***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 43
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْكِتَابِ آمَنُوا وَاتَّقَوْا لَكَفَّرْنَاعَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ وَلَأَدْخَلْنَاهُمْ جَنَّاتِ النَّعِيمِ (65) وَلَوْ أَنَّهُمْ أَقَامُوا التَّوْرَاةَ وَالْإِنجِيلَ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِمْ مِنْ رَبِّهِمْ لَأَكَلُوا مِنْ فَوْقِهِمْ وَمِنْ تَحْتِ أَرْجُلِهِمْ مِنْهُمْ أُمَّةٌ مُقْتَصِدَةٌ وَكَثِيرٌ مِنْهُمْ سَاءَ مَا يَعْمَلُونَ (66)
وَلَوْ أَنَّ أَهْلَ الْكِتَابِ
(Va LaV EanNa EaHLa eLKiTAvBi)
“Eğer Ehli Kitab”
Bundan önce sadece Yahudilerden bahsetmiş ve onlar arasında kıyamete kadar bağda’ ve adaveti ilka ettik denmişti. Burada “Ve” harfi ile “Ehli Kitab” ile ilgili genel hüküm koymaktadır. Bu cümle bundan önceki cümleyi açıklamaktadır.
Yahudilerin ve Hıristiyanların yapacaklarını yapmaları gerektiğini ifade etmektedir.
Yahudiler anlatıldı.
Burada ise Yahudi ve Hıristiyanlar birlikte ifade edilmiştir.
“Ehli Kitab”dan kasıt Yahudi ve Hıristiyanlardır. “Kitab”ın marifesi “ehl”in de marife olmasını gerektirir. “Kitab”dan kasıt iki kitaptır. Marife gelmiştir. Çünkü aslında ikisi bir kitaptır. Şöyle ki; Tevrat şeriat kitabıdır, İncil ise ahlâk kitabıdır. Bu iki kitap ayrı ayrı peygamberlere gelmiştir. Ama aslında kitap birdir. İncil Tevrat’ın ahlâkî tarafını tamamlar. Hazreti Davut aleyhisselâm ise ekonomi tarafını tamamlar. İlim Hazreti İbrahim aleyhisselâmın sahifelerinde vardır. Burada kastedilen “Ehli Kitab”ın Yahudi ve Hıristiyanlar olduğu bundan sonraki âyette anlaşılmaktadır.
“El-Kitab”daki harf-i tarif istiğrak için gelirse tüm hukuk düzenine sahip devletler de girer. Buna ateist sosyalistler de dahildir. Bunlar hakem kararlarına uymayı kabul ettiklerinde müşrik değildirler. “El-Kitab”daki harf-i tarif ahd için gelirse belli zümre kastedilir ki burada kastedilenler Yahudi ve Hıristiyanlardır.
1900’lara kadar birbirini yiyen Yahudi ve Hıristiyanlar bir olmuş ve İslâm aleyhinde bir asır kadar düşmanlıklarını sürdürmüşlerdir. 21’inci yüzyılda bu durum değişmektedir. Hıristiyanlar artık Yahudilerle bir olup müslimlere saldırma planı içinde değildirler. Kur’an öyle yapmadıklarını söylüyor. “Lev” kelimesi bunu ifade eder.
Evet, onlar iman edeceklerdi ve ittika edeceklerdi.
Öyle yapmadılar.
آمَنُوا وَاتَّقَوْا
(EAvMaNUv Va EitTaQUv)
“İman etselerdi ve ittika etselerdi.”
“İman etme” dayanışma ortaklıkları kurup yeryüzüne güvenlik tesis etme demektir.
Bugün Birleşmiş Milletler var. BM’in görevi Yahudi ve Hıristiyanların yeryüzündeki hakimiyetlerini sürdürmektir. 1 milyardan fazla nüfusları olan Çin ve Hindistan ile nüfusu yarım milyondan az olan Lüksemburg orada yer alır. Sermaye böylece ekseriyet sisteminde istediği kararları aldırır. Bunun yanında “Güvenlik Konseyi” kurulmuştur. Burada beş devlet vardır; ABD, Rusya, İngiltere, Fransa ve Çin. Çin’in dışındaki devletlerin hepsi Hıristiyandır. Hintliler ve Müslümanlar “Güvenlik Konseyi”nde temsil edilmemektedir. Oysa burada Müslümanlar, Hintliler ve Zenciler de temsil edilmelidir. Güvenlik Konseyi de Birleşmiş Milletler’de alınan kararları uygulayan devletlerdir. Adı iman edenlerdir. Güvenliktir. Ne yazık ki bunlar şimdiye kadar hep sermayenin jandarmalığını yapmışlardır.
“İman etselerdi” ifadesi, onlar da iman edebilirler demektir, yani onlar da dayanışma ortaklığına katılabilirler demektir. Yukarıda “siz onlara katılmayın” denmiştir. Demek ki onlar da kendi dayanışmalarını kuracaklardır.
İnsanlık yüze yakın devlete ayrılacaktır. Bu devletler kendi dayanışmalarını kurarak kendi yurtlarının güvenliğini sağlayacaklardır. Ayrıca uluslararası yargı kararlarıyla mahkum olan devletleri işgal edip dağıtmak için de gönüllü askerlerden oluşmuş birlikler oluşacaktır. Bunlar o devleti yıkacaklar ve topraklarını yağma edeceklerdir.
Kur’an’a göre çok az kimseye ceza verilir. Kesin yasaklar ve kesin ispatlar sonucu cezalandırılırlar. Ama cezalar ağırdır. Mesela hırsızın kolu kesilir. Bir asırda bir kesilir. İslâmiyet’te savaşın meşruluğu için ağır şartlar vardır. Örnek olarak ülke dışına çıkışa izin verse o devletle harb edilmez. Zulüm gören halk orasını terk etsin yani hicret etsin diye bu böyledir. Ama bir defa savaş başladı mı o devletin sonu yok olmaktır. Bütün dünya devletlerini yenmesi mümkün değildir. O halde yenileceklerdir. Böyle olunca da hiçbir devlet yargı kararlarının dışına çıkmaz ve çıkamaz.
İkinci Cihan Savaşı oldu, sınırlar değişmedi. Çünkü İkinci Cihan Savaşı’nı Yahudiler çıkardılar. Yahudileri İsrail’de toplamak için çıkardılar. Hitler ve Almanlar onların adamı idi. Almanya bugün Avrupa’nın en güçlü devletidir.
Kur’an düzeninde böyle olmaz. Eğer Almanlar hakemlerin kararlarına uymayıp da savaş çıkarsalardı şimdi Alman devleti olmazdı. Almanya’nın toprakları komşu devletler arasında paylaşılırdı. Bir daha kimse savaş çıkaramazdı. ABD Irak’ı işgal etti, şimdi çekiliyor. Bunu bilen Iraklılar savaşmadılar, Irak’ı savunmadılar. “Adil Düzen”de savaş sermayenin oyuncağı olamayacaktır.
“İman etseler ve ittika etselerdi” diyor. Klasik yorumcular ittikayı korkmakla açıklıyorlar. Bu âyet onlara cevaptır. Hem iman edecek hem korkacak.
Bu nasıl bir şeydir?
İman güvendir. Korku ise güvensizlik demektir. Güvenlik, hukuk dışına çıkıp isyan edenlere karşı alınmaktadır. İttika ise şeriata uyma demektir. İmanda yalnız yasaklar vardır. Oysa ittikada haramlardan kaçınma da ve ihsanlar da vardır.
Güven sağlanacak ama insanlar da güven içinde haramlardan sakınacaklardır, korunacaklardır. “Mena” evlerle çevrili güvenli yerlerdir. “Vıka” ise taşlarla örülmüş kulübedir. İmanda beraberlik vardır. İttikada ise nefislerin mücadelesi vardır. Kur’an iki kelimeyi yan yana getirerek oluşları tasnif etmektedir.
İman siyasi kuruluşların dayanışmasıdır.
İttika ise dini kuruluşların dayanışmasıdır.
Bu sebeple biz düzen manâsında olan dini, bugün kullanılan manâda dinin karşılığını takva olarak anlıyoruz, iman ve takva.
Siyasi dayanışmalar kursalardı, dini dayanışmalar kursalardı anlamındadır, bu ifadeler.
لَكَفَّرْنَا عَنْهُمْ سَيِّئَاتِهِمْ
(La KafFaRNAv GaNHuM SayYıEAvTıHıM)
“Onların seyyielerini tekfir ederdik.”
Evet, bugün “Batı” olarak ifade ettiğimiz Yahudi-Hıristiyan topluluğu bugünkü uygarlığın mimarıdır. 15’inci asırdan beri başladıkları uygarlaşma hareketleri vardır. Tarihten gelen uygarlıkların sonuncusu Avrupa uygarlığıdır. Mezopotamya ve Mısır, İbrani ve Yunan, Hıristiyanlık ve Roma, İslâm ve bugünkü Avrupa peş peşe gelen uygarlıklardır. Hukukta ve yönetimde doğu uygarlıkları adımlar atmışlardır. Ekonomide ve teknikte batı uygarlıkları adımlar atmışlardır. İşte bu son batı uygarlığı İslâmiyet’in kuvvet medeniyetine dönüşmesi ile kurulmuştur. Bu medeniyeti kuranlar Yahudiler ve Hıristiyanlardır.
Teknolojide yaptıklarını ele alalım.
- Buhar makinesini icad ederek tren ve gemilerle yeryüzünü birbirine bağladılar.
- İçten yakıtlı motorlar icat ederek göklere çıkabildiler. Makina sanayiini geliştirdiler.
- Elektriği icat ederek gecelerini gündüze çevirdiler, enerjiyi kolayca işlettiler.
- Elektromanyetik dalgaları buldular ve uzaydan haberleşmeyi sağladılar.
- Bilgisayarları bularak düşünmeyi ve komutayı son derece kolaylaştırdılar.
Bu buluşların tamamı Yahudi ve Hıristiyanlarındır. Bu sayede insanlık büyük bir sıçrama yapmıştır.
Bu iyiliklerine karşılık birçok zulümler yaptılar.
- İşgal ettikleri yerlerde soykırım yaptılar.
- İnsanları dinsizleştirdiler.
- Savaşlar çıkararak yeryüzünü kan gölüne çevirdiler.
- Karşılıksız para ile hak hukuku payimal ettiler.
- Fuhşu meşrulaştırdılar.
İşte bunların böyle büyük günahları vardır. Bu günahlarının cezalarını çekeceklerdir. Ama kendileri “Adil Düzen”i kabul edip yerinden yönetimi ve hakemlerden oluşan yargının üstünlüğünü kabul etselerdi o zaman bu günahlar tekfir edilecekti.
Ne yazık ki bunlar bunu yapmıyor, ısrarla zulümlerine devam ediyorlar.
Başta “Lev” kelimesi getirildiği için bunlar bunu yapmayacaklardır. Gerçi oradaki harf-i tarif bir dönemin Ehli Kitabını içermektedir. Ancak bu bundan sonra yapmayacaklar anlamına gelmez. “Lev” kelimesinde geçmişte olmadı anlamı vardır ama gelecekte olmayacaktır anlamı yoktur.
Demek ki Batı uygarlığını kuran bu topluluktan Kur’an’ın istediği şey iman ve ittikadır, güvenlik ve hukuk düzenidir.
Bugünkü Batı uygarlığı bunun böyle olması gerektiğini biliyor. Filozofları ve ilim adamları bunları hep ortaya koyup savunuyorlar. Ancak onlar iki sebepten dolayı yapılması gerekeni yapmıyorlar. Birincisi, çıkarlarına gelmiyor. Sömürü tatlı geliyor, bırakmak istemiyorlar. Diğeri ise nasıl yapılacağını bilmiyorlar. Bilemezler, çünkü bu hastanın ilacı ancak Kur’an medresesinde imal edilmektedir. Ne yazık ki yalnız Akevler eczanesinde bedava verilmektedir ama alan bulunmamaktadır. Erbakan aldı ve hamle yaptı. O kadar.
وَلَأَدْخَلْنَاهُمْ
(Va La EaDPaLNAvHuM)
“Onları idhal ederdik.”
Batı bugün kendi sömürüsünü ve hakimiyetini neye dayandırmaktadır?
- Savaş ve ihtilallerle insanları kana boğmak, bununla hakimiyetini korumak istemektedir.
- Faizli karşılıksız parası ile dünyayı sömürmeye devam etmektedir.
- İnsanları ahlaksız ve dinsiz yaparak bu sayede onları geri bırakmak ve kendi hakimiyetini sürdürmek istemektedir.
- Gümrükler ve vizeler yoluyla gelen geçenlerden haraç toplamaktadır.
Oysa Batı istese kendi imkanlarını değerlendirerek dünyayı cennet yapabilir.
- Bugün yeryüzünde çok büyük çöller vardır. Bu çöller kum yığını hâlindedir. Bitkiler bile yoktur. Buralarda, bu çöllerde yeraltı suları vardır. Olmayan yerlerde dışarıdan getirilebilir. Batı bu tekniğe sahiptir. Batı dünyası savaşta harcayacağı gücünü buralarda harcar ve bugünkü nüfusun iki misli daha fazla insanın yaşamasına imkan verebilir. Buralarda bol güneşli hayat oluşur.
- Kutuplarda geniş bol alanlar vardır. Petrol kaynakları ve diğer doğal kaynaklar bulunmaktadır. Burada kışın çok az güneş gelir ama yazın daha çok güneş gelir. Buralarda yine tarım ve sanayi ülkeleri hâline getirebilir.
- Bugün yeryüzündeki imkanlardan yararlanılamıyor. Oysa halkın ürettiklerini ellerinden alıp mamul hâle getirip yine satmak gerekir. Bugün ise köyler boşaltılıyor.
- Sermaye istese deniz tarımına girişebilir, deniz kentleri kurulabilir.
Bulundukları yerleri cennet yapardık denmiyor da onları cennetlere sokardık diyor.
Yani sermayeye yeni yerler vaat etmektedir.
Kur’an’ı yorumlayanlar işin kolayını bulmuşlar, bir helakten bahsederse âhirette olacaktır derler, bir nimetten bahsederse âhirette olacaktır derler.
Oysa Kur’an bizi âhirete hazırlamaktadır. Bunda şüphe yoktur. Hepsini âhiretimiz için yaptırmaktadır. Ama unutmamamız gereken bir şey vardır, o da bu dünyada bizi âhirete hazırlamaktadır.
Dolayısıyla âyetler bu dünya hayatında yapacaklarımızla yorumlanmalıdır. Bu sebepledir ki biz burada dünya hayatında idhal etme şeklinde anlıyoruz.
جَنَّاتِ النَّعِيمِ
(CanNAvTın eLNaGIyMın)
“Nimet cennetlerine”
Arapçada cennet hadikadır. Cennet daha çok kapalı ve dışarıdan görülmeyen bahçedir. Başka bir ifade ile seralardır. Âhiretteki bahçeler böyle kapalı seralar şeklinde olduğu için cennet olarak ifade edilmiştir.
Şimdi âhiret hayatını biraz düşünelim. Âhirette de yeme ve içme olacaktır. Bedenimiz bugün yediğimiz meyveleri ve diğer yiyecekleri yiyerek yaşayacaktır. Bunlar da diğer canlılardan elde edilecektir. Yani bitkiler ve hayvanlar olacaktır. Biz onları yiyerek yaşayacağız. Şimdi güneş enerjisini harcayarak yaşıyoruz.
Âhirette acaba ne enerjisini harcayacağız?
Bitkiler özümleme yapacak ve biz o bitkilerin enerjisiyle yaşayacağız. İşte bu enerji yine hidrojen enerjisi olacaktır. Ama bu enerji güneşten değil bizim kontrolümüzde üretilecektir. Bugün büyük israf vardır. Güneş enerjisinin milyarda birlerinden yararlanıyoruz. Âhirette israf olmayacaktır. Bizim ihtiyacımıza yetecek kadar enerji yayınlanacak ve üretim yapılacaktır. Bunun için enerjilerin seralarda üretilmesi ve seralarda harcanması gerekir.
Aslında dünyamız da bir seradır. Enerjisi dışarıdan gelmektedir.
“Cennet” kelimesini sera olarak adlandırıyoruz.
Acaba neden “Cennât” olarak zikretmektedir?
Çünkü seralar arasında işbölümü olacak. Bir serada domates üretilecekse, ikinci serada patates üretilecektir. “Altından ırmaklar akan” deyince, suların borularla dağıtılacağını ifade etmektir.
“Na’îm” ne demektir?
Deveye yem verince etlenirse o “en’am”dır. “Na’îm” demek verdiğine nankörlük etmeyen demektir. Verdiğinin karşılığını iade eden demektir. Evcilleşmiş hayvanın adı “nimet”tir. Bu da verdiğini fazlasıyla veren demektir. “Na’îm” kelimesi burada davarlı bahçeler anlamına gelebilir. Seralar yapıyorsun, ot üretiyorsun ve hayvanları besliyorsun. İşte size yeni sera tipi.
Çok kısa bilgi verelim. Seranın altına beş altı metre derinliğinde kum havuzu yapıyorsunuz. Şeffaf çatıdaki yağmurları oraya dolduruyorsunuz. Kurak zamanlarda o suları kullanıyorsunuz. Yağmurlama suretiyle suluyorsunuz. Hayvanlar sulanmış yerlerde otluyor, öbür taraflarda otlamıyor. Böylece hayvanlar 360 gün yer değiştiriyorlar. Onlar otluyorlar. Büyüyorlar yahut süt veriyorlar. Ot biçmenize, hayvanları bağlamanıza ve gübre yapmanıza gerek yok. Kendi gübreleri ile kendileri yaşıyorlar. Bitkiler ne kadar karbondioksit harcıyorsa hayvanlar da o kadarını üretiyor. İşte böyle her şeye yani kendisine yeter bahçelere “Cennât” denmektedir. İstenirse buralarda ağaçlar da yetiştirilebilir. Belki de yılda birkaç defa meyveler de alınabilir.
Bununla beraber bütün seralar na’îm nimet veren bahçelerdir.
Allah bu kainatı insanlar ve melekler yetişsin diye yaratmıştır. Âhirette vaat edilen her şeye insanlar bu dünya hayatında öğrenerek ulaşacaklardır. Kıyamette de eskiden gelen insanlara öğretilecek, ondan sonra insanlar cennete gideceklerdir.
Bugün kapalı evlerden oluşan kentler yapıyoruz. Bizim “Yüz Dairelik Apartman Projesi” de sera olarak düşünülmektedir. Balkonlar camla kaplanacak. Isınma tek yerden olacak. Klima ile ısıtılacak. Evler değil de apartman kışın ısıtılacak, yazın serinleştirilecek. Oksijeni ve karbondioksiti ayarlanacaktır.
İşte, Batı uygarlığına bunları yapmanız gerekir demektir.
Bize verilen görev teknikte değil hukukta ve yönetimdedir. Teknik ve sanayi ise Batılıların işidir. Biz bunları onlara anlatmalıyız.
وَلَوْ أَنَّهُمْ
(Va Lav EnNaHuM)
“Eğer onlar”
Buradaki zamir bundan önceki Ehl-i Kitaba gitmektedir, “âmenûya ve ittikaya” atfedilmektedir. Burada izhar edilmemiş, izmar edilmiştir. Dolayısıyla işaret edilen onlardır. İstiğrak için değil de ahd için gelmiştir.
“Lev” kelimesi tekrar edilerek atıf olduğunu ama farklı grup olduğunu ifade eder. Yalnız “ennehum” getirilseydi az farklı anlamı çıkardı. İman edip ittika etmek için Tevrat ve İncil ehli olmaları gerekmez. Oysa Batı uygarlığını kuranlar, Tevrat ve İncil’in hükümlerini de yerine getirmelidirler.
Şimdi burada mü’minlerden ve Hıristiyanlardan bahsetmektedir, Budist ve Hindulardan bahsetmektedir. Bunun hikmeti şudur ki, III. bin yıl uygarlığını Hıristiyanlar ve Müslümanlar kuracaklardır. Demek ki burada bilhassa günümüz III. bin yıl uygarlığından bahsedilmektedir. Onlar da ilerde ye’cuc ve me’cuc döneminde kurarlar.
أَقَامُوا
(EaQAvMUv)
“İkame etselerdi.”
“İkame etme” demek ayağa kaldırma demektir.
Tevrat ve İncil vardır. Onları hayata geçirdiğiniz zaman ikame etmiş olursunuz. Bilhassa belli dönemlerde uygulanmış, bugün ise uygulanmaz hâle gelmişse, onu yeniden hayata geçirme ikame etmedir.
Tevrat ve İncil ne gibi hususları içermektedir, ne yapılırsa ikame edilir?
İnsanlığın dört melekesi vardır; his, fikir, irade ve ünsiyet. Fikir doğruyu yanlıştan ayırır, his iyiyi kötüden ayırır, irade zararlıyı faydalıdan ayırır, ünsiyet ise adili zalimden ayırır. İşte, Tevrat ve İncil insanlara bunların nasıl yapılacağını öğretmektedir. Siz bunları öğrenir ve hayata geçirirseniz Tevrat’ı ve İncil’i ikame etmiş olursunuz.
Bunlar sekiz temele dayanır. Barış ve güvenlik, hicret ve cihad, eğitim ve yasaklar, aile ve anlaşmalar. İşte bunlar yapılırsa Tevrat ve İncil ikame edilmiş olur.
التَّوْرَاةَ وَالْإِنجِيلَ
(elTaVRATa Va eLEiNCİyLa)
“Tevrat ve İncil’i”
Burada Tevrat’ı ikame etselerdi, İncil’i ikame etselerdi denmiyor da, ikisini birden ikame etselerdi yani “Tevrat ve İncil’i ikame etselerdi” deniyor. Yani ikisi birden ikame edilecektir. Tek başına Tevrat, tek başına İncil ikame edilemez. İncil gelmeden önce İncil’in hükümleri Yahudiler tarafından bilinmekteydi, bunları yürütüyorlardı.
“Tevrat” “töre”den gelmektedir, “tavır” kelimesi ile akrabadır. İnsanların topluluğa ait düzenini düzenler. Şeriat kitabıdır.
“İncil” “necl” kökünden gelir. Türkçedeki “nacak” kelimesi buradandır. Doğrama yapma, marangozluk etme demektir. Ahşaptan yapılmış ev demek olur. İncil topluluğu değil de insanı eğitip yetiştirir. Yapıyı oluşturma işi İncil’in işidir. Yapıyı kullanma işi ise Tevrat’ın işidir. Bir yapı kullanmak için yapılır. Yapı yapılmadan onu kullanamazsınız. Yapılan yapıyı kullanmazsanız bir manâ, bir şey ifade etmez.
Batı uygarlığını kuranlar, İslâm uygarlığından aldıklarını Tevrat ve İncil’in hükümleri içinde yorumladılar ve Batı medeniyetini öyle kurdular. Çünkü İslâmiyet’te Tevrat ve İncil’e uymayan bir şey yoktu. Tevrat ve İncil’de uymayan bâtıl inanışlar vardı. Onunla mücadele ederlerdi. Onlar öyle yapmadılar. Onlar beşyüz senedir Tevrat ve İncil’le mücadele ediyorlar. Onların hükümlerini nasıl bertaraf edeceğiz diye uğraşıyorlar.
Yahudiler bunu dünyaya hakim olsunlar diye yaptılar, Hıristiyanlar da İslâmiyet gelmesin ama uygarlık gelsin diye böyle yaptılar.
Bu yaptıkları onları huzura götürmedi, saadete götürmedi.
Önce İslâm âlemi Viyana’lara gitti. Endülüslüler Fransız sınırlarına kadar dayandı. Sonra kendi içlerinde ihtilaller, isyanlar, yüz sene savaşları; komünizm, sosyalizm, faşizm belaları; daha neler de neler oldu. Bunların hepsi Tevrat ve İncil’i terk etmelerinden oluşmuştur.
İnsanlık hâlâ gücünün büyük kısmını ya bürokratik yönetimlerde ya da savaşlarda ve terörü bastırmada kullanıyor. Böyle yapmayıp da Adil Düzencilerin ileride yapacakları gibi Kur’an ve Tevrat hükümlerini ikame etselerdi, bu beşyüz yıl böyle geçmezdi. İki dünya savaşında Avrupalılar birbirini kırdılar. Şimdi de Filistin’de Araplarla boğaz boğaza ölüm travmalarını geçirmektedirler. Çünkü Yahudiler hâlâ İncil’i kabul etmiyorlar.
وَمَا أُنزِلَ إِلَيْهِمْ
(Va MAv EuNZiLa EiLaYHiM)
“Kendilerine inzâl olunanı da ikame etselerdi.”
Tevrat ve İncil’e bir de “inzâl olunanı” eklemektedir.
Acaba onlara neler inzâl olunmuş, Tevrat ve İncil dışında onlara inzâl edilen nedir?
“İnzâl etmek” demek, indirmek değil de kondurmak, yerleştirmek demektir. Onların beyinlerinde ne yerleştirdiyse işte o kastedilmektedir.
Batılılar uygarlığı kurarken ilk yaptıkları iş İslâmî eserleri Arapçadan Latinceye tercüme etmek olmuştur. Batılıların Yunanlılardan haberleri yoktu. Avrupa Hıristiyanlaşınca Yunan mirasını reddetti, onları çoktan unuttu. Tevrat ve İncil uygarlığını kurdu.
Yunan uygarlığı ancak Suriye’de ve Irak’ta devam etti. O da şöyle oldu. Onlar buradaki kiliselere, Bizans kilisesine veya Roma kilisesine tâbi olmadılar. Kendileri Yunancadan klasikleri çevirdiler. İşte Müslümanlar Yunanı bunlardan öğrendiler. Sonra Rumca’dan da tercümeler yaptılar. İşte, kendilerine ilk inzâl olunan Arapça eserlerdir. Sonra Yunancadan da tercümeler yaptılar.
Avrupa sanayileşmeye başladığı zaman Avrupa’da sanatkar yoktu. Avrupa üretimi beceremiyordu. Allah onlara makina teknolojisini verdi ve birçok inzâl geldi. Bugünkü tüm sanayi Allah’ın inzâli ile olmuştur. Edison ampulü Allah’ın ona öğretmesiyle yapmıştır. Demek ki ikinci inzâl olunan teknolojidir.
Hukuk alanında, İslâm şeriatı hakkında da birçok çalışmalar yaptılar.
Demokrasiyi, lâikliği, sosyalliği ve liberalliği de öğrendiler. Ne var ki bu öğrendikleri ile amel edeceklerine onu istismar ettiler.
مِنْ رَبِّهِمْ
(MiN RabBiHiM)
“Rablerinden.”
Bütün bu oluşları tesadüflerin veya kişilerin gayretleri olduğunu sanırlar.
Oysa bütün bunlar, uygarlaşma Rabbin bir uygulamasıdır.
“Rab” olan yani terbiye eden yani evrimleştiren Allah’ın onlara sağladığı imkanlardır.
“Rab” herkesin rabbi olduğu halde, “onlar”ın izafetle getirilmiş olması, inzâl olunanın onların terbiyesi için olduğunu bildirmesi içindir.
İnsan haklarını ortaya koydular.
1) Demokrasi halk yönetimidir dediler. İslâm’daki içtihadı kabul ettiler. Ne yazık ki bunu dejenere ettiler ve ekseriyet demokrasisine çevirdiler.
2) Lâiklik dediler. İslâmiyet’teki “silm”i benimsediler. Ne var ki bunu dinsizlik için kullandılar.
3) Liberallik dediler. Liberallik deyip adaleti sağlamak istediler ama onu tekeller oluşturmak için kullandılar.
4) Sosyallik dediler. Sosyallik deyip insanları sosyal güvenceye kavuşturmak istediler. Ne var ki bunu sömürmek için araç yaptılar.
Allah uygarlaşmanın olması için gerekli imkânları insanlara sağlamaktadır. İnsanlar onu yapmaktadırlar ama kerhen yapmaktadırlar. Oysa tav’an yapsalardı kendileri için çok daha iyi olurdu.
لَأَكَلُوا
(La EaKaLUv)
“Ekl ederlerdi.”
“Taam etmek” karnını doyurmaktır.
“Ekl etmek” ise tüketmektir.
Taamda yalnız yiyeceklerin yenmesi vardır. Eklde ise bir elbiseyi kullanıp eskitmede ekldir. Yani buradaki eklden maksat her türlü imkanların tüketilmesidir.
“Le” harfi ile tekit edilmiştir. “Lev”den sonra “Le” gelir.
Bütün canlılar doğadan yararlanarak ihtiyaçlarını temin ederler. Sonra kendileri de başkalarına yem olurlar. İnsanlar da böyledir. Tüm ihtiyaçlarını dışarıdan aldıklarını tüketerek varlıklarını korurlar. Kendileri sağ iken başkalarına yem olmazlar. Öldükten sonra bedenleri yem olur. Tevrat ve İncil ve onun dışında gelmiş olan her türlü bilgiler insanların ihtiyaçlarını gidermek içindir. Allah’ın insanlara ihtiyacı yoktur. Tüm emirler ve haramlar insanların kendi çıkarları içindir; saadetleri, refahları, huzurları içindir.
مِنْ فَوْقِهِم
(MiN FaVQıHıM)
“Fevklerinden”
“Fevk” yukarı demektir. “Fevka ruûsihim” derseniz tam baş anlaşılır. “Fevkihim” derseniz yukarısı anlamına gelir.
Burada kastedilen “Fevk” gökyüzüdür. Gökyüzünden yeryüzüne iki şey inmektedir. Biri su, biri de güneştir. Bununla beraber su yeryüzünden çıktıktan sonra gelmektedir. Asıl dışarıdan gelen ise gün ışığıdır. Güneş yeryüzüne gelmektedir.
Güneş dört iş yapmaktadır.
- Yeryüzünün aydınlanmasını sağlamaktadır.
- Yeryüzünü ısıtmaktadır.
- Yeryüzünde yağmurların yağmasını sağlamaktadır.
- Bitkilerde enerjinin depolanmasını sağlamaktadır.
Bunlardan yararlanarak ihtiyaçlarımızı gidermekteyiz. Ne var ki bu ihtiyaçların sağlanabilmesi için bir düzene ihtiyaç vardır. Bu düzen sosyal ve ekonomik düzendir.
Sabahleyin kalkan insan işe gitmekte, diğer insanların ona verdiği işi yapmaktadır. Akşam üstü ücretini almakta, bakkala uğrayarak ihtiyaçlarını alarak eve gitmektedir. Bunlarla hayatını sürdürmektedir. Aldığı şeylerde madde vardır, enerji vardır.
İşte, enerji kısmını gökten gelen güneşle almaktayız.
Bu imkanlardan yararlanmak için sosyal düzene ihtiyaç vardır. Şeriat bu düzeni oluşturmaktadır. Tevrat ve İncil bu düzenin bir örneğini vermektedir, Kur’an’ın Kur’an gelmeden önceki bir uygulamasıdır. Onlar İslâmiyet’ten öğrendikleri ile Tevrat ve İncil’i yorumlasalardı, insanlık bugünkü ıstıraplara uğramadan bu uygarlığa ulaşacaktı.
وَمِنْ تَحْتِ أَرْجُلِهِمْ
(Va MiN TaXTı EaRCuLiHim)
“Ayaklarının tahtından”
Burada sadece “Tahtından” demeyip “Min Tahti Ercülihim” denmektedir. Dünya döndüğü zaman tüm uzay fevkinizde olmaktadır. Yerin bir tarafı tahtınızdadır, yani gökyüzü bazen fevkinizdedir, bazen ayaklarınızın altındadır. Dolayısıyla gökyüzü her zaman fevkinizde değildir. Oysa yer daima ayaklarınızın altındadır. Bu sebeple yukarıda sadece fevklerinde demekte, burada ise ayaklarının altlarında demektedir.
Kastedilen yer arzdır. Enerji güneşten geldiği gibi madde de yerden gelmektedir. Enerji dışında neyimiz varsa hepsi yerin bir parçasıdır.
Şimdi şu sorulur:
Tevrat ve İncil’e uysaydılar nasıl olurdu da üstlerinden altlarından yerlerdi?
Bunu şöyle izah edebiliriz. 7 milyar insan vardır. Diyelim ki bunun 3 milyarı çalışır durumdadır. Bugünkü imkanlarla çalıştıkları zaman bunun 2 milyarı ile 7 milyar yaşamaktadır. 1 Milyar insan boş kalmaktadır. İşte bu 1 milyar insan aç kaldığı için toklarla savaşmaktadır. Savaşın kaynağı budur. Yeryüzündeki bütün fesat bölüşümün uygun ve adil olmamasından ileri gelmektedir. O kadar milyar insanın iş yapmasından ve emeğin boşa heba edilmesinden ileri gelmektedir.
Eğer Tevrat’ın ve İncil’in istediği düzen kurulmuş olsaydı savaşa gerek kalmazdı. Amerika’ya varan Avrupalıları Amerikalılar birer peygamber gibi karşıladılar. Onların kitaplarında doğudan gelecek bir kavmin uygarlık getireceği yazılı idi. Eski dünyada mesih ve mehdi nasıl bekleniyorsa, onlar da doğudan gelecek kurtarıcıları bekliyordu. Amerikalılar onları görünce bayram yaptılar. Eğer oraya giden Avrupalılar Tevrat ve İncil’e inansalardı, yerlilerle birleşir, onlara iş verir, o insanlar refaha ve saadete ererlerdi. Bunlar da kıtadaki zenginliklerden yararlanırlardı. Nitekim Kızılderilileri soykırıma uğrattıktan sonra arazileri işlemek için bu sefer Afrika’dan hayvan avlar gibi siyah derilileri avlamış ve işçi olarak Amerika’ya götürmüşlerdi. Yetmedi, zencileri köle olarak çalıştırırken birden sanayileşme başladı. Bu sefer güya köleliği kaldırdılar ve onları işçi olarak çalıştırmaya başladılar. Sonra da zencileri hor görmeye başladılar. Oysa bugün Avrupa’da olduğu gibi Tevrat ve İncil’e dayanarak zencileri Amerika’da çalıştırsalardı, Afrika zencilerini köleleştirmeye gerek yoktu, kendiliğinden giderlerdi. O zaman da hem Afrika kalkınır hem de Amerika kalkınırdı. Nitekim Türkler barışla Avrupa’ya işçi olarak gittiler, elde ettikleri sermaye ve bilgilerle Türkiye’ye geldiler, iş kurdular. Bundan hem Almanlar hem Türkler yararlandı.
Gümrükler ve vizeler insanlığın sefaleti ve ıstırabı için kaynaktır. Sömürü sermayesi iki kuruş kazanacak diye insanlık işsizlik, yoksulluk, açlık ve hastalık içinde sefalet hayatı sürmektedir. Aç insanlar ülkelerinden çıkıp gizli gizli geçerken kaçak işçi yakaladık diye polisimiz öğünmektedir! Allah’ın verdiği nimetleri paylaşacağımıza, ülkemizden geçip gitmekte olanları da yakalayıp geri gönderiyoruz! Bu şekilde yaparak insanları açlık ve sefalet içinde ölmeye mahkum ediyoruz.
Cami çıkışlarında toplanan üç beş kuruşu Somali ve benzeri yerlere göndermekle insanlık yaptığımızı sanıyoruz. Tüm insanlığa deriz ki gelin ülkemize size iş var. Tarlalarımız boş, maden ocaklarımız boş, ormanlarımız kimsesiz; gelin bu doğa imkanlarını değerlendirelim, siz de doyun biz de doyalım.
Amerika’da üç-beş Yahudi saltanat sürdürecek diye vizeler, gümrükler, vergiler olmamalı. Ülkenizde de işsizlik sürüp gitmemeli. Oysa ülkemiz bugünkü teknoloji ile sadece kapalı ekonomi sürdürsek bile bugünkü nüfusun beş mislini besleyebilir. Ülkemize 100 milyon işçi gelse iş bulur. Hem ülkemizi kalkındırır hem de kendileri açlıktan kurtulur. Türkiye bunu yapsa İran da yapabilir. Bu uygulama Batı dünyasının da aleyhinde olmaz. Bu kadar insanın gelirleri artınca Avrupa’nın pazarı da o kadar büyüyecek, onlar da çok daha rahat hayat süreceklerdir.
İşsizliği kaldırma zannedildiği kadar zor değildir. Bugün yeryüzü makinalaşmış yani sanayileşmiş bulunmaktadır. Ham madde varsa, tarla varsa, emek varsa işsizlik diye bir şey olmaz. Bunun için “Adil (Ekonomik) Düzen”de benimsenen ilkeleri koyalım. Bu ilkeler Tevrat’ta ve İncil’de de vardır.
- Gümrükler ve vizeler kalkacaktır.
- Ulaşım ve haberleşme kurulacak vakıflarla karşılıksız sağlanacak, alınan vergilerden karşılanacaktır.
- Krediler faizsiz hâle getirilecek, işçilere “emek kredisi” olarak ödenecek ve işverenler borçlandırılacaktır.
- Enerji vakıfları kurulacak, üreticilere üründen pay olmak üzere verilecektir.
İşte bunlar yapıldığı zaman yeryüzünde işsiz insan kalmaz. Artan emek harekete geçtiği zaman da bugün sermayeyi elinde bulunduran Batı en çok zengin olacaktır.
Şimdiki faizli sistemde sadece 200 kadar Yahudi zengini yararlanmaktadır. Oysa eğer yukarıdaki tedbirler alınsa Batı ile birlikte tüm insanlık saadet ve zenginliğe ulaşacaktır.
مِنْهُمْ أُمَّةٌ مُقْتَصِدَةٌ
(MiNHuM EümMaTün MuQTaÖıDaTün)
“Onlardan muktesid ümmet vardır.”
Onlardan yani batılılardan iyi insanlar da vardır. Batı uygarlığı hep kötüler tarafından oluşturulmamıştır. Yahudilerin içinde de Hıristiyanların içinde de çok iyi insanlar vardır.
Allah bunlara “ümmetim” demiyor, “bir ümmet vardır” diyor; “ümmetler” demiyor, “tek ümmet” diyor.
Bugünkü Batı’nın oluşumu Haçlı Seferleri ile başlamıştır. Batı’nın düşünceleri iki grupta toplanır. Biri sermayenin istediklerini yazmaya ve çoğaltmaya çalışmışlar, diğerleri ise gerçekten bir uygarlığı oluşturmak istemişlerdir. Hayatları gaflet içinde geçmiştir. Sonra onların buluşlarını kullanan çıkarcılar çıkmış ve Batı bugünkü uygarlığa ulaşmıştır. Paskal felsefesini tamamladığı zaman şöyle demektedir: “Gördüm ki insanların saadeti yalnız Allah’a inanmakla mümkündür. Saadet filozofların Allah’ına değil, Musa’nın İsa’nın Allah’ına inanmakla mümkündür.” Birisi bu kitabı Türkçeye çevirirken sonunda anladım ki insanlık hiçbir zaman mesut olamayacaktır. Batı’daki düşünürlerin fikirlerini tahrif etmişlerdir. Darwin ateist değildir, kitapları hayatta iken yayımlanmamıştır. Öldükten sonra istedikleri şekilde değiştirilerek yayınlamışlardır. Şunu iyi bilmemiz gerekir ki bugünkü Batı medeniyetini oluşturanlar ateistler değildir. Onlar Hazreti İsa’nın tanrılığına inanmadıkları için ateist kabul edilmiştir. O halde bizim yapacağımız iş Batı’nın karanlıklar içindeki tarihini aydınlatmak olacaktır. Birçok kimselere büyük ahlaksızlıklar yüklemişlerdir. Mesela onlar çok evliliği ahlaksızlık saymışlardır. Kur’an, “onların içinde muktesidler vardır” diyor.
“Kasd” caddenin ortası demektir. Ne uzak ne yakın yer demektir. Kur’an zalimlerden ve hayırda yarışanlardan bahsetmektedir. Zulmetmeyen ama hayırda da yarışmayanlara “Muktesid” denmektedir. “Kastetmek” niyet etmek demektir. Çünkü işe başlanmış ama henüz hedefe ulaşılmamışsa bu kasıttır. Temenniden çok fiilen bir işi yapmaya başlamaktır.
İftial bâbından gelmektedir. “Muktesid” kendi kendine kasıtlı olma demektir. Bunun manâsı şudur. Başkasına muhtaç olmadan, borçlanmadan yaşamak demektir. Başkalarını da borca sokmamak demektir. Bağımsız olma anlamına gelmektedir. Batı düşüncesinde olan bazı insanlar doğru fikirleri de savunmuşlardır. Bunlar aynı zamanda samimidirler.
“Muktesıdetün” kelimesi “ümmet”in sıfatı olduğu için “Te” eklenmiştir.
Bizim İslâm tarihini de Avrupa tarihini de bu gözle yazmamız gerekir. Avrupa uygarlığı kimlerin eseridir? Tanrı’ya inanmayan dinsizlerin mi, yoksa gerçek ve bir olan Tanrı’ya inanan samimi Hıristiyanların mı?
Sermaye Batı’yı dininden uzaklaştırmak için papazları satın almıştır. Bu papazlardan bazıları Katolik olarak kalmış ama yanlış ve saçma fikirler savunmuşlardır. Bugün Türkiye’de de bu mantıkta olan mollalar vardır. Diğer bir kısmı ise Hıristiyanlığa saldırmışlar, kendileri ayrı kilise kurmuşlardır. İslâmiyet’ten yapılan tercümelerin etkisinde kalan kimseler genellikle kilise tarafından dışlanmışlar, zor durumda kalmışlar ve kiliseye kızıp ateist olmuşlardır. Ama onların bir kısmı ise inançlarını ve ahlâklarını korumuşlardır. Bugün ise bunlar eskisine nisbetle daha çok olmakta, daha çok çalışmaktadırlar.
Kilise müsbet ilmi henüz tam olarak benimsememiştir. Dolayısıyla müsbet ilme dayanan sanayiyi ele geçirememiştir. Gelecekteki kiliseler müsbet ilmi ve Kur’an’ı kabul edecek, düzen olarak Tevrat düzeni yerine Kur’an düzenini alacaklardır. O zaman kilise Batı sanayiini de eline geçirecek ve insanlara saadet getirecektir.
Sermayenin yaptığı fesat işlerinden biri de kiliseyi son derece zalim ve kötü göstermesidir. Kilise sanki hiç iyi iş yapmamış, içlerinde hiç Allah’a inanmış ve hayırlı işler yapmış insanlar yokmuş gibi hep kötülemektedir. Kilisenin kötülükleri Allah’ın yokluğuna delil gösterilmektedir.
Evet, Hıristiyan ve Yahudilerin içinde muktesidler vardır. Biz “Adil Düzen”i onlarla kuracağız. Amerika’da şimdi reel ekonomi taraftarı Yahudiler ortaya çıkmış, Obama’yı onlar destekliyor. Faizin zulmünü insanlık artık duymaya başlamıştır.
وَكَثِيرٌ مِنْهُمْ سَاءَ مَا يَعْمَلُونَ (66)
(VaKaÇIyRun MiNHuM SAvEa MAv YaGMaLUvNa)
“Ve onlardan çoğu, amel ettikleri sev’et etmiş olanlardır.”
“Ekseru Minhum” denmemektedir, “Kesirun Minhum” denmektedir. Yani onların içinde çoğunun yaptığı işler kötüdür. Bunlar ekser de olabilir, olmayabilir de. 1950’den evvel ekser idiler. Şimdi ise ekserden az kesirdirler. Gelecekte daha da azalacaklardır.
Yahudilerin içindeki fesatçılar yok olmayacaklardır.
“Kesirun” kelimesi burada mübtedadır. Haberi ise “Mâ Ya’melûn”dur. “Minhüm” ile takyid edildiği için nekre olduğu halde mübteda olabilir.
Türkçede bir söz vardır, kaş yaparken göz çıkarmak. Kiliseyi düzelteceğiz diye Hıristiyanlığı beter ettiler. Avrupa’nın nüfusu bugün azalmaktadır, yani kendi yaptıklarıyla soykırıma uğramaktadırlar. Avrupa dışarıdan aldığı göçlerle yaşamaktadır.
Bunun sebebi nedir? Neden büyük uygarlığı kurmuş olan bu halklar en güçlü oldukları anda açık bir şekilde çökmeye gitmektedir? Batı bunu düşünmelidir...
Batı’nın bugünkü bu ölümlük hâlinin iki kaynağı vardır. Biri faizli sistemdir. Faiz demek tekel demek, işçilik demek, enflasyon demektir. Kimse işinden emin değildir. İşçinin hayatı patronun iki dudağı arasındadır, işten çıkarıldığı zaman ne yapacağını bilememektedir. Bu endişeli durumdan dolayı evlenmemekte veya evli olsa bile çocuk yapmamaktadır. Sermaye kadınları çalıştırmak için onların çocuk yapmalarını istememektedir. Çocuk yapmak en büyük ibadet olduğu halde ayıp hâle getirilmiştir. Cennet anaların ayakları altındadır demektedir, Nebi. Müslüman anaların ayakları altında değil, bütün anaların ayakları altında. Gerçi bu ifade âyet değildir, dolayısıyla bu kadar detaylı manâ verilmez. Hazreti Peygamber’in yine doğumda ölen anne şehittir hadisi vardır. Bugünkü zalim düzen ise genelevler açıp zinayı ticaret metaı hâline getirmiştir. Türkiye’de iktidar olan inanmış insanlar da yadırgamadan bu hayata devam etmektedirler.
Faizin yanında zina da Batı uygarlığını ve ülkelerini çökertmektedir. Oysa Tevrat’ta bekarların zinası bile recm ile cezalandırılır. İncil ise şehevi gözle bakanın gözlerinin oyulması gerektiğini söyler. İşte Batı dünyası Tevrat ve İncil’den ayrıldığı için onun hayatı ıstırap içinde geçmektedir. Şeker ve tansiyon gibi hastalıklar Batı’nın belası hâline gelmiştir. Biz de Batı düzeni içinde yaşadığımız için aynı durumdayız.
Ders almamız gereken şeyler vardır. Batı düzeni içindeki hayatı bırakmalıyız.
Bu düzeni ve hayatı nasıl bırakacağız?
Önce İslâm düzeni hayatını Kur’an’dan çok açık şekilde öğrenmeliyiz. Ondan sonra İslâm hayatını yaşayan insanlar bir araya gelerek yeni İslâm hayatına gireceklerdir. Çocuklar, kadınlar, iş hayatımız, her şey İslâmî olmalıdır.
Bugün henüz yapamıyoruz, çünkü kendi sitemizi kuramadık, kendi iş hayatımızı kuramadık. Kendi işlerimiz ve iş yerlerimiz yok, kendi bakkallarımız yok, kendi okullarımız yok, kendi mabetlerimiz yok. Diyanet İşleri’nin talimatı ve sözde hutbeleri ile yaşıyoruz! Dünya kelamının haram olduğu camilerde namazlar kılıyoruz! Dünya hayatı olmayan acaba hangi kelam vardır? Bu anlattıklarımın hepsi dünya kelamı. Maazallah, bunları herhangi bir Diyanet camiinde konuşabilir misin? Konuşsan ne olur? Efendim, siyaset yapmış olursunuz! Camiye siyaset girmemeliymiş!..
Süleyman Demirel’in vecizeleri vardır: Camiye, okula ve kışlaya siyaset girmemeli. Yani cahiller, ahlâksızlar, hırsızlar, sahtekârlar siyaset yapmalı. Oysa mabetler siyaset içindir. Okullar siyaset içindir. Ordular siyaset içindir. Siyaseti de onlar yapmalıdır. Herkes kendi malını kendisi kullanır. Sermaye herkesi devre dışı yapıp taşeronlarla dünyayı idare edecektir.
Yağma yok.
Asker de siyaset yapacak, vaizler de siyaset yapacak, öğretmenler de siyaset yapacak.
Bu âyetler bugünkü Batı uygarlığını bize anlatmaktadır. Onların yapmış olmaları gerekenleri saymaktadır.
Bundan sonra ne olacaktır?
Evet, geçmiş geçmiştir. Onların yaptıkları onlara ait, bizim yapacaklarımız bize aittir. Şunu bilelim ki, bugünkü insanlığın gitmekte olduğu uçurum bilgisizliklerindendir. Dünyada kriz olurken bizde o kadar olmuyor diye seviniyoruz!..
I940’larda benim Camili bucağım (Artvin) kırk kilo mısırı bir liraya satardı. On lira bir altın idi yani on liraya kırk kilo satardı. Kilosu 25 kuruştu. Savaş içinde dünyada kıtlık olmadı, bir kilo mısırı kırk liraya sattı. Yani satılan mısırla zengin göründü. Ama sefalet içinde yaşadı. Sonra da bucağını boşaltı.
Komşuda kriz olduğu zaman ilk anda siz rahat edersiniz ama biraz sonra onun sefaleti size de geçmeye başlar. O üretemezse sana bir şey satamaz, satamayınca senden bir şey alamaz. O halde dünyadaki kriz bizde azdır demek, sel geliyor ama daha bizden geçmedi deyip sevinmek gibi bir gaflettir. Belki de biraz sonra en büyük şekilde size uğrayacaktır.
Kendi kendine yeter ülke hâline geldin mi rahat rahat uyuyabiliyorsun.
Evet, Tevrat ve İncil bile insanlığı saadete ve refaha götürecek durumdaysa, Kur’an ne yapar? Eğer biz bugün zorluk içinde isek, borçlu isek, işsiz isek, aşsız isek Kur’an’dan ayrıldığımızdandır. Oturup düşünmemiz gerekir.
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 44
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الرَّسُولُ بَلِّغْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ فَمَا بَلَّغْتَ رِسَالَتَهُ وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ مِنْ النَّاسِ إِنَّ اللَّهَ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ(67)
يَاأَيُّهَا الرَّسُولُ
YAv EayYuHa elRaSUvLu
“Ey Resul”
Kur’an tüm insanlara gönderilmiştir. Tek başına okurken Kur’an o insana hitap etmektedir. Beraber okuduğumuzda başkanımıza hitap eder; biz onun cemaati olmamız sebebiyle bize de hitap etmektedir. Bu başkan beş vakit namazın imamı ise ona geçici hitap eder. Çünkü bir vakit namazını ben şimdi bu imamla kılarım, öbür vakitte başka imamla kılarım. Cuma namazı öyle değildir. Cuma namazı bucakta sadece bir yerde kılınır, belli yerde kılınır, yalnız Cuma günü öğle vakti kılınır, belli sayıdaki cemaatle kılınır.
İşte bu imam “resul”dür.
Hazreti Muhammed âlemlerin rabbi Allah’ın resulüdür.
Cuma imamı oradaki topluluğun resulüdür. Bir bucakta yalnız bir resul vardır. Nebi ise ilim adamıdır. Dört delile dayanarak hükümler çıkarır. Topluluğun isteklerini ortaya koyar. Milletvekilleri birer nebidir. Yahut parti başkanları birer nebidir. Her resul nebidir ama her nebi resul değildir. Bu sebepledir ki Kur’an’da “Ey Nebi” ifadesi 13 defa geçmektedir, “Ey Resul” kelimesi 2 defa geçmektedir ve ikisi de bu sûrede geçmektedir. “Ey Nebi” aynı zamanda “Ey Resul” demektir.
“Resul” bucak başkanıdır. Başkası değildir. Bu “Ey Resul” hitabı bucak başkanına aittir. Demek ki bir bucak içinde değişik kitap ehli bulunacaktır. Çünkü bundan sonra ehli kitaptan bahsetmektedir.
Şimdi bucakları tasnif edelim. Merkez bucaklar vardır, bunlara “ümme’l-kura” denmektedir. Taşra bucaklar vardır. Her bucak bağımsızdır, kendi bucağının hukukunu kendisi koyar. Merkezi kanunlar orada geçerli değildir. On kadar bucak bir araya gelerek bir ilçeyi oluştururlar. Bunlara ilçe merkez bucağı denir. On kadar ilçe bir araya gelir ve bir ili oluşturur, il merkez bucağını oluşturur.
İl merkez bucağının halkından bir kısmı taşra bucaklardan gelen temsilcilerden oluşur. Yüze yakın âlimlerden oluşmuş meclisi vardır. İl merkez bucağının kanunlarını il merkez bucağının halkı yapmaz, taşradan gelmiş olan bu mebuslar yaparlar. İlçe merkez bucaklarında da bu kanunlar geçerlidir. İlçe merkez bucaklarının başkanları biat ile gelmez, il merkez bucağının başkanı tarafından atanırlar. Yani “Adil Düzen”de merkezin yaptığı kanunlar taşra bucaklarında geçerli değildir ama merkez bucaklarının kanunlarını taşranın temsilcileri yapar. İşte demokrasi budur. Halk kendi kanununu kendisi yapar. İçtihat eder. Taşra bucakları kendi kanunlarını kendileri yapar. Merkez bucaklarının kanunlarını taşra halkının temsilcileri yapar.
Halk kendi bucağı içinde o bucağın başkanına biat etmiştir. Bucağını değiştirerek biat ettiği kimseyi değiştirebilir. Askerlik yaparken ve cizye verirken de o zaman merkez bucağının başkanına biat etmiş olur. İlini değiştirerek biat ettiği kimseyi değiştirebilir. Buna “hicret demokrasisi” diyoruz. Taşra bucağının başkanı başkan olarak il merkez bucağının başkanına tâbi değildir. Eşit başkanlığa sahiptir. Merkez taşraya hakim değildir.
On kadar il bir araya gelerek bölge oluştururlar. Bir il bölgenin merkez ilidir. Merkez ilinin il ve ilçe merkez bucakları ülke merkez bucaklarındandır. On kadar bölge bir araya gelerek ülkeyi oluşturur. Ülke merkez bölgesinin merkez ili ülke merkez ilidir. Merkez ilin merkez bucağı vardır. Bu bucak ülke milletvekillerinden oluşur. Bine yakın ailedir. Bunlar taşra bucaklarının ülke temsilcileridir. Ülke merkez bucaklarının kanunlarını bunlar yapar. Bölge merkez yöneticilerinin atanmaları merkezden olur. On bölgede onar merkez bucak vardır. Ülkede yüz ülke merkez bucağı vardır. İşte bu bucaklar ülke merkezinden yönetilirler. Bunların başkanları görevlidir. Devlet başkanını temsil eder. Halk nöbetli ve cizyeli olarak bu başkana da biat etmiştir. Kişi ülkesini değiştirmedikçe bu biattan kurtulamaz.
On kadar ülke birleşip bölge merkez illerini oluştururlar. Bu merkez illerinin merkez bucakları insanlık merkezinden yönetilirler. Onların resulü insanlık merkezinin resulüdür. Ayrıca Mekke ilinde dünya üniversitelerinin gönderdiği âlimler vardır. Bine yakın aileden oluşur. Bunlar Mekke’de ticaretle geçinir ve ilim yaparlar. Her ülkeye burada il kurmak için izin verilir. Halk Mekke’nin başkanına biat etmez. Çünkü o zaman hicret edecek yer bulamaz. Mecburi biat olur.
“Ey Resul” dendiği zaman işte bu bucak başkanlarından her birine ayrı ayrı hitap etmektedir. İl, ülke ve insanlık merkez bucakları da bunların içindedir.
Kur’an’a göre her bucak bir ümmettir, çünkü imamı vardır; her il bir ümmettir, çünkü imamı vardır; her ülke bir ümmettir, çünkü imamı vardır.
بَلِّغْ
(BalLiĞ)
“Tebliğ et”
“Baliğ” olgun yaşa gelmiş insandır. Meyve vermeye başlayan ağaca da “baliğ” denir. Olgunluk anlamındadır. Bir yere kazasız belasız ulaşınca o da “baliğ olma” anlamındadır. Burada tef’il bâbı getirilmiştir. Ulaştırmak anlamındadır. Bir yükü ulaştırmak, bir mektubu ulaştırmak, bir haberi ulaştırmak anlamındadır. “İblağ” da aynı manâdadır. “Tebliğ” ise teksir içindir, yani devamlı ulaştırmak gerekiyor.
Allah insanları yaratmış ama zayıf ve cahil yaratmış. Diğer bütün canlılar kendilerine gerekli olan her şeyi biliyor ve kendilerini savunma gücüne sahiptirler. Avı yakalayıp parçalamak için pençeleri vardır. Yırtıcı dişleri vardır. Oysa insanın elleri yazı yazmaya müsait ama elmayı bile âletsiz parçalayamaz. Dişleri ile ceviz kırmaya kalkışsa dişleri kırılır. Koşamaz ve kaçamaz. İnsan bu kadar zayıftır. Cahildir ve doğduğunda konuşmayı bilmez, sonra öğrenir. Ne yapacağını bilmez, sonra öğrenir.
İnsan böyle cahil ve zayıf yaratılmıştır ama bunu giderecek öğrenme ve yapma bilgisi ona verilmiştir. İlk insan düşünmeye, kendi cehaletini yenmeye ve ihtiyaçlarını keşfetmeye başladı. Yeraltı kazıları yaptığımızda, insanların yaptıklarının kalıntılarını tetkik ettiğimizde insanların nasıl evrimleştiklerini öğreniyoruz. Mağaralarda resimler bıraktılar, onların hayatlarını izleyebiliyoruz. Sonra yazı icad oldu, bize kendilerini tamamen anlatmaktadırlar.
Bugün insanlık bu seviyeye ulaşmıştır. Bize en yakın canlı maymunlardır. Maymunların hayatını tetkik ettiğimizde görüyoruz ki, biz de ilk yaratıldığımız zaman beceriksiz maymun kadardık. Bugün dünyaya belli derecede hakim bulunuyoruz. Yüzlerce katlı binalarımız var, yollarımız var. Denizlerde dağlar kadar büyük gemilerimiz var. Televizyonumuz var. Elektik ampulleri var. Saysak bitiremeyeceğimiz nimetler var.
Biz acaba bu seviyeye nasıl ulaştık?
Tarih ve elimizdeki eserler, başta Kuran, bize bu seviyelere nasıl ulaştığımızı öğretmektedir. Allah insanlara melekler gönderdi, onlarla bilgi verdi. Onlar o bilgiyi akılları ile öğrettiler ve uyguladılar. İşte 60 bin yıllık bu çalışma buraya kadar ulaştı. Tebliğ ile ulaştı. Peygamberler ve onların getirdikleri kitaplarla bu seviyeye ulaştı.
Bu arada meleklerin öğretisi olmadan da düşünürler geldi. Bu düşünürler felsefe yaptılar, ilim yaptılar. Onların katkısı da oldu. Onların katkısı parça parçadır. Oysa bugün dört büyük din vardır. Tarihi uygarlıkları onlar oluşturdu. Bugünkü Avrupa uygarlığı da tamamen bu kitaplara dayanmaktadır.
Önce Yunan uygarlığı İbrani uygarlığının devamıdır. Batı Anadolu’da İyonya’da başlamıştır. O zaman oraya hakim olan uygarlık İbrani uygarlığıdır. Ayrıca İranlılar da oralarda yönetime hakim idiler. Roma uygarlığı da önce Kıbrıslı Zenon tarafından lâikleştirilen Tevrat’ın Roma’da uygulanması ile gelişmiştir. Hıristiyanlığı kabul ettikten sonra Ayasofya’yı yapan Jüstinyanus’un kodeksleri Roma hukukunu temsil eder. Avrupa böylece peygamberlerin öğretisi içinde gelişti.
Sonunda Haçlı Seferleri ile İslâmiyet’le iç içe gelen Avrupa, Osmanlıların Viyana’ya kadar gitmesi ile yani İslâmiyet’ten aldığı şarjla Rönesans yapmış, bugünkü uygarlık oluşmuştur. Avrupalılar uygarlıkta büyük hamleler yapmışlar, sanayide harikalar oluşturmuşlar, bir asır içinde inanılmaz işler yapmışlardır.
Birileri bir tohum elde eder. Mesela domates, patates, mısır bitkileri eski dünyada yoktu. Amerika’yı keşfedenler bunları orada buldular. Uzun maceralardan sonra eski dünyaya getirdiler. Karadeniz’de bir tarlada buğday ekseniz bir kilo alırsınız, mısır ekseniz on kilo alırsınız. Evet, biz tarlalarımızda on misli mahsul elde ediyoruz. Ama bunu bize hediye edenler atalarımızdır. Ağaçlara senelerce bakılır, korunur, büyütülür. Ağaçlar ancak beş altı sene sonra meyve vermeye başlar. Bir iki sene sonra ağaçtaki meyveler tonlara ulaşır. Bunu görenler bunlar o meyveleri kendileri oluşturdular sanırlar. Oysa onlar yedi veya daha çok senelik çilenin meyvesidir.
Evet, Avrupa bugün tonlarca uygarlık yemişlerini devşirmektedir ama bunlar insanlığın 60 bin yıllık çalışması sonucu elde edilmiştir. Hele son beş-on bin yıldır Hz. Nuh, Hz. İbrahim, Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz. Muhammed peygamberlerin peş peşe yaptıkları hamlelerle buralara kadar ulaşılmıştır.
Kur’an’ın gelmesi ile artık melek gelmiyor. İnsanlara bir şey öğretilmiyor. Onun yerine gelişmiş olan ilimlerle insanlığın uygarlığı devam etmektedir. Şimdi uygarlık delikanlı seviyesindedir ama bütün bunlar kendiliğinden böyle olmadı. Tebliğ ile nesillerden nesillere ulaşmaktadır. İnsanlar ilk yıllarında öğrenirler, tebellüğ ederler, olgunluk yıllarında uygularlar ve katkılarda bulunurlar. Son yıllarında torunlarına öğretirler. Böylece insanlık adım adım varacağı yere doğru ilerlemektedir.
Kur’an’dan sonra herkes peygamberdir. Önce tebellüğ edecek, sonra uygulayacak, sonra da tebliğ edecektir. “Tebliğ et” emri bunu içermektedir.
Topluluk olarak yorumladığımızda başkanların bir görevi de tebliğdir, yani eğitimdir. İşte bunun için bugün YÖK var, Millî Eğitim Bakanlığı var.
مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ
(MAv EuNZiLa EiLaYKa)
“Sana ne inzâl olunmuşsa.”
“Nezele” kondu demektir.
“Enzele” yerleştirdi anlamındadır. Oraya kondurmak ve indirmektir.
Beynimize gelen bilgiler var, bu irsaldir. İnsanlığa İlâhi kitaplar inzâl olundu. Kur’an bunlara ‘el-Kitap’ demektedir. Son gelen kitap Kur’an’dır. Diğer kitaplarda olanlar onda vardır. Kur’an değişmeden ve bozulmadan bize gelmiştir. Kendisi mucizedir, İlâhi kitap olduğunu kendisi ispatlar. Ondan yani Kur’an’dan sonra kitap gelmemiştir, gelmeyecektir de. Ondan sonra beyan ilimleri doğmuştur ve insanlık devamlı olarak içtihat yapmaktadır.
İşte… “Sana inzâl olunan” demek senin yaptığın içtihattır. İçtihadına göre amel edeceksin demektir. Bildiklerini de başkalarına aktaracaksın.
Bugün öğretmenlere maaş vermektedirler. Oysa herkes öğrenecek ve aynı zamanda öğrendiğini öğretecektir. Bir anne baba çocuklarını yetiştirirken bana maaş verin, çocuğuma bakıyorum diyemez. Çünkü onlar çocuklarını yetiştirirken anne babalarına olan borçlarını ödüyorlar. İnsanlar da öğrendiklerini öğretirken ücret isteyemezler, kendilerine öğretenlere olan borçlarını öderler. Bu sebepledir ki paralı dershaneler İslâmiyet’te yoktur. Herkesin öğrenme hakkı vardır. Öğretmesi de vazifesidir. Öğretmenlerin maaşları kamuca karşılanır, öğrencilerden alınan para ile karşılanmaz.
Fırsat eşitliği ilkesini savunanlar zenginlere daha çok imkan sağlıyorlar. Paralı okumak moda olmuş, herkes büyük sıkıntılar içinde çocuklarını paralı okullara göndermektedir. Evet, Müslümanlar okul açmalıdırlar ama okul vakıf şeklinde olmalıdır. Vakfın gelirliği olur ve maaşlar oradan karşılanır. Öğrencilerden ve velilerden para alınmaz. Başvuranlar imtihanla alınırlar. Bu imtihan da bilgi imtihanı olmaz, kabiliyet imtihanı olur, çalışkanlık imtihanı olur.
Devlet ben yapmayacağım, özel sektör yapsın diyorsa, resmi okulları kapatmalıdır. Özel okullar açılmalıdır. Öğrenci hangi dershaneye giderse devlet onun öğrenme bedelini oraya ödemelidir. Hastahaneler için de durum budur. Resmi hastahaneler özelleştirilmelidir. Hastadan ücret alınmamalıdır. Ücreti devlet ödemelidir. Hastahaneleri devlet yapmalıdır.
İşte…
Herkese görev verilmiş oluyor, bildiğini bildir, bildiğini anlat.
Evet…
Tebliği yapan bucak başkanıdır. Onun olduğu yerde söz onundur. Her kafadan ses çıkmaz ama bucak başkanının bulunmadığı yerde herkes onun yerindedir. Her mü’min resuldür. Kamuyu temsil eder. İçtihat yaparken halifedir, uygularken âmildir.
مِنْ رَبِّكَ
(MiN RabBiKa)
“Rabbinden”
Bugün tartışma yapılıyor; evrim var mı yok mu?
Mutlak evrim yoktur. Kendiliğinden evrim yoktur. Ama terbiye vardır. Yani eğitim vardır. Aksi halde insan kırk yaşında yetişmiş olarak yaratılabilirdi.
Bir fabrika araba çıkardığı zaman mükemmel olarak çıkarıp satar. Sonradan yavaş yavaş araba oluşturmaz. Bu hilkattir. Ama fabrikanın içinde parçalar ayrı ayrı yapılır, o parçalar birleştirilir ve sonunda araba olur.
Kâinat başlangıçta bir yumurta veya ceviz büyüklüğünde idi. Patladı. Bugünkü büyüklükte bir kâinat oldu. Evrimleşti. Bu böyle devam etmeyecektir. Kâinat aynı zamanda yaşlanmaktadır. Tekrar o hâle gelecektir. Yeniden patlayacaktır.
Bir topu havaya attıktan sonra yere düşer ama tekrar yukarıya çıkar. Eğer sürtünme olmasa top her zaman yüksekliğe çıkar ve iner, bu böyle devam edip durur.
Atomların bir özelliği vardır. Birbirlerini çekerler ama çarpıştıkları zaman da bu sefer iterler. Böylece kâinat toplanıp çarpışan, sonra dağılan, belli uzaklığa gittikten sonra bu sefer toplanmaya başlayan, sonra toplanınca tekrar patlayan bir mekanizmadır.
Bugüne kadar 13.7 milyar yıl geçti, genişledi, daha da genişlemektedir. Bir gün gelecek kâinat toplanmaya başlayacaktır. Demek ki daha yarı ömrünü doldurmamıştır.
Bu arada kâinat soğumaktadır. Ama küçülmeye başlayınca ısınacaktır.
Sonra canlılar yaratıldı. İlkin tek hücre yaratıldı. Zamanla çoğaldılar, değiştiler, bugünkü canlılık âlemi doğdu. Bir gün gelecek, canlılığın ömrü bitecek, hayat yok olacaktır.
Aynı şey insan türü için söylenir. İnsan 60 bin yıl önce yaratıldı. Belki bir milyon sene sonra insan nesli inkıraz edecektir. İnsan da böyle değil midir? Tek hücre olarak yaratıldı ve gözü kulağı olan varlık oldu. Sonra yaşlanacak ve ölecektir.
İşte… Her şey doğar, gelişir, yaşlanır ve ölür. Ne var ki bu gelişme, uygarlaşma, evrimleşme şeklinde olur. Sadece büyüme ve dağılma şeklinde olmaz.
İşte… Tüm bu olayları ayrıntılı bir şekilde oluşturma, ortaya çıkarma, geliştirme, yaşlandırma ve sonra ortadan kaldırma, onun yerine başka benzerini ama daha ilerisini getirmek terbiyedir. Allah rabdir. Burada bu sıfat kullanılmıştır. Çünkü tebliğden maksat evrimdir, uygarlıktır. Ölüm yok olma değildir, daha iyi hayata yer açmadır.
وَإِنْ لَمْ تَفْعَلْ
(Va EiN LaM TaFGaL)
“Ve fiil etmezsen.”
Tebliğ bir amel değildir, bir fiildir. Amel olsaydı “Ve İn Lem Ta’mel” olurdu.
O halde fiil ile amel arasında ne fark vardır?
Amel daha çok üretmedir. Eşya üzerinde yapılır. Ücreti istihkak eder. Başkasına veya topluluk için yapılır. Fiil ise ameli de içine alır, her türlü davranıştır. Fiilin cezası vardır. Amelin ücreti vardır. Allah amel edenin ücretini zayi etmez denmektedir. Sâlihatı amel edeceksin. Burada “Fiil” kelimesini getirerek bu amel değildir, fiildir diyor.
Niye?
Biz tebliğ ettiğimiz kimseden bir ücret istemiyoruz. Hattâ biz lehimizde de bir şey istemiyoruz. Tebliğ ettiğimiz kimsenin lehine onun için de yararlı olan şeyi söylüyoruz.
Dedeler torunlarına öğretirken kendilerine yarayacak şeyleri değil de onlara yarayacak şeyleri öğretirler. Dolayısıyla amel etmezler, fiil ederler.
“İn Mâ Fealte” denmemiş de, “İn Lem Tef’al” denmiştir. Şart sigası olduğu için geleceği içerir. “Mâ” ile gelirse bir defa yapmazsan anlamı çıkar. “Lem Tef’al”de sürekli yapmazsan anlamı çıkar. Muzari sigasının devamlılık anlamı burada çok daha açık şekilde anlaşılmaktadır.
Burada muhatabın tekil sigasını kullanmış, siz denmemiştir. Siz dendiği zaman toplulukça mükellef olurduk. Ayrı ayrı olmazdık. Şimdi ise hepimiz kıyas yoluyla da olsa tebliğ ile mükellefiz. Yani öğrendiklerimizi öğretmek zorundayız. Karşılıksız öğrendik, karşılıksız öğretmek durumundayız. Bu sebepledir ki kitaplarda yazılı ilim sayılmaz, sadece kâğıt ve basım bedeli alınabilir. “Adil Düzen Anayasası”nda bu sebeple diyoruz ki yazarların ücretleri kamu tarafından ödenir. Basın organları sadece kâğıt ve basım parasını alabilirler.
فَمَا بَلَّغْتَ
(Fa MAv BalLaĞTa)
“Tebliğ etmemiş olursun”
Burada “İn” şartından sonra “Fe” getirilmiştir. Her tebliğ etmediğin zaman anlamındadır. Bugün yemezsen karnın doymaz, yarın da yemezsen yine karnın doymaz. Oysa “Fe” harfi getirilmeden cevap gelseydi bir defa yemezsen karnın doymaz ama bir defa yedin mi artık yemen gerekmez anlamı çıkabilirdi.
Aşılar vardır, ömründe bir defa oldun mu yeterli oluyor.
Oysa öyle aşılar vardır ki her yıl olman gerekir.
Tebliğde tekrar vardır, devamlılık vardır.
“Belliğ” if’al değil de tef’il bâbı ile gelmiştir.
“Mâ belleğte” denerek umumulik ifade edilmiştir. “Lem tübelliğ” denmemiştir. Bir de burada “Fe” getirilmiştir. Böylece emrin önemi anlatılmıştır.
رِسَالَتَهُ
(RiSAvLaTaHUv)
“Risalesini”
“Risale” elçi ile gönderilen haberdir. Umumiyetle mektupla beraber gönderilir. Bu sebeple mektubun Arapça adı risaledir. Türkçede kullanılan mektup kelimesi değişik manâdadır. Buradaki zamir “Rabbin” kelimesine gitmektedir.
Allah’ın risaleti Hazreti Nuh aleyhisselâm zamanında başlamış, Kur’an’la tamamlanmıştır. Rabbin risalesi Kur’an’dır. Kur’an okuyan her mü’mine vazife verilmiştir. Herkes Kur’an’ı okuyacak ve anladığı ile amel edecektir. Ondan sonra onu kendisinden sonrakilere ulaştıracaktır.
Benden önce gelenler söz ile veya yazı ile risalesini ulaştırmasaydılar, ben de size şimdi bunları anlatamazdım. Siz bunu okuduğunuz zaman bu ne yanlışlar yapmış, neden yaptı, yazmasaydı demeyeceksiniz; size göre yanlışları düzeltip siz de tebliğ edeceksiniz.
Sizlere nelerle karşılaştığımı anlatmak isterim.
Siz de böyle şeylerle karşılaşacaksınız.
Muhterem bir ilâhiyatçı profesörle çok yakın birliktelik ve çalışma içinde idik. İstanbul’da bir vakıf yönetiyordu. Akevler çalışmalarını ve beni destekliyordu. Ben de onu ilim adamlarımız arasına alıp Erbakan’ın ilmî çalışmalarına katılmasını Erbakan’dan istedim. Almanya’ya beraber gittik. Otelde Müslüman bir Alman vardı. Arapça öğrenmiş ileri bilgiye sahip biriydi. Ben de ona Allah emrettiği için mi iyidir yoksa iyi olduğu için emretmiştir konusunu anlattım. O da ses çıkarmadan dinledi. Sonunda Alman gidince bana döndü ve dedi ki; sen medrese icazetlisi değilsin, ilâhiyat fakültesinden de diploman yoktur. Sen bu konuları konuşma ve yazma! Ben ona epeyce konuştum, açıklama yaptım. Sesini çıkarmadı. Ben açıklamalarımdan tatmin olduğunu sandım. Arkadaşlarıma anlattım, tatmin olduğunu sanırım dedim. Sonra o da anlatmış: Süleyman tatmin oldu, artık konuşmayacak ve yazmayacak demek istemiş! Bu olay 1985 yılı civarında olmuştur.
O kardeşimize kulak verseydim sizlere şimdi bunları yazmamış olacaktım.
Yüz sene sonra demiyorum, bin sene sonra bile bu yazdıklarımız okunacak...
“Adil Düzen” III. bin yıla damgasını vuracak ve bu yazdıklarımızın katkısı olduğu belirtilecek… Ben öyle zannediyor ve o zan içinde çalışıyorum...
O kardeşlerimiz bizi susturarak S. Demirel’i desteklemek istiyorlardı, bunu da Allah rızası için yapıyorlardı. Beni sustururlarsa Erbakan da bitecekti. Demirel’e ümit bağlamışlardı. Ondan sonra ne oldu? K. Evren duruma müdahale yaptı. Erbakan beraat etti. Bizim İzmir adayımız T. Özal başbakan ve cumhurbaşkanı oldu. Demirel saldırdı, saldırdı... Özal “Adil Düzen”e göre bir adım attı ve gitti...
Sonra Erbakan başbakan oldu...
Sonra da AK Parti anayasa ekseriyeti ile iktidar oldu...
Onların desteklediği S. Demirel ne oldu? Eriyip gitti. Yüzde 5’in de altına indi. Sonunda ANAP’ın bakiyesi ile CHP’ye devretti. “Bölünmeyelim, parçalanmayalım!” diye bu kardeşlerimiz bizi susturdular. O arta kalanını da bölerek oraya teslim ettiler!
“Risalet” Kur’an’dır diyoruz. Ama sadece Kur’an değildir. Çünkü resul mektup getirir, mektubun içeriğini da anlatır. Şifahi tebliğ de yapar. O halde risalet yalnız Kur’an değildir. Onun tüm muhtevasıdır. Yani hadislerdir, icmalardır, kıyaslardır; istihsan, istishab, örf ve maslahattır. Aklî ve naklî bütün bilgilerdir. Büyük bir İlâhi nehir akıp gitmektedir. Tüm mü’minleri bu nehre götürmektedir.
Ben ve sen yani biz burada birer cüzi adım atarız. Evet, biz atmazsak bu görev yine yerine gelir ama hepimiz yapmazsak görev yerine gelmez. Nasıl sandığa gidip oyumuzu kullanıyorsak, bu yolda hepimiz görevimizi yerine getirmiş olmalıyız. Her mü’min görevlidir. Başkalarına kulak verip en iyisini arayacak, sonra da elde ettiği sonuçları ile birlikte başkalarına bilgisini ulaştıracaktır. Böylece Kur’an kıyamete kadar ulaşacaktır. Böylece herkes elde ettiği bilgileri tebliğ etmiş olacaktır.
Burada asıl muhatap olan bucak başkanlarıdır. Başta Mekke bucağının başkanıdır. Ama tüm mü’minler de görevlidirler.
Burada bir konu kalır. Kur’an’ı herkes anladığı gibi mi anlatacaktır?
Evet, herkes kendi içtihadına göre anlatacaktır. Ne var ki önce bu benim Kur’an’dan anladıklarımdır diyecektir. Sen ise benim gibi olanları dinleyeceksin. Sonunda sana ne ulaşmışsa onu kendi beyninde geliştireceksin ve onu anlatacaksın diyecektir.
وَاللَّهُ يَعْصِمُكَ
(Va elLAHu YaGÖıMuKa)
“Allah sana ismet eder”
Rabbinin risaletini tebliğ et, tebliğ etmezsen tebliği ulaştırmamış olursun dendikten sonra, izhar ederek “Allah seni korur” diyor. Orada “Rab” burada “Allah”.
“Rab” kelimesi daha çok kişileri ifade etmektedir. Seni terbiye eden anlamındadır. “Allah” ise geneldir. Yani Allah kendi düzenini getirmek isteyenleri korumaktadır.
Tebliğ yaparken rahatsız olanlar vardır, düşmanlık yapanlar vardır.
Erbakan tebliğine devam etmiş, Allah da sonuna kadar onu korumuştur. İlk bakışta Erbakan’ın söyledikleri basit gibi görünür. Oysa tekel sermaye tezgahını kurmuş, dünyayı gayet rahatlıkla idare etmekte idi. Dünyayı ikiye bölmüştü; sosyalizm ve kapitalizm.
Kapitalistler para ile insanları dinsiz ve ahlâksız hâle getiriyordu. Yayın organları, tüm okullar dinsizliği ve ahlâksızlığı aşılıyordu. Dindarlık ayıp hâle getirilmişti. Üst tabakadan olmak için namaz kılamazsın, cenazen varsa gidip beklersin. İçki içmek zorundasın. Eşini kıskanamazsın.
Sovyetlerde yani sosyalistlerde ise halkın elinden zorla malları mülkleri alınmış, halk işçi yapılmış ve işçilere de dindarlık yasaklanmıştı.
Oradan firar eden Batum’un başkanı anlatmıştı. Emekli olmayanlar camiye gidip namaz kılamazlar. Yaşlılara bir şey denmiyor. Onlara göre yaşlılar öldüklerinde her şey bitmiş olacak, din ve dindarlık sona erecekti. Bir gün caminin yanından vilayet erkanı ile geçiyorduk. Baktım, insanlar Cuma namazı kılıyor. İçimden bir hasret duydum; âh ben de kılabilsem dedim. Bakışımdan ve yüzümün renginden çevremdekiler hemen anlamış, şikâyet etmişlerdi. Biri bana haber verdi, seni yakalayacaklar dedi. Ben de kaçtım. Peşime düştüler ama kaçmayı başarabildim. Böylece Türkiye’ye geldim demiştir.
İşte, dünya bu şartlar içinde iken Erbakan ortaya çıktı, İslâm düzenini bir profesör olarak savundu...
Sonra ne oldu?
İran’da Humeyni çıktı…
Sovyetler’de Gorbaçov çıktı…
Bugün artık o düzenler yıkılmıştır.
İşte bu düzen Erbakan’ın tebliği ile yıkılmış, Allah da onu sonuna kadar korumuştur.
Allah’ın düzeni vardır. Kıyamete kadar bu savaş devam edecektir. Bir taraftan canlıyı oluşturan hücreler vardır. Hayatı onlar meydana getirmektedirler. Bir taraftan da mikroplar vardır. Onların görevi de işe yaramayan hücreleri bertaraf etmektir. Topluluk içinde birileri topluluğu yaşatmak için uğraşırlar. Allah bunlara “hizbullah” diyor. Diğer taraftan bir grup vardır. Bunlar mikrop gibidir. Toplulukları yıkmak için uğraşırlar. Savaş canlılarda da insanlarda da kıyamete kadar sürüp gidecektir. İkinciler şeytan hizbidir.
Aslında mikropları yaratan da şeytanı yaratan da Allah’tır. Ama mikropları ve şeytan taifesini, canlının hücreleri ile toplulukların fertlerini korumak için var etmiştir. Doğal ayıklamanın oluşması için var etmiştir. Gaye varlık hücreleridir. Onun için Allah’ın hücreleridir. Bir torunum hoşuma giden bir iş yaparsa benim torunum budur derim. Hepsi torunum ama ben onu tutarım. İşte hepsi de Allah’ın kulu ama birileri Allah’ın istediği işi yapmakta, diğerleri ise yapılması gereken ama kötü olan işleri yapmaktadırlar. Buradaki koruma da bu sebepten dolayı gelmektedir. Yani O’nun düzeni olduğu için düzenini koruyacaktır. “Huve” zamiri getireceğine “Allah” denmiştir. Bu seni korumak için değildir. Düzeni korumak için seni korur.
Risaleti tebliğ ile meşgul olanlar hep galip gelmişlerdir. Onları Allah korumuştur. Hazreti İbrahim ateşe atılıyor ama ateş onu yakmıyor. Hazreti Musa’nın, Hazreti İsa’nın hayatı da öyledir. Hazreti İsa’yı öldürdüklerini sanmışlar ama öldürememişlerdir.
Bediüzzaman’a hayatında hapsetmek dışında bir şey yapmadılar ama vefat edince hınçlarını ölüsünden aldılar. Bediüzzaman’ın mezarını yok edenlerin mezarları var ama Bediüzzaman’ın risaleleri bugün tüm dünyaya nurunu saçıyor. Toprak olmuş mezar mı kıymetli yoksa risaleler mi?
Allah’ın yolunda olanlar da elbette şehit olmaktadırlar. Ne var ki bu şehadet içtihat farkından doğar. Hazreti Ömer, Hazreti Osman ve Hazreti Ali şehit edilmiştir. Hazreti Hüseyin şehit edilmiştir. Ama bunlar görevlerini tamamlamıştır. Bir de yaşamalarında topluluk için de kendileri için de yarar yoktu. Hazreti Ali son derece muttaki ve fıkhı bilen bir zat idi. Ne var ki insanlık şimdilik onu yaşayacak seviyeye gelmemişti. Gitmesi ve yerine zalim Emevilerin gelmesi gerekiyordu. Sosyal evrim kanunu gereği böyle olması gerekiyordu. Bize emredilen takiyye yapmamaktır. Risalet ancak böyle gerçekleşir.
مِنْ النَّاسِ
(MiNa elNASı)
“Nâsdan”
Risaletin bir özelliği vardır. Yani Kur’an’ın ve Kur’an’dan anlaşılanların bir özelliği vardır. İnsanlara yanlışlarını ve hatalarını gösterir, onlardan bundan vazgeçmelerini ister. Oysa kurulu düzen vardır. Herkes o düzen içinde yaşamakta ve yararlanmaktadır.
Örnek olarak faizli müesseseleri ele alalım. Bugünkü dünya iletişim kolaylığı sayesinde adeta bir köy gibi olmuştur. Bir günde dünyanın istediğimiz yerine gidebilmekteyiz. Bizi oraya götüren faizle kurulmuş şirketlerdir. İstediğimizle anında telefonla konuşabiliyoruz. Bu imkan da faizli sistemin ve faizli şirketlerin eseridir. Şimdi gece vakti gündüzmüş gibi bilgisayar üzerinde yazıyoruz. Bu da faizli şirketlerin eseridir. Şimdi faizin kalktığını düşünün. Bu şirketler yok olacak, karanlıklar içinde kalacağım. Köyümde eşekle yolculuk yapacağım. Köyüme gidebilmem veya bir haber ulaştırmam için birkaç ay geçmesi lazım. Böyle bir hayata döneceğime varsın faizli şirketler bizi ezsin, sömürsün.
O halde sen bundan vazgeç.
İşte, Başbakan Erdoğan ‘faiz dünyanın gerçeğidir’ diyor. Böyle dediği içindir ki on senedir başbakandır. Gittikçe dünyadaki itibarı artmıştır. Erbakan ise sadece onbir ay başbakan kalabildi. Çünkü o faize karşı çıktı.
İşte insanlar böyledir; tutucuları, mikroplarla iyi geçinenleri göklere çıkarırlar, doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar.
Ne var ki Erbakan’ın anlatması ile sonunda dünya faizin ne olduğunu ve ne gibi büyük bir musibet olduğunu öğrendi. Sonra da ‘faiz dünya gerçeğidir’ diyen aynı başbakan ‘reel faizi sıfırlayacağız’ diyor. Çünkü dünya bu gerçeği öğrendi, başka çare olmadığını bildi.
Dünyanın saldırmasına aldırış etmeyeceksin. Sen tebliğini yapmaya devam edeceksin. Sana tebliğ imkanını Allah verir. Tebliğ olduktan sonradır ki insanlık da tebliği kabul eder veya kurtulur ya da helâk olur. Orası bizim işimiz değildir. Bizim işimiz tebliğdir.
Nâsın bir özelliği vardır. Askerlik yapanlar bilirler. Birisi erken terhis yalanını atar. Maksat gırgır geçmektir. O yalan yayılır. Birkaç gün sonra herkes erken terhisten bahseder. Sonunda o yalanı söyleyen de inanır. Senin söylediğin yalanın o kadar büyüyebileceğini zannetmezsin. Topluluk söylentilerden ibarettir, işine gelen söylentilerin peşine düşer.
Şimdi siz faize karşı mı çıktınız, çok evliliği mi savundunuz; herkes size düşman olur.
Neden düşman olur?
Düşman olur çünkü herkesin zalim düzende de olsa kurulu bir düzeni vardır; o düzen bozulacak. Evlilik dışı ilişkiler kurmuş olanlar; ya o kadınlar evlenmek isterse diye korkarlar. Evli olan kadınlar; ya kocam ikinci eş alırsa derler. Erkekler ise; ya eşim bundan rahatsız olursa derler. Siz işte bu gibi sebeplerden kurulu “zalim düzen”e alternatif “Adil Düzen” gibi şeyler söyleyemezsiniz, söylememelisiniz; söyletmezler...
Çünkü o söylediğiniz durum onların aleyhinedir. Çünkü şimdi gizli yaptığı işi o zaman hukuk yani şeriat çerçevesi içinde yapacaktır. Şimdi kocası birçok kocasız kadına takılabilir ve onu terk edebilir. Oysa çok evlilik gelince kocasız kadın kalmayacaktır. Dolayısıyla evli erkekler başka kadın bulamayacaklardır. Çünkü zina haramdır, yasaktır. Zaten bir erkeğe bir kadın düşmektedir.
İşte nâsın saldırıları böyledir.
O halde bizim görevimiz anlatmak ve gerçekleri bildirmektir. Zamanla o iş olur. Bize bir şey yapamazlar ama rahat da ettirmezler. Kur’an ehli bunları bilmelidir. Başkanla halk arasında daima böyle gerilimler olur. Başkan topluluğun çıkarını düşünerek kişilerden çok topluluğu korur, ona göre kararlar alır, ona göre hükümler verir. Halk ise kendini düşünür. Çıkarları birleşince halk bir olup başkana karşı cephe alır. Onun aleyhinde bulunur, onun aleyhinde konuşur. Ama adil olan başkanı herkes sayar, fiiliyatta ise daima onun aleyhinde olur.
İzmir Akevler’de bunları yaşadık. Herkes aleyhimizde konuşur, yaptıklarımızı tenkit eder. Kongre günü yine aleyhimizde konuşmalarla geçer. Bazen, bu sefer bizi seçmeseler de kurtulsak dediğimiz olmuştur. Ama seçime gelince yüz kişiden ya dört ya da sadece beş kişi aleyhimizde oy verir. Siz doğru söylediğiniz zaman rahatsız olanlar olur. Ama onların size karşı olan güveni ve saygısı artar.
Kur’an’ı aktarırken, yorumlarken çevre ne der, tepkisi ne olur diye düşünmeyeceksin. Şimdi vaaz yapan hocalar, imamlar, tarikat mensupları hep böyle bir hata içindedirler. TV5’de bizim bir arkadaşımız yönetici olmuştu. Ben ona öneride bulundum. Bir program yapalım, dört mezhebi ve bugünkü medeni kanunu karşılaştıralım dedim. Her akşam bir mezhebin avukatı olsun, tartışalım. Kendisini tanıyorum, bu teklifim çok hoşuna gitmiştir. Ama çevre itiraz etti. Neden? Müslümanların kafası bozulur, ihtilafları halka götürmeyelim dediler. Benim önerimi değerlendiremedi. Bir müddet sonra da oradan ayrılmak zorunda kaldı. Şimdi de AK Partinin organlarında yazıyor. Oysa o arkadaş dediğimi yapsaydı, oradaki programla insanlığa gerçekleri tebliğ etmiş olacaktık, İslâmiyet’in ne olduğunu gösterecektik. Şimdi halkımız İslâmiyet’i değil, Ebu Hanife’ye isnad edilen birtakım masalları İslâmiyet zannediyor. Doğrudur, insanların kafası bozulacaktı ama aynı zamanda düzelecekti. Çünkü bu arada revizyon yapılacaktı. Ama olmadı!
Allah ile Allah’ın halifesi olan topluluğu da bu iki kelime ile ayırmış olmaktadır. Halkın iki yanı vardır. Biri kişi olma, diğeri de topluluğun üyesi olma. İnsan üretirken topluluğun üyesi olur, evine döndüğü zaman kişi olur. Bundan dolayıdır ki insan tek başına olduğu zaman başka insandır, topluluk içinde olduğu zaman başka insandır. Topluluğun içinde toplulukla birlikte iken Allah’ın halifesidir. Buna Allah denmektedir. Tek başına iken ise nâstan biridir. Dolayısıyla seni koruyan kişidir, topluluktur.
Erbakan’ı fert olarak sevmeyenler cenazesine akın akın geldiler. Çünkü o zaman fert olarak değil de topluluğun üyesi olarak hareket ettiler.
إِنَّ اللَّهَ
(EinNa elLAHa)
“Kesinlikle Allah”
Atıf harfi getirmeyerek “Allah” demiştir. Bundan önceki “Allah” halife olan topluluğu ifade ediyordu. Şimdi ise âlemlerin rabbi Allah ifade edilmektedir. Yukarıda düzen içindeki olayları anlatmıştı. Şimdi genel kanunları anlatacaktır.
Allah’ın koyduğu temel kanunlar vardır. Kader vardır. Bu değişmez. İnsanlar o kaderin içinde akıp giderler. Gelişen döngüyü vazetmiştir. Doğacaklar, büyüyecekler, yaşayacaklar, yaşlanacaklar ve öleceklerdir. Yerlerine yenileri gelecek, bu döngü böyle devam edip gidecek. Burada gelişme olacak, yeni gelenler eski gidenlerden daha ileri olacaklardır. Bu durum değişmez doğa kanunudur. Kimse bunu değiştiremez.
Demek ki insanın davranışını oluşturan dört güç vardır. Biri kâinatı var eden Allah’ın gücü, diğeri topluluğun Allah’ın halifesi olması sebebiyle ortaya koyduğu güç. Biz bugün buna ‘devlet’ diyoruz. Üçüncüsü kişinin topluluğun ferdi olarak düşündüğü ve aldığı kararlar; topluluk içinde fert olarak yaptıklarıdır. Dördüncüsü ise kendi başına bir insan olarak taşıdığı güçtür. İnsan kendi başına kaldığı zaman tam hürdür. İstediğini yapar. Daha doğrusu kâinatı var eden Allah’la baş başadır. Diğer insanların etkisi yoktur İnsan topluluk içine girdiği zaman yine hürdür ama topluluğun kuralları içinde topluluğun kabı içinde hürdür. Topluluk kendisini oluşturan kişilerin etkisindedir. Ama buna karşılık kâinatı var eden Allah’ın şeriatı içindedir. Allah ise bir taraftan toplulukla diğer taraftan her fertle ayrı bulunmaktadır.
لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْكَافِرِينَ (67)
(La YaHDIy elQaVMa eLKaFiRIyNa)
“Allah kâfir kavme hidayet etmez.”
Burada hidayet edilmeyen topluluktur. Dolayısıyla hem fail hem mef’ul olamayacağı için fail olan Allah kâinatın rabbi olan Allah’tır, O’nun halifesi olan topluluk değildir. Doğa kanunu olarak ifade edilmektedir.
“Hidayet”ten maksat yol bulmadır, istenen hedefe ulaşmadır.
Onlar istenen hedefe ulaşamazlar. Kendi başlarına yol alacaklarını sanırlar. Ama serap içinde kalırlar. Onların belki yaktıkları mum vardır ama bir rüzgar eser ve karanlığın içinde kalırlar. Bugün gün gibi aydınlık olan bir ışıkları vardır ama bir zelzele olsa yahut bir savaş çıkıp atom bombasını kullansalar o ışık söner ve zifiri karanlıkta kalırlar.
İşte…
Allah’ın hidayet etmediği yani Allah’ın yol göstermediği başarılar böyledir.
Bugün dünya çıkmazdadır...
Türkiye de çıkmazdadır...
Çözüm aranıyor...
Türkiye’de yüzden fazla üniversite varmış; sadece İstanbul’da 42 üniversite varmış!
Güzel de…
Bizim üç kişilik bir kadro ile ürettiğimiz “Adil Düzen”i üreteni bırakın, anlayan var mıdır?!. “Alternatif FAİZSİZ BANKA / Selem ve Kredileşme” kitabımızı yayımladık; üniversiteler gördüler, birileri çıkıp da yahu şu ne saçmalık dedi mi?!. Alternatif “İSLÂM Devlet ve Dünya DÜZENİ” iki ciltlik kitabımızı yayımladık; hiç okuyan var mı?!.
O halde bu kadar bütçeye yük olan eğitim niçin?
Türkiye’yi ABD’nin yani sömürü sermayesinin pazarı olarak hazırlamak için...
Peki, Allah nasıl oluyor da bu kadar büyük ilim sahibi olan insanlara hidayet etmiyor, çok basit şeyleri nasıl oluyor da anlamıyorlar?
Para nedir?
Satıcılarda bulunan malların alıcılardaki satın alma gücüdür. Bende para vardır. Sende de araba vardır. Ben parayı sana veririm, araba benim olur. O halde para karşılığı mal vardır. Fiyatların buna göre hesaplanması gerekir. Batı ekonomistleri fiyatları paranın hareketini hesaba katarak hesaplıyorlar. Oysa paranın hareketi üretime sebep olur. Üretim tüketime eşit olursa fiyatlar değişmez.
Kur’an 1400 sene evvel nâzil olmuştur. Faiz yasak/haram, ticaret serbest/helal denmiştir. Evet, kârda da emek yoktur ama kârda zarar var, riziko var, alırken ve satarken zarar edersin, edebilirsin. Zararı karşılayacak kim var?
İşte, sosyalizm başarıya ulaşamadı, çöktü; kırk milyon insanı öldürdüler ve çöktü...
Oysa İslâmiyet 1400 sene önce kurallar koydu. Bu kurallar bin sene hiç aksamadan çalıştı. Bugün de onun koyduğu kurallarla hidayete erebiliriz...
Oysa insanlar kâfir oldukları için hidayete eremiyorlar…
Kur’an’daki kelimelerin mânâları çoktur. Siz ne olarak okuyorsanız o da size ona göre cevap verir. Örnek olarak 3*4=12 eder. Bunun uygulamada değişik yerleri vardır. Bakkala gittiğiniz zaman 4 kg patates alırsanız, patatesin kilosu 3 lira ise 12 TL ödersiniz. Bir mekanın bir kenarı 3 diğer kenarı 4 metreyse, mekanın büyüklüğü 12 metrekare eder. Üçer kilo gelen dört karpuz 12 kilo eder. Saatte 4 kilometre yürüyen bir eşek 3 saat sonra 12 kilometre yol almış olur. Görülüyor ki 3*4=12 eder genel kuraldır. Siz onu nerede isterseniz orada kullanırsınız. Kur’an bu formülleri verirken bir örnekle beraber verir. Ancak o sayede formülleri anlarız. Bu örneğe “asıl” denir. Diğerleri hep ona kıyas edilir.
Kur’an’ın böyle farklı mânâ taşıması ona çok büyük uygulama çeşitliliği sağlamıştır. Bilhassa düzen ile ilgili mânâsı vardır. Bir de inançla ilgili mânâsı vardır.
“Kâfir” böyle bir kelimedir. Düzen içinde kâfir demek, mahkeme kararlarını kabul eden ama savunmaya ne bedelle ne de nöbetle katılan kimseler kâfirdir demektir. Hakem kararlarını kabul ettiği için biz ona dokunmayız. Savunmaya katılmadığı için de onun hukukunu başkalarına karşı korumayız. Bunun dışında kâfirin inançta başka mânâsı vardır. Bile bile gerçeği gizleyen anlamındadır. Sizin doğruyu söylediğinizi bilir ama başka sebeple size değil yalana sarılır, onu savunur. İşte bu da “kâfir”dir.
Önce şunu belirtelim ki bir toplulukta herkesin iyi olması gerekmez. Bir grup inanmışsa, adil davranıyorsa ve o grup iktidarda ise o topluluk adaletle yönetilir. Çünkü yöneticiler adil olunca alttakiler zorunlu olarak adalete uyarlar. Sorun iktidarda olanların adaletli olup olmaması sorunudur.
Sosyalistlerin düşüncesi şudur. Yönetime iyilikle geçilemez, ancak savaşla geçilir, zorla geçilir. Bu söz doğru ise zorbalıkla iktidar olunca iktidarda kalmak için zor kullanmayacaklar mıdır? O halde zorla iktidara geçenler de adalet getirmezler.
Marx bunu biliyor, bu iş tatlılıkla hallolmaz, işçiler isyan edecek, iktidar olunmayacak. Devlet olmayacak. Halk komünizm hâlinde yaşayacak. Kötülük nasıl def edilecek? Marx kötülüğü yapan dindir, ailedir, devlettir, mülkiyettir diyor. Onlar kalkınca kötülük olmaz diyor. Dolayısıyla devlete gerek kalmaz.
Marx tabii ki bunun böyle olmadığını biliyordu ama gayesi mevcut düzeni yıkmaktı. Sonra yeni düzeni sermaye getirecekti. Faizli sistem içinde sermaye hakimiyeti doğacak ve insanlar yeni düzene gideceklerdi. Onun için sosyalistlere 40 milyonu öldürttüler ki onlar ümitlerini kessin, kapitalizme razı olsun.
Başarabildiler mi?
Başaramadılar. Sovyetler zulüm yaptı ve yıkıldı gitti ama sermaye devleti oluşamadı, kapitalizm gelemedi.
Sermayenin dayandığı temel şudur. Devletler kalkacak, hapishaneler kalkacak. Kimin sermayesi varsa dünyayı o idare edecek. Tetikçileri kullanacak, karşı gelenleri öldürecek. Bunun için idamı kaldırdı, hapishaneleri de otel yaptı. Ama başarıya ulaşamadı. Devletleri yıkamadı, aileleri yıkamadı, dini yıkamadı, mülkiyeti unutturamadı.
Yani Allah kâfirlere hidayet etmedi. Onlar küfürlerinde başarılı olamadılar.
Elli sene önce biz bunların başaramayacaklarını söylediğimizde herkes edebiyat yaptığımızı zannetti. Bugün ise artık başarısızlıkların alametleri dünya üzerinde yaygın olarak ortaya çıkmıştır.
Başbakanı dinlediğimiz zaman Türkiye’nin artık cennet olduğunu sanırsınız. Tüm sorunlar çözülmüştü. İki gün geçmedi 24 askerimizi şehit verdik, iki hafta geçmedi zelzele oldu, Van Depremi oldu, yüzlerce vatandaşımız öldü. Evler çöplüğe dönüştü.
Zelzele için “Adil Düzen” ne diyor?
Allah insanlara ihtiyaçları kadar ilim vermiştir. O ilmi kullanarak yenilik yapmalılar. Bizim yüz dairelik zelzeleye dayanıklı apartman projesi önerimiz var. Arkadaşlar istemeye istemeye hatırımız için çalışma yapmaktadırlar.
Zelzeleye dayanıklı binanın yapılması için tek tip proje üzerinde çalışılmalıdır. Her katta on daire bulunan on katlı apartman. Akslar arası dörder metre olacaktır. Arsaya göre proje yerine projeye göre arsa üretilecek. Arsa seçilirken zemin etütleri yapılacak, zemini sağlam olan yerlerde bina inşa edilecek.
Şimdi zemine göre proje yapılmakta, bu da tip projenin gelişmesine mâni olmaktadır. Oysa tek tip proje üretilirse zelzelede meydana gelecek bir çatlağın sebebi incelenir, sonrakilerde aynı hata yapılmaz.
Yaptığımız hesaplara göre Türkiye’de yüzde 50 işsiz vardır. Bunları harekete geçirsek her aileden bir inşaat işçisini bulacağız demektir. Bu evler işyerleri ile beraber imal edilmektedir. 200 metre karedir. Burada emek ve malzemenin payı üçte bir kabul edilse, 36 ayda Türkiye’nin tüm evleri yüz dairelik apartmanlara dönüşür. Yani 3 senelik program yeterlidir. Zelzele olacak ama apartmanlar yıkılmayacak; yıkılsa bile insanlar ölmeyecek.