***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 67
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا شَهَادَةُ بَيْنِكُمْ إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ حِينَ الْوَصِيَّةِ اثْنَانِ ذَوَا عَدْلٍ مِنْكُمْ أَوْ آخَرَانِ مِنْ غَيْرِكُمْ إِنْ أَنْتُمْ ضَرَبْتُمْ فِي الْأَرْضِ فَأَصَابَتْكُمْ مُصِيبَةُ الْمَوْتِ تَحْبِسُونَهُمَا مِنْ بَعْدِ الصَّلَاةِ فَيُقْسِمَانِ بِاللَّهِ إِنِ ارْتَبْتُمْ لَا نَشْتَرِي بِهِ ثَمَنًا وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى وَلَا نَكْتُمُ شَهَادَةَ اللَّهِ إِنَّا إِذًا لَمِنَ الْآثِمِينَ (106)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAV EyYuHa elLaÜIdNa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
Kur’an halk dili ile nâzil olmuştur. Kur’an’ın nâzil olduğu zaman Miladi 610 ile 632 yılları arasındadır. Kur’an Mekke ve Medine Arapçaları ile nâzil olmuştur. Mekke sûreleri ile Medine sûreleri bu sebepledir ki ayırdedilmektedir.
Mekke ticaretle geçinirdi. Tüm Araplar orasını devamlı ziyaret ederlerdi. Mekke Arapçası tüm Arapların en fasih Arapçası idi. Bununla beraber dil bozulmasın diye Mekkeliler çocuklarını badiyedeki bedevilere verir, küçük çocukları onlar büyütürlerdi. Çocuk ana dilini badiyede öğrenirdi. Nitekim Hazreti Muhammed de böyle badiyede yetişmişti. Arapça bozulmamış dildi. Bununla beraber göçebe dili olup uygarlık dili değildi.
Medine’de ise Yahudiler vardı, kendi dilleri uygarlık dili idi. Hazreti Muhammed Medine’ye hicret edince orada kullanılan bazı kelimeler Kur’an’da yer almaya başladı.
Hazreti Peygamber Medine’ye varır varmaz, Medine Müslümanları ile Mekke Müslümanları arasında sözleşme yaptı. Bu sözleşme şu temel esasa dayanıyordu. Biz aramızda çıkan ihtilafları Muhammed’in hakemliğinde çözeceğiz. Kavga etmeyeceğiz, savaşmayacağız. Mağdur varsa kısas yapılacak, affedilirse diyete dönüşecek. Diyeti de dayanışma içinde her grup bölüşerek ödeyecek. Düşman Medine’ye saldırsa hepimiz karşı çıkacağız.
İşte bu Medine Sözleşmesi’nde Medine halkı ikiye ayrılmaktadır.
Biri; Hazreti Muhammed’in peygamberliğini kabul edip onun başkomutanlığında gerektiği zaman savaşlara da katılmayı kabul eden Mekke Muhacirleri ile Medine Ensarı.
Diğeri ise; Hazreti Muhammed’in hakemliğini kabul etmekle beraber peygamberliğini kabul etmeyen, onun başkomutanlığında savaşa katılmayı taahhüt etmeyen kimselerdir.
Birincilere “mü’min” dendi.
İkincilere “müslim” dendi.
Müslimler yargı kararlarını kabul eden kimselerdir.
Birinciler ise asker olanlardır.
İşte, Medine kent devleti böylece kuruldu. Sözleşmede Muhacir ve Ensar dışındaki kabileler de sayıldı, onların da bu sözleşmeye müslim veya mü’min olarak katılması kayda geçti. Sonra Yahudiler de dâhil herkes kendi istekleri ile bu sözleşmeyi kabul edip Medine kent devletine dâhil oldular.
Kur’an’da “Ey iman edenler” ifadesi yalnız Medine Sûreleri’nde geçmektedir, Medine’deki ilk mü’minler muhatap alınmıştır.
“EMN” kökü dayanışmayı da içeren güven anlamındadır. Evler kurulurken ve çadırlar yerleştirilirken evler çevreye sıralanır, ortası boş bırakılır, buraya bir kapıdan girilir. İşte bu boş alanın adı “Mena”dır. Buraya girdiğiniz veya buraya bir şey bıraktığınızda güvene almış olursunuz. “EMNA” güvene aldı, güvene girdi manasına gelmeye başlamış, sonundaki “Y” harfi düşmüş, baştaki if’al bâbının “E”si asıl harf olmuş ve “EMN” kökü ortaya çıkmıştır.
Kur’an, Ey dayanışma ortaklıkları kurup bir başkan etrafında toplanarak site devletini yani bucağını kuranlar demektedir. Bucak halkına “kabile” denmektedir. Çünkü bucakta yaşayanlar her gün iş hayatında birbirleri ile karşılaşmaktadırlar.
Medine bucağı ilk kurulan bucaktır. Örnek bucaktır. Mekke’de aşiretler oluşmuş ve evlerde Kur’an okunmaya başlanmıştır. Medine’de ise kent devleti kurulmuştur. Bu kent devleti saldırılara karşı direnmiş ve on sene içinde tüm Arabistan’a hâkim olmuştur. Bir Arap ulus devleti kurulmuştur. Hazreti Muhammed Araplardan başkasına devlet başkanlığı yapmamıştır. Hattâ Yemen’e vali tayin etmiş ama Müslüman olan kabilelerin reislerine dokunmamıştır. Her kabile kendi anlayışı içinde kendi kabilesini, kendi bucağını yönetmeye devam etmiştir.
Medine ve Mekke yönetimleri ile ilgili âyetler Kur’an’da yer almaktadır ama taşra yönetimleri hakkında ayrıca hükümler koymamaktadır. Bunlar örnek alınarak kendi bucak yönetimlerini kendileri istedikleri gibi oluşturuyorlardı.
Bir İslâm devletinin iki ana görevi vardır. Biri kişiler arasında çıkan ihtilafları yargı yoluyla çözmek, diğeri de yargı kararlarına uymayanları yola getirmektir. “Ey iman etmiş olan kimseler” dendiğinde, “ey adil yargılama yapan kimseler” demektir. Yine “Ey iman edenler” demek, “genel güvenliği sağlayanlar” demektir. Bu durum bir bucakta gerçekleştirilecektir. O günkü Mekke ve Medine’nin nüfusu 10 bin civarında idi. Herkes birbirini tanıyordu. İşte bucak da bu kadar nüfusa sahip yönetim içinde olacaktır.
Bir devlet dört ana kuvvete dayanır.
1- Teşri Kuvveti: Türkçede buna “yasama” denmektedir. Sözleşmelerden oluşur. Fıkıhta örnek olan sözleşmelerdir. Her mezhep kendi sözleşmelerini yapar. Halk bunlardan istediği sözleşmeyi kabul eder. Bütün sözleşmelerde ortak olan hükümler o bucağın icmalarıdır. Mezhepler icmaların dışına çıkamazlar.
2- İcra Kuvveti: Türkçede buna “yürütme” diyoruz. Sözleşmelerin uygulanması ile oluşur. Ey iman etmiş olanların burada da görevleri vardır. Bundan önceki avlanma âyetlerinde bu hususta hükümler konmuştur.
3- Kaza Kuvveti: Türkçede buna “yargılama” denmektedir. Bunların da dört ayağı vardır. Bu âyet o kısımlardan soruşturmayı açıklamaktadır.
4- Velayet Kuvveti: Türkçede buna “yönetme” diyoruz. Kur’an buna “dayanışma” demektedir.
Kent devleti bu dört kuvvetle oluşur. Meclisleri vardır. Bunlar mü’minlerin katılması ile oluşur. Şûraları vardır, bunlar dayanışma ortaklık sorumlularından oluşur. Başkanları vardır, bunlar “resul” kelimesi ile ifade edilir. Ayrıca semtlerde emir sahipleri vardır. Resul ve emirler aynı zamanda imamdırlar.
شَهَادَةُ بَيْنِكُمْ
(ŞaHAvDaTu BaYNıKuM)
“Beyninizin şahadeti”
Bir bucak yönetiminde dört kuvvetin mevcut olduğunu, bunlardan birinin yargı olduğunu yukarıda zikrettik. Şimdi yargıda da iki safha vardır. Bunlardan biri olayın tespitidir. Yargı geçmişte cereyan eden olay üzerinde oluşur. Bir hükme varabilmek için onun soruşturulup geçmişteki olayların ortaya çıkması gerekir. Bu ispat dönemidir. Ondan sonra da o olay hakkında hüküm vardır yani karşılığını belirlemedir.
Bugün Türkiye’de bu soruşturma safhasını da mahkemeler yapmaktadır. Oysa Kur’an bu iki safhayı ayırmaktadır. Soruşturmaları şahitler yapmakta yani tanıklar yapmakta, polisler yapmakta, hükümleri ise hakemler yapmaktadır, yani hakemler olayın oluşması üzerinde durmamaktadırlar. Onlar şahitlerin yani polislerin şehadeti ile hüküm vermektedirler.
İslamiyet’te şahitleri taraflar seçmemektedir. Şahitleri davacı seçmektedir. Davalının şahitlere ihtiyacı yoktur. Zimmetin beraatı asıl olduğu için kendi beyanı yeterlidir. Davacının ispat etme ihtiyacı vardır.
İnsanlar bir işlem yaparken şimdi nasıl notere gidip mukavele yapıyorsa, İslâm düzeninde de polise gidip onların huzurunda sözleşme yaparlar ve onları şahit tutarlar. Bugün nasıl mahkemelerde noterin verdiği belgeyi ibraz ediyorsak, İslâmiyet’te polisi şahit olarak gösteririz. Hangi polisi? Bizim noter seçer gibi seçtiğimiz polisi şahit gösteririz.
Bugün noter yazıları yazar ve kendisi saklar. İslâmiyet’te bu böyle değildir. Bugün olduğu gibi yazıyı yine kâtip yazar yani noter yazar. Yazdığı belgeyi iki suret yapar, şahitlerden birine birini, diğerine de diğerini verir. Onlar bu verilen belgeleri saklarlar.
Şahitler hakemler tarafından çağırıldıklarında ellerindeki bu belgelere dayanarak şahitlik yaparlar. Şahitler yalnız bu belgelere dayanarak şahitlik yapmazlar, kendileri soruşturma yaparlar, kendilerine göre dosya hazırlarlar, bu dosyaya göre şahitlik yaparlar. O halde bu âyette hakemlerin soruşturma yapmayacaklarını, hakemlerin şehadete göre hüküm vereceklerini öğrenmiş olacağız. Aramızda şehadet vardır.
“Ey iman edenler” diye başladığına göre soruşturma görevi kamuya aittir, dolayısıyla soruşturmacının, yani şahidin, yani polisin ücretini devlet verecektir. Vatandaş vergisini bunun için vermektedir. Bunun için ayrıca bir karşılık istenmez.
Kur’an’da hükümler bir örnek üzerinde anlatılır, diğerlerini ona kıyas ederek biz ortaya çıkarırız. Şahitler hakkında Bakara Sûresi’nde sözleşme yapılırken bahsedilmişti, şimdi ise vasiyet esnasında bahsedilmektedir. Orada şahitleri bulundurmak tarafların yetkisinde idi, burada acil durumlardan bahsetmektedir. Şahitlerin de denetiminden bahsetmektedir.
إِذَا حَضَرَ أَحَدَكُمُ الْمَوْتُ
(EiÜAv XaWaRa EXaWaKuMu eLMaVTu)
“Birinize mevt hazır olunca.”
“Siz ölüme hazırlandığınızda” denmiyor, “Ölüm size hazırlandığında, ölüm bizim yanımıza geldiğinde” deniyor. İnsan hasta olduğu zaman öleceğini kendisi de anlar, çevresi de bilir, ölüm alametleri ortaya çıkar.
“Mevt” bir varlık olarak kabul edilmiştir. Mevt insanın cansız hâle gelmesi değildir. Gece de gündüzün yok olması değildir. Gece maddedir yahut gözün görmediği durumdur. Gündüz ise gözün gördüğü durumdur. Yoksa gece olunca varlıklar yok olmamaktadır. Gölge de ışığın olmadığı durum değildir. O da bir varlıktır. Kur’an’da “yok” kelimesine tekabül eden “adem” sözü yoktur, boşluk yoktur. Mekân boşluk değildir. Mekân parçacıklar ile doludur. Eskiden eter dedikleri şey sürekli bir varlık kabul ediliyordu. Şimdi ise tesir kuantumlarının parçacıkları olduğu kabul edilmektedir Tesir kuantumu vardır. Bu da zaman ve mekân kuantumlarının birleşmesinden oluşur.
Kur’an’da “siz mevtler idiniz” denmekte, bizim dünyaya gelmeden önce de mevt olarak var olduğumuz bildirilmektedir. Bu durumda biz kimiz suali ile karşı karşıya geliriz.
Bunu şöyle açıklayabiliriz. Allah kendisini dört türlü izhar eder. Bunların her biri sanki ayrı ayrı ilâh imiş gibidir. O semada bir ilâhtır, O arzda bir ilâhtır demektedir. O’nun semadaki ilâhlığı ile arzdaki ilâhlığı farklıdır. Nekre getirilmiştir.
1- Kimse ve nesne yokken O kâinatı var etti. Kâinat en küçük parçacıklardan oluşur. Her parçacığın iki hızı vardır. Biri ışıktan küçük hızdır, diğeri ışıktan büyük hızdır. Parçacık başka parçacıklarla etkileşerek hızı ve dalga hızı çarpımları sabit kalarak değişmektedir. Parçacıkların sayısını sabit tutmakta, değiştirmemektedir. Ayrıca parçacıkların sahip olduğu hızların kareleri toplamını sabit tutmaktadır, onu da değiştirmemektedir. Sadece parçacıklar hız karelerini birbirlerine aktararak yerlerini ve şekillerini değiştirmektedirler. İşte bu kâinatın mekânı zamanla büyümektedir. Bunları var ederken başka varlıklar yoktu, hiçbir şey yoktu. O bütün bunları kendi kudreti ile var etmiştir.
2- Kâinatı var ettikten sonra doğa kanunlarını koydu. Parçacıklar ve parçacıkların birleşmesinden doğan varlıklar var oldu. Onlar ilâhi kanunlara uyarak kendileri harekete başladılar. Mesela su 0 derecede donar. Allah sulara bu özelliği vermiştir. Onlar kendi özellikleri ile bu davranışları yaparlar. Allah bundan sonra bu kanunları değiştirmemektedir. Bu kanunların kayyumu ve sürdürücüsü olmaktadır. İlk defa var eden Tanrı’nın görünüşü ile bu ikinci Tanrı’nın görünüşü aynı değildir. Biri yenilik yapan, diğeri ise sanki kâinatı kendisi var etmemiş gibi onu değiştirmeyen bir Tanrı.
3- Allah bu kâinatı var etmiştir ve kanunlarını değiştirmeden korumaktadır. O varlıkların var olduklarından haberleri yoktur. Tanrı’nın muhatabı değildirler. Bu sefer o kâinatın sakinlerini de var etti. Bunlar insan, melek, cin ve ruhtan oluşan varlıklardır. Bunların bir kısmı aktif değildir. Tohum gibi çimlenmeye müsaittir. Şimdilik uyku hâlindedir. İşte ruhların bu şekilde iki durumu var, uyanık halleri ve uyku halleri var. Uyku halleri mevt hâli, uyanık hâlleri ise hayat hâlidir. Demek ki “mevt” demek yok olma değil istirahata çekilme demektir. Onun için “ölüm hazır olduğunda” denmektedir.
“Biriniz” diyerek her birimiz ölüme ayrı ayrı gideriz. Gittiğimiz yerde beraber olmayız.
“İzâ” zaman zarfıdır. Mebni kelimedir. Geniş zamanı içerir. Şartı da içine alır. Burada “şehadet” kelimesinin zarfıdır. Arapçada fiil gibi faili, mef’ulü ve zarfı olan isimler vardır. Mastar, ism-i fail, ism-i mef’ul, sıfat-ı müşebbehe bilfiil bunlardandır. Bu âyet “Ey iman edenler”den sonra şehadet mastarı ile başladı. “Beyniküm” kelimesine izafe edilmiştir. “İzâ” ile başlanmamış, sonuna getirilmiştir. Yani “İzâ hadara ehadukumu’l-mevte şehadete beyniküm” denmemiştir. Öyle denseydi şehadet ölüm için şart olurdu. Nasıl namaz kılmamız için abdest almamız şart ise, öyle denseydi ölüme hazır olmamız için şehadetin olması şart olurdu. Böyle olmadığı için “izâ” “şehadet”ten sonraya getirilmiştir.
حِينَ الْوَصِيَّةِ
(XIyNa eLVaÖıyYaTı)
“Vasiyet hîninde.”
“İzâ”dan sonra bir de “Hiyne” getirilmiştir. Zaman içinde zaman belirtilmiştir.
“Öğle vakti namaz kılarken” derseniz “öğle” kelimesi zarfı içerir. Tamamının namazla dolması gerekmez ama “hiyne” miyarı gerektirir yani bütün vakti doldurması gerekir. Vasiyet yapılırken şahitlere gerek vardır, yoksa tüm ölme zamanında şahitlere gerek yoktur.
“Hiyn” mureb zaman zarfıdır, “İzâ” ise mebnidir.
“Vasıyyet” burada marife getirilmiştir. O halde belli vasiyeti yaparken demek olur. Bu vasiyet miras ve vasiyet âyetlerinde belirtilmiştir. Orada tarif edilen vasiyettir. Bu vasiyetlerin yapılması farz veya meşrudur.
Maruf olan vasiyetler nelerdir?
1- Kişinin borç ve alacaklarını kalanlara bildirmesi gerekir. Yoksa haklar zayi olur. Alacaklıların hakları zayi olur. Vârislerin hakları zayi olur. Dolayısıyla vasiyet yapmadan, hak sahiplerinin haklarını beyan etmeden ölmek, şehadeti ketm etmek günahdır. Muhasebeye vermediği muameleler varsa vasiyet yoluyla bunları beyan etmelidir.
2- Kur’an iki çeşit mülkiyet getirmiştir; yararlanma mülkiyeti ve işletme mülkiyeti; mülk-i meta ve mülk-i kıyam. Meta mülkiyeti miras yoluyla intikal eder. İşletme mülkiyeti yani kıyam mülkiyeti ise vasiyetle intikal eder. Dolayısıyla işletme mülkiyeti ile sahip olduğu malları kimlere mirasçı bırakacaksa vasiyet etmesi gerekir. Bazı hukuklar yalnız mirası kabul ederler, bazıları yalnız vasiyeti kabul ederler. Kur’an ise metada mirası hayırda vasiyeti kabul etmiştir.
3- Bırakacağı mallardan anne ve babalarından bir veya ikisi daha önce ölmüşse onlara düşen payları vasiyet yoluyla istediklerine bırakabilir. Mirasçı olmayan ama muhtaç olan yakınlara bırakabilir. Vakıf yapabilir. Mirasçı olup daha fazla yakınlık gösteren akrabalara bırakılıp bırakılmayacağı tartışmalıdır. Mâni bir delil yoksa onlara da bırakılabilmelidir. Mefhumu muhalefetle bırakılmaz, kıyasla bırakılır.
4- İslâmiyet’te vakıf müessesesi vardır, bunlar kamu yararına tesis edilen işletmelerdir. Bunların mütevelli heyetleri sözleşmelerde belirtilir. Kendilerinden sonra yerlerini alacak kimseler de ölenler tarafından vasiyet yoluyla tesbit edilir. İzmir Akevler’de bu husus açık kalmıştır, dolayısıyla sorun devam etmektedir. Benzer şekilde Millî Görüş camiası için de sorun söz konusudur. Biz bu âyetteki vasiyete dördüncü maddeyi ekliyoruz. Bunu Hz. Zekeriya peygamberin duasına dayanarak yapıyoruz.
Bir vakıf kurucular tarafından kurulur. Bir mütevelli heyeti oluşturulur. Hakem kararı olmadıkça yahut sözleşmede hüküm bulunmadıkça kişinin vakıf yöneticiliği ölüme kadar devam eder. Ölmeden evvel de kendileri yerlerine gelecek kimseyi vasiyet ederler. Başkanlık vasiyetle intikal etmez. Başkan mütevelli heyetinin sıralama usulü ile seçeceği kimse olur.
اثْنَانِ ذَوَا عَدْلٍ مِنْكُمْ
(iÇNAyNı ÜaVAy GaDLin MiNKuM)
“Sizden iki adil sahibi olan”
Buradaki “İsnani” iki şehadet mastarının failidir, bunun için merfudur; yahut “şehadet” mübtedadır, “isnani” haberdir. İsnaniyi haber olarak alırsak şahadet iki tarafından yapılacaktır. O takdirde “Şuria leküm” takdirine gerek kalmaz. Yani; ey iman edenler, sizin için şöyle şöyle şehadet teşri edilmiştir manâsını da verebiliriz.
Ölüm hâlinde yapacağınız vasiyette adil sahibi iki şahit gerekir. İki ifade de ibare ile delaletten farklıdır. Biri şahitlik müessesesini ibare olarak almış olur, diğeri ise şahidin iki kişi olmasını ibare olarak almış olur. Her iki manâ da doğrudur.
“Adil sahibi” denmektedir. Adil sahibi olanlar nekre getirilmiştir. Dolayısıyla adil sahibi olmak için toplulukta sınırlı bir kadro konmamıştır.
Fıkıhçılar bir bucak halkını üçe ayırmışlardır; adil olanlar, adil olmayanlar ve meçhuller. Adil olanların şehadetini hakemler kabul etmek zorundadır. Meçhullerin şehadetini hakemler kabul etmezler. Arada olanların yani meçhullerin şehadetini dosyalarını tetkik ederek kabul veya reddederler.
“Sizden” dendiğine göre bucak mensuplarından denmiş olur. “Ey iman edenler” olarak onlara hitap etmiştir. Bu da gösteriyor ki her bucak yargıda bağımsızdır. Merkezi bucaklar taşra bucaklarının iç işlerine karışmazlar. Fıkıhçılar hadislere dayanarak cuma şartı içinde kazai bağımsızlığı koymuşlardır. Eğer oradaki imamın suçluları asma yetkisi yoksa, yargı bağımsız değilse, yönetim hukuk düzeni içinde bağımsız değilse, orada cuma namazı kılınmaz. Buradaki “minküm” kelimesi bu icmayı doğrulamaktadır.
“Adil sahibi olma” nasıl tesbit edilecektir?
Önce her ahlâkî dayanışma kendi cemaatini adil olma bakımından sıralar. Sıranın tersi alınır, kişinin kendi dayanışması içindeki ahlâkî derecesi bulunur. Sonra ocak başkanları dayanışma sorumlularını ahlâkî bakımdan sıralarlar. Her ahlâkî dayanışmanın bir ahlâkî derecesi olur. Bir kişinin topluluk içindeki ahlâkî derecesi dayanışmasının derecesi ile dayanışma içindeki derecelerin çarpımıdır.
Burada başkana yetki verilmiştir. Başkanın belirleyeceği dereceden daha büyük derece alanlar o bucak içinde adil sahibi olanlardır. Buradaki sizden adil sahipleri bunlardır. Bunlar soruşturma yetkisine sahiptirler. Bunların şehadetleri hakemler tarafından kabul edilmek zorundadır.
Şimdi diyebilirsiniz ki; siz bir mekanizma getiriyorsunuz, bunların delili nedir?
Önce “adil sahibi” kelimesi Kur’an’da geçtiğine göre onların tesbit edilmesi gerekir. Kişi kendi ahlâkî dayanışmasını seçiyor. O sıraya koyuyor. Beğenmezse kişi oradan ayrılıp gider. Ehliyetleri dayanışmalar tevcih edecekleri için ahlâkî ehliyeti ahlâkî dayanışmanın yapması doğaldır. Bazınızı bazınızdan üstün kıldık âyeti ile de sıralama getirilmiştir. Dayanışmalar arasında birlik sağlama görevi hakem olması sıfatı ile başkana aittir.
İşte böyle delilleri bir araya getirerek bir hüküm çıkarmaya “içtihat” denmektedir. Bir sorun değil bir sistem çözülüyorsa buna da “istihsan” denmektedir.
أَوْ آخَرَانِ مِنْ غَيْرِكُمْ
(EaV EAvPaRANı MiN ĞaYRıKuM)
“Yahut gayrınızdan aherleri.”
Bucağımızdan adil sahibi olmayan ikisi her zaman mümkün olmayabilir. Dışarıda yani bucağınızın dışında iken de başınıza böyle bir olay meydana gelmiş olabilir.
“Âhar” kelimesi diğerleri demektir. “Âherani” nekre getirilmiştir. “Gayreküm” denmemiş de “Min Gayriküm” denmiştir. “Min” cinsi ifade eder, sizden gayriniz denmiştir. Adil olma şartı getirilmemiştir. Yani zevaadl olma şartı her an için getirilmemiştir. Adil sahibi olsun olmasın bizden olmayanları ifade etmesi için “Min” getirilmiştir. Adil sahibi olmayan ama bizden olan ise mantuk değildir. Mefhumu muhalefetle onların olmadığını anlarız.
Burada “Ev/veya” harfi ile atfedilmiştir, atıf aheranı insana atfetmiştir. “Minküm” “Min Gayriküm”e tekabül etmektedir. Dolayısıyla bunların zevaadl olması gerekmez. Kıyas yoluyla zevaadl olmayanlar da bunlara atfedilecektir.
إِنْ أَنْتُمْ ضَرَبْتُمْ فِي الْأَرْضِ
(EiN EaNTuM WaRaBTuM Fıy eLEaRWı)
“Siz Arzda darb etmiş iseniz”
Kur’an’da yolculuk değişik şekilde ifade edilmiştir.
Arzı darb etmek, sefer üzerinde olmak veya sebilin âbiri olarak ifade edilmiştir. Sebilin âbiri demek yolculuk hâlidir. Arzı darb etmek demek, kendi bucağının dışına çıkmak demektir. Bir seneden az dışarıda kalmak demektir. Sefer ise uzak yere gitmek ve bir cumadan daha az zamanda oralarda kalmak demektir.
“Darabtüm” kelimesi kullanılmıştır. Bucağın kırlarına çıkmak da bu hükme dâhildir. Yani mesela bir bucağın yaylasında ölüm geldi, bizden adil iki kişi bulamadık, diğerlerini işhat ederiz. Bizden olmayan adil olsun olmasın işhat edebildiğimize göre, bizden olup da meçhul olanları işhat edebiliriz demektir.
فَأَصَابَتْكُمْ مُصِيبَةُ الْمَوْتِ
(Fa EaÖABaTKuM MuÖIyBaTu eLMaVTı)
“Mevtin musibeti size isabet ettiğinde.”
Eğer hastalık daha önce olmuşsa, ölüm hastalığı belirmişse, sefere çıkmadan vasiyet etmeniz gerekir. Mevt isabet ettikten sonra çıkarsanız o takdirde vasiyeti sizden zeva adle yapmanız gerekir. Buradaki ruhsatın illeti ölümün aniden gelmesidir, beklenmedik bir şekilde gelmesidir.
“Sayyıb” yağan fırtınalı yağış demektir. Yıldırımlar da onun içindedir. Beklenmedik olaylara musibet denmektedir, te ismiyyet içindir. Musibet mevte izafe edilmiştir. Ölüm musibeti size isabet ederse denmektedir. Yukarıda sizden birine ölüm musibeti isabet ederse denmiş, burada size isabet ederse denmiş.
Burada içimizden birinin ölümü ölene musibet değildir, bize musibettir. Burada olanlara atfetmemektedir, “İza hadara ehadukumu’l-mevtu”ye (“Birinize mevt hazır olunca”ya) atfetmektedir. Ölecek kişiye ölüm hazır olmuştur, burada ise ölümün musibetinden bahsetmektedir. Oradaki ölüm kişiyi ilgilendiren ve ölmesinden önceki ölümdür. Buradaki ölüm ise kişinin ölmesinden sonra, kişiyi değil de kalanları ilgilendiren ölümdür. “Fa” harfi “hadara’l-mevt”e atfedilmiş, ölümün musibeti bize isabet etmiş olmaktadır. Bundan dolayı zamirle değil izhar edilerek getirilmiştir.
Bu ifade bize şunu anlatmaktadır ki ölünün cenazesi, borçları, tekfini (kefenlenmesi), defnedilmesi, mirasın taksimi topluluğa ait olup vârislerine ait değildir. Miras âyetinde de bu açıkça ifade edilmiştir. “Min ba’di deyn” denmiştir. Hazreti Peygamber borçlu olarak ölen birisinin borçlarını vârisleri ödemeye kalkışınca bu iş bana aittir, size ait değildir demiştir, böylece âyetin hükmünü uygulamıştır.
تَحْبِسُونَهُمَا مِنْ بَعْدِ الصَّلَاةِ
(TaXBiSuNaHuMAv MiN BaGDı elÖaLAvTı)
“Onları salâttan sonra habs edersiniz.”
“Salât” burada marifedir. Cuma namazıdır. Cuma günü kılınan ve öğlen yerine geçen namazdır. Cuma namazı eda edilip hutbe bitince halk dağılır, sohbete başlar. Birbirleri ile ikili görüşmeler yaparlar. Bu arada başkan varsa davalara bakar, duruşmaları yönetir, tanıkları dinler. Başka yapılacak ortak işler varsa o işleri yapar. Yargılama bugün olduğu gibi açıktır. Şahitler şehadetlerini hakemlerin karşısında yaparlar. “Tahbisuhuma” denmemiş de “Tabisunehuma” denmiş, çoğul sığası getirilmiştir. Demek ki yargılayan başkan değil, hakemlerdir; üç hakemdir.
“Hapsetme”nin anlamı şudur. Duruşma başladıktan sonra şahitler artık meclisi terk edemezler, kimse ile görüşemezler. Kimsenin telkininde olmaksızın şehadetlerini ifa ederler. “Min” gelmesi hemen arkasından demektir.
فَيُقْسِمَانِ بِاللَّهِ
(Fa YuQÖıMAvNı BilLAvHı)
“İkisi Allah’a kasem ederler.”
Şahitlere yemin verdirilir. Bunun anlamı şudur. Eğer yanlış çıkarsa ve biz de ona göre hükmettiysek sonra siz tazmin edersiniz. Yeminsiz beyanlarda bir sorumluluk yoktur. Ben öyle biliyordum, yanılmışım dersiniz. Ama yeminli sözlerde ise yanılmışım demekle kurtulamazsınız. Bunların şehadetine dayanarak karar verilse ve yanlış çıksa, kazanan kazanmıştır, karar geri alınmaz. Yeminli şehadette bulunanlar veya ona göre karar verenler tazmin ederler. Hakem kararları infaz edilir. Sadece kısasta diyete dönüşür.
إِنِ ارْتَبْتُمْ
(EiN EiRTaBTuM)
“İrtiyab ederseniz.”
Yemin ettirme şartı irtiyab hâlindedir. İrtiyab ederseniz yemin ettirebilirsiniz demektir. Yemin ettirme zorunluluğu yoktur. Yemin ettirme şartı hakemlerin söylenenlerden kuşku duymaları hâlindedir. Yahut tarafların yemin talep etmesi hâlidir.
Neden yemin ettirilmesi zorunlu değildir?
Çünkü yemin ağır sorumluluğu yüklenmek demektir. Bazen kesin olarak bilmesek de kanaatimizle karar vermek durumundayız. Dolayısıyla her zaman şahitlere yemin ettirme zorunluluğu yoktur.
Bu âyetin böylece şehadette yemini irtiyab şartına bağlaması bazı hukuki sorunları ortaya koyar. Şahitler adil sahipleri ise ve yeminli şehadette bulunuyorlarsa o zaman sorumluluk hakemlere ait değildir. Hakemler adil şahitlerin şehadeti ile hükmederler. Yanlış olursa şahitlerin dayanışması öder. Ama şahitler adil değilse veya o bucaktan değilse, o zaman hakemler yine karar verir ama hatalı karar verirlerse hakemlerin dayanışması öder.
Yemini nasıl yapacaklardır?
İnsanları yolsuzluğa ve yalana götüren iki şey vardır. Biri menfaattir. Diğeri ise yakınlıktır. Çıkarından dolayı bu şehadeti yapmamışlardır. Yakınlığından dolayı bu şehadeti yapmamışlardır. Buna yemin edeceklerdir. Yani ileride tazminata mahkûm oldukları zaman eğer çıkarları için veya akrabaları olduğu için bu yanlışa yemin etmişlerse o zaman bu zararı kendileri öder. Hata etmişlerse ve ikrah gibi başka mazereti def için yapmışlarsa, o zaman tazminatı âkileleri öderler.
لَا نَشْتَرِي بِهِ ثَمَنًا
(Lav NaŞTaRIy BiHIy ÇaMaNan)
“Onunla semen iştira etmeyiz.”
Demek ki eğer o şehadette şahitlerin de bir kazancı varsa şehadetleri kabul edilmez. Mesela bir kimsenin bu bizim kardeşimiz değildir demesi kabul edilmez. Çünkü kardeş olmadığı zaman onun miras payı artacaktır. Yani şehadette çıkar varsa kendisi çekilecektir. Karşı taraf da onun şehadetini reddedebilir.
Yolcu olanların kendi lehlerindeki şehadetleri kabul edilmez. Kimse babam bana vasiyet etti diyemez. Vasiyet ancak şahitler huzurunda olacak, onlar beyan edeceklerdir. Şahitlik belgesi de şahitlerde olacaktır.
Burada “semen” denmektedir. “Semen” dolaylı menfaattir yani bizatihi menfaattir. Semeni iştira etmediklerine göre başka şeyleri hayda hayda iştira etmeyeceklerdir. Semen iştira aracıdır ama semenin kendisi aranır hâle getirilmektedir.
وَلَوْ كَانَ ذَا قُرْبَى
(Va LaV KAvNa Üa QuRBAy)
“Ve kurbâ sahibi olsa da”
Biz onunla semeni iştira etmeyeceğiz.
“Kurbâ sahibi olma” derken, yakınlığı bulunma, yani bize yakınlığı olsa da deniyor. Aslında burada “iştirâ” kelimesine atıf vardır. Çok veciz bir şekilde semen dışındaki çıkarları, sosyal çıkarları ifade etmektedir. Onu ifade eden bir kelime olmadığı için böyle şartlı cümleyle ifade edilmiştir. “Lâ neşterî nef’an gayressemen” anlamındadır. Hazfedilen cümle “Lev” şartının cezasıdır. “Ve” harfi getirildiği için bu şart yukarıya ait değildir. Şart ile ceza arasına “ve” harfi girmez. O halde burada cevap mahzuftur, “Neşterî” anlamında bir kelimedir.
Demek ki şahitlerin şehadetinde çıkarlarının olmaması gerekir. Mesela ortaklarının lehine şehadetleri kabul olunmaz. Ayrıca işçilerin patronları lehine şehadetleri kabul olunmaz. Semenin iştirası gibi semenin zayi olması da iştiraya ilhak olunur ama iştira sebebiyle yapılan yanlış yeminler kendileri tarafından karşılanır. Zarardan kurtulacaklarsa onların da şehadeti kabul edilmez. Akrabaların birbirine şehadetleri kabul olunmaz. Ayrıca düşmanların da birbirlerine şehadetleri kıyas yoluyla kabul edilmez.
Kur’an’ın âyetleri okunup hükümler çıkarılmalıdır. Sonra da fıkıh tedvin edilmelidir. Biz şimdiye kadar bu imkâna sahip olamadık. Bunu bir kişi yapamaz. Bir fıkıh apartmanı yapmalıyız. Yüz aile orada yerleşmelidir. Ailenin diğer fertleri oranın işyerinde çalışmalıdır. Yüz âlim de fıkıh üzerinde çalışmalıdır. Âlimlere müellefe-i kulub faslından maaş bağlanmalıdır. Bu âlimler Kur’an ilimlerini Ruhu’l-Kur’an’dan öğreneceklerdir. Ondan sonra da fıkhın konularını bölüşüp her âlim bir fasıl üzerinde çalışıp içtihat yapmalıdır. Böylece bir mezhep oluşturulmalıdırlar. Ortalama olarak böyle on mezhep olacaktır. Diğer apartmanlar bu mezheplere göre örgütlenmelidirler. Bu âyetler üzerinde durup tezekkür etmeden “Adil Düzen”i getirmek bugünkü yarım kalan durum olur.
Sokrat Ekolü gibi Ebu Hanife Ekolü gibi bir ekolün kurulmasını dua ediyorum. (Bu satırları Mekke-i Mükerreme’de yayına hazırlıyorken Üstad’ımın bu duasına bu mübarek topraklardan katılıyor, burada kabul olunan dualara dâhil olmasını niyaz ediyor ve derinden “ÂMİN” diyorum. RNE) Bunun nasıl olacağı hususu yavaş yavaş ortaya çıkmaktadır. Yüz dairelik proje temenniden fiiliyata bu şekilde geçirilmiş olacaktır.
وَلَا نَكْتُمُ شَهَادَةَ اللَّهِ
(Va LAv NaKTuMu ŞaHADavTa ElLAHi)
“Allah’ın şehadetini gizlemeyeceğiz.”
Bundan önce kişi hakları ile ilgili şehadetten bahsetti. Özel hukukun sosyal ve ekonomik haklarında bir haksızlık yapmayacaklarını, yalan beyanatta bulunmayacaklarını ifade etti.
Yargının iki görevi vardır. Hukuk ikiye ayrılmaktadır; hukukullah ve hukuku ibad. Hukukullah kamu haklarıdır. Hukuku ibad ise özel hukuktur. Özel hukukta davalı ve davacı vardır. Taraflar haklarını birbirlerine bağışlayabilirler. Dava açmazlar, kazandıkları davayı infaz etmezler. Oysa kamu hukukunda taraf kimdir, kamu hukukunu kim ikame edecektir? Bugün bu görev savcılar tarafından yürütülmektedir. Karakola ihbar ederseniz onlar da soruşturma yapabilmektedirler.
Savcı kamunun vekili olarak dava açmaktadır. Kamu da idareciler olarak kabul edilmektedir. Oysa idareciler görevlileridir. Onlar kamuyu tek başlarına temsil etmezler. Kamu bütün bucak sakinlerinin hakkıdır. Herkesin davacı olabilmesi gerekmektedir. O zaman da kimse şahitlik yapmaz çünkü kamunun menfaati herkesin menfaatidir.
Bugünün uygulaması bu sorunu çözmüş değildir.
Burada “Allah’ın şehadetini gizlemeyeceğiz” dendiği zaman ne anlaşılacaktır?
“Allah’ın şehadetini gizlemeyeceğiz.” Yani Allah bize ne öğretmişse, ne gösterdiyse onu gizlemeyeceğiz, doğrusunu söyleyeceğiz denmiş olur. O zaman menfaatimizi gözetmeyecek, akrabalığımızı düşünmeyecek, şehadetimizi Allah’ın öğrettiği gibi yapacağız denmiş olur. Böylece şahitlerin şehadeti Allah’ın onlara sağladığı bilgidir.
“İlmellahi” denmemiş de “Allah’ın şehadeti” denmiştir. Bu kelime soruşturmanın kurallarını koymaktadır. Biz bir bilgiye ulaştığımız zaman Allah bize o bilgiyi göstermiş olur, bildirmiş olmaz. Hata ihtimali olabilir ama hata yokmuş derecede ilme sahip oluruz. Bu Allah’ın şehadetidir. Bunu izhar etmek şehadeti gizlemektir.
Bu takdirde “Allah” kelimesi âlemlerin rabbini ifade eder. Eğer O’nun halifesi topluluk kastediliyorsa, özel hukuku doğru şehadetimizle koruduğumuz gibi kamu hukukunu da gizlemeyiz, ilgililere haber veririz demiş oluruz. Onun için de gerektiğinde şehadet ederiz denmiş olur.
Yargının dört ayağı vardır: Taraflar, Soruşturmacılar, Bilirkişiler, Yargıçlar.
Bunlarla hüküm ortaya çıkar. Ondan sonra infaz kalır. İnfazı herkes kendi rızası ile kendisi yapar. Yapmayan olursa o zaman silahlı güç devreye girer, onlar infaz eder.
Kamu davalarını ihbar yetkisi her vatandaşındır. Kendi dayanışmasına bildirir. Dayanışması bu ihbarları değerlendirerek dava açar.
Kur’an düzeninde savcılık yoktur. Halkın temsilcileri olan dayanışma sorumlularının vekilleri kamu davasını açarlar. İspat yine aynı şekilde yapılır.
إِنَّا إِذًا لَمِنَ الْآثِمِينَ (106)
(EinNAv EiÜan La MiNa eLEAvÇiMIyNa)
“Biz o zaman âsim oluruz.”
Buradaki “İzen”in işaret ettiği şey nedir?
Semen iştira eder, akrabalarını tutar yahut kamuya ait şehadeti gizlersek biz âsimden oluruz demektedirler.
İsm ve udvan; ism kendisine zarar vermektir, udvan başkasına zarar vermektir. Bağy kelimesi de böyledir.
Cenef ve ism; cenef görevi yapmamaktır, ism ise kötülüğü yapmaktır.
Küfür nankörlüktür ve kalbî bir fiildir, ism ise bedenî fiildir.
İsm zararlı iş yapmaktır, bühtan ise başkasına iftira etmektir.
Kizb yalan söylemedir, ism doğruyu söylememedir.
Hıyanet kötülüğü istemedir, ism kötülüğü istemeyerek de olsa yapmaktır.
İsm kasten yapmaktır, hata ise istemeyerek yapmaktır.
Udvanın karşılığı takvadır. Birrin karşılığı ismdir.
Suht kandırmak, fuhş düzeni bozmak, ism ise düzene zarar vermektir.
Lağv boş işler yapmadır, ism ise zararlı iş yapmadır.
Masiyet karşı gelmedir, ism görevi yapmamadır.
O zaman biz kendimize zarar veririz demek olur. Yani doğru şehadette bulunmayanlar kendilerine zarar vereceklerini kabul eder. “Âsimîn” hükmü kendine kötülük olduğu için kendimize zarar vermiş oluruz demiş olurlar.
Buradan çıkaracağımız hüküm şudur. Kısas uygulanmaz ama tazminat uygulanır. Kasıtları varsa bu tazminatı kendileri öderler, kasıtları yoksa bu tazminatı dayanışma ortaklıkları öderler.
İnsanlık devlet aşaması öncesi ve devlet aşaması sonrası olmak üzere iki devre geçirmiştir. Devlet aşaması öncesi kişi yönetimi vardır. Başkan tüm kamu görev ve yetkilerini kendisi yüklenmiştir. Herkese kendisi hakları dağıtır, cezaları verir. Göçebe hayatı yaşayan bu devrin insanlarının kendi kabilelerinden ayrılma şansları yoktu.
Tarım döneminde kabileler bir araya geldi, köyler ve kasabalar oluştu. Mekke ve Medine gibi kasabalarda yine devlet aşaması yoktur. Kabileler arasındaki kavgalarla ve çatışmalarla denge oluşmakta idi. Yargılama sistemi yoktu. Uzlaşma sistemi vardı.
Devlet aşaması Hazreti Nuh peygamber zamanında milattan önce 3000 senelerinde Mezopotamya’da doğmuştu. Mısır’da, Hindistan’da, Çin’de, Avrupa’da, Anadolu’da, İran’da devlet aşamaları yaşanmıştı. Arabistan ise hâlâ devlet öncesi aşamalarda yaşıyordu.
İşte, Kur’an geldi ve ona inananları devlet aşamasına ulaştırdı. Eğer taklit edilen herhangi bir devlet aşaması olsaydı o zamanın süper güçleri olan İran’ı ve Bizans’ı yenemezlerdi. Bir asır geçmeden süper güç oldu, bin seneden fazla dünyaya hâkim oldu.
Kur’an en ileri uygarlığın kurallarını getirmişti. O günkü imkânlar içinde bu kadar büyük başarı Kur’an için mucize olmuştur. Bugün ise insanlık Kur’an’ın getirdiği ilkeleri kabul etmiştir. Suçlarda kesinlik ilkesi vardır. Batı hukukçuları bunu kabul etmektedirler. Ama karakolda dayak atmadan güvenliği sağlayamamaktadırlar. Yargıçlara cezaları takdir hakkı vermektedirler, “bir seneden beş seneye” diye yazıyorlar. Bunun neresi kesin?!.
Müslümanlar da Kur’an’ı o zaman yeteri kadar uygulayamadılar. Bundan dolayı saltanat yönetimi devam etti. Kur’an’ın tam olarak uygulandığı zamana ulaşıldığında sosyal evrim sona ermiş demektir. Artık saat gelmiştir, bu dünyanın sonu gelmiştir demektir.
Batı teknolojide akla gelmeyenleri yahut peri masallarındaki şeyleri başarmıştır. Kuşlar gibi göklerde uçmakla kalmamış, uzaya gidebilmiştir. Cep telefonu ile Ay’da olan insanla bile haberleşme imkânı doğmuştur. Elektrik sayesinde artık gecemiz gündüz gibidir. Bizim gibi değil, bizden daha çok ve çabuk hesap yapan bilgisayarlar ortaya koymuşuz. Bunlar sadece teknik alandaki ilerlemelerdir.
Batı dünyasının keşfettiği kâğıt para ile dünya tek ekonomi çevresine dönüşmüştür. Şili’de üretilen bir mal pekâlâ benim mutfağımda veya bedenimde yer almaktadır. Dünya tek pazar hâline gelmiştir. Bu teknik ve ekonomik başarı Batı’yı fazlasıyla şımartmış, bunları ben keşfettim, o halde dünyayı sömürme hakkım vardır gibi bir gaflete düşürmüştür.
Ne var ki Batı dünyası hukukta ve yönetimde Kur’an’ın ortaya koyduğu sisteme, bin senelik uygulamalara hâlâ ulaşamamıştır. Bugünün en büyük sorunu terördür. Dünya terörden bizardır yani güvenliği sağlayamamaktadır. Yargı caydırıcı değildir, etkin olamıyor. Her taraf faili meçhul cinayetlerle doludur ve dünya bu soruna çözüm bulamamaktadır. Yargının dört ayağının dördü de kırıktır. Soruşturma savcı tarafından yapılıyor, polis yetkisiz. Hukuk dışı dayak ve işkence ile işler güya yürütülüyor. Şahitlik müessesesi hakemlik kadar hattâ ondan daha önemli bir husustur. Bugün tezkiye müessesesi yoktur. Bugün yargı hâkimlere verilen takdir yetkilerine dayanmaktadır. Davalar otuz değil kırk sene sürüyor.
Örnek mi istiyorsunuz? Çalışma arkadaşımız Ali Bülent Dilek kardeşimizin beş dönümlük arsa davaları kırk ikinci senesine girmiştir! Bu dava dosyasının numarası burada kaydedilsin, bin sene sonra bile bu yazılarımızı okuyanlar devrimizden ibret alsınlar.
Onların o gün başka sorunları olacaktır.
Bu gibi sorunlar ise o zaman çözülmüş olacaktır.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda bu konular yer almıştır.
Bundan sonraki âyetlerde soruşturma konusu, şahitlik konusu devam edecektir.
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 68
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
فَإِنْ عُثِرَ عَلَى أَنَّهُمَا اسْتَحَقَّا إِثْمًا فَآخَرَانِ يَقُومَانِ مَقَامَهُمَا مِنَ الَّذِينَ اسْتَحَقَّ عَلَيْهِمُ الْأَوْلَيَانِ فَيُقْسِمَانِ بِاللَّهِ لَشَهَادَتُنَا أَحَقُّ مِنْ شَهَادَتِهِمَا وَمَا اعْتَدَيْنَا إِنَّا إِذًا لَمِنَ الظَّالِمِينَ (107) ذَلِكَ أَدْنَى أَنْ يَأْتُوا بِالشَّهَادَةِ عَلَى وَجْهِهَا أَوْ يَخَافُوا أَنْ تُرَدَّ أَيْمَانٌ بَعْدَ أَيْمَانِهِمْ وَاتَّقُوا اللَّهَ وَاسْمَعُوا وَاللَّهُ لَا يَهْدِي الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ (108)
فَإِنْ عُثِرَ
(Fa EiN GuÇiRa)
“Usret olursa”
İnsanlar ilk yaratıldıkları zaman aileler hâlinde yaşamaya başladılar. Ailece ormana gidiliyor, meyve toplanıyor ve toplananlar ailece tüketiliyordu. İnsanlar bu ayrı ayrı yaşamada iki sıkıntı ile karşılaştılar. Biri; kendi güvenliklerini tek başlarına başaramadılar, birleşip ortak savunmaya geçtiler. Diğeri ise; üretimi tek başlarına başaramadılar. Mesela hayvanları tek başlarına avlayamadılar. Ancak birlikte üretim yapabildiler.
İşte bu sebeplerle insanlar birleşerek topluluklar oluşturdular. Böylece hem kolayca saldırılardan korunabildiler hem de üretimi kolay yapabildiler.
Canlılar arasında çatışma vardır. Türlerde besin zinciri vardır. Güçlü kurtlar zayıf kuzuları yakalayarak yaşarlar. Böylece zayıf kuzular elenmiş olur. Zayıf kurtlar da açlıktan ölerek elenmiş olur. Böylece canlılar arasında denge oluşur. İnsanlar ise çok güçlü oldukları için nüfus dengesi ancak birbirleriyle çatışma ile doğmaktadır. Dolayısıyla insanlar yalnız canavarlardan korunmak durumunda değildirler, birbirlerinden de korunmak zorundadırlar. Bu da topluluklar arasındaki savaşla sağlanmaktadır.
Bugün nüfus dengelemesi doğum kontrolü ile yapılmaktadır. Bu da biyolojik seleksiyonu ortadan kaldırmakta, nesil dejenere olmakta, yozlaşmaktadır.
İki arabanız olsa, bu arabalardan birinin tekerlekleri patlak, diğerinin de aküsü bozuk olsa her iki araba çalışmaz. Ama birinin eksik parçasını öbürüne geçirdiğinizde araba çalışır. Bozuk arabayı atarak işe yaramayan arabadan kurtulmuş oluruz. Ondan sonra fabrikalara bize böyle araba imal edin derseniz onlara hep sağlam arabalar imal ettirirsiniz. Bu ayıklamayı yapmazsanız fabrikalara hep bozuk arabalar imal ettirirsiniz. Bozuklukları atmazsanız sonunda arabalar işe yaramaz olur, hepsini hurdaya atarsınız.
İşte canlılar bu ayıklamayı yapmaktadırlar. Doğum kontrolü bu ayıklamayı durduruyor, nesli dejenere ediyor, yozlaştırıyor.
Demek ki topluluklar arası çatışma, topluluk içi barış insanlığın sosyal olarak evrimleşmesini, hattâ canlı olarak yaşamasını sağlamaktadır.
Çatışma silahlı güçlerle yapılmaktadır. İç barış ise yargı ile sağlanmaktadır. Bir toplulukta dört kuvvet vardır. Biri “yasama”dır. Bu kuvvet kuralları koyar. İslâm’da bu “serbest sözleşmelerden” oluşur. İkincisi ise “yürütme”dir. Bu da kuralları yorumlayarak iş yapmadır. İslâmiyet’te bunun için özel örgüt yoktur. Bütün vatandaşlar ve sosyal gruplar kendi içtihatları ile kurallar içinde topluluk içinde yaşarlar. İslâmiyet’te kanun sözleşmelerdir. Uygulama ise herkesin kendi içtihadı ile amel etmesiyle yapılır. Uygulamada nizalar ortaya çıkar. Topluluğun fertleri arasında çatışma emareleri belirlenir. İşte bunu engellemek ve iç güvenliği sağlamak için “yargı” müessesesi vardır. Hakemlerden birini bir taraf, diğerini diğer taraf seçer, başhakemi hakemler seçer ve onlar kararlarını verirler. Herkes hakem kararlarına razı olur. Böylece iç güvenlik sağlanır. Hakem kararlarına uymayanlar için de dayanışma ortaklıkları içinde silahlı güçler oluşur. Hakem kararlarına uymayanları onlar uymaya zorlarlar. Buna “yönetme” diyoruz. Yasama ve yürütme yargıdan öncedir. Yönetme ise yargıdan sonradır. Yönetim yargının emrindedir.
Yargının karar alabilmesi için dört kuruma ihtiyaç vardır.
a) Yargı davacı ve davalıdan oluşur. Davacı olma ve davayı savunma bir ihtisas işidir. Ayrıca kamu davaları vardır. Yaşı küçükler vardır. Akıl hastaları vardır. Bunları savunan müesseseler vardır. Bunlar dayanışma ortaklıklarıdır yani siyasi partilerdir. Yargıya giderler, davayı kazanırlarsa hakem kararlarını silah zoru ile de olsa yerine getirirler. Bunların ücretleri kamuca ödenir.
b) Bilirkişiler vardır. Bunlar ihtisas sahipleridir. Kendilerinin bilgilerine müracaat edilir. Bunlar bilgi sahibidirler. Kendilerinden fetva istenir.
c) Soruşturmacılar vardır. Bunlar olayın oluşma şeklini tesbit ederler. Bunlar kendi seçtikleri bilirkişilerden mütalaa alarak oluş şeklini ortaya koyarlar. Bunlar adil/adalet sahibi şahitlerdir.
d) Nihayet kararları verecek olan “hakemler” vardır. Bunlar şahitlerin şehadetlerine dayanarak karar vereceklerdir.
Davalar iki şekildedir. Biri cinai davalardır. Bugün “ceza davaları” denmektedir. Diğeri ise suç olmayan ve kişiler arasındaki borç alacak ilişkileri düzenleyen davalardır. Bugün bunlara “hukuk davaları” denmektedir. İki davanın hükümleri ve muhakeme şekli farklıdır. Ceza davaları ile ilgili hükümler Nur Sûresi’nde zina ve iftira cezalarında geçmektedir. Orada dört şehit resmi soruşturmacı şartı getirilmiştir. Ayrıca Bakara Sûresi’nde iki şehidin istişhad edileceği şartı getirilmiştir. Yani burada ise adil sahibi ikisi denmektedir. Yani adil sahibi olmak şartı ile resmi soruşturmacı olması şartı kaldırılmıştır.
Buradan şunu anlıyoruz ki ceza davalarında dört soruşturmacının şehadetine ihtiyaç vardır. Bunlar resmi soruşturmacılar olmak zorundadır. Hukuk davalarında ise iki soruşturmacı gerekmektedir. Bunların resmi soruşturmacı olması gerekmez. Adil sahibi olanlar fahri soruşturmacılardır.
Vatandaşlar içinde adil/adalet sahibi kimseler vardır. Onlar aynı zamanda çevreleri gözetirler. Sonra yargı karşısına çıkıp şahitlik yapabilirler. Halk üç gruptur; fahri soruşturmacılar, şahitlikleri kabul edilmeyenler ve şahitlikleri hakemler kararı ile kabul olunanlar.
Soruşturma yargılamadan daha önemlidir. Faili meçhul cinayetler, otuz yıl süren davalar hep bu soruşturmanın zorluğundan ileri gelmektedir. Yargılama kör topal gitmektedir ama soruşturma en önemli sorunu teşkil etmektedir. Bir taraftan suçsuza ceza verilemez, kimsenin hürriyeti sınırlandırılamaz denmektedir ama bugün öyle değil, soruşturmanın selameti için henüz mahkûm olmayanların, hapishanede olanların sayısı belki de mahkûm olanlar kadardır. Dünyanın her karakolunda dayak atılmaktadır. Onun için soruşturmacılık hakemlikten çok daha önemlidir.
Kendilerini bile güldürecek kurallarla güya adil yargılama sürdürülmektedir. Hâkim kararı ile insanlar tutuklanmaktadır. Sanki hâkim odasında otururken polisten daha iyi bilmektedir. Savcı kararı ile dayak atılmaktadır. Savcı soruşturmayı başaramayınca karakola gönderilmekte ve orada dayakla söyletilmektedir.
Bu sebepledir ki Kur’an’a en çok bu soruşturma kısmında muhtacız.
Burada “Fa” harfi getirilmiştir. Sonra da “İn” şartı getirilmiştir. “İllâ” gibi “Feİn” de istisna için getirilir. İstisna özel durumdur. Ona kıyas yapılmaz. Hâlbuki “Fa” ile getirildiğinde iki ifade eşit hâle gelir. Her iki taraf da asl olur. Bu şartlar altında şahitler de şahitlerin denetimindedir. Hakemler de şahitlerin denetimindedir. Bunun sınırı yoktur. İki şahit aleyhine dava açılabilir ve eski şahitlerin şehadeti iptal edilebilir. Onların aleyhinde dava açılır, onlar da iptal edilebilir. Bunun sınırı yoktur. Buradaki “Fa” bunu ifade etmektedir.
Kehf Sûresi’nde Ashabı Kehf anlatılmaktadır. Onlar mağarada gizlenirler. Sonra 300 sene önceki para ile çarşıya giderler. Bu para ile onlar takip edilmiş ve sonunda bulunmuştu. “Biz onları isar ettik” diyor. Buradaki onları daha önce Allah evlat edindi diyen kimselere isar ettik diyor. Yani saklandıkları yeri buldurduk deniyor. İsar etmek demek ortaya çıkarmaktır. Yani kapalı olan bir şeyi ortaya çıkarmaktır. Asr kökü ile değişik babda fiiller gelmekte, değişik anlamlarda kullanılmaktadır. Elbise dar gelirse asr olmuştur. Dar elbise vücut hatlarını ortaya çıkaran elbisedir. Burada soruşturmanın anlamını ortaya koymaktadır.
Soruşturma sonunda saklanmış gizlenmiş olayın ortaya çıkması asr fiili ile ifade edilir. İsar etmek soruşturma sonunda meçhul fiili ortaya koymaktır. En çok gereken ama en zor olan iştir. Soruşturmanın sonunda iki türlü sonuç elde edilir. Kanaat değil kesin deliller ortada olursa, aksi olma ihtimali yoksa buna “beyan” denmektedir. Tebeyyün etmiş, ispatlanmıştır. Beyan da âyetlere dayanır. Ceza hukukunda bu tür âyetlere gerek vardır.
Soruşturmacı kesin kanıtlara dayanmalıdır. Bir adam öldürülmüştür. Mermi üzerinde yapılan araştırmada ölüm sebebi belli tabancadan çıkan mermidir. Kişi oradan uzaklaşmış, bir saat sonraki aramada adamın üzerinde o silah bulunmuştur. Bu hususlar balistik muayenelerle ve kişiyi yakalayan polisçe sabit olmuştur. İşte bunları tesbit eden soruşturmacı bu kişinin onun tarafından öldürüldüğünü ortaya çıkarmıştır. Bu ispat beyyinedir.
Birçok zamanlarda durum böyle olmaz. Soruşturmacı kesin deliller bulamaz ama kendi kanaati öyle oluşur. Mesela Suriye olaylarındaki benim kanaatim, hedeflenen şey Türkiye ile Suriye arasını açıp İran’la Türkiye’yi kapıştırmaktır. Bu bir kanaattir, delil değildir. Diyelim ki biz bu kanaati beyan ettik. Sonra gerçekten İran ile Türkiye arasında savaş başladı. İşte bu asrdır. Yani önceden bildiriyorsun. Varsayımla bildiriyorsun ama sonunda o varsayım doğrulanıyor. Mağaraya gidiyorlar, ölüler bulunmuştur.
Burada meçhul sığa kullanılmıştır. Diyelim ki şahitler şahitlik yapmış, kişi cezalandırılmıştır. Kaybolan malı belli birinin aldığına şehadet ettiler. Sonra o malın kaybolmadığı, kişinin yerini unuttuğu ortaya çıkmıştır. İşte burada asr olmuştur. İşte bu âyet burada bu durumu tesbit etme durumundadır.
عَلَى أَنَّهُمَا اسْتَحَقَّا إِثْمًا
(GaLAy EanNaHuMay iSTaXaqQa EiÇMan)
“O ikisinin ismi istihkak etmeleri üzerine”
Burada “İsm” kelimesini kullanmaktadır. “Hataen” denmemektedir. Hata yapmışlarsa başka şahit getirilmez, hatanın tashihi söz konusudur. Eski şahitlerin şehadeti reddedilmez, sadece hata ettikleri hususlar tashih edilir. Bu tashih bizzat şahitlerin de hatayı kabul etmesiyle sonuçlanır. Bu âyet yeni deliller ortaya çıkınca iade-i muhakemenin caiz olduğuna delalet ettiği anlamına gelir. Tanıklar şehadet ettiklerinde hakemler kararı hemen vermeyebilirler. Şahitlerin şehadetlerini kabul veya reddetme hususunda kendilerine teemmül müddeti ayırırlar. Bu işte bu teemmül zamanında başka şahitler ikame edildiğinde hakemler onların şahitliklerini reddederler. Bu takdirde hüküm kesinleşmiş olmaz. Şahitlerin de bir sorumluluğu yoktur.
Hakemler karar verdikten sonra artık yanlış da olsa karar kesindir. Haksız da olsa kazanan kazanmıştır. Artık onun elinden kazanılmış hak alınmaz. Hakemler adil sahipleri yani resmi soruşturmacıların şehadetiyle karar vermişlerse sorumlu soruşturmacıların hakemleridir. Onların dayanışması tazmin eder. Eğer hakemler adl/adalet sahibi olmayanların şehadeti ile karar vermişlerse o zaman sorumlu kendileridir. Hakemlerin dayanışması tazmin eder. Karardan sonra rücu yoktur.
Biz bunun uygulamasını şöyle yapıyoruz. Soruşturmacılar soruşturma dosyalarını hakemlere verirler. Hakemler bu dosyaları inceler ve şehadetlerinin kabulüne veya reddine karar verirler. Ne var ki vasiyet ihmal edilemeyeceği için bu reddi yapabilmeleri için başka soruşturmacıların şehadetini kabul etme durumundadırlar.
Adl/adalet sahibi bile olsalar, hakemler adl sahibi olmayanların da şehadetlerini tercih edebilirler demektir. Böyle anladığımız zaman adl sahibi olsalar bile soruşturmacıların şehadetlerini hakemler reddedebilirler. Çünkü bu ikincisinde adl sahibi olma şartı getirilmemiştir.
Bunun istihsanen de böyle olması gerekir. Hakemleri taraflar seçmektedir. Hakemler yansız ve bağımsızdırlar. Tarafların vekili olarak karar almaktadırlar. Başhakem ortak hakemdir. Oysa soruşturmacılar davalı tarafından seçilmiştir. Davalı kendisine yakın olanı soruşturmacı olarak seçebilir. O halde bunların hakemler tarafından denetlenmesi doğaldır.
Bu âyet soruşturmacıların hakemlerin onların şehadetlerini kabul etme veya reddetme yetkileri olduğunu ifade etmektedir.
فَآخَرَانِ يَقُومَانِ مَقَامَهُمَا
(Fa EaOaRAvNı YaQuvMAvNı MaQAvMaHuMa)
“İkisinin makamına diğer ikisi kaim olurlar.”
Burada bahsedilen “Âharân” nekredir yani yukarıda bahsedilen âharân değildir. Zaten Fe harfi olayı tamim etmektedir. Şahitlerin şehadetlerini reddeden hakemler yerine başka şahitlerin ikamesini isterler. Yani olayı hükümsüz bırakmamak gerekmektedir.
Burada vasiyetin asıl olduğu da ortaya çıkmaktadır. Miras âyetleri vasiyetten sonradır demek budur. Önce borçlar ödenir, sonra vasiyetler yerine getirilir. Ondan sonra miras taksim edilir. Vasiyet geneldir. Tüm mamelekin yönetimidir. Miras onun içinde bir cüzdür. Vasiyet asıl olduğu için eğer başka soruşturmacı veya şahitler yoksa o zaman hakemler vasiyeti reddedemezler.
Bütün bunlar hakemlerin karar almasından öncedir. Hakemler karar aldıktan sonra karar kesin olarak uygulanır. Zarar görenler soruşturmacılar veya hakemler aleyhine dava açabilirler. Onlar mahkûm olur, onların dayanışması öder.
“Makamlarına kaim olurlar” demek, aynı duruşmada onlar geçerler demektir. Bu da şahitler şahitlik yaptıktan sonra hemen karar almazlar, şahitlerin şehadetini tetkik ederler. Varsa başka türlü şahitler onları tercih edebilirler.
Birden fazla olsalar da kıyas yoluyla bu işlem yapılabilir demektir. Hakemler, şahitler arasında tercih yapacaktır.
مِنَ الَّذِينَ اسْتَحَقَّ عَلَيْهِمُ
(MiNa elLaÜIyNa iSTaXaqQa GaLaYHiM)
“Üzerlerine istihkak eden kimselerden”
Şöyle açıklanmaktadır. Müstahaklardan bazıları kendilerine yapılan vasiyetleri soruşturmacılar tarafından ispatlarlar. Davalısı yoktur. Davalı olan ölen kimsedir. Henüz tereke dağıtılmamıştır. Kayyum atanmış, kayyum mallarını yönetmektedir. Kayyum vasiyetleri resen yerine getirmez. Vasiyet olunanlar hakemlere giderler ve hakemler vasiyeti kabul eder, kayyum ondan sonra mahkeme kararı ile vasiyeti infaz eder.
Bu arada başkaları çıkar, onlar da kendileri lehine vasiyet edildiğini iddia edebilirler.
İşte burada eğer hakemler ilk vasiyetin hatalı olduğuna karar verip yeni vasiyeti geçerli sayarlarsa kayyum ona göre taksim yapar. Burada hakemler sorumlu değildirler. Soruşturmacılar da sorumlu değildirler. Henüz miras taksim edilmediği için adil karar verilince sorumlu söz konusu olmaz.
Burada haksızlığa uğrayanların getirdikleri şahitlerdir. Bu da şunu gösterir ki şahitler davacı tarafından getirilir. Peygamberin “Beyyine davacıya düşer” sözü, yeminin davalıya düşeceğinin delili olmaktadır. Yani şahitlerin ikisi veya dördü de davacı tarafından ikame edilir. Buradaki “Min” bunu açıkça ifade etmektedir.
“İstehakka”nın faili müstetir zamirdir, o da “ism”e racidir. İsm kendileri aleyhine tahakkuk eden kimselerin getirdiği şahitle denmiş olur. “Him” zamiri “Ellezîne”ye gitmektedir. Meçhul sığasıyla da kıraat vardır. Naibi fail “Aleyhim” olur.
الْأَوْلَيَانِ
(eLEaVLaYAvNı)
“Evlâ olan ikisi”
“Evlâ olan” denmektedir. Bu muahhar mübteda olur, “Âherâni”nin sıfatı olurlar. Âherân” mukaddem haber olur.
Neden nekre getirilmemiş de marife getirilmiştir?
Bunların onlardan daha evlâ olmaları gerekir. Hakemlerin takdiri böyle olmalıdır. Bu iki şekilde anlaşılır. Birileri adil şahitler olurlar diğerleri ise meçhul şahitler olurlar. Böylece şahitlerdeki vasıflardan dolayı evlâ olurlar. Yahut hakemler dosyaları tetkik ederler, oradaki belgeler ve beyanlar daha inandırıcı olur, bundan dolayı evlâ olurlar.
فَيُقْسِمَانِ
(Fa YuQSiMAVNı)
“İkisi kasem eder.”
Bir kimsenin konuşurken yemin etmesi veya suçu itiraf etmesinin hukuki bağlayıcılığı yoktur. Hukuki bağlayıcılık resmi duruşmada yemin etmesidir. Bundan önceki âyetlerde de ikisi kasem eder denmiştir. Orada namazdan sonra hapsederseniz denmiştir. Burada onların makamına ikame edersiniz denmiştir. Bugün mahkemelerde hâkimin yeri vardır, savcının yeri vardır, davalının yeri vardır, davacının yeri vardır. Tanıkların yeri de taraflar arasındadır.
Kur’an şahitlere özel yer vermiştir. Onların makamına ikame ederler demekle onların makamlarının olduğu belirtilmiş olur. Şahitlerin yeri olunca davalı hakeminin de davacı hakeminin de makamı olacaktır. Davalı ve davacı da duruşmada hazır bulunur. İkrarların yani itirafların bizzat kendileri tarafından yapılması gerekir. Af da böyledir. Hakem hakemi bulunduğu kimsenin adına affedemez, ikrar da edemez.
Başhakem şahitlerin karşısında oturur. Hakemler yanlarda yüzleri ortaya doğrudur. Davalı ile davacı ise kendi hakemlerinin yanında otururlar. Oradaki ifadeler ve ikrarlar geçerlidir, beyyinedir. Sonradan rücu geçerli değildir. İlk şahitlerde irtiyab ederseniz (şüpheye düşerseniz) denmiş, hakemlerin takdirine bırakılmıştır. Hakemlerden biri yemin talebinde bulunursa ittifak olmadığından irtiyab var demektir. Burada ise yemin hakemlerin takdirine bırakılmamış, taraflar talep etmeseler de yemin etmeleri talep edilmiştir.
Yeminin manâsı şudur; hatalı olması hâlinde biz sorumluyuz, bizim dayanışma tazmin eder demektir.
بِاللَّهِ
(BilLAHı)
“Billahi”
Allah’a kasem ederler yani Allah’ı teminat gösterirler yani topluluk onların teminatıdır. Böyle bir ifade ile şahitlik yapınca topluluk sonra onu ödemekle yükümlüdür yani ocak onu ödemekle yükümlüdür. Çünkü topluluk tarafından başkana yetkiler verilmiştir.
Önce şahitler ahlâkî dayanışma sorumluları tarafından tezkiye olunurlar, ahlâkî dayanışmalar da bucak başkanları tarafından tezkiye edilirler. Bucak içinde böylece herkesin adil olmada yeri vardır. Adil olanların ve mecruh olanların derecelerini başkan tayin eder. Onların şehadetlerine kefil olmuş olur.
Sonra fitne çıkaranları başkanın bucağından sürme yetkisi vardır. O halde şahitler yemin edince topluluğun teminatını almış olurlar. Başkan yemin etmemeleri için uyarabilir. Dinlemezlerse sürebilir. Başkanın sürme yetkisi hicret demokrasisinin temelidir. Vatandaşın göç etmesine izin vermezseniz, başkanın da sürme yetkisine imkân tanımazsanız o zaman hicret demokrasisi olmaz, ister istemez ekseriyet demokrasisine gidersiniz.
لَشَهَادَتُنَا أَحَقُّ مِنْ شَهَادَتِهِمَا
(La ŞaHADaTuNAv EaXaqQu MiN ŞaHADaTıHıMAV)
“Bizim şehadet etmeye ikisinden daha fazla hakkımız vardır.”
Buradan öğreniyoruz ki ikinci şahitler birinci şahitlerin dosyalarını tetkik etme imkânına sahiptirler. Şahitlerin dosyaları gizlidir. Onların ifşası ve ona dayanarak dava açılamaz. Dosyalar yalnız şahitlerin kendilerinde olur. Ne var ki ikinci şahitler birincilerin dosyalarını tetkik edecekler ve kendileri daha fazla mevsuk hükümler getireceklerdir. Eşitse eski şahitlerin şehadeti geçerlidir. Daha fazla açık deliller bulunmaktadır. Eşitlik ilkesi içinde sorumluluktan kurtulamazlar.
Biz aramızda tartışırken bir konuda ben delil getirdim. Karşı tarafın benim delillerimi tevil etme yetkisi yoktur. Kendisi daha kuvvetli delil getirirse o zaman benim delilimi cerh etme ve teviller yapma yetkisi vardır. Örnek olarak bizden öncekiler elin kesilmesini koparma şeklinde anladılar, biz ise yaralama şeklinde anlıyoruz diyelim. Âyetteki kat’ kelimesi ikisine de delalet eder ama bizden öncekiler onu koparma şeklinde anladıkları için bizim onlara itiraz etme hakkımız yoktur. Çünkü kelime eşitlik içinde delalet etmektedir. Başka bir delil bulur ve orada tevilsiz kolun koparılamayacağı ispat edilirse, o zaman eski içtihadı doğru bulmayabiliriz. Biz bunu yapıyoruz.
Fıkıhçılar recm hükmünü icma ile kabul ettiler. Biz zina âyeti ile fuhuş âyetlerine dayanarak recmin Kur’an’da olmadığını söylüyoruz. Sam Adian ve Cengiz Demirci benim Kur’an’daki delillerimi ve sünneti çürütmeye çalışıyorlar, benim delilimin çürümesi ile kendilerini haklı zannediyorlar. Benim delillerimi tevilden önce kendilerinin daha kuvvetli delil getirmeleri gerekir. Mervan’ın sürülmesi olayını Cengiz savaş durumu ile tahsis etmektedir. Bu tahsis ancak başka durumda sürülemez deliliyle kanıtlandığı zaman geçerlidir. Yoksa ben senin delilini böyle tevil ediyorum, ben haklıyım demek, işte bu âyetin sarih ifadesi ile reddedilmektedir. Bir öneri geldiği zaman o öneri ona eşit bir öneri ile reddedilmez. O zaman mescid-i dırar olur. Yeni öneri daha üstün olmalıdır.
وَمَا اعْتَدَيْنَا
(Va Mav iGTaDaYNa)
“Biz i’tida etmedik.”
Adavet cepheleşmektir.
“İ’tida etmek” demek kendi kendine cephe kurmaktır. Karşı olduğunuz yerde ona karşı cephe kurmayacaksınız. Yani onlar böyle söylüyor, biz de böyle söylüyoruz diye cephe kurmayacaksınız. Senin dediğin yanlış, benim dediğim doğru demeyeceksiniz. Hak karşı tarafta olduğu zaman derhal teslim olacaksınız.
Bize karşı ya muhalefet etmiyorlar ya da cephe kuruyorlar.
Erbakan öyle yapmadı.
Şimdi Lütfi Hocaoğlu ve Hüseyin Kayahan cephe oluşturmuyor. Sam Adian, Mete Firidin ve Cengiz Demirci ise cepheleşiyorlar. Bu serbest tartışmalarda hukuki sorun doğurmadığı yerlerde meşrudur. Çünkü cephe kurmazsanız tartışma devam etmez. Ama yargı önünde yeminden sonra artık cepheleşme kendi görüşlerimi savunma olmalıdır.
إِنَّا إِذًا لَمِنَ الظَّالِمِينَ
(EinNAv EiÜan La MiNa elJAvLıMIyNa)
“Biz o zaman zalimlerdeniz.”
“Zulmetmek” demek haksızlık yapmak demektir. “Zulumat” karartmak demektir. Delilleri gizlemek, gerçeklerin ortaya çıkmasını önlemek zalimliktir.
Burada başka bir sorun ortaya çıkmıştır. Mecruh olmayan erkekler doğru şehadette bulunmakla yükümlüdürler. Bildiklerini söylemekle yükümlüdürler. Söylemedikleri zaman zulmetmiş olurlar.
Bu âyete dayanarak karakolda dayak atmayı meşru hâle getirebiliriz. Çünkü doğru beyanatta bulunmayan zalimdir. Haramlar kısas iledir. O bize zulmediyorsa bizim de ona zulmetme hakkımız doğar. Nitekim bugün karakollarda yalnız dayak atılmamaktadır, işkence yapılmaktadır. Biz karakolda dayak atma hususunda şöyle fetva veriyoruz.
Soruşturma önce şifahi yapılır, kayda alınır, sonra yazılı ifadelere başvurulur. Başkanın izni ile sanık veya tanık duruşmaya çağrılır. Bugün sözlü ve yazılı soruşturma karakolda yapılmaktadır. Biz buna cevaz vermiyoruz. Çünkü zulümdür. Kişiyi çağırıp görüşme yetkisi yalnız bucak başkanına ait olduğu için onun duruşmaya çağırması normaldir.
Ayrıca hakemler bildikleri halde delilleri gizlediğine hükmedilirse yani sanık veya tanık bildiklerini gizliyorsa işte o zaman karakol soruşturması yapılabilir.
Karakol soruşturmasında uygulanan soruşturma işkencelerinin sınırı yoktur. Söyletinceye kadar zorlama uygulanabilir ama buna da denge getiriyoruz.
Bu denge nedir?
Diyelim ki katil tabancayı gizledi, bize söylemiyor. Biz de dişlerini sökerek tabancanın yerini itiraf ettirdik veya ettiremedik. Yapılan işkencede devlet görevlisi olmayan kimseye ne ceza verilecekse o ceza görevliye verilir. Kısas uygulanmaz. Diyete dönüşür. Diyeti de devlet öder. Burada tek istisna kısasın diyete, ağır diyete dönüşmesidir. Diyet o kadar büyüktür ki normal olarak herkes diyeti tercih eder. Bunun için af yetkisi vârislere verilmemiştir. Hattâ kıyasla diyebiliriz ki kısası affetme mağdurun elinde değildir. En yakın erkek kimse karar verir. Çünkü bu tür saldırılar kişiye değil fasılasına yapılır. Buradaki önemli husus biz ona baskı yapmada haklı olalım. Tabancasını itiraf ettirelim yahut biz hata edelim. O tabancanın başkasında olduğu sabit olsun. Tazminat miktarı değişmez.
ذَلِكَ أَدْنَى
(ÜALiKa EaDNAv)
“Bu edna olanıdır.”
“Deni” yakını demektir. Kelimenin çıkışı Türkçedeki “dana” kelimesiyle benzerdir. Yavrunun anasına yaklaşıp süt emmesidir. Yaklaşmak anlamındadır. Alçalarak yaklaşmak demektir. Bu sebepledir ki “dun” kelimesi dışında anlamında olduğu gibi yakınında anlamı da vardır. Bedenden ayrıldığı için dunundadır, ona yakın olduğu için de onun dunundadır. Bu en uygun olanıdır demektir.
Buradaki en uygun olanı i’tida etmemek yani taraf tutmamak, cepheleşmemek demektir. Cepheleşenler zalimdirler. Zulmü istihkak ederler demektir.
“Edna” kelimesi Kur’an’da 10 yerde geçmektedir, “el-Edna” 2 defa geçmektedir. “Edna” kelimesi bir yerde gecenin üçte iki yarısı üçte bir ednasında denmektedir. Burada en az anlamında değildir. Çünkü en az üçte bir olarak belirtilmiştir. O halde “Edna” kelimesi yaklaşık, takriben anlamına gelir. Burada da asgari şart değil normal şart budur demektir. “Ednası” demek en uygun olanı anlamına gelmektedir. “Dun” kelimesinin ism-i tafdili olmaktadır. “Dun” olması gereken anlamına geldiğine göre yani uygun olan demek olmuş olur. “Edna” da en uygun olanı anlamına gelir. Hocaoğlu ve arkadaşlarının hazırlamakta oldukları Ruhu’l-Kur’an’da “dun” kelimesi incelenmiştir.
Allah insanı zalum ve cehul olarak yarattı. Bu zavallılık durumundan kurtulması için ona akıl verdi ve kitaplar göndererek içtimai kurallar oluşturdu. Bunlardan biri savaştır.
Savaşı ortadan kaldıralım diyorlar. Oysa savaş olmazsa denge bozulur. Hayvanları koruma derneği ortaya çıkmış, dağdaki ayılara dokunmayacaksın diyorlar. Tekel sermaye insanları hayvanlar gibi oynatmaktadır. Et yemeyeceğiz. Ormanlardan yararlanmayacağız. Bir ağacı kesmekle bir otu koparmak, bir armudu yemek arasında ne fark vardır?
Allah’ın yarattığı bu dünyayı beğenmiyor, kendileri tamirat ve ıslahat yapmaktadırlar!
Kur’an diyor ki; o zaman yer ve göklerin kuturları dışına çıkınız.
Yani bizim görevimiz bozuk olan dünyayı düzeltmek değil, düzeni bozmamaktır.
Savaş meşru olduğu gibi hakemlerin kararından sonra karakolda dayak atmak da meşrudur. Başka türlü soruşturma yapılmaz. Ne var ki bunu dengelemek için atılan dayak kadar, yapılan işkence kadar kişiye tazmin edilmektedir. Bugün yasalarda dayak ve işkence yasaktır ama o zaman da hukukun denetiminden çıkar ve zulüm mekanizması hâline gelir. Bugünkü anayasalarda polis kimseyi yakalayamaz, üstünü arayamaz, durduramaz. Ancak mahkeme kararı gerekir. Oysa trafikte polis durduruyor, arıyor, alkol muayenesini yapıyor. Evet, bizde de polis arabayı durdurur ve arar ama alıkoyduğu müddet kadar araba kirası ve şahsın yevmiyesini ödemek zorundadır. İçkili ise karakola götürebilir ve trafiğe çıkmasına izin vermez ama alıkoyduğu kadar onun yevmiyesini devlet ödemek zorundadır. Yoksa kişi arabasını sarhoş sarhoş sürer, kaza yaparsa kasten fiili iras etmiş kabul edip cezalandırırız.
Her olayı hukukun içine almalısınız. Bu yasaktır demeniz bir şey ifade etmez.
أَنْ يَأْتُوا بِالشَّهَادَةِ
(EaN YaETUv Bi elŞaHADaTi)
“Şehadeti getirmeleri.”
“En Yeşhedû” denmemiş de “En Ye’tû” denmiştir.
“Şehadet etme” demek şahitlik yapma demektir. Adil şahitlik yapmanın anlamı kişiye göre doğrusunu söylemek demektir. Ama şahitliğin uygun bir şekilde ifa edilmesi ise şehadet getirme ve şehadet ile gelme demektir. Yemin etmeleri ve yeminli şehadet sebebiyle yanlış çıkarsa sorumlu olmaları, i’tida ettikleri takdirde zalim durumuna düşecekleri, dayağı hak edecekleri hükümleri ile şehadet uygun şekliyle gelmektedir.
Bucağın nüfusu 5 000 civarındadır. Bir başkan bütün halkı tanımaktadır. Oranın güvenliğini sağlamakla yükümlüdür. Denetim mekanizması çalışmaktadır. Polis polisle denetlenmektedir. Hakem hakemlerle denetlenmektedir. Ne var ki sonunda bir yerde bu denetleme yetkisinin sona ermesi gerekir. Bugün bu devlet çapına çıkarılmış, hattâ uluslararası yargı üstünlüğü getirilerek sermayenin saltanatı teslim edilmiştir. Bugün tüm yeryüzünü sermaye denetlemektedir ama denetleyememektedir.
İşte İslâmiyet bunu bucak başkanına kadar çıkarır. Son denetleyici bucak başkanıdır. Bucak başkanını kimse denetleyememektedir. Hakemler aleyhine karar verebilmekte, mahkûm edebilmektedirler. Ne var ki kısaslar diyete dönüşmekte, diyet de bucak tarafından ödenmektedir.
Başkan nasıl denetlemektedir?
Denetleme iki şekilde yapılmaktadır.
Birincisi suç işlemekten önlemedir. Bu başkanın yetkisindedir. Başkan görevli kılacağı yetkililerle bucağında suç işlemeyi önler. İşte başkanın bu yetkisi sonsuzdur. Başkanı bu hususta denetleyen yoktur. Onu vali denetlerse o zaman merkezî yönetim doğar, demokrasi biter, şeriat biter.
İkinci denetleme mekanizması ise caydırıcılıktır. Olay vuku bulduktan sonra şahitlerin şehadeti ile kişiyi mahkûm etmedir. Bu caydırıcılık cezalarını vermek başkanın yetkisinde değildir, o yargının yetkisindedir. Başkanlar da yargı denetimindedir, azledilebilir.
İşte, genel anayasa kuralı açıklanmış oluyor. Kişiyi görevden alma veya görev verme yetkilinin yetkisindedir ama görevde kaldığı müddetçe görevi ifa ederken onu atayan kimse ona karışamaz, talimat veremez. Görevli onu atayana değil topluluğa karşı sorumludur. Başkan da yargıya karşı sorumludur.
Adaletin tesis edilebilmesi için şehadetin ednası yani en uygunu yapılmalıdır. Burada “en ye’tiya” ikisinin getirmesi dememiş de “getirmeleri” denmiştir. Birinci ve ikinci şahitle birlikte zikredilmiş olur. Buradaki zamir dördüne gider. Hattâ şahitlerin şehadeti dayanışmanın tezkiyesine bağlıdır. O halde şehadet müessesesinde yer alan herkese gidecektir.
Şehadet müessesesinin uygun çalışması tezkiye müessesesidir yani şahitlerin şehadetinin güvenceye alınmasıdır. Bunun için dayanışma ortaklıkları tarafından güvence verilmesi yani sigortalanması gerekmektedir. Şahit kasten veya bilmeyerek hatalı şehadet yaparsa doğan zararları ödemek üzere dayanışma ortaklıkları güvence verirler yani velayet müessesesi çalışır. Bugün bu müesseseler kalkmıştır. Suçların sigortalanması olmadığı için şahitler denetlenememektedir.
Şehadet müessesesinin tam işleyebilmesi için soruşturmacılara belli ücretlerin ödenmesi gerekir. Bu da kâtip ve şahit zarara sokulmaz âyeti ile teşri edilmiştir. Şahitlik bir taraftan çok sorumlu bir iştir diğer taraftan zorunludur. Bunun için karşılığı verilmelidir ve şahitler korunmalıdır, güvenceye alınmalıdır. Önce diyetleri diğer insanların diyetlerinin iki misli hattâ dört misli olur. Ben ölsem de çocuklarıma hazineler bırakırım diyerek her şahit görevini yerine getirecektir.
عَلَى وَجْهِهَا
(GaLAv VaCHiHAv)
“Vechi üzere”
“Vech” yüz demektir, yön demektir. Herkesin vichesi vardır o oraya yönelir denmektedir. Yön mecazi olarak kural anlamına gelir. Demek ki kuralları üzerine şahitlik yapmaları için bu sisteme uygundur.
Özetlersek:
1- Şahitlik dayanışma ortaklıkları tarafından güvenceye alınmıştır, hata yaparsa biz tazmin edeceğiz demektedirler.
2- Şahitler hakemler tarafından denetlenmektedir. Kabul veya reddedebilmektedirler.
3- Şahitlik yapabileceklerin derecelerini başkanlar tesbit etmektedirler.
4- Başkanlar bunları kendi bucaklarından sürebilmektedirler.
5- Şahitlerin şehadetleri de başka şahitler tarafından denetlenmektedir.
6- Şahitler dayak atabilmekte, dayak atarsa tazminat ödenmektedir.
En önemli husus yerinden yönetimdir. Her bucak kendi soruşturma sistemini kendisi koyar. Hicret demokrasisi ilkesi içinde halk bucaklarını değiştirir ve yeni bucaklar kurar. Eski bucakların nüfusu 3000’den aşağı düşer ve tasfiye edilir. Böylece bucaklar arası yarış olur.
Komünizm bucakları veya kapitalizm bucakları İslâm bucaklarından daha iyi olursa III. bin yıl uygarlığını onlar kurar diyoruz...
Kur’an Allah’ın kitabı ise III. bin yıl uygarlığı “Adil Düzen Uygarlığı” olur...
Adil Düzen Çalışanları ne kadar büyük bir görevle görevlendirildiklerini düşünsünler ve uykularını kaçıracak şekilde çalışmaya başlasınlar...
أَوْ يَخَافُوا أَنْ تُرَدَّ أَيْمَانٌ بَعْدَ أَيْمَانِهِمْ
(EV YaPAFUv EaN TuRadDu EaYMAVNun BaGDa EaYMAVNiHiM)
“Yahut eymanlarının arkasından başka eymanın reddolunmasından korkmaları”
Ya şehadeti vechiyle getirirler yahut eymanlarının arkasından başka eyman reddolunur.
Yeminlerinden sonra başka yeminler gelmektedir. Buradaki yeminler ilklerin ve ikincilerin yeminidir. Onun için tesniye değil de cem gelmiştir. Nekre olan eyman ise çoğuldur. İki kişinin şehadeti değil de çok kimsenin şehadeti söz konusudur.
Buradan yeni bir kural ortaya çıkmaktadır. Önce iki kişi şehadet eder. İlk şahitlerin şehadetlerinden kuşkulanılırsa ikinci şahitler dinlenir. İkinci şahitler daha açık delille gelmelidirler. Şimdi ise şahitlerin soruşturulması söz konusudur. Yani şahitlerin şehadet ettikleri hakemler karar verdiler ve karar infaz edilir. Bundan sonra artık karar aleyhine dava açılmaz. Şahitler aleyhine dava açılır. Onlar da yemin ederler. Şahitleri mahkûm ederler. Yalnız bu şahitler iki değil dört olmalıdır. Şahitlerin muhakemesi ceza muhakemesi olduğu için şahitler dört olmalıdırlar. Ceza davaları hükümleri gereği dört olmalıdırlar. Burada bu husus ayrıca nass ile teyit edilmektedir. Nekre olmayan çoğuldur. Bu ifadeden anlaşıldığına göre ayrıca ceza davalarında da şehitlere yemin ettirilmesi gerekmektedir.
Ceza davalarında da her şahit için ayrı ayrı dört şahidin şehadeti gerekmektedir. Hukuk davalarında her şahit için iki şahit böylece dört şahit edecektir. Ceza davalarında her şahit için ikişer şahit 8 şahit etmektedir yahut 16 şehit etmektedir. Kural olarak ikili kat ilkesi alınır.
Hakemler aleyhinde açılacak davalarda her üç hakem için ikişer şahide gidilmesi gerekir. Hakemler kararlarını ittifakla ilan ederler. Muhalif olan varsa hakemlikten çekilir. Karar böylece alınmamış olur. Çekilmemişse karara katılmış sayılır.
Bizim verdiğimiz bu manânın sahih olması için “red” kelimesinin müracaat anlamında kullanılması gerekir. Bir şeyi reddetmek geri çevirmek anlamına geldiği gibi bir şeyi reddetmek ila ile kullanıldığı zaman işi ona havale etmek demektir. (4/59) de bir şeyde tenazu ederseniz onu Allah’a ve resulüne reddedinizdeki manâ budur. Yani dava yeni şahitlere, yeni hakemlere reddolunacaktır.
وَاتَّقُوا اللَّهَ
(VaitTaqUv elLAHa)
“Allah’a ittika ediniz.”
Bu hususta kurallar koymak ve görevler bölüştürmek topluluğa aittir. Herkes içtihadı ile hareket edecektir. Topluluk da icmalarla kararlarını alacaktır. Her bucak yetkilidir. Bunları yaparken Allah’a ittika edecektir. Dolayısıyla bu hususta merkezden baskı yapmak yoktur. Her bucak kendi soruşturmasını kendisi yapar. İl içinde olay cereyan etmişse il soruşturması ve yargısı yargılar.
Bucak içindeki davalara il, ülke ve insanlık mahkemeleri müdahale edemez.
İnsan cüzi iradesine sahip olduğundan, insanlar kendi içtihatları ile yerinden yönetimlerini oluştururlar ve kendi icmaları ile hareket ederler. Ancak davacı iki bucak arasında ise yahut olay merkez bucaklarda cereyan etmişse o davalara merkez bucakları bakar. Diyelim ki ilçede alışveriş yapılmıştır. Niza ilçe içindeki akitlerden doğmuşsa onu ilçe soruşturmacıları soruştururlar. Bölgede bir akit söz konusu ise bunu da ülke soruşturmacıları soruştururlar. Hac yollarında veya kıta merkezlerinde bir anlaşma olmuşsa onu insanlık soruşturmacıları soruştururlar. Denizlerdeki olaylar da böyledir.
İşte görülüyor ki bütün bu sınır ve yetkilerin tespitini ittika içinde topluluklar yapacaklardır. Parça parça orada burada alınan kararlarla çıkarılan kanunlarla değil, genel tek kanunla ve atama ve yetkilerle yapılacaktır. Usul ve kurallara göre yapılacaktır.
“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” bunların nasıl yapılacaklarını ortaya koymaya çalışmıştır. Kur’an üzerinde durdukça eksiklikler ortaya çıkmaktadır. Şahitlerin daha çok sayıda şahitlerle muhakeme edileceklerini şimdi öğrenmiş bulunuyoruz.
وَاسْمَعُوا
(Va İSMaGUv)
“Ve sem’ edin”
Bugün uluslararası kabul edilen bir kural vardır. Herkesin savunma hakkı vardır. Sanık dinlenmeden ve savunması alınmadan mahkûm edilemez.
Bu sebepledir ki Anayasa Mahkemesi’nde Erbakan ve arkadaşları muhakeme edilmeden, soruşturma yapılmadan, savunması alınmadan mahkûm edilmişti. Bu uygulama dünyadaki bütün hukuk anlayışlarına aykırı idi. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi bu hususu Türkiye’ye hatırlattı. Sonra hile yaptı. Önce partiyi kapattı. Sonra da bu dosyalara artık gerek kalmadı dedi. Hâlbuki parti o dosyalardaki olaylardan dolayı kapatılmıştır. Bu karar yanlış bir karardır. Sonra diğer dosyalar ayrı dosyalardır. Dosyaları birleştirmeden diğer dosyalar hakkında karar alınamaz. İşte Allah’tan ittika etmek budur. Bilhassa savunma alınmadan kesinlikle karar verilemez.
Biz Kur’an’da savunma hakkı konusunda delil bulamıyorduk. İşte delil burada duruyormuş. “Her söze kulak verirler en iyisine uyarlar” âyeti genel olarak her söze kulak verileceğini içermektedir. Savunma hakkı da bunun içine dâhildir ama burada özel olarak yargıda şahitlerin mutlaka dinlenmesi gerektiğini ifade etmektedir. Şahitler dinlenecekse sanıklar elbette dinlenecektir. Kaldı ki sem’ edenin mef’ulü zikredilmemiştir. Sanıklar da dâhildir.
Sanıklara haber ulaştığı halde gelmezlerse, gelmedikleri için dinlenemezlerse durum ne olacaktır, dava askıya mı alınacaktır? Sanıkların gelmemesi hâlinde savunma alınmadan kişi mahkûm edilemez. Ama sanıklar başkanın davetine icabet etmiyorsa hakemler bunun hakkında hukuk dışına çıkmıştır diye karar verebilirler. Bu hususta davacının haberinin kendisine ulaştığını ve kasten gelmediğini kanıtlaması gerekmektedir.
Güvenceli davalarda maddi sorumluluklarını dayanışmalar alacağı için dayanışmaların savunma yapması yeterli görülebilir.
Buradaki sem’ edin emri bucak yönetimine aittir. Öyleyse bucakta sem’ eden bir müessese olmalıdır. Bu mahkemedir, duruşmadır.
وَاللَّهُ لَا يَهْدِي
(Va elLAHu LAy YaHDi)
“Ve Allah hidayet etmez.”
İhtida etme içtihat yapmaktır. Hidayet ise müçtehide bilgi vermektir, kılavuzluk yapmaktır. İttika edilecek ve sem’ edilecek.
Sem’ ile istima’ arasındaki fark; istimada söyleyenin muhataptan haberi olmayabilir, sem’ ise karşılıklı konuşmadır. İttika etmeyen veya savunmasız kişileri mahkûm eden topluluklar fasık topluluklardır. Allah onlara yol göstermemektedir. Yukarıdaki sem’ edin emri Allah’ın bu buyruklarını dinleyin anlamında da olabilir. O zaman sem’ edin içtihat edin anlamındadır, yani dört delile dayanarak kararlar alın anlamına da gelmiş olur.
الْقَوْمَ الْفَاسِقِينَ (108)
(el QaVMa el FAvSıQIyNa)
“Fasık kavim”
Namuslu kadınlara iftira eden kimseler fasıktırlar ve onların şehadeti kabul edilmez. Yalandan şehadet edenler de fasıktır. Onların da şehadetleri kabul olunmaz.
Bir topluluk eğer gerçek soruşturma sistemini kurmamış, adil yargılama yapamıyorsa, o topluluk fasıktır yani bugün bütün dünya fasıktır. Çünkü dünya henüz adil yargılama sistemini kuramamıştır.
Kelime burada harfi tarifle gelmiştir. “Fasık kavim” maruftur. Ahd için alırsanız bugünkü Türkiye diyebilirsiniz. Cins için alırsanız bugünkü tüm yönetimler denmiş olur.
“Fasık kavim” maruf olduğuna göre onu bizim tanımlamamız gerekir.
Bundan önceki âyetlerin delaleti ile gerçek sonuçları ortaya koyan soruşturma sistemini kuramamış topluluklar fasık topluluklardır. Meçhul cinayetli topluluklar fasık topluluklardır. Kasamesi olmayan topluluklar fasık topluluklardır.
Mevcut mevzuatımızda hakemlik sistemi geçerlidir. Ceza davalarında hakemlik sistemi geçerli değilse de tazminat sisteminde iki taraf hakemlere gidebilirler. O halde “Adil Düzen” bucağını kurduğumuz zaman kooperatif yönetimi içinde bütün bunları uygulayabiliriz. Ceza olarak da kooperatiften çıkarabiliriz. Yani örnek bucak kurma imkânımız daima vardır.
Akevler böyle bucak kurma amacı ile yola çıkmış ama pek çok sıkıntılarla karşılaşmıştır. Başaramamasının sebebi o günkü yönetimin hukuk dışı baskılarıdır. Akevler müdahil olmuyor. Çünkü baskı yapan Çevik Bir değildi. Baskı yapan MİT idi. Onlar da kendileri baskı yapmıyordu, kiraladıkları kimselere yaptırmışlardı. Onları şikâyet ettiğimizde beraat ettiriyorlardı. Bunu kim sağlıyordu? Dışa bağımlı basın bunu yapıyordu. O basın genel baskı oluşturuyordu. Onlar bugün dava edilemez. Belki de onların da suçu yoktu. Takdir-i İlâhi böyleydi.
Bizim şimdi istediğimiz bundan sonra zulüm olmasın, devletimiz fasık olmaktan çıksın. İşte “Adil Düzen İnsanlık Anayasası” bunu sağlamak ve bu konuda çalışmak için kaleme alınmıştır. Hiç dinleyen var mı?!.