***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 45
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
قُلْ يَاأَهْلَ الْكِتَابِ لَسْتُمْ عَلَى شَيْءٍ حَتَّى تُقِيمُوا التَّوْرَاةَ وَالْإِنجِيلَ وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُمْ مِنْ رَبِّكُمْ وَلَيَزِيدَنَّ كَثِيرًا مِنْهُمْ مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ طُغْيَانًا وَكُفْرًا فَلَا تَأْسَ عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ (68)
قُلْ
(QuL)
“Kavlet.”
“Kul” emri hazırdır. Muhatap ehli kitaptır. Aşağıda belirtilmiştir.
Muhatap kimdir?
Kur’an’ın muhataplarını hatırlayalım: a) Bütün insanlar, b) müminler, c) nebiler (âlimler), d) resuller (başkanlar), e) Resul Muhammed.
Bunlardan her birini ayrı ayrı muhatap yani memurun bih olarak alabiliriz. Ne var ki burada emredilen tebliğ görevidir. Mü’min olmayanlar muhatap değildir. Demek ki muhatap olanlar mü’minlerdir. Siga müfret geldiği için her mü’min görevlidir. Diğer insanlarla karşılaştığı zaman onlara gerçekleri anlatmalıdır. İlâhi kaynağa dayanmayan ve sistem olarak o uygulanmadıkça bir şey üzerinde olmayacaklardır. İşte şimdi biz bunu yapıyoruz. Herkese anlatmakla yükümlüyüz. İlâhi kitaplara dayanmayan hiçbir şey düzenden değildir.
“Söyle” emri özellikle ilim adamlarına aittir. Ben âlimsem, sen âlimsen, görevin gereği herkese şunu anlatmakla mükellefsin. Şeriata dayanmayan, dört delile dayanmayan hiçbir sistem çözüm değildir, sistem değildir. Bu söz, bilhassa bugünkü anayasa çalışmalarında söylenecek yegane sözdür. Siz bir şey üzerinde değilsiniz. Sizin öneriniz, sizin teklifleriniz bir işe yaramaz. İlim adamları gerekçelerle bunları anlatmalı ve yazmalıdırlar. Televizyonlarda anlatmalıdırlar. Peygamberi sevmekle, tesbih çekmekle bu işlerin hallolmayacağını bilmelidirler. Bin sene önceki içtihatlarla bu sorunun çözülmeyeceğini bilmelidirler.
Bucak başkanları kendi bucaklarındaki müslimlere, il başkanları kendi illerindeki müslimlere, devlet başkanları ve başbakanlar kendi ülkelerindeki ehli kitaba, nihayet insanlık genel sekreteri tüm insanlığa hitap ederek söylemelidir; siz bir şey üzerinde değilsiniz.
Ne var ki bugün İslâm düzeni, şeriat düzeni kurulmamıştır. Mü’min devlet başkanları olmadığı için bu tebliğ işini yapmak sadece biz mü’min âlimlere ve her mü’mine düşmektedir. Bununla beraber mü’minler şimdi kendilerine bir sözcü seçmelidirler. Bu sözcü İstanbul’da olmalıdır. İstanbul’da bir site kurmalıyız. Burası “Bin Dil Üniversitesi” olmalıdır. Oranın yönetimine mü’min âlimler gelmelidir. Onlar birini kendilerine imam seçmelidirler. İşte bu imam bin dili konuşan üniversite mensuplarına söylemelidir. Onlar da kendi ülkelerinde güçlerinin yettiği kimselere söylemelidirler.
Bakınız, buradaki “Kul” emri sizlere yani mü’minlere neleri emretmektedir.
“Bin Dil Üniversitesi” kurulmalıdır. Oraya mümin âlimler getirilmelidir. Bu âyetteki emirler tüm bin dil konuşan ocaklara söylenmelidir.
Bu âyet başlangıçta Hazreti Muhammed’e hitap etti; o zamandan beri de tüm insanlığa hitap etmektedir. Bu görev birinci uygarlıkta başarılmıştır. Osmanlıların “i’layı kelimetullah” dedikleri işte bu “kul” emrini yerine getirmekten ibarettir. İslâm düzeninde dinde yani düzende zorlama yoktur; iman zorlaması, takva zorlaması hiç yoktur. Sadece baskının olmaması vardır. Baskının kalkması için Osmanlılar Viyana’ya kadar gittiler. Görevlerini başardılar. Çünkü Avrupa’da bugün baskıya karşı mücadele vardır.
Bizim neler yapmamız gerekmektedir?
- Önce internet sitemizi güçlendirmeliyiz. Oraya yazı yazarak katılmalıyız. Orada makaleler ve kitaplar yayınlamalıyız. Bu seminerlerin okunmasını sağlamalıyız. Biz okumalı ve yazmalıyız.
- Ondan sonra haftalık basılı dergi çıkarmalıyız. Bu sitede yayınlananları reklam etmeliyiz. Haftada 1 lira vererek bu çalışma desteklenmelidir. Onun için “kul” emrine uymak demek, haftada bir TL ver, dergiyi al ve komşuna oku, okut demektir. Bir milyon dergi sattığımız zaman haftalık gelirimiz 500 000 TL olacaktır demektir.
- Sonra bir televizyon merkezini alınız ve dergide yazılanları dünyaya görsel olarak duyurun demektir. Bunu yapmamız da “kul” emrinin içindedir.
- Ondan sonra “Bin Dil Üniversitesi”ni kurunuz. Oraya dünyadan her dilden insanları toplayınız, onlara rektör olanlar söylesin.
Burada emredilen sadece söyleme olduğu için bunları yaptığımız zaman bu emri yerine getirmiş oluruz. Bunun için Allah bize her türlü imkanı vermiştir. İşe başlamalısınız. Önce internet neşriyatımızı canlandırmalıyız. Sonra adım adım diğerlerini yapmalıyız.
يَاأَهْلَ الْكِتَابِ
(YAv EaHLa eLKiTaBı)
“Ey kitap ehli.”
“Kitap” kanun demektir. Hukuki hükümleri içermeyen yazılara kitap denmez. Hat denir, esatir denir, mushaf denir, sifr denir. “Kitap” ise şer’î hükümleri içeren yazılardır, kanunlardır, kararnamelerdir, yönetmeliklerdir. Bunlara genel olarak “mevzuat” denir. Bunların bir kısmı ilâhidir, yani gökten inen kitaplardır. Bir kısmı ise insanların kendilerinin yaptığı sözleşmelerdir. Kur’an sözleşmelerin hükümlerini düzenlemiştir. Dolayısıyla Kur’an bütün kitapları içerir.
Arapçadaki “EL” harfi dört anlam taşımaktadır. Biri ahdi zihnidir. ‘O adama söyle, beni kızdırmasın’ dediğinizde o adam bellidir. Burada “o” yerine Arapçada “el” harf-i tarifi getirirsiniz. ‘Dün ben bir adam gördüm, o adam beni çok kızdırdı’ derseniz, muhatap o adamı görse tanımaz ama zikirden dolayı tanımıştır. Dün söyleyenin gördüğü adamdır. Buna da ahdi zikri denir. Biri de istiğrak için gelir. El Kitap deyince bütün kanunlar, mevzuat, yönetmelikler, tüzükler anlamına gelir. Dördüncü olarak da cins için gelir. Ehl-i Kitap kanunları olan topluluktur dediğimizde burada mevcut olan kitap ehli olanlar da zihnimizde oluşmuş tek Ehl-i Kitap tipidir.
Ehl-i Kitap burada ahdi zihnidir. Bizim bildiğimiz Hıristiyanlardır. Yahudiler bile dahil değildir. Bunu nerden biliyoruz? Bundan sonra Tevrat’ı ve İncil’i ikame etmedikçe denmektedir. Tevrat’ı ve İncil’i kendilerine şeriat kitabı kabul edenleri biliyoruz. Bunlar Hıristiyanlardır. Yahudiler Tevrat’ı kabul ediyorlar ama İncil’i kabul etmedikleri için onlar buradaki ehli kitap içine girmemektedir.
Hıristiyanların bugün Tevrat ve İncilleri bir arada bastırdıkları kitap vardır, Kitab-ı Mukaddes olarak basılmıştır. Türkçeye Osmanlılar zamanında tercüme edilmiş ve basılmıştır. Şimdi de basılmakta ve satılmaktadır. Bu Tevrat alenidir. Oysa Yahudilerin Tevrat’ı gizlidir. Sadece Yahudiler tarafından bilinmektedir. Piyasada satılmaz.
“Kitap” burada marifedir ve kastedilen işte bu Kitab-ı Mukaddes kitabıdır, yani Hıristiyanların bir arada bastırdıkları Tevrat ve İncil kitabıdır.
Tevrat ve İncil tahrif edilmişse de bugün resmen kabul edilen tek Tevrat vardır, resmen kabul edilen dört İncil vardır. Bugünkü Hıristiyanlar için o kitaplar söz konusudur. Evet, onlar o kitabın ehlidirler. Hıristiyan deyince o kitabı kendilerine kitap edinenlerdir.
Biz de o kitapların ilâhi kitaplar olduğunu kabul ederiz. Ancak biz o kitaplara göre amel etmeyiz. Bunun iki sebebi vardır. Biri, o kitapların aslı yoktur. Tahrif edilmişlerdir. Aslını bulsak bile nâzil oldukları dilleri bilemiyoruz. İkinci olarak, o kitaplar nâzil oldukları çağlara aittir. Bugünkü sorunları çözecek hükümler eksiktir. Bu sebeple Kur’an’sız o kitaplar yeterli değildir. Bununla beraber o kitaplar da hidayettir.
Hitap bizedir. “Yâ Ehle’l-Kitabi” denmeyip de “Kul Yâ Ehle’l-Kitabi” denmiş olması, kıyasla diğer bütün ehli kitapları içine almaktadır. Yani Hıristiyanlar örnek olarak muhatap alınmıştır. Biz Hıristiyanlara söylediğimiz gibi Budistlere de söyleyeceğiz. Ne var ki ayrı ayrı söyleyeceğiz. Biz merkez olacağız. Çünkü bugün kitaplara inanan ve son kitaba sahip olan biziz. Ehli kitaplara, Hıristiyanlara, Budistlere, Hindulara ve Yahudilere de tebliğ yapma görevi biz mü’minlere verilmiştir. Bunu yapabilmemiz için “Bin Dil Üniversitesi”ni kurmamız gerekmektedir. Bütün dünya dillerinden onların eserlerini tercüme etmeliyiz. Çünkü onlara kitaplarınızın üzerinde durun diyebilmemiz için onların kitaplarını bilmemiz gerekir. Onların dillerini bilmeden onlara nasıl bir şeyler söyleyeceğiz.
Burada Ehl-i Kitap olarak Hıristiyanlar alınmıştır. Kıyas yoluyla bütün Ehl-i Kitap muhataptır. “Kul” kelimesi bunun için irad edilmiştir. Yani sosyalistlere de diyeceğiz ki, kitaplarınıza yani kanunlarınıza göre amel edin. Kapitalistlere de diyeceğiz ki, kitaplarınıza göre amel edin.
3000 ile 10 000 arasında olan topluluklar birer kabiledir, birer bucaktır. Her bucağa bu bilgi ulaşacaktır. Her bucak kendi kanunlarıyla, kendi kurallarıyla yönetilecektir. Aklî olsun naklî olsun sözleşmeler yerine getirilecektir.
Bu sûrenin başında “akitleri ifa edin” denerek başlanmıştır.
Sonra da Mekke bucağı örnek alınarak avlanmalarla ilgili hükümler konmuştur.
Şimdi de oradaki halkı yani bucak halkını muhatap almaktadır.
لَسْتُمْ عَلَى شَيْءٍ
(LaSTuM GaLay ŞaYEin)
“Bir şey üzerinde değilsiniz.”
İnsan oğlu birlikte üretip ayrı ayrı tüketecek şekilde yaratılmıştır. Siz bir kilo domates üretirseniz onu dünyadaki bütün insanlığın ürettiği imkanlarla üretirsiniz. Sonra onu tüm dünyaya arz edersiniz, satarsınız. Sonra tüm dünyadan ona karşı istediğiniz malı alıp tüketirsiniz. Bu işin başarılabilmesi için yani ortak üretimin yapılabilmesi için sözümüzde durmamız gerekir, kurallara uymamız gerekir. Sözde durmazsanız, kurallara uymazsanız ortak üretim olmaz, bölüşme olmaz ve insanlar artık yaşayamaz.
Bu durum yalnız ekonomide böyle değildir. İnsanlar birer ikişer çalışır ve ilim üretirler. Sonra herkes kendisi içtihat ederek bu ortak üretimden yararlanır ve kendisi hükümler üretir, ona göre amel eder. Biz Hıristiyanlarla bir iş yaptığımız zaman onların şeriatının hükümleri ne ise ona göre yaparız. Yani herhangi biri bir Hıristiyan bucağına girerse onların şeriatına tâbi olur. Hangi mezhebin içtihatlarını kabul etmişse ona göre ilzam olunur. Bunun için herkesin kendi içtihatlarına göre amel etmesi gerekir.
Bu şekilde amel edilmezse ortak üretim ve hayat mümkün olmaz. Yani onlar hiçbir şeyin üzerinde olmazlar. Okyanus üzerinde gemisiz salsız kalırlar.
Herkes kendi içtihatlarına ve icmalarına uyarsa, o zaman sağlam bir gemiye binmiş olur ve okyanus içinde gark olmaktan kurtulur.
İnsan tek başına yaşayamaz. Mutlaka topluluk içinde olması gerekir. Topluluğu oluşturan da sözleşmelerdir, kanunlardır, mevzuattır. İşte buna ‘hukuk düzeni’ denmektedir.
Allah bütün insanlara bir şey emretmiştir; sözünde durmak. Sözlerinde durmayan topluluklara karşı savaş meşrudur. Savaşın ana sebebi sözde durmamaktır.
Bir şey üzerinde olmamak demek insan olmamak demektir.
Ne yazık ki çağımızda insanlar sözlerinde durmayı unutmuşlar, o anda ne yaparlarsa yapmaktadırlar. Oysa insan ile hayvan arasındaki fark sözünde durmaktır. Hattâ kendi kendine verdiğin sözde de durulacaktır. Karar verdikten sonra onu yerine getireceksin. Kararı değiştirebilirsin. Yeniden içtihat yapar, yeni karar alırsın ama içtihat etmeden içtihadına aykırı amel edemezsin.
Tevrat ve İncil’in inzâlinden bir defa, Tevrat ve İncil’in taliminden iki defa, Tevrat ve İncil’in ikamesinden de iki defa zikretmektedir. Bu beş zikrin üçü bu sûrede geçmektedir. İkame etmenin ikisi bu sûrede geçmektedir, bir de talim geçmektedir.
حَتَّى تُقِيمُوا
(XatTAy TuQIyMUv)
“İkame etmedikçe”
“İlâ” da “Hattâ” da son sınırı gösterir. “İla” ile “Ankara’ya git” derseniz, Ankara’nın içine gitmesi gerekmez. Ankara’nın sınırına varması yeterlidir. “Hattâ” ile söylerseniz, Ankara’nın içine gitmeniz, merkezine varmanız gerekir. Çünkü “Hattâ” gitmenin son cüzüdür.
Burada da Tevrat ve İncil ikame edilecektir. Tevrat ve İncil’i ikame etmek demek aynı zamanda Kur’an’ı da ikame etmektir. Her topluluk kendi içtihat ve icmalarını ikame etmektedir. Yaptığı sözleşmelerde durmalıdır. Ancak bu sayede hayat mümkün olur. Burada Tevrat ve İncil’in hükümlerine göre amel et denmektedir. Tevrat ve İncil’in ve inzâl olunanın ikame edilmesinden bahsetmektedir.
“İkame etmek” durdurmak, ayakta tutmak, onu müessese olarak yaşatmaktır. Bir arabayı sürebilmek için onun bütün sistemlerini harekete geçirmeniz gerekmektedir. Tek başına aküyü çalıştırmak, tek başına motoru çalıştırmak tekerlekleri çevirmez, arabayı hedefe götürmez. Bazen paramparça eder. Kanunlar ve mevzuat da böyledir. Bütününü birlikte birbirine uyumlu bir şekilde çalıştırmak gerekmektedir. İşte “ikame” kelimesi bunu anlatmaktadır. Parça parça hükümler değil, bütün hükümler birlikte uygulanmalıdır.
Fıkıhçıların ittifak ettikleri bir usul vardır. İçtihat yapmadan ne âyetle ne de hadisle amel edilemez. İçtihat yapmak gerekir.
İçtihat ne demektir?
Başka âyet ve hadislerle birlikte değerlendirmedir. İşte bu ikamedir. Yani Tevrat ve İncil’e göre amel etmek değil, Tevrat ve İncil’i ikame etmek gerekir. Yani onlara dayanarak içtihat ve icma yapmak gerekir. Varılan sonuçlara göre amel etmek gerekir.
التَّوْرَاةَ وَالْإِنجِيلَ
(elTaVRAyTa Va elEinCIyLa)
“Tevrat ve İncil’i ikame etmedikçe”
Burada Tevrat ve İncil birlikte ikame edilecektir. Yoksa “Tukîmû” kelimesi tekrar edilirdi. Tevrat ve İncil bir bütündür. Tevrat şeriat hükümleri içerir, İncil ise tarikat hükümleri içerir. Yani biri bir kumaşın dış yüzüdür, diğeri iç yüzüdür. Nasıl iki yüzü olmayan kumaş olmazsa, tarikatı ve şeriatı olmayan da düzen olmaz, din olmaz.
Batılılar hukuk ve ahlâkı birbirinden ayırmakta, düzeni yalnız hukuka göre kurmaktadırlar. Böyle bir düzen olmaz.
Hukukta bir kimse adam öldürse ama öldürdüğü sabit olmasa cezalandırılamaz. O halde yakalanmamak üzere adam öldürmek meşrudur demektir. Yakalanmayan suç işlememiş olur. Oysa yakalanmayana ceza verilmez ama yakalanmadan adam öldüren de suç işlemiş olur. Yani cezası ahlakidir. Diğer taraftan sonunda ceza verenlerin adil ceza vermedikleri zaman onları cezalandıracak bir merci bulmak mümkün değildir. Çünkü ceza verenleri de cezalandıracak bir yer bulmak gerekir. Sonunda bu vicdana, ahlâka yani Allah’a dayanır. Lâik hukuk olmaz. Bu sebepledir ki tek başına Tevrat, tek başına İncil değil, Tevrat ile İncil birlikte ikame edilecektir. Burada “ev/veya” değil de “ve” getirilmiştir. İkisinin birlikte olması gerekmektedir.
“Tevrat” töreler demektir.
“İncil” ise içtihatlar demektir, yani parçalar demektir.
Bir duvarı yapmak için önce taşlar yontulur ve duvara uygun hâle getirilir. İnsanlar içtihat yaparlar ve kendilerini topluluğa uydururlar. Sonra da bu içtihatlar birleştirilir ve ortak içtihatlar doğar ki bu da icma ile ifade edilmiştir. Böylece insanlar içtihatları ile hürriyetliklerini ve kişiliklerini korurlar, icmaları ile de topluluğu oluştururlar, topluluğun ferdi olurlar. Her topluluk ayrı ayrı icmalar yapar ve kendi topluluklarını oluştururlar. Sonra toplulukların icmaları daha büyük topluluk oluştururlar. Bucağın icmaları il içinde bucak içtihatları gibidir. İl icmaları da ülke içinde il içtihatları gibidir. Nihayet ülke içtihatları insanlık içinde ülke içtihatlarıdır.
İcmalar dahilde icmadır, hariçte ise içtihattır. Kişinin içtihadı kendisi için icmadır, topluluk içinde içtihattır. İnsanlık içinde ise yalnız icma vardır.
Tevrat ve İncil’i Hıristiyanlar ikame edeceklerdir. İnsanlık içinde bu Hıristiyanların içtihatları gibi olacaktır. Her topluluğun icmaları insanlık içinde içtihat mesabesinde olacak, insanlık icmaları ise herkesi bağlayan şeriat olacaktır.
وَمَا أُنزِلَ إِلَيْكُمْ
(Va MAv EuNZiLa EiLaYKuM)
“Ve size inzâl olunanı”
Tek başına Tevrat ve İncil’i ikame etmek emr olunmuyor.
“Ve onlarla beraber ne inzâl olunmuşsa.”
“Mâ” burada mâ-i umumidir. İnzâl olunanların hepsi birden kastedilmektedir. Ama kendilerine inzâl olunandan bahsedilmektedir.
Burada sana değil size inzâl olunandan bahsetmektedir. Bu da o toplulukların içtihat ve icmalarıdır. Tevrat’ı ve İncil’i okuyacaklar. Herkes kendisi içtihat yapacaktır. Bu içtihatlar farklı olacaktır. Ama o toplulukta içtihatlar mevcut olacaktır. Hiç olmazsa birinde o mânâ vardır. Dışarıdan bakan kişi bu toplulukta bu vardır der. O dışarıdaki kişi için hepsinde olması gerekmez, birisinde olması yeterlidir. Hattâ içerde de aramızda bir doktorun, bir mühendisin, bir hukukçunun olması yeterlidir. Çünkü ondan hepimiz yararlanırız.
İşte, buradaki “İleyküm” kelimesi onların bütün içtihatlarını da içerir.
Mantıkta buna toplama denir.
Diğer taraftan icmalar vardır. O da herkesin Tevrat ve İncil’i aynı şekilde anlamasıdır. Mesela dil böyledir. Bir topluluğun dilini bütün fertleri bilir.
Buna icma diyoruz.
“Size inzâl olunan” demek, Tevrat ve İncil’den ittifakla anladığınız mânâ demektir.
Mantıkta bu çarpımla ifade edilir.
Size inzâl olunan içtihatlar = İçtihat1+İçtihat2+İçtihat3+…
Size inzâl olunan icma = İçtihat1*İçtihat2*İçtihat3*…
Bir toplulukta kanunlar vardır. Kanunlar içtihatlarla uygulanır. İçtihat demek yorumlar demektir. Kanunları kim yorumlayacak? Uygulayanlar yorumlayacaklardır. Her uygulayan kendisi yorumlayacak ve uygulayacaktır. Niza hâlinde ise kanunları hakemler yorumlayacaklardır. Böylece yorumlar zamanla birleşecek ve aynı şekilde yorumlanacaktır. Buna “icma” denmektedir. Yani topluluk geliştikçe içtihatlar çoğalır, icmalar da çoğalır. Bir gün gelir o topluluğun tüm sorunları içtihatlarla çözülür. Artık duraklama devri başlar. İcmalar artmaya başlar; yani içtihatlar azalmaya başlar. Farklı görüşler ortadan kalkar. Bu da özgürlüğü ortadan kaldırır. Gelişmiş toplulukların yeni sorunlarına cevap vermez olur.
İşte o topluluk ihtiyarlamış olur.
Yeni topluluk ve yeni uygarlık oluşur. Yeni içtihatlar, yeni icmalar ortaya çıkar.
Yaşlanmış ağacın yıkılıp yeni fidanın ağaç olması buna benzer.
Bu ya aynı kökten yeni filiz şeklinde olur. Bu devletin yıkılıp yeni devletin kurulmasıdır. Selçuklulardan sonra Osmanlıların gelmesi böyledir.
Yahut yeni tohumdan yeni uygarlık doğar. Ayrı iki uygarlığın çiftleşmesinden oluşur. İslâm uygarlığı böyledir. Osmanlılardan Cumhuriyete geçme de böyle olmalıdır.
مِنْ رَبِّكُمْ
(MıN RabBiKuM)
“Rabbinizden”
Buradaki “Min Rabbiküm” car ve mecruru inzâlın mef’ulün fihidir. Sizi uygarlaştıran, geliştiren, yetiştiren kimseden gelen içtihat ve icmalar.
Görülüyor ki içtihat ve icmalar da Allah’tan gelmiştir. Hata etsek bile O hata etmemize müsade etmiş olduğundan bizi sorumlu tutmayacak, bizi içtihat ve icmalarımıza uymadığımız için sorumlu tutacaktır. İnsan vücudunda genler vardır. O genler atadan miras yoluyla intikal etmiştir. O genler hücreden hücreye değişmez, zamanla değişmez. Ama genler şartlara ve göreve görev başka başka işler yapar. Kimi göz olur, kimi kulak olur. Gen uyur veya aktif olur.
İşte…
Tevrat ve İncil böyle değişmeyen genlerden ibarettir. İçtihat ve icmalar yere ve zamana göre değişir. İnsan evrimleşen ve uygarlaşan bir varlıktır. Bu evrim içtihat ve icmalarla oluşmaktadır. İçtihat ve icmalar olmazsa değişme olmaz, evrim olmaz. Bundan dolayı içtihat ve icmalar “Min Rabbiküm” ile vasıflandırılmıştır. Yaşlanan topluluklar ortadan kalkar, yerine daha gelişmiş ve daha ileri topluluklar ortaya çıkar, bu içtihat ve icmalarla. Osmanlı İmparatorluğu yıkılmış, yerine Cumhuriyet kurulmuştur.
Cumhuriyet Batı modeli içinde kurulmuştur.
Oysa Batı modeli iki bakımdan bize uygun değildir.
1) Birincisi, Batı modeli bize yabancıdır. Hakka değil kuvvete dayalı bir uygarlıktır. Oysa bizim uygarlığımız hakka dayalıdır.
2) Batı modeli düzen olarak artık yaşlanmaya başlamıştır. O düzen yenilikler yapamaz. O düzen yeni uygarlık doğuramaz.
Yeni uygarlığı ancak iki uygarlığı sentez eden bir kavim doğurabilir. Bunu da bugün yapacak olan Türkiye Cumhuriyeti’dir. Türkiye bunu yapmazsa Cumhuriyet yıkılır, yeni cumhuriyet gelir, onlar yapar.
Burada Hıristiyanların örnek ehl-i kitap kabul edilmesi, yeryüzünde ilk beşeri hukukun Roma hukuku olmasındandır. Roma hukuku lâikleştirilmiş Tevrat hukukudur.
وَلَيَزِيدَنَّ
(Va LaYaZiDanNa)
“Ziyade edecek.”
“Kul/Söyle” emrinden sonra, onların tavırlarını izah etmektedir. Sonunda gelen “Nun” harfi fiili gelecek sigasına çevirir. Ziyade edecektir. Sen onlara Tevrat, İncil ve size inzâl olunanı ikame edin diyorsunuz. Onların bir kısmının küfür ve tuğyanını artıracaktır.
Kur’an’ın bir özelliği vardır. Kur’an bir insanı mü’min yapmaz, kâfir de yapmaz. Kur’an mü’minin imanını artırır, kâfirin de küfrünü artırır. Kur’an insanı kâfir veya mü’min yapsaydı o zaman Kur’an’ın kendilerine ulaştığı kimselere Allah ayrıcalık yapmış olurdu. İnsan, mü’min veya kâfir olarak kendisi kendi kararı ile mü’min veya kâfir olmuş olur. Kur’an insanların küfrünü ve imanını artırır. Kur’an’ı okumağa başladığınız zaman ben doğruyu arıyorum, Kur’an hakikatse bana doğru görünsün ve ona tâbi olayım, Kur’an bâtılsa bana gerçekler görünsün, ben ondan uzak olayım derse; bunu diyen mü’mindir. Hakka inanmak budur. Kur’an’ı okudukça onun imanını artıracaktır. Tevrat ve İncil’i ve kendilerine inzâl olunanı bu amaçla okursa, onun da imanını artıracaktır. Böyle değil; insanları nasıl sömürürüz, insanlar arasına fitne fesadı nasıl koyarız diye onu o amaçla ikame edenlerin de küfrünü ve tuğyanını artıracaktır.
Bugün bazı Yahudilerle bazı Hıristiyanlar bir olmuş, Yahudiler İsa Mesih değildir, yeni Mesih gelecektir diyorlar; Hıristiyanlar da İsa Mesih’tir ama bir daha gelecektir diyorlar. Oysa Hazreti İsa ben geleceğim demiyor, beni gönderen başkasını gönderecek diyor.
Hazreti Muhammed’i gönderecektir. Artık ne Mehdi ne de Hazreti İsa gelecektir. Kitap getiren ulu’l-azm resuller bitmiştir. Bundan sonra âlimler nebilerin görevini görecek, başkanlar resullerin görevini görecektir.
Ne acayiptir ki, bu Hıristiyan ve Yahudi inançlarına Müslimler de katılmaktadırlar.
İşte şimdi Hıristiyanlar ve Yahudiler birleşmişler, biz İsrail’de ne kadar çok kurban verirsek, fitne fesadı ne kadar büyütürsek, İsa Mesih çabuk gelir deyip insanlığı kana boğuyorlar. İşte Tevrat ve İncil’i ikameye bu niyetle kalkışınca Allah da onların küfrünü ve tuğyanını artıracaktır.
كَثِيرًا مِنْهُمْ
(KaÇIyRan MiNHuM)
“Onlardan çok kimselerin”
Burada “Eksera Minhüm” denmeyip “Kesiran Minhüm” denmesi, onlardan daha çoğunun anlamında değildir, onların içinde çok kimse vardır demektir. Bunlar on kişiden fazla kimselerdir ama sayıları iyi insanlardan çok değildir. Bugün gerek Katolik kilisesi, gerek Ortodoks kilisesi İslâm’a ve Kur’an’a karşı değildirler. Bunlar küfür ve zulümle mücadelede bizimle beraberdirler.
1980’lerde Süleyman Akdemir ile birlikte Almanya’ya gittik. Hıristiyan bir din adamı ile sohbet ederken “Faizsiz Adil Ekonomik Düzen”den bahsettik. Kendilerinin Papa’ya bağlı olmayan Güney Amerika Katoliklerinin merkezi olan Bonn’daki kiliseye mensup olduğunu söyledi ve şunları anlattı, Katolik oldukları için de Roma ile yakın ilişkileri olduğunu söyledi.
“Rahipler meclisimiz geçenlerde önemli bir karar aldı. Güney Amerika’daki krizlerin sebebinin faiz olduğuna hükmetti. Faizsiz bir ekonomi düzeni kurmak için çalışmaya başladı. Aldığı kararlar içinde bu hususta Müslümanlardan yararlanmayı da derc etti. Ben sizi bizim ekonomistimizle görüştüreyim.”
Biz bir gün ekonomistin kendi evinde Adil Düzen ekonomisini anlattık.
Papa, Türkler İbrahim dinindendirler, onları AB’ye alalım diye fetva verdi. Yani Kur’an’ı tasdik etti, mü’min oldu demektir.
İzmir’de bir Yahudi âlimi bize; biz İsa’yı ve Muhammed’i inkâr etmiyoruz, sadece Zekeriyya’dan sonra İsrail oğullarına yeni peygamber gelmeyecek diyoruz, başka uluslara elbette gelecektir demiştir. Böyle mü’min Yahudiler de vardır.
İşte, “çoğu” deyince, “hepsi” anlamında olmadığı gibi “ekserisi” anlamında da değildir; onlardan pek çok kimse demektir.
Bunlarla ilişki kurduğumuzda bunların hangilerinin kâfir hangilerinin mü’min olduğunu nasıl anlayacağız, miyarımız ne olmalıdır?
Hıristiyan, Budist, Müslim ve Yahudi’sini ayırt etmeden bizim miyarımız hakemlerdir. Hakemlik müessesesini kabul eden herkes müslimdir ve barış içinde hak yolunda cihada devam ederiz. Hakemliği kabul etmeyen işte bu “kesiran” içine girer. Filistin’i ve İsrail’i değil, hakemleri tutanı tutacağız. Onun yanında olacağız.
مَا أُنزِلَ إِلَيْكَ مِنْ رَبِّكَ
(MAv EuNZiLa EiLaYKa MiN RabBiKa)
“Rabbinden sana inzâl olunan.”
“Kur’an ve sana inzâl olunan” denmeyip sadece “Rabbinden sana inzâl olunan” denmektedir. Önce “Mâ” umum Mâ-sı olduğu için Kur’an da dahil olmuş olur. Diğer taraftan hükümler iki çeşittir. Bir, usul olarak adlandırılan esas hükümlerdir, kurallardır. Kur’an esas hükümleri ortaya koyar, füru dediklerimizin kıyasla sabit olacak hükümlerin nasıl istihraç edileceğini öğretir ama teker teker saymaz.
Örnek olarak Kur’an domuz etinin haram olduğunu söyler ama ondan sonra diğer hayvanları saymaz. Biz ona kıyasla maymun etinin haram olduğunu biliriz, meyvecil hayvanların eti haramdır deriz. Etçil hayvanların eti evleviyetle haramdır.
Oysa Tevrat böyle yapmaz, o zaman, onların zamanında yaşayan hayvanlardan eti yenenleri sayar, yenmeyenleri de haram olarak sayar. Hadisler de bunu yapar. Kur’an ise ikinci bir hayvan daha zikretmez.
Demek ki Kur’an’da usul vardır ama füru yoktur.
Bunun anlamı şudur. Kur’an’ın hükümleri doğrudan uygulanmıyor, içtihat ve icmalarla uygulanıyor. Sünnet de içtihat ve icmaların içindedir. Oysa diğer kitaplarda füru da vardır. İşte bundan dolayı, “Kur’an ve sana inzâl olunan” denmemiş, sadece “Rabbinden sana inzâl olunan” denmiştir.
Onlara biz söylerken, “Tevrat ve İncil’i ve size inzâl olunanları ikame etmedikçe” denmiş, “Rabbinizden” denmiş, burada da “Rabbinden” kelimesi zikredilmiştir. Onların Rabbi ayrı, bizim Rabbimiz ayrı imiş gibi izhar edilmiştir. Burada açıkça şu ifade edilmiştir.
İnsanların farklı içtihat ve icmaları olacaktır. Her topluluğun kendi şeriatı olacaktır. Her aşiret kendi içtihat ve icmaları ile, her kabile kendi içtihat ve icmaları ile, her şa’b ve her kavm kendi içtihat ve icmaları ile, merkez kabile kendi içtihat ve icmaları ile yaşayacaktır, amel edecektir. Allah her topluluğun ayrı ayrı rabbidir, bütün insanların bir rabbi değildir. Kendisi birdir ama rab olarak ayrı ayrıdır.
“O gökte bir ilâhtır, yerde ayrı bir ilâhtır.” (43/84) ifadesi bunu açıkça ifade eder.
وَهُوَ الَّذِي فِي السَّمَاءِ إِلَهٌ وَفِي الْأَرْضِ إِلَهٌ وَهُوَ الْحَكِيمُ الْعَلِيمُ
“Hüve” mübteda olarak müfret olduğu için iki ilâh değil tek ilâhtır ama ilâhlığı ikidir.
“Rab” kelimesinin burada iade edilmesi ve birinin çoğul diğerinin de tekil olarak zikredilmesi her topluluğun kendi şeriatı ve kendi kanunları olacaktır demektir. Büyük Millet Meclisi’nde yapılan kanunlar illerde geçerli değildir, ilde yapılan kanunlar bucaklarda geçerli değildir demektir. İnsanlığın kanunları illerin iç işlerini bağlamaz demektir.
Yukarıda emir müfret olarak verilmiştir. “Kulû” denmemiş, “Kul” denmiştir.
Burada da “Rabbike” kelimesi söylenerek müfret hitap edilmiştir. Muhatabın “Kul”daki muhatap olduğuna işaret etmiştir. Burada başka bir incelik daha vardır. Mü’minlere nâzil olan yalnız mü’minlere değildir, tüm insanlığadır. Yani Kur’an tüm insanlığa nâzil olduğu gibi Hazreti Muhammed tüm insanlığa rahmettir. Onun halifesi olan Mekke imamı da tüm insanlığın imamı olacaktır. Burada “Rabbiküm” denseydi onlar dışarıda kalırdı. Diğer taraftan Mekke imamı emir değildir, yani silahlı gücü yoktur.
Bunun anlamı şudur ki, Birleşmiş Milletler’in silahlı güçleri yoktur. Tek imamları olduğu için insanlık tek ümmettir. Ama kıyam yani mukavemet silahlı güç olan kavimlere aittir. İnsanlıkta tek silahlı güç olsaydı, o zaman kıtal olmazdı, sadece harb olurdu. Harb terör olayıdır. Cephe savaşı değildir. Kim suçlu ise sadece onlar katledilirler. Oysa kıtalde karşı cephede kim varsa onlar da katlolunur.
O halde Mekke emirinin emrinde silahlı güç yoktur. Hattâ Mekke’nin güvenliği de dışarıdaki mü’minler tarafından sağlanır. Mekke emiri sadece hakemdir. Uluslararası ihtilaflarda geçici hakemlik yapar. Mağdur olanlar hakemlere gidebilirler. Hakemlere uymayanlara karşı savaş ise uluslararası gönüllülerden oluşacak güçler tarafından yapılır, o devlet yıkılır ve yağma edilir.
Yukarıda içtihat ve icmaları beraber saydık.
Burada “Ke” olduğuna göre icma dahil midir?
Evet, icma dahildir. Çünkü icma olduğuna karar verecek olan başkandır.
Ramazan Bayramı’nda icmalar ilan edilir. Kurban Bayramı’na kadar itiraz eden olmazsa icmalar kesinleşir. İtiraz eden olursa icma akdedilmez.
O halde icmalar da resule inzâl olunmaktadır. Yani ilân etme yetkisi resulün görevidir.
İşte bu âyet bizim bu içtihadımıza delil olmaktadır.
Rahmetenlilâlemîn olma bu demektir.
طُغْيَانًا وَكُفْرًا
(OuĞYAvNan Va KuFRan)
“Tuğyan ve küfür”
Kur’an’da mukayeselerin yapılabilmesi için kelimeler karşılaştırılarak zikredilmelidir. Burada “tuğyanı ve küfrü” birlikte zikretmiştir, hem de “ev/veya” ile değil de “ve” ile zikredilmiştir. Yani bunların çarpımı sözkonusudur.
Sağdaki daire tuğyan, soldaki daire küfürdür. İkisi bir arada tuğyan veya küfürdür. İçteki ortak parça tuğyan ve küfürdür. Burada “ev/veya” ile değil de “ve” ile getirildiği için ikisinin bir arada olmasını ifade eder. O halde mânâ verirken küfür ve tuğyan beraber olmalıdır. Küfürsüz tuğyanı artırmaz, tuğyansız da küfrü artırmaz. Küfürle beraber tuğyanı birlikte artırır.
Burada tuğyan önce küfran sonra zikredilmiştir. Çünkü onların küfrü tuğyan sebebiyledir. Yani onlar tuğyan etsin, anarşi çıkarsın, karışıklık olsun diye küfrediyorlar. Onların hedefleri tuğyandır.
Bunu niye yapıyorlar, yani Hıristiyanlar neden tuğyan ve küfürde bulunuyorlar?
Bunu yapıyorlar çünkü onlar muttaki değildirler. Onların bu durumları Hıristiyan olmalarından değil, tam tersine onlar zaten tağidirler, kâfirdirler. Hıristiyanlığı âlet olarak kullanıyorlar. Bizim Hıristiyanlara düşman olmamız gerekir, onlara buğuz etmemiz gerekir. Çünkü onlar bizim peygamberimizi kabul etmiyorlar. Oysa biz onların peygamberlerini de kendimize peygamber olarak kabul ediyoruz, bizi sevmeleri gerekir.
Oysa Kur’an diyor ki; siz onları seversiniz, onlar sizi sevmezler.
Onların sevmemeleri dini duygulardan değil, tuğyan ve küfürlerindendir.
“Küfür” nankörlüktür. Ne bedenen ne de mâlen savunmalara katılmamaktır. Oysa biz onları güven içinde yaşatıyoruz. İslâm diyarına geldiklerinde onlara kimse saldırmıyor ama kâfirlerin küfürleri kendilerine kalıyor. Bu yetmiyormuş gibi onlar bize saldırıyorlar.
Allah yeryüzünü böyle yaratmıştır. Kıyamete kadar iman ve şirk devamlı cidal içinde olacaktır. Nasıl hastalık ve sağlık varsa öyle de sosyal mikroplar da yok olmayacaklardır.
Bunun hikmeti şudur. İnsan evrimleşen bir varlıktır. Doğar, yaşar, yaşlanır ve ölür. Yerine daha genci ve daha ileri olanı gelir. İşte yenilere eskilerin yer açması gerekir. Bu yeri canlılara açan mikroplardır, virüslerdir. İnsanlarda da bunu yapan kâfir olan azgınlardır.
Denebilir ki; madem ki bu onların görevleridir, cezalandırmaları nelerdir?
Allah iki takım kurmuş, biri yapıcılar takımıdır, diğeri de yıkıcılar takımıdır. Allah yapıcılara katılanları mükafatlandırmış, yıkıcılara katılanları da cezalandırmış ama asla zulmetmemek üzere. Hepsi yapıcı olsaydı ne olurdu? Allah bunun için bir şey söylemiyor. Ya hepsi yıkıcı olsaydı ne olurdu? Yenilerini getirirdi ve onlar yapıcı olurdu diyor. Yani melekler olurdu. Yıkıcılar olmasaydı o zaman da şeytanları getirirdi, onlar o işi yaparlardı. Onlar için cehennem azabı olmazdı. Çünkü onlar ateşten var edilmişlerdir.
فَلَا تَأْسَ
(Fa LAv TaESa)
“Meyus olma.”
Sana inzâl olunan onların küfür ve tuğyanlarını ziyade ediyor.
“Sen meyus olma” yani ümidini kesme demektir.
“Ye’s” kadının hayızdan kesilmesidir. Artık çocuk olmayacak anlamındadır.
O duruma düşme, yani ben içtihat yaptım, biz icma yaptık, onların lehine hükümler ortaya çıkardık. Bunlar hiç kulak vermiyorlar. Sen meyus olma. Çünkü onların hepsi bir değildir. Bir gün senin içtihatlarına ve sizin icmalarınıza geleceklerdir.
Örnek olarak AK Parti’ye teklifte bulunduk.
- Asker-sivil ilişkisi ancak ordu komutanlarının doğrudan cumhurbaşkanına bağlanması ve askerlerin sivillerin, sivillerin de askerlerin işlerine karışmaması ilkesiyle;
- Terör ancak iç güvenliğin il yönetimlerine bırakılması ile;
- Yargı bağımsızlığını hakemler usulü ile;
- Basının millileşmesini Basın Kooperatifleri ile;
- Dokunulmazlığı Yüksek Hakemler Kurulu ile;
- Dış borçları kredileşme yoluyla;
- İşsizliği “Çalışana/Emeğe Kredi” ile;
- Köylerin boşalmasını “Tarım Semtleri” ile;
- İmardaki yolsuzlukları devletin arsa ve projesi ile ve inşaat iştiraki ile;
- Enflasyon maldan kâr ile çözülebilir diyoruz.
Kulak vermiyorlarsa bundan meyus olup ümitsiz olmamalıyız.
Bir gün bu sorun çözülecektir.
Bugün birçok kimseler “Adil Düzen”den meyus olmuşlardır. AK Parti’nin gelmesi ve başarılı olması ile “Adil Düzen”in gereksiz olduğu ortaya çıkmaktadır görüşünde olanlar vardır. On sene önce “Adil Düzen”in öldüğünü zanneden kardeşlerimiz vardır.
Bu kardeşlerimize sadece şu soruyu sorun: Sizce rüşvet haram değil midir, vergi kaçırmak ve yalan beyanda bulunmak haram değil midir?
Bunları yapmadan bugün yaşanır mı?
O halde bunlarsız bir düzene ihtiyaç yok mudur?
“Adil Düzen” on sene evvel öldü ise; demek ki Allah dünyayı zulümle idare edecektir!!!
Evet, Kur’an diyor ki; ne kadar “Adil Düzen” öldü diyorlarsa da sen meyus olma, ümidini kesme, “Adil Düzen” dipdiridir.
عَلَى الْقَوْمِ الْكَافِرِينَ (68)
(GaLay eLQaVMi eLKAvFiRiYNa)
“Kâfir kavim üzerinde meyus olma.”
Kâfir olarak vasıflandırılanlara marife kavim tanımı/kelimesi getirilmiştir. Bu istiğrak için olabilir. Bütün kâfir olan kavimler üzerinde sen meyus olma.
Bununla beraber burada Hıristiyanlardan bahsetmektedir.
Hıristiyanlardan, ayrıca böyle olanlardan dolayı sen meyus olma.
Bu âyetler Yahudileri değil, sadece Hıristiyanları muhatap almamızı söylemiştir.
Yapacağımız işler nelerdir?
- “Bin Dil Üniversitesi”ni kurmalıyız... On daireden oluşan her katta ayrı bir dil konuşan onar aile yerleştirmeliyiz... Bunlar sorularını soracaklar... Kur’an’dan istidlâl edilerek sorunlar çözülecektir.
- Bütün mevzuat fıkhın hükümlerine göre yazılacaktır, mevcut maddeler fıkha göre yazılacaktır.
- Anayasa;
- Borçlar Kanunu;
- Medeni Kanun;
- Ticaret Kanunu;
- Kooperatifler Kanunu;
- İş Kanunu;
- Sosyal Güvenlik Kanunu;
- Hukuk Usulü Muhakeme Kanunu;
- Ceza Usulü Muhakeme Kanunu;
- İdare-i Muhakemeler Kanunu.
- Bu kanunlar tüm dünya dillerine çevrilecek. “Adil Düzen” insanlığa tebliğ edilecek.
- Üniversitemizden mezun olan kimseler işletmeleri işletecek şekilde yetiştirilecektir. Onlar aynı zamanda on sene içinde kendilerine gerekli olan sermayeyi de burada biriktirmiş olacaklar, gidecekleri memleketlerinde “Adil Düzen İşletmesi”ni kuracaklardır.
İşte böylece tüm insanlığa tebliğ yapmış olacağız. Yani bu âyetin başında söylenen “Kul/söyle” emri yerine getirilecektir.
Bunun için ne yapmalıyız?
Önce biz çalışmaya başlamalıyız…
Ondan sonra da bununla ilgili kooperatif kurmalıyız... Bu kooperatif vakıfları kurmalıdır... Kooperatif gelirlerini bu vakıflara verecektir…
Türkiye’de pek çok vakıf vardır.
Bu vakıflar bu faaliyete yönlendirilmelidir.
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 46
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالصَّابِئُونَ وَالنَّصَارَى مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (69)
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالصَّابِئُونَ وَالنَّصَارَى مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (69)
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالنَّصَارَى وَالصَّابِئِينَ مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ وَالْيَوْمِ الْآخِرِ وَعَمِلَ صَالِحًا فَلَهُمْ أَجْرُهُمْ عِنْدَ رَبِّهِمْ وَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (62)
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُوا وَالَّذِينَ هَادُوا وَالصَّابِئِينَ وَالنَّصَارَى وَالْمَجُوسَ وَالَّذِينَ أَشْرَكُوا إِنَّ اللَّهَ يَفْصِلُ بَيْنَهُمْ يَوْمَ الْقِيَامَةِ إِنَّ اللَّهَ عَلَى كُلِّ شَيْءٍ شَهِيدٌ (17)
Maide Sûresi’nin 69. âyetinde ve Bakara Sûresi’nin 62. âyetinde benzer ifadeler getirilmiştir; ayrıca Hac Sûresi’nin 17. âyetinde de Mecusiler ve müşrikler ile birlikte bunları zikretmektedir.
Önce dört büyük dinden bahsedilmektedir; Kur’an ehli, Tevrat ehli, İncil ehli ve Sabiler. Her üç âyet de bunlardan bahsetmektedir. Kendilerine kitap verilmeyen Mecusiler ve müşriklerden üçüncü sûrede bahsedilmektedir. Böylece insanları altı grupta toplamaktadır.
Burada dikkat edeceğimiz husus, kâfirlerden bahsetmemektedir, münafıklardan bahsetmemektedir. Onların dinleri yoktur. Değişik dinlerde olanlar kâfir olmaktadırlar. Küfürleri bir düzen içinde değildir.
Buradaki âyete mânâ verirken yukarıdaki âyetleri karşılaştıracağız.
إِنَّ
“İnne”
“İnne” isim cümlelerinin başına gelir. İsim cümlesi Türkçedeki “dir” ile yapılan cümledir. “Ahmet kiloludur” dediğimiz cümle isim cümlesi olur. Çünkü orada zaman sözkonusu değildir. Tekrar da sözkonusu değildir. “Ahmet yürür”de de zaman geniştir ama yürüme fiili zaman içinde olmaktadır. Tekerrür etmektedir. Oysa “dir” ile yaptığımızda sürekli olarak onun öyle olduğu ifade ediliyor. İsim cümlelerinin başına “İnne, Enne, Keenne, Leyte, Lealle, Lakinne” harfleri de gelir. Karşı tarafın hiçbir fikri yoksa, o zaman başına hiçbir şey getirilmez. Yanlışı varsa “İnne” ile söylenir; bildiğin yanlıştır, öyle değil böyledir denmiş olur. Ayrıca isim cümlesi bir kelime yerinde kullanılıyorsa o zaman yine “İnne” gelir ama A (elif) üstünlü olur, “Enne” gelir. Doğrulama mânâsını da ekseriya korur. Bazen sadece cümleyi kelimeleştirmek için gelmiş olur. Hac Suresi’nde üç defa “İnne” gelmiştir. Mübteda üzerine “İnne” gelmiştir. Haber üzerine de “İnne” gelmiştir. “İnnellahe Yafsılu” denmektedir. Burada isim cümlesini haber yapmıştır. “Enne” gelmesi gerekirken haber olan isim cümleleri üzerine “Enne” gelmemiştir. Çünkü “Enne” gelmeden de isim cümlesi haber olur. “Ellahu kadirun alâ külli şey’” cümlesi fasihtir. Hûd Suresi’nde üçüncü olarak bir “İnne” daha gelmiştir. “Allah her şeye kadirdir” denmektedir.
Hac Sûresi’nde insanların değişik şekilde ibadet ettiklerinden bahseden âyetler arasında zikretmektedir. İnsanların hak veya bâtıl değişik dinlerden olduklarını, bunların âhirette tafsil edileceklerini yani birbirlerinden ayrılacaklarını ifade etmiş olmaktadır.
Canlılardan birbirlerine uyumlu olanlar bir araya gelirler ve dayanışma içinde yaşarlar. Birbirlerine uyumlu olmayanlar bir araya gelemezler. Arılardan uyumlu olanlar kovanda birlikte yaşarlar. Başka kovandan arı gelirse yabancı arıyı nöbetçiler derhal kovarlar. Her kovanda bir anaç arı vardır, bu anaç arı özel koku neşreder. Bir kovanda olan arılar da o koku ile kokulanırlar. Böylece dışarıda da birbirlerini tanırlar, kovan girişinde de tanırlar.
İşte, dinler yani düzenler insanları başka başka yapar, birbirinden ayırır. Kıyamette de herkes kendi dininde olanlarla beraber olacaktır. Cennette de cehennemde de. Hac Sûresi’ndeki âyet bunu ifade eder.
Sonunda “Allah her şeye şehiddir” tabiri ile Allah’ın her topluluğun yaptıklarından haberdar olduğunu ifade eder.
İçtihat yaparken Allah’ın kâinatta yaptıklarını örnek alarak öylece hükmederiz. Mesela, Allah bedenimizi nasıl düzene soktu ise biz de topluluğumuzu kıyas ederek o şekilde düzenleriz. Allah âhirette nasıl yapacaksa, biz de dünyada benzerini yaparız. Madem ki âhirette her din mensubu ayrı yerde olacaktır, biz de dünyada isteyenlerin ayrı topluluk yapmasına izin vereceğiz demektir. Halk ocaklar arası, bucaklar arası, iller arası ve ülkeler arası serbestçe gidebilecek, herkes kendisine uygun yerde yaşayacaktır. Biz buna “hicret demokrasisi” diyoruz.
“Allah fasleder” ifadesi ile siz zorlamayın, onların dünyadaki hürriyetlerine dokunmayın demektir.
Hac Sûresi’ndeki âyette Mecusilerden ve müşriklerden bahsettiği halde, Bakara’da ve Maide’de bunlardan bahsetmemekte, sadece dört hak dinden bahsetmektedir. Bakara ve Hac’da Sabiler önce, Nasaralar sonra zikredilmektedir. Maide’de ise önce Nasara sonra Sabiler zikredilmektedir. Bu bakımdan Hac’daki ifade Bakara’dakine daha yakındır. Buna karşılık Bakara’da “Sabiûn” “vav”la getirildiği halde, burada ve Maide’de Sabiîn “ya” harfi ile getirilmiştir. Bu yönü ile Hac’daki ifade Maide’ye daha yakındır.
Görülüyor ki, Kur’an’da, küçük farklarla benzer âyetler vardır ama bunlar birçok yeni mânâlar içerir.
الَّذِينَ آمَنُوا
(elLaÜIyNa EAvMaNUv)
İman etmiş olan kimseler.”
Kur’an ehlinin adı “Ellezîne Âmenû”dur.
“Müslim” bütün barışçı halkların adıdır.
“İslâmiyet” Hazreti Adem’den kıyamete kadar gelenlerin adıdır.
“Ellezîne Âmenû” ise dünyanın güvenliğini yüklenmiş olanların adıdır.
“Güvenlik Konseyi” devletlere verilen addır. Ne var ki onların kâfir olmamaları gerekir. Yani onların Allah’tan gelen kitapları esas alıp Kur’an’ın hükümlerine göre dünya güvenliğini sağlamaları gerekir. Bugünkü bu durum geçici bir durumdur. Şimdi üçüncü bin yıl uygarlığı başlamıştır. Bugün süper güç olarak boy gösteren ABD, Rusya, Çin, AB güçleri bu gerçeği görmeli ve “Adil Düzen”e göre güvenliği sağlamalıdırlar. Yargıda hakemlik sistemi getirilmeli, güç hakemlerin emrine girmelidir. Tüm insanlık da tepede olan güçlere değil, hakemlere uymalıdır. Kur’an bunu bildirmektedir.
Bununla beraber Kur’an birlikte namaz kılanlara hitap eder. Buna da her hafta birlikte Cuma namazı kılanlar muhataptırlar. Her bucak kendi düzenini kendisi oluşturur. Her bucağın kendilerine özgü şeriatları vardır. Herkes o şeriattan sorumludur.
İl merkez bucakları vardır, görevi ilin iç güvenliğini sağlamaktır. Ülke merkez illerinin merkez bucakları vardır, bunlar da ülkenin savunmasını yaparlar. İnsanlık merkez bölgelerinin merkez il ve merkez bucakları vardır, bunlar da insanlığın uygarlaşması için çalışırlar. Yani asıl olan bucaklardır, bunlar merkez veya taşra bucakları olur.
Hitap bucak başkanlarına ve bucak halklarınadır. Bu ülkeler, bu iller isterlerse Kur’an düzenine inanırlar ve genel güvenliğe katılırlar, isterlerse katılmazlar. Kur’an katılanlara hitap etmektedir.
Şimdi şu soru sorulur: Burada madem ki mü’minleri diğerlerinden ayırdı, onlar da asker olabilir mi, onlar da güvenlik içinde yer alabilir mi?
Önce tek bir mü’minler devleti olmayacaktır. 30 ile 100 milyon arasında değişik dinden olan halklar bir devlet oluşturacaklardır. Onlardan Kur’an’a inananlar asker olacaktır. Diğerleri Müslim olacaklardır. Onlardan isteyenler asker olacaklar, kendi komutanlarının emrinde askerlik yapacaklardır. Bedel yerine geri hizmetlerde istihdam edileceklerdir. Nasıl Allah’ın yardımcıları yalnız Nasara değilseler, mü’minler de yalnız Kuran ehli olmayabilirler.
وَالَّذِينَ هَادُوا
(Va elLaÜIyNa HAvDUv)
“Ve Hud etmiş olanlar.”
Mü’minler ile Yahudileri “Ellezîne” ile isimlendirdiği halde, diğerlerini harfi tarifle isimlendirmiştir. “Ellezîne Eşrakû”yu da “Ellezîne” ile isimlendirmiştir. Yahudilerin değişik isimlerle zikredilmesi üzerinde de durulmalıdır. İsrail oğulları, Yahudi, Hud ve Hud etmiş olanlar. Bu âyetlerde “Hud etmiş olanlar” diye zikretmektedir.
Kur’an’ı mânâlandırırken yeryüzünde mevcut olan gerçekleri de düşünerek mânâlandırmamız gerekir. Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğuna inananlar Kur’an’da “bilinmez bir şeyin olmadığını” kabul etmek durumundadır.
Bugün yeryüzünde dört büyük din vardır: Müslümanlık, Hıristiyanlık, Budizm ve Hinduizm. Bunların mensupları milyarları aşmıştır. Bir de Tevrat ehli vardır, sayıları on milyonu bulmaz, bir araya toplasanız İstanbul’un yarısını doldurur. Bunlar bağımsız büyük bir din mensubu olarak değerlendirilemez. Tevrat şeriat bakımından Kur’an’dan sonra en büyük kitaptır ama bugünün sorunlarını çözecek durumda değildir. Şimdi beş dinden değil de dört dinden bahsedildiğine göre iki ihtimal vardır.
Hinduizm dini ile Budizm, ikisi de aynı dindir. Dolayısıyla bu iki din bir din sayılmıştır. O zaman Sabiîn hem Budistleri hem de Hinduları içermektedir. Bu anlayıştaki eksiklik şuradadır. O zaman Yahudilikle Hıristiyanlığın da ayrı din olmaması, ikisinin bir din olması gerekir. Oysa burada öyle zikredilmiyor. İkinci ihtimal ise Yahudilikle Hinduizmi bir saymak gerekir. Buraya nasıl varıyoruz? Hazreti İbrahim’in iki oğlu (İsmail ve İshak) Ortadoğu’da kalmış, diğer dört oğlu doğuya gitmiş ve Brahmanizmi kurmuşlardadır. Sonra Brahmanizm’den Budizm çıkmıştır. Brahmanizm’in muharref şekli Hindu dini olmuştur. Diğer taraftan Yahudilik de Hazreti İsa ile Hıristiyanlığa dönüşmüştür. Hıristiyanlığın ve Budizm’in özellikleri beşeri olmalarıdır. Yahudilik yalnız İsrail oğullarının dini olduğu halde, Hıristiyanlık beşeri din olmuştur. Brahmanizm de yalnız rahiplerin dini olmuştur. Buda bu dini (Budizm) Hazreti İsa gibi beşerileştirmiştir.
Başka bir delil de “Hud” kelimesidir. “Hud” kelimesi “Hind” kelimesine akrabadır. “Nun” harfi düşebilir. O zaman “HVD” kelimesi üzerinde durmamız gerekmektedir.
Kur’an Hazreti Nuh’tan sonra gelen peygamberlerden bahsetmektedir. Yani Hud İbrahim’den öncedir. İbrahim’in çocukları doğuya gittikleri zaman o peygambere tâbi olmuş olabilirler. Hud Ad kavminin peygamberidir. Salih Sümerlerin peygamberidir. Nuh’tan sonra Sümerler geldi. Sümerlerden sonra Ad geldi. Ad’dan sonra tekrar Sümerler geldi. Sonra tekrar Ad geldi. İbrahim peygamber zamanında Mezopotamya’ya hakim olan Hud peygamberin dini idi. Doğuya gidince babalarının dinini değil de dedelerinin dinini götürmüş olabilirler. “Hind” kelimesi de buradan gelmiş olabilir. “Hud” ağır başlı vakarla yürüyen demektir. “Hind” de yavaş olmak demektir. Bu durumda Yahudilerin ve Hinduların dinleri Hud’un dini olacaktır. Bütün dünyaya hitap etmeyen ama bütün dünya için rahmet olan Hud dini doğuda Buda tarafından, batıda ise İsa tarafından beşerileştirildi.
“Ellezîne Hâdû”nun başka mânâsı “hidayet” kelimesi ile akraba olmasından dolayı hidayete erdiler mânâsı da çıkar. Gerek Yahudilik gerekse Hinduluk sınıf dinidir. Kendilerine özel görev verilen Hindistan’daki Brahmanlar ile yine kendilerine özel görev verilen İsrail oğulları Buda’ya ve İsa’ya din hazırladılar. Onlar da Kur’an’ın dünyaya yayılmasına öncülük etmektedirler.
Adem İdris Nuh Hud Salih İbrahim Brahmanlar Budistler
Yahudiler Hıristiyanlar Muhammed
Bugün milyarları aşan sayıları ile dört din vardır. Bunlardan Hud etmiş olanlar sınıf oluşturup dünyayı kendilerinin idare ettiklerini iddia edenlerdir, Yahudiler ve Hindulardır. Böylece Hinduları ya Budistlere ya da Yahudilere eklemek durumunda olduğumuzu belirttik. Bunlardan birine katmadığınız takdirde bir milyardan fazla insanların Kur’an’da zikredilmemesi gibi bir durum olur.
وَالصَّابِئُونَ
(Va elöÖaBiEUNa)
“Ve Sabiîler”
“Sabiûn” “Ellezîne Âmenû”ya atfedilmiştir. “Ellezîne Âmenû” “İnne”nin ismi olduğu için mensuptur. Dolayısıyla “Sabiûn” “vav” ile değil “ya” ile okunmalıdır. Bu sûrenin dışında iki yerde geçmektedir, ikisinde de “ya” ile okunmaktadır.
Arapçada eğer sonra açıklama varsa birincisinde hazf caizdir. Muhakkak ki iman edenler ve Hud edenlerden kim Allah ve âhirete inanırsa onlara korku yoktur. Sabiîler ve Hıristiyanlardan iman edenlere korku yoktur.
Türkçede ikincisini hazf ederek atfederiz. Araplar ise birincisini hazf eder öyle atfederler. Yani “İnne” ile başlayan ve iki ismi alan cümlenin haberi hazf edilmiştir. Ondan sonra Sabi ve Nasaralarda cümle tamamlanmıştır. Bu ayrılmanın sebebi, Yahudiler ve mü’minler düzenle ilgili hükümleri içermektedir. Oysa Hıristiyanlar ve Budistler ahlâkî hükümleri içermektedir. Bunların ayrı grup olduğunu belirtmek için Sabiîn kelimesi takdim edilmiş ve irabı da ref edilmiştir.
Hıristiyanlık ve Budizm’in takva dinleri oldukları bilinmektedir. Bu bakımdan bu âyetteki bu ayırım son derece yerindedir. Şimdi yine Hindulara dönebiliriz. Vedaları ele alıp incelememiz gerekir. Vedalar Tevrat’a mı benziyor yoksa İncil’e mi?
Şu kadarını çok iyi biliyoruz ki Tevrat’ta olduğu gibi Vedaların ilk kitaplarında da cennet ve cehennemden hemen hemen bahsetmemektedir. Bu sûre dinlerarası diyaloga esas konu teşkil etmektedir. Dolayısıyla şeriat dinleri olan Hinduizm ile İslâmiyet, tarikat dini olan Hıristiyanlık ve Budizm ayrı gruplar olarak alınmıştır.
Bu âyet aynı zamanda bize özel gramer kaidelerini de koyabileceğimizi ifade etmektedir. Arap halkı kullanmasa bile böyle bir cümleyi Allah irade edince biz de Arapların kullanmadığı makul kuralları koyabiliriz. “Kulubeküma” ifadesi böyle bir ifadedir.
Şimdi “Sabiûn”” kelimesinin Budistleri ifade edip etmeyeceği üzerinde duralım.
Buda Hindistan’da Sakı kabilesine mensuptur. Hud da Ad kavmine mensuptur. Kelimeler arasında benzerlikler vardır. Sakyamuni, Sakı kabilesine mensup demektir “Sa” harfi Hindu dilinde de “se” harfinden farklıdır. Arapçadaki “sad” harfi ile ilgisi olmalıdır. “Sh” olarak yazılmaktadır. Muni buni kelimesi de bu harflere benzemektedir. “Sabiûne”nin “vav”la gelmesi buradaki “nun”un cem nunu olmadığına da işaret etmiş olmaktadır. Bu iki kelime arasında Sakyamuni ile ağabeyim arasında “k” harfi gelmektedir. “K” harfinin bir özelliği vardır, “ğ”ye dönüşür ve düşer. Gunneli “nun” olabilir . “Sonra”nın aslı “songra”dır. Bazen “nun” düşer “sogra” olur, bazen “g” düşer sonra olur, bazen de ikisi düşer “sora” olur. İşte burada da “ng” düşmüş, “Sakyamuni” “Sabiûn” olmuştur.
Bizim başka delilimiz vardır. Buda’nın İran metinlerindeki adı “Burhan, Furkan, Purkan” olarak geçmektedir Selahi Diker’in “Türk Dilinin Beş Bin Yılı” kitabında bu husus çok açık bir şekilde anlatılmaktadır. Kur’an’da da Allah Kur’an’dan önce Tevrat ve İncil’i indirdi diyor, sonra “Furkan”ı da indirdi diyor. Yani Budistlerin metinlerinden bahsetmektedir. “Burhan” kelimesi ile yani “İbrahim” ile yakınlığı vardır.
وَالنَّصَارَى
(Va elNaÖAvRAy)
“Ve Hıristiyanlar.”
“Nasara” yardım edenler anlamındadır. Hazreti İsa, Havarilere, ‘Benin ensarım kim?’ demiş; onlar da ‘Biz!’ demişlerdir. Hıristiyanlar yardımcılardır. Hıristiyanlık insanlığa İslâm düzeninin gelmesinde yardımcı olan bir dindir. Tevrat’ın dünyaya yayılmasında yardımcı oldular. Bundan sonra da Kur’an’ın dünyaya yayılmasından yardımcı olacaklardır. Bizim güçlü askeri teşkilatımız olacaktır. Hıristiyanların ise güçlü kilise teşkilatı olacaktır. Kilise bundan sonra çok daha fazla güçlenecektir. Hurafelerden, Tanrı’nın oğlu anlayışından Tanrı’nın kulu anlayışına geçecek ve Kur’an ehlinin dünyayı yönetmesinde, üçüncü bin yıl uygarlığını kurmada yardımcı olacaklardır. Biz Kur’an’dan istidlâl edeceğiz ama Hıristiyanlar dünyaya anlatacaklar. İşte bunların adı bundan dolayı “Nasara”dır.
Yahudiler de ilimde ileri olacaklar. Yani hidayet onlardan gelecektir. Bu yalnız İsrail oğullarının değil Hinduların da mesleği olacaktır. Nitekim bugünkü Matematiğin kaynağı da Hindistan olmuştur.
Kısaca tarihi hatırlayalım.
Hazreti İsa Filistin’de çok sıkıntılı günler geçirmiştir. Yahudiler kıskandıkları için ona en büyük düşmanlığı yapmışlardır. Sonunda Hazreti İsa’yı asma kararı aldırdılar. Ne var ki o zaman ona benzeyen başka biri daha vardı. Hazreti İsa’yı asmakla görevli olan Roma askeri Hazreti İsa yerine onu astı. Yahudiler o kişinin asılacağını bilmiyorlardı. İkisi birden asılıyor. Ertesi gün iki mezar değil bir mezar vardı. Hazreti İsa’dan çok iyilik görmüş iki kadın mezardan çıkıp gittiğine şehadet ettiler. Kur’an asamadıklarını, katledemediklerini söylemektedir. Hazreti İsa havarilere tekrar görünmüştür. Onlara yaptığı son tavsiyeleri şu olmuştur. Siz Yahudileri bırakın, gidin dünyaya Âlemlerin Rabbini anlatın demiştir. Onlar da dünyaya yayıldılar ve bilhassa Roma topraklarında Hıristiyanlık süratle yayılmaya başladı.
Pavlus ortaya çıktı, dinde tavizler verdi, Roma İmparatorluğu’nun işine yarayacak şekle getirdi ve üç yüz sene sonra Roma Devleti Hıristiyan oldu. Bu büyük değişme Hıristiyanlığın dünyaya yayılmasına sebep oldu.
Germenler Roma’yı işgal ettiler ama Hıristiyan oldular.
Türkler de o zaman Müslüman olmuşlardır.
Böylece İslâmiyet’in dünyaya yayılmasında Hıristiyanlık en büyük hizmetleri yaptı. Justinyanus’un hukuku bugün Avrupa’nın dayanağı olmuştur. Hıristiyanlar takva itibariyle dünyaya hakim oldular. Devletleri ise krallar ve imparatorlar kurmuşlardır.
Bugünkü Avrupa uygarlığında da yardımcı olmuşlardır. Şöyle ki: Haçlı Seferleri’nden sonra Yahudiler zengin oldular, para ile Avrupa’ya hükmetmeye başladılar. Bugünkü uygarlığı Yahudiler kurdular. Yahudiler ham maddeyi dünyadan aldılar, Hıristiyanlara işlettiler ve üretilen ürünleri dünyaya sattılar. Böylece Hıristiyanlar bugünkü uygarlığı kurmada Yahudilere yardım etmiş oldular.
Sermaye kara Avrupa’sında dinsizliği yayarken, ihtilaller ve inkılaplar olurken, İngiltere’de krallar yerindedir, lordlar kamarası yerindedir, kilise de yerindedir. Yahudiler Müslümanlardan öğrendikleri pusula, barut, astronomi, buharlı gemiler sayesinde dünyanın her yerini silah zoru ile aldılar. Burada Hıristiyanları onları uygarlaştırmak için kullandılar. Dünya üzerinde iki milyardan fazla Hıristiyan vardır. Hıristiyanların olmadığı ülke yoktur. Kilise mensupları Yahudi tüccarlarının dünyayı sömürmesine yardımcı oldular. İşte bunun için onlar “Nasara”dır.
Mü’minler üçüncü bin yıl uygarlığının teorisini ortaya koyar, Türkiye’de uygularlar. Hıristiyanlar da dünyaya yayarlar. “III. Bin Yıl Adil Düzen”i böyle doğar.
AK Parti ihtida etse ve bizimle görüşse; dünyada kriz var, bu kriz nasıl çözülecek, Kur’an ne diyor diye sorsalar, bizi dinleseler, o zaman Hıristiyanlar ensar olacaklardır. Kur’an bizde, güçse onlarda, yani “Adil Düzen”in gelmesi için her şey hazır.
Bugünü göz önüne alalım.
- İsrail oğulları karşılıksız para sayesinde dünyaya hakim olmuşlardır. İlimde, dinde, siyasette para ile hakimdirler. Siz istediğiniz kadar ilim yapın, istediğiniz kadar âlim olun, hiçbir kıymeti yoktur. Kendiniz yazarsınız, kendiniz söylersiniz. O sizin buluşlarınızı alır ve birisine söyletir, para ile onu destekler ve o meşhur olur. Sizin söylediklerinizi anlayanlar da karın tokluğuna onlara çalışırlar. Ekonomide de böyledir. Siz ne kadar mal üretirseniz üretin, hiçbir şeye yaramaz, çünkü satamazsınız. Sizi ya işçi olarak çalıştırır yahut sizden mal alır, sonra size dört misli fiyatla satar. O Tanrı yoktur der, Tanrı yok olur. O ahlaksızlığı ahlak yapar, ahlaklı olmayı ise utanılacak şey hâline getirir. Siyasette devletleri o kurar, silahları o verir, insanları ve ülkeleri o savaştırır. Siz savaşı kazansanız da önemli değildir. O masada istediğini galip getirir. Hayasızca ‘atomu’ var diye bir devleti mahveder. Onun atom bombası olacak ama seninki olmayacak. Dünyada bu kadar zalim iktidar hiçbir zaman olmamıştır, bundan sonra da olmayacaktır. Bugün insanlık İsrail oğulları ile savaştadır. Irak teskeresinden sonra siyasi gücünü kaybeder gibi olmuş ama ekonomik gücü devam etmektedir. İlimde hâlâ onun hezeyanları okutuluyor. Ekonomide karşılıksız para insanlığı kasıp kavurmakta. Dinler hâlâ tu kaka edilmektedir. Evet, İsrail oğulları mağlup olacak ama yine varlıklarını koruyacaklardır.
- Dünyada süper güç olacak Hindular vardır, Hud etmiş olanlar vardır. Bunlar Hintlilerdir. Ne var ki bugünkü siyasette hiçbir etkileri yoktur. Pakistan ve Bangladeş ayrılmış, Hindistan’ın kendi düzeninde hurafeler yer almıştır. Yani bugün var olmakla beraber hiçbir etkileri olmamaktadır. Yahudiler her ne sebeple ise Hindistan’ı devreye sokmadılar, kendi hallerinde bıraktılar. Hıristiyanları birinci derecede değerlendirdiler. İslâm ülkelerine sosyalizmi sokarak diktatörlerle yönettiler. İslâm âlemine en büyük saldırıda bulundular. Çin’i de devreye soktular, oraya sosyalizmi götürdüler ama Hindistan’a götürmediler. Güney Amerika’da ve Afrika’da da dinsizlik yapmadılar. Öyle zannediyorum ki Hindistan’ı yedek olarak saklamaktadırlar. Amerika’dan ayrılmak zorunda kalacakları zaman oraya hicret edeceklerdir. İkiz kuleleri bunun için yıktılar ama yeni vatanlarını bulamadılar. Şimdi Ortadoğu ve Türkler üzerinde oynamaktadırlar. Hindu dininin özelliği ise sınıf düzenini aşırı şekilde uygulamasıdır. Sınıf olmayacak mıdır? Olacaktır ama soya dayamayacak, tahakküm mânâsını taşımayacaktır. İnsanlar ilmî derecelerine göre başlangıç, temel, ilk, orta, yüksek ve üstün derecelere yükselebileceklerdir.
- Budistler yani Çinliler vardır. Budizm Hindistan’da doğmuştur. Temel felsefesi sınıfları kaldırmaktır. Geri dönüş anlayışına da son vermedir. Çin kendisine özgü uygarlığa sahip olmuştur. Zaman zaman Türkler oraları almış ve asırlarca yönetmişlerdir. Çin’de yüzde 10’a yakın Müslüman vardır. Sermaye burasını sosyalistleştirdi. Bunun iki sebebi vardı. Batı kapitalist olacak, doğu ise sosyalist olacak, denge bunlar arasında sağlanacaktı. Diğer sebep ise, Rusya’yı da sözünde gezdirebilmesi için sosyalistler ikiye bölünmüştür. Batı dünyası da ABD ve AB olarak bölünmüştür. Her ikisi de sermaye için fazla yararlı olmamıştır. Çin sosyalist ülke olmakla beraber devlet olarak Yahudi sermayesine kapılarını açmıştır. Orada ucuz mal üretiyor, dünyaya pazarlıyor. Dünyadaki üretim dengesini bozuyor; tarlalar kıraç topraklar oluyor, fabrikalar çürüyüp harap oluyor. Böylece sermaye dünyadaki krizleri bu yoldan çıkarıyor. Çin’de başka bir olay daha olmuştur. Dolar Çin’de stok edilmeye başlanmıştır. Çin’de ABD’den daha fazla dolar stoku vardır. Bunu kullanamıyor. Halkını refaha ulaştıramıyor. Sonunda ne olacaktır? Çin’deki başka bir olay da teknolojinin öğrenilmesidir. Çin teknikte henüz Batı seviyesinde değildir ama yakında Japonya ve Kore gibi teknik gelişmenin olması beklenir. Nüfusu kalabalık olan Çin teknik seviyede de gelişince artık sermayenin baskısından tamamen kurtulmuş olacaktır. Sermayeyi yenecek olan güç Çin olabilir.
- Tekel sermaye en çok Hıristiyanlarla iç içedir. Beşyüz senedir Yahudi sermayesi Hıristiyanları işçi ve asker olarak kullanmakta ve dünyaya hakim olmaktadır. Bununla beraber Yahudilerin geçmişinde en çok sıkıntılar Hıristiyanlarla başlamıştır. Romalılar zamanında ikinci sürgünlerini yaşamışlardı. Kudüs’e girmeleri yasaklanmış ve Medine’ye sığınmak zorunda kalmışlardı. Sermaye Hıristiyanlarla ikinci macerayı İspanya’da yaşamıştır. Veba hastalığı bahane edilerek Yahudiler soykırımına uğratılmış, soluklarını Türkiye’de (Osmanlı Devleti’nde) almışlardır. Üçüncü büyük macerayı ise Hitler zamanında yaşadılar. Böylece tarihî hasımlık devam etmektedir. Bununla beraber bugünkü Batı uygarlığını beraberce kurdular. Ayrıca Yahudiler en büyük darbeyi papalığa vurdular. Papalık yeni yeni dirilmektedir. Roma İmparatorluğu ikiye ayrılmıştır. Kiliseler de ikiye ayrılmıştır; Katolik ve Ortodoks. Bununla beraber aralarında düşmanlık olmamıştır. Sermaye Protestanlığı yaygınlaştırmış ve Hıristiyanlığı paramparça etmiştir. Bununla beraber dünyanın en çok nüfusa sahip dinidir. Bugün de etkilidir. Daha da etkili olacaktır. III. bin yıl uygarlığında Hıristiyanlığın büyük etkisi olacaktır. Hıristiyanların şeriat kitapları yoktur. Şimdiye kadar Tevrat’la amel ediyorlardı. Bundan sonra İncil’in emrine uyarak Kur’an’a göre amel edeceklerdir. Çünkü Hıristiyanlık bir şeriat dini değildir.
- Kur’an ehli ise düzeni Yahudilerden devralmıştır. İsrail oğulları yerine mü’minler gelmiştir. Bunlar ırka veya ulusa dayanmaz. Bundan önceki uygarlığı Araplar başlatmıştı. Hicrî dördüncü asırda görevi Türkler devraldı. Bin sene Türkler tarafından dünyaya yayıldı. Son olarak Selçuklular ve Osmanlılar Bizans devletini yıkarak kendileri yönetime geçtiler. Viyana’lara kadar gittiler. Batı Rönesans’ı bunun üzerine doğdu. Bugünkü Avrupa uygarlığı budur. Osmanlıların ardından öyle bir dönem gelmişti ki, dünyada bağımsız tek bir Müslüman devleti bile kalmamıştı. Sevr ile Müslümanlar bitmişti. Hattâ Türkiye bile istiklâlini kazanmıştı ama kendisi dinsizleşmişti. İkinci Cihan Savaşı sonrası Müslüman ülkeler sözde de olsa bağımsızlık kazanmaya başladılar. Her geçen gün biraz daha bağımsızdırlar. Doğal zenginlikleri çok, toprakları bol, ama ekonomik yapıları son derece kötüdür. Bunun sebebi, el sanayisinde çok ileri olan Müslümanlar, bir türlü makine sanayiine geçemediler. Şimdilik geçecekleri de şüphelidir. Müslüman ülkeler sanayide değil de tarımda hamle yapacaklardır. Batı tarımda çok geridir. Müslümanların asıl görevleri insanlığa hukuk ve yönetimi getirmektir. Bunu da Kur’an’la yapacaklardır.
Neden Kur’an?
1) Kur’an son ilâhi kitaptır. İslâm diğer bütün dinlerin en gelişmişidir.
2) Kur’an içtihat ve icma sistemini getirmiştir. Böylece kıyamete kadar bütün sorunları çözme mekanizmasına sahiptir.
3) Üçüncü olarak hiç değişmeden diliyle bize ulaşmıştır. Kıyamete kadar da Allah tarafından muhafaza edilecektir.
4) Dördüncü olarak içerdiği hükümler çağımızın tüm sorunlarına eksiksiz cevap vermektedir. Kur’an’sız bir şeyler yapmak mümkün değildir.
Türkiye Batı ile İslâm’ı sentez edecek hazırlığını yapmıştır. Şimdi beklenen şudur. Hıristiyanlar, Müslümanlar, Hindular ve Budistler bir akademi kurmalıdırlar, insanlığa sorunların çözümünü sunmalıdırlar. Sonra iktidar olmalıdırlar. Halka bu çözümleri anlatmalı ve onlar kendileri uygulamaya başlamalıdırlar. Bunun için kooperatifler kurmalıdırlar. Kooperatif içinde İslâm şeriatını uygulamalıdırlar.
Biz bu amaçla İzmir’de 1967’de Akevler Kooperatifi’ni (Akevler Kredi ve Yardımlaşma Kooperatifi) kurduk. Kurucular arasında F. Gülenciler vardır, Millî Görüşçüler vardır, Süleymancılar vardır, İlâhiyatçılar vardır, tarikat mensupları vardır. O gün özel olarak halkın kurduğu bir kooperatif yoktu. Sonra Turgut Özal bizimle rekabet için kooperatifçiliği teşvik etti, bugün çok yaygın şekildedir.
Şimdi biz İstanbul’da III. bin yıl uygarlığını getirecek olan kooperatifler üzerinde çalışıyoruz. Amelî -denemelerimiz olmakla beraber- başarımız henüz ortada yoktur, ama ilmî çalışmalarımız devam etmekte ve süratle gelişmektedir.
Bu âyette sayılan bu dört büyük din III. bin yıl uygarlığını sırtlarında taşıyacak dinlerdir. Bunlar “Adil Düzen”i öğrenecekler, halka anlatacaklar, işletmeleri kurduracaklar, sonra da iktidarlara ‘haydi sıra sizde’ diyecekler.
Bu âyetin özelliği, bu dört dine mensup olanların yalnız dünyada değil âhirette de aynı şekilde Hizbullah olduklarını ifade etmesidir.
Bu dört dinin mensupları üzerinde neden bu kadar durdum?
Çünkü Allah bu dinleri başarıya ulaştırmış, bugün milyarları o dinlere müntesip etmiştir. Kur’an bunlar için inmiştir. Yani Kur’an hayâlî halklara değil, bugün yaşayan halklara hitap etmektedir. Âyetleri öyle okumamız gerekir.
مَنْ آمَنَ بِاللَّهِ
(MaN EAvMaNa Bi elLAHı)
“Allah’a kim iman ederse.”
“Men” burada umumi bir ifadedir. Yani kim olursa olsun, erkeği kadını, büyüğü küçüğü, dahisi aptalı, asisi muttakisi, kim olursa olsun demektir. Yukarıda sayılanların haberidir. Burada “Minhum” gelseydi sadece yukarıda zikredilenlere tahsis edilmiş olurdu. Öyle değil, Mecusilerden de müşriklerden de kim olursa olsun iman eden demektir. Onların hassaten sayılması onların iman edeceklerini haber vermesinden dolayıdır. Yani sayılan kimseler elbette iman edecekler. Yani yukarıda sayılanların haberi mahzuftur. Siz takdir edeceksiniz. Bundan sonra da “Kim iman ederse” bağımsız cümlesi başlamaktadır. “Fa” harfi getirilmemiştir. Getirilseydi o zaman şart olur, yine onlar için hüküm getirilmiş olurdu. Bu ifade tamamen bağımsızdır.
Mahzuf olan habere neyi takdir edeceğimiz bundan sonraki ifadelerle bellidir. “Men Âmene”den mahzuf olanın “âmenû” olduğunu ifade etmiş oluyor.
Yani, Allah bize diyor ki; III. bin yıl uygarlığını kuracaklar bu din mensuplarıdır.
Bu haberi aldıktan sonra bizim yapacağımız iş bu din mensuplarını toplantıya davet edip III. bin yıl uygarlığına karar vermelerini gerçekleştirmektir.
Bana göre bu iş Papa’ya düşer. Çünkü bugün en güçlü dini lider Roma’daki Papa’dır. Nüfusları ile ve örgütleri ile Papa bütün dinî kuruluşların ağabeyidir. O halde bu daveti Papa yapmalıdır. Toplantı ise İstanbul’da yapılmalıdır. Çünkü Kur’an ehli İstanbul’dadır. Hinduların ve Budistlerin bu daveti reddetmeyeceklerini bize bu âyet bildirmektedir.
“Âmene” kelimesi “eman” kelimesinin if’al veya mufaale bâbından olabilir. Muzarileri if’al bâbından geldiği için burada biz de o mânâ üzerinden mânâlandıralım. “Emine” güvende oldu demektir. “Âmene” ise güvene aldı demektir. “Emine” lâzım bir fiildir. “Âmene” ise müteaddi fiildir. “Âmene” kelimesi mutlak gelirse başkasını emniyete aldı anlamında olur. “Bi” harfi ile alınırsa o zaman emniyete aldırdı anlamında olur. Allah emniyete aldırdı şeklinde mânâlandırırız. Bu sefer kimi veya neyi emniyete aldırdı sorusunu sorar ve kendisini emniyete aldırdı şeklinde mânâlandırmış oluruz. Başka türlü şöyle deriz; kendisini Allah ile emniyete aldı olur. Türkçede buna güvendi deriz, ona inandı deriz. Allah’a inandı. Burada güvene alma mânâsı değil, kendini güvene alma mânâsı vardır. Allah ile güvene aldı.
Allah’a iman ne demektir? Allah kimdir?
Kendisinden başka hiçbir şeyin varolmadığı bir güç var. Bu gücün ne olduğunu biz bilemeyiz ama bu gücü kendimizle karşılaştırabiliriz. Bizim iki özelliğimiz vardır. Biri öğrenme, biri de yapmadır. Ne var ki öğrendiğimiz çok azdır, kısıtlıdır. Yapmamız da böyledir. Her istediğimizi yapamıyoruz. Her şeyi bilemediğimiz gibi her şeyi yapamıyoruz. Hattâ bildiklerimiz milyarda bir bile değildir. Yapabildiklerimiz de böyledir.
Her şeyi bilen ve her şeyi yapabilen Allah’tır. O insana benzemez ama biz O’nu insana benzeterek düşünebiliriz. Her şeyin âlimi, her şeyin kadiri. Önce insan böyle bir varlığın var olduğunu biliyor ve O’nun var ettiği kâinatta yer alıyor. Allah’a inanmak bu demektir.
Yaptığımız ilmî çalışmalardan öğreniyoruz ki, Allah önce beş boyutlu arşı yarattı. Sonra beş boyutlu uzay içinde küçücük bir küre var etti. Bu küre patladı. Genişlemektedir...
Bunu kendisi var etti. Kendisinden başka kimse yoktu. Başkasından yardım alamazdı. Sonra da o kâinattan yararlanmak üzere melekleri, cinleri, insanları ve ruhları var etti. Bize akıl verdi. O sayede hem O’nun varlığını biliyoruz hem de görevlerimizi yapıyor ve yaşıyoruz.
Şimdi böyle bir varlığa bu dört din mensubu inanıyor. Mü’minler, Hud olanlar, Nasaralar ve Sakyamuniler yani Sabiler yani Budistler, böyle bir Allah’a inanıyorlar. Müsbet ilmin de ortaya koyduğu böyle bir Allah üzerinde bu dinlerle ihtilafımız yoktur.
Allah’ın zatını bilmediğimiz için O’nu bize benzeterek tanımlıyoruz. Aslında Hıristiyanların yaptığı da budur. Hıristiyanların Hazreti İsa’yı tanrılaştırmaları, Hinduların inekleri kutsileştirmeleri hep bu eksik bilmeden ileri gelmektedir. Sonunda herkes o tek olan Tanrı’ya tapmaktadır. Hinduların Upanişadlarında şöyle yazılıdır: “O her yerdedir. Sağda, solda, yukarıda, aşağıda, önde, arkada olan hep O’dur. Rab odur. Gerçek O’dur.”
Kur’an âyetleri de bunu söylemiyor mu?
Müslümanlar da, “Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım” diyerek Hz. Muhammed’i tanrılaştırmıyorlar mı?
Asıl olan Tanrı’nın varlığı ve birliğidir. Kâinatın O’nun eseri olduğunu kabul etmedir. Bizim meleklere inandığımız gibi onlar da tanrılarının yardımcı olduklarına inanıyorlar. Bu farklı anlayışta iyi niyetli iseler O onları cennetten uzak tutmaz.
وَالْيَوْمِ الْآخِرِ
(Va eLYaVMı eLEAvPiRi)
“Ve âhiret yevmine”
Hiçbir din mensubu öldükten sonra insanların yok olacaklarını iddia etmez. Bütün dinler öldükten sonra hayatın olduğunu kabul ederler. Hıristiyanlarla Müslümanlar arasında, Yahudiler arasında bu hususta herhangi farklı bir görüş yoktur. Cennet ve cehennem inanışı bizden farksızdır. Hindulara göre ise öldükten sonra ruh yok olmuyor, başka canlıların bedenine giriyor, orada yeniden hayata başlıyor. Yine ölüyor, yine diriliyor, böylece eğitiliyor. En sonunda yine âhirete gidiyor, cennete gidiyor. Yani onlara göre cennet ve cehennem hayatı yerine bu dünyada dönüp durma şeklindedir. Budistlerde ise dönüp durma terk edilmiş, onun yerine kısa yoldan Tanrı’ya ulaşmışlardır. Bugünkü Hindularda cennet ve cehennem fikri yerleşmiştir. Budistlerde de öyledir.
Burada esas olan öldükten sonra yok olmama fikridir, insanın dünyada yaptıklarından sorumlu olma inancıdır. Bu insanın hayatına etki eder, onu iyi insan yapar. Cezanın ve mükafatın şekli üzerinde farklılıklar vardır. Nasıl biz Allah’ı bilemediğimiz için O’nu kendimize benzetiyorsak, ama O bizim gibi değilse; onun gibi, âhireti de bu dünyamıza benzetiyoruz ama âhiret bu dünya gibi değildir. Orada da sonsuzluk vardır. Ölüm yoktur. Âhiret hayatını tam kavramamız zor olduğu için onun hakkında değişik anlatışlar doğmuştur. Ama hepsi onun varlığını kabul etmekte ve hepsi sorumluluğu bilmektedir.
Demek ki büyük dinleri birleştiren Allah ve âhiret inancıdır, tek Allah inancıdır. Hint dininde çok tanrılar vardır diyorlar. Tamamen uydurmadır. Bir tek Tanrı vardır. O’nun değişik isimleri vardır. O’nun yarattığı askerleri vardır, melekleri vardır. Bu konuda tam bilgiye sahip olmadığımız için ayrı ayrı anlıyoruz. Ama Tanrı’nın tek Tanrı olarak kâinatı yarattığına ve O’na karşı sorumlu olduğumuza hepimiz inanıyoruz.
Allah ve âhiret birlikte zikredilmiştir. Çünkü âhiret yoksa, Allah var olsun veya yok olsun, bizi ilgilendirmez. Nasılsa yapacağını yapacak, biz de yapacağımızı yapacağız, ölünce de her şey bitmiş olacaktır. Allah’sız âhiretin de mânâsı yoktur. Çünkü biz öleceğiz; biz oraya gitme imkanına sahip olamayacağımıza göre O’nun var olup olmaması bizim için bir şey değiştirmez. Asıl olan Allah’a ve âhirete inanmaktır. Ondan sonra bu dünyada ona göre yaşamamızdır.
Evet, bu dört din tamamen bu inanca dayanmaktadır. Müntesipleri Allah’a ve âhirete inandıkları içindir ki binlerce senedir yaşamaktadırlar.
Allah’a inanmayan sosyalizmin ömrü yetmiş sene sürdü.
Kur’an bu dört büyük din mensuplarından bahsetmektedir.
Bu asrın başında, yeryüzünde, Allah’a ve âhirete inanmayan, kenarda köşede kalmış topluluklar vardı. Sosyalizm ve kapitalizm tüm dünyayı dinsizleştirmek istedi. Bugün tüm dünya yeniden Allah’a ve âhirete inanmaya başlamıştır. III. bin yıl uygarlığı ufukta görülmüştür. Bu kadarı bile bu âyetin haber verdiklerinin gerçekleşmesi için yeterlidir. Dünya artık Allah ve âhirete inanıyor. Gerek müsbet ilmin verileri gerekse sosyalizmin çöküşü insanları hidayeti aramaya doğru yöneltmiştir. Sadece bu kadarı için bile ne kadar hamd etsek şükrümüzü eda edemeyiz.
Arap ülkelerindeki din düşmanı diktatörler ne oldu? Türkiye 1950’den evvel bu dinsizlik anlayışını terk etmeye başladı. Çin’de hâlâ sosyalizm vardır ama eski gücünü ve hızını kaybetmiştir. Yakında Çin de inkılap yapacak, orada da din serbest olacak, dinî eğitim başlayacaktır. Türkiye bu hususta çakmağı çakan, ilk ışığı yakan ülke olacaktır.
وَعَمِلَ صَالِحًا
(Va GaMiLa ÖAvLıXan)
“Ve salih amel eder.”
Arapçada “Ve” harflerine atfedilenler mutlaka beraber olmak zorundadır.
Ben iki takım elbiseyi 100 liraya alıyorum diye anlaşsalar ve sonra adam bir takımını 100 liraya getirse, alıcı kabul etmek zorunda değildir. Yahut iki kat değil de bir kat alacağım dese ve satıcı kabul etmek zorunda değildir. Akit iki kat üzerinden olmuştur.
“Ve” harfi böyledir. Hepsinin birlikte olmasını gerektirir. Allah’a ve âhirete iman edecek ve amel-i salih işleyecek. Fiil fiile atfedilmiştir. İnanacak ve amel edecektir. Tek başına iman hiçbir işe yaramaz, tek başına amel de işe yaramaz. İkisi birden olacaktır.
“Salih amel” ne demektir?
Önce “amel” kendisine yapılan işten çok başkasına yapılan iştir, “fiil” ise davranıştır. “Salih amel” ise ortak üretimde birbirine uygun iş demektir. İnsan ilk yaratıldığı zaman kendisi meyve topluyor, ailece tüketiyordu. Şimdi kendi ürettiğini kendisi tüketmiyor. Ürettiğini satıyor, karşılığında para alıyor ve onunla bakkala gidip kendisine düşen payından istediğini alıyor. Bunu fiyat ve ücret dengeliyor. O halde “amel-i salih” demek, ortak üretime katılma, sonra oradan payını alma demektir.
Faizsiz sistemde herkes katkısı nisbetinde pay almaktadır. Oysa faizli sistemde zenginler çalışmadan, rizikoya katılmadan pay alıyorlar. O halde “faiz” demek salih amel işlememek demektir. İşte bunun içindir ki bugünkü sömürü sermayesi sahipleri buradaki kimseler arasına girmektedir. Evet, onlar da Allah ve âhirete inanmaktadırlar ama salih amel işlememekte, dolayısıyla bu âyetin müjdelediği kimseler arasında yer almamaktadırlar.
Bugün dünyada savaş vardır. Bu savaş içten içe, alttan alta savaştır. Karşılıksız para ile dünyayı sömüren sömürücü sermaye ile emeğinin karşılığını alamayan sömürülen halk. İşte, Allah ve âhirete inanıyor ve hakkı olmayan faizi yemeyenleri Allah müjdeliyor. Sermaye sömürüsünde yer alanlar bu âyetin müjdesi dışındadırlar.
Bugün cebimizde taşıdığımız 20 TL faiz parasıdır. Enflasyonla değeri düştüğü için faiz ödüyoruz. Yapacağımız iş; günlük alışverişimizi bu para ile yapacağız ama asla bu para ile borçlanmayacağız. Bankamızda da altın hesabımız olacak. Bankalara baskı yapıp fark almadan altını TL’ye çevirtmelidirler, ama onlar çevirmeseler bile hesaplarımız altın üzerinden olmalıdır.
Amel-i salihi başka türlü şöyle yaparız. Biz bir iş yaparken herkes kazanıyorsa, o amel-i salihtir. Biz kazanıyor, başkaları zarar ediyorsa, o iş amel-i salih değildir. Sabit kâr yani faiz amel-i salih değildir. İş yerlerinden alınan sabit kira amel-i salih değildir. Ücretle çalışmak amel-i salih değildir. Sabit kira almak amel-i salih değildir.
Amel-i salih yapabilmemiz için sabit ücret yerine üretimden pay almalıyız. O zaman işletme zarar etmez. Bizim payımız da bize helal olur. Bir işyerini kiraya verdiğimizde sabit kirayla verirsek amel-i salih işlemeyiz. Örnek olarak, Mehmet Hikmetumut’un dörtte bir ortak olduğu bir bina yaptılar. Kiraya vereceklerdir. Kiraya cirodan verirlerse amel-i salih işlemiş olurlar. Yoksa faizle vermiş olurlar ve yaptıkları Allah ve resulü ile savaş da olur.
Kimse bunu yapıyor mu, kimse buna inanıyor mu?
İşte bugün insanlığın düştüğü durum budur. Bundan elli sene evvel insanlık imansızdır. Şimdi bu sorunu halletti, insanlık imanlı oldu. Ümit ediyorum ki elli sene sonra amel-i salih işini de halledecek, o gün insanlık hidayete ermiş olacaktır.
Çünkü ayetin hazfedilmiş yerinde hazf olunan, Allah ve ahirete inanan ve salih amel edenler veya edeceklerdir. Şimdi edeceklerini takdir ederiz, elli sene sonra ettiler diye takdir ederler.
İman etmiş olanlar, Hud etmiş olanlar, Sabiiler ve Nasara Allah ve ahirete iman edecek ve ameli salih işleyecekler.
İman etmiş olanlar, Hud etmiş olanlar, Sabiiler ve Nasara Allah ve ahirete iman etti ve ameli salih işleyecek.
İman etmiş olanlar, Hud etmiş olanlar, Sabiiler ve Nasara Allah ve ahirete iman etti ve ameli salih işledi.
Birinci tercüme elli yıl önceki tercüme;
İkinci tercüme şimdiki tercüme;
Üçüncü tercüme elli yıl sonraki tercümedir.
İşte hazfedilmiş olmasının hikmeti budur.
Hazfedilmiş olduğu minhum denmemiş olmasındandır.
فَلَا خَوْفٌ عَلَيْهِمْ
(Fa LAv PaVFun GaLaYHiM)
“Onlara havf yoktur.”
Burada isim cümlesi getirilmiştir. Yani mübteda da haber de isimdir.
Dünyada da âhirette de onların havfı yoktur.
“Havf” değişik şekilde olur. Açlıktan, susuzluktan korkarsınız. Bugün insanlık emin değildir, güvende değildir. Birileri dün tüm insanlara hükmederlerken, bugün sokaklarda cesetleri sürüklenmiştir. Savaş ve kısas dışında korku yoktur.
Gelecekte kuracağımız insanlık, bu dört dinin kuracağı insanlık, yeryüzünü eman içine koyacaktır. Önce insanlar ocak, bucak, ülke ve insanlık olarak teşkilatlanacaklardır. Dayanışma ortaklıkları içinde silahlı güçler oluşturacaklardır. Hakemlik sistemi gelecek ve tarafsız, bağımsız, etkin ve saygın yargı yeryüzünde adaleti sağlayacaktır. Haklı olan asla korkmayacaktır. Salih amel edenin korkusu olmayacaktır. Haksız olan da adaletin pençesinden kurtulamayacaktır.
Korkunun başka bir yanı ise işsizliktir. Bugün insanların gelirleri sermayenin iki dudağı arasındadır. Yazı yazarak dünyaya nizamat veren ve cumhurbaşkanından daha çok para kazanan bir yazar bir sabah kalkar, patronun ağzından çıkan bir kelime ile iflas etmiş ve işsiz kalmış olur. Kimse yarınından emin değildir. Patron olan da yarınından emin değildir. Çünkü krizler kapıdadır.
İşte, gelecekte faizsiz sistem gelince artık bu tür kölelik olmayacak, krizler olmayacaktır. Allah bize bunun haberini vermektedir.
وَلَا هُمْ يَحْزَنُونَ (69)
(Va LAv HuM YaPZaNUvNa)
“Ve onlar mahzun da olmayacaklar.”
“Mâ” ve “Lâ” harfleri olumsuzluk harfleridir. “Mâ” geçmişi, “Lâ” geleceği olumsuzlaştırır. İsim cümlesine geldiklerinde daha çok geçmişi içerirler. “Mâ” geldiğinde, geçmişte böyle idi, şimdi de böyledir anlamı çıkar. “Lâ” geldiğinde ise şimdi böyledir, gelecekte de böyle olacaktır anlamı çıkar.
Fiil-i muzari ise devamlılığı ifade eder. “Lâ”dan sonra gelecek mânâsını taşır. Burada gerçi “Lâ” kendisi üzerine gelmemiştir. Ancak yine de onu çağrıştırır. İfadeleri, bu dünyada korkmazlar, âhirette de mahzun olmazlar şeklinde yorumlamamız mümkündür. Âyet mutlaktır. Hem dünyayı hem âhireti içine alır. Başka âyetlerle de teyid edilen bu hususta şüphe yoktur. Allah ve âhirete inanır ve salih amel ederse, kim olursa olsun, nerde olursa olsun, o mü’mindir ve cennete gidecektir.
Her insan doğuştan Allah’ı ve sorumluluğu bilmektedir.
Demek ki mü’min olmak için vahye gerek yoktur.
Eş’ariler, akıl yoluyla iman olmaz, kitap gelmeli, peygamber gelmeli, ancak ondan sonra iman olur derler.
Mu’tezile ise vahye gerek kalmadan herkes akıl yoluyla iman etmelidir der.
Matüridiler ise akıl yoluyla iman da muteberdir, ama tebliğ gelmeden sorumlu değildir derler. Biz esasta Maturidilere göre hükmediyoruz. Küçük bir farklılığımız vardır. Herkes doğuştan mü’mindir. Herkes neyin hak olduğunu bilmektedir. Füruda hata etmiş olabilir. Küfür, bile bile doğru bildiğini yapmamaktır; daha doğrusu yaptığında bir sıkıntı duymamaktır.
Kelamcılar da imanın yolunu dört derece yaptılar.
- Ehl-i Hak: Bunlar akıl yoluyla buldukları Tanrı’ya inanırlar ve onlar akıl yoluyla içtihat yapıp amel ederler.
- Ehl-i Kitap: Babalarının gördükleri mucizelerle inandıkları peygamberlere ve onların getirdikleri kitaplara inanırlar. Gelenlerin hak olduğuna akıl yoluyla sahip olurlar.
- Ehl-i Kur’an: Bunlar Kur’an’ın mucizelerine dayanarak Hazreti Muhammed’e inanırlar. Yani mucizeleri bizzat kendileri görürler.
- Ehl-i İcma: Bunlar müsbet ilmin verilerine göre Allah’a inanırlar. Müsbet ilim ise icma ile sabit olan ilimdir. Kur’an’ı böyle anlar ve onunla yorumlarlar.
Bu inançların hepsi muteberdir. Hiçbir peygambere inanmasa, hiçbir ilâhi kitabı kabul etmese bile, kendi aklıyla bir Allah’ı bulsa ve kendi aklıyla o Allah bana şunları emrediyor dese ve ona göre amel etse, o kişi cennete gider. Bu hususta kelamcıların ihtilafı yoktur.
Kelamcılar, Kur’an’ın Allah sözü olduğu kendisince ilmen sabit olduğu halde ona iman etmeyip kendi heva ve hevesine göre hareket ederse, o kişiye kâfir diyorlar.
Buna biz de katılıyoruz.