MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
Süleyman Karagülle
2250 Okunma
MAİDE 16-17

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 15

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

يَهْدِي بِهِ اللَّهُ مَنْ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ سُبُلَ السَّلَامِ وَيُخْرِجُهُمْ مِنْ الظُّلُمَاتِ إِلَى النُّورِ بِإِذْنِهِ وَيَهْدِيهِمْ إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (16)

 

يَهْدِي بِهِ اللَّهُ

(YaHDi BiHi elLAHu)

“Allah onunla hidayet eder.”

 “Ey ehli kitap” diye başladığı hitapta “size resulümüz geldi” demektedir. Sonra da harfi atıf yapmadan “Allah’tan nur ve mübin kitap geldi” deniyor. Oradaki "biz"den buradaki Allah lafzına geçiliyor. Oradaki Allah “biz” zamiri ile işaret edilen Allah’tır. Ben size söylüyorum. “Süleyman Karagülle size yeni haberler getirdi” dersem, burada “Ben Süleyman’ım” demiş olurum. İşte Allah da Kur’an’da “Size Allah’tan resulümüz geldi” dedikten sonra, “Allah’tan nur ve mübin kitap geldi” dediğinde; “Ben gönderdim, ben Allah’ım” demiş oluyor.

Kur’an bu yolla devamlı olarak bu sözlerin Allah sözü olduğunu ve Hazreti Muhammed’in de tanrı olmadığını ifade etmiş olmaktadır.

Şimdi “Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Bundan önceki “Allah” âlemlerin rabbi Allah’tır, buradaki “Allah” rabbin yeryüzündeki halifesi olan topluluktur. Yani buradaki hidayet içtihat ve icmalarla oluşan şeriattır, “Adil Düzen”dir. İçtihatlarda hata olabilir ama icmalarda hata olmaz. İçtihatlarda hata olsa bile Allah o hataların yapılmasına izin vermiştir. Demek ki Allah öyle hataların yapılmasını murad etmiştir.

İçtihatlardaki hataların affedilmesi ve icmaların hatasız olması için içtihatların bazı şartları vardır.

  1. Bir konuda içtihada başladığınız zaman o konuda mevcut olan kanaatlerinize dayanak aramalısınız. Eski bilgilerinizin etkisi altında kalmamalısınız. Tamamen yeniden başlamalısınız.
  2. Bu hususta söylenecek sözlerin hepsine kulak vereceksiniz. Bütün görüşleri önce göreceksiniz.
  3. Sonra siz çözüm önerilerinizi oluşturacak ve varsayımlarınızı ortaya koyacaksınız. Bu varsayımları başkaları ile tartışacaksınız.
  4. Tartışmadan sonra içinizde doğan kanaat sizin içtihadınızdır. Artık siz onunla amel edeceksiniz. Eğer diğerleri de aynı sonuca varmışlarsa, muhalif yoksa, o zaman o “icma”dır.

İcma hâsıl olmayan hususlarda eğer sizin kanaatiniz kesinse içtihadı dondurursunuz. Yeni delil ortaya çıkmazsa artık onun üzerinde içtihada devam etmeniz gerekmez. Kanaatiniz kesin değilse, icma da yoksa, o zaman bir taraftan amel ederken diğer taraftan içtihada devam edeceksiniz.

Burada “hidayet eden” kitab-ı mübin olacaktır. Buradaki “Hu” zamiri ona gitmektedir. Kitab-ı mübin, bugünkü müsbet ilimlerin ışığında Kur’an’ı yorumlayarak çağımızın sorunlarını çözmedir, yani bu şekilde oluşmuş içtihat ve icmalardır.

“Kitab”ın müfret ve nekre ifade edilmiş olması şunu göstermektedir. Parça parça içtihatlar ve icmalar değil, sistem hâline konmuş bir açıklama olmalıdır. Deliller Kur’an’a dayanmalıdır. Ama sistem birden ortaya konmalıdır. Örnek olarak miras âyetlerini ele alalım.

Yaptığımız içtihatla annenin mirasının birli ikili değil de eşit olarak bölüşülmesi gerektiğini ortaya koyduk. Sadece bu şekildeki münferit çözüm değil, miras âyetleri birden ele alınıp ortaya konmalıdır. Orada bu içtihadımız yerleşmelidir. Yalnız “miras” değil, tüm “hukuk sistemi” birden ele alınmalıdır ve bu sistem “bir tek kitap” hâline getirilmelidir.

İçtihat ve icma sistemi bir kitap hâlinde zikredilmeli, yüzlerce veya binlerce kanunlar şeklinde değil, tek kanun olmalıdır, tek yasa olmalıdır. Bu yasa Kur’an büyüklüğünde yani 600 sahife olmalıdır. Herhangi bir madde ilave edilince yerine başka madde çıkarılmalıdır. Böylece topluluk bir kanun etrafında toplanır.

Sayı ve sayfaları yüz binlere varan kanunlarla bir memleket idare edilemez, bunlar bilinip uygulanamayacağından kanunsuzlukla idare edilir.

Bu kadar çok şey kanunda nasıl sığdırılacaktır?

Kur’an’da nasıl sığmış, işte öyle sığdırılacaktır. Bir defa veciz bir şekilde ifade edilecek. Onun dışında “kıyas” yani benzer olaylara kıyasla uygulanan sistem getirilmektedir. Her suça ayrı ceza konmaz. Ölüm cezası en ağır cezadır. Ondan sonra yarısı, çeyreği, sekizde biri ceza olur. Ölüm diyete dönüşür. Diyet oruca veya sopaya dönüşür. Bunlar kanunda yazılmaz, bunlara kıyas yoluyla uygulamada varılır, içtihatlarla varılır.

Hidayet etmek” iki anlama gelir. Yol gösterirsiniz, o gider veya gitmez. Bu hidayettir. Yola gidenler ihtida etmiş, gitmeyenler dalalet etmiş olur.

Hidayet”in ikinci mânâsı ise tâbi olanları alıp bir yere götürmektir. Kılavuzluk yaparsınız. Bundan sonraki ifadelerden anlaşılmaktadır ki bu yolu gösterme değil, yola götürmedir.

“Adil Düzen” projesi bir sistemdir, parça parça çözüm değildir. Bu sistemin sorunlarını Batı ortaya koymuştur, hattâ parça parça çözümlerini de yapmaya çalışmıştır. Biz bunlardan elbette yararlanmışızdır. Tarihten yani Birinci Kur’an Medeniyeti’nden örnek alarak yeni medeniyeti ortaya koymaya çalıştık. İzmir Akevler denemeleri üzerinden “Adil Düzen”i inşa ettik.

Sonunda gözlerimizle gördük ki bizim de Batılılardan farkımız yok; “demokrasi” deriz ama demokrat değiliz, “laiklik” deriz ama laik değiliz.

Her seferinde yeniden ele alıyor, “Adil Düzen”e daha çok yaklaşıyoruz. Henüz burada bahsedilen kitap oluşmamıştır. İnsanlığa; alın, şu 600 sahifelik kitaba göre hareket edin, hidayete erersiniz diyecek durumumuz henüz yoktur.

Bunu oluşturacağız.

Bunu başarabilmemiz için yapacağımız hareket ve çalışma şudur.

  1. Yüz hanelik bir semti “Adil Düzen”e göre oluşturmalıyız. Bu da bir bakkalı işletmekle ve orada bir işyeri çalıştırılarak başarılacaktır. Burada, bu çalışmalarda göstereceğimiz sabır bizim ilk adımımız olmalıdır.
  2. Bunları uygulamada yürütürken asıl sorunumuz “Adil Düzen” üzerinde çalışacak bir grubun oluşması gerekir. Bu hususta da ümit verici çalışmalarımız vardır.
  3. Yukarıda anlattığımız bu örnek çalışmalar sonunda 600 sahifelik bir “fıkıh kitabı” ortaya koymalıyız.
  4. Önce klasik fıkıhtaki ihtilaflı konuları çağımızın ilimleri ile açıklayacağımız Kur’an ile çözmeliyiz. Mirasla ilgili olanları ele almış bulunuyoruz. (Örnek çözüm olacaktır.)

Fıkhın ele aldığı sorunları soralım:

  1. Mirasçı olmanın kaç sebebi vardır. (Asaba, rahm, nikah, vela)
  2. Mirastan mahrum eden sebepler nelerdir? ( Katl, yabancılık, kölelik ve başkanlık)
  3. Erkek mirasçılar kimlerdir? (Baba ve onların babaları, oğullar ve onların oğulları, babaların oğulları ve koca ve azatlı)
  4. Kadın mirasçılar kimlerdir? (Anne, kız, annenin annesi, kızın kızı, annenin kızları, usulün kardeşleri, kardeşlerin füruu, karı ve azatlısı)
  5. Paylar nelerdir? (1/2, 1/4, 1/8, 2/3, 1/3, 1/6)
  6. Değişik göbekten gelenler mirasçı olurlar mı? (Ananın babası, kızın oğlu, teyze, amca kızı)
  7. Kızlar da bakiyeci olurlar mı? (Yarısını alan kız amcası yoksa yarısını alır mı?)
  8. Müslim zimmiye vâris olur mu? (Bedelliler nöbetlilere mirasçı olurlar mı?)
  9. Hataen katleden de mirastan mahrum olur mu?
  10. Değişik dinde olanlar birbirlerine vâris olurlar mı?

Bundan sonra Kur’an’a dayanarak bugünkü sorunlarımızı çözmemiz gerekir. Vasiyet âyeti var. Nesh olduğunu söylüyorlar. Biz ise kıyam mülkiyetinin vasiyetler olacağını istidlal ediyoruz. Bugün ehliyetiniz yoksa araba kullanamazsınız. Bu doğru mudur? Şeriata aykırı değil midir? Mülkiyete taaddi, değil midir?

İşte, “Adil Düzen” kitabında bunların hepsi çözülmüş olacaktır.

Ebu Hanife ve Malik böyle kitap yazdılar. Bin seneden fazla onların kitapları yorumlandı, ilk büyük uygarlık böyle doğdu.

Biz de Hanefilerin veya Malikilerin kurduğu ekoller gibi ekol kurmalıyız. Varsayımları biz koyacağız. Çalışmalarımız üçyüz-dörtyüz sene içinde olgunlaşacak ve “üçüncü bin yıl medeniyeti” oluşacaktır.

“Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası” hazırlanmıştır. Tartışılması gerekir.

Fıkıh yeniden ele alınıp yüz sahife içinde özetlenmelidir.

مَنْ اتَّبَعَ رِضْوَانَهُ

(MaN itTaBaGa RıDVAvNaHUv)

“Onun rızasına tâbi olan kimseye.”

Hu” zamiri Allah’a gitmektedir, yani topluluğa gitmektedir, İslâm cemaatine gitmektedir. Onların rızası alınmalıdır. “Men” tekil veya çoğul olabilir. Yani onun rızası yahut onların rızası mânâsına gelir. Zamir tekil olsa da çoğul kastedilmiş olabilir. Herkesin ayrı ayrı rızası mânâsına gelir. Bununla beraber topluluğun ortak rızası mânâsını da içerir.

Bugün Batıda savunulan ve seçimle ortaya çıkan rıza budur. Yani seçim demek halkın hangi hükümetten razı olduğunu ortaya koyması demektir.

Bu âyet bizi demokrasiye zorlamaktadır. Biz halkın rızasına tâbi olacağız. Halkın rızası da ancak seçimle ortaya çıkar.

Bize göre ise bu seçimin gerçek anlamda topluluğun rızasını aksettirmesi için:

  1. Ekseriyet yerine uzlaşmalı sistem olmalıdır. Herkesin temsilcisi mecliste bulunmalıdır. Oylar birbirine aktarılabilmelidir.
  2. En az her sene seçim yenilenebilmelidir.
  3. Kararlar ya ittifakla alınmalı ya da ortak vekil karar almalıdır.
  4. Hicret demokrasisi olmalıdır. Hoşlanmayan yer değiştirmelidir.

Böyle bir seçimle oluşmuş meclisin oluşturduğu kitap ve yöneticiler hidayetin kaynağıdır.

Üçüncü bin yılın tek ayırımcı özelliği “demokratik düzen” olacak olmasıdır. Artık silah zoru ile ülkeleri yönetmek mümkün olmayacaktır. Eskiden iktidarların hiçbir üstün silahı yoktu. Daha çok halka hakim idiler. Oysa şimdi halkın elinde hiçbir silah yoktur. Ama halka hakim olunamamaktadır. Gelecekte halkın rızasına dayanan iktidarlar aynı zamanda zorla yönetilen halklara da yardımcı olacaklardır. Hicret bu sorunları çözecektir.

سُبُلَ السَّلَامِ

(SuBuLa esSaLaMı)

“Selamın yollarını.”

Evet, barışın yollarını “Adil Düzen Anayasası” gösterecektir. Kur’an’a dayanarak çağımızın ilimleri ile oluşturduğumuz “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” ve geliştireceğimiz çağımızın fıkhı insanları selamete ve barışa götürecektir.

Sübül” dikkat edilirse burada çoğuldur ama marifedir. Yani şeriat belli olacak ama farklı farklı olacaktır. İçtihat da böyledir. İçtihatlar farklı olacaktır ama bunları bilmemiz gerekir. Biz bunun için diyoruz ki, içtihadını değiştiren başkana bildirecek, başkan da yayınlayacaktır. İçtihat o zaman değişmiş olacaktır. Devletler değişik kanunlar yapabilirler ama bunları yayınlamalı ve mâlum hâle getirmelidirler. Ondan sonra vatandaşlar kanunlara uymak zorunda olurlar.

Batı’nın benimsediği demokrasinin karşılığı “şeriat”, sosyalliğin karşılığı “hak”, liberalliğin karşılığı “adil”, laikliğin karşılığı ise “İslâm”dır, “selâm”dır.

Laikliğin temeli hakemliktir. Hakemlerden oluşan yargı barışın temel dayanağıdır. Bunun anlamı laikliktir. Yani başkasına zarar vermemek şartı ile kişinin istediği gibi yaşamasıdır. Kendi çöplüğünde horozun istediği gibi ötmesidir. Kişi bir toplulukta yaşamak istemezse topluluğunu değiştirmesidir. Topluluğunu değiştirenin taşınmazlarını devletin değeri ile satın almasıdır.

Devletler şimdiye kadar hep savaşlarla oluştu, bundan sonra barış yoluyla da oluşacaktır. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası”nda bu mesele şöyle anlatılır:

Eğer birileri devlet kurmak isterlerse; 1) En az on kurucu ortaya çıkar ve kendilerine bir başkan seçerler. 2) Sonra anayasalarını hazırlarlar. 3) Bir de devlet merkezlerini seçerler. 4) Ondan sonra o kıtadaki halka sorulur:

  1. Kurulacak bu devlet dışında kalırsanız o devlete göç eder misiniz?
  2. Kurulacak devletin içinde kalırsanız oradan hicret eder misiniz?

Cevaplar geldikten sonra kuruculara devletinizin sınırlarını çiziniz denir. Çizilen bu sınır içinde 50 milyondan fazla insan kalmamalıdır. Gideceklerin sayısı çıkarılır, geleceklerin sayısı eklenir. O sınır içinde kalan nüfus en az 30 milyon olursa devletlerini kurmuş olurlar.

Bunun dışında komşulara hicret serbesttir. Karşılıklı hicretten sonra bir taraftan öbür tarafa yüzde on kadar hicret eden olursa onlara toprakları verilmelidir.

Ayrıca nüfusu seyrek olan ülke kalabalık olan ülkeden muhacir kabul etmek veya toprak vermek zorundadır.

İşte bunlar “selamet yolları”dır, savaşsız yaşama halleridir.

Bu değişimleri kabul etmezseniz, o zaman düzen savaşla sağlanır.

Demek ki “rıdvanlı selamet yolu”nu çağımızın kitabı Kur’an gösterecektir.

İzmir Akevler Kooperatifi’nin ilk sözleşmesinde gaye maddesi olarak; “Çalışmada ve yaşamada birbirleriyle anlaşabilecek kimseleri bir araya getirerek aralarında iktisadi ve içtimai dayanışma ve yardımlaşmayı sağlamaktır.” denmişti. Akevler Sitesi’nde, apartman bloklarındaki daire sahiplerine tapu vermiyorduk. Ortaklar hangi blokta uyumlu yaşarlarsa dairelerini oraya kolayca taşıyabilecektik. O günkü yönetimin değişmesi ve derin güçlerin itmesiyle ortaklarımız daha sonra tapularını aldılar. Ana Sözleşme’de yazılı olan “gaye” maddesini maalesef uygulayamadık, zamanla tapuları vermek zorunda kaldık.

وَيُخْرِجُهُمْ مِنْ الظُّلُمَاتِ

VaYuPRiCuHuM MıNa elJuLuMAvTı)

“Ve onları zulumattan ihraç eder.”

Zulumat” burada  marifedir ve kurallı çoğuldur. “Zulüm” karanlık demek olduğu gibi, “zulmetmek” haksızlık etmek mânâsına da gelir.

Kur’an bugünkü durumu “zulumat” olarak göstermektedir.

  1. Kur’an çağımıza karanlık demektedir. Karanlık ne demektir? Çevreyi görememe demektir, ileriyi görememe demektir. Birincisi fiyatların ve ücretlerin belirsizliğidir, paranın karşılıksız olmasıdır. Evet, fiyatlar ve ücretler enflasyon nedeniyle belirsizdir. Bu fiyatlarla ve ücretlerle sağlam ve sağlıklı bir anlaşma yapamazsınız. Çünkü yarın para değerinin ne olacağını bilemezsiniz. Bu karanlık düzende önünüzü göremezsiniz. Faizli karşılıksız para üzerinden kurulan hayatımızdaki tüm ekonomik düzen karanlıktır. Demek ki “Adil Düzen Anayasası” insanlığı fiyat ve ücret anarşisinden kurtaracaktır. Acaba bunu nasıl yapacaktır? Batı bugün parayı faiz karşılığı çıkarmaktadır. Dolayısıyla paranın reel ekonomi ile irtibatı yoktur. Fiyat ve ücretler gelişigüzel oluşmaktadır. Bütün bunlar yetmemiş gibi, Merkez Bankaları keyfi olarak para çıkarmaktadır. Oysa “Adil Düzen”de para ancak üretimdeki emek karşılığı çıkarılmaktadır. Paranın karşılığı ambarlarda mal olarak mevcuttur. Böylece karanlıklardan çıkılmaktadır. Herkes kendisi üreticidir. Ürettiği malın fiyatını üretmeden önce bilecektir. Çünkü daha önce anlaşmış olacaktır, “Adil Düzen”deki “selem sistemi” budur. Üreticiye mal teslim edilecek. Sistemdeki “selem kredisi” ve “çalışana kredi”, ücretin belirsizliğini çözecektir. Diğer taraftan stoklara göre fiyatların hesaplanması da fiyatlardaki keyfi fiyat oynamalarına son verecektir.
  2. Çağımızın ikinci karanlık noktası; yüz binlerce sayfaya varan kanunları kimse bilememektedir; hakimler ve avukatlar da bilememektedir. Kararlar raslantı olarak verilmektedir. Bu durum yani “adaletsizlik” de tüm sosyal hayatımızı karanlıklar içine koymaktadır. Nitekim ittifakla alınan yargı kararları çok azdır. Üç hakimin anlayamadığı bir hukuk mevzuatını ve verilen hükümleri, nasıl olup vatandaş da bilecek ve kanunlara uygun hareket edecek?!. İşte, bu da ekonomideki karanlıklardan daha karanlık bir husustur. Bunlardan çıkma yolları aranmalıdır.
  3. Çağımızın üçüncü karanlık noktası da “bilgi eksikliği karanlığı”dır. Vatandaşların resmi olarak danıştıkları bir yer yoktur. Dolayısıyla tarih öncesi, hukuk öncesi döneme göre yani insiyaki (içgüdüsel) olarak gelişigüzel kurallara uyarak, daha doğrusu kuralsız olarak yaşanmaktadır. Bu durum da çağımız karanlıklarının başında gelmektedir. Okullarda hukuk ve fıkıh öğretileceğine, dansları ve bir türlü öğretemedikleri yabancı dilleri güya öğretmektedirler.
  4. Çağımızdaki insanlar “şeriata/hukuka” göre değil de, “menfaate/çıkara” göre hareket etmektedirler. Şeriat/hukuk olmayınca, biz kendi hareketlerimizi belirleyemediğimiz gibi karşımızdakilerin hareket ve davranışlarını da hiç bilememekteyiz.

O halde içinde bulunduğumuz karanlık çağı aydınlatmak üzere “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” bu sorunları çözecek ve selamet yolunu göstermiş olacaktır.

Bugün yani bu çağda yaşayan bütün insanlar hep zulüm ve karanlık içindedirler. İnsanlara haksızlık yapılmaktadır. Kapitalizme dayalı bugünkü “işçilik düzeni”nin bizzat kendisi “çağdaş kölelik ve zulüm düzeni”dir. Bugün karşılıksız para basılmaktadır. Sadece zenginlere kredi verilmektedir. Onlar da işçileri karın tokluğuna veya açlık sınırının da altında çalıştırmaktadır. Çağımız dünyasında/düzeninde insanların tümü köle yapılmıştır. Çağımızdaki bu dünya “karanlıklar ve her türlü sosyal hastalıklar dünyası”dır.

İşçi, çiftçi ve her türlü emekçi bir yere sattığı bir şeyi sonra dört misli pahalıya alıyor. Bu da başka bir zulümdür, başka bir haksızlıktır.

İşte, “Adil Düzen” bu haksızlığı da ortadan kaldıracaktır.

Mahkemeler 30-40 sene süren davalara usulden karar vermektedirler. Yargıçlar da uzaktan hükümler biçmektedirler. Bu da insanlar için diğer bir zulüm olmaktadır.

Başka…

Bugünkü keyfi yönetim, sözde demokrasi yani ekseriyetin sömürüsü hep haksızlıktır.

Demek ki hem “karanlık” hem de “haksızlık” içine gömülmüş bulunuyoruz.

Kur’an bize bu olumsuzluklardan nasıl kurtulacağımızı göstermektedir.

Demek ki kitab-ı mübinden sonra zulumattan çıkarma bahsi de tamamen zamanımızdaki hâlimizi tarif etmektedir.

إِلَى النُّورِ

(EiLa elNUvRı)

“Nura…”

“Kitab” ve “nur” yukarıda nekre olduğu halde, “el-Zulumat” ve “el-Nur” burada marife olarak getirilmiştir. Demek ki “Adil Düzen” belli olacaktır. Bizim ortaya koyduğumuz “Adil Düzene Göre İNSANLIK ANAYASASI” bir nurdur ve marifedir.

Burada bu nuru özetlemek durumundayız.

Marife olan “el-Nur” nedir?

“Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” nedir, nasıl nur olmaktadır?

Önce insanlık uygun bir şekilde teşkilatlanmaktadır.

  1. Her şeyden önce insanlık yüze yakın ülkeye, ülkeler yüzer illere, iller yüzer bucaklara, bucaklar da yüze yakın ocaklara ayrılmaktadır. “Ocak” birlikte yaşama ortaklığıdır. “Bucak” birlikte çalışma ortaklığıdır. “İl” iç güvenliği sağlama ortaklığıdır. “Ülke” dış güvenliği sağlama ortaklığıdır. “İnsanlık” ise uygarlaşma ortaklığıdır.
  2. “On”a yakın “bucak” birleşip bir “semt” oluştururlar. Her semtte ortak bir “ambar” vardır, üretilenler buraya konur. Kendilerine “belge” verilir. Halk bu belgeyi alıp satar. Bucaklar birleşip bir “ilçe” kurarlar. İlçelerde de kontrol merkezleri olur. Kontrol edilip vasıfları tesbit edilen mallar “ilçe ambarları”na konur ve halka bu malların “belge”leri verilir. İlçelerde “perakende mağazaları” vardır. Bakkallara mallar buradan satılır. Bölgelerde mallar tasnif edilir, ambalajlanır, etiketlenir. Dünyadaki “toptan mağazalar”a gönderilir. Kıta merkezlerinde “elektronik marketler” bulunur. Bunlar merkezden yönetileceklerdir.

İnsan iki şeyin peşine koşar; refah ve hürriyet.

Bir taraftan geliri çok olsun, imkanı çok olsun, istediği gibi yaşasın, istediği gibi bol bol harcayıp keyfince hareket etsin ister.

Diğer taraftan hürriyetini ister; yani hareketleri kısıtlanmasın, herkes onun dediğini yapsın, herkes ona uysun, kimse onun hürriyetine engel olmasın ister.

Hürriyet ile refah birbiri ile çelişir.

Herkes hür olarak yaşarsa birlik olmaz.

Birlik olmayınca da refah olmaz; sefalet olur, açlık olur.

Hürriyetler feda edilir de herkes şeriatın/hukukun kuralları içinde ve yöneticilerin emrine girerse bu sefer de hürriyet kalmaz, herkes köle olur.

İşte, kitab-ı mübin, Allah’ın nuru bunun dengesini yukarıdaki kurallarda vermiştir. Taşra bucak ve ocaklar var, merkez bucak ve ocaklar vardır. Merkezlerde hürriyet yok refah var, taşralarda da refah yok hürriyet var. Halk istediği zaman taşra bucak ve ocaklarına gider, hürriyetini yaşar; istediği zaman da merkez bucaklara gelir ve refahını elde eder. Şöyle diyelim; gündüz çalışırken hürriyetinden fedakarlık eder ve bol kazanç temin eder, akşamdan itibaren geceleyin de ailesi ile hürriyetini yaşar.

Her kademe kendi işini, dolayısıyla yetkisini bilmekte, halk da kendi istekleri ile istediği yerde ve şartlarda yaşamaktadır.

Öyle insanlar vardır ki; hür olsun da soğan ekmek yesin! Onlar taşra bucak ve ocaklarında yaşayacaklardır.

Öyle insanlar vardır ki; başkalarıyla uzlaşıp birlikte yaşamak onlara zevk verir. Onlar da merkez bucaklara gider ve hem kendilerine hem de tüm halka refah sağlarlar.

بِإِذْنِهِ

(BiEiÜNıHIy)

“İzni ile…”

Buradaki zamir âlemlerin rabbi olan Allah’ın halifesi topluluğu temsil eden Allah’a gitmektedir. Demek ki yönetimde halkın rızası olmalıdır. Onun dışında halkın izni de olmalıdır. Halkın rızası biat yoluyla yani seçim yoluyla elde edilmektedir.

Halk dayanışma ortaklıkları kuruyor. Bunlar siyasi partilerdir. Ayrıca ilmî, meslekî ve dinî partiler yani dayanışma toplulukları oluşturuluyor. Bunlar meclislerinde şuralar oluşturuyorlar. Şuraların kararları halkın rızası demektir. Ancak burada tekrar hidayete ulaşmada halkın rızası alınmalıdır, doğrudan halkın kararlarına baş vurulmalıdır.

Bu nasıl gerçekleşecektir?

Örnek olarak “Adil Düzene Göre Anayasa”yı nasıl yapacağız?

Yirmi kişilik ilim adamlarından oluşmuş anayasa komisyonu kuracağız. Siyasi partiler buraya ilim adamlarını gönderecekler. Bunlar tartışacak ve sonunda değişik sistemlerde anayasalar hazırlanacaktır. Her ilim adamı ayrı anayasa hazırlayacaktır.

Siyasi partiler bunlardan birini seçip halka anlatacaklardır. Böylece siyasi partilerin benimsediği anayasalar halka anlatılmış olacaktır. Halk bu anayasaları sıralayacaktır. Her parti mensubu başta kendi partisinin anayasasını yazacak, ondan sonra diğer partilerin anayasalarını sıralayacaktır.

Bir anayasanın aldığı sıraların tersleri toplanır ve o anayasanın derecesi bulunmuş olur. Halk, bana göre birinci anayasa budur, ikinci budur, üçüncü budur diyecektir. Böylece halka sunulan anayasaların hepsine halk derece derece izin vermiş olur.

Anayasalar bundan sonra birleştirilmelidir. Anayasası birinci gelenin “ilim adamı” ile ikinci gelenin “ilim adamı” kendilerine “baş ilim adamı” seçerler. Tüm halka sunulan anayasalar teklif edilerek “ortak bir anayasa” oluşturulur. Ortak anayasa teklifi meclise gelir. Meclis üyeleri hakemlere gidip bazı maddelerin iptalini isteyebilirler. Sonunda hakemlerin onayı ile de anayasa kesinleşir.

Bu yolla halktan izin alınmış olur.

Şimdi bu anlattığımız bizim önerimizidir.

Buradaki “iznihi” kelimesini  uygulanır hâle getirmemiz gerekmektedir.

Bunu nasıl yapabiliriz?

Bunun içtihadını yapmak bize düşer.

Benimkine ‘yanlış’ diyorsanız, buyurun siz de bir öneri getiriniz.

İki müesseseye ihtiyacımız vardır. Rızasına ve iznine. İnsanlığın denemelerinden de yararlanarak Kur’an’ın ilkelerine uyularak çözümler üretmeliyiz. Metot budur.

وَيَهْدِيهِمْ

(VaYaHDIyHiM)

“Ve onları hidayete götürür.”

Bu âyet “Yehdî” ile başlamıştı. Şimdi de bir daha bu kelime tekrar edilmiştir. Demek ki orada söylenen “hidayet” başka, burada söylenen “hidayet” başkadır.

Orada selamet yollarına hidayet etmiştir.

Burada bir tek yola hidayet etmekten bahsetmektedir.

Yukarıda hürriyet ve refahtan bahsetmiştik, merkezi ve taşra yönetimlerinden bahsetmiştik. Merkezilik birliktir, taşralık da hürriyettir. Biz birlik içinde bağımsız olmalıyız. Çokluk içinde birlik.

Kur’an nasıl hidayet edecektir, Kur’an bizi nasıl aydınlığa çıkaracaktır?

  1. İçtihat yapılacaktır. İçtihadı kimler yapacaktır? Önce küçükler ve akıl hastaları dışında herkes içtihat yapacaktır. Herkes içtihat yapmakla mükelleftir. İnsan onbeş yaşına geldiği zaman artık mükellef olur, tam sorumludur, ceza ehliyetine sahiptir. Başkasının sözünü dinlediği için kendisini kurtaramaz. Mutlak surette herkes kendisi içtihat yapacaktır.
  2. İçtihatlar derece derecedir. Birinci içtihat müçtehidini seçmekle olur. ‘Ben bunu bilmiyorum, bunu bilenden öğrenmem gerekir’ diyen kimse, bir bileni araştırıp içtihadı ile onu bulacaktır. Bu seçimi yaparken hata etmiş olabilir. Sorumlu değildir. Ama müçtehidini baba dostudur diye seçerse sorumlu olur. Bunlar müçtehidin sözleri ile amel ederler. Kendileri okuyup anlayıp amel edemezler.
  3. Bundan sonra okumuşlar gelir. Bunlar kitabı okuyup anlayacak seviyededirler. Bir müçtehidin kitabını seçecek ve onunla amel edecektir. Şahsı değil kitabı seçmiş olacaktır. Bunlar kendileri içtihat etmezler, kitap seçmede içtihat yapmış olurlar.
  4. Bundan sonra gelenler artık bir kitap değil, kitapları okur, karşılaştırır ve tercih yaparlar. Böylece mesele mesele içtihat yaparlar. Bunlar içtihatlarını tamamlamış ve mezhep oluşturmamışlardır.
  5. En üst içtihatlar ise rasihlerin içtihatlarıdır. Bunlar bağımsız olarak ilgili bütün konularda içtihat yaparlar.

Herkes içtihadı ile amel etmekle mükelleftir. İçtihadındaki hatadan sorumlu değildir.

Bu sayede insanlar kendi dünyalarında özgür yaşarlar.

Evet, insan içtihat yapmakla yükümlüdür ama içtihadını kendisi yapmakta ve herkes kendi içtihadına göre hareket etmektedir.

Batı’da gelişmiş olan “demokrasi” söz olarak bunu anlatmaktadır; “demos” halk demektir, “krasi” ise yönetim demektir. Halkın kendi kendisini yönetmesidir.

Batılılar dört senede bir yapılan seçimlerle demokrasi yaptıklarını ve demokrat olacaklarını iddia ederler. Oysa bu demokrasi değil polikrasidir.

Gerçek demokrasi içtihat sistemidir. Herkes kendisinin kanununu kendisi yapacak ve ona uyacaktır. Kendisi yapamıyorsa seçtiği kimselerin kanunlarına uyacaktır.

Bu yeterli midir? Bu nasıl birlik sağlayacaktır?

Sözleşmelerin hukuk ilmine aykırı olmaması gerekir.

Hukuk ilminin istediği uyum şunlardan oluşur.

  1. Doğa kanunlarına aykırı içtihat geçersizdir.
  2. İcmalara aykırı içtihat geçersizdir.
  3. Aralarında çelişki bulunan içtihatlar geçersizdir.
  4. Gayeye ulaştırmayan içtihatlar geçersizdir.

Böylece içtihatlar zamanla elenecektir. Bir bucakta ona yakın sözleşme kalacaktır. Bu sözleşmeler halka tercih imkanını sağlayacaktır, hürriyetlerini sağlayacaktır. İçtihatlar mahkemeye geldiğinde başkasına zarar vermişsen onu tazmin edersin. Dolayısıyla herkes, ‘kendi içtihadım sebebiyle yarın hakemler nezdine geldiğim zaman mahkum olmayayım’ deyip ona göre içtihat yapacaktır.

Bunun dışında müçtehidin yaptığı içtihatları uygulayanlar aynı zamanda onun dayanışması içindedirler. Yani o içtihattan dolayı tazminat ödemek zorunda kalan kimsenin tazminatını o müçtehidin içtihadı ile hareket edenler tazmin ederler. Müçtehit de içtihatlarını yaparken ona göre cemaat bulabilmesi için gerekeni yapar. Baştan hatalı içtihat yapanlar çok ortak bulurlar ama mahkeme tazminatlarının yükü bindikçe artık ondan kaçarlar.

Bakınız, demokrasi kendi kendisini dengede tutmaktadır.

Parmak kaldırarak kanun çıkaranların sorumluluğu nedir?

Halkın rızası ve halkın sorunu meselesini çözenler yeryüzüne hakim olacaklardır. İşte âyetin başındaki hidayet bu hidayettir. İçtihattır. İnsanların özgürlüğünü ve çeşitliliğini sağlayan hidayettir. Her bucakta ona yakın mezhep olacak, halk o mezheplerden istediğine tâbi olarak hür yaşayacaktır. Bunlar “zakir” mertebesinde olan müçtehitlerdir.

İllerde ise “fakih” mertebesinde olan müçtehitler vardır; il ve ilçe merkez bucaklarında bunların içtihatları ile amel edilecektir.

Ülkede ise “rasih” mertebesinde müçtehitler vardır; bölge merkezlerinde bunların içtihatları ile amel edilecektir.

Şimdi ikinci hidayeti ele alalım. Bunlar da “icmalar”dır. Önce bucak uleması zakirleri ittifak ederek “bucak kamu hukukunu” hazırlarlar. Halk bu kamu hukukuna göre hareket eder. Yönetim bu ittifakla sabit olan kamu hukuku ile yönetir. Bunların da dereceleri vardır.

Bucak sakinlerinin ayrı ayrı mezheplerinde oluşan içtihatlar arasındaki ortak hususlar. Bunlara “kavli icmalar” diyoruz. Bucaktaki mezhepler arasında birbiriyle çelişmeyen hükümler. Aynı hüküm bütün mezheplerde yoktur ama birinde olan aykırılık başkasında bulunmamaktadır. Buna “sükuti icma” denir.

Bunun dışında “istişarî kararlar” da birliğe götüren hususlardır. Başkan istişare eder. Bucak uleması da ortak karar alır. Mezheplerinde yazılı değildir ama başkana katılmış ve karar almışlardır. Bu da “bucak kamu hukuku”nu oluşturur ve kişileri bağlar.

Başkan istişare etmektedir ama birlik sağlanamamıştır. Ortak hakem olarak birisini seçerler. Bu hakem başkan da olabilir. Onlara vekaleten hakem tercihini yapar. Bu da “istişarî karar”dır. Vekilin kararı müvekkilin kararı olduğu için yine ittifakla karar almış gibi olurlar.

Kişiler mezheplerini değiştirdikleri gibi bucaklarını da değiştirebilirler. Ayrılıp gidenin taşınmaz mallarının yönetim tarafından değer fiyatla satın alınması zorunluluğu vardır. Böylece “hicret demokrasisi” dediğimiz olayla insanların izni ve rızaları sağlanmış olur.

Taşra bucaklarda böylece yapılan ittifakla “kamu hukuku” oluşur. İl merkezlerine ise bucaklardan ilmî temsilciler gelir, onlar orada yerleşirler. Onlar istişare ederler; onların vardıkları sonuçlar il ve ilçe yönetimlerindeki kurumları bağlar.

Bugünkü temsilcilerin yaptıkları kanunlar ve aldıkları kararlar taşra bucaklarını da bağlıyor. Oysa bu âyetlerin hükümleri ile oluşan il merkez bucağı kararları taşra bucaklarını bağlamıyor, sadece merkez bucaklarını bağlıyor.

Benzer muhakemeyi millet için yapacağız, devlet için yapacağız. Ankara’daki meclisin çıkardığı kanunlar sadece devlet merkez ili ile bölge merkez illerini bağlıyor; taşra illerini bağlamıyor. Merkez illerin kanunlarını taşra temsilcileri çıkardıkları için hürriyet sağlanıyor. Merkez illerde tek kanun uygulandığı için de birlik sağlanmaktadır.

Bu takdirde birleşmiş milletlerin benzeri olmaktadır. Kıta merkezlerinde bulunan bölgelerin yönetimi insanlık teşkilatına aittir. Tüm devletler tarafından oluşturulan Mekke Meclisi’nin aldığı kararlar ve çıkardığı kanunlar kıta merkezlerindeki bölgeleri bağlamakta, devletleri bağlamamaktadır. Her devlet iç işlerinde tamamen bağımsızdır.

Temel sorun her kademede mevcuttur. İller bağımsız olurlarsa özgürlük içinde yaşarlar. İller bağımsız olurlarsa refahları düşer.

İşte, “Mübin Kitap” bu sorunu da böylece çözmektedir. Kıta merkezlerinde yaşamak isteyenler hürriyetlerinden fedakarlık etmektedirler. Kendi ülkelerine döndükleri zaman da özgürlüklerini  ve bağımsızlıklarını yaşıyorlar. Ana sorun böyle çözülüyor.

İnsanların birlikte olabilmeleri için iki şeye ihtiyaç vardır. Biri ulaşımdır, diğeri haberleşmedir. Ulaşım zorsa, haberleşme yapılamıyorsa, bu birliğin ve özgürlüğün bir yararı yoktur. Bunun için en önemli olan şey Kur’an’ın ve Hazreti Muhammed’in öğrettiği sebilullahtır. Yeryüzü kara, deniz, hava ve demir yolları ile birbirine bağlanmalıdır. Bu yollar vakıf yollar olmalıdır.

Paralı yollar İslâmiyet’te yasaklanmıştır. Rekabet sağlanamayan yerlerde  özel girişimci olunamaz. Vakıflar kurulur ve bu hizmetleri vakıflar yaparlar. Ne var ki bu vakıfların kaynakları kendi kazançlarından temin edilmez. O zaman o vakıflar sömürürler. Vakıfların gelirleri başka yerden temin edilir. Hizmetler başka kuruluşlarca yapılır.

İzmir Akevler Kooperatifi başlangıçta planlamayı böyle yapmıştır. Ekonomik faaliyetleri Akevler yapacak; siyaseti Millî Görüşçüler, dinî faaliyetleri Risale-i Nur şakirtleri, ilmi de Süleyman H. Tunahan şakirtleri yapacaklardı. Ekonomi bakımından bizim rakibimiz olmadığı için biz onlarla pazarlık yapmadan onları destekledik. Bizim başarılı faaliyetimize önce karşı çıktılar. Sonra bizi örnek alıp bizden koptular.

Cari düzende her biri büyük servetlere ulaştı.

Bu iki bakımdan hatalı idi.

Biri, “Adil Düzene göre işletmeler” yerine “cari sistemde işletmeler” oluşturdular. Büyüdüler ama “zalim düzen” değişmedi, “Adil Düzen” gelmedi, karanlık ve zulüm yine devam ediyor.

Yapılan ikinci hata da, bunların kendi gelirleri ile iş yapmalarıdır, tekelleşmeye gitmeleridir. Bu da zalim düzenin sürmesine sebep olmuştur.

“Adil Düzen”de yapılacak iş bu dört müesseseyi ayrı ayrı oluşturmadır. Ekonomik faaliyetleri ayrı kuruluş yapılacak, bu kuruluşlara buradan fonlar aktarılacak. İlmî kuruluşlar ayrı yapılacak, siyasi partiler ayrı olacak, dinî faaliyetler için de başka gruplar oluşturulacaktır.

Ben İzmir Akevler Kooperatifi’ne karışmıyorum. Aslında biz bu kooperatifi bu amaçla kurduk. Yani Akevler şimdi imkanlarını değerlendirerek siyasi parti kuracak ve onu destekleyecek, dini cemaat oluşturacak onu destekleyecek, ilmi ekol kuracak ve onu destekleyecek; kendisi de ekonomi ile meşgul olacaktır. Ne var ki İzmir’deki Akevler’de ekonomi ile meşgul olacak girişimci yoktur. O halde bu proje uygulanırlığını bulamamaktadır. Demek ki eski oluşum orada sonlanmıştır. Nasıl Saadet ve AK Parti’den bir ümidimiz yoksa, nasıl F. Gülencilerden ümidimiz yoksa, nasıl İlahiyatçılardan ümidimiz yoksa; İzmir Akevler’den de ümidimiz yoktur. Onlar görevlerini yaptılar ve ömürlerini doldurdular. Bizim artık yeni bir kooperatif kurup orada eski hataları yapmamamız gerekir.

إِلَى صِرَاطٍ مُسْتَقِيمٍ (16)

(EiLAy ÖıRaOın MüSTaQıYMın)

“Müstakim bir sırata”

Evet, âyetin başında içtihatları öğreten hidayetti, insanlara özgürlük sağlıyordu.

İkinci hidayet ise birliği ve refahı sağlayan hidayettir dedik.

Orada yollara, burada bir tek yola işaret etmiştir.

Bizim varsayımlarla Kur’an’ı yorumlamayanlar bu âyeti nasıl açıklayabilirler?

Bakınız, biz kurallardan hiçbirisini ihmal etmiyoruz. Kurallara hep uyuyoruz. Onlar ise bunları görmezlikten gelerek yorumluyorlar.

Fatiha Sûresi’nde, “mustakim sıratı bize hidayet et” denmektedir. Fatiha'da mustakim sırat marife getirilmiştir. Burada da duamıza cevap veriyor Allah. Evet, size mustakim sıratı hidayet edecektir ama bu sırat nekre olacaktır. Bu sırat sizin dua ettiğiniz mustakim sırattan farklı olacaktır.

Bunu anlayabilmemiz için bir doğru çizelim.

 

Şimdi, yukarıda bir doğru vardır. O tek doğrudur. Başka doğru yoktur. O doğru Fatiha Sûresi’nde dua ettiğimiz doğru yoldur. Sonra iki nokta arasındaki doğru parçalardır. Bunlar medeniyetleri gösterir. Bin yılda bir yenilenen bir uygarlıktır. Bunlar çoktur. Bunlardan biri bizim kurmakta olduğumuz medeniyettir. İşte bu da müstakim bir yoldur. Bu yolların hepsi büyük ana yolun içindedir ama ana yolun tamamı değildir. Oysa alttaki çizgide olan yol ise müstakim bir yol değildir.

Fatiha Sûresi’nde biz dua ederken, bizi uzun ana yola, yani Hazreti Adem’den başlayıp âhirete gidecek yola koy diyoruz. Allah duamızı kabul etmiş ve bize doğru yolu nasip etmiştir. Bu Fatiha’daki marife olan yolun içindedir. Ama hepsi değil, sadece bin yılı içermektedir. Onun için bu nekredir.

Şimdi Fatiha’daki marifeli sıratı müstakimin nasıl oluştuğuna bakalım.

  1. Cebrail geldi, Kur’an’ı Hazreti Muhammed’e ulaştırdı. Sahabeler de bunu kabul ettiler ve uyguladılar. Yazdılar. Bu başlangıç olmuştur.
  2. Sonra dört halife geldi, istişare ederek Kur’an’ın uygulamasına devam ettiler. Bu uygulamaları bize intikal etti. Kur’an bunların icmaları ile bize gelmiştir. Ayrıca Kur’an’ın uygulanmasındaki mânâlar sahabelerin uygulaması ile gelmiştir. Onların icmaları sırat-ı müstakimdir, marife olarak tanımlanmış sırat-ı müstakimdir.
  3. Sonra müçtehitler geldiler, uygulamaları yazılı hâle getirdiler. Bilhassa usul-ü fıkhı getirdiler ve bu sayede biz Kur’an’ı anlıyoruz. Bunların Kur’an’ı yorumlamadaki ittifakları Fatiha’da belirtilen müstakim sırattır. Kur’an’dan önce gelen Tevrat ve diğer kitaplar da Kur’an uygulamaları olup sırat-ı müstakimin içindedir. Böylece Birinci Kur’an Medeniyeti geldi geçti.
  4. Şimdi sıra bizde, Fatiha’da belirtilen Kur’an uygulamasını biz de yapacağız. Bu medeniyet ayrı medeniyettir. Başka bin yıldır. Birinci ve daha önceki İslâm medeniyetlerinin içinde kalacağız. Yukarıdaki şekilde görülen alttaki kopmuş ve eğrilmiş doğru parçası olmayacağız. Ama biz tarihi geri çevirip geçmişe de gitmeyeceğiz. Biz kendimiz icmalar yapacağız ve kendi bin yılımızı kurmuş olacağız.

Şimdi iki anlayış vardır.

Birinci görüşe göre; Kur’an düzeni tarih olmuştur, biz artık onları bırakıp kendi uygarlığımızı kurmalıyız, medeni dünyanın kabul ettiği düzende ilerlemeliyiz.

Bunlar müstakim sırattan sapmış olup dalalette olan kimselerdir. Alttaki ayrı ve eğri doğru parçasını isteyenlerdir.

İkinci görüş sahipleri ise; biz gerisin geriye dönelim, sahabelerin yaşadığı Birinci Kur’an Medeniyeti’ni yaşayalım diyenlerdir. Oysa bu dönüş mümkün değildir.

Biz ne yapıyoruz?

Müstakim sırat üzerinde kalalım ama biz kendi sıratı müstakimimizi yaşayalım.

İşte müstakim sıratın nekre olması buradan gelmektedir.

Bir sayı sisteminde harfler kullanılır. x, y, z bilinmeyenleri yani nekreleri; a, b, c ve d marifeleri yani bilinenleri temsil ederler.

İşte, biz bilinenlerden çağımızın bilinmeyenlerini çözmekteyiz. Allah bize bunu öğretmiş buna hidayet etmiştir.

Bizim görevimiz bunları ortaya çıkarıp ondan sonra insanlığa tebliğ etmektir. Tebliğimizi tamamladıktan sonra, bir saat gecikmeden başlarına âfetler yağar. Tebliğ yapılmadan da bir saat önce gelmez.

Müstakim sırat icmalarla sabittir. Fatiha’daki müstakim sırat sahabelerin ve bizim icmalarımızla sabittir. Evet, Fatiha’daki müstakim sırat kavlî veya fiilî icmadır. Ancak onların o hususta icma ettiklerine bizim şimdi icma etmemiz gerekir. Buradaki icma çağımızın ulemasının icmalarıdır. Bugün yapacağımız icmalar sahabelerin icmaları içinde olacaktır. Ancak biz bizim sorunlarımızı kendi icma ve içtihatlarımızla çözeceğiz.

 

 

***

MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 16

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

لَقَدْ كَفَرَ الَّذِينَ قَالُوا إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ قُلْ فَمَنْ يَمْلِكُ مِنْ اللَّهِ شَيْئًا إِنْ أَرَادَ أَنْ يُهْلِكَ الْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ وَمَنْ فِي الْأَرْضِ جَمِيعًا وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ وَمَا بَيْنَهُمَا يخْلُقُ مَا يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (17)

 

لَقَدْ كَفَرَ

(LaQaD KaFaRa)

“Küfretmektedirler.”

Her dil kendine özgü kurallar geliştirerek mânâlar kazandırır. Türkçede hal sigası vardır. ‘Geliyor’ deriz. Arapçada hal sigası yoktur. Fiilin başına gelen harflerle ifade edilir. Türkçede fiil çekimleri çok fazla gelişmiştir. ‘Ahmet geliyor’ deriz, bir de ‘Ahmet gelmektedir’ deriz. Her ikisi aynı mânâyı taşımaktadır ama aralarında fark vardır. Biri isim cümlesidir, diğeri fiil cümlesidir.

Mazinin üzerine “Kad” geldiği zaman geçmişteki bir olayın hâlen sürmekte olduğunu ifade etmiş oluruz. Başındaki “Lam” ise tekit içindir, kesin olarak böyledir denmiş olur. Hangi kelimenin başına gelirse onu tekit eder. “İnne” ise cümleyi tekit eder. “Kad” burada “Kefera” kelimesini tekit etmektedir. Yani şimdi küfretmektedirler demektir.

Evet, Kur’an nâzil olduğu zaman Hıristiyanlar küfür içinde idiler. Hazreti İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu iddia ediyorlardı. Hâlen de bu iddialarına devam etmektedirler.

İşte, “Kad” kelimesi bunu tahlil ediyor. Yani küfretmişler ve yine de küfürlerini sürdürmüşlerdir. Bizans yıkılmış, Papalık dağılmış ama bu bâtıl inançtan vazgeçmemişlerdir. Bu haber gaybi bir haberdir

Küfretmek” bile bile bir şeyi inkâr etmek demektir. Hafera, kabere, gafere kelimeleri ile akrabadır. Toprağı kazıp tohumu toprağa kapatmak yani üzerini örtmek küfretmektir. Kendisine yapılan iyilikleri görmemek, nankörlük etmek, küfretmek demektir. Bile bile bir şeyin aksini iddia etmek küfretmek demektir.

“Kefera” “Bi” harfiyle geldiğinde, onunla başka bir şeyi kapatma anlamına gelir. Allah’la küfretmek demek, Allah’ı inkâr etmekten ziyade, Allah’ı kullanarak başka bir şeyi gizlemek demektir. Bir sözle bir şeyi gizliyorsun ama onu öyle gizliyorsun ki başkasını örtü yapıyorsun. İşte o durum onunla küfretmektir.

Küfrün fıkhî mânâsı ise hakemlik sistemini ve yargıyı kabul ettikleri halde cizye vermeyenlerdir. Yani bedenen askerliğe katılmadıkları gibi bedel de vermeyenlerdir. Buradaki küfrü o mânâda anladığımız takdirde, onlarla aynı devlet içinde yaşamamamız gerekir. Oysa biz Hıristiyanları ülkemizde barındırdığımız gibi, biz de onların ülkelerinde barınıyoruz. Birçok konularda Hıristiyanlarla beraber olmamız gerektiği Kur’an’da belirtilmiştir.

Bizim iki görevimiz vardır.

Biri davet görevidir, uyarı görevidir, tebliğ görevidir. Orada bizim herhangi bir görevimiz yoktur. Kabul edip etmemiş olmaları bizi ilgilendirmez. Buradaki görevimiz budur.

Diğer bir görevimiz daha vardır. Diğer insanlarla anlaşacağız, o zaman sözlerimizde duracağız, onlar da sözlerinde duracaklardır.

Kuran, insanların zihniyetini çarpık düşüncelerden arıtma hususunda ısrarlıdır. Ne var ki bunu silah zoru ile değil, tebliğ yoluyla yapmaktadır. Yanlış inançlar insanlığı geri bırakmaktadır. Papalık bu yanlış inançtan dolayı bugünkü hâle gelmiştir. Bâtıl düşüncelerinden dini ayıklamadığınız takdirde insanlığı küfre sürüklersiniz. Papalığın en büyük ve zor işi Hıristiyanlığı bâtıl inançlardan arındırmasıdır; arındırması gerekir. İnsanlığın Hıristiyanlığa ihtiyacı vardır. Bugünkü uygarlık tıkanmıştır, yeni uygarlığa ihtiyaç vardır. Bu bâtıl inanış içindeki Hıristiyanlık dünyaya hizmet veremez.

Kur’an’ın bunların bâtıl inanışlarının üzerinde bu kadar fazla ve ısrarla durmasının sebebi onları kötülemek değil, aksine onları yüceltmek ve kendi safiyeti içine getirmektir.

İnsan aklı o kadar çarpıktır ki, tanrıyı öldürerek insanların günahlarını tekfir etmektedir. Kendisi ölmeden halkını kurtaramayan tanrı nasıl tanrıdır? Gidip sonra gelecekse, o tanrı nasıl tanrıdır? Bu mantıksız inanıştan dolayı Avrupa’da büyük kafirler yetişmiştir.

Jan Jak Ruso (Jean Jacques Rousseau) diyor ki: “Ben Tanrı’ya inanmıyorum ama inanacak olsam Müslümanların Tanrı’sına inanırım.” Demek ki Jan Jak Ruso’yu dinsiz yapan Hıristiyanların bu çarpık inancıdır.

Batı dünyası bugün artık gayet iyi biliyor ki, Hazreti İsa kendisinin tanrı olduğunu iddia etmemiştir. Pavlus bu bâtıl anlayışı ve putperestliği Hıristiyanlığa zerk etmiştir.

الَّذِينَ قَالُوا

(elLaÜIyNa QAvLUv)

“Demiş olan kimseler.”

Diyen kimseler bellidir, dedikleri de bellidir. Bunlar ayrı ayrı değil toplu olarak demişlerdir. Hıristiyanlık Filistin’de doğmuştur. Hazreti İsa hayatında 12 havari bulmuştur. Hazreti İsa insanlığa gönderilmiş bir peygamberdir. Havarilerine tebliğ edecekleri kimselerin Yahudiler olmadığını, dağılıp bütün insanlığa tebliğ yapmalarını söylemiştir.

Devlet kavmîdir. Yeryüzü yüze yakın kavimden oluşmaktadır. Her kavmin devleti ve kendilerine özgü devlet dilleri vardır. Hazreti Musa İsrail oğullarını bir devlet kuran topluluk hâline getirmiş, insanlığa örnek kavim yetiştirmiştir.

İşte bu örnek kavmi yaymak, tüm insanlığı kavmi topluluklar hâline getirmek için Hazreti İsa gelmiş, bu görevi fazlasıyla yapmıştır. Önce havariler dünyaya dağılmış ve İncil’i insanlığa ulaştırmışlardır. Sonra Roma/Bizans İmparatorluğu oluşmuş, Hıristiyanlık insanlığın dini olmuştur. Sonra Avrupa müstemlekeciliğini Hıristiyanlığa dayanarak yapmıştır.

İşte, insanlığa İbrahimî uygarlığı ulaştırmada Hıristiyanlığın çok büyük katkısı olmuştur. Bunun dışında uygarlaşmadaki son büyük sanayileşme hamlesini Hıristiyanlar yapmışlardır. Hıristiyanlığın bu büyük başarıları biraz da dinlerini bozduklarından böyledir. Yeni hamleler son derece düzgün ve sistematik olarak kurulur. İnsanlar önce direnirler, sonra bozarak onu kabul ederler. Sünnetullah böyledir.

Akevler’de başlayan “Adil Düzen Çalışmaları” bozulmuş, Millî Görüş ve Gülenciler elinde dünyaya yayılmıştır. Bunu normal kabul edeceğiz ama hatalarla birlikte mücadeleye de devam edeceğiz. Daha ilerisine ancak böyle gidilir.

Kur’an nâzil olduğu zaman Medine’de Yahudiler vardı, onlarla problemler olmuştu. Hıristiyanlarla hiçbir problem olmamıştı, Hıristiyan Habeş kralı hicret eden Müslümanları misafir etmişti. Bizans/Roma İmparatoru Heraklius gelen mektubu dinlemiş ve hoş karşılamıştı. Akıllı siyasetçi onların inançlarını benimseyip savunma yaparak desteğini daha ileri götürebilirdi. Kur’an öyle yapmıyor. Bir taraftan onları desteklerken, en ağır uyarılarını da Hıristiyanlara yapmaktadır. Bu da gösteriyor ki Hazreti Muhammed ya peygamberdir ya da iyi siyasetçi değildir. Oysa iyi siyaset yapmıştır ki kurduğu düzen günümüze kadar gelmiştir. Demek ki peygamberdir.

"Diyen kimseler" kimlerdir?

Pavlus bu iddiaları ortaya atarak insanlığı Roma ile barıştırmıştır. Hazreti İsa’nın iki kişiliği vardır. Birini papa, diğerini ise imparator temsil eder. Hıristiyanlık devlet dini olmuştur. Doğuda patrik imparatora bağlı idi, batıda ise krallar papalığa bağlı idiler.

Her iki mezhep mensupları da Hazreti İsa’nın tanrılığı ilkesini benimsemişlerdir.

Diyenler bunlardır. Hattâ Lüter (Luther) kilise hakimiyetini yıkmak için papalığa karşı çıkmıştır ama Hazreti İsa’nın tanrılığına dokunmamıştır. Çünkü onun derdi Avrupa’yı sömürü sermayesine yem yapmaktı. Bugün de Hıristiyanlar ya dinlerini terk etmekte ya da hâlâ Hazreti İsa’nın tanrılığına inanmaktadırlar.

III. Bin Yıl Medeniyeti bu bâtıl içtihadı ortadan kaldıracaktır.

Evet, Hazreti İsa birçok bakımdan diğer peygamberlerden faziletlidir. Hazreti Muhammed’den de faziletli tarafı vardır ama Hazreti İsa tanrı değildir. Kilise bu gibi saçma iddialardan derhal vazgeçmelidir. Hazreti Musa’nın mucizesi vardı. Hazreti Muhammed’in mucizesi Kur’an’dı. Hazreti İsa ise kendisi mucizedir, hâlâ dünyayı etkisi altında tutmaktadır.

Kur’an düzeninin en büyük destekçisi Hıristiyanlık olacaktır. İncil’i okuduğunuz zaman, içindeki yanlış tarafları ayıkladığınızda size iman telkin eder. Müslümanların da İncil’e ihtiyaçları vardır.

Kuran insanın aklına hitap eder.

İncil ise insanın duygularına hitap eder.

إِنَّ اللَّهَ هُوَ الْمَسِيحُ ابْنُ مَرْيَمَ

(EinNa elLAHa HuVa eLMaSIyXu iBnu MaRYaMa

“Allah Meryem oğlu Mesih’tir diyenler küfretmişlerdir.”

Tevrat’ta ve Kur’an’da emirler vardır: Namaz, zekat, hac ve oruç.

Hazreti İsa bunlarla meşgul olmamıştır. Hazreti İsa insanların şeklî hareketlerine değil de iç yapılarına hitap etmiştir. Bunun iki sebebi vardır.

İnsanları inandırmadan onlara yeni bir şey getiremezsiniz. Nitekim Mekke döneminde Hazreti Muhammed aleyhisselâm da bunu yapmıştır. Bu sebeple İncil ibadetlerden bahsetmez ama din de ibadetsiz olmaz.

Hazreti İsa düzen ve ibadet için de Tevrat’ın hükümlerini önermiştir. Ne var ki ruhunu yitirmiş şekildeki ibadetler de Hıristiyanları ilgilendirmemiştir. Bu sefer kendileri böyle ibadetler uydurmuşlardır. İslâmiyet’te de tarikatlar böyledir.

İslâmiyet kentte doğmuş ve peygamber kent hayatını örneklemiştir. Müçtehitler dönemine kentlerde tarım ve ticaret topluluklar arasında gelişti.

Türkler Müslüman olduklarında çobanlık dönemimi yaşıyorlardı. Kent hayatına göre gelişmiş şeriat Yörüklerin hayatına uymadı. İşte onlar da tahrif ederek şeriatın yerini tarikata verdiler, cem evleri ihdas ettiler. Türkiye’de var olan bugünkü Alevilik sorunu budur.

Hıristiyanlar da uygarlığı yeryüzüne götürdüklerinde halkın kabul edeceği mistisizmi başa çıkardılar. Bâtıl inanışlar böyle doğdu. Gerek Hıristiyanlar, gerek ehli tarikat müsbet ilme aykırı birtakım fıkralar ve hikayeler anlatırlar. O devirlerde böyle yapmaları gerekiyordu. Ancak onların bâtıl inanışlarına o devirde ihtiyaç olduğu için Allah da izin verdi. Ne var ki bugün de aynı şeyi yapıyorlar. İşte Kur’an onlara bugün hitap ediyor. Bundan dolayı bu ayet “Lekad” kelimesiyle başladı.

Tarikatlar için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Müsbet ilme aykırı hiçbir şey İslâmiyet’te yoktur. Artık bizim uyarılarımıza kulak vermelidirler.

Benzer benzetmeyi Cumhuriyet inkılapları için de yapabiliriz. O gün yasaklanan bir şey o gün için gerekli olduğu için Allah izin verdi. Ama bugün artık şeriata aykırı yasaklara devam etmek küfürdür.

Hıristiyanlar ne yaptılar?

Bu konu Yahudilerde başlamıştır. Onlar İsrail oğullarını seçilmiş kavim kabul ediyor, kendilerinin de Allah’ın oğulları olduklarını iddia ediyorlardı. Diğer insanları dışlıyor ve başka halkları insan bile kabul etmiyorlardı. Pavlus bir adım attı, bütün İsrail oğullarını Tanrı’nın oğlu olmaktan çıkarıp yalnız Hazreti İsa’yı Tanrı’nın oğlu yaptı. Hıristiyanlık âleminin bunun üzerinde durabilmesi için akıl yoluyla izah etmek zorunda kaldı.

Allah’ın oğlu olması halinde tanrılar çoğalmış olacaktı. Bu sefer Tanrı’yı İsalaştırdı ve Tanrı olan İsa’dır dediler.

Ölümü izah etmek mümkün olmadığı için de o göğe çekildi gitti dediler.

Evet, Kur’an Hazreti İsa’nın haça gerilmediğini veya gerilirken öldürülmediğini bildirmekte, Hazreti İsa’nın öldüğü de açıkça ifade edilmektedir. Ama hâlâ Hazreti İsa’nın geleceği beklenmektedir.

El-Mesih” burada sıfat olarak değil ad olarak bildirilmektedir. Hazreti İsa’nın bir adı da “Mesih”tir. Tevrat’ta Mesih’in geleceği bildirilmiştir. Hıristiyanlar Mesih’i insan üstü hâle getirdiler. “İsa” da beklenen demektir, “asa” sözünden türemiştir. Kur’an’da İsa’nın isminin Mesih olduğu bildirilmektedir. Yani genel olarak Hazreti İsa’nın asıl adı “İsa” olarak bilinmekte, “Mesih” sıfatı imiş kabul edilmektedir. Oysa asıl adı “Mesih”tir. “İsa” da beklenen adam demektir. Bugün de yeniden geleceği beklenmektedir.

Bu kelimeye dayanarak Hazreti İsa gelecektir diyebiliriz.

Kur’an’da Hazreti İsa Mesih’e ait pek çok müteşabih âyet vardır.  

Evet, Hazreti İsa beklenmektedir. Tekrar yeryüzüne gelecektir. Ancak kendisi gelmeyecek, din gelecektir; Hıristiyanlık yeniden eski saffetine kavuşacaktır.

Dinlerin iki görevi vardır.

Biri, kişileri düzeltmek, onları üstün insan yapmak. Bunu Hazreti İsa yapmıştır.

Diğeri de, insanlar arasında Adil Düzen kurmak. Bunu da Hazreti Musa yapmıştır.

Kur’an bunları bir arada insanlığa sunmuştur.

Ne var ki, Kur’an daha çok düzenle ilgili uygulama yapmıştır. Hazreti Muhammed, Hazreti İsa’ya benzeyen değil, Hazreti Musa’ya benzeyen bir peygamberdir, şeriatı uygulamakla görevlidir. Kur’an’da tarikat da vardır (İncil’de vardır), ama Hazreti Muhammed onu uygulamamıştır. Tarikatlar sonra bu uygulamayı yapmışlardır.

İşte, Hazreti İsa üçüncü bin yılda gelecektir ama kendisi değil, kendi peygamberliği gelecektir. İncil’in uygulaması yapılacaktır.

Bediüzzaman bunu uzlaştırıcı üslupla belirtmiştir. Gelir ama herkese görünmeyebilir demiştir. Asıl gelmesi, Müslümanlarla Hıristiyanlar birleşecek, küfrü ve şirki dünyadan kovacaklardır demiştir. Bu sözlerin isabeti günümüzde çok iyi anlaşılmaktadır. Rusya Devlet Başkanı Putin, İslâm Konferansı Örgütü’ne üye olarak katılmak istemiştir. Amerikan halkı Müslüman evladı Obama’yı başkan seçmiştir. Papa, Sultan Ahmet Camii’nde dua etmiş, “arzın ve semavatın rabbine dua ettim” demiştir. İşte beklenen Mesih budur.

قُلْ

(QuL)

“Kavl et”

Buradaki emir kimedir?

Kur’an bu âyetlerde muhatap olarak mü’minleri değil Ehli Kitabı ve Hıristiyanları almış, doğrudan onlara hitap etmiştir.

Kul/söyle” emri ile de şimdi bize hitap etmektedir. İslâm âlemini temsil eden biri söyleyecektir. Bu âyete göre onlara hitap edecek biri olmalıdır.

Bu kimdir? Burada söyleyecek kimse kimdir?

Bunu Hazreti Muhammed kabul edemeyiz. Kabul edersek, o zaman bu âyetler ne bugünkü Hıristiyanları muhatap alır, ne de bugünkü mü’minleri görevli kılar.

Evet, bu emir hepimizedir. Önce hepimiz Hıristiyanlardan dost edineceğiz ama taviz vermeyecek, Kur’an’ın bu tebliğini onlardan her birine ulaştıracağız. Her mü’min nebinin halifesidir, onun yaptığı görevi o da yapacaktır.

Ondan sonra İslâm âlemini temsil eden bir halifemiz olmalıdır. O söyleyecektir.

Bu nasıl olacaktır, nasıl söyleyecektir?

Yeryüzünde dört büyük din vardır. Bunlar İbrahimî dinlerdir. Budistler, Hindular, Hıristiyanlar ve Müslümanlar. Dinlerin mezhepleri olacaktır. Her din üç, dört, beş ana mezhebe ayrılır. Demek ki yirmiye yakın mezhepler olacak, bunlar dinî dayanışma ortaklıklarını oluşturacaklardır. Üçüncü bin yıl medeniyetini bunlar kuracaklar, bu kurumlara dayanarak kuracaklardır. Görüşme ve tartışma bunlar arasında olacaktır.

Bunun merkezi neresi olacaktır?

Şimdilik Türkiye’de bu imkanı sağlamalıyız.

İstanbul’da açık bir kent kurmalıyız. On dönümde bir yüz hanelik semt kurulabilir. Bir bucak yüz dönümde oluşur. On bin dönümlük yer yeterlidir. İşte burada onlara tamamen serbestlik veririz. Orada bu merkez oluşur. Bunun için bir belediye başkanının bize ‘evet’ demesi yeterlidir.

İşte, “kul/söyle” emri böyle yerine getirilebilir.

Adil Düzen Çalışanlarına düşen görevler büyüktür.

Biz bunları 1960’larda söylediğimiz zaman; ‘bizi kim iktidar eder, bize kim bu imkanları verir’ diyorlardı. Bugün her şey oldu, tek başımıza iktidar olduk ama maalesef biz elimizdeki imkanları kullanamıyoruz. Arkadaşlarımız kendi dünyalarına daldılar. Biz Adil Düzen Partisi’ni kurup onların yaptığını yapmamalıyız.

فَمَنْ يَمْلِكُ مِنْ اللَّهِ شَيْئًا

(Fa MaN YaMLiKü MiNa elLAHi ŞaYEn)

“Kim Allah’tan bir şeye malik olursa.”

Fe” harfi atıf harfidir. Bir konuşmaya “fe” harfi ile başlanamaz. Demek ki bundan önce başka şeyler söylenecek, ondan sonra bundan sonraki cümle söylenecektir. O söylenecek cümleleri duruma göre söylenmek üzere bize bırakmıştır.

Biz de gücümüzün yettiği kadar söyleyelim.

  1. Tanrı’nın birinci vasfı vacibu’l-vücud olmasıdır. O yeniden var edilemez, yok da edilemez. Eğer yeniden var olabiliyorsa, onu var eden Tanrı olur, o olmaz. Hazreti İsa ise doğmuş, büyütülmüş ve ömrü sona ermiştir. Yaşadığı ömür ise birkaç senedir. Yahut 2000 senedir. Oysa kâinat 13.7 milyar yıl önce yaratılmıştır. Milyonda bir zaman içinde var olan nasıl tanrı olacaktır?
  2. Hazreti İsa 2 metre bile değildir. Dünyanın çevresi 40 milyon metredir. 20 milyon kat daha küçük olan nasıl tanrı olabilir? Dünyanın güneşten uzaklığı 10 000 defa daha büyüktür. Güneş sistemi  500 bin defa daha  büyüktür. Ondan sonra yıldızlar sistemi gelir, uzay gelir, kürsi gelir, arş gelir. Bunların içinde Hazreti İsa veya Hazreti Muhammed nasıl tanrı olabilir?
  3. Kaldı ki Hazreti İsa’nın kendisi tanrılık iddiasında bulunmamış, normal insan olarak yaşamıştır. Kendisi ben tanrıyım demediği halde, biz ona nasıl tanrı diyebiliriz?
  4. Kur’an gelmiş, onun peygamberliğini tasdik etmiş ama Allah’ın oğlu olduğu iddiasını şiddetle reddetmiştir.

Sonra Allah’ın sıfatları vardır.

  1. Allah’ın başlangıcı ve sonu yoktur, zaman ve mekan dışındadır. Çünkü zamanı da mekanı da O yaratmıştır. Oysa Hazreti İsa aramızda yaşamıştır. Şimdi de göktedir diyorsunuz.
  2. Allah tüm kâinatı ve kanunları var etmiştir. Hazreti İsa neyi var etmiştir. Bilakis, kendisi var edilmiştir.
  3. Allah istediği şeye “ol” der, o da olur. Asılmaya, çarmıha gerilmeye, göklere gitmeye ihtiyacı yoktur. Aranızda yaşayarak tanrılık yapabilirdi.
  4. Eğer o tanrı ise şimdi bizi görüyordur. Kendisini astıracak kadar fedakar olan Hazreti İsa şimdi neden merhamet edip de bu kadar zulme ses çıkarmıyor?

Bugün müsbet ilim harikalar meydana getiriyor. Cebimizdeki telefonla Ay’da olsak bile konuşabiliyoruz. Ay’a gidebiliyoruz. Gecemiz gündüz olmuş, elektrikle her yeri aydınlatıyoruz. Bilgisayarımızla yazıyoruz, hesaplar yapıyoruz.

Bunları nasıl elde ettik?

Müsbet ilimle elde ettik.

İşte o müsbet ilim Hazreti İsa’nın tanrı olmadığını bize kesin olarak söylemektedir. O ilimleri geliştirenler de Hıristiyanların kendileridir.

İşte, biz Hıristiyanlık âlemi ile karşılaşırken, bu izahları yaptıktan sonra “öyleyse” deyip yani “Fe” harfini getirip Allah’a karşı direnecek, O’na bir şey yaptıracak kim vardır.

Ateist sermaye insanlığa bazı şeyler yutturmaktadır: Aklınız var... Siz peygamberlerin sözlerine ne diye uyuyorsunuz... Sosyal ve doğa kanunlarını ne diye dinliyorsunuz... Gücünüzle istediğinizi yapınız...

Bizim akıllılar da çıkıp ne diyor; din kamuya giremezmiş!

Behey beyinsizler. Din dediğin, Allah dediğin giremezmiş diyorsan, sen kimsin? Senin başın ağrısa O’nun doktoruna, O’nun ilacına baş vuruyorsun. Hazreti İsa’ya tanrı diyenlerle laiklik iddiasıyla Allah’ı dışlayanlar arasında ne fark vardır. Hattâ bunlar onlarınkinden daha akılsızca, daha aptalca inanç ve küfürdeler. Sizin bir kılınız bile size ait midir? Bugün biyoloji ilmi açıkça ortaya koymuştur ki insandaki bir tüy bile ancak birtakım planlamaların ve çalışmaların ürünüdür. Bir saç kılını yine Allah’ın bize lütfettiği makasla kesmesek durduramayız, büyür durur. ‘Makası biz yaptık’ diyebilir bu kâfir. Görelim bakalım, çarşıdan almadan bir makas yap. O makası yapanlar Allah’a inandılar, O’nun emrine girdiler, çalıştılar da öyle yaptılar. Allah onlara güç verdi, bilgi verdi, ilham verdi de yaptılar. Sen yapsana, sen!

إِنْ أَرَادَ

(EiN EaRAvWa)

“İrade etse.”

Yani Allah irade etse, öyle olmasını istese.

Bir zelzele olur, tüm insanlık seferber olur, yaraları yıllarca saramaz. Ya o zelzele biraz daha ileri gitse de denizde gemilerin battığı gibi karalar batsa, kim karşı gelecektir. Ozon tabakası deliniyor diye kıyamet koparıyoruz. Ya denizler buharlaşıp uçsa, Hazreti İsa bir şey yapma gücüne mi sahiptir. Bir grip virüsü çıkıyor, sokaklara çıkamıyoruz.

Allah bu kâinatı kendi düzeni içinde eksiksiz var etmiştir. 13.7 milyar yıldır evrimleşmektedir. Hazreti İsa yoktu ama kâinat bu hâle geldi. Ağaç dikerken, gübrelerken, büyütürken Allah’ın oğula ihtiyaç yoktu da, şimdi hasat yaparken oğula ihtiyacı oldu, öyle mi? İhtiyacı yoksa onu niye var etti? O mu var etti, yani çok tanrı oldu? Neden oluyor da bir oğlu oldu ama başka oğlu olmadı?!.

İnsanlık hâlâ bu bâtıl düşünceden kendisini kurtaramıyor.

Müslümanlar da “kutlu doğum haftası” ile onlara özeniyor, Hazreti Muhammed’i ucun ucun tanrılaştırıyorlar.

İşte, bugün insanlığın başına musallat olan ateizm bu gibi bâtıl inançların bir sonucudur. Tüm dünyadaki dinler akıllarını başlarına toplamalı, dinlerini bâtıl inançlardan temizlemelidir. İşte o zaman dinsizlik de sona erer, sermayenin tahakkümü de sona erer.

Döndük dolaştık ve ilk güne geldik. Sorun “Lâ ilâhe illallah” demekten ibarettir. Bunu demek kolay sanırsınız ama kolay değildir. Bunu demek çok zordur. Erbakan tanrılaştırılıyor, Erdoğan tanrılaştırılıyor. Mustafa Kemal tanrılaştırılıyor... İnsanlar bir türlü Yaratan’a inanamıyor, yaratılanı yaratan yapıyor! Bununla beraber Allah müdahale etmiyor. İnsanlığın kendi akıbeti içinde ilerlemesine izin veriyor.

أَنْ يُهْلِكَ

(EaN YuHLiKa)

“Helak etmeyi murat etse.”

Heleke” iki dağ arasındaki uçurumdur. Hayvanlar oralarda otlarken yuvarlanır ve helak olurlar, yani ölürler. Kötü bir şekilde, beklenmedik bir tarzda insanın ölmesi “helak” olarak ifade edildiği gibi; zelzele, yangın veya savaş sebebiyle bir topluluğun dağılması da “helak” olarak ifade edilmektedir.

İhlak etmek” uçuruma yuvarlayıp ölümüne sebep olmak demektir.

Bizim hayatımız iğne ipliğine bağlıdır. Bir damar tıkanır ve insan ölür. Yerin küçük bir sarsıntısı ölüme sebep olabilir. Uzaydan gelen bir parça yere çarpar, onu darmadağın edebilir. Beynimizdeki devreler karışır, abuk sabuk konuşmaya başlarız.

Biz kim, Tanrı kim ve nerde.

Ama insanoğlu işte böylesine şaşkındır.

Burada anlatılan yalnız Hıristiyanlar değildir, tüm insanlar böyle sapıklık içindedirler.

الْمَسِيحَ ابْنَ مَرْيَمَ وَأُمَّهُ

(eLMaSIXa İBNa MaRYaMa va EumMaHUv)

“Meryem oğlu Mesih’i ve ümmünü.”

Meryem oğlu Mesih” yukarıda zikredilmişti. Burada zamir gönderebilirdi. Böyle olmamış ve izhar edilmiştir. Muttasıl zamire atıf yapılamaz, dolayısıyla “ummehu” kelimesini atfetmek için izhar yapmıştır. Takdim ve tehir yapılarak da ifade edilebilirdi. O zaman annesi Hazreti İsa’dan daha önemli olmuş olurdu. Bununla beraber bu şekilde izhar edilmesinde başka bir hikmet olabilir. Yukarıdaki Mesih ona tanrı diyenlerin hayali mesihidir. Buradaki Mesih ise Meryem’in oğlu olan ve anası gibi olan Mesih’tir. Farklı anlamda Mesih olduğu için izhar edilmiştir. Anası ile beraber zikretmesi, ikisinin de insan olması ve birinin diğerine muhtaç olmasıdır.

Burada ve yukarıda “İsa” kelimesini getirmemektedir. Çünkü konunun beklenen bir peygamber olması ile ilgisi yoktur. Hazreti Musa peygamber Hazreti Harun peygamber ile, Hazreti İbrahim peygamber oğulları ile, Hazreti Davut peygamber Hazreti Süleyman peygamber ile, Hazreti Zekeriyya Hazreti Yahya ile hep birlikte peygamberlik yapmışlardır. Hazreti İsa’nın beraber olduğu nebi de Hazreti Meryem’dir. Hıristiyanlık Hazreti İsa kadar Hazreti Meryem’in de eseridir. Hıristiyanlar ve Müslümanlar Hazreti Meryem’e çok büyük saygı duyarlar.

Onları ihlak ederse, helak ederse acaba kim mâni olabilir?

Buradaki bu ifade “İn” ile getirilmiştir. Halbuki onları helak etseydi, yani “lev kane yuhlikü” şeklinde mazi sigasıyla gelmeli idi. Şimdi “helak ederse” deniyor.

Şimdi onlar hayatta değildirler ki helak etsin.

Evet, şimdi de helak edebilir. Ruhları vardır. Onları hepten yok edebilir. Eğer annesini eklemeseydi bu âyetle Hazreti İsa’nın şimdi hayatta olduğunu istidlal edebilirdik. Annesini de zikrederek o mânânın verilemeyeceği ifade edilmiş olur.

Burada Hazreti İsa ve annesinden bahsetmekle beraber, onun gibi herhangi birini helak etse kim karşı çıkabilir. Nitekim sonunda herkes ölmektedir.

Burada asıl işaret edilen husus Papalıktır. Yani Hıristiyanların etkisini ortadan kaldırsa, tüm insanlığı ona düşman yapsa, kim gelir de Hazreti İsa’yı ve Annesini bir daha dünyanın yarısından çok insanların gönlüne koyabilir? O halde bugünkü Papa’ya hitaben söylüyor. Siz Pavlus’u bırakamıyorsunuz ama ya Allah sizi bıraksa ne yapabilirsiniz?

Bugünkü Hıristiyanlar dinlerinden soğumuş bulunmaktadırlar. Papalık Hazreti İsa’nın ilahlık iddiasından vazgeçecek, şeriat olarak da Tevrat şeriatının yanında Kur’an şeriatını da kabul edecek, yeniden yine eski saltanatını bulacaktır. Kur’an’ın bunun üzerinde bu kadar durmuş olmasının mânâsı, Hıristiyanların bu saffete dönecek olmasıdır.

Kur’an okudukça ve üzerinde çalıştıkça her seferinde yeni bir şey öğreniyoruz.

Hıristiyanlar Hazreti İsa’yı tanrılaştırmaktan tevbe edeceklerdir, Allah da onların tevbesini kabul edecektir.

وَمَنْ فِي الْأَرْضِ

(Va MaN FIy eLEaRWı)

“Ve arzda kim varsa”

Yalnız Hıristiyanları değil tüm insanlığı yok etse, O’na kim ne diyebilir.

Tarihte pek çok dinsiz putperest çağlar gelip geçmiştir. Bunların hiçbirisi, yirminci yüzyıldaki din düşmanlığı ve ahlak bozukluğu kadar şiddetli olmamıştır. İki cihan savaşı çıkmış, insanlık atom bombası ile imha edilmiştir. Çağımız dünyası en ağır çevre kirliliği ile karşı karşıyadır. Çağın teknik gücü bunları durdurmaya yeterli gelmemektedir.

Burada yeryüzünün helaki sözkonusudur, insanlığın helaki sözkonusudur.

Eski Yunanlılar kâinatın yaratılmadığı, sonunun da olmadığı iddiasında idiler. Şimdi kâinatın yaratıldığı ve ölüme doğru gittiği bilinmektedir. Beklenmedik bir olay tüm insanlığı yok edebilir. Sadece çevre kirliliği her yıl artmaktadır. Bu artış devam ederse, 200 yıl sonra yeryüzünde insan diye bir şey kalmayacak, aynı zamanda canlılar da varlıklarını yitirecekler. Bugün ilmen tesbit edilmiştir ki her şeyin ömrü vardır. Cansızların da ömrü vardır.

Kendilerini tanrı kabul ederek ve ‘laik düzen kuracağız’ deyip Allah’ı inkar edenler, O’na karşı çıkanlar, bu sorunlara bir tedbir, bir çare düşünebiliyorlar mı?

Burada bilinen bir fıkrayı yazarak duymayanlara duyurmak isteriz. Bu bir temsildir.

Bir grup ilan vermişler; biz canlıyı var ettik, artık Tanrı ile yarışabiliriz! Muvafıklar ve muhalifler tartışmışlar, sonunda Firavun’la Hazreti Musa’nın karşılaştığı gibi karşılaşmaya karar vermişler. Büyük bir salon, mahşeri bir kalabalık, yeni tanrılarını seyretmek isteyen insanlar... Sahne açılmış ve canlıyı yarattıklarını iddia eden kimseler gösteriye çağrılmış... Kendilerinden emin bir şekilde sahneye çıkmışlar... Sözcüleri söze başlamış: “Canlı var etmek için önce şu, şu maddeleri alırız” demiş. Muhalif el kaldırmış, hakemlerden söz istemiş, hakemler de ona söz vermişler: “Bunlar  bizim Tanrı’mızın  malzemesini kullanıyorlar, kendi malzemelerini kullansınlar!” Ve tartışma oracıkta bitmiş.

Kur’an’da deniyor ki; “Ey ins ve cin halkı, gücünüz yetiyorsa arz ve semavatın dışına çıkın.” Bu ne arsız ve yüzsüz insandır ki, O’nun yarattığı biri çıkıyor, O’nun yarattığı yerin nimetlerinden yararlanıyor; sonra da O’na baş kaldırıyor!

جَمِيعًا

(Va MaN FIy eLEaRWı CaMıGan)

“Ve arzda kim varsa, cemian.”

İşlenen suç o kadar büyüktür ki, suç ortaklarının tamamının ortadan kalkması gerekir.

Cemian” kelimesi bu sebeple zikredilmiştir.

Sonra yeryüzünün tamamını ortadan kaldırmak daha dehşetlidir, daha basittir. Dengelerden birini bozarsanız yeryüzünde hayat kalmaz. Dünyayı güneşe biraz yaklaştırırsanız, yahut biraz uzaklaştırırsanız... Dünyayı biraz daha yavaş döndürürseniz… Havanın içindeki çok az miktardaki helyumun miktarını değiştirirseniz… Hayat kalmaz.

Müsbet ilimler ilerledikçe kâinatın, yeryüzünün, insan vücudunun ne kadar mükemmel ve uyumlu bir şekilde var edildiği ortaya çıkar. Şaşılacak şey değil midir ki; bir dakika nefes almazsa helak olacak bir durumda ama yine de kendisini bir şey sanıyor!

Allah en büyük nimetini Hıristiyanlara vermiştir. Vâris oldukları ilim mirası Hıristiyanları en yüce yerlere çıkarmıştır. İlmin elbette sonu yoktur. Daha çok şey öğrenilecektir. Bununla beraber her şeyin bir olgunluk devresi vardır. Bir fidan dikersiniz, belli bir zaman sonra meyve vermeye başlar. İnsan on beş yaşına geldiği zaman ergenlik yaşına ulaşır. İnsanlık da bugün ergenlik çağına gelmiştir, yeni bir hayata başlayacaktır.

Geçmişte de elbette insanlar teknoloji içinde yaşıyorlardı. Ata binmek de teknolojidir. Odayı ısıtmak da teknolojidir. Yelkenli gemiler de teknolojidir. Ne var ki, bunların hiçbirisi insanı uzak yerlerle görüştürememiştir. Bunların hiçbirisi hayatı filme alamamıştır. Gerçekten, harika keşifler son asırda gerçekleşmiştir.

Bugün insanlar “cemi’” olmuşlardır, yani bir araya gelmişlerdir.

Artık yeryüzünde gidilmeyen bir ağaç dibi kalmamıştır.

Bu büyük uygarlığı kimler kurdu?

Hıristiyanlar.

Dünyanın en güçlü dini kuruluşunu kimler oluşturdu?

Hıristiyanlar.

Şimdi Allah onlara diyor ki; artık yeteri derecede ilim edindiniz, gerçekleri gördünüz, küfürden vazgeçin. Size bu nimetleri bahşeden Allah ve O’nun kıymetli peygamberine ve annesine artık gereksiz iftiralarda bulunmayın.

Cemian” sözü içinde biz Müslümanlara da hitap vardır. Tebliğ etme, gerçekleri anlatma görevi bize düşmektedir. Allah bizi onlara muhtaç etti, onları da bize muhtaç etti. Viyana kapılarından geri döndük ama şimdi işçi olarak oradayız. Eskisine nazaran tebliğ gücümüz şimdi daha fazladır. Şimdi biz Kur’an’ı onlara ulaştırma durumundayız. Yoksa tüm insanlık birden yok olabilir.

وَلِلَّهِ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ

(Va LilLAHı MülKü elSaMAvVAvTı Va eLEaRWı)

“Arzın ve semavatın mülkü Allah’ındır.”

Allah” kelimesi bu âyette dört defa geçmektedir. Hepsinde kastedilen “Allah” kelimesi âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Böyle olmakla izmar edilmemiş, izhar edilmiştir. İki defa da Meryem oğlu Mesih’ten bahsedilmiştir, izmar  edilmemiş izhar edilmiştir.

Hıristiyanların düşündükleri Allah ve oğlu Meryem oğlu İsa, kâinatı var eden, ona düzen veren Allah değil de, insanların Tanrı’sı olan ve insanlara mükafat verecek, mücazat verecek Allah’tır. Kur’an’ın ortaya koyduğu Tanrı ise kâinatın ver edicisi, şeriatın kurucusu ve Tanrı’dır. Bunu daha iyi anlayabilmemiz için kâinattaki olayları ele alalım. Birincisi; insan yaratılmadan önceki Tanrı yeryüzünü koyduğu doğal kanunlarla terbiye etmiştir. İkincisi; Hazreti Adem’i yarattıktan sonra ise yeryüzünü topluluklar hâlinde var etmiş, onlara farklı tanrılık yapmıştır. Onları kendisine halife yapmış ve onları muhatap almıştır. Bu farklı tanrılıktır. Her iki Tanrı aynı Tanrı’dır ama birinde başka usulle tezahür eder, diğerinde başka usulle tezahür eder. Hıristiyanlar Tanrı’yı sadece sosyal işlerle ilgilenen bir Tanrı kabul etmişler, Hazreti İsa’yı onun oğlu kabul etmişlerdir. Kur’an ise her iki Tanrı’nın tek Tanrı olduğuna işaret ederek onların oğul isnadı felsefesini çürütmüştür. Allah böyle sadece sosyal işlerle ilgilenen Tanrı değil, tabiî ve sosyal kâinatın Tanrı’sıdır. Bunu demektedir.

Kailler değişmektedir.

Birincisinde Hıristiyanlar Allah’tan söz etmektedirler.

İkincisinde ise biz Allah’tan söz ediyoruz.

Bizim Tanrı anlayışımızla onların Tanrı anlayışı farklıdır. Bize göre Allah hem kâinatın var edicisi hem insanların rabbidir. Onlara göre Hazreti İsa’nın babası olan Tanrı daha çok insanların rabbidir. İnsanların rabbi olarak Tanrı’nın oğlu kabul edilmektedir.

Söyleyenler değişince lafız izhar edilir.

“Ahmet geldi mi?” diye sorana ya “yalnız Ahmet geldi” dersin, yahut sadece “geldi” dersin. “O geldi” dediğimizde cümle beliğ olmaz, yahut farklı şey kastedilir.

Burada ise kail doğrudan Allah’tır. Bu sebeple “Allah” lafzı tekrar edilmiştir ve buna işaret etmek üzere tekrar edilmiştir.

Allah kâinatı var ederken başka varlıkları araç olarak kullanmıştır. Şöyle ifade edelim. Toprağı var ederken herhangi başka bir madde kullanmamıştır. Öyle olsaydı onu da başka bir şeyden var edecekti. O yaratılışta ne biz, ne cin, ne melek ne de ruh vardır. Oysa yeryüzünü oluştururken kâinatta yarattığı maddeleri bir araya getirerek yeri var etmiştir. Canlıları da oradaki topraktan var etti. İnsanlar da bir canlıdır.

Hazreti İsa’nın bedeni vardır. Bu beden kâinatın bir parçasıdır.

Ona nasıl tanrılık isnat edilebilir.

Allah, bunların yanında bir de ruhları var etmiştir. Bunlar bu maddeyi kullanma imkanına sahiptirler. Allah kâinatı düzenlerken bunları da görevli kılıyor, onlara iş veriyor. Zaten kâinatı onlar için var etti. Yoksa şuursuz, kendisini bilmez bir varlığı yaratsa neye yarayacaktır. Evler yaparız ki içinde insanlar yaşasınlar diye. Arılara kovan yaparız, oraya girsinler diye. Ama arılar olmasa neden kovan yapalım.

Semavat ve arz” kelimesi kâinatımızın adıdır, üç boyutlu uzayımızın adıdır. “Semavat ve arz” veya “seb’a semavat” derken ayrı ayrı semalar kastedilir. “Arz ve semavat” derken, bizim genişlemekte olan üç boyutlu kâinat murat edilmektedir.

Kâinatımız bundan 13.4 milyar yıl önce patlayarak genişlemeye başlamıştır. Işık hızı ile genişlemektedir. Bir şeyin genişleyebilmesi için kendisinden daha büyük boyutta uzaya gerek vardır. O uzay da “kürsi”dir. İradeli hareket yapabilmemiz için daha büyük boyuta ihtiyaç vardır. O da “arş”tır. İşte, Allah bunların yalnız hâliki değil, aynı zamanda mâlikidir. Biz ve melekler buraların mâliki değiliz; işçisiyiz, çalışanıyız. Mâlike’l-mülk O’dur. Hazreti İsa’nın durumu da bizim gibidir. Kendisine bir görev verilmiştir, o görevi yapmıştır.

Ay’ı Güneş’e karşı getirmektedir. Arzı ise semavata karşı ifade etmektedir. Sema çekim alanıdır. Arz ise çekim merkezidir. Böyle anlaşıldığı taktirde güneş de arzdır. Kâinatın varlıkları çekim alanları ve çekim merkezleri olarak var edilmiştir. Uzakta bulunan bir yerdeki herhangi maddeyi arz kendisine çeker. O ona yaklaşmaya başlar, sonunda bir yere gelir ki orada durur. İşte durduğu yerden sonra arz başlar. Allah arz ve semavatın  mâlikidir.

وَمَا بَيْنَهُمَا

(Va MAv BaYNaHuMAv)

“Ve aralarında olanların da rabbidir.”

Canlılar arz ile sema arasında yaşarlar. Güneşten boşlukta gelen ışığı alırlar ve onları yerin toprağı ve havası ile birleştirirler. İşte hayat öyle başlar. Yani uzay boşluktur. Cisimlerin çekimine tâbidir. Birbirine ışık gönderirler. Düşen bir cisim gelir, onun kabuğunda durur ama kabuğun çevresinde gelen cismi durdurmayan ama yavaşlatan bir tabaka bulunur.

Buna “atmosfer” denir.

İşte “beynehuma” burasıdır. Asıl hayat da buradadır.

Canlılar enerjiyi harcayarak varlıklarını sürdürürler. Bu enerji dışarıdan gelir, arzın atmosferinde kullanılır ve hayat ortaya çıkar.

Bu olaylar sosyal olaylar değildir. Bunlar doğa olaylarıdır.

Hazreti İsa’nın bunlarla bir ilişkisi olduğunu Hıristiyanlar da iddia etmemektedirler.  

يخْلُقُ مَا يَشَاءُ

(YaPLuQu May YaŞAyEu)

“Meşiet ettiğini halk eder.”

Cümle istinaf cümlesidir, kabul belirtiliyor. Biz “lillahi”nin hâli olarak kabul edebiliriz. Yani Allah’ın mülkiyeti ile halikiyeti arasındaki alakayı belirtiyor.

Mülk mü öncedir yoksa halikiyet mi öncedir?

Önce kâinat yaratılmıştır. Yeniden var edilmiştir. O kâinatta doğa kanunları vardır. O kanunlar ilk defa icad edilmiştir. Sonra o kanunlar içinde canlı ve cansız varlıklar halk edilmiştir. Sonra mahlukatın düzeni sağlanmıştır.

Hazreti İsa bir mahluktur. Kâinat içinde mahluktur. O’nun mülkiyetinde olan kâinatın bir parçacığıdır.

Kur’an bu âyetle diğer ilgili âyetlerde olduğu gibi Hıristiyanların teslis inancını şiddetli bir şekilde takbih etmektedir.

Önce bu teslis akidesinin menşeine inmek gerekir. Bugünkü İncillerde Hazreti İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğu zikredilmektedir. Tanrı da baba olarak zikredilmektedir. Ne var ki bunlar İncil’de var kabul edilse bile mecazi olarak alınır. Kur’an’da da Allah’ın rahim olduğu zikrediliyor. Aslında rahim demek anne demektir. Annenin çocuğuna duyduğu şefkati duyan demektir. Kur’an Allah’a rahim sıfatını veriyor diye Allah’ın anne olduğunu söylemiyor. Hıristiyanlar da pekala bu kelimeleri değiştirmeseler bile bunu böylece yorumlayabilirler. O takdirde o zaman teslis çıkmazından kurtulurlar.

Allah’ı büyük olarak düşündüğümüz zaman sonsuzluğa gideriz.

Sonsuz nedir?

Düşündüğümüz sayıdan daha büyük sayıdır.

Varsayalım ki 1000 sayısını düşünelim. Sonsuz bundan büyüktür. 2000’e çıkalım, ondan da büyüktür. 100 000’e çıkalım, ondan da büyüktür.

Hâsılı, zihnimiz sonsuza her zaman yaklaşır ama hiçbir zaman varamaz.

Tanrı’yı da böyle düşünebiliriz. O’na yaklaşabiliriz ama hiçbir zaman zihnimiz O’na varıp kavrayamaz.

Bu arada insana dönelim. İnsan da yaratılanlar içinde özel yeri olan bir varlıktır. Önce kişiliği vardır, kendisine “ben” diyebiliyor.

Kâinat bilinen, insan bilen varlıktır.

Kâinat yapılan, insan yapan varlıktır.

Kâinatın karşısında bulunan insan Allah’ın halifesidir. Allah kâinatta neler yapıyorsa insan da cüz’i olarak onu yapmaktadır. Allah’ın zatı ile hiçbir benzerliği olmayan insanın sani’ ve hâlik olması bakımından benzerlikleri vardır. Bu göz ile bakıldığında insanda bir tanrılık tarafı vardır. Büyüklük bakımından bunun mukayesesi mümkün değildir, sadece çok çok küçük model olarak görebiliriz.

İnsandaki bu özelliktir ki insanı şirke götürmektedir. İnsan mâlik değildir. Yani kâinattaki her zerre Allah tarafından var edilmiştir. Kimsenin, meleklerin dahi onda bir ortaklığı yoktur.

İkinci fark da, çok çok cüzi olarak insan bir şey yapabilir. Bunu yine sonsuzlukla anlamaya çalışalım. Bir sayıyı sonsuza bölersek sıfır eder, yani yok olur. Oysa sayıları birbirine bölersek daima bir sayı eder. Yani bizim aramızda birbirlerimizle mukayese mümkündür. Kimimiz büyük kimimiz küçüğüz ama Allah’la mukayese edildiği zaman biz hepimiz sıfırız.

Evet, Hazreti İsa ve Hazreti Muhammed bizden daha faziletli olabilir. Bu fark çok büyük olabilir. Ama hiçbir zaman sonsuz olamaz. Belli sayı oranındadır. Oysa Hazreti İsa veya Hazreti Muhammed, ne kadar büyük olursa olsunlar, Allah’ın yanında sıfırdırlar. Yani büyüklükleri karşılaştırılamaz.

Hıristiyanlığın çıkmazı; sonsuz olan Allah ile sonlu olan Hazreti İsa’yı topluyor, çıkarıyor, bölüyor, çarpıyor. Oysa bu mümkün değildir.

وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (17)

(Va elLAHu GLa KülLi ŞaYEin QaDIyRun)

“Ve Allah her şeye kadirdir.”

Türkçede “kadar, mikdar” kelimeleri vardır, bunlar sayıyı ifade eder. Bir de “kudret” kelimesi vardır, bu da gücü ifade eder.

Sayı ile kudret arasında acaba ne ilişki vardır ki aynı kökten üretilmişlerdir?

Sayı ile kudret arasında asrımızda anlaşılan iki önemli ilişki mevcuttur.

Birincisi, kâinatta kudret yani enerji sınırlıdır. Artmaz ve eksilmez. Bir yerden başka yere geçer ama değişmez. Kâinat zerrelerden oluşur. Cüz’ün la yetecezzadırlar. Artık parçalanmazlar, yeniden de var olamazlar. Bunların kâinattaki sayısı sayılıdır. Artıp eksilmemektedir. Kâinat ilk yaratıldığı günden bugüne kadar ne ise onlar o kadardır.

Ayrıca bunların enerjileri vardır. O da hızlarının kareleri toplamıdır. Bunlar da toplam olarak değişmez. Parçacıklardan kimi hızlanır, kimi yavaşlar ama toplam miktarları değişmez. Buna “enerji sakınım kanunu” denmektedir.

Yirminci yüzyılda keşfedilen bir şey daha vardır ki, enerjinin yani hızın da sayılı olduğu, taneciklerden oluştuğudur. Bu bakımdan da kâinat sayısaldır.

İşte, sayısal olan kâinatın sayılarını belirleyen Allah’tır. Sınırlı tutmuştur. Yani sonsuz bir şey yoktur. Eskiden zaman ve mekanın sonsuz olduğu iddia ediliyordu. Oysa bugün zamanın başlangıcının olduğu ortaya çıkmıştır.

Allah hâliktir ama aynı zamanda kadirdir. Yani her şeye gücü yeter anlamında olduğu gibi her şeyi ölçülü yapmıştır anlamındadır.

Öyleyse Hazreti İsa da ölçülüdür, sınırlıdır, sonsuz değildir. Dolayısıyla Hazreti İsa tanrı değildir.

Kadir” kelimesi burada nekre olarak zikredilmiştir. Yani Allah’tan başka da kadir olan kimseler vardır demektir.

Gerçekten de öyledir. Sayı sayan bir varlık vardır, o da insandır. Diğer canlılar sayı saymayı bilmezler. İşte bu da insana has, insanın Allah’a benzer tarafıdır.

Burada nekre olarak geçen bu kelime başka yerde de marife olarak geçer. Orada da yalnız Allah’ın kadir olduğu ifade edilmektedir.

Buradan öğreniyoruz ki, insan matematiğin tüm formüllerini çözme gücüne sahip olamayacaktır. Allah ise bütün matematik formüllerini çözmüş durumdadır. Zaten bunu bugün görüyoruz. Kâinat en ince matematiğe dayanmaktadır. Bizim beynimizin yetişemeyeceği sayıda bilinmeyenleri içeren o kadar sayıda denklem vardır.

Şey” kelimesi tasarlanmış demektir. Yani Allah tarafından olması istenmiş demektir. İnsan ancak onları düşünebilir. İnsanın düşündüğü her şeyi Allah halk etmeye kadirdir

 

 

 


MÂİDE SÛRESİ TEFSÎRİ(5.sure)
1-MAİDE 1-2
3007 Okunma
2-MAİDE 3
2804 Okunma
3-MAİDE 4-5A
2087 Okunma
4-MAİDE 5B-6A
2178 Okunma
5-MAİDE 6B-10
2070 Okunma
6-MAİDE 11-12
2777 Okunma
7-Maide13-15
2214 Okunma
8-MAİDE 16-17
2250 Okunma
9-MAİDE 18-19
1938 Okunma
10-MAİDE 20-26
2476 Okunma
11-MAİDE 27-31
4440 Okunma
12-MAİDE 32-33
2715 Okunma
13-MAİDE 34-37
1976 Okunma
14-MAİDE 38-41
2888 Okunma
15-MAİDE 42-44
2255 Okunma
16-MAİDE 45-47
3513 Okunma
17-MAİDE 48-50
2330 Okunma
18-MAİDE 51-53
2462 Okunma
19-MAİDE 54-56
2877 Okunma
20-MAİDE 57-60
2283 Okunma
21-MAİDE 61-64
2111 Okunma
22-MAİDE 65-67
1998 Okunma
23-MAİDE 68-69
2333 Okunma
24-MAİDE 70-72
2133 Okunma
25-MAİDE 73-76
2372 Okunma
26-MAİDE 77-79
1851 Okunma
27-MAİDE 80-82
2219 Okunma
28-MAİDE 83-88
1825 Okunma
29-MAİDE 89-91
3126 Okunma
30-MAİDE 92-95
2518 Okunma
31-MAİDE 96-100
2447 Okunma
32-Mide 101-103
2502 Okunma
33-MAİDE 104-105
2123 Okunma
34-MAİDE 106-108
2315 Okunma
35-MAİDE 109-110
3172 Okunma
36-MAİDE 111-115
2643 Okunma
37-MAİDE 116-118
2453 Okunma
38-MAİDE 119-120
2112 Okunma