MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2561 Okunma
MAİDE 20-26

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 19

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

وَإِذْ قَالَ مُوسَى لِقَوْمِهِ يَاقَوْمِ اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ إِذْ جَعَلَ فِيكُمْ أَنْبِيَاءَ وَجَعَلَكُمْ مُلُوكًا وَآتَاكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ أَحَدًا مِنْ الْعَالَمِينَ (20) يَاقَوْمِ ادْخُلُوا الْأَرْضَ الْمُقَدَّسَةَ الَّتِي كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ وَلَا تَرْتَدُّوا عَلَى أَدْبَارِكُمْ فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرِينَ (21) قَالُوا يَامُوسَى إِنَّ فِيهَا قَوْمًا جَبَّارِينَ وَإِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتَّى يَخْرُجُوا مِنْهَا فَإِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَإِنَّا دَاخِلُونَ (22)

 

وَإِذْ قَالَ مُوسَى

(Va EiÜ QAvLa MYVSAy)

“Musa demişti”

Buradaki “Ve” harfi nereye atfedilmektedir. Bundan önce iki yerde İsrail oğulları anlatılmıştı. Biri onlardan misak aldığından söz etmiştir. İkincisinde ise onların ‘biz Allah’ın oğullarıyız’ sözlerinden söz etmişti. Bundan önce “İz” geçmemişti. ‘İsrail oğullarından misak almıştık’ denmişti. Oradaki hitap bizedir. Zikrediniz, hatırlayınız, öğreniniz. İsrail oğulları ile nasıl sözleşme yaptık. Sizlerle de yapıyoruz. Onları örnek alın. Oradaki “LeKad”a buradaki “İz” tekabül etmektedir. “İz”i isim kabul etmektedirler, “Kad”ı harf kabul etmektedirler. Oysa “Leİz” söylenmez ama “LeKad” söylenir. ضربت احمد اذ جائنى “Darabtü Ahmede iz caeni” derseniz, “Ben Ahmet’i bana geldiğinde dövdüm” demiş olursunuz. ضربت احمد واذ جائنى   derseniz, “Ben Ahmet’i bana geldiğinde de dövdüm” derseniz. Başka zamanda dövmüşsünüz, geldiği zamanda da dövmüşsünüz anlaşılır.

Allah İsrail oğullarından misak almıştı, Hazreti Musa ile konuşurken de misak almıştı anlamına gelir. 20’inci âyetten 12’inci âyete atıf yapmaktadır. Böylece konular iç içe anlatılmaktadır.

Sinemada film seyrederken bir sahne devam ederken birden değişir, başka  konuya gider, ondan sonra tekrar o sahneye döner. Buna ihtiyaç vardır. Konular arasındaki irtibat böyle sağlandığı gibi, insan beynine bu şekilde hitap etme onu seyirde daha çok dikkatli olmaya sürükler. Üst şuurla yeni sahneyi seyrederken alt şuurla da eski sahne üzerinde hesaplamalar yapar. Beyinde iki ayrı alan vardır. Ayrı ayrı düşünebilmektedir. Bilgisayarda da böyle iki işlem beraber yürütülmektedir.

Sanatın görevi insanların duygularını harekete geçirerek onları sahneye çekmektir.

İşte, Kur’an bütün sûrelerde bu sanatı uygulamaktadır. Kur’an’ın bunu yapmasının başka sebebi bizi karşılaştırma ve muhakeme sistemine götürmedir.

1- Helal ve haramı.

2- Temizliği.

3- Uluslararası davranışlarda adil olmayı.

4) Alınan misakla peygamberlik müessesesi anlatılmaktadır.

Şimdi burada misaklara dönülmektedir. Misaka atfedilmektedir.

Toplulukları oluşturan kurallar sözleşmelerle meydana gelir. Tevrat, Kur’an ve diğer mukaddes kitaplar verilen sözlerin yerine getirilmesini emretmektedir. Diğer içerikler sözleşme örnekleridir. Yani Kur’an sözleşmeleri esas almakta, bize sözleşmelerdeki sınırlamaları bildirmektedir.

İşte, içtihat ve icma müesseseleri budur. Demokrasi budur. İcma ve içtihatlardır. Demokrasi halkın kendi kendisini yönetmesidir. Bu kanunlarla değil, icma ve içtihatlarla gerçekleşebilir.

لِقَوْمِهِ

(LiQaVMıHIy)

“Kavmine”

Resuller hep kavme gelmiştir, yani kendi içlerinden gelmiştir, onların dilini bilenlere gelmiştir. Başka türlü olması zaten düşünülemez, yalnızca bir tane İslâm devleti olamaz. O zaman Müslümanlar bir devlet içinde toplanacaklar ve hepsi Arapça konuşacaktır. Emeviler böyle yaptılar, işgal ettikleri ülkelerin halklarını Araplaştırdılar. Oysa Hazreti Peygamber Arabistan’ın dışına çıkmamıştır. O tüm insanlara resuldür, mübelliğdir ama o insanların başkanları değildir.

Hazreti Musa peygamber de “Ey kavmim” diye hitap etmektedir, “Ey ümmetim” dememektedir. Bu hitap devletlerin kavmî olduğunu belirleyen açık beyandır.

Kavm” ne demektir?

Bir ağacın gövdesine “kavm” denmektedir. “Şa’b” ise ağacın dallarıdır. İnsanlık bir ormansa; kavm da insanlığın ağaçlarıdır, şa’b dallarıdır. Sonra kabile gelmektedir. Kabile/bucak ise her gün birbirleriyle karşılaşan ve kendi hukuk düzenini kuran bir topluluktur. Kabileler de aşiretlerden/ocaklardan oluşmaktadır. Aşiret kabileden farklı olarak birlikte yaşayan insanlar demektir.

Kişi, aşiret/ocak, kabile/bucak, şa’b/il, kavm/ülke ve nâs/insanlık.

On aile bir aşireti oluşturur. Yüz aşiret bir kabileyi, yüz kabile bir şa’bi, yüz şa’b bir kavmi, yüz kavim de nâsı oluşturmaktadır. Biz Türkçede bunlara ocak, bucak, il, ülke ve insanlık diyoruz.

Bunların görevleri nelerdir?

Önce “aşiret” kelimesinin manâsıyla biliyoruz ki birlikte yaşayan en küçük topluluktur. Beş vakit namazı bunlar birlikte kılarlar.

Kabile ise her gün birbirleriyle karşılaşan kimselerdir. Bunlar birlikte çalışırlar. Kendilerinin kamu hukuku vardır, hakemleri vardır. Yönetimleri tamamen bağımsızdır. Tek merkezi kanun sistemi yoktur. Özel hukukta fıkıh mezhepleri vardır. İsteyen istediği hukuku benimser, bir hukuk uygulanmaz. Nizalarda herkes kendi hukuku ile ilzam olunur. Yani ispat külfeti kime ait değilse onun hukuku uygulanır. Bugün artık bu sistemi dünya kabul etmiştir. Bir Türk ile bir Fransız mukavele yaptığı zaman, mukavelenin altında ‘Bu mukavelede geçmeyen hususlarda Fransız hukuku uygulanır’ derseniz, o uygulanır. İslâmiyet’ten aldıkları sözleşme serbestliğini artık tüm dünya kabul etmiştir. Kamu hukukunda ise esas suçun işlendiği bucağın hukuku geçerlidir. Her bucak kendi ceza hukukunu kendisi hazırlar ve uygular. İnfaz ise kişinin bulunduğu bucakta yapılır. Bir katil bucağını terk edip ilçesi dışında bir yere kaçsa, gittiği yerin bucağı da diyetini ödese, kısas diyete dönüşmüş olur. Görülüyor ki İslâmiyet’te ölüm cezası yalnız ve yalnız kısasta vardır. Yani öldüren öldürülür. Başka ölüm cezası yoktur. Zinada recm ise Kur’an tarafından kaldırılmıştır. Kısasta bir daha o ilçeye gelmemek şartı ile affedilmemiş olsa bile kısas uygulanmaz.

İlin yani “şa’b”in görevi hakemlerin bucaklarda verdikleri kararlara uymayanları bertaraf etmektir, yani iç güvenliği sağlamaktır. Mâli suçlarda kişinin borçlanma ehliyeti elinden alınır, mallarına dokunulmaz. Bedeni suçlarda kısas vardır. Affedilirse diyete dönüşür, affedilmezse kısas yapılır. Kısas bucakta yapılır ama o bucak kısası kabul etmiyorsa kendi cezasını uygular.

Ülke yani “kavm” ise savunma kuruluşudur. Dış güvenliği sağlar. Kavm mukavim yani direnen anlamına gelir.

İnsanlığın görevi ise uygarlaşmadır. İnsanlığın ve bucakların güvenlik güçleri yoktur.

Kavm kelimesi özel olarak 30 milyonla 100 milyon arasında nüfusu olan ve devleti kuracak dilleri bilenlerden oluşan bir topluluktur. Yerel diller vardır ancak halkın hepsi bölge merkezlerinde ulusal dili bilir ve onunla anlaşır.

Askerliği yaparken herkes ulusal dil ile konuşur. Her bölgenin askerleri başka bölgeden oluşturulur. Dolayısıyla ordu bir kabile veya şa’bden değil, tüm ülkenin halkından karışık olarak oluşturulur. Bunun için bir ortak dile ihtiyaç vardır, ortak dilin olması gerekir.

Kürt kardeşlerimizin aşiret reislerini istemeye, yerel yönetimlere devletin karışmamasını talep etmeye, kendi illerinde Kürtçe konuşmayı istemeye elbette hakları vardır. Medreseler açarlar, Kürtçe lise eğitimini yaparlar. Ama Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde veya bölge merkez illerinde Kürtçe konuşmaları, oralardaki üniversitelerde Kürtçe dilinde ders istemeleri düşünülemez. “Bi lisani kavmihim” denmektedir.

Beş vakit namaz kılan ve Kur’an’a inanan dindar Kürt kardeşlerimizin de Türkçe düşmanlığı yapmalarına aklım ermiyor. Böylece haklı davalara da ülkemiz kavuşamıyor. Hâlâ camilerde oturup serbest dersler yapamıyoruz. Bin yıllık medreselerimiz, bir asra yakın oluyor, kapatıldı; hâlâ açamıyoruz. İngilizceyi ve diğer Batı dillerini bize zorla okutuyorlar da, Kur’an dilini serbestçe tedris edemiyoruz. Eğitime başlarken Fatiha’yı okuyamıyoruz. Bunun sebebi bu ayrımcılık zihniyetidir veya bahanesidir.

Kavim hakkında bir söz daha söyleyebiliriz. Kavim şa’blerin birleşmesinden oluşan bir topluluğun adıdır. Bununla beraber aşiretten başlayıp insanlığa kadar kuruluşların ortak adı da kavimdir, müşterek kelimedir.

يَاقَوْمِ

(YAv QaVMIy)

“Ey Kavmim”

Ya” harfi hitabın tevcihi içindir ama tahsis için değildir. Başkaları da dinler, onlar da yararlanabilirler. Hazreti Musa İsrail oğullarına gelen bir resuldür. Tevrat da İsrail oğullarına nâzil olmuştur. Ama onun peygamberliğinden ve kitabından diğer insanlar da yararlanabilirler. Nitekim Kıbrıslı Zenon Tevrat’ı laikleştirerek stua ekolünü kurdu. Sonra Romalılar bunları 12 levha kanunları diye tedrise başladılar. Roma devleti bunu benimsedi ve büyük imparatorluk oluşturdu.

Hazreti İsa geldi, Tevrat hükümlerini beşerileştirdi. Böylece Tevrat tüm insanlığın resmi şeriatı oldu. Hazreti Muhammed ise başkan olarak Arapların başkanı olmuştu ama tüm insanlığa gönderilmiştir ve Kur’an tüm insanlığın kitabıdır. İnsanlığın ilim dili Arapçadır, Kur’an dilidir.

“Kavim” kelimesinin sonunda olan “kesre” “ya”dan dönüşmüştür. Hitaplarda eğer hitabı uzaktakilere yapmıyorsan kısa yaparsın; “Fatma” yerine “Fato” demiş olmamız gibi.

İsrail oğulları örnek kavimdir. Ana dilleri İbranicedir. Bir ara İbraniceyi unuttular ama sonra Arapçanın da yardımı ile İbraniceyi dirilttiler. Uzun zaman devletleri olmamıştır. Ama şimdi devlet kurmaya çalışıyorlar. Ama kuramıyorlar. Bunun kaynağı yine kendileridir. ABD Yahudileri İsrail’deki Yahudilerin gelişip hakim olmamaları için her iki tarafı yani Yahudileri ve Filistinlileri silahlandırıp durmadan savaştırmaktadırlar. Bunun için hem İslâm âlemine hem Müslümanlara, en çok da kendilerine dünyayı cehennem ediyorlar. Bu kavm Filistin topraklarına sahip olacaktır. Çünkü Allah orasını onlara vaat etmiştir. Ne var ki kendi devletlerini kuramayacaklar; Kur’an ehli belki de Hıristiyanlarla beraber o topraklara girip güveni sağlayacak ve Filistin’i onlar için barış yurdu yapacaklardır.

اذْكُرُوا نِعْمَةَ اللَّهِ عَلَيْكُمْ

(iÜKuRUv NiGMaTa elLAHi GaLaYKuM)

“Allah’ın sizin üzerinizdeki nimetini zikrediniz.”

Musa aleyhisselâm kavmine “zikredin/anın” diyor.

Zikretmek” ne demektir?

Türkçedeki anmak anlamındadır. Ne var ki anmak sadece dil olduğu halde, Kur’an namaza “zikir” demektedir. Yani görevi hatırlayıp da yapmak demektir. Yani gereğini yapınız demiş olmaktadır. Bu sözü ne zaman söylemektedir? Kavim nasıl zikredecektir? Her biri ayrı mı zikredecektir, yoksa topluca mı zikredilecektir? Topluca zikir nasıl olacaktır?

Burada mücmel emir verilmiştir. Önce birileri anlatacak diğerleri dinleyecektir. Böylece topluca zikir yapılmış olur. Fiilde da herkes kendisine düşen görevi yapacaktır. Başkanın önderliğinde işler yapılacaktır. Her nimetin bir külfeti vardır. “O gün nimetlerden elbette sorulacaksınız” deniyor. Demek ki nimeti hatırlamak demek sorumluluğu hatırlamak demektir. Her birimizin Allah’ın verdiği nimetleri hatırlayıp onun şükrünü eda etmemiz gerekir. Emir cemaate olduğuna göre başkanın yönetiminde bu şükür eda edilecektir. Zaten Hazreti Musa Peygamber bu hitabı yapmakla vereceği görevleri hatırlatmaktadır.

إِذْ جَعَلَ فِيكُمْ أَنْبِيَاءَ

(EiÜ CaGaLa FIyKuM EaNBiYAEa)

“İçinizde nebiler ca’letmişti.”

Buradaki “İz” zaman zarfıdır, hatırlanacak zamanı bildirmektedir, zikredilecek zamanı bildirmektedir. Fiil ister mazi ister muzari olsun “İz” geçmiş zamanı, yine fiil ister mazi olsun ister muzari olsun “İza” gelecek zamanı bildirir. “İza”da şart da olduğu halde, “İz”de sadece haber vardır.

Ce'ala” koymak, yerleştirmek, görevlendirmek anlamındadır.

İsrail oğulları için nebiler görevlendirilmişlerdir. İsrail oğullarının tarihini kısaca hatırlayalım. İnsanlık göçebe dönemi yaşarken, Milattan önce 3500 senelerinde Mezopotamya’da kentleşme  başlamıştı. O dönemdeki insanlar Fırat ve Dicle üzerinde barajlar yaparak bugünkü sanayi uygarlığının temellerini atmışlardı. Tarımda ve sanayideki gelişmeye insanlar ayak uyduramadığı için barajlar patlamış, Mezopotamya’yı sular almıştı. Hazreti Nuh peygamber ilk uygarlığı insanlara öğretmişti.

Milattan önce 2000 yıllarında Hazreti İbrahim gelmiş, Mezopotamya uygarlığını beşerileştirmekle görevli kılınmıştı. Dört küçük oğlunu doğuya göndermiş, onlar orada Brahmanizmi kurmuşlardı. Brahmanlar da İsrail oğulları gibi seçkinlerdi. Sonra Yahudilerde Hazreti İsa gelip Tevrat’ı beşerileştirdiği gibi doğuda da Buda gelip bir kabile dini, bir kavim dini olan Brahmanizmi beşerileştirmişti.

Hazreti İbrahim’in diğer iki oğlundan biri İsmail’dir, onu da Mekke’de bırakmıştı.

Üçüncü oğlu İshak’ı ise Filistin’de bırakmıştı. İshak’ın oğlu olan Yakup İsrail oğullarının atasıdır. Oğlu Yusuf ve 11 kardeşi Mısır’a gitmiş, orada merkezi devlet eğitimini almışlardı. Yusuf Sûresi tefsirlerimizde izah ettiğimiz gibi, bu küçük bir olay değildir. On ailelik bir aşiret özel eğitim almaz da yeni uygarlığa hazırlanmazsa yeni uygarlık kurulamaz. Havariler de on iki kişi idiler ama bugün dünyanın en kalabalık dinini oluşturuyorlar.

Eğer Akevler başarısız ise bu on kişilik/ailelik aşireti oluşturamamış olmamızdandır. Aşireti de bu on kişilik özel eğitim almış kimseler kuracaklardır. İstanbul Yenibosna’da bunun temelleri atılmaktadır. Henüz on aile olamadık.

İşte, İsrail oğulları Hazreti Musa’nın önderliğinde yola çıkmış, Sina’ya gelerek önce göçebe bir kabile devletini kurmuşlardır. Bu devlet kırk yıl çölde dolaşmıştır. Çöl gayet geniş bir sahadır. Deve sürüleriniz varsa onlarla dolaşıp durursunuz. Tüm ihtiyaçlarınızı deveden sağlarsınız. Deve süt verir, yün verir, deri verir, giyersiniz. Keser etini yersiniz. En önemlisi, sırtına yük koyar, kendiniz de biner, haftalarca çölde dolaşabilirsiniz. Develerin hörgüçlerinde depoladığı sular vardır, onunla haftalarca dolaşabilir, hatta isterseniz depodan siz de su alıp içersiniz.

Aşiret olarak doğan İsrail oğulları çölde dolaşa dolaşa bağımsız kabile olma özelliğine ulaşmışlardır. Hazreti Musa ölmeden önce Filistin’i Yuşa’ya göstermiş, işte siz buraya gireceksiniz demiştir.

Sonra Yuşa mukaddes topraklara girmiş ve orada İbrani uygarlığını kurmuştur. Bu devlet şeriata dayalı ilk merkezi devlettir. Şöyle ifade edelim, yerinden yönetimli merkezi devlettir. Mezopotamya site devletlere sahipti. Mısır merkezi devlete sahipti. İbranilerin devleti ise yerinden yönetimli merkezi devlet olmuştur. Yani bir taraftan siteler kendi varlıklarını koruyorlar ve bağımsızdırlar, diğer taraftan devlet vardır, gerek savunmada gerek ulaşımda merkezi devlet devreye girer.

İşte, İsrail oğullarının kurduğu yerinden yönetimli devlet sayesindedir ki Fenikeliler ve Yunanlılar dünyaya yayılıp siteler kurdular. Grek uygarlığı böyle doğdu. Roma ve Bizans Hıristiyanlık sayesinde varlığını sürdürmüştür. Bugünkü uygarlık da Yahudi Hıristiyan ittifakının eseridir.

İnsanlığın bugün ulaştığı yüksek uygarlık Hazreti Musa’nın kavmi olan İsrail oğullarının çabaları sonucudur. Bugün teknoloji sayesinde eğer gecemiz gündüz olmuşsa, mesafeler kısalmışsa, sesimiz uzaklara kadar gidebiliyorsa, beynimizden daha hızlı bilgisayarlar çalışıyorsa, işte bütün bunlar Hazreti Musa’nın kavmi sayesinde olmuştur.

Bunu kimler yapmış?

İsrail oğulları içindeki nebiler yapmış. Bunlar bir araya gelip ortak bir cemaat oluşturmamışlar, değişik zamanlarda değişik dönemlerde gelen nebilerdir. Her biri kendi görevini yapmıştır. Bundan dolayıdır ki “nebiyyin” denmemiş de “enbiya” denmiştir.  

وَجَعَلَكُمْ مُلُوكًا

(Va CaGaLaKuM MüLUvKan)

“Ve sizi mülük ca’letmiştir.”

Mülk” devlettir, saltanattır, iktidardır. Site devletlerinde site reisliğidir: Devlette ise devlet başkanlığıdır. “Mülk” burada çoğul getirilmiştir. İsrail oğulları  çölde dolaşırken on iki sıbta ayrılmış ve her sıbt kendi yönetimlerini kendileri yapmıştı. Devlet sadece onların savunmasını yapıyordu. Mezopotamya’daki site sistemi ile Mısır’daki merkezi sistem birleştirilmişti. Devletlerin, illerin, bucakların ve ocakların bağımsız olduğu içtihadımızı bu âyet teyit etmektedir. Çünkü alt kuruluşları devletçik olarak adlandırmaktadır. ABD ve İsviçre federe devletlerdir, insan yapısına uygundurlar.

Burada “sizi mülük yaptı” demekle yönetimin demokratik olacağını ifade ediyor. Bir hanedan, bir atanmış vali değil, bizzat kavim mülük olmuştur. Mustafa Kemal’in hakimiyetin millete ait olduğu ifadesi bunun tercümesidir. Milletin kendisi meliktir.

Mülük” kelimesi burada nekredir. O halde her sitenin ayrı yönetim şekli olacaktır.

İşte, bağımsızlığı ifade eden başka bir delil daha ortaya çıkmaktadır.

Bu nasıl sağlanacaktır?

“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” bunu yapmağa çalışmaktadır. Yenibosna’da bunun seminerlerine başlanmıştır. İnternette yayınlanacaktır. Takip eder katkıda bulunursanız hep beraber ilâhi emri yerine getirmiş oluruz.

وَآتَاكُمْ مَا لَمْ يُؤْتِ أَحَدًا مِنْ الْعَالَمِينَ (20)

(Va EAyTAvKuM MAv LaM YuETi EaXaDan MiNa elGAvLaMIyNa)

“Ve size âlemlerden kimselere vermediğini vermiştir.”

Kur’an’da İsrail oğullarının seçilmiş bir kavim olduğu bir çok yerde ifade edilmektedir. Biz yönetimde adalet isteriz. Adaleti de eşitlik içinde görürüz. Oysa gözümüz göreceği yerde hem görseydi hem işitseydi, kulağımız hem işitseydi hem görseydi, ayaklarımız hem yürümeye hem de yapmaya yarasaydı, onlar da burun gibi koklamaya başlasaydı biz olabilir miydik? O halde kâinat ve hayat farklılaşmaya dayanmaktadır. Kimilerine üstün görevler yüklenir. Kimilerine de başka görevler yüklenir. Herkes mareşal olsa ordu olmaz. İnsanlar da tek bir ümmettir. Kavimler arası görev bölüşmesi yapılmıştır.

İnsanlığı uygarlaştırma görevi İsrail oğullarına verilmiştir. Bunun sonucunda diğer insanlar onların köleleridir, ırgatlarıdır, malıdır anlamı çıkmaz. Mesela, Allah Türklere de askerlik kabiliyetini vermiştir. Araplara da ulaşılmaz dil vermiştir. ABD’ye silahlar vermiş, bombala bombalayabildiğin kadar demiştir. Almanlara teknik geliştirme kabiliyetini vermiştir. Dolayısıyla nimet demek hizmet demek, görev demektir.

El-Âlemîn” kurallı çoğuldur, topluluğu ifade eder. Başındaki “el” de istiğrak içindir.

Bütün topluluklarda kimseye vermediğini size vermiştir denmektedir.

İsrail oğullarının dışında da peygamberler gelmiştir. O halde bunlara verilen ama başkalarına verilmeyen nedir?

Yukarıda tarihi anlatırken sanki İslâm hiç gelmemiş, sadece onlar her şeyi yapmış gibi anlattım. Evet, İslâmiyet’in uygarlığa etkisi Hazreti Musa’nın kavminin etkisinden çok fazladır. Ancak bunu bir kavim yapmıyor, tüm inanlıkta herkesin buna katkısı vardır. Bağdat’ta ilmî çalışmalar yapılıyorken Araplardan çok Arap olmayan, hattâ Müslüman olmayanlar da katılmıştır.

“Adil Düzen Çalışmaları” İstanbul’da yapıldığı zaman “Bin Dil Üniversitesi”ni kurduğumuzda tüm insanlar katılacak ve Kur’an’a hizmet edeceklerdir. Dinlerini değiştirmelerine gerek yoktur. Kur’an’ın düzen yönünü birlikte inceleyeceğiz. Bu sebepledir ki her kavmin üstün bir tarafı vardır. Ama yeryüzü uygarlığını geliştirme görevi İsrail oğullarına verilmiştir.

İsrail oğullarının hikayesi Mezopotamya’dan başlamıştır. Kendileri aslen Azeri Türklerindendir. Sümerlerden de değildir. Arap da değildir. İlk değişme Mezopotamya’da başlamıştır. Akadlarla karışarak yeni bir ırk olmaya başladılar. Mısır’a gittiler. Sonra Filistin’de yerleştiler. Oradan defalarca sürüldüler. Her sürüldükleri yerlerden oraya uygarlık götürdüler. Oralardan da uygarlık aldılar. Beşeri uygarlık böyle doğdu.

Bugün dahi yeryüzünün her yerinde yayılmış durumdadırlar. Tevrat onları birbirlerine bağlamakta ve şimdi Filistin’de toplanmaktadırlar. İnsanlar onları sevmeseler de onlar varlıklarını sürdürecekler, uygarlığa kıyamete kadar hizmet edeceklerdir.

Hele bugün para tanrı yerine geçmiştir. Cebimizde para olmazsa tuvalete bile gidemeyiz. Eskiden İstanbul’un her sokağında çeşme vardı. Halk gelir, su güğümlerini doldurur ve yaşardı. Şimdi ise onlar kurutulmuş, evlerin içine çeşmeler girmiştir ama eğer ay sonunda su parasını ödeyemezseniz susuzluktan ölür, belediye kokmasın diye cenazenizi Bin Ladin’in cenazesi gibi denize atar. İşte bu paranın sahibi bugün ABD’deki 200 aile Musa'nın kavmindendir. ABD Merkez Bankası (FED) onlarındır. Dünya merkez bankaları onlara bağlıdır. Adeta yeryüzünün tanrısı olmuşlardır, biz nefesimizi onlar sayesinde almaktayız! Karşılıksız para ile yeryüzüne hakimdirler. Savaşları onlar çıkarmakta, terörü onlar beslemekte, mafya onların, CIA onların. Üniversiteler onların, televizyonlar onların. Adeta onlarsız yaşamak mümkün değilmiş duruma gelmişlerdir. İşte Kur’an bunların bu durumlarını tasvir etmekte ve akıbetlerini de bildirmektedir; “Adil Düzen”in müjdesini vermektedir.

***

يَاقَوْمِ

(YAv QaVMı)

“Ey kavmim”

Hazreti Musa onlara Allah’ın onlar üzerindeki nimetlerini hatırlattıktan sonra onlara görevlerini hatırlatarak emir vermektedir. Kavmim, kavmim demektedir. Çünkü onları Mısır’dan ne olaylarla çıkarmıştır. Olay Firavun’la tartışma ile başlamıştır. Hazreti Musa mucizeleri Firavun’a değil, İsrail oğullarına göstermişti, mucizesini kavmine göstermişti.

Kavmi ona uymuş, Mısır’dan çıkmışlardı. Samiri macerası ve kırk yıl çölde dolaşıp durmaları hep Hazreti Musa’nın azimli iradesi sayesinde olmuştur. Harun hemen zafiyet göstermişti. İşte kavmim, kavmim demesi buradan geliyor. Adeta Hazreti Musa kavim olmuş, kavim de Musa olmuştu.

Hazreti Musa’nın hikayesi “Adil Düzen Çalışanlarına örnek olmalıdır. Sıkıntılarla karşılaştıklarında hemen pes diyenler oyunu kaybederler. Kırk yıl biz de çölde değil ama siyasetlerde ve ekonomilerde sürüklendik. Hazreti Musa ve kavmi gibi sebat gösterebiliyor muyuz? Görevimizi unuttuk mu, unutmadık mı? Yoksa, olmuyor diye bıraktık mı? Hazreti Musa’nın azmini gösterdik mi?

ادْخُلُوا الْأَرْضَ

(uDPuLUv eLEaRWa)

“Arza duhul edin.”

Musa aleyhisselâm onlardan arza girmelerini istemektedir.

İnsanlar hep alıştıkları şeylerde dururlar. Yenilik yapmak son derece zordur. Yeniliği yeni nesille yapmak gerekir. Eski nesli de inandırmak çok zordur.

Musa aleyhisselâm bu arza girin diyor.

Arz” kelimesi yeryüzü anlamında olduğu gibi görünen arz anlamındadır. Marifeli gelince de belli yerdir. Buradaki arzın neresi olduğu tarif edilmektedir. Tevrat’ta bu topraklar tarif edilmiştir. 265’inci seminerde bu yerler belirtilmişti. Burası Akdeniz’in doğusunda bir yerdir. Güney tarafı Akdeniz’in  güney tarafı hizasıdır. Doğusu ise Tuz gölüdür. Kudüs’ün yer aldığı ülkedir.

Duhul ediniz” deniyor. “Ale’l-erd” denmiş olsaydı, orasını istila ediniz denmiş olurdu. Oysa burada sadece “duhul ediniz” denmiştir. O halde bu duhul savaş anlamında duhul değildir. Oraya duhul edip ne yapacaklardır? Onlar badiyelerde çobanlıkla geçinen bir kavimdir. Duhul edip de ne yapacaklardır?

Türkler Anadolu’ya geldiklerinde iki grup gelmişti. Kimileri Yörük yani göçebe idi. Bunlar dağlara gelmişlerdi, oralarda hayvan otlatıyorlardı. Kimileri de tarımla uğraşan Özbekler gibi gruplardı. Bunlar Anadolu’ya asker olarak geldiler. Asırlarca Yörükler dağlardan inmediler. Cumhuriyet döneminde yeni yeni indiler. Oysa uygarlık kentlerde oluşur. Göçebe hayatı insanları çilekeş yapar, dayanıklı yapar, çalışkan yapar. Kentlere gelip yerleştiklerinde birden orada yeni uygarlık oluştururlar.

İsrail oğullarının uygarlık kurmaları için kentlere gelip yerleşmeleri gerekmektedir. Hazreti Musa peygamber bunlara bunu söylemektedir. Girin, o kentlerin içinde onlarla kaynaşarak yeni uygarlığı kurun demektedir.

الْمُقَدَّسَةَ

(ElMuQadDaSaTi)

“Mukaddes arza”

Mukaddes arza girin” denmektedir. Hazreti Yakup peygamber Hazreti İsmail’i ziyaret edip Filistin’e dönerken geceyi bir yerde geçirmiş, bir rüya görmüş ve oranın mukaddes bir yer olacağı bildirilmişti.

Sonra Hazreti Süleyman peygamber onu inşa etmiştir. Kudüs oradadır. Kudüs mabedi onun zamanında yapılmıştır. Sonra Hıristiyanların eline geçmiştir. Daha sonra yanına Kudüs Camii yapılmıştır. Mabet Hıristiyanlar tarafından harap edilmiştir.

Kutsiyetin manâsı toplantı yeridir. Halkın görüşmek, konuşmak, ibadet etmek için toplandığı alan mukaddestir Mabetler bu bakımdan mukaddestir. Bugün Hıristiyanların ve Yahudilerin kıblesidir.

Müslümanlar da orasını ikinci mukaddes yer kabul ederler.

Üç mescitte kılınan namazların efdal olduğunda ittifak vardır.

Musa aleyhisselâm orasına mukaddes ülke demiştir. Mukaddes yerlerin özelliği oraların açık alan olmasıdır, herkesin gelip ziyaret ettiği ve dolaştığı yer olmasıdır.

Yahudilerin yeryüzündeki nüfusu 15 milyon civarındadır. Filistin’de beş milyonu yaşamaktadır. Beş milyonu da Amerika’dadır. Başka bir milyonu bulan yer yoktur. Bunların hepsi Filistin’e gelse 15 milyon olurlar. Yahudiler tarımı ve sanayii bilmezler, onlar ticareti bilirler. ABD’de üretilen mallar İsrail’e satılmakta, İsrail de onları dünyaya pazarlamakta, onların taşeronluğunu yapmaktadır.

Kur’an’da burası mukaddes arz olarak geçmekte, bir de Medyen’den çıkıp Mısır’a dönerken de mukaddes tuva vadisi olarak geçmektedir. Marife geldiğine göre bu iki yer aynı yer olmalıdır. Yani Musa aleyhisselâm da bu vadide Allah’la konuşmuştur. Demek ki bu yer insanlık için mukaddes olarak seçilmiştir. Yani tüm insanların toplanıp görüştükleri ve yaşadıkları yerler olacaktır.

Bizim Mekke için projemiz vardır, İstanbul için projemiz vardır ama Filistin için bir projemiz olmamıştır. Bunu bizim değil onların yapması gerekir ama biz burada kendimize göre bir proje önerelim.

  1. Tevrat’ta belirlenmiş vaad edilmiş toprak mukaddes toprak Yahudilerin olacak orada yerleşecekler ve orada organize olacaklardır. İller şeklinde teşkilatlanacak, kendi güvenliklerini kendileri sağlayacaktır.
  2. İsrail devleti olmayacak, ordusu bulunmayacak. Ülkenin savunmasını Hıristiyan ve Müslümanlardan oluşmuş ordular yapacaktır. İç işlerine katılmayacak ama güvenlik hususunda görevli Hıristiyan ve Müslüman askeri birlikler olacaktır. Mekke ise tüm insanlığın ortak güvenliği ile korunacaktır.
  3. Burada tüm insanların gelebildiği açık yer olacak. Yani Kudüs mabedinin bulunduğu kent insanlığa açık kent olacaktır. Herkes gelecek ve gidecektir. Burada mülkiyet olmayacak, Mekke şehri gibi açık olacak.
  4. Buralarda kurulacak pazarlama yerlerinde ve üniversitelerde ise esas söz sahibi İsrail oğulları olacaktır. Herkese açık şehir ama iç yönetim İsrail oğullarının güvenliği ise Hıristiyan ve Müslümanların. Başka bir ifade ile belediye hizmetleri, ekonomik işler hep Yahudilerin olacak, sadece askerlik ve polislik hizmetleri Hıristiyan ve Müslüman mü’minlerin olacaktır.

Mukaddes” sıfatının verilmiş olmasının sebebi budur. Siyasi güç olarak yetkileri olmayacak ama ilimde ve ekonomide tüm organizasyon onların olacak. Onlar seçilmiş kavim olarak kıyamete kadar varlıklarını sürdüreceklerdir. Kimse onların ülkesine gitmek zorunda olmayacaktır ama gidenler de onların üstünlüklerini benimseyeceklerdir. Mekke ise insanlığın merkezi olacaktır. Orada seçilmiş kimseler değil insanlığın temsilcileri olacaktır. Oralarda adalet ve eşitlik ilkeleri geçerli olacaktır.

Neden bu böyledir?

Demokrasi iyi bir şeydir, insanların rahatı ve saadeti için iyidir de demokrasi ilerlemeye müsait değildir. Uygarlığı üreten merkez kapalı bir kuruluş olmak zorundadır. Bunun için Allah onlara o kenti takdir etmiş ve insanlığa vermiştir.

Şimdi bu belde mukaddes belde olduğu için herkes gelecektir ama oranın sahipleri İsrail oğulları olacaktır. Mekke’nin Kureyşlileri ise Arap değil tüm insanlıktan oraya giden gelen alim ve tüccar kimseler olacaklardır.

Böylece iki merkez birbirleriyle yarışacaklardır.

الَّتِي كَتَبَ اللَّهُ لَكُمْ

(elLaTIy KaTaBa elLAHu LaKuM)

“Allah’ın sizin için kitabet ettiği yer.”

Evet, Allah oraları onlara vermiştir. Geniş olan yeryüzünü tüm insanlara vermiştir. Ama bir kavmi seçmiş, onlara özel görevler vermiş, görevlere göre yetkileri vermiş, bir topluluk var, onlara arz-ı mev’udu vermiştir. Bizleri, bilhassa Hıristiyanları ve  Müslümanları, onları oralara yerleştirme görevi ile görevlendirmiş. Ben bu âyeti anlamadan, başka âyetlere dayanarak Filistin’in onların yurdu olduğunu söylüyordum. Söylediklerim kimilerinin acayibine gidiyordu. Şimdi bakalım bu âyete ne diyecekler. Allah onlar için yazmıştır. Türkçede bile temlik etmeyi yazma ile ifade ederiz. Demek ki Allah o yerleri İsrail oğullarına, Hazreti Musa’nın kavmine yazmıştır, tapusunu Kur’an’da onlara vermiştir.

Filistinliler için bizim önerimiz olacaktır. Onlara Sina Yarımadası’nda bir vatan kuracağız; biz Hıristiyan ve Müslümanlar. Yahudilerden de maddî imkân sağlayacağız. Anadolu’da, bilhassa Karadeniz’in dağlarında toplanan sular vakıf olarak oluşturulacak ve Filistin’e de verilecek, Sina Yarımadası’na verilecektir.

Biz kendi kafamızdan projeleri çizersek sonunda işimiz hüsran olur.

Yahudiler faizden vazgeçecekler, Yahudiler savaş fitnesinden vazgeçeceklerdir. Biz de mukaddes topraklardan vazgeçeceğiz. Böylece takdir-i ilâhi gerçekleşecektir. Direnirsek Allah’ın ihbarı duruyor. Diğerleri gelir, sonra onlar bizim gibi olmazlar.

Bu yazılarımızı asker-sivil yerli-yabancı herkes dikkatle okumalıdır...

Yazarlarımız kopyacılıktan vazgeçip biraz da yeni şeyleri duyup yazmalıdır...

Bir âyeti okumaya başladığım zaman, bu âyette yeni bir şey yok, sadece eskilerin teyidi var derim, içime biraz da sıkıntı girer. Bu âyetin durumu da böyle, Musa aleyhisselâmın hikâyesi, bunu biliyoruz deriz! Halbuki ben şimdi iki şey öğrendim.

Biri, İsrail oğullarının ülkesi olan Filistin  toprakları Kur’an’da onlara tescillidir.

Diğeri de, İsrail toprakları açık pazar toprakları olacaktır.

Allah bizlere Kur’an’ı okuyup anlama imkanı verdiği için ne kadar hamd etsek azdır.

Ben ve sen anlamışız, fark etmez, sonunda hepimiz öğrenmiş oluyoruz.

Birbirimizin hatalı anlayışlarını düzeltmemiz gerekmektedir.

وَلَا تَرْتَدُّوا عَلَى أَدْبَارِكُمْ

(Va Lav TaRTadDUv GaLAy EaDBaRiKuM)

“Dübürlerinizin üzerine irtidad etmeyiniz.”

Reddetmek” geri çevirmek demektir. “İrtidat etmek” demek, geri dönmek demektir. Savaşta bunun anlamı düşmana sırtını çevirip kaçmak anlamındadır. Savaşan iki ordu arasında savaşın öyle bir ânı gelir ki, artık savaşı terk etmek zorunda kalırlar, dönüp kaçarlar. Hazreti Musa işte bunu yasaklamaktadır. Cephe savaşına giren ordunun kararı ‘ya ölüm ya zafer’ olmalıdır. Yenilirsek imha oluruz, yenersek de imha ederiz. Savaş budur. Teslim olup esir olmak veya gerisin geriye kaçmak ise mü’minler için sözkonusu değildir.

Dübür” arka demektir. “Kubul” de ön demektir. Arka demek geçmiş demektir, ön demek de istikbal/gelecek demektir. Uygarlaşma sözkonusudur. Nasıl insan devamlı yaşlanır, hiçbir zaman gençleşemezse, insanlık da böyledir, sürekli olarak yaşlanmaktadır. Uygarlaşmaktadır. Geri dönüş yoktur, yani irtica yoktur. Tekrar çöle dönüş yoktur.

Toplayıcılıktan avcılığa, avcılıktan çobanlığa, çobanlıktan tarımcılığa geçilmiştir.

Hazreti Musa şimdi onlara tarımcılığa geçmelerini emretmektedir, tekrar çöllere dönmemelerini istemektedir.

Türkiye’yi misal alırsak, saltanattan meşrutiyete, meşrutiyetten cumhuriyete ve demokrasiye geçilmiştir. Tek partili döneme dönülmeyecek, saltanata dönülmeyecektir. Durmak da yoktur. Demokrasiden daha ilerisine gidilecektir, bu da “Adil Düzen”dir.

“Adil Düzen”in ne olduğunu öğrenmke isteyenler “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” seminerlerimizi takip edebilirler.

فَتَنْقَلِبُوا خَاسِرِينَ (21)

(Fa TanQaKiBUv PASiRIyNa

“Hüsrana inkılap edersiniz.”

Hasar” zarar demek, azalma veya bozulma demektir. Ticaret yaparsınız, zarar ederseniz hasar görmüş olursunuz. Arabanız çarpar, bir yeri eğrilip kırılır, hasar görmüş olur. Burada “Halikin” değil de “Hâsirîn” demiş olmasından anlıyoruz ki, bu savaştaki kaçma değil, uygarlıkta geri dönüştür. İrticadır. Her irtica sonunda zarara uğratır, ileriye götürmez.

Musa aleyhisselâm burada tüm insanlığı ilgilendiren kural koymaktadır. Bir yenilik geldiği zaman onunla mücadele etmek, onu daha ileriye götürme ve onun zararlarını ortadan kaldırma olmalıdır. Yoksa hüsran olur.

Cumhuriyetin ilk yıllarında CHP iktidarda idi. Demokrat Parti geldi. Sonra AP, sonra ANAP, sonra DYP, sonra AK Parti geldi. Saadet Partisi’nin gelişi istenmedi, tekrar Demokrat Parti anlayışının gelmesi istendi, Adalet Partisi’nin gelmesi istedi, DYP istendi. Bunların hiçbirisi irticayı beceremediler. Bunun yerine yeni hamle yapan ANAP geldi. ANAP’tan daha ileri Millî Görüşçü AK Parti geldi. Ulus zarar etti, neleri zarar etti?

1- KİT’ler satılıp imha edildi.

2- Dış borçlar ve faizler birkaç misli arttı.

3- Türk tarım ve hayvancılığı iflas etmektedir.

4- Türkiye’de var olan sanayi işletmeleri yerinde saydı.

Her irtica hüsrandır. AK Parti’yi yıkmak hedefimiz olmamalıdır. Hedefimiz AK Parti’den daha ileri, mukaddes topraklara yani “Adil Düzen”e girmemiz olmalıdır. Mukaddes kelimesini böyle de değerlendirebiliriz. Yani ileri, gelişmiş, medeni kent anlamını verebiliriz.

***

قَالُوا يَامُوسَى

(QAvLUv YAv MUvSAy)

“Ey Musa dediler.”

Kavmi “Ey Musa” diyor, “Ey Hazreti Musa” demiyor. Sahabeler de “Ey Muhammed” diyorlardı, “Ey Hazreti Muhammed” demiyorlardı, salat-ü selâm da getirmiyorlardı.

Biz Kur’an’a mı tâbi olacağız, yoksa atalarımızın yaptıklarına mı?

İşte, ben bu sebeple peygamberlerden bahsederken şatafatlı kelimeler kullanmıyorum. Onlara tam karşı imişiz havası olmasın  diye bazen “hazreti” diyorum, bazen “aleyhisselâm” diyorum. Hayatımızı Kur’an’a dayanarak ayarlarsak mutlaka başarıya ulaşırız, dünyamızı ve ahiretimizi kazanırız. Atalarımızın dini ile hareket edersek hüsrana uğrarız, Şamanist oluruz.

Bana diyebilirsiniz ki; sen başardın mı?

Hamd olsun, ben başaramadım ama Allah bol bol in’am etti, ihsan etti. Kişi olarak seksen küsur yaşımda sağlığım yerinde bunları yazıyorum. Allah’ın en büyük lütfü ilimdir. Bunun dışında benim desteklediğim gruplar başarılı olmuşlardır. Risale-i Nur şakirtleri ve Millî Görüşçüler. Bütün bu nimetlere Kur’an sayesinde ulaşmış bulunuyoruz.

إِنَّ فِيهَا قَوْمًا جَبَّارِينَ

(EinNa FIyHAv QaVMan CabBAvRIyNa)

“Orada cebbar bir kavim vardır.”

Cebbârîn” kurallı çoğuldur. Oysa “Kavm” tekildir ama cem ismidir, yani bir topluluğun ismidir. Bunlara çoğul sıfat olur. “Fîhâ” “İnne”nin haberidir. “Kavm” de İnne”nin ismidir. “Fîhâ Kavmun” de “Fiha” haber “Kavmun” mübteda olmuş olur. Gramerciler bu görüştedirler. Buradaki ifadeden bunu rahatlıkla çıkarabiliriz. Biz ise Türkçedeki ifadeye göre cebbar bir kavim oradadır diyeceksek “Kavmun Cebbarun Fîhâ” deriz. Orada cebbar bir kavim vardır diyecek olursak “Fîhâ Kavmun Cebbârîn” deriz. Yani takdim tehirle mübteda ve haber yaparız. İkisi de merfu olduğu için mübtedanın üzerinde haberin takdimi bizce caiz olmamalıdır. Dolayısıyla bize göre “Fîhâ Kavmun” dediğimiz zaman “Fîhâ” mübteda “Kavmun” haberdir.

Cebbar” demek zorba demektir, diktatör demektir, sağı solu belli olmaz demektir.

Bunu şöyle tanımlayabiliriz. İslâm dünyasında yargısız infaz yoktur. Devlet başkanı da olsa muhakeme etmeden asla karar veremez. Sonra kararı kurallara göre vermesi gerekir. Soruşturmacılara dayanarak karar verir. Hem soruşturmacı hem hakim olamaz. Soruşturmacı olayı tesbit eder, hakim ise olayın hükmünü verir; daha doğrusu hakemler verir. Eğer bir toplulukta kişi muhakemesiz hem hakim hem şahit yani soruşturmacı oluyorsa, o kavim cebbar kavimdir. Tarafların seçtiği hakemler soruşturmacıların şehadeti ile karar veriyorsa o yer silm/barış yeridir, o halk İslâm halkıdır. Cebbar kavme, diktanın oduğu yere girmeyeceklerini ifade ediyorlar.

Burada bizim alacağımız ders; Türkiye cebbar olsa da biz yine Türkiye’de kalıp tebliğe devam etmekle mükellefiz. İşte Adil Düzencilerin görevi budur. Bu sebepledir ki biz cebbar olan Türkiye yönetimine girdik ve oraya demokrasiyi getirmeye çalıştık. Bunu da başardık. Bugün anayasa ekseriyeti ile ‘bu yolda beraber yürüdüklerimiz’ iktidardadır. Onlar bizi bıraktıysa, o bizim iç sorunumuzdur. Yine aynı amaçla hareket ettiğimiz Risale-i Nur şakirtleri, elli sene evvel dışlanmış ve gariban durumda iken, cebbar kavmin içinde dünyaya yayıldılar. Avrupa’ya göç de bu anlamdadır.

Biz, bizim iktidarda olmamız değil, İslâmiyet’in dünyaya yayılması için çalışma görevindeyiz. Bediüzzaman ömrünü hapishanelerde geçirdi ama Risale-i Nurları orada yazdı.

O halde, kavim cebbar da olsa, orada bulunup tebliğ etmek zorundayız. Hele “Adil Düzen”in olmadığı dünyada tebliğimizi her yere ulaştırmak zorundayız. ABD’ye de gitmeliyiz. Bunları hep yapıyoruz. Eksiğimiz; Kur’an’ı öğrenmeden, “Adil Düzen”i bilmeden bunu yapıyoruz. Bizim çalışmalarımız bu sorunu da yakın zamanda çözecektir.

وَإِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا حَتَّى يَخْرُجُوا مِنْهَا

(VaEinNAv LaN NaDPuLuHAv XatTAa YaPRuCu MiNHAv)

“Onlar ondan huruc edene kadar biz asla duhul etmeyeceğiz.”

Duhul edin emri savaş emri olsaydı, o zaman bu ifadeye gerek yoktu. Demek ki emredilen savaşla girme değil, hıtta deyip girmedir, selam verip girmedir, sıkıntılar içinde olunsa da girmedir. Kavmi itiraz ediyor. Biz girersek onlar orada olamazlar diyorlar.

Bugünkü İsrail’in durumu da buna benzerdir. Tarım dönemi kalıntısı olarak toprak alıp Filistinlileri topraklarından etme çabaları içindedirler. Halbuki İsrailliler fabrikalar kurar, işçilere büyük ücret verirlerdi, bir adil düzeni, Tevrat düzenini uygularlardı. Filistinliler canı gönülden o fabrikalarda iş yapardı. Onlar dünyanın ticaretini ele alır, gerçekten arz-ı mukaddese yakışır bir düzen kurabilirlerdi. Osmanlılar Viyanalara kadar o sayede gittiler. Ancak, Amerika’nın sömürü sermayesi bunu istemiyor, İsrail’in gelişmesini istemiyor, İsrail’i ateşler içinde yaşatıyor. Bu durum hem Müslümanlara hem de Yahudilere zulüm oluyor.

إِنْ يَخْرُجُوا مِنْهَا فَإِنَّا دَاخِلُونَ (22)

(EiN YaPRuCUv MiNHAv FaEinNAv DaPıLUvNa)

“Onlar oradan huruc ederlerse o zaman biz dahil oluruz.”

İnsanlar başkalarını kovup kendilerinin oturmasını isterler. Oysa İslâmiyet’in emrettiği bir arada olmaktır. İktidardakileri indirip ben çıkayım demek şeytan işidir. Birlikte yönetelim demek insani bir öneridir. Bu sebepledir ki biz daima koalisyon (millî mutabakat hükümeti) taraftarı olmuşuzdur. Direk ve tek başına iktidarı Allah Erbakan’a nasip etmedi.

AK Parti de eğer şeriata göre iktidar olmak isterse neler yapacaktır?

  1. Seçim barajını yüzde 5’e indirecektir.
  2. Partiler oylarını diğer partilere kullandırabileceklerdir. Meclis’te temsil edilmeyen kişi kalmayacaktır.
  3. Millî mutabakat hükümeti kurulacaktır. Hükümette de bütün partiler, dolayısıyla bütün vatandaşlar temsil edilecektir.
  4. Yönetimin denetimi siyasi değil, yargı denetimi yani hakemlerin denetimi olmalıdır. Partiler davacı olabilmelidir.

İnsanların birlikte yaşamaya karşı olan bu direnişi Kur’an’da bu ifadelerle dile getirilmiştir. Bizim yönetimimizde taşra bucakları vardır, merkez bucakları vardır. Taşra bucaklar tutuculuğun temsilcisi olacaklardır. Merkez bucaklar ise ilericiliğin bucakları olacaklardır. Taşra bucakları da merkez bucaklarını izleyeceklerdir. Ne var ki nesil değişmiş olacaktır.

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 20

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

قَالَ رَجُلَانِ مِنْ الَّذِينَ يَخَافُونَ أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمَا ادْخُلُوا عَلَيْهِمْ الْبَابَ فَإِذَا دَخَلْتُمُوهُ فَإِنَّكُمْ غَالِبُونَ وَعَلَى اللَّهِ فَتَوَكَّلُوا إِنْ كُنتُمْ مُؤْمِنِينَ (23) قَالُوا يَامُوسَى إِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا أَبَدًا مَا دَامُوا فِيهَا فَاذْهَبْ أَنْتَ وَرَبُّكَ فَقَاتِلَا إِنَّا هَاهُنَا قَاعِدُونَ (24) قَالَ رَبِّ إِنِّي لَا أَمْلِكُ إِلَّا نَفْسِي وَأَخِي فَافْرُقْ بَيْنَنَا وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ (25) قَالَ فَإِنَّهَا مُحَرَّمَةٌ عَلَيْهِمْ أَرْبَعِينَ سَنَةً يَتِيهُونَ فِي الْأَرْضِ فَلَا تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ (26)

 

قَالَ رَجُلَانِ

(QAvLa ReCuLAvNı)

“İki racül kavl etti.”

Musa aleyhisselâm “arza girin” demiştir, “gidin savaşın” dememiştir; onlar ise “girin, onlarla savaşın” anlamışlardır. Bundan sonraki âyette “kırk sene daha çölde dolaşsınlar” diyerek onların “girmeyiz” sözlerini cezalandırmıştır.

Bu olayın Mısır’dan çıkıştan sonra hemen vaki olduğu anlaşılmaktadır. Mısır’da doğmuş ve büyümüş bir nesil çöl hayatına dönmemiştir. Bugün İstanbul’a gelip yerleşen veya Almanya’ya gidip orada yerleşmiş bir nesle haydi şimdi Anadolu’nun köylerine dönün dendiğinde, dönmesi ne kadar zor ise; Hazreti Musa’nın kavmi de yeniden çöl hayatına dönmeyi istememektedir. İşte o zaman Hazreti Musa onlara Filistin’in meskûn kentleşmiş yerlerine girin, orası sizin vatanınızdır demiştir. Onlar da oraya giremeyeceklerini, çünkü orada cebbar kavim olduğunu beyan etmişlerdir. Hazreti Musa onlara bir şey dememektedir, çünkü söyleyenler haklıdır. Henüz hazırlıklı değildirler, henüz organize olmuş ve güçlenmiş değildirler, henüz eğitimlerini tamamlamamıştırlar.

Mezopotamya gelişmiş uygar bir ülke idi. Orada çobanlık yapıyorlardı. Ama kentte idiler. Mısır’a gittiklerinde daha büyük kentlerle karşılaştılar. Orada hem tarım hem de çobanlık yaptılar. Ama buralar yerleşik yerlerdi. Şimdi bu kavmin bir eksiği daha vardı; kır hayatını, köy hayatını bilmiyorlardı, çöl hayatını bilmiyorlardı. İşte bunların yani bu neslin kırk senelik eğitime ihtiyaçları olacaktı. Çocuklar çöllerde doğacaktır. Kırk yaşına geldiklerinde babaları altmışı geçmiş olacaktır. İnkılâbı bunlar yapacaklar, uygarlaşmayı bunlar sağlayabilir. Çöl eğitiminden, kır eğitiminden geçmeyenler yeni uygarlığa uyamazlar.

Hazreti Musa onlara “girin” demekle onları çölde dolaşmaya gönüllü yapmaktadır.

Osmanlı İmparatorluğu geniş topraklara hükmediyordu. Yunanlılar Sakarya’ya kadar gelmeseydi Türkler Anadolu’ya razı olmazlardı. Sevr dayatılınca Anadolu’ya sevine sevine razı oldular. Oysa imparatorluk dönemi bitmiş, ulusallık dönemi başlamıştır. Artık Osmanlı İmparatorluğu olmayacak, belki ABD gibi devletler birliği olacak, Sovyetler gibi Bağımsız devletler topluluğu (BDT) olacak yahut Avrupa Birliği gibi olacaktır. Buna en uygun yer Osmanlı İmparatorluğu’nun yerleridir, çünkü Osmanlı İmparatorluğu sömürü üzerinde kurulmamıştır.

Biraz sonra ne olacaktır?

Türkiye Cumhuriyeti “Adil Düzen”i kabul edecektir. Birinci Cumhuriyet yıkılmadan veya yıkıldıktan sonra “Adil Düzen”i kabul edecek, arkasından tüm Osmanlı İmparatorluğu’nun dağılmış olan ülkeleri de “Adil Düzen”i kabul edeceklerdir. Böylece Osmanlı İmparatorluğu yerine Osmanlı Birliği veya Ortadoğu Birliği ortaya çıkacaktır. Bu birlikte tüm devletler eşit şartlara sahip olacaklardır.

İşte, biz de yüz seneden fazla çöllerde dolaşmış olacağız.

Hazreti Musa cevap vermiyor, içlerindeki iki adam cevap veriyor. Bunlar iki tanınmayan kimselerdir, yani Musa’nın kavmi tarafından bilinen meşhur kimseler değildir. Bunlar inanmış, İslâmiyet’i kavramış kimselerdir. Geleceği görmektedirler. Bunların elinde Tevrat vardır, 3000 yıl sonra dünyaya onları hükümran kılan Tevrat vardır. Orada sakin olanlar ise Hititlerdir ve böyle ilâhi kitapları yoktur. Bozulmuş, yaşlanmış, büyük görünen ama büyük olmayan bir topluluktur. Eğer bunlar güçlü olurlarsa onların galip geleceklerini söylüyorlar. Hazreti Musa söylemiyor, çünkü Hazreti Musa onları çöle razı etmek için bu emri vermiştir. Kolay bir iş değildir.

Biz Yenibosna’da toplanamıyoruz. Ben size desem ki; haydi Erciyes Dağı’nın yüksek tepelerine çıkalım, kırk sene eğitim yapalım, biriniz gelir misiniz?

İşte Hazreti Musa bunu yapmıştır, bunu başarmıştır.

Hazreti Muhammed de buna benzer bir iş yapmış, tüm mü’minleri Mekke’den Medine’ye götürmüştür. Mekke ticaret merkezi idi, Kureyşliler ticareti biliyordu. Medine ise tarım ülkesiydi. Bunların oralarda toprakları yoktu ama hicret ettiler.

Anadolu’muz boşalmıştır. Topraklar bomboş. Biz Anadolu’nun bir kasabasına hicret edip ileri tarımcılığa başlasak İslâm kentini çok kolay kurabiliriz.

Biz bunu yapabilir miyiz?

İşte, Hazreti Musa kavmine bunu kabul ettirmek için onlara “girin” diyor.

مِنْ الَّذِينَ يَخَافُونَ

(MiNa elLaÜIyNa YaPAFUvNa)

“Havf edenlerden”

Buradaki havf edenler Hazreti Musa’nın kavmidir. Biz oraya giremeyiz diyenlerdendir. Bunlar havf etmiyorlar, kavim havf ediyor.

Burada önemli bir sosyal kanunu öğenmiş oluyoruz. Havf eden kavmin içinde havf etmeyenler de olabilir. Yani kavim havf etmiş iken içindekilerin hepsi havf etmiş olmayabilir.

Havf edenlerin sayısı ne olmalıdır ki o kavme havf edenler diyelim? Yani bizim bir topluluğa bir vasfı verebilmemiz için onların yüzde kaçının o vasfı taşıması gerekir?

Batılılar ekseriyeti yani yüzde 51’i kabul ederler. Oysa bunun hiçbir önemi yoktur. Bir toplulukta yüzde doksanı karşı düşüncede olur ama topluluk başka türlü hareket eder. Hattâ öyle durumlar olur ki toplulukta onu kimse istememiş olabilir ama toplulukta yine o görüş veya fikir hâkim olup durur.

Bunu şöyle izah edelim. Bir sokakta kalabalık kitle bir tarafa giderken birden bire karşı tarafta bir tehlike görüldü. Kimse o tarafa gitmek istememektedir ama ona doğru hız alınmıştır. Herkes birden geri dönüp aksi istikamete gidemez. Herkes istemeye istemeye ilerlemeye devam eder. Felaket olur. Bunun gibi toplulukta bulunan bir kural herkes tarafından istenmez ama kimse bunu söylemez, davranışları istemeye istemeye o kurala uygun olur. O halde toplulukta sayı etkili değildir, topluluk hangi kurala göre hareket ederse kişi orada yer alır.

Evet, bu iki kişi korkmamaktadır ama tek başlarına da kalkıp kapıdan girmemekte, onlarla beraber kalmaktadır. İşte bu sebepledir ki inkılâplar ancak silah zoru ve tehditle olmaktadır. Türkiye’deki inkılâplar böyle olmuştur. Kenan Evren yönetime el koydu, iktidarda olanlar da memnun oldu. Silah zoru ile inkılâp yapmamak ancak hicretle mümkündür. Yani çöllerde dolaşmakla mümkündür.

Türkiye’ye “Adil Düzen” gelecektir. Bunun silah zoru ile olmasını istemiyorsak, kooperatifler kurup “Adil Düzen Siteleri” oluşturmaya başlamamız gerekir. Yoksa can boğaza dayanır ve o zaman mermiler patlar. Biz bu görüşümüze dayanarak 1967’de İzmir’de kooperatifler kurmamız gerektiği varsayımıyla yola çıktık. İzmir’deki kardeşlerimiz bunu benimsedi. Bugünkü AK Parti ve bugünkü Gülen cemaati bu kabulle gerçekleşti.

أَنْعَمَ اللَّهُ عَلَيْهِمَا

(EaNGaMa elLAHu GaLaYHiMAv)

“Allah’ın onlara in’am ettiği iki racül.”

Cümle “racülani”nin sıfatıdır. Nekreye gelen cümle sıfat olur, marifeye gelen cümle hâl olur. Allah onlara in’am etmiştir. Rahmet vardır. Nimet vardır. Rahmet daha çok şartların ve çevrenin iyileştirilmesidir. Nimet ise kişinin kendisinde iyileştirmedir. Onlara ilim verdi, onlara iman verdi. Bu nimettir. Allah onlara o ilmi ve o cesareti vermekle in’am etmiştir. Peygambere vahiy gelmiştir ama onun arkadaşlarına da ilhamlar gelmiş, onların kalplerini ona ısındırmıştır. Onlara nimet gelmiştir.

Şimdi bize vahiy gelmemektedir. Ama Allah bize in’am etmektedir. Mademki Kur’an’ı okuyor ve anlıyoruz, mademki bunu takip ediyoruz, o halde bize in’am etmiştir.

Bizim içinde bulunduğumuz topluluğumuz şimdilik korku hâlindedir. “Adil Düzen”in gelmeyeceğinden emindirler. Kur’an’ın sorunları çözeceğine inanmıyorlar. Orada cebbar kavim vardır, biz oraya dâhil olamayız diyorlar. Dolayısıyla bu seminerleri takip etmiyorlar. Yahut bu seminerlere benzer çalışmalar yapamıyorlar. Ama sizler bu seminerleri takip ediyorsunuz, okuyorsunuz, yazmasanız bile fikren düzeltiyorsunuz, kimini tasvip ediyor kimini ayıklıyorsunuz. İşte sizler Allah’ın nimetine eren kimselersiniz.

İşte, sizler söylüyorsunuz, öyle bir yer gelir ki artık söylersiniz.

Burada önemli bir husus vardır. Tek kişinin söylemesi değil, iki kişinin söylemesi önemlidir. Yasin Sûresi’nde de buna benzer bir olay vardır. Önce iki kişi gelir, sonra üçüncü kişi onları teyit eder. Burada da önce Hazreti Musa söyler, sonra iki racül onu teyit eder.

Demek ki tebliğe bir kişi başlar ama üç kişi olurlarsa etkili olur. İki kişi başlar ama üç olurlarsa etkili olur. On kişi oldukları zaman artık topluluk oluşmuş ve topluluk kurulmuş olur. Şimdilik Yenibosna’da üç kişiyiz. Daha on kişi olamadık. Yenibosna’ya sizleri hicrete davet ediyorum. Biz “ilmî ekol” kurmalıyız, “aşiret” olmalıyız, sonra “kabile” olmalıyız.

ادْخُلُوا عَلَيْهِمْ الْبَابَ

(EuDPuLUv GaLaYHiM eLBAvBa)

“Onlara kapıda dâhil olunuz.”

Burada “Mine’l-Bâb” denmiyor da “el-Bâbe” diyor. Oysa Yusuf Sûresi’nde “Min” ile zikredilmiştir. Buradaki bâb açılıp kapanan bâb olmayıp giriş yapılan bâbdır. Edirne girişi, Kars girişi gibidir. Yani kaçak yerden girmeyip kapıdan giriş yerinden giriniz diyor.

Kentler surlarla çevrilir ve oralardaki giriş ve çıkışlar kontrol altına alınır. Kent dışındaki alanlara ise serbest vize ve gümrük yoktur. Bununla beraber kalenin dışının güvenliğini de kaledekiler sağlardı. Saldırganları bir fırsat yakalayıp saldırır ve öldürürler, ondan sonra kalelerine sığınırlardı. Düşman gelir, muhasara eder, aylarca sürer, sonunda bırakıp gitmek zorunda kalırdı.

 Buradaki emir kavme hitap etmektedir ama Arapçada “girelim” ile “giriniz” aynı kalıpladır, yani “girelim” kelimesi yoktur. Kural olarak “Linedhul” olması gerekir. Ancak böyle bir kullanım şekli yoktur, “giriniz” ile “girelim” de ifade edilir. Musa aleyhisselâm da kavmine “giriniz” derken “girelim” demiştir.

Büyük devletler yabancıların gelmesine normal olarak mâni olmazlar, gelenlere ülkelerinde yer verirler. Artan nüfus uygarlık demektir. Tarım alanlarında ise yabancıların gelmesi onları sıkıntıya sokar. Mısır ve Mezopotamya kentleri sanayi kentleri değildi, tarım kentleri idi. Mısır’da da Nil sayesinde Mezopotamya’da olanlardan daha büyük kentler oluşmuştu. Ne var ki bunlar Nil kenarlarındaki tarım ile yaşıyorlardı. Tarım yapılan yerleri kışın sular kaplardı. Dolayısıyla yerleşim noktaları ayrı yerde idi. Oysa Hititlerde durum tamamen farklıdır. Büyük kentler sanayi kentleri şeklinde oluşmaktadır. Yani o kente girdiğiniz zaman tarım yapacak tarlanız olmasa da kendinize iş bulur yaşarsınız. Ama İsrail oğulları bunları bilmemektedir. Mısır’da tarım işçiliği veya çobanlık yapmışlardı.

İstanbul bir milyonluk şehirken 1950’den sonra insanlar Anadolu’dan İstanbul’a geldiler ve bunlar zengin oldular. Köyde kalanlar ise fakirleşip eridiler. Sanayi verimi çok artırmaktadır. Yiyecek köylerden akıp gelmektedir. Sanayi mamulleri ile değişme yapılmaktadır. Köyden veya çölden gelenler sıkıntılı bir hayata alışmış kimselerdir. Dayanıklıdırlar ve sade yaşamayı bilen kimselerdir. Ablam plastik su bardaklarını görünce onların israfına sıkılır, yığar, yazın köye gidince akarsuların yanına koyarak onları değerlendirmeye çalışır. Evdekiler ise buna kızmakta, kirli plastikleri ne diye taşıyorsun demektedirler. İşte, köyden ve çölden gelenler bu şekilde sade hayat yaşarlar, çok çalışkandırlar, adeta yerlerinde duramazlar. Bu da onları zengin eder ve bir müddet sonra şehre hâkim duruma geçerler. Mezopotamya’da Sümerler böyledir. Eski Yunanistan’da Dorlar böyledir. Uygarlaşmada Germenler ve Türkler böyledir.

İşte, ilim nimetine ulamış iki kişi kavmine demektedirler ki; siz barış içinde ruhsat alarak, onların düzenini kabul ederek girin, orada iş bulacaksınız, hayvan sürülerine ihtiyacınız olmayacaktır, ticaret ve sanayi sizi yaşatacaktır.

فَإِذَا دَخَلْتُمُوهُ

(Fa EiÜAv DaPaLTuMUvHu)

“Oraya duhul ettiğinizde.”

Burada emir veriyor. Emri yerine getirirseniz anlamında cümle “Fa” ile atfedilmiştir. Yani emri hemen yerine getirdiğinizde denmiş oluyor.

Şartlar değişebilir. Fırsatların olduğu zamandır. Örnek olarak, iç gerginlik varsa, dışarıdan gelenlerle savaşılmaz, bilakis onlar hazır asker kabul edilir, onları bir grup yanına alır, sonunda alan grup galip gelir ve öbür grubu yenerler.

Anlaşılan mukaddes ülkede çatışma var, gerginlik var. İktidara karşı ayaklanma vardır. İktidar iltica edecek olan Hazreti Musa’nın kavmi ile güçlenecek ve diğerlerini yenecektir. Böylece İsrail oğulları da galip geleceklerdir. Tarihte böyle birçok olay olmuştur.

Emeviler zamanında büyük gerginlik vardı. Haşimiler ile Emeviler savaşta idiler. Haşimiler mağlup durumda idiler. Haşimiler arasında aleviler vardı, Abbasiler vardı. Bunların içinden Abbasiler İran’daki güçlerle işbirliği yaptılar ve Emevileri yendiler, Emevileri devre dışı bıraktılar. Talas’ta (751) Çinliler ile Müslümanlar karşı karşıya geldiğinde Türkler Müslümanların tarafına geçtiler ve Çinliler yenildiler. Malazgirt’te (1071) de benzer olay olmuştur. Katoliklerle Ortodokslar arasındaki çatışmanın sonucunda Osmanlılar Anadolu’ya hâkim oldular.

Anlaşmalı olarak mukaddes toprağa girince, İsrail oğullarını yanlarına alarak iktidarda olan grup galip gelecektir.

فَإِنَّكُمْ غَالِبُونَ

(Fa EinNaKuM ĞAvLiBUvNa)

“Siz galip geleceksiniz.”

Yani siz anlaşmış olan taraf, yani bugünkü iktidar galip gelecek, siz de böylece galip gelmiş olacaksınız.

Yahudiler yeryüzünde 15 milyon kadardırlar ama bugün dünyada galip durumdadırlar.

Ne sayesinde galiptirler?

Tevrat sayesinde galiptirler.

İşte, bilen iki adam kavimlerine bunu söylemektedirler.

Adil Düzen Çalışanları “Adil Düzen”i öğrenip bir örnek verirlerse, bir bakkalı veya dolap işletmesini çalıştırırlarsa, Türkiye’de sermayenin oluşturduğu iki güçten biri kredi çıkarı için bunu benimserse, zaten dengede olduğu için benimseyen taraf galip gelir; dolayısıyla “Adil Düzen” galip gelir.

İktidar zor duruma düşünce bizimle anlaşmak zorunda kalır. Halk bugün AK Parti’ye oylarını vermektedir. AK Parti rahattır. Ama karşısına C. Halk Partisi çıkmıştır. Tekel sermaye bunları dengeye getirmek istemektedir. Tarafları önce iki gruba indirmek için M. Hareket Partisi’ni bile tasfiye etmektedir. Diyelim ki tekel sermaye başarıya ulaştı ve M. Hareket Partisi’ni de devre dışı bıraktı. Meclis’te iki parti var. Bu seçimde CHP’nin milletvekilleri az. Artık bu iki parti birleşir ve diğer partileri bir daha meclise sokmazlar. Bütün istikrarlı dünyada bu böyledir. İki parti var, diğerlerinin adı var kendileri yok. İki parti de eşit güce ulaştı. Ama C. Halk Partisi bir türlü AK Parti’yi deviremiyor. Adil Düzen Çalışanları da C. Halk Partililere “Adil Düzen”i anlatmış olsunlar. Onu indirmek için Kemal Kılıçdaroğlu da olsa, Kemal Derviş de olsa, Adil Düzen Çalışanlarıyla işbirliği yapmak zorunda kalır. AK Parti de iktidarı kaybetmemek için “Adil Düzen”le anlaşmak zorunda kalır. İşte o zaman biz galip geliriz. Saadetçiler duymasın ama biz şimdi bu sebeple anayasa ekseriyeti ile iktidardayız. Demokrat Parti zihniyeti ile CHP ve MHP karşısında durulamayacağını anlayan tekel sermaye, ılımlı Millî Görüşçülerin anayasa ekseriyeti ile iktidar olmalarına izin vermiştir. Galip olan biziz, yani Millî Görüşçüler.

وَعَلَى اللَّهِ فَتَوَكَّلُوا

(Va GaLay elLAHi FaTaVakKaLUv)

“Ve Allah’a tevekkül ediniz.”

“Allah, tevekkül ediniz”in mef’ulüdür. Mef’uller fiile takdim olunur ama araya harfi cer girmez. Burada ise araya “Fe” harfi gelmiştir. Bunun manâsı tevekkelû alallahi fe tevekkelû şeklinde olabilir. Allah’a tevekkül ediniz, arkasından yine O’na tevekkül ediniz şeklindedir. İki tevekkül vardır.

Biz önce Allah’a tevekkül ederek partiyi kuracağız. Yine Allah’a tevekkül ederek o partiyi Adil Düzene göre yöneteceğiz.

Millî Görüşçüler partilerini Allah’a dayanarak kurdular ama partilerini “Adil Düzen”e göre değil cari düzene göre yönettiler. Oysa yapılacak iş taviz vermeden partiyi yönetmekti.

İki adam bunlara bunu söylemektedir. Tevekkül ederek giriniz. Yani Allah sizin oraya girmenize yardımcı olacaktır. Onların içinde öyle durum yapacaktır ki onlar mecburen sizi kabul edeceklerdir. Oraya girdikten sonra onların içinde eriyerek bozulup gidersiniz. Tevrat’ı unutursunuz. “Adil Düzen”i ağzınıza almazsınız.

Allaha tevekkül etme ne demektir?

Eğer Allah size bir şey emrediyorsa, mutlaka sizin bilmediğiniz bir çıkış yolu vardır. O halde bu nasıl olacak diye düşünmeyeceksiniz.

إِنْ كُنتُمْ مُؤْمِنِينَ (23)

(EiN KüNTüM MüEMıNIyNa)

“Mümin iseniz.”

Mü’min iseniz Allah’a dayanınız.

Bu ifadede iki manâ vardır. Biri, siz mü’min iseniz O’na dayanırsınız ve cesaretle emirleri yerine getirirsiniz. Bunun anlamı şudur. Eğer dayanmazsanız o zaman siz mü’min değilsiniz demektir. Gerçekten, bir mü’min Allah bunu emrediyor mu emretmiyor mu, buna tereddüt eder. Emri tam bilmediği için sabırlı olur ve bekler. Ama böyle bir emir olduğu kesinse, o zaman artık tereddüdü ortadan kaldırır ve verilen emri yerine getirir.

Biz Adil Düzen Çalışanları tereddütsüz biliyoruz ki “Adil Düzen” üzerinde çalışmamız gerekmektedir. Bunda şüphe edip gevşeklik göstermek iman etmemiş olmaktır. Ama ne yapalım, nasıl çalışalım? Mesela, Adil Düzen Partisi’ni kuralım mı? Allah bunu emrediyor mu? Yoksa mevcut olan partilerden Saadet Partisi veya AK Parti’yi destekleyelim mi? Bu hususta ittifak halinde değildik. Erbakan mutlak surette Saadet Partisi’nin desteklenmesi gerektiği görüşünde idi. Ben ise Adil Düzen Partisi’nin kurulması görüşünde idim. Bazı arkadaşlar siyasetten uzak durulması gerektiği görüşündeydiler. İhtilafımız “Adil Düzen” için çalışıp çalışmama değil, ihtilafımız metot üzerindedir.

Ben size kesin olarak inandığımı söylüyorum. Tevrat, İncil, Kur’an ve diğer kitapların getirdiklerinin artık geçmişte kaldığını, onlardan yararlanarak sorunlarımızı çözemeyiz deyip sadece akıl yoluyla sorunların çözülmesini iddia edenler samimi değildir ve kâfirdir. Sadece çıkarları ve sömürü için bunu söylemektedirler. Bizim onlara bir diyeceğimiz yoktur.

Mü’min olanlar kimlerdir?

Kâinatı Allah yaratmıştır. Peygamberleri O göndermiştir. Aklı da O vermiştir. İlmi de O ihsan etmiştir. Mutlak surette hakkı üstün tutan düzen gelecektir.

Bunu kabul eden kimse müslimdir.

Bunun için cihad eden kimse de mü’mindir.

Bu şartın ikinci manâsı ise Allah’a inanıyorsanız O’na dayanın, o zaman galip geleceksiniz. O’na inanmıyorsanız, O’na dayanmıyorsanız O da sizi desteklemez. Helak olursunuz. O zaman oraya girmeyin. Yani, kavme, Allah’a inandığınızdan emin iseniz galip geleceksiniz, inanmıyorsanız çöllerde dolaşınız demek istemektedirler.

Biz eğer Allah’a inanıyor ve O’nun emirlerini yerine getirmek için malımızı ve canımızı vermeğe hazırsak Adil Düzen Partisi’ni kuralım. Bakkalı açıp işletelim, dolabı (mobilyamızı) imal edip pazarlayalım. Ama henüz kalbimize iman dahil olmamışsa, o zaman Allah’a dayanıp da girmeye kalkışmayalım. Kendimizi daha fazla yetiştirelim.

1960’lı yıllardan beri “Adil Düzen”e göre işletme kuramaya çalışıyoruz.

Başaramadık.

Çöllerde kırk yıldan fazla dolaştık.

Ben diyorum ki; artık çilemizi doldurduk!

Önce dolabı yapalım…

Sonra bakkalı yeniden açalım...

Ondan sonra kredileşme kooperatifini kuralım...

En sonunda elbette Adil Düzen Partisi’ne de sıra gelecektir...

O parti iktidarlara karşı, muhaliflere karşı kurulacak parti olmayacaktır. Tam aksine onlara “Adil Düzen”i tebliğ edeceğiz ve onlar eğer dinlerlerse helak olmaktan kurtulacaklardır. Biz, siz inin biz çıkacağız diye parti kurmayız, siz Adil Düzenci olun diye parti kurarız. Dinleyenler kurtulur, dinlemeyenler helak olup giderler.

قَالُوا يَامُوسَى

(QAvLUv YAv MUvSAv)

“Ey Musa dediler.”

Anlaşılan, Hazreti Musa’dan aldıkları emri yerine getirip getirmeme hususunda istişare ettiler. İçlerinden iki kişi onlara, kendinize güveniyorsanız Allah’a dayanın ve girin, kendinize güvenmiyorsanız, o zaman girmeye kalkışmayın demiş olmaktadırlar.

Kavim söyleyen iki kişiyle tartışmıyor. Çünkü söyleyenlerin bir iddiası yoktur. Olayı ortaya koymuşlardır. İstişarede fikirlerini beyan etmişlerdir. Kavim ise sonunda kararını vermiştir. Bizim gidip orada savaşmamız mümkün değildir, biz girmeyeceğiz!

Hudeybiye’de olduğu gibi peygamberlerle ümmeti arasında devamlı gerginlikler olmuştur. Samiri’den başlayarak, defalarca olmadık konularda rabbine söyle böyle yapsın şöyle yapsın diyorlar, Allah’la pazarlığa girişiyorlar. Başkanla kavmi arasında böyle gerginlikler olur. Bucak başkanı bucağını yönetirken kavmi başkanın yaptığını istemez, direnirler. Azim sahibi olan başkanlar önce şeriata aykırı olmayan konularda halkın dediğini yapar. Ama genel olarak direnir ve dediğini yaparlar. Her topluluğun nüfuzlu kişileri vardır. Genel olarak bunlar çıkarcıdırlar. Ya paraları vardır, ya silahları vardır, ya ilimleri vardır, yahut cemaatleri yani grupları vardır. Halk onlardan çekinir, onların sözlerini dinlerler. Başkana bunlar karşı çıkarlar. Halk da susar, onlardan çekinir. Ne var ki o gruplar başkana karşı birleşip onu indiremezler. Çünkü kendi aralarında bir değildirler. Bugün diğer partiler AK Parti’ye karşı birleşemiyorlar. Herkes saldırıyor ama en küçük partiler bile koalisyon yapamıyorlar. Dolayısıyla halkın desteklediği bir başkan daima güçlüdür, ona karşı o etkin kimselerin yapabilecekleri bir şey yoktur. O sebepledir ki başkan doğru ne ise onu yapar.

Ne var ki halkın ne yapacağını da bilmeleri gerekir. Halkın gücü yetmiyorsa öyle bir şey istememelidirler. Nüfuzlu kişilerin değil de halkın doğrudan arzusu ise onun için önce halkın bu yanlış isteklerini değiştireceksiniz. Sonra değişiklik yapacaksınız.

Cumhuriyet dönemindeki bazı inkılâpların tutmaması bundan dolayıdır. Bütün baskılara rağmen halk daima dindar kalmıştır. Bu durum Sovyetlerde de böyledir. Beş milyon nüfuslu Kırgızistan’da on sene geçmeden 2000 cami ve 2000 kilise açılmıştır. Devlet parası ile değil, halkın isteği ve desteği ile açılmıştır. Rusya’da kilise eski etkinliğini yeniden hemen elde etmiştir. 70 yıllık saldırı kiliseleri çökertememiştir.

إِنَّا لَنْ نَدْخُلَهَا أَبَدًا

(EinNAv LaN NaDPuLaHAv EaBaDan)

“Biz oraya ebediyen asla girmeyeceğiz.”

Halk henüz olgunlaşmamıştır. Girdikleri zaman eriyip gidecekler. Kentte olanların da onları kabul edeceklerini hiç sanmıyorlar.

Bediüzzaman risaleleri yazdığı zaman dinsizlik zirveye çıkmıştı. Şemsettin Günaltay, Hasan Âli Yücel gibi ilim sahibi kimseler bile İslâmiyet’ten ümitlerini kesmiş, dinsizleşmeye başlamışlardı. İnsanlık dinsizleşiyordu. Bediüzzaman ne yaptı? Doğuda yetişmiş bir Kürt molla, kalemine sarılıyor ve ben insanlığın imanını kurtaracağım diyor. Hapishaneye atıyorlar, orada da hapis arkadaşları ediniyor, yazmaya ve yazdırmaya devam ediyor. Elimde Kur’an gibi kılıcım var, kim beni yenebilir diyor. Ağdalı Osmanlıcası ile yazdığı risaleleri, kendi yazar kendi okur misali yazdığı risaleleri ile dünyaya meydan okuyor. Düşmanları onun mezarı da olmasın diye ölüsünü götürüp bir yere atıyorlar; belki de Bin Ladin gibi denizin dibine. Hâlâ Hazreti İsa’nın mezarı gibi onun da mezarı yok. Ama şimdi dünyanın en güçlü dini kuruluşu hâline gelmiştir.

İnananlar için bu böyledir. Ama inanmayanlar korka korka yerlerinde sayarlar. Baş örtüsü sorununu bile çözmezler. Demek ki daha çöllerde dolaşmaları gerekiyormuş.

İnsanların “Adil Düzen”i kabul etmemesi son derece normaldir.

Ne yapmalıyız?

Kendi dünyamıza dönüp kendimizi eğitmeliyiz.  

مَا دَامُوا فِيهَا

(MAv DAvMUv FıyHAv)

“Onlar içinde oldukça.”

O cebbar kavim orada kaldıkça biz oraya girmeyiz. Onlar oradan çıkacak, o zaman da bunlar oraya gireceklerdir.

Bu düzen devam ettikçe, bu ordu oldukça, bu anayasa yürürlükte iken, bu hâkim bu savcı varken “Adil Düzen”in gelmesine imkân yoktur. “Adil Düzen”i ağzımıza bile almamalıyız. Çünkü kapanırız, partimiz kapatılır. Şimdi siz Saadetçilere kızabilir misiniz; seçilmiş kavim bunu yaparsa elbette Saadetçiler de böyle yapar.

Allah insanı insan olarak yaratmıştır. Onlara iyilik melekesini verdiği kadar kötülük kabiliyetini de vermiştir. İnsan insandır. Âlemlerin rabbini kendisi gibi görmekte, O’nunla pazarlık yapmakta, O’na boykotlar ilan etmektedir. Fazla da haksız değiller. O cebbar kavmi oraya yerleştiren O değil mi? Allah o cebbar kavmi yaratmış, şimdi de İsrail oğullarına oraya girin demektedir. Allah’ın o kadar güçlü kıldıklarını İsrail oğulları nasıl yeneceklerdir?

Şimdi tekel sermayeye paraları teslim etmiş, orduları emrine vermiş, atom bombasının sahibi kılmış; Yenibosna’daki biz garibanlara “Adil Düzen”i dünyaya getirin diyor!

Bunu biz nasıl yapacağız?

İşte, akılla düşünürseniz böyle saçma sonuçlara varırsınız. Oysa Allah o cebbar kavmi var etmiş, ona her türlü gücü vermiş; Hazreti Musa gibi kekeme birisine de öyle güç vermiş ki, bu asi ve korkak kavme dayanarak sonunda o güçler ona teslim olmuştur. Bu kazılardaki kalıntılarda ne Firavunlar vardır, ne de Hititler. Adları bile unutulacak. Hazreti Musa’nın kavmi ise bütün varlığıyla ortadadır. II. bin yıl uygarlığını kurdular. Yüz etkin kişiyi sıralayan ilim adamı başa Hazreti Muhammed’i, sonrasına Newton’u koymuştur, Hazreti Musa çok sonralarda yer alır; oysa Hazreti Musa ikincidir.

Kur’an’da Hazreti Muhammed’e Hazreti Musa benzetilmiştir. Kur’an’da en çok anlatılan kişidir. Hazreti Muhammed kendi kavmi içinde peygamberliğini yapmıştır. Hazreti Musa kendi kavmini ulus yapmıştır. Bize örnek olarak anlatılmaktadır.

Bugün bağımsızlıklarını ilan eden ülkelerin kendilerine lider diye başa getirmiş oldukları kimselerin liderliği çocuk oyuncağı gibi bir şey. Tekel sermayenin oluşturduğu bu beleşçi diktatörleri Hazreti Musa ile kıyaslayalım. Hani bunların Tevrat’ı? Hani bunları denizden geçerken bile peşine takılan kavimleri? Bunlar ABD’nin dolarlarına güvenerek ancak ülkelerini satan diktatörler olabilirler.

فَاذْهَبْ أَنْتَ وَرَبُّكَ

(FaiÜHaB EaNTa Va RabBuKa)

“Sen ve rabbin gidiniz.”

İsyan bayrağını tam çekiyorlar. Bunlar rablerine bile emrediyorlar, “sen ve rabbin” diyorlar, “gidiniz” diyorlar.

İnsan psikolojisinde bir hal vardır. Bir yere kadar sabreder, ondan sonra ölümü göze alır, kararını verir, tam isyana geçer. Allah ile cedelleşiyor. Allah da insanın cedeline sabrediyor. Çocuğunuz size ne kadar isyan etse de siz onu terk etmez, onu eğitmeye ve terbiye etmeye çalışırsınız. Allah insanı yaratmış, kendisine muhatap yapmış, kendisine halife kılmış, onun bu davranışlarını hoş karşılamıştır.

Hazreti Musa’nın da sabrını denemektedirler.

Hazreti Musa’nın yapacağı ne vardır?

Israr ettiğiniz zaman size isyan ederler, sen yap derler. Susacaksınız ve sabredeceksiniz. Allah nasıl İsrail oğullarını seçmişse, onlar da böyle yapmaktalar. Allah onların bu tür isyanlarına sabretmektedir. Biz de bizim karşımızdaki insanlar ne yaparsa yapsın kızmayacağız.

Ben birkaç yerde böyle yapmış, azmimi kaybetmiş, acısını çok çekmişimdir. Bir yer için pazarlık yaptım. İlçeye gittim ve Nur şakirtlerine başvurdum, bana sekiz bin lira lazımdı, altmış bin lira vaat ettiler. Bir hafta mühlet vardı. Bana haber verdiler, üç gün kala haber gönderdiler, gittim; vazgeçmişler, şartlar koşuyorlar! Benim canım sıkıldı. Döndüm, başka imkânlara başvurmadım.  Bunlara yer alıyorum, ne gerek var dedim. Sonra o yer başıma çok büyük işler açtı, büyük zararlar ettik. Halbuki sabredip onlara anlatmam gerekirdi. Başka arkadaşlara müracaat etmeliydim. Nasip olmayınca olmadı. Yapılması gerekenleri yapsaydım, o zaman Allah bizi korur, karşı tarafın o haksızlığı yapmasına izin vermezdi.

Millî Görüşe yıllarca hizmet etmiş AK Partilileri ayrı parti kurdular diye reddetmek insafa sığar bir şey değildir. AK Parti kendi görevini görmektedir.

Biz sabırla işimizi yapmalıyız...

فَقَاتِلَا

(Fa QAvTiLAv)

“İkiniz mukatele ediniz.”

Öyle ya, madem ki Allah’a tevekkül edeceğiz de savaşacağız, bize gerek yok, sen ve rabbin savaşın, bize sonra görev verilsin. Rabbin için savaşmaya gerek mi var; “ol” der olur, “ölün” derse ölürler.

O halde bu kâinat nedir? Biz neyiz? Niçin yaratıldık? Bizim değerimiz nedir?

Allah her şeye kadirdir. Elbette bize bir ihtiyacı yoktur. O bizi yaratıyor, bize ne ihtiyacı olacaktır. Böyle değil. Tanrı eğer hiçbir şey yaratmayacaksa, O’nun tanrılığı nasıl olacak. Tanrı’nın varlığı yaratması ile ortaya çıkar. Yaratmayan tanrı olmaz. Allah yaratmakta muhtar değildir. İstediğini yaratmakta müriddir. Yaratılanların da şuurlu olması gerekir. Çünkü şuurlu olmayan ve mürit olmayan bir şeyin varlığı bir manâ taşımaz. O halde Allah bana sana muhtaç değildir. Muhatap varlığın olması ilahlığın zorunlu şartıdır. Onun için Kur’an’da siz dinlemezseniz sizi yok eder denmiyor, sizin yerinize başkalarını getirir deniyor.

İşte insan bu özelliğinden dolayı Tanrısı ile tartışabiliyor. Bizden bu kadar diyor, insanlar. Beğenmiyorsan değiştir diyorlar. Şimdi Tanrı’yı bizim kavramamız mümkün değildir. Ancak bizim aklımızın erdiği kadar O’nu tasvir ederiz.

Tanrı müriddir, haliktir, mütekellimdir. Bunlar O’nun vacibu’l-vücududur. Yani bu sıfatlarını değiştiremez. O halde Allah’ın bizimle muhatap olması zorunludur. Yarattığı ile ilgilenecektir. Allah böyle isyankâr insanı var etti, ona sabır gösterme durumundadır. Sabur sıfatı bunu gösterir.

Seçilmiş kavmin bu hâli bize cesaret vermektedir. Demek ki Allah gafuru’r-rahimdir. Allah’ın adil olması zorunlu değildir. İsterse zulüm yapabilir. Ama Allah’ın insanı muhatap alması zorunludur. Âhirette mahkemelerin kurulması ve sanki Allah bilmiyormuş gibi davalara göre hükümlerin verilmesi ilâhlığın gereğidir. Bizim için bunların üzerinde fazla durup düşünmemiz doğru değildir. Ancak kavmin bu şekilde asice konuşmasını bize bildirdiğine göre biz ne kadar kötü olsak da günahımız yoktur.

Başka bir yorum da şudur. İnsan için müslim olmak zorunludur, mü’min olmak zorunlu değildir. Bedelli veya nöbetli olmak ihtiyarî olduğuna göre biz hepimiz bedelliyiz, siz kendinize başka asker bulun demektir. Bir devlet içinde de herkes bedelli olmak isterse ne olacaktır? Bedel yükseltilecektir.

İsrail oğullarında bugün Türkiye’de olduğu gibi herkes zorunlu nöbetli idi. O zaman da İsrail oğulları diyor ki; biz seçilmiş kavim olmaktan vazgeçtik. Mesela, şimdi de Saadet Partililer aynı şeyi yapmıyorlar mı; biz “Adil Düzen”den vazgeçtik, Allah başka parti bulsun demiyorlar mı? İşte o gün de İsrail oğulları hep aynı şeyi yapmışlardır.

إِنَّا هَاهُنَا قَاعِدُونَ (24)

(EnNAv HavHuNAv QaGıDUvNa)

“Biz burada kaidiz.”

Burada” dedikleri mukaddes arzın dışında ama kenarında oturacaklardır. Bugün Filistinlilerin yaptığı gibi ne içerde ne dışarıdadırlar. Karşılıklı alışverişlerle sürünecekler.

Bizim Avrupa Birliği’ne girme meselemiz gibi ne içeride ne de dışarıdadırlar. Kapıda sürünme durumundadırlar. İnsanlar böyledir. AK Parti’yi beğenmezler ama orada kalırlar. Saadet Partisi’ni bırakıp Adil Düzen Partisi’ni kurmazlar. Ne var ki böyle arada olanları Allah uzun zaman yaşatmaz. Kapıda bekletirler ve sonunda kovarlar.

Kaade” oturmaktır, celsede oturmaktır. “Kaade” çakılıp kalmadır. Secdeden veya yatmaktan kalkmaktır, daha ileri gitmemektir. “Celse” ise ayakta iken oturup konuları sakin bir şekilde düşünmektir. Kur’an’da “celese” yalnız 1 yerde geçer, kaade ise 31 yerde geçer.

***

قَالَ رَبِّ

(QAvLa RabBIy)

“Rabbim dedi.”

Musa aleyhisselâm böyle saygısızca ve korkusuzca cevap veren kavminden ümidini kesmiştir. Hazreti Musa sarayda büyümüş, sonra adam öldürmüş, kaçmış ve yirmi yıl sonra Mısır’a dönmüştü. Firavun’la yirmi sene mücadele etmiş ve kavmini alıp denizden geçirmişti. Kendisi büyük başarılara imza atmıştı. Ne var ki kavmi daha hamdı, eğitilmemişti. Hiç beklemediği zamanlarda beklenmedik işler yapıyorlardı. Samiri’nin peşine takılmışlardı.

Şimdi de zayıfız gibi abuk sabuk laflar ediyorlar.

İşte, Hazreti Musa kavminden ümidini kesmiş, rabbine dönmek istemiştir.

Biz de Millî Görüş’ten ümidimizi kestiğimiz için başka yerler arıyoruz. Allah saburdur. Belki de yeniden Millî Görüş’ü ortaya çıkaracaktır.

إِنِّي لَا أَمْلِكُ إِلَّا نَفْسِي وَأَخِي

(EinNIy LAv EaMLiKu ElLAv NaFSIy Va EaPIy)

“Ben nefsim ve ehimden başkasına malik değilim.”

Evet, Hazreti Musa’nın yanında kardeşinden başka kimse kalmamıştı. Hepsi birleşmiş ve Hazreti Musa’nın “girin” emrine karşı çıkıyorlardı. O iki adam da karşı çıkmıştı. Evet, doğru sözler söylemişlerdi ama sonunda onlar da onların yanında yer almışlardı.

Demek ki asıl olan fiildir.

Şimdi gidip Saadet Partili kardeşlerimizle konuşsak, yaptığınız yanlıştır desek. Cari particilik yapıyorsunuz, AK Parti’ye çatmaktan başka bir iş yapmıyorsunuz. Sonra ne yapacağınızı söylüyorsunuz ama nasıl yapacağınızı söylemiyorsunuz. Kendinizi tanrı gibi görüp siz oraya gelseniz işlerin hep düzgün gideceğini sanıyorsunuz. İşin Erdoğan’ın beceriksizliğinden ileri geldiğini sanıyorsunuz. “Adil Düzen”e gelmelisiniz, AK Parti’yi yermek yerine AK Parti’nin ne yapması gerektiğini anlatmalısınız. Buna hak vermeyecek Saadetçi zor buluruz. Ama bir bakıyorsunuz Arif Ersoy bile “Adil Düzen”i ağzına alamıyor.

İşte kavim budur.

O halde eğer bir topluluktan hicret etmeyi göze alamıyorsanız, siz onların dışına çıkamazsınız. Topluluğun içinde ne kadar muhalif olursanız olun, onlara uyarsınız.

O halde ne yapacaksınız, topluluğu nasıl hakka getireceksiniz?

Bunun çözümü hicrettir. O topluluktan ayrılırsınız, yeni topluluk kurarsınız, orada yenilik yaparsınız.

Bizim bu görüşümüz eski görüşümüzdür. Bu sûre görüşümüzü değiştirebilir.

Ben İzmir’de önce Remzi Güres ve arkadaşları ile çalışmaya başladım. Son derece başarılı ve etkili faaliyetimiz varken onlar benden soğudular, bıraktım. Bırakmayıp sabretseydim bugün Türkiye başka yerde olabilirdi. Sonra Akevler’de çalıştık. Uzun yıllar sonra orasını bırakıp Kırgızistan’a gittim. Sonra orasını bırakıp İzmir’e geldim. İstanbul’da Üsküdar’da faaliyet gösterdik… Şimdi de Yenibosna’da... Durmadan cemaat değiştirdim. Eskilerden tamamen kopmadım ama uzak kaldım. Partiyi de hemen bıraktım. Yani Hazreti Musa’nın aklıyla hareket ettim.

Hazreti İsa’nın 12 havarisinden biri, on ikinci veya on üçücüncüsü ihanet etmiş, ihbar etmiştir.

Hazreti Musa’nın yanında kardeşi Harun’dan başkası kalmamıştır.

Birçok zamanlarda böyle yalnız kalabilirsiniz. Herkes size cephe alır. Sizin yanlış yolda olduğunuza karar verir. Siz de onlardan ayrılmak ve uzaklaşmak istersiniz.

فَافْرُقْ بَيْنَنَا

(FaFRuQ BayNaNAv)

“Aramızı fark et.”

Musa aleyhisselâm Allah’tan izin istiyor; izin ver de ben ve kardeşim bunlardan ayrılalım ve bunlar ne yaparlarsa yapsınlar. Allah’tan onlarsız yaşama imkanının çaresini istiyor. Hazreti Musa çalılarda ateş gördüğü zaman ona, “Vestana’tuke linefsî/ Ben seni benim için oluşturdum.” demişti. Onun meyvesini alacak duruma gelmişlerdi. Mukaddes yere girecekler ve orada Tevrat’ı uygulayacak kent kuracaklardı. Oysa kavmi isyan etmiş, her şey sıfırlanmıştı. Ayrılıp nereye gideceklerdi, ne yapacaklardı? Ellerinde Tevrat olduğu halde boş boş mu dolaşacaklardı? Hazreti Musa rabbinden işte bunların çözümünü istiyor. Başka bir yer, başka bir topluluk istiyor.

Ben de böyle yaptım, Türkiye’yi terk edip Kırgızistan’a gittim. Allah, Musa’ya yaptığı gibi benim önümü kesmedi. Serbest bıraktı. Öyle olması gerekiyormuş. Hata yaptım...

Madem ki İzmir’de işim bitti; Kırgızistan’a değil de Ankara’ya gidecektim, partide faaliyete katılacaktım. Erbakan ‘gel’ demez ama ‘git’ de demezdi. Arif Ersoy gibi kenarda kalırdım; kalırdım ama Erbakan’a büyük katkım olurdu, sonra işlenen hatalar işlenmezdi…

وَبَيْنَ الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ (25)

(Va BayNa eLQaVMı eLFASiQIyNa)

“Ve fasık kavmin arasını.”

Kavmi fasık olarak adlandırıyor. “Fısk” “fıtk” kelimesine akrabadır. Türkçedeki fıtık bu kelimedir. Meyvenin çatlayarak kabuğundan çıkması demektir. Şeriatın dışına çıkanlara “fasık” denmektedir. Şehadeti kabul edilmeyecek günahları işleyenler fasıktır. Bunlara “kafir” değil de “fasık” denmektedir. Kurallar dışına çıkmış, emirler dışına çıkmış bir kavim “fasık” olarak adlandırılmıştır.

Saadet Partisi “Adil Düzen”i bırakmış, fasık kavim olmuştur.

AK parti de öyle olmuş, onlar da fasık olmuştur.

İzmir Akevler’in durumu nedir?..

Şimdi durumumuzu iyice gözden geçirmeliyiz. Saadet Partisi, Ak Parti, İzmir Akevler durumlarını gözden geçirmelidirler. İstanbul’da faaliyet gösteren kardeşlerimiz de görevlerini müdrik kimselerdir. Biz onlara Adil Düzen Partisi’ni kuralım dediğimizde, onlar da Hazreti Musa’nın kavmi gibi biz kurmuyoruz dediler. Demek ki kırk yıl daha dolaşacaklardır...

***

قَالَ فَإِنَّهَا مُحَرَّمَةٌ عَلَيْهِمْ

(QAvLa FaEinNaHAv MUXarRaMeTün GaLaYHiM)

“Orası onlara kırk yıl muharremdir diye kavl etti.”

Evet, Allah Musa aleyhisselâmın tefrik talebini reddetti. Bunlara şimdi ceza veriyorum, orasını onlara haram ediyorum. Bunlar şimdilik oraya girmeye, orada yerleşmeye layık değildirler. Kırk yıl dolaşacaklar, çölde olacaklardır.

İşte, “Adil Düzen”i terk eden Saadetçilere de kırk yıl iktidar haram kılınmıştır. Çünkü şimdilik iktidar olup “Adil Düzen”i getirecek durumda değildirler.

Bu bize de bir ders olmalıdır. Akevler de kırk yıl iktidar olma durumunda değildir.

Uzun sene demek ne demektir?

Bu kırk olmaz da yirmi olur. Yirmi yıl olmaz da on yıl olur. Yahut biz kırk yılımızı doldurduk. Kırk yıldır çöllerde dolaşıyoruz. Zamanı gelmiştir. Birkaç yıl sonra olur. Gerçek olan odur ki, eğer biz iktidar olamıyorsak, biz O’na teslim olarak hareket etmediğimizdendir.

Şimdi bu âyet bize başka şeyler öğretmektedir.

Ben AK Parti’ye girip orada faaliyet göstermeyi Adil Düzencilere uygun bulmuyorum. AK Partililer bize zaman kazandırmaktadırlar. İyidirler ama onlarla bir yere varılamaz. Bizim yapacağımız ayrı olup “Adil Düzen”i kurmak olmalıdır. Erbakan Adalet Partisi’ne baş vurduğu zaman (1969) da aynı görüşte idim. Ama Musa aleyhisselâm mukaddes arza girin, orada tebliğinizi yapın dediğine göre, Erbakan’ın o zaman yaptığı doğru idi demektir. Bugün Gürsoy Erol (İstanbul milletvekili adayı) ve Harun Özdemir’in (İzmir m. adayı) yapmak istedikleri de doğrudur demektir. Ne var ki oraya girdikleri zaman görevlerinin ne olduğunu bilmeleri gerekir. Gayeleri orada kalmak değil, oraya “Adil Düzen”i götürmek olmalıdır.

Hazreti Musa’nın kıssası iyi bir şekilde incelenmeli ve ona göre ne yapmamız gerektiğine dair karar verilmelidir.

Yani bugün Türkiye’de her tür parti vardır. Saadet Partisi, onun yanında Büyük Birlik Partisi, Bağımsız Türkiye Partisi, bu seçimde yüzde bir alacak başka İslâmî partiler... Bunların yanında güçlü AK Parti... Milliyetçi Hareket Partisi, Demokrat Parti, CHP, BDP… Bu partiler bugün İslâm’a karşı değildirler. Bu partilerin hepsinde ümit vardır.

Biz Adil Düzen Çalışanları ne yapmalıyız?

-Bunları kendi hallerinde bırakıp Medine’ye göç mü etmeliyiz?

-Yoksa bunları yanımıza alıp çöllerde mi dolaşmalıyız?

Yani…

Biz onlara uyup çilelerini çekerek onların eğitilmelerini sağlamalıyız.

Bir de ordumuz vardır. Askerler partilerden ve partililerden daha çok ümitli görünmektedirler. Onlara nasıl ulaşacağız? Onları nasıl destekleyeceğiz? Onları hatalardan nasıl uzak tutacağız?

Hâsılı…

Çok karışık ve belirsiz bir durumdayız... Bekleyeceğiz...

Adil Düzen Çalışmalarımıza devam edeceğiz...

Elbette Allah bir yol gösterecektir...

أَرْبَعِينَ سَنَةً

(EaRBaGIyNa SaNaTin)  

“Kırk sene”

Kırk” kelimesi Kur’an’da dört yerde geçmektedir. İkisi Hazreti Musa’nın vahiy alması ile ilgili “kırk gece” denmektedir. Birinde insanın kırk yaşına varmasından bahsetmektedir. Diğeri de burada geçmektedir.

Bir insan kırk yaşına geldiğinde artık vahyi alacak şekilde olur.

Biz şimdi kırk yaşındayız. 1970’lerin başında bu işe başladık, kırkların başındayız. Demek ki kırk yılımızı doldurduk. Hamle yapmamız gerekir. Yahut o çalışmalar yetmedi, yeniden kırk yıl beklememiz gerekir.

Benim istidlalim böyle değildir. Üçüncü bin yıl başlamıştır. Kırk yılımızı da doldurmuş bulunuyoruz. Seçimden sonra hemen Adil Düzen Partimizi kurmalıyız. Yahut Saadet Partisi “Adil Düzen”i benimsemelidir. AK Parti de artık kendisine doğru yolu çizmelidir. Türkiye’de yeni anayasa yapılmalıdır.

يَتِيهُونَ فِي الْأَرْضِ

(YaTIyHUvNa FiY eLEaRWı)

“Arzda teyhederler.”

Teyh” ıssız dağ veya çöl demektir. İnsanların topluluktan kaçarak kendi başlarına ayrı hür yaşamak istemelerine “tevh” denir.

Topluluk büyük nimettir. İnsanlar topluluk sayesinde birçok kolaylıklar ve saadetler sağlarlar. Oysa köy veya çöl çok sıkıntılıdır ama insan hürdür. Orada istediği gibi dolaşır. Kurallar onu sıkmaz. Sağa bak suç, sola bak suç olmaz. Onun için gençler İstanbul’a gelip kendilerine iş bulunca İstanbul’a kolay intibak ettiler ama yaşlılar bir türlü İstanbul’a alışamadılar. Hâlâ yaz olunca ilk işleri İstanbul’u terk edip memlekete gitmek olmaktadır.

İnsanlar kırk yaşında ergin olacaklardır. Çölde yetişenler yönetime el koyacaklardır. Mukaddes arza girdikleri zaman kendileri artık yeni düzeni kuracaklardır.

Nuh Tufanı bunun için olmuştur. Yeni nesil yenilik yapabilir.

Biz “Adil Düzen”i nasıl getireceğiz?  

İktidar olsak bile hemen “Adil Düzen”i getirmeyeceğiz. Bir “Adil Düzen Sitesi”ni kuracağız. Buraya belli aileler alacağız. Bunlar burada kendi aralarında “Adil Düzen”in eğitimini alacaklardır. Kırk yaşlarına geldikleri zaman onlara yönetimi teslim edeceğiz.

Biz, bize düşen adımları atacağız. Çocuk dokuz ayda doğar. Meyve zamanında olgunlaşır. Erken oluşanlar çürük olanlardır. Acelemiz yoktur. Durmayacağız, çalışacağız, ama acele etmeyeceğiz.

فَلَا تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْفَاسِقِينَ (26)

(Fa Lav TaESa GaLay elQaVMı elFASıQıYNa)

“Fasık kavimden dolayı sen meyus olma.”

Meyus olmak” ümidini kesmek anlamındadır.

Demek ki biz Adil Düzen Çalışanları, bir iş yapanlar, zaman zaman isyanlarla karşılaşacağız. “Adil Düzen”i terk eden kardeşlerimiz olacaklardır. Ama onlardan ümidimizi kesmemeliyiz. Evet, Türk kavminden ümidimizi kesmemeliyiz. Bir gün bunlar bizim yanımızda yer alacaklardır.

Burada “Fa” harfi ile başlamıştır, yani kural genişletilmiştir. Yalnız Hazreti Musa’nın kavmi için değil, tüm kavimler için kural konmuştur. Fasık kavim izhar edilmiştir. Oradaki harfi tarif ahd içindi. Buradaki harfi tarif istiğrak veya cins içindir.

1919’lardayız... İslâm âlemi mağlup olmuş... Hıristiyanlık yok gibi bir şey...

İşte o tarihten başlayıp bugünlere gelmişiz... Ondan sonra neler neler olmuştur...

İstiklâl Savaşı kazanılmış… Demokrasi gelmiş… Millî Görüş iktidar olmuş...

Şimdi de “Adil Düzen”in eşiğine gelmişiz...

Şükretmek için bunlar yetmez mi?..  

Evet…

AK Parti’den ümidimizi kesmeyeceğiz…

Saadet Partisi’nden ümidimizi kesmeyeceğiz...

Türk milletinden ümidimizi kesmeyeceğiz...

Müslümanlardan ümidimizi kesmeyeceğiz...

İnsanlıktan ümidimizi kesmeyeceğiz...

Takdir-i ilâhi olarak tüm insanlık cennete doğru yürümektedir. Allah insanları cennete girsinler diye yaratmıştır. Cehennem, cennete girebilmek için kurulmuş bir ıslah evidir.

 

 

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3103 Okunma
2-MAİDE 3
2886 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2176 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2266 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2137 Okunma
6-MAİDE 11-12
2870 Okunma
7-Maide13-15
2292 Okunma
8-MAİDE 16-17
2320 Okunma
9-MAİDE 18-19
2009 Okunma
10-MAİDE 20-26
2561 Okunma
11-MAİDE 27-31
4600 Okunma
12-MAİDE 32-33
2802 Okunma
13-MAİDE 34-37
2037 Okunma
14-MAİDE 38-41
2981 Okunma
15-MAİDE 42-44
2325 Okunma
16-MAİDE 45-47
3604 Okunma
17-MAİDE 48-50
2413 Okunma
18-MAİDE 51-53
2537 Okunma
19-MAİDE 54-56
2959 Okunma
20-MAİDE 57-60
2360 Okunma
21-MAİDE 61-64
2202 Okunma
22-MAİDE 65-67
2057 Okunma
23-MAİDE 68-69
2407 Okunma
24-MAİDE 70-72
2188 Okunma
25-MAİDE 73-76
2443 Okunma
26-MAİDE 77-79
1917 Okunma
27-MAİDE 80-82
2316 Okunma
28-MAİDE 83-88
1892 Okunma
29-MAİDE 89-91
3214 Okunma
30-MAİDE 92-95
2605 Okunma
31-MAİDE 96-100
2515 Okunma
32-Mide 101-103
2589 Okunma
33-MAİDE 104-105
2218 Okunma
34-MAİDE 106-108
2406 Okunma
35-MAİDE 109-110
3299 Okunma
36-MAİDE 111-115
2746 Okunma
37-MAİDE 116-118
2535 Okunma
38-MAİDE 119-120
2194 Okunma

© 2024 - Akevler