***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 27
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
وَالسَّارِقُ وَالسَّارِقَةُ فَاقْطَعُوا أَيْدِيَهُمَا جَزَاءً بِمَا كَسَبَا نَكَالًا مِنْ اللَّهِ وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (38) فَمَنْ تَابَ مِنْ بَعْدِ ظُلْمِهِ وَأَصْلَحَ فَإِنَّ اللَّهَ يَتُوبُ عَلَيْهِ إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (39) أَلَمْ تَعْلَمْ أَنَّ اللَّهَ لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ يُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ وَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (40)
وَالسَّارِقُ
(Va elSARıQu)
“Sârık”
Bundan önce Allah ve resulü ile muharebe edenlerin, yani hakem kararlarını dinlemeyenlerin cezası sayılmıştı. Hakem kararlarını dinlemekle beraber cizye vermeyen kâfirlerin cezaları ise âhirete bırakılmıştı.
Şimdi hakem kararlarını dinleyen ama ona karşı fiilleri gizleyen kimselerden olan hırsızlardan bahsetmektedir.
Mü’minlere yüklenen görev hakem kararlarının infazıdır.
Bunları şu şekilde sıralayabiliriz.
- Hakem kararlarına uymayı kabul etmeyen müşriklerdir. Bunlardan bir kısmı ise suç işlemektedir. Bunlara uygulanacak cezalar bundan önceki âyetlerde sayılmıştır.
- Müşriklerden bir kısmı hakem kararlarını kabul etmemekle beraber herhangi bir saldırı veya hukuk dışı hareket yapmamaktadırlar. Bunlara biz saldırmayız ama onlara başkaları saldırdığında korumayız da.
- Hakem kararlarını kabul etmekle beraber, fiillerini gizleyerek hakem kararlarından korunanlar vardır. İşte bu âyet bunu ifade etmektedir. Yasak fiili gizli yapanlar yargı kararlarına karşı çıkmamakla beraber karar almalarına mâni olmaya çalışmaktadırlar. İşte bunlara uygulanacak cezalar bu âyette zikredilmektedir.
- Dördüncü grup şeriata uymasalar bile olayları gizlememektedir. Bunların cezaları verdikleri zarar kadar olup fazla ceza yüklenmez. Mesela, bir kimse birinin malını onun rızası dışında alsa bu gasptır, bu günahtır ama bu dünyadaki cezası sadece aldığı malı iade etmesidir. Ondan bu istenebilir, ceza verilemez.
Buradaki atıf harfi bu cümleyi Allah’la muharebe edenlere atfetmektedir. Arada âhirette sorgulanacak olan kâfirler içindir ve cümleyi mu’terize veya istisna kabul edilmiştir. Onlarda “ve” harfi getirilmemiştir. Buradaki “Ve” harfini ancak “Ellezîne Yuharibune”ye atfedebiliriz, son cümleye atfedilemez. O takdirde o cümleye hâl olurdu. İsim cümlesi isim cümlesindeki isme hâl olamaz.
“Sârık” harfi tarifle gelmiştir. Ondan sonra cümlede “Fa” harfi getirilmiştir. O halde bu şart cümlesi anlamındadır. “Men Sereka” “Ellezî Sereka” anlamındadır. “Vellezîne Yuharibune”ye atıfla bu manâda olduğu şeklindedir. Bu sebepledir ki marife olarak gelen ism-i fail ve mef’uller şart cümlesinin yerini alabilir.
Bu kalıbı Kur’an zinada kullanmaktadır. Hırsızın tarif edilmesi gerekir. Bu tarif fiille değil faille tarif edilmelidir. Zâni ve sârıkın cezaları aynı kalıpla ifade edilmiştir.
Kur’an’da bir illete ait bir hüküm için iki asıl gösterilmez, her illete yalnız bir asıl gösterilir. Fiillerde farklılık varsa, hükümlerde faklılık varsa, o zaman ayrı asıllar verilir.
Zinada ve hırsızlıkta illetler aynıdır. Suç olan fiilin gizli işlenmesidir. Hükümleri ayrı olduğu için illetlerindeki benzerlik bir sayılmamıştır.
Hırsızlık mala karşı işlenmiştir, zinada nesebe karşı işlenmiştir. Birinin cezası kol kesme, diğerinin cezası dayak cezasıdır. İsm-i fail kalıbının getirilmesi, “Fe” ile cevaplandırılmış olmasından dolayı gizli işlenmiş suç söz konusudur. Gizliliğin tam olması gerekir. Ayrıca ispatın da tam olması gerekir. Cezası da çok ağırdır.
Hırsızlığın tanımında belli miktardaki malın kişinin harzından, yani başkalarının girmesine izin verilmeyen yerden gizli olarak alıp götürülmesidir. Mal almak suç değildir. Suç olan gizli almaktır.
“Sârık” kelimesi harfi tarifli ism-i fail olarak hırsızlıkta, "Zâni" kelimesi de zina da aynı şekilde kullanılmıştır. Ortak özellikler olması gerekmektedir. Birinci ortak özellik gizliliktir. Biz ceza hukukunda dört soruşturmacı şartını getiriyoruz. Şüpheler cezayı iskat eder. Suçun miktara değil de faile verilmesidir. Müçtehitler zinada duhulü şart koşmuşlardır. Sirkatte de belli bir miktardan az olması hâlinde sirkat cezası verilmez.
Bu şart Kur’an’ın ifadesine aykırıdır. Kur’an cezayı fiile değil faile vermektedir. İsm-i failde fiil maruf değildir, nekredir. O halde hırsızlığı miktar ile tayin etmek yanlıştır. “Men Sereka” deseydi hırsızlık fiille tayin edilecekti. “Ellezî Sereka” olsaydı hem fail hem fiil marife olurdu. Bu kabule göre manâ verdiğimizde hırsızı tanımlamamız gerekir ama çalınan mal nekre olduğu için tanım gerekmez.
Hırsız gizli almıştır. Kişinin özel korunma yerinden almalıdır.
“Sereka” kelimesini Lisanu’l-Arab’da tahkik edelim.
Sirkat kişinin hareminden malını gizlice almaktır. İzinsiz olarak açık almak gasbdır diyor. Serek ise beyaz ipek kumaştır. İlk oluşan sanayi tekstildir. İnsanlar haram ağacından yeyip çıplaklaşınca palmiye yaprakları ile örtündüler. Belki de daha ilk günlerde Adem aleyhisselama dokumayı öğretti. İlk özel mülkiyet giyimde başlamıştır. Herkesin kendi sereki vardı. İnsanın giymediği elbisesine serke denmeye başlanmıştır. Çalınabilen de budur. Çünkü giyileni çalmak mümkün değildir.
İnsanlar günlük elbiselerini sade olarak giyerler. Oysa resmî elbiselerini özenerek belli yerlerde saklarlar. Bugün biz de öyle yapmıyor muyuz? Ben 15 liralık ayakkabı giyerek evimden büroya iniyorum ama bir yere gittiğim zaman 200-300 liralık ayakkabı giyiyorum. İşte bu pahalı ayakkabı serekdir.
“Sârık” deyince dolaptan özel kıymeti olan elbiseyi gizlice alan kimse olarak tanımlayabiliriz. Demek ki “serek” kelimesi alınan malın kıymetli olmasını gerektirmektedir. O halde hırsızlık için gizli olması, harzdan alınması, belli değerin üstünde olması ve sahibinin hükmen izin vermiş olmaması gerekmektedir.
Zina suçu ve hırsızlık Allah’ın hukukuna taaddidir. Af caiz değildir. Ne var ki ben ona genel izin vermişimdir. Malımı alabilir dediği zaman dava başlamaz ama dava başladıktan sonra artık düşmez.
وَالسَّارِقَةُ
(Va elSaRıQatu)
“Ve sarıka”
“Sarık” kelimesi genellikle “sarıka”yı da içine almaktadır. O halde başka yerlerde erkek siga ile zikredince tağlible kadın da girmiş olur. Tekilden kadın sigasını söylemek aksine karine olmadığı zaman gerekir.
Burada acaba neden “sarık”ın yanında “sarıka”yı da zikretti?
Bunun başlıca sebebi cezalarda şüphe ukubatı düşürür. Sarık deyip sarıkayı zikretmese kadınların el kesme cezasının uygulanıp uygulanmayacağı hususu şüpheli olur ve ceza düşerdi. Bu cezanın düşmemesi için sarıkın yanında sarıkayı da zikretti. Hırsızlığa erkekler daha meyyal olduğu için önce “sarık”ı sonra “sarıka”yı zikretti. Oysa iffeti korumada kadınlar erkeklerden daha fazla memur olduklarından önce “zaniye” dedi, sonra “zani” dedi. Önce “zaniye” sonra “zani” deme zorunluluğu vardır. Çünkü onda tağlib yoktur. Burada zikretmese mefhumu muhalefetle kadının elinin kesilmemesi anlaşılırdı.
Sarık ve sarıka olarak zikrederek ceza hukukunda kadın erkek farkının olmadığını da anlatmış olur. Bu da kadın ve erkeğin kişilik bakımından farklı olmadığının açık ifadesidir. İki ism-i fail zikredilmiş, sonra “Fa” getirilerek haber cümlesi yapılmıştır. Mübteda ile haber arasında veya fiille fail arasında “Fe” harfi getirilemeyeceğine göre ancak bir şart harfini getiririz ve takdir ederiz. Sarık sırkat etmişse kolunu kesin anlamına gelir.
فَاقْطَعُوا
(FaQOaGUv)
“Kat’ edin.”
Tefsirciler bu cümlede ihtilaf etmişlerdir. Sarık ve sarıkayı mensub olarak okuyanlar vardır. Bu daha beliğdir diyorlar. Mef’ulün fiile takdimi caizdir. Ama “Fa” harfinin gelmesi yine takdiri zorunlu kılar. Dolayısıyla ikisi de aynı derecede fasih olur.
Burada üzerinde durulacak noktalar vardır.
Hırsız kadının ve hırsız erkeğin iki ellerini kesin dendiği zaman hırsızlığı beraber yapmaları gerekmektedir. Neden bu ikili ifade ile zikretti? Zani ve zaniyede böyle bir ifadenin getirilmesi doğru idi. Çünkü orada zina birlikte yapılmaktadır. Sonra orada gayet açık olarak her birerlerine yüzer sopa vurunuz denmektedir. Burada “külle vahidin minhüma” diyebilirdi. Böyle yapmayıp “yedlerini kat’ ediniz” demesi üzerinde durulmalıdır.
Sonra “sarık veya sarıka” denmesi gerektiği halde “ve es-sarıka” demiş olmaktadır. Bütün bunların böyle zikredilmesi ancak zani ve zaniye cezalarındaki ifadelere uyulmuş olmasıdır. Böylece kıyastan öte temsili sistem oluşturulmaktadır. Mücmel olarak söylenen ifade kıyas yoluyla açıklanacaktır demektir. “Fa” harfi mahzuf bir şart cümlesini getirmektedir. Bu ifadenin zahir manâsı her birinin ikişer elinin kesilmesi anlamına gelmektedir. İkisinin çok eli kesilecek demektir. Fiil beraber işlenirse demek olur.
O halde bu âyetin zahiri manâsı şudur: Karı koca veya bir kadınla bir erkek işbirliği yaparak örgüt kurarak hırsızlık yaparlarsa ve dört şartı da taşıyorsa, yani gizli yapılmışsa, hükmen de olsa izinsiz yapılmışsa, yeter miktarda alınmışsa ve harzdan alınmışsa ikişer kolları kesilecektir. Bu âyete başka türlü manâ veremeyiz.
أَيْدِيَهُمَا
(EaYDiYaHuMAv)
“Yedlerini”
Zamir kadın ve erkeğe gittiği halde “yedey” yerine “eydiye” kelimesi getirilmiştir. Dolayısıyla dört el kesilecektir. Ne var ki bunu örgütlü suç olarak yapmalıdırlar. Ayrı ayrı yaptıklarında ikişer kol kesilmeyecek demektir.
Hırsızlığı örgüt olarak değil de tek başına yapmışsa cezası ne olacaktır?
Cezada tahfif vardır. Kölelerin cezası yarıya inmektedir. O halde burada da tahfif yapılacak, bir kol kesilecektir. Sağ kol mu yoksa sol kol mu kesilecektir? Tahfif olduğu için hafifin en ağırı yapılır. Çünkü asıl olandan tenzilat yapılmaktadır. Dolayısıyla sağ kolu kullananın sağ, sol kolu kullananın sol kolu kesilir.
Kol nerden kesilecektir?
Arapçada el omuza kadardır. Yarısından biraz fazlası yeterlidir. Bilekten kesilmesi yeterlidir. Parmaklardan kesilmesi az olur. Bununla beraber bazı âlimler sadece dört parmağın kesilmesini yeterli görmektedirler. Buna delil olarak “yektubune bi eydihim” denmektedir, yazı parmaklarla yazılır diyorlar. Biz ise yalnız parmaklar yazmaz, kolla beraber yazar. Yeterli değildir deriz.
Tartışılması gereken başka konu da sirkatte miktar ne olmalıdır?
Bunun takdiri bucaklara bırakılmıştır. Hırsızlık olmasın isteyen bucaklar nisab miktarını düşürürler, kol kesmek istemeyenler büyütürler ve kesmezler.
جَزَاءً بِمَا كَسَبَا
(CaZAvEan BiMAv KaSaBAv)
“Kesb ettiklerinin cezası olmak üzere.”
Çaldığı kendisine kalacak. Kol kesilecek. Yani eğer malı çalınan malını veya değerini geri almak istemiyorsa çalınandan vazgeçecek ve kolun kesilmesini isteyecektir. Yok eğer malı geri almak istiyorsa hırsızlık davasını değil gasp davasını ikame edecektir. “Cezaen” kelimesi bunu ifade etmektedir.
Fakihler bu hükmü çalınan kaybolmuşsa hüküm böyledir diyorlar. Çalınan duruyorsa onu istirdat eder, ayrıca kolu da kesilir diyorlar. Biz bu görüşe iştirak etmiyoruz. Çünkü “cezaen” kelimesi burada mutlaktır. Malın mevcut olup olmaması hükmü değiştirmez.
“Cezaen” hâldir, nekredir.
Buradan başka hüküm çıkarabiliriz. Kolun kesilmesi için çalınan malın miktarı kolun diyeti kadar olmalıdır. Örgüt olarak çalınanların toplamı iki el kadar olmalıdır. Diyetin dörtte biri alınabilir. Bu da 250 bin liradır. Dört el bir milyon eder.
Görülüyor ki kol kesmeyi gayri insani bulanlara Kur’an yolu açık tutmuştur. Bu nisabı tesbit edecek olan bucaktır. Oranın âlimleri değişik yoldan hareket ederek değişik nisaplar elde edebilir. Kur’an hükümler koymuyor, hükümlerin nasıl konacağını öğretiyor.
“Bimâ Fealâ” demiyor da “Bimâ Kesebâ” denmektedir.
“Kesb etmek” yığmak demektir. “Küsbe” yığın demektir. Yani aldıklarından dolayı demektir. Burada ma-i masdariye olacağı gibi ma-i mevsul de olur. O zaman elde ettiklerinin karşılığı olarak manâsı çıkar ki kol kesme nisabının kol değeri kadar olacağını ifade eder. Ma-i masdariye olarak alırsak o zaman sadece hırsızlık yaptıklarının cezası olur.
نَكَالًا
(NeKaLan)
“Nekal olmak üzere.”
“Nekalen” kelimesi nukul etme yani pişman olma, cayma demektir.
“Nekalen” kelimesi ikinci hâl olabilir. “Kızarak sert konuştu” dersek, sert kızmanın bedeli olur. “Gülerek ayakta konuştu” dersek, o zaman ikisi ayrı ayrı hâl olur. “Nekalen” burada eğer cezanın bedeli ise her ceza nekaldir, yani ceza caydırıcılık anlamındadır. Diyet cezadır, kısas ise nekaldır. Ceza hukukunun hikmetlerine işaret etmiş olur. Ayrı ayrı hâl ise hem cezadır, ayrıca da nekaldir. Ceza caydırıcı olması için çok ağır olmalıdır. Ne var ki kesinliği de olmalıdır. Yani şüpheyle, tahminle ceza verilemez. Ceza hukukunda dört adil soruşturmacının şehadeti gerekmektedir. Soruşturmacılar da kesin delillere dayanmalıdır.
Örnek verelim. Bir kimse birini kasden öldürürse kısas yapılır. Kişiye tokat attı, kastı öldürme değildi ama ona eziyet etmek idi, adam öldü. Burada kasıt var ama kasıt aşılmıştır. Kısas yapılmaz. Af ile kısas düşer. Hattâ ilçesini terk edip kaçarsa ve gittiği yerdeki âkilesi diyeti öderse kısas yine düşer. Çünkü artık burada bir daha o fiili işleyemez. Ama eğer bunlar olmazsa acımadan kısas yapılır. Hırsızın da kolu kesilir. Fahiş zani hadım yapılır. Çünkü kişi bir suç işlerken bu tahfifleri düşünmez, cezanın kendisini düşünür.
Suçların çoğu görmezden gelinmektedir. Hiçbir suçsuz ben suçsuzsam cezalanırım dememelidir. Ama suçlular ben kurtulabilirim diye düşünebilir. Hukuk düzeninde suçsuzun cezalanmaması asıldır. Suçlunun ise cezalandırılması asıl değildir. Af ile ceza arasında mütereddittir. Kısas mı asıldır yoksa af mı asıldır? Fıkıhçılar diyeti asıl kabul ediyorlar.
Biz kısası asıl kabul ediyoruz. Bir yabancı öldürülse, onu affedecek yakını bulunmazsa kısas yapılacak mıdır? Fıkıhçılara göre yapılmayacaktır. Bize göre yapılacaktır. Çünkü asıl olan kısastır. Suç sabit olunca ceza asıldır ama suçun ispatında ise beraatı zimmet asıldır.
مِنَ اللَّهِ
(MiNa elLAHı)
“Allah’tan nekal olmak üzere.”
“Allah” dendiğinde burada kastedilen âlemlerin rabbi olan Allah mı, yoksa O’nun halifesi olan topluluk mu, yahut başka bir manâsı var mıdır?
“Allah” kelimsinin manâsını yeniden ele alalım.
- Kâinatı var eden ve insanları yaratan, doğa kanunlarının sahibi, kimsenin hiçbir müdahalesi söz konu olmayan Allah kastedilir. Geceyi gündüz yapan gündüzü gece yapan, insana göz veren, kulak veren Allah. Burada bu manâ verildiği takdirde ceza verme yetkisi bizde olamaz. Madem ki kolunu biz keseceğiz, o halde burada Allah’tan maksat O’nun halifesi olan topluluk anlaşılacaktır.
- Allah’ın halifesi olan topluluk anlaşıldığı takdirde bundan sonra gelen “Allah” kelimesinin iki haberi de nekre olduğu için topluluk olarak anlaşılması gerekmektedir. O halde topluluk manâsındaki Allah’ın iki anlamı olmalıdır. Biri askeri hükümleri uygulama anlamında hilafettir. Doğal kanunları uygulamadır. Buradaki manâsı budur.
- Diğeri ise sözleşmelerden doğan ve hukuk düzeni içinde halkın Allah’ın halifesi olmasıdır. Her insan fert olarak Allah’ın halifesidir. İçtihadını yaparken Allah adına yapar. Sonra kul olarak içtihadına göre hareket eder. Burada kişinin Allah’a olan halifeliği söz konusudur. Buna “kıyam” denmektedir. “Allah sizi mallara kâim yaptı” denmektedir. Malların kayyumu olduğunuz zaman siz Allah’ın halifesisiniz. Sizin mâlik olduğunuz mallar sizin değil Allah’ındır, topluluğundur. Siz onun yöneticisisiniz. Ondan yararlanma hakkınız ücretinizdir. Bu hakları devretme yetkisi de size verilmiştir.
- Sözleşmelerle oluşmuş hukuk düzeni vardır. İçtihatlar birliği demektir. Bu da ayrı bir hilafettir. Böylece topluluk oluşmuştur. Şimdi anayasada “kamu görevi” dediğimiz zaman hilafetten bahsetmiş oluruz, “genel hizmet” dediğimiz zaman da kıyamdan bahsetmiş oluruz. Başka bir deyişle, “kamu hukuku” dediğimiz zaman hilafeti kast etmiş oluyoruz, “özel hukuk” dediğimiz zaman kıyamı kastetmiş oluyoruz.
Bu açıklamalardan sonra buradaki “Allah” hilafeti ifade eden yani kamu hukukunu, ceza hukukunu ifade eden Allah’tır. Bundan sonraki Allah ise özel hukuku yani kıyamı ifade eden Allah’tır.
وَاللَّهُ عَزِيزٌ حَكِيمٌ (38)
(Va elLAHu GaZIyZun XaKIyMun)
“Allah azizdir hakimdir.”
Buradaki “Allah” hukuk düzeni içinde serbest sözleşmelere dayalı olarak oluşmuş topluluğu ifade etmektedir. Kıyam düzenini ifade etmektedir.
“Azizdir” demekle kol kesmedeki nisabı koyanın, yetkili olanın bucak yönetimi olduğunu ifade etmektedir. Yani ne miktarda hırsızlık yaparsa kolu kesilecektir, buna bucak karar verir, bucak meclisi veya şurası karar verir. Aziz olma demek, sözünü geçirme, kuralları dinletme demektir. Aziz olma bunu ifade eder.
Neden bucak deniyor?
Çünkü Kur’an’da topluluk dendiği zaman bucak anlaşılır. Çünkü Cuma namazı bunlara farz kılınmıştır. Birbirini tanıyan halk bucağı oluşturur. Daha büyük topluluklar yoktur. Merkez bucaklar vardır. Merkez bucaklar taşra bucaklara hakim değil hadimdirler. Analar nasıl çocuklarına hizmet ederlerse, onun gibi merkez bucaklar da taşra bucaklarına öyle hizmet ederler. Velayet yetkilerini babalar kullanırlar. Kur’an’da “umme’l-kura” denmektedir.
Aziz olma; kanun yapma, kural koyma, emretme gücüdür. Hakim olma da; konan kanunlara verilen emirlere uymayan kimselere uygulanacak cezalardır. Bu da yargı işidir. Yargılama vasfı “hakim” ile infaz hükmü de “aziz” ile ifade edilmiş olmaktadır. Hükümleri uygulayandır anlamındadır. Sıfat mevsuftan sonra gelir. Birbirinin bedeli olarak düşünülebilir.
Nelerin Harz sayılacağını da yine o bucaklarda o bucağın şuraları tesbit eder. O bucak yönetimi de buna göre yargılar. Örnek olarak ele alalım: Balkona konan bir eşyayı alıp götüren harzden mi almış olur? Yahut apartmanın girişinden merdivenden alınan eşya harzden mi alınmış olur? Merdivene konan ayakkabının o apartmanda oturan biri tarafından alınması ile, dışarıdan apartmana izinsiz giren biri tarafından alınan ayakkabı harzden almadır.
***
فَمَنْ تَابَ مِنْ بَعْدِ ظُلْمِهِ
(Fa MaN TAvBa MiN BaGDi JuLMiHIy)
“Zulmünden sonra kim tevbe ederse.”
Bir cümle söylendikten sonra o cümle ile birinci cümle açıklanırsa, buna cümle-i beyaniye diyoruz, beyan cümlesi diyoruz. Beyan cümlesi dört şekilde yapılmış olur.
- “Beyan cümlesi” ile fasl edilir, yani aralarına herhangi bir harf konmaz. Bu takdirde beyan cümlesi birinci cümlenin bedeli olup herhangi bir değişiklik yapmaz, sadece onu açıklamış olur. Bedel-i baz ise takyid veya tahsis etmiş olur. “Bana bir kalem al, kurşun kalemi al” derseniz, alacağınız kalemin kurşun kalemi olduğunu ifade etmiş olursunuz.
- “İllâ” gibi istisna ile getirilir. “Bana bir kalem al tükenmez olmasın.” Burada da tahsis vardır. Bunun hükmü istisna edilene kıyas edilemez.
- Beyan cümlesinin başına “Ve” getirilirse. “Bana bir kalem al, kurşun kalem de olabilir.” Bu takdirde kurşun kalemine diğer kalemler kıyas edilebilir.
- “Fa” harfi ile beyan edilirse, genel kural konmuş olan “bana bir kurşun kalemi al” fa harfi getirip kalem yazmak içindir derseniz, başka kalemler de alınabilir demektir.
Burada “Fa” harfi getirilmiştir. Hırsızın kolu kesilecektir. Bundan sonra genel kural getiriliyor. Kim olursa olsun tevbe ederse onun tevbesi kabul olunur denmektedir.
Kol kesildikten sonra tevbesi nasıl kabul edilecektir?
Burada müruru zamanı ifade etmektedir. Birisi hırsızlık yaptı. Takip edilmedi. İspat edilemedi. Aradan yeteri kadar zaman geçti. O arada o suçu işledi. Suçunu ikrar etti. Örnek olarak bir sene geçti. Geldi ve dedi ki; “Ben geçen sene 1000 TL çalmıştım, bunu iade ediyorum.” Böyle derse artık biz onun kolunu kesmeyiz. Demek ki ispat etmeden önce itiraf eder ve yaptığını iade ederse affedilir. Kolu kesilmez.
Biz bunu nerden istidlâl ediyoruz?
Teröristler için uygulanan hüküm burada da uygulanır.
Çalındı. Daha soruşturma tamamlanmadan önce kişi gelir, aldığını getirir ve “ben pişman oldum” derse, o zaman kolu kesilmez.
Ergenekon veya Balyoz davaları başlamış ama henüz karara varmadan önce birileri çıkar, itiraf eder ve verdikleri zararları tazmin ederlerse, o zaman davaları devam etmez.
وَأَصْلَحَ
(Va EaÖLaXa)
“Islah ederse”
Verdiği zararı giderirse demektir. Kişinin itirafta bulunması, kendisine düşen zararları ödemesi şartı ile affa tâbi olur.
PKK 30.000 kişi öldürmüşse. Faili meçhullerde kasame ilkesine göre olaylara katılanlara eşit olarak bölüştürülür. Diyelim ki şimdiye kadar PKK kamplarına katılanların sayısı da 10.000 ise, demek ki bir kimse 3 kişinin ölümüne sebep olmuştur. PKK’dan kaçar, gelir, yaptıklarını itiraf eder ve üç kişinin diyetini ödemeyi kabul ederse, o kişi serbest bırakılır. Ceza verilmez.
Üç kişinin diyetini kişi nasıl ödeyecektir? Ödeyemez. Bunun için ya âkilesi bunu öder ya da kişi taksite bağlanır, mesela her ay 500 TL ödemeye başlar ve böylece borcu bitinceye kadar veya ölünceye kadar ıslah sadedinde ödeme yapar. Kişi serbest piyasada bunu kazanamaz ve ödeyemezse, o zaman kurulacak PKK bucağına alınır ve orada kendisine iş verilir, çalışarak öder. Haftada şu kadar saat çalışacaksın denir.
Kur’an’ın ne kadar basit ve adil çözümler getirdiğini burada görebilirsiniz.
Zina suçunun da yine ispattan önce itirafı ve sadece gizlilikten dolayı zina sayılmışsa; ilişki itiraf edilir, iddet beklenir, mihir verilirse zina cezası uygulanmaz. Fuhuş hallerinin ise telafisi mümkün olmadığı için ceza uygulanır. Evlenemeyecek kimseler arasında cinsi ilişki olmuşsa veya bir kadın doğurma devresinde iki erkekle ilişkide bulunursa, bunların takipsizliği söz konusu olmayacaktır.
Fâil-i meçhul cinayetlerde katil ispat edilmeden önce gelip öldürdüğünü itiraf ederse kısas kalkar diyete dönüşür.
فَإِنَّ اللَّهَ يَتُوبُ عَلَيْهِ
(Fa EinNa elLAHa YaTUvBu GaLaYHi)
“Allah onun tevbesini kabul eder.”
Burada da “Allah” kelimesi izhar edilmiştir. Bundan sonra yine “gafurun rahimun” denmiştir. Tevbeyi kabul edecek olan askeri yönetimdir. Kabulden sonra uygulanacak ıslah işi ise hukuk düzeni içinde olacaktır demektir. Kısas düşmüş, diyete dönüşmüştür. Hilafet yerine kıyam gelmiştir. Demek ki soruşturma ve karara bağlama hilafetle yani kamu hukuku ile ilgilidir. Kısas yapma da hilafetle, kamu hukuku ile ilgilidir. Diyete dönüştükten sonra artık hilafet yerine kıyam hukuku doğacaktır.
إِنَّ اللَّهَ غَفُورٌ رَحِيمٌ (39)
(EinNa elLAHa ĞaFuRun RaXyIMun)
“Allah gafurdur rahimdir.”
Cümle “ve” harfi getirilmeden gelmiştir. Bundan önce “ve” harfi ile “Allah’ın aziz ve hakim olduğu” ifade edilmiştir. Daha önce de “fa’lemû” denmiş, “gafur ve rahim” ifadesi getirilmiştir. Tevbeyi kabul etme demek yaptığı kötülükleri örtme demektir.
Biz bu ifadeye dayanarak diyoruz ki; diyet önce devlet tarafından peşin ödenir, sonra mükelleflerden taksit taksit olarak alınır. Fıkıhçılar ise tahsildeki taksitleri ödemede de kullanmaktadırlar. Biz buradaki “Allah” lafzının iadesi ve Kur’an’ın başka âyetlerine dayanarak devletin önce ödeyeceği, sonra tahsil edeceği görüşündeyiz. Bu ödemeden dolayı doğacak enflasyon ise topluluğun “gafur ve rahim” olması sebebiyle gerekmektedir.
Burada başka bir hükmü daha ortaya çıkarmış oluyoruz. Kasamede suçlu ortaya çıkmazsa, tüm bucak halkından taksitleri toplayacağımızdan bucak parasında o kadar enflasyon yaparız ve diyeti öderiz. Böylece tüm bucak halkı ödemiş olur.
Terör olaylarında yapacağımız iş; faili meçhul cinayetlerde kasame ile diyeti semt halkı öder. Cinayetin faili semttekiler hasredilmiyorsa bucak parasında enflasyon yaparız. Oradakiler tarafından ödenemiyorsa il parasına enflasyon yaparız. Onlar da ödeyemiyorsa ülke parasına enflasyon yaparız. Yahut insanlık parasında enflasyon yaparız.
Burada, “Altın parasında enflasyonu nasıl yaparız?” diyebilirsiniz. Altın parasını fazla çıkardığımızda altın parasının altın karşılığı değerini düşürmüş oluruz ama biz ödemeye devam ettiğimiz için bu sefer malların altın karşılığında değeri düşecektir.
Altın Para = Kuyumcularda Altın + (Kur * Bankalarda Para)
d(Altın Para) = d(Kuyumcularda Altın) + d(Kur * Bankalarda Para)
Kuyumcularda altın artmadığına göre bankalardaki para değişecektir. Bu durumda ya kur artacak ya da mevduat artacaktır. Kur artarsa enflasyon olacaktır. Sonunda karşılıksız para çıkarılmış olur ama bu da krizleri atlatır. Afet sigortaları böylece kolayca karşılanmış olur.
PKK sorunu uluslararası sorundur, onlar finanse etti; Avrupa devletleri, Rusya, ABD veya hepsi beraber finanse ettiler. Bunlara ceza olarak ödetmek mümkündür. Ne var ki şimdi böyle bir gücümüz yoktur. O halde insanlık ödeyecektir. İstanbul altın sertifikayı çıkaracak ve bununla ödeyecektir.
Allah’ın insanlığa verdiği nimetlerin belki de en büyüğü kâğıt paradır.
Bucak yönetimi, il yönetimi, ülke yönetimi, insanlık yönetimi iki şeye dayanacaktır.
a) Biri silahlı güçlerdir, ordudur. Bu hususta kişinin “bedelli” ve “nöbetli” olması fark etmez, biri canla diğeri malla silahlı güce katılmaktadır.
b) Diğeri ise bucak, il, ülke ve insanlık paralarıdır. Bu paraların hepsi “altın para” ile dolayısıyla altınla konvertibl olacaktır.
-Silahlı kuvvetler savunmayı ve güvenliği sağlayacaktır.
-Faizsiz kredi de ekonomik hayatı düzenleyecektir.
Bunların dışında insanlık hür olacaktır; insanlar fikirde, ilimde, sanatta ve dinde tamamen bağımsız olacaklardır. Herkes kendi kanununu kendisi yapacaktır.
***
أَلَمْ تَعْلَمْ
(EaLaM TaGLaM)
“İlm etmedin mi?”
Yukarıda “Fa’lemû/bilin” denmişti. Burada ise istifham-i inkariye ile “sen bunu biliyorsun ona göre hareket et” denmektedir. Tevbe, mağfiret ve rahmet, hepsi kurallar içinde olacaktır. Keyfî hareket olmayacaktır. Bucak başkanı veya hakemler yazılı kurallara aykırı karar verdiler mi hakemlere gidilerek mağduriyet giderilecektir.
“İlm” nasıl mümkün olacaktır?
İçtihat ihtilaflara dayanır, icma ise ittifaklara dayanır.
O halde “ilm etmek” demek ilim adamlarının ittifakıdır.
Kimlerin ilim adamı olduğu nereden bilinecektir?
Kişi bucakta kendisine birini âlim seçer. Bu âlimin verdiği fetvalarla hareket etmek zorundadır. Âlimi kendisi seçer ama onun fetvaları ile hareket etme mecburiyeti vardır.
Bir bucaktaki nüfusun en az kırkta birinin ilmî danışmanlığını yüklenen kimse o bucakta âlimdir. Kırkta birini dolduramayan kimse kendisini ilmî danışman yapanları birine aktarır, böylece onun desteklediği kimse âlim olmuş olur.
Bir il içinde ise en az on bucak âliminin ilmî danışmanı olan il âlimi olur.
En az on il âliminin kendisini danışman yaptığı kimse ülke âlimi olur.
İnsanlık için en az 50 ülke âliminin kendisini müşavir seçmesi gerekir.
Bucakta orta ehliyetlilerin ittifakı ilimdir. İlde yüksek ehliyetlilerin ittifakı ilimdir. Ülkede üstün ehliyetlilerin ittifakı ilimdir. İnsanlıkta ise ülkelerin icmaları beşeri icma olur, yani bütün ulusların ayrı ayrı icmaları insanlık icması olur.
İnsanlık icması sahabelerin icmasıdır. O uygarlık yıkılmadıkça icmalar değişmez. Ülke icmaları müfesser hükmünde olup aksi icmalarla değişir. İl icmaları nass hükmünde olup bir müçtehidin kesin içtihadı seviyesindedir. Bucak icmaları zahir hükmündedir, rasihin içtihadından daha aşağıdadır.
أَنَّ اللَّهَ
(EanNa elLAHa
“Allah”
Fiil cümlesi kelime yerine gelecekse masdar “En”i getirilir. İsim cümlesi kelime olacaksa ona da “Enne” getirilir. Bu takdirde “Enne”nin tahkik manâsı da devam eder veya etmez. Bu husus araştırılmalıdır.
Buradaki “Allah” kelimesi kâinatın rabbi Allah’tır. Bundan öncekilerde halife olarak “Allah” ifadesi geçmişti. Burada zaten semavatın ve arzın mülkü denmektedir. Bunun halife manâsında olması mümkün değildir.
Allah kâinatı hangi sistemler içinde yaratmışsa insanları da o sistemler içinde yaratmıştır. O en iyisini yapmaktadır. Bunun böyle olduğunu anlatmak için de âyetleri iç içe getirmektedir.
Kâinatta hakim olan ilkeler şunlardır: 1) Varlık yokluktan iyidir. 2) Birlik ayrılıktan iyidir. 3) Düzen düzensizlikten iyidir (entropinin küçülmesi). 3) Basitlik israftan iyidir. Kâinatta bu kurallar hakimdir. Toplulukta da bu kurallara göre hareket edilecektir. Kâinatı örnek alarak düzenimizi kurmalıyız.
لَهُ مُلْكُ السَّمَاوَاتِ وَالْأَرْضِ
(LaHu MüLKü elSaMAvVAvTi Va eLEARWı)
“Arzın ve semavatın mülkü O’nudur.”
Sizin ahırınızda inekler vardır. Onların mülkü halife olarak sizindir, siz onların üzerinde tasarruf etme hakkına sahipsiniz. Canınız istediği zaman sütünü sağıyor ve sütünü içiyorsunuz, istediğiniz zaman da kesip etini yiyorsunuz. Siz ona sadece yem verdiniz, başka bir şey vermediniz. Bu hâliyle inekler üzerinde mutlak mülkiyete sahip oluyorsunuz.
Zalim değilseniz Allah’ın sizin üzerinize koyduğu hükümde neden hakkı olmasın, kısası koyma yetkisi neden olmasın? Allah hükümler koyarken sizin gibi şeytanın ürettiği modalar sebebiyle hüküm koymuyor. Kimseden utanmıyor, kimseden korkmuyor. Kendisinin çıkarı da söz konusu değildir. Çünkü O hiç bir şeye muhtaç değildir. O halde bunları bilmeniz gerekir. Allah’a akıl vereceğinize O’nun ne istediğini öğrenip ona uyun.
“Mülk” Türkçede kullanıldığından biraz farklı manâdadır, “Mülk” devlet demektir. Nitekim devlet başkanına “melik” denmektedir. Ne var ki melik-i muktedir yalnız Allah’tır, mülk de sadece O’nundur, mülkte şeriki yoktur. İnsanlar mâlik değil kayyumdurlar, Allah’ın halifesi olarak O’nun mülkünü tedvir etmektedirler. Bu tayin ve azil birilerinin ataması ile değil, muameledeki kazanması ile olmaktadır.
Diyelim ki bende 10 bin TL var. Sizde de bir araba var. 10 bin TL’yi yönetmek bana, arabayı yönetmek size aittir. Sen arabayı bana sattığın zaman görevlerimizi değiştirmiş oluruz. Mesela bir ilçede hakim var, kaymakam var. Devlet onlara yetki vermiş, isterseniz görevleri değiştirebilirsiniz, üste de alabilirsiniz.
İşte, Allah kâinatı böyle yönetmektedir.
Demek ki kamu görevini yüklenirken insanlar görev değişikliğini yapabilmektedirler, yeter ki ehil olsunlar.
Diyelim ki matematik öğretmenliği vardır. Artvin Camili’de matematik öğretmenliğinin değeri 300 kupondur, İstanbul’dakinin değeri 3000 kupondur. Öğretmenlere kıdemlerine göre 1000, 1500, 2000, 2500 gibi kupon veriyoruz. Sonra kuponlar borsada alınıp satılıyor, devlet alıp satıyor. Stoka göre fiyatı düşürülür ve yükseltilir. 2500 kupon alan tecrübeli bir matematikçi Camili’ye giderek 2200 kuponu kazanmış olur.
Biz bu sistemi nerden ortaya çıkardık?
“Lehu mülkü’s-semavati ve’l-erdi”den çıkardık.
Onun halifesi olan devleti de o kanunlarla yönetmek gerektiğine inanıyoruz.
يُعَذِّبُ مَنْ يَشَاءُ
(YuGaüÜiBu MaN YaŞAvEu)
“Dilediğini ta’zib eder.”
“Uzbe” tatlı “Azab” ise acı demektir. Aslında “azab” kökü tat anlamındadır. Kalıba göre zıt manâlar alır. “Böl” kelimesi ile “Bol” kelimesi böyledir. Aslı "bolmak" "olmak" anlamındadır. Yani var olanlar, çok olanlar anlamında kullanılmıştır. Bölmek ise parçalanarak bölünmek manâsındadır. Uzbe tatlı olmuş, azab ise acı olmuştur. Duyu anlamındadır.
“İ’zab etmek” tatlılandırmak demektir, “Ta’zib etmek” eziyet etmek demektir. Arapçada üçlünün üstündeki bablar masdarlardan birinin olabilir. Bu sebepledir ki sülasi masdarlardaki birden fazla masdarlar bablar rubaiye geçtiklerinde bunlardan hangisi ile geçtiğini bilmemiz gerekmektedir. Kur’an’ın sarfı yapılırken mezid babların hangi babın ve masdarın mezidi olduğu belirtilmelidir. Bunun için Kur’an baştan sonuna kadar taranmalıdır. Ruhu-l Kuran'da bu çalışma yapılmıştır.
Buradaki “Yeşau”nun faili Allah’tır. Allah kimi isterse ta’zib eder, kimi isterse mağfiret eder diyor. Göklerin ve yerin Tanrı’sı bunu yapar.
O halde cezalar doğal kanunlara göre olmalıdır. Yani kısas hükümlerini kaldırmak kimsenin haddi değildir. Ceza hukuku topluluğun isteklerine göre ayarlanmaz. Ceza hukuku doğal kanunlara göre ayarlanır. Bedeni cezalar için söylenir. Keffaretler ise ceza olmaktan çok tazminattır. Ceza hukuku kamu hukukudur. Kişileri affetmek veya cezalandırmak şeriata göre olacak, kişilerin takdirine bırakılmayacaktır. Bu sebepledir ki hırsızın veya zaninin affı caiz değildir.
وَيَغْفِرُ لِمَنْ يَشَاءُ
(Va YaĞFiRu LiMaN YaŞAvEu)
“Ve meşiet ettiğini mağfiret eder.”
Kim için isterse onun yerine hataları kapatır. Yani devlet suçluların suçunu tazminata çevirebilir, tazminatta da topluluk katkıda bulunabilir.
Bütün bunlar şeriata göre olmalıdır. Bu şeriat da kâinatın kanunlarına uymalıdır. Yer ve gökte böyledir, sizin de böyle yapmanız gerekmektedir. Kişilere mağfiret edilecektir ama yöneticilerin ve hakemlerin takdirleri ile değil, kurallara göre yapılacaktır. Bugünkü ceza hukukunda maddenin başında İslâmiyet’ten aldıkları cezadaki kesinlik geçer ama sonra her maddede hakime takdir hakkı verir.
İslâmiyet’te ceza kesindir. Artırılıp eksiltilemez. Zinanın cezası 100 sopadır. Kölelere yine şeriatla 50 sopadır. Yargıcın takdirine hiçbir şey bırakılmamıştır. Oysa keffaretlerde “zevey adli minküm” denmiştir. Orada takdir vardır. O da ancak iki hakem olursa geçerlidir. Anlaşamadıkları yerde baş hakeme giderler.
Mağfiret eden yöneticiler değil topluluktur. Topluluk da sosyal ve tabii kanunlara tâbidir. İşte hukuk devletinin manâsı budur.
وَاللَّهُ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ قَدِيرٌ (40)
(Va elLAvHu GaLay KülLi ŞayEin QaDIyRun)
“Ve Allah her şeye kadirdir.”
Buradaki “Allah” “innellahe”deki “Allah”a atfetmektedir. İsim cümlesi isim cümlesine atfedilmiştir.
“Şey” kelimesi irade edilen demektir. Topluluk irade edilen her şeye gücü yetendir. Buradaki “şey” alınan karar demektir. Âlemlerin rabbi olan Allah için “şey” O’nun irade ettiğidir. Topluluk için “şey” alınan karardır. Ne karar alırsa ona kadir olmalıdır. Yani ütopik karar almamalıdır. Karar mekanizması öyle çalışmalıdır ki mümkün olmayan şeylerin kararı olmamalıdır.
Topluluk kararlarının yargı denetiminde olduğu burada ifade edilmiş olmaktadır. Uygulanmayacak bir karar alınırsa hakemlere gidilir ve hakemlerce o karar iptal edilir.
Bu durumda şununla karşılaşmış oluruz. Bir kurum -bu kurum Türkiye Büyük Millet Meclisi de olsa- yetkisini aşan bir karar alırsa, o karar alınmamış olur. “Şey” olmaz, yani meşiet içine girmez. Yargı da haddini aşarak karar verirse o da karar sayılmaz.
Mazbatasını alan milletvekillerini Meclis’e gönderme yetkisi hakimlere ait değildir. Yüksek Seçim Kurulu yanlış da olsa bir kişinin adaylığını reddederse, onu tashih edecek bir merci yoktur. Ama listeye koyduktan sonra artık ona mazbata vermesi kesindir. Mahkemenin böyle bir yetkisi yoktur. Meclis Başkanı onu milletvekili kabul ederek milletvekili yapabilir. Çünkü mahkeme verdiği kararla yetkisini aşmıştır. Meşiet içine girmemiştir.
Dilin özellikleri vardır.
Bir cümleyi söylediğiniz zaman onun dört kademe manâsı vardır.
- Biri, dilin lugat ve gramer manâsıdır. Herkesin cümleyi aynı şekilde anladığı manâdır. “El” deyince herkes başka manâlar anlar ama bir de herkesin ortak anladığı manâdır. Bu manâların çarpımı ile anlaşılan manâdır.
- Kişinin kastettiği manâdır. Bu her zaman lugat manâsına uymaz. Hayvanların dillerinde lugat manâsı ile istimal manâsı aynıdır, çünkü onlarda evrim yoktur, yeni bilgiler edinme yoktur. Ama insanlar her gün yeni şeylerle karşılaşır ve yeni kavramlar üretirler, bunu da dilleri ile ifade ederler. Mecazi ve kinaye ifade şekilleridir ve lügat manâlarını içermez. Delalet ve iktiza delaletleri de böyledir.
- Üçüncü manâ ise muhatabın anladığı manâdır. Bu da farklıdır. Dolayısıyla mütekellim ile muhatap arasında tam mutabakat sağlanamaz.
- Dördüncüsü de hakemlerin anladığı manâdır. Söyleyen ile dinleyen arasında çıkan ihtilafı hakemler çözer. Onların anladığı manâ da ayrı manâdır.
İşte insanların dili böyle değişkendir. Bir kelimenin lugat manâsı yani herkesin anladığı manâ yavaş yavaş ve zamanla değişmektedir. Eski lugatlarda yazılanlar artık bugün lugat manâsında değildir. İstanbul’un yirmi sene önceki manâsı ile bugünkü manâsı farklıdır.
Bu durumda lugat manâsını ne yapacağız?
Kur’an’ın lugat manâsı olarak biz Kur’an’ın nâzil olduğu dili anlarız. Kur’an’ın yüklediği manâları da esas alarak lugat manâsını veririz. İslâm dilcileri buna son derece riayet etmişler. Kur’an’ın lugat manâsını tesbit ederken Kur’an’dan önceki şiirleri mesnet kabul etmişlerdir. Arapların Kur’an’dan önceki halk deyimleri sözlerini esas almışlar, bir de Kur’an’ın kendisinin yüklediği manâyı esas almışlardır.
Biz şimdi Kur’an’ı ele aldığımızda kelimelerin lugat manâsını yeniden tesbit etmemiz gerekir. “Şey” kelimesini esas alalım. Bugün biz nesne manâsında kullanırız.
“Şey” kelimesi Kur’an’da 285 defa geçmektedir.
“Şey” ne manâdadır. Bunun tesbiti bir doktora tezi çalışmasıdır.
Bu âyetteki “Allah” kelimesi topluluk anlamındadır. Bunun iki delili vardır. Biri, bundan öncekinin göklerin ve yerin rabbi olarak bahsedilmesi, diğeri de her şeyi bilenin nekre olması. Bu durumda topluluğun her şeye kadir olduğu söylenmektedir.
Bugün bizim anladığımız anlamda topluluk her şeye kadir değildir. O halde burada ya “kadir” kelimesine başka manâ verilecektir, ya da “şey” kelimesine başka manâ verilecektir. Biz şimdi “şey” kelimesine kendi çıkış manâsını vermekteyiz “Şey” aslında karaltı varlık demektir. Beyinde düşünülen de şeydir. Örnek olarak sinüs, kosinüs, sanal sayı da şeydir. Şeyin dışarıda var olması gerekmez. Diğer taraftan eğer beyinde düşünülmemiş ve ona isim verilmemişse o şey değildir. Onlar Allah için “şey” olabilir, insan için “şey” değildir. Bir de çelişkili bir kavram da şey değildir. Mesela öyle bir “varlık” düşünelim ki o hem “bir” hem “üç” olsun. Bu hayali varlık şey değildir. Bu âyetin anlattığı budur. Topluluk için “şey” onun yapmaya muktedir olduğudur.
Buradaki “Kadir” kelimesini gücü yeten anlamında değil de ölçümlendiren, sayan anlamında anlayabiliriz. Bunun anlamı da topluluk her şeyi sayı ile belirtmelidir, yani cezaları ve suçları tesbit ederken kesin sınır ve sayıda olmalıdır.
“Şey”in nekre olması ile onda istiğrak manâsı yoktur.
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 28
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الرَّسُولُ لَا يَحْزُنْكَ الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ مِنْ الَّذِينَ قَالُوا آمَنَّا بِأَفْوَاهِهِمْ وَلَمْ تُؤْمِنْ قُلُوبُهُمْ وَمِنْ الَّذِينَ هَادُوا سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ سَمَّاعُونَ لِقَوْمٍ آخَرِينَ لَمْ يَأْتُوكَ يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ مِنْ بَعْدِ مَوَاضِعِهِ يَقُولُونَ إِنْ أُوتِيتُمْ هَذَا فَخُذُوهُ وَإِنْ لَمْ تُؤْتَوْهُ فَاحْذَرُوا وَمَنْ يُرِدْ اللَّهُ فِتْنَتَهُ فَلَنْ تَمْلِكَ لَهُ مِنْ اللَّهِ شَيْئًا أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَمْ يُرِدْ اللَّهُ أَنْ يُطَهِّرَ قُلُوبَهُمْ لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ وَلَهُمْ فِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ (41)
يَاأَيُّهَا الرَّسُولُ
(YAv EayYuHav erRaSUvLu)
“Ey resul!”
“Ey resul” Kur’an’da iki defa geçmektedir, ikisi de bu sûrededir; diğer yerlerde “ey nebi” diye geçmektedir. “Nebi” haber getiren demektir, “Resul” ise haber ulaştıran demektir.
Tefsircilerin ittifakla kabul ettikleri bir husus vardır, her resul aynı zamanda nebidir ama her nebi resul değildir. Tarihte Allah’ın vahyini alan öyle peygamber vardır ki, bunlar nebidir, insanlara tebliğ yapmışlardır ama cemaat/örgüt kurup yönetmemişlerdir. İşte bunlar nebidir. Bunların içinde topluluk kurup cemaatlerini yönetenler olmuştur. İşte bunlar da resuldür. Hazret İsa gibi sadece bir aşiretin (12 havarinin) yöneticisi olsa bile resuldür.
Fıkıhtaki uygulamayı şöyle yapıyoruz. Bir aşiret içinde aşiret başkanı aşiretin hem nebisidir hem resulüdür. Bucakta ise halk kendi ilmî danışmanlarını seçer. Bunların sayısı beşten az olmaz, yirmiden de fazla olmaz. Bunlar nebilerdir. Nebiler bir araya gelerek kendilerine bir başkan seçerler, bu da bucağın resulüdür.
Demek ki “ey nebi” diye hitap ettiği zaman ilmî dayanışma ortaklıklarının başı kastedilmiştir; bucaklarda ehl-i zikr, illerde fakih, ülkede de rasihler.
İslâmiyet’te hitap kavmedir, aynı dili konuşanlaradır. Dolayısıyla insanlığın ortak müçtehitleri yoktur. Her kavim kendi müçtehitlerinin içtihatları ile amel eder. O topluluğu değiştirmedikçe başka ülkenin müçtehitleri ile amel etmek mü’minlere caiz değildir.
Her resul nebi olduğundan dolayı nebiye ait hükümler aynı zamanda resule ait hükümlerdir. Burada zikredilen resule has kısımlardır. Resul ile nebi arasında başka bir ayrılık vardır. Nebiler sadece kendi cemaatlerine hitap ederler, onlarla hemhaldırlar. Oysa resuller yönetimlerinde bulunan bütün halklara muhataptırlar.
Kur’an’daki “sen” zamirini ve “ey nebi” ile “ey resul” hitabını da Hazreti Muhammed’e tahsis edenler vardır. Kur’an’a eğer tarihî manâ verilecekse, geçmişte nâzil olduğu dönemde ona doğrudan hitap kabul edilebilir. Ancak o zaman Kur’an ilâhi bir kitap, tüm insanlara gönderilmiş bir kitap değil de, sadece o zamanki kavme gönderilmiş kitap anlamına gelmiş olur. O zaman Kur’an bugün bir manâ taşımaz.
Biz ise çağımızın sorunlarını çözdüğümüz için Kur’an’daki ifadeleri ona göre manâlandırıyoruz. O manânın yanlış olduğunu söylemiyoruz. Bir İslâm tarihçisi Kur’an’ı elbette öyle okuyacaktır. Biz de böyle okuyacağız. “Ey resul” dendiği zaman “ey başkan” diye anlayacağız. Tebliğ ile mükellef olanlar nebiler değil resullerdir. Nebiler bildirmekle ve tâbi olanlara emretmekle yükümlüdürler. Resuller ise cihat yaparlar.
Bu husustaki varsayımımızı tam olarak kavrayabilmemiz için Kur’an’da geçen “nebi” ve “resul” kelimelerini bir araya getirip varsayıma dayanan manâlarla manâlandırmamızın mümkün olup olmadığını kontrol etmemiz gerekir.
“Ruhu’l-Kur’an” programlarımız bu çalışmaların ana dayanağı olacaktır. Kur’an’da eğer bin ile iki bin arasında (1700’ün üzerinde) “kök” varsa, asgari olarak her kelime üzerine yani 2000 adet doktora yapılması gerekmektedir.
İlâhiyatçılar bizi kıskanacaklarına, kendilerine sunacağımız imkanlardan yararlanarak doktora çalışmalarına hemen başlamalıdırlar. Doktorayı para için değil, Allah’ın onlara verdiği ilmin şükrü olarak yapmalıdırlar.
لَا يَحْزُنْكَ
(LAv YaXÜunKa)
“Mahzun etmesin.”
“Mahzun olma” denmemekte, “mahzun etmesin” denmektedir. Nehy ile emrolunan gaibdir, başkan değildir. Çünkü “mahzun” kalbî fiildir, insanın elinde değildir. İnsan aksini yapmaya çalışsa da mahzun olmamak elden gelmez.
“Hazan” Farsçada sonbahar demektir. Kafkas dillerinde “hozan” dikenli zor geçilir çalılık veya otlaklı yer demektir, dikenlerle doludur. Arapçada buna benzer anlamları vardır, sehl olmayan yani kolay gidilir olmayan yer demektir.
Kur’an’da “hüzün” ve “havf” bir arada geçmektedir. Korkmak, gelecekte başına gelecekten dolayı beyinde duyulan irkilmedir. Hüzün ise olmuş olan olaylar üzerinde sıkılma ve ümitsiz hâle gelmektir. Mahzun olma, ümitsiz olma manâlarını taşımaktadır.
“Mahzun olma” demek; onlar neden böyle yapıyorlar, onlar neden kabul etmiyorlar diye sıkılmadır, onlardan ümitlerini kesme demektir.
1960’larda başladığımız heyecanlı çalışmalara İzmir’de birçok kimse katıldı. Sonra bu çalışmalar Türkiye’de ve dünyada yayıldı. O gün beraber yola koyulduğumuz arkadaşlardan başta İzmir Akevler grubu vardır, sonra F. Gülen grubu vardır, Millî Görüşçüler vardır, onların devamı olan AK Partililer vardır... Biz bir istediksek Allah on değil, yüz değil, bin verdi ama biz şükrünü edemedik, O’nun düzeni olan “Adil Düzen”i elde edemedik. Bizimle beraber yola çıkanlar ilâhi düzenden ümitlerini kesmiş, kendileri cari düzende rahat etmeye koyulmuşlar. İşte bu durum bizi üzmüştür. Neden böyle yapıyorlar diye ağlayacak durumlarda olduğumuz olmuştur. Sizler de bir işe giriştiğiniz zaman böyle durumlarda kalacaksınız.
Bugünkü durumumuz da budur. Bizim Akevler çalışmalarımıza katılanlar parmakla sayılacak kadar azdır. Bu bizi üzmektedir. Bir taraftan arkadaşlarımızın neden böyle yaptıklarına gerçekten manâ vermek çok zordur, diğer taraftan biz de görevimizi yapamadık ve “Adil Düzen” örneği bir işletmeyi başaramadık diye hüzün içindeyiz...
Kur’an’ın bu âyetlerini okuyarak teselli buluyor ve diyoruz ki; biz görevimizi yaptık mı? Görevimizi yaptıysak o zaman sorunumuz yoktur. Görevimizi yapmadıysak tevbe edip görevimizi yapmaya devam edeceğiz. Yaşlılarımız ölecek, yeni gelen nesiller bu görevleri sürdüreceklerdir. Bizim mahzun olmamıza gerek yoktur. O’nun takdiri ne ise o olacaktır.
Düşündüğümüz zaman tüm insanların bizim yaptığımız gibi yapmadıkları için onları dalalette görürüz. Öyle değildir. Onlar da bizim gibi mü’mindirler ama içtihatları bizden farklı olduğu için amelleri de farklıdır. Onlar kendi amelleri ile mükafat görecekler, biz de kendi amellerimizle mükafat veya mücazat göreceğiz.
الَّذِينَ يُسَارِعُونَ فِي الْكُفْرِ
(elLaÜIyNa YuSARiGUvNa Fi elKüFRi)
“Küfürde yarışıyor olanlar.”
Burada dikkat edeceğimiz husus şudur, kâfirlerden bahsetmiyor. Küfür içinde musaraat ediyorlar. Mevcut zalim düzen içinde faaliyet göstermekte, orada başarıya ulaşmak istemektedirler.
“Küfür” kelimesini nankörlük olarak anlarız. Yani Allah’ın nimetlerine şükreden bir halk yok. Ne yapsanız sizden daha fazlasını isterler. Çelişki içinde tüm kötülüklerin merkezini iktidar kabul ederler, yaptığınız iyilikleri de kendilerinin doğal hakkı görürler.
Diyelim ki bağımsız milletvekillerinin sıkıntıları vardı ama mahkeme onlara izin verdi, seçime girdiler, mazbataları verildi. O halde onların düzene teşekkür etmeleri gerekmez mi? Hayır! Onlar diyorlar ki; biz bunu gücümüzle aldık, bizden korktular onun için verdiler. Bundan daha fazla korkutursak suçluları da bırakmak zorunda kalırlar.
İşte bunlar küfür içindedirler, nankördürler. Dağ başındaki eşkıyalar da öyledir.
Bizim arkadaşlar yani AK partililer de onlara iyilik etme yarışındadırlar. Yalnız AK Partililer değil; Hareket Partililer (MHP) ve Halk Partililer (CHP) de onları memnun etmeye çalışıyorlar. Biz de buna üzülüyoruz.
Biz iktidar olup nimetlerden yararlanalım diye yola çıkmadık, İslâm yani barış düzenini getirelim diye yola çıktık. Onlardan kimi sessiz sedasız gömlek çıkardılar, şimdi de o nankörlere hizmet etmek için yarıştadırlar; kimi de alenen gömlek çıkardılar, onlar da alenen onların yanında yani küfürde ve kâfirler içinde yarışmaktadırlar.
Biz de bu arkadaşlarımızın hallerine üzülüyoruz.
Allah diyor ki, onların bu hareketleri seni üzmesin. Biz de ondan sonra dönüyoruz, arkadaşlar bizi bıraktıkları için biz de bırakıyor ve kendi işimizle meşgul oluyoruz. Onlarla hesaplaşmak bizim işimiz değildir, onlarla hesaplaşmak Allah’ın işidir.
Bu yalnız AK Partililere söylenen söz değildir. Adil Düzen işletmelerini bırakıp zalim düzende para kazanma çabasını gösteren herkese söyleyeceğimiz budur. En yakın arkadaşların mevcut imkanları zalim düzen içinde değerlendirmeleri bizi üzüyor. Ama Allah üzmesin diyor. Biz de bundan sonra herkesi kendi hallerine bırakacak, kimsenin yaptıkları ile ilgilenmeyeceğiz. Ne yapmam gerektiğini düşünüyordum. Şimdi ne yapmam gerektiğine karar vermiş bulunuyorum. Söyleyeceğim, hatırlatacağım, ondan sonra zorlamayacağım, kendiliğinden gelen olursa ben de katılacağım. Cengiz Demirci kendi içtihadı ile bu çalışmalara mâlen katılmayı önerdi. Bizden katılan olmadığı için öyle kaldı.
Bunlara üzülmememiz gerekmektedir. Herkes kendi içtihadı ile yoluna devam ediyor, herkes kendi içtihadı ile böyle yapıyor. Hesabı biz değil Allah soracaktır. Biz çalışmalarımıza devam etmekteyiz. “Adil Düzen” içinde “Adil Düzen” için çalışacaklarına, en yakın arkadaşlarımız zalim düzen içinde makam elde etmek, zalim düzende ilim yapıp diploma almak için müsaraat ediyorlar. Ben hayretler içinde kalıyorum. Ama bu âyet bana diyor ki; sen mahzun olma.
Hz. Yusuf’un kardeşleri Hz. Yusuf’a neler yaptılar...
Hz. Musa aralarından bir müddet ayrılınca İsrail oğulları neler yaptılar...
Takdir-i ilâhi böyledir.
Herkes kendi görevini yapacak, yanındakinin işine karışmayacaktır. Buradaki “sen” hitabının manâsı budur. Ben bir iş yapacağım; Lütfi Hocaoğlu’nun aklına yatmaz. O üzülmeyecek. Hocaoğlu bir iş yapar; benim için o iş yanlış olur. Birbirimize karışmayacak, sadece yardımlaşacağız. Hakkı tavsiyeleşme, sabrı tavsiyeleşme olacaktır. Kimse kimsenin yaptığından dolayı herhangi bir üzüntü duymayacak ve arkadaşı dışlamayacak.
Burada “sizi” demeyip “seni” demiş olması gösteriyor ki, bu sapmaların hududu yoktur. Hepimizin bazı eksiklerimiz vardır. Biz kendi kusurumuzu görmeyiz de başkasının habbesini kubbe yaparız. Bunu yapmamalıyız. İyilikte yardımlaşacağız. Kötülükte yardımlaşmayacağız. Kimin iyi kimin kötü olduğu üzerinde durmayacağız.
مِنْ الَّذِينَ قَالُوا آمَنَّا بِأَفْوَاهِهِمْ
(MiNa elLaÜIyNa QAvLUv EavMenNAv Bi EaFVAvHıHıM)
“Ağızlarıyla iman ettik diyen kimselerden”
Buradaki “iman” kelimesi diğer yerde kullanılandan farklı olarak kullanılmaktadır.
Biz genel olarak iman etmeyi güvene girme ve güvene alma şeklinde anlıyoruz. “Âmene billahi” demek, Allah ile kendi güvenini sağladı demektir. “Âhirete iman etti” demek, âhiretini güvene aldı demektir. Gayba iman etmek demek, geleceğini güvene aldı demektir. Mutlak iman etmek başkalarının güvenini sağlamak demektir. “Emine bi’l-beyti” dediğimizde, eve girdi ve emniyette oldu demek olur. “Emene el-emanete fi’l-beyti” demek, emaneti eve koyarak emniyete aldı demek olur. “Âmene bi Ahmede” demek, Ahmet’le kendisini emniyete aldı anlamına gelir. Buralardaki iman fikrîdir. Halbuki buradaki iman kalbîdir. “Âmene bi’l-kalbi” demek, tasdik ederek söylenen sözden emin oldu demektir, beyni içinde o düşünceye yer verdi demektir. Yani bu fikri, bu düşünceyi, bu ilmi beynin içine koyup yerleştirdi. Oysa ağızla iman etmek demek, beynine değil de ağzına yerleştirdi, yani ağzı söylüyor ama beyne girmiyor.
Bilgisayarda bir ifade yazarsınız. O ifade orada yazılıdır ama başına bir kesme işareti koyarsanız bilgisayar onu işlemlere sokmaz. O kesme işaretini kaldırırsanız o zaman ifade devreye girer. İşte insanın beyninde de bu şekilde bazı ifadeleri yazar, söyler ama ona bir kesme işareti koyar, ona göre hareket eder.
Biz de birçok sözler duyarız. Çoğuna aklımız yatmaz ama tartışmaya girmeyiz. Onu beynimizin bir yerinde yazıp hafızaya almış oluruz. Ne var ki ona hemen bir kesme işareti koyarız. Halka anlattıklarımızı halk dinler, bu da bunları söylüyor der ve geçer. Bunda bir mesuliyet yoktur. Gelip sizin topluluğunuza katılmışsa, o zaman artık kendisini emin hissetmektedir. İşte orada canını vermesi gerekir. “Allah mü’minlerden mallarını ve canlarını cennet karşılığı satın almıştır”ın manâsı budur. Ben âhiretin varlığını kesme işareti koymadan beynime yazdım. Bu dünyadan hepimiz er veya geç gideceğiz. Eğer benim cennetteki yerim garantiyse, onun uğruna ölmekten daha akıllıca ne vardır? İşte kalbine imanın dahil olduğu mü’min budur. Diğerleri ise “tamam” diyorlar ama kalblerindeki ifadelere kesme koyuyorlar.
Şimdi bizi mahzun edenler Halk Partililer değildir, bizi mahzun edenler Hareket Partililer değildir, bizi mahzun edenler tarikat mensupları değildir, bizi mahzun eden ilâhiyatçılar da değildir; çünkü onlar sizin inandığınıza inandık diye bize katılmadılar. Oysa bize katılan kardeşlerimiz yollarını bizden ayırdılar. İşte biz onlardan dolayı hüzün içinde olmalıyız. Demek ki kalbleri ile katılmadılar, arayış içinde katıldılar. Sonra da çıkmaz olduğu için ayrıldılar. Bunların bu davranışları bizi mahzun etmektedir. Akevler çalışmasında da durum budur. Hepimiz kendi işimize bakmalıyız, yanımızdakinin hareketi bizi üzmemelidir.
وَلَمْ تُؤْمِنْ قُلُوبُهُمْ
(Va LaM TüEMiN QuLUvBuHuM)
“Ve kalpleri iman etmemiştir.”
Kalblerine aktif satır olarak yazmadılar. Kur’an bunlara “müslim” demekte, bunların da cennete gideceklerini söylemektedir. Ne var ki bunların “inandık” dememeleri gerekir, “müslim olduk” demeleri gerekir.
O halde Erbakan iman etmiş bir kişi olmuştur. İçtihatlarından, hatalarından dolayı yanlış yaptıkları olmuştur ama içtihadındaki hatadan dolayı olduğu için mecur olmuştur. O’nun dışındaki arkadaşlar mü’min olmamış müslim olmuşlardır. Bu sebeple şeytan ve şeytanla beraber olanların vesvesesi ile Hz. Musa’nın kavmi gibi kendisi gidince onlar da bırakmışlardır. Çünkü onlar “Adil Düzeni” ve “Millî Görüş”ü ağızları ile kabul etmişlerdi ama bu kabulleri kalblerine girmemişti. Erbakan “Adil Düzen”i anlatırken onlar ağız birliği yapıp tek kelime söylemediler. Mustafa Kamalak başkan olarak kendisi söylemiyordu. Parti içinde şeytan taifesi harekete geçmiş ve “Adil Düzen”i söyleyenleri susturmuşlardır. Liderler söylememişler, söyleyenleri de susturmuşlardır. Bu olaylar bizi üzmüştür. Kur’an diyor ki; üzülme, çünkü onlar “Adil Düzen”in Müslimleridir, mü’minleri değildir.
Kalblerine iman duhul etmişse onlar zaten senin üzüleceğin hareketi yapmazlar. Ne var ki içtihatları senin içtihadına uygun olmayabilir. Dolayısıyla onlarla uğraşma, kendi nefsinle uğraş. Seninle beraber olanlarla hareket et, diğerlerine bakma bile.
İnsan kendi kendisini “ben mü’minim” diye kontrol edebilir. Ölmem gereken yerde ölümü göze alabiliyorsam o zaman mü’minim demektir.
Biz imanı şöyle tarif ediyoruz: Canı dahil her şeyini onun uğruna veren kimse mü’mindir. Ölümü göze almaktan daha güçlü silah yoktur kuralı askerlikte yaygındır. İşte halkın mü’minlerden korkması bundandır. Bunlar artık korkmaz kimselerdir. Bunları durdurmak nasıl mümkün olur. O halde insanlar mü’min değil müslim olanlardır. Oysa mü’minler canlarını verirler ama bunu âhiretteki cennet için yaparlar. Yoksa neden canını versin. Tabii ki onlar âhirete inanmadıkları için mü’minleri kendileri gibi sanıyorlar.
وَمِنَ الَّذِينَ هَادُوا
(Va MiNa elLaÜIyNa HAvDUv)
“Ve hud eden kimselerden.”
Daha önce kalblerine iman girmediği halde, “biz iman ettik” diyen müslimlerden bahsetmiştir. Bunlara atfedip “havd edenler” demiştir.
“Hevd” Kur’an’da fiil olarak da geçer. “Kâle, Yekûlu” gibi birinci babdan bir ecveftir. Hidayet kelimesi ile akrabalığı vardır. Hevd etmek, onun tarafına yönelmek demektir. Hayvanı yularından çekip götürürken hayvan hevd etmiş olur.
Allah İsrail oğullarını Mısır’dan çıkarmış, onlar da Hazreti Musa’nın öncülüğünde çıkmışlardır. Bu sebeple “Ellezîne Hâdû” denmektedir. Kırk sene çölde dolaşmaları “Hâdû” fiili ile ifade edilir. İstiklal Savaşı’nda kurulan Ankara hükümetine halkın uyması hevd etmedir. “Hûd veya nasârâ olun” diyerek “Nasârâ” karşılığı “hûd” kelimesini getirmektedir.
“Yahudi” kelimesi ile “hûd” kelimesi arasındaki fark şudur. Biri İsrail oğullarından olmasa da Yahudi dinini kabul edenler, biri de İsrail oğullarından olup Yahudiliği kabul edenlerdir. Araplar vardır, müsta’rebler vardır. Türkler vardır, Türkleşenler vardır. Diğer uluslar için ister doğuştan o ulus mensubu olsun, isterse sonradan o ulusa katılsın, farklı statü yoktur. Yani devletler ırka dayandırılmaz. Bunda İsrail oğulları için bir imtiyaz vardır. İsrail oğulları soyundan olma önemlidir.
“İman etme” ve “Hûd olma” kelimelerinin karşılıklı olarak getirilmesinin hikmeti şudur; yeryüzünü yönetme yetkisi hûd olanlarla mü’minlere verilmiştir.
İslâmiyet’ten evvel mü’min olanlar Yahudilerdi. Kuran’dan sonra askerlik görevi gönüllülere verildi, yani mü’minlere verildi. Dolayısıyla onların elinden bu yetki alınarak mü’minlere verildi, onlar da müslim durumuna düştüler.
Şimdi şu soru sorulur:
-Onlar mü’min olup asker olmak isterlerse asker olacaklar mıdır?
-Bu âyet onların asker olamayacağına işaret etmektedir. Çünkü onları müslimlere atfetmektedir. Bunu şöyle ifade edebiliriz. Allah güvenliği sağlama görevini gönüllü askerlere bırakmıştır. Bunlar aynı zamanda Kur’an ehli olanlardır. Yahudilerin görevi ise ticaret ve ilimdir. Dolayısıyla artık onlar için askerlik yapmaları, yeni görevleri ve kuvvetler ayrılığı ilkesinden dolayı değişti. Ama Yahudilikten Hıristiyanlığa veya İslâmiyet’e geçerlerse, o zaman asker olabilirler. Hıristiyanlar ise mü’min de olabilir müslim de olabilir. Bu husus Hindular için de, Budistler için de aynıdır.
Burada “Min” gelmesinden hepsinin böyle yapmakta olduğu anlaşılmaz, onlardan bir kısmı böyle yapmaktadır.
Şimdi bizim öğrenmemiz gereken çevremizdeki bu insanlar kimlerdir. Bizi ilgilendiren çevremizdeki insanlar değildir. Onlar ya içtihatları için böyle yapıyorlar, yahut çıkarları için yapıyorlar. Onu biz bilemeyiz. Ama bizim kendimizin böyle bilmemiz gerekmektedir; yani biz böyle olmamalıyız, cari sistem içinde batmamalıyız.
Şimdi karşılaştığımız sorun şudur. Biz kurduğumuz işletmeleri “Adil Düzen”e göre çalıştıramadık. Bizim takip ettiğimiz sistem şudur. Herkes zaruret dolayısıyla Hayrettin Karaman’ın verdiği fetvalarla hayatını sürdürsün. Ancak herkes zekât verir gibi zamanından veya malından bir kısmını buraya ayırsın. Buradaki çalışmalarda asla taviz verilmesin. Buraya katılan kardeşlerimiz burada da bizden taviz istiyorlar, başarısızlığımızın sebebi taviz vermeyişimizdir diyorlar; o halde taviz verelim diyorlar. İşte bu görüş yanlıştır. Burada taviz yoktur. Buraya yük olma da yoktur. Siz kendi işinizi kendiniz istediğiniz gibi yapın ama bizim işimizi biz sisteme göre yapalım diyoruz.
Atölye oluşturduk. Dolap yapıyoruz. Orada çalışanları da serbest bıraktık; sizden kira istemiyoruz, dışarıya iş yapın, kazanın. Yalnız o iş için bizden bir sermaye istemeyin, sadece sizden şimdilik kira almayacağız dedik. Bunu niye yapıyoruz? Atölyeniz açık olsun diye yapıyoruz. İsteyenler artırdıkları zamanı “Adil Düzen”e göre iş yaparak değerlendirsinler, sorunları çözsünler. Böylece insanların kâfirler içinde faaliyet göstermek zorunda kalmamaları için imkan hazırlıyoruz. İzmir’de çok imkanlar hazırlandı ama çalışan olmadı, başarısızlığa uğradı. Şimdi İstanbul’da da böyledir. Kim sabır gösterirse o kazanacaktır.
سَمَّاعُونَ لِلْكَذِبِ
(SamMAGUvNa LieLKaÜiBi)
“Kezibe kulak verenlerdir.”
Bunlar müslim ve hûd olanlardır, yani mü’min olmayanlardır. Siz delillerle onlara gerçekleri ispatlarsınız. Sizin delillerinizden tatmin olmazlar. Karşı taraf bir yalan atar, ona inanır. Hem gelir senden delil ister, hem de senin ispatınla yetinmez. Onların senin delilini kabul etmeleri gerekir. Yahudi, "idam yoktur, insanlığa aykırıdır" der. Sana gelir; ona aklî ve naklî delillerle ispatlarsınız, o sizin delillerinize inanmaz, senden onu inandırmayı ister. Oysa onun işi seni kandırmaktır. Ona inandırma ancak kesin delille yani kılıçla olur!
Meclis’teki bir oturumda Mustafa Kemal bir konuyu tartıştırıyor. Bir türlü ikna olamıyorlar. Bakıyor ki -örnek olarak- hilafet kalkmayacak. Diyor ki: “Beyler, bu böyle olacak, yoksa başlar gidebilir!” O zaman mebuslardan biri cevap veriyor: “Bu kadar kesin delilin vardı da neden şimdiye kadar ortaya koymadın?!”
İşte, onları ikna etmek mümkün değildir. Kılıç ikna eder. O da bizde yoktur. Onların kılıcı var ve ikna ediyorlar.
Yalana kulak verirler. Söylenenin yalan olduğunu çok açık olarak bilirler ama yine de yalan söylerler. Yalan olduğunu bile bile ona kulak verirler.
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal’ın kasetinde AK Parti’nin hiçbir ilişkisinin olmadığını bilmeyen yoktur ama Deniz Baykal bile bile yalan söylemiştir. Yalan söylediğini bildikleri halde ona kulak vermişlerdir.
Bütün gazeteler yalan yazar. Bizim gazete de yalan yazar ama yalan da olsa kendi taraftarı için hoş şeyler yazar. Taraftarları da benimki daha çok yalan söyleyebiliyor diye onu alkışlar. Oysa bizim gazeteyi okuyanlar Cumhuriyet gazetesini okumaz, Cumhuriyet’i okuyanlar da bizim gazeteyi okumaz. O halde kim kime yalan söylüyor? Kendileri kendilerine yalan söylüyor ve bununla avunuyorlar.
Kur’an ilâhi söz olmayıp insan sözü olsaydı, o zamanlar Arapların gazeteleri yoktu, bunları nasıl bileceklerdi?
Biz “Adil Düzen Çalışanları” her hafta bir dergi çıkarıyoruz. Yazarları ve yorumcuları serbest bırakıyoruz. Bizim böyle bir hastalığımız var mı? Yalan söylemeyi düşünüyor muyuz? Biri yalan yazsın, ben de ona kanayım diyen var mı?
İşte, yalana kulak vermeyen bir cemaat oluşturduğumuz zaman biz mü’min cemaat oluruz. O zaman tüm insanlar ağzımıza bakar, haberleri bizden öğrenir. İnsanları kandırmak isteyenler, sömürmek isteyenler kandıramazlar, sömüremezler.
Her mü’min bu âyeti her gün aklında tutacak ve yalancılara kulak vermeyecek.
Yahudi böyle düşünün der; müslimler de öyle düşünmeye başlarlar.
Bunlar bizi üzmemelidir. İsteyen istediğine inanır.
Burada bahsedilen “hûd” olanların bugün yeryüzünde yaptıkları budur.
Paraları vardır, yalan makinaları vardır, basın ve yayınlar vardır. Birini bertaraf etmek mi istiyorlar. Kolaydır. Bir sahte belge düzenlersin, ıslak imza dersin, yahut kaset var dersin. Kamera dersin, harekete geçersin, şerrinizden herkes korkar. Hakimler korkar, savcılar korkar, bakanlar korkar, generaller korkar. Senin dediğini yaparlar. Diyeceksiniz ki; korkmasınlar! Asker düşmandan kokmaz, çünkü ya ölür ya öldürür ama gazeteye ne yapsın? Yahudi’nin şirret şikayetçisine ne yapsın? Kimileri çıkıyor da “adalet çalışıyor” diyor!!!
Şimdi size bir bilgi vereyim. Sevmediğiniz kim varsa onun hakkında bir dilekçe yazın ve götürüp savcıya verin. Savcı bunu işleme koymak zorundadır. Karakola gidersiniz. O kişiyi çağırırlar. O savunmasını yapar. Savcıya gelir. Savcı kanaat getirirse ki iftiradır, mesele yok. Ama müfteri öyle iddia etmeye devam ederse, savcı onu da çağırır. Sonunda işin içinden çıkamaz, mahkemeye sevk eder. Yıllarca iki taraf da mahkemede sürüklenir dururlar. On sene sonra, bazen yirmi sene sonra ya sen kazanırsın o hapse gider, ya da o kazanır sen hapse gidersin. Genellikle bu tür davalar uzar da uzar ve müruru zamandan düşer.
Şimdi sermaye ne yapıyor?
Ona yani o müfteriye para veriyor, git şikayet et diyor. Hapse düşersen ben sana mal vermeye devam ederim. Sen de işsizsin, kabul edersin.
İşte, sermaye istediği zaman insanları böyle süründürür. Karşı tarafın mesleği olduğu için o para kazanır, sen şikayet edilen mahvolursun. Hele basın şikayet edeni destekliyorsa, o zaman hakimler korkar, savcılar korkar ve şikayet hakkını kullanmıştır derler.
Bu yalnız sana değil, mesela bugün askerlere yapılıyor.
Yarın savcılara yapılacak, öbür gün hakimlere yapılacak...
Böylece küresel ve yerel sömürü sermayesi bu yalan mekanizması ile devletin kurumlarını teker teker çökertiyor.
İşte Kur’an bize bunu bildiriyor ve bize diyor ki; telaşlanma, onların hesabını biz görürüz. Evet, “Adil Düzen” geldiği zaman bu oyunlar bitecektir. Çünkü hakemler yargılayacaklar. Hakemleri ve soruşturmacıları da hakemler yargılayacak. “Adil Düzen”de yargı hakemlerden oluşacak; bağımsız, tarafsız, yansız, saygın ve etkin olacak.
سَمَّاعُونَ لِقَوْمٍ آخَرِينَ
(SamMAGUvNa Li QaVMin EAPaRIyNa)
“Âhar kavme kulak verenler.”
Sana gelip sormazlar. Senin sözlerine kulak vermezler. Başkalarını dinlerler.
Basın benim aleyhimde hazırlandı. Bir hanımı gazeteciyi evime gönderdiler. İkinci defa evlendim diye röportaj yaptılar. Evdekiler çekindiler, ben onlar da gelsinler dedim. Görüşmede birinci eşim vardı, kızlarım vardı. Serbestçe konuştuk. Onlar da konuştular. Bizim bir yanlışlığımızın olmadığını dinleyip anlayan hanım röportajı götürdükleri zaman gazetesi yayınlamadı. Röportaj yapan hanım üzülmüş ki Ankara’da başka gazetedeki arkadaşına haber salmış, o da benimle röportaj yapmak istedi. O hanım görevli olmadığı için İzmir’e gelemedi. Ben kolaylık yaptım. İnternetten o sordu, ben cevap verdim. Ona son olarak şunu söyledim: Ben şeriata aykırı bir iş yapmadım. Eşim müsaade ettiği için evlendim, kanunlara aykırı bir şey de yapmadım. Siz neden rahatsız oluyorsunuz dedim. Onunki de yayınlanmadı.
Bu arada İzmir Akevler’i şikayet ettiler. Dört ay dört müfettiş teftiş etti. Başlarında bulunan kişi hiç gelip teftişe katılmadı. Diğerleri tüm detaylara kadar rapor tanzim ettiler ve sonunda şikayetin yersiz olduğu sonucuna bağladılar. Bir de baktık ki hazine avukatı dava açmış! Neymiş; biz çalışmalarımızda konunun dışına çıkmışız! Raporda tahribat yapmışlar, yalan söylemişler ama yalanın kuyruğu görünüyor.
İşte bunlar böyledir; basını ile yayını ile teftişi ile hep yalan üzerine oturmuşturlar. Hakimler ittifakla bizi beraat ettiler. Yargıtay bozdu! Hakimler baskı altında Yargıtay’a uydular ama öyle bir karar verdiler ki bizim mahkeme masrafları dışında bir zararımız olmadı.
Sizin hakkınızda sizden haber almazlar. Hattâ sizin yanınıza gelip de sizinle konuşanı da dinlemezler. Onların yalan haber makinaları ve mekanizmaları vardır; nasıl yalan uydurulur, nasıl iftiralar yaparlar ki tutsun.
Biz Akevler olarak Sanayi Kalkınma Bankası ile anlaşma yaptık. Cumhuriyet gazetesi o gün aleyhimizde ‘yiyorlar içiyorlar’ diye yayın yaptı. Bankaya gittiğimizde, bunların gerçek olmadığını söylediğimizde; biz biliyoruz, siz Müslümansınız diye bunları söylüyorlar dediler. Bizimle anlaşma yaptılar diye Sanayi Bakanlığı’ndaki o kadroyu değiştirdiler, terfi ettirdiler ama oradan aldılar! Basının şerrinden dolayı bunu yaptılar...
İşte, Kur’an bize diyor ki, bunlar seni üzmesin. Biz gerçekten üzülmedik. Bunlar bize zevk vermişti. Çünkü sonunda savaşı hep biz kazanıyorduk.
Bizi üzen neydi?
İzmir Akevler’de bizim şube başkanlığımızı yapan Prof. Dr. Ekrem Pakdemirli bir gün; ‘siz kanuna aykırı hareket ettikten sonra başarsanız ne olur’ demez mi?!.
İşte bu anlayış ve söylem o batağa batmadır. Oysa bizim prensibimiz şudur. Hangi devlette yaşıyorsak oranın kanunlarına uymamız şeriatımızın icabıdır. Din böyle emrediyor.
لَمْ يَأْتُوكَ
(LaM YaETUvKa)
“Sana gelmemişlerdir.”
Saadet Partisi’nin herhangi bir ilçesine gidiniz. Akevler’den bahsediniz, Süleyman Karagülle’den bahsediniz, Süleyman Akdemir’den bahsediniz... Sizin aleyhinizde birçok sözler söylerler. ‘Sen onları gördün mü, onların kooperatiflerinin ortağı mısın?’ diye sorun. ‘Efendim, ben ortak değilim ama..” der, mesela size arkadaşlarının ortak olduğunu söyler! Böylece bu âyetin işaret ettiği durumu aynen itiraf ederler.
Tarikatlara gidiniz, böyledir.
İşte, başlangıçta bunları organize eden ve siyasi parti hâline getiren Akevler’dir. Biz bir gün bile “Adil Düzen”i bırakmadık, Akevler’den kimse bırakmadı.
Allah bize diyor ki; bunların bu hareketleri seni üzmesin...
Ben onların benim aleyhimde söylediklerine üzülmüyorum, onları sevdiğim için onların bu hallerine üzülüyorum.
Bu sebepledir ki bir haber duyduğunuz zaman mutlaka onu tebeyyün edeceksiniz. Önce haber kaynağının kendisine varacaksınız, ama tek başınıza değil, o haberi size getireni alacaksınız ve o kişiye varacaksınız, ‘bu senin için böyle söylüyor’ diyeceksiniz. Onu dinleyeceksiniz. Ondan sonra dışarı çıkıp ispat edemeyen habercinin yüzüne karşı ‘yalan söylüyorsun, sokak lafıyla hıyanet ediyorsun’ diyeceksiniz. Bunun sonucu ne olur? Gelişigüzel haberlerle sokağa çıkamazsınız. Haber yapmak serbesttir. Basın haber kaynağını gösterir, falan böyle söylüyor der. Ondan sonra o kişi aleyhinde dava açılır ve mahkum olur.
Şimdi kendi yalan makinalarının çalıştırılması için “basın özgürlüğü” diyorlar. Basın özgürlüğü demek iftira özgürlüğü müdür? İnsanın canı kutsaldır, katil de olsa insan idam edilemez diyor, hapishanede eziyet edilemez diyor. Hep kendisinin tetikçilerine zemin hazırlıyor. Yalancı basını silah olarak kullanmak istiyor…
Kur’an bana/bize diyor ki; sen bunlara üzülme, mahzun olma…
AK Parti de diğer partiler de bu düzeni yaşattıkları için onlarla beraberdirler. Altmış seneye yakın zamandan beri süren mücadele hayatımızda hep bunları yaşadık. Aslında AK Partililer de, Deniz Baykal da yaşadı. Ama onlar Allah’tan değil de o yalancılardan korktukları için ses çıkaramıyorlar.
Günü geldiğinde birileri bu yazılarımızı, yorumlarımızı, değerlendirmelerimizi okuyacak ve mü’minler gerçekleri öğrenecekler. Ondan sonra gerektiğinde mallarını ve canlarını vererek “Adil Düzen”i getireceklerdir. İftiradan korkmayacaklar, terörden korkmayacaklar, çünkü bu yolda ölürlerse, şehit olur olmaz cennete gideceklerdir.
يُحَرِّفُونَ الْكَلِمَ
(YuXarRiFUvNa elKaLiMa)
“Kelimeleri tahrif ediyorlar.”
“Kelam” kelimesi Kur’an’da yalnız Allah’a izafe edilerek gelmektedir. Üç yerde “Kelamellah” denmekte, birinde de “ve birisalati ve bikelami” denmektedir.
“Kelam” “kelime”nin cem’i değildir. “Kelam” sıfatı müşebbehedir. Lafızları değil de tüm manâyı içerir. Kelam Allah'ın dilindedir, kadimdir, lâ yetegayyerdir. “Allah’ın kavli” denmez, çünkü kavl O’nun değildir, mahlukun sözleridir. Bizim Kur’an’ımız Cebrail’in kavlidir, Allah’ın kelamıdır. Allah Cebrail’in kavlini onaylamıştır.
“Kelim” ise “kelime”nin çoğuludur, kuralsız çoğuludur.
“Kelimeleri tahrif ederler.”
"Tayyib kelim ve salih amel ona suud eder" de "kelim" cümle anlamında kullanılmıştır. Kelim de müfret ve cem’ olabilir. Manası cümlede anlaşılır. Bundan önce benzer âyet geçmişti, orada “an mevadıhı” denmişti; burada “min ba’di mevadıhı” denmiştir. “An” dendiği zaman ism-i mekan olarak anlaşılır, “min ba’di” deyince ism-i zaman anlaşılır. “An mevadıhı” dediğimiz zaman kastettiğimiz konudur. Dilin vazıı onu ne için koymuşsa onu tahrif ederler deniyor. “Cibal” dağlar demektir. Biz “cibal”i dağlar değil de kaya olarak tarif etmeye kalkışırsak mevadıından tahrif etmiş oluruz.
Demek ki Kur’an’ı anlarken Kureyş’in o günkü Arapçadaki manâsını bilmemiz gerekmektedir. İslâm gramercileri bu işi fazlasıyla yapmışlardır. Biz “İslâm” deyince onların anladığı manâdan hareket etmek zorundayız. Kelimeleri istediğimiz gibi değiştirmeyeceğiz.
Burada ise “min ba’di” deyince kelimeye biz manâ verebiliriz, bu kelimenin manâsı bu olsun deriz. Artık o kelimenin manâsı o olmalıdır. Değişik yerlerde değişik manâlar vermek mevazıından tahriftir.
Hakimler bir metne bir manâ verirler, sonra aksi manâ verirler. İçtihadımız değişti diyorlar. Peki, vatandaş uygularken içtihadı değiştirse, bırakın bir vatandaşın içtihadını, değişik insanlar değişik içtihatlarda bulunurlarsa durum ne olacaktır?
Kanunları uygulayan veya hakimlerin istedikleri gibi yorumladıkları zaman bunun bir müeyyidesi olmalıdır. Bugün bunun bir müeyyidesi yoktur. İslâmiyet’te ise önce herkes kendi içtihadına göre uygular. Sonradan sorumlu olmak istemiyorsa gider müçtehidinden fetva alır. Artık sorumlu fetva alan değil fetva verendir. Sonra da kendi seçtiği hakemle onları yargılatır. Sonra hakemler de hakemlerce yargılanır.
مِنْ بَعْدِ مَوَاضِعِهِ
(MiN BaGDi MaVAvWıGıHIy)
“Mevzilerinden sonra.”
Bir müçtehit, bir hakim içtihadını olaydan önce değiştirmelidir. Olay esnasında içtihat değiştirilemez. Bu sebepledir ki içtihatlar resmi gazetede veya internette yayınlanır ve bunu başkan yayınlar, Cuma günü hutbede takdim eder. Uygulayıcılar o içtihada göre uygulamalıdırlar. Hakimler de o içtihada göre uygulamalıdırlar. Davaya bakarken içtihatlarını değiştiremezler, değiştirseler bile o davaya uygulayamazlar.
İşte biz bu hükmü buradaki “an” değil “ba’di”den istidlal ediyoruz. Şimdiye kadar bu hususta tam hükme varmış değildim, bu âyet önümü aydınlattı. Onların yaptıklarında ise keyfe göre içtihat yapma vardır.
Hakimin içtihadı geçerlidir. Mükellefin neden geçerli değildir. Müçtehitler içtihatlarını değiştirebilirler, ancak bunu başkana arz edip yayınlamalıdırlar. Bugün nasıl kanun ancak yayınlandıktan sonra yürürlüğe girerse, müçtehidin içtihadı da böyledir, hakimin içtihadı da böyledir.
يَقُولُونَ إِنْ أُوتِيتُمْ هَذَا
(YaQUvLUvNa EiN EUvTİYTuM HAvÜAv)
“Size bu verilirse derler.”
Buradaki “verme”den maksat nedir? Eşya mıdır?
“Kelimeler mevaziinden tahrif edilir” dedikten sonra “verme”den bahsetmektedir.
Burada verilen haklardır. Size şu haklar verilirse kabul ediniz.
Bugün böyle söyler yarın başka söylerler. İşlerine göre karar verseniz haklısınız derler. Bu sözleri kelimelere verdikleri değişik manâlarla sağlarlar. Önce kabul eder sonra rücu ederler, bunu da kelimeleri keyfi olarak verdikleri manâ ile yaparlar. Mahkemelerden hakları ne ise onu almayı değil, kendilerinin istediği ne ise ona karar verirlerse alırlar.
Yargıda temel kural şudur, yargı kararını değiştiremez. Her yargı kararı kesindir. Bazı kararlarda taraflara itiraz hakkı tanınmıştır, o mahkeme veya başka mahkeme o davaya yeniden bakabilir. Eski kararı iptal etmez, yeni karar alır. Yeniden muhakeme olur. Davacı varsa yeniden muhakeme edilir. Bu istisnai durumdur. Yani hukukta açıkça itiraz teşri edilmişse ikinci muhakeme olur.
Yüksek Seçim Kurulu kararları kesindir. Listeye aldığı kimseyi ilan ettikten sonra çıkaramaz, seçildiği halde mazbata vermekten kaçınamaz. Mazbata verilen kimsenin dokunulmazlığı var, bakanlık onu hapishanede tutamaz. Meclis başkanı yemin ettirmekten kaçınamaz. Ondan sonra meclis dokunulmazlığını kaldırırsa normal mahkemelerde muhakeme edilir, milletvekilliği düşürülebilir. Mevzuat müsaitse milletvekilliği iptal edilebilir. Mevzuatın buna müsait olması gerekir. Böylece bizim nefret ettiğimiz insan meclise gelecektir. Bunun için değişik yorumlar yapamayız.
Biz buna razı olmalıyız. Çünkü hukuk böyledir. Millet kendilerini seçerse kabul, seçmezse askeri hareket; işte onların tavrı budur.
Bugün AK Parti iktidarda, halk ona oy vermiş. Yarın seçimi kazanamamış ve ekseriyet onları yüce divana göndermiş olabilir. Şimdiden kimi savcılar harekete geçiyor, hakimler tehdit ediliyor ve bu kadro hapishaneye gönderiliyor. Geçmişte böyle olmadı mı? Yassıada mahkumlarını askerler asmadı, sivil hakimler astı.
Peki, bu parti neden hak ne ise onu yapmıyor?
Yapacağı işlerin başında orduyu bağımsız hâle getirmek ve günlük siyasetten uzak tutmak olmalıdır. Cumhurbaşkanı da asker kökenli olmalıdır. Yargı hakemlerden oluşmalı, kararlara herkes güvenmelidir. Yapmıyor, çünkü istediğini bu düzende elde ediyor.
فَخُذُوهُ
(FaPuÜUvHu)
“Onu ahz ediniz.”
Daha görüşme masasına oturduğu zaman isteklerini baştan koyuyor, MHP, Türkiye ülkesiyle milletiyle bölünmesini tartışamam, lâikliği tartışamam diyor.
Ben her şeyi tartışırım, ikna ederlerse derhal değiştiririm demeli.
Kur’an ne diyor; söyle, bunlardan daha iyisini getirin ben onlara uyayım.
Biz her zaman her yerde her konuyu herkesle tartışmaya hazırız. Müsbet ilim verilerine göre bizim ortaya koyduğumuzun aksini ispat eden olursa derhal ona uyarız. Mesela, biz çok evliliği savunuyoruz. Aksini iddia eden var mı, buyursunlar, karşılıklı deliller getirelim. Bizim delillerimizi çürütecek deliller getirsinler, hakkı teslim etmeye her zaman hazırız. Onlar ise ancak kendi şirklerine uyarsak bizimle uzlaşmaya hazırdırlar.
Mesela, şimdi “yeni anayasa” hazırlığı vardır. Biz fazla bir şey istemiyoruz. Bizi dinlesinler yeter. Bizi dinledikten sonra yine bildiklerini yapsınlar. Hesabı Allah’a verirler.
Ama dinleyemezler...
Cemil Çiçek Meclis Başkanı oldu, “Adil Düzen”in önerilerine de devreye soksun, ondan başka bir şey istemiyoruz. Adalet Bakanı olduğunda, “çözümü olan getirsin” demişti. Biz de randevu alıp milletvekili arkadaşlarımızla makamında görüştüğümüzde, bize, “bu dediğiniz bu partide olmaz, siz Adil Düzen Partisini kurun” diyordu!.. AK Parti bizim partimiz değil mi, bizim kurduğumuz partinin tartışmalı vârisi değil mi?..
“Hayır!” diyor Sayın Cemil Çiçek;
Getireceğimiz şey “Adil Düzen” olmayacak, olmamalı!..
Niyet doğru olmalıdır.
Onlar yarışmayı yanlışlar içinde açtılar; 3 kere 3 dokuz olmamak şartıyla herkes yarışmaya katılabilir!.. Biz bu çözümü ("Adil Düzen") getireni istisna ediyoruz diyor/lar!..
İşte bu âyet bunu diyor, doğruyu baştan reddediyor. Yanlışlardan birisiyle gelirsen yarışmaya katarız diyor. İşte bu mantık bizi üzüyor. Ama Allah diyor ki; seni üzmesin…
وَإِنْ لَمْ تُؤْتَوْهُ فَاحْذَرُوا
(Va EiN LaM TuETaVHu FaPÜaRUv)
“Ve size o verilmediyse hazr edin.”
Biz Allah’ın varlığını rahatlıkla tartışıyoruz. Kimse tartışmaz. Onu tartışmak ilmî değildir. İlmî olmayan tartışılmaz diyorlar. Oysa ilmî olup olmadığı da tartışma sonucu ortaya çıkacaktır. Gelin, diyoruz, sizin Atatürk ilkelerini tartışalım diyoruz, tartışmayız diyorlar.
Neden?
Çünkü onlar bizim söylediğimiz tartışılmadan iyidir diyorlar.
İyi olup olmadığı tartışma sonucu ortaya çıkacaktır. Onlar da bunu biliyorlar.
Allah konusunda da tartışamazlar. Çünkü daha ilk karşılaşmada tuşla yenileceklerini biliyorlar. Sosyalistler tartıştı, şimdi adları bile tarih oldu.
Mustafa Kemal tartışılmadı. Dolayısıyla yenilmedi.
Kemalistler de tartışamazlar. Çünkü yalan söylediklerini bilirler. Mustafa Kemal ne demokrattı ne laikti. Belki de laikliğin takiyyecisi idi.
Şimdi “Adil Düzen”e gelelim, İslâm düzenine gelelim. Biz her şeyi herkesle tartışırız. Hak ne ise ona uyarız. Her sözü dinleriz ve en iyisine uyarız. Bize düşen hak ne ise onu alırız, ondan fazlasını siz verseniz bile biz kabul etmeyiz. Çünkü âhirete gittiğimiz zaman bizden niye az aldın diye hesap sormayacaklar, niye çok aldın diye hesap soracaklardır.
Şimdi mü’min olanla olmayan çok açık şekilde anlaşılmış oluyor. Mü’min olan herkesle her konuyu her yerde tartışır, doğru ne ise ona tereddütsüz uyar. Hakkının çoğundan vazgeçer. Yargıya giderse yargının kararına içinde herhangi bir sıkıntı duymadan uyar.
وَمَنْ يُرِدِ اللَّهُ فِتْنَتَهُ
(Va MaN YuRiDi elLAGHu FiTNaTaHUv)
“Allah kimin fitnesini murad ederse.”
“Fitne” imtihandır, madenleri paslarından temizlemedir, eritip filizlerden ayırmadır.
Herkesi imtihan ederiz. Kim kazanırsa o kalır, diğerleri gider. Önce herkes bir fakülteye gider, okur, doktor olur. Dayanışma ortaklıkları bunların tababetine kefilse doktorluğa devam eder. Bazan müessese bozulur. Cahil doktorlardan oluşmuş dayanışma ortaklığı hizmet veremez olur. Devlet tababeti yeniden düzenleyecekse, o zaman sil baştan imtihan açar. Bütün doktorlar o imtihana girerler. Başaranlar doktorluğa devam ederler, başaramayanlar elenirler. ‘Kim imtihan edecek?’ derseniz; ilmî dayanışma ortaklıkları her konuda birer sınav kurulu oluşturur, onlar bu imtihanları yaparlar.
İşte burada bu imtihan şekli anlaşılmaktadır. Buna karar verecek de yargı olacaktır.
Diyelim ki askerler bir sınıf oluşturdular. Subay okullarına kendi çocuklarını alıyorlar ve ordu bir sınıfın sömürme aracı oldu. Yeniçerilerde olduğu gibi yeniliyorlar da. O zaman ne yapılır? Birileri yargıya gider ve hakemler “tüm subaylar imtihan olacaklardır” der. İşte bu kararı başkan veto edemez, çok sevdiği komutanları da imtihan dışına tutamaz.
Kim imtihan eder?
İlmî şûra imtihan eder.
Kim imtihanı kazanırsa askerliği devam eder, imtihanı kazanamayanlar elenir.
فَلَنْ تَمْلِكَ لَهُ مِنْ اللَّهِ شَيْئًا
(FaLan TaMLiKa LaHu MiNa ElLAHi ŞayEan)
“Allah’a karşı bir şeye mâlik olmazsın.”
Yani yargının böyle bir imtihan kararı kesindir. Sonunda imtihanda elde edilen sonuçlar da kesindir. Başkan müdahale edemez, sonuçları değiştiremez.
Birincisindeki “Allah”tan kasıt yargıdır. Burada imtihan kurulun ortaya koyduğu sınavdır. Bunlara karşı hakemlere gidilebilir ama başkan müdahale edemez.
أُوْلَئِكَ الَّذِينَ لَمْ يُرِدْ اللَّهُ أَنْ يُطَهِّرَ قُلُوبَهُمْ
(EüLAİKa elLAÜIyNa LaM YuRiDi elLAHu EaN YuOahHiRa QuLUvBaHuM)
“Onlar Allah'ın kalplerini tathir etmeyi irade etmediği kimselerdir.”
Buradaki “Allah” ise âlemlerin rabbi olan Allah’tır. Böylece yapılacak yenileme imtihanı sayesinde onların eleneceğini bildirmektedir. Bunlar baştan semmâ’ûn olanlar değildir, yani yalana kulak verenler değildir. Bunlar bu imtihanı kazanamayanlardır. Böylece baştan tereddüt içinde kaldığımız husus burada aydınlanmıştır. Fitne sonunda topluluğu temizleyecektir.
Şimdi Türkiye’nin başından geçenleri sıralayalım:
- Viyana bozgunu. Güçlü olduğumuz günlerde Kırım Hanlığı’nın ihaneti sonunda yenilmedir.
- Meşrutiyet döneminde yöneticiler devleti peşkeş çektiler.
- İstiklâl Savaşı’ndan sonra inkılaplar yapıldı.
- 1960 yılında askeri müdahale yapıldı.
- 28 Şubatları herkes çok iyi biliyor.
Bütün bunlar fitne olmuş ve sonunda bugünkü hâle gelmiş bulunuyoruz.
İşte, bunlar hayırlı olmuştur, millet için hayırlı olmuştur.
Yeni anayasa çalışmalarında topluluğu yenileyen müesseseler konmalıdır.
Yenilenme Maddesi:
Madde ?) Devlet kurumu veya kuruluşlardan herhangi birisi dejenere olur da artık fonksiyonunu icra edemez hâle gelirse; ilmî, dinî, meslekî ve siyasî şura üyelerinden biri yargıya giderek kurumun yenilenmesini isteyebilir. Yargı olur kararı verirse kurum yargıya gidip bu kararın iptal edilmesini isteyebilir. O da onaylarsa üçüncü defa yargıya gider, iptal istenebilir. Dört defa üst üste yargı kararı onaylanırsa artık o kurum yenilenir.
Bunun için meclisteki ilgili şura özel imtihan yüksek kurulunu oluşturur. Her yüzde beş oy için bir üye seçilir. Üyeler oylarını diğer üyelere kullandırabilirler.
Bunların hazırladığı test imtihanlarına cevap verenler geçer. Geçemeyenler tasfiye edilmiş olurlar. Kurum yeniden geçenlerden oluşturulur. İmtihan kurulu oluşturur.
İşte “Adil Düzen Anayasası”nda buna benzer maddeler yer alır. Bizim anayasa taslak çalışmamızda bu madde yoktur, siz yerini bulup bu maddeyi de koyacaksınız.
لَهُمْ فِي الدُّنْيَا خِزْيٌ
(LaHuM Fıy elDuNYAv PiZYun)
“Dünyada onlar için hızy vardır.”
Dünyada onlar için hızy vardır. Artık onlar o kuruluşta görev yapamazlar. Mesleklerinden olmuşlardır, mesleklerini kaybetmişlerdir.
وَلَهُمْ فِي الْآخِرَةِ عَذَابٌ عَظِيمٌ (41)
(VaLaHum Fiy eLEAvPiRaTi GaÜABun GaJIMun)
“Âhirette de onlar içim azim azap vardır.”
Âhirette de bu kötü davranmalarından dolayı azab-ı azim vardır.
Bu bize şunu bildiriyor ki bozuk müessesede iyi niyetle çalışanlar bu imtihanı kazanacaklardır, Allah onlara kazandıracaktır. Kurumlarını yenilemiş olacaklardır.
Burada yenileme yapılırken kimseye eski çalıştığı yerde görev verilmeyecektir. Herkes yeni yerlere yerleştirilecektir. Mesela doktor aynı işte doktorluk yapamayacak, yeni ilçeye gidecek ve oradaki insanlara doktorluk yapacaktır.