartışmayı yapmış ve sonuca varmış olacaklardır. İşte burada yapılanlar sonunda kanaatlerden ibarettir. Burada kanaat dış tesir altında kalmadan ve sokaktaki insanlardan korkmadan, çekinmeden, bir çıkar beklemeden oluşacak ve ona istinaden karar vereceklerdir.

Bu mekanizmayı çalıştırmayan kimseler kâfirdirler. Bunlar kendi bucaklarında istedikleri gibi yaşarlar. Biz müdahale etmeyiz ama adil yargılama sistemi olmayanların kararlarını da biz uygulamayız.

İşte bunun anlamı şudur. Eğer bir bucak başkanı adil yargılama sistemi ile yargılandığına karar vermez de yargılamadan şüphe ederse o kararı icra etmez. İsteyen taraf o bucağı terk eder, başka bucağa giderek oradan bucak başkanı aleyhine dava açabilir.

Devletin görevi hakemlerin kararını infaz etmektir. Ne var ki infaz edenin de hakem kararlarına güveninin olması gerekir. Hakem karar verir ama onu infaz eden bulunmaza hakem kararı boşa gider.

Biz şimdi ayrı ayrı yaşamıyoruz, bir arada yaşıyoruz. Eğer topluluktan itilirsek yaşama şansımız yoktur. Topluluk içinde yaşayabilmemiz için de adil bir yargılama sisteminin olması gerekir. Bunu sağlamak amacıyla insanlık devletlere, devletler illere, iller bucaklara bölünmüştür. İlde ilçeler vardır. Orada hakemler ve soruşturmacılar bulunmaktadır. Ayrıca il halkından oluşan siyasi dayanışma ortaklığı vardır, siyasi güç vardır. Adalet burada oluşmaktadır. Bölgede ihtisas mahkemeleri ve ordu vardır. Kıta merkezlerinde üstün hakemler vardır. Böylece insanlık güven içinde varlığını sürdürecektir.

İşte “Adil Düzen” budur.

İnsanlık er veya geç bu düzene ulaşacaktır.

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3007 Okunma
2-MAİDE 3
2804 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2087 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2178 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2071 Okunma
6-MAİDE 11-12
2779 Okunma
7-Maide13-15
2215 Okunma
8-MAİDE 16-17
2250 Okunma
9-MAİDE 18-19
1938 Okunma
10-MAİDE 20-26
2477 Okunma
11-MAİDE 27-31
4442 Okunma
12-MAİDE 32-33
2716 Okunma
13-MAİDE 34-37
1976 Okunma
14-MAİDE 38-41
2888 Okunma
15-MAİDE 42-44
2256 Okunma
16-MAİDE 45-47
3516 Okunma
17-MAİDE 48-50
2331 Okunma
18-MAİDE 51-53
2463 Okunma
19-MAİDE 54-56
2877 Okunma
20-MAİDE 57-60
2284 Okunma
21-MAİDE 61-64
2112 Okunma
22-MAİDE 65-67
1998 Okunma
23-MAİDE 68-69
2334 Okunma
24-MAİDE 70-72
2133 Okunma
25-MAİDE 73-76
2372 Okunma
26-MAİDE 77-79
1851 Okunma
27-MAİDE 80-82
2219 Okunma
28-MAİDE 83-88
1825 Okunma
29-MAİDE 89-91
3126 Okunma
30-MAİDE 92-95
2519 Okunma
31-MAİDE 96-100
2447 Okunma
32-Mide 101-103
2502 Okunma
33-MAİDE 104-105
2124 Okunma
34-MAİDE 106-108
2315 Okunma
35-MAİDE 109-110
3172 Okunma
36-MAİDE 111-115
2644 Okunma
37-MAİDE 116-118
2454 Okunma
38-MAİDE 119-120
2113 Okunma

© 2024 - Akevler