***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 63
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا لَا تَسْأَلُوا عَنْ أَشْيَاءَ إِنْ تُبْدَ لَكُمْ تَسُؤْكُمْ وَإِنْ تَسْأَلُوا عَنْهَا حِينَ يُنَزَّلُ الْقُرْآنُ تُبْدَ لَكُمْ عَفَا اللَّهُ عَنْهَا وَاللَّهُ غَفُورٌ حَلِيمٌ (101) قَدْ سَأَلَهَا قَوْمٌ مِنْ قَبْلِكُمْ ثُمَّ أَصْبَحُوا بِهَا كَافِرِينَ (102)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(YAv EyYu Ha elLaÜIyNa EaMaNUv)
“Ey İman etmiş olanlar.”
Bundan önce “Ey iman edenler” demiş, sûrenin başındaki avcılığa dönmüştü. Sonunda tayyibat ile habisatın aynı olmadığı, bunun içtihat ve icmalarla belirleneceğini anlatmıştı. Onlar bucaklara hitap idi. Bucak kurucuları habisat ve tayyibatı tesbit edecek her bucak kendi haram ve helallerini ortaya koyacaktır. Mekke başta olmak üzere tüm bucaklar, bucak yönetimi ve meclis muhatap alınmıştı.
Şimdi de Kur’an nâzil olduğu zamanki mü’minler muhatap alınmaktadır. Bu hitaplar farklı olduğu için “Ey iman edenler” ifadesi tekrar edilmiştir.
Bu âyetten açıkça anlıyoruz ki;
“Ey nebi” dediği zaman Hazreti Peygamberden sonra gelecek ilmî dayanışma sorumlusu rasih kastedildiği gibi Hazreti Muhammed de kastedilmektedir.
“Allah” dendiği zaman âlemlerin rabbi anlaşılacağı gibi O’nun halifesi olan topluluk da anlaşılmaktadır.
“Ey iman etmiş olanlar” dendiği zaman; cuma namazı kılan bucak topluluğu anlaşıldığı gibi ilk Medine bucağını kuran muhacir ve ensar ümmeti de anlaşılacaktır.
Kur’an nasıl İsrail oğullarını, Nuh kavmini, Hud kavmini anlatıyorsa; onun gibi Kur’an’ın kendilerine nâzil olduğu Mekke ve Medine halkını, o asrın Araplarını anlatmaktadır. Ne var ki bunlar kavim olarak değil de bir ümmet olarak, mü’minler ümmeti olarak anlatılmaktadır.
Biz Kur’an’ı okuduğumuz zaman diğer kavimlerin hikâyelerini öğrendiğimiz gibi Asr-ı Saadeti de öğrenmemiz ve ona göre hareket etmemiz gerekir. Başka bir yönüyle bakarsak, nasıl İsrail oğulları Hz. Yusuf’un (Hz. Yakup’un) çocuklarının devamı iseler, biz de bunların devamıyız. Bundan önce örnek olarak Mekke’yi anlattı. O bucağın hükümlerini ortaya koydu ve tüm bucaklara örnek yaptı. Şimdi de Medine Devleti’ni kuranları tüm gelecekte bucak kuranlara örnek olarak anlatmaktadır.
Bunu nerden anlıyoruz?
“Ey iman edenler” hitabının tekrar edilmesinden anlıyoruz.
Bu ilk kurulan Kur’an bucağıdır.
Örnek bucaktır.
Kur’an’ı insanlara ulaştırma gibi ulvi bir görev bunlara verilmiştir.
Kur’an bunların Arapçası ile nâzil olmuştur.
Hazreti Muhammed bunlar arasından çıkmıştır. Bunların devlet olarak dönemi kırk sene sürmüştür. Dört halife dönemidir. Yahut elli sene sürmüştür. Gerçi nübüvvet hicretten 13 sene önce başlamıştı. Ne var ki fetret devri gelmiş, bir topluluk oluşmadan kalmıştı. Cemaatleşme hicretten bir sene önce başlamıştı. Böyle alırsak 10 sene Mekke, 10 sene Medine, 30 sene sahabeler dönemi olmak üzere 50 senelik yani yarım asırlık dönemdir.
Bu dönemin en önemli hususiyeti; bu dönemde icma hâline gelenler, şartları ihtiva etmesi hâlinde Kur’an hükmündedir. Şartları da şöyle sıralayabiliriz:
1- Bunların kavlî veya fiilî icmaları olacaktır. Sükutî icmaları delil olsa bile onlara muhalefet Kur’an’a muhalefet değildir. Öğle namazının dört rekât olduğu bunların icmaı ile sabittir. Ehli Sünnete göre buna muhalefet Kur’an’a muhalefettir. Hazreti Ömer’in uygulaması sonucu olan, mesela vakıf araziler hakkındaki hükmü sükutî icma ile sabittir, kimse itiraz etmemiştir. Buna uyma zorunluluğu yoktur.
2- Sahabelerin bu icmaları Kur’an’ı yorumlama mahiyetinde olmalıdır, uygulama mahiyetinde olmalıdır. Marifeli olarak zekât verin denmiştir. Bu marifelik sebebiyle zekâtı biz ancak onların tarifi ile öğrenebiliriz. O sebepledir ki Kur’an’ın bir uygulamasıdır. Beşte bir hükmünün toprağa ve kırkta bir hükmünün ticaret mallarına uygulanmasıdır. Yarılama sistemine göre yorumlanmasıdır. Bu sebeple biz bunları değiştirerek keyfi vergi uygulamaya başlarsak, o zaman Kur’an’ı kabul etmemiş oluruz. Dört halifeden hiçbirisi zekâttan başka vergi almadı. Zekât vererek veya pay alarak bütün sahabeler iştirak etti. O halde fiili icma vardır. Bu Kur’an’ın marifeli zekâtını tanımlayan bir icmadır. Kur’an hükmündedir. Metluv olmayan Kur’an’dır.
3- Bu elli sene içinde icma etmeleri yeterlidir. Daha önce Kudüs tarafına namaz kılmaları kıblenin Mekke olacağı hususundaki icmayı değiştirmez. Hem de bu Hazreti Ali’nin şehit edilmesinden önce olmalıdır. Hazreti Ali’den sonra da sahabeler yaşadılar. Onların olduğu zamanda da icmalar oldu. Biz o icmaları Asr-ı Saadet icması kabul etmiyoruz. Çünkü onlarda sahabe nesli yok. O ilk iman edenler içinde değildirler.
4- İcmanın âyet gibi olması için mutlaka ondan sonraki nesiller tarafından o hususta icma olduğunda icma olması gerekir. İkinci asırda, bu da Emeviler’in iktidar zamanıdır. Üçüncü asır ise Abbasilerin iktidarı zamanıdır. O zaman yazılmış eserlerde icma olduğunda icma olmalıdır. Biz bu dönemi bir asır olarak değil, bin yıl olarak anlıyoruz. Bir de şimdi biz bugün araştıracağız, o kaynakları inceleyeceğiz, asırlara gideceğiz ve oradaki delillerle Asr-ı Saadet’te icma olduğunda icma edeceğiz.
لَا تَسْأَلُوا
(LAv TaSEaLUv)
“Sual etmeyin.”
“Bilmiyorsanız sorun” emri ile buradaki “sormayın” nehyi arasında tam bir nefy var; sorun-sormayın. “Bilmediklerinizi sorun” dendiğine göre bilinmeyenler dışındakileri sormayın anlamı mefhumu muhalefetle çıkar. Ne var ki şart cümlesi sonradan getirilmiş olduğu için asıl olanın yani bilinenin sorulmaması gerekir. Yani bu ifade de mefhumu muhalefet mentukdur. Burada özel olarak eşyadan sorulmaması o âyetle ifade edilen biliyorsanız sormayın, bu âyette ise istisna getirilmiş, sadece Kur’an nâzil olduğu zaman sormayın denmiş, daha sonra sorabilirsiniz anlamı çıkar.
O halde “bilmiyorsanız sorun” emri sahabelere değil de sonraki nesillere ait olmuş olur.
Bu emir ve nehyi şöyle birleştiriyoruz: Bilmiyorsanız sorun ama bu sorma işini ileri götürerek soracağım diye emirleri yapmayı ertelemeyin demektir.
Usulcüler bu hususu şu şekilde tasnif etmişlerdir.
Önceden bir şey icma ile biliniyorsa ve siz de ehli zikr iseniz, bu hususta soramazsınız. Kitaplara bakar, içtihadınızı yapar ve fetvanızı verirsiniz. O konuda bilinmesi mümkün değilse onu soramazsanız. İçtihat yapamadığınıza göre ona göre amel etmezsiniz. Bilinenlere muhkem ve müfesser denmekte, bilinmeyenlere de mücmel ve müteşabih denmektedir. Muhkem, bugün kesin olan, ileride değişmesi mümkün olmayan bilgidir. Suyun yoğunluğu 1’dir dediğimiz zaman bu kıyamete kadar değişmeyecektir. Bu muhkemdir. Ayda hayat yoktur dediğimiz zaman, bu şimdi doğrudur ama bin sene sonra doğru olmayabilir.
İkinci grup ise nass grubu sizin emin olarak bildiğiniz bir şeyi ne olur ne olmaz diye sormanızdır. Amel edeceksiniz, erteleyemezsiniz. Sizce bilgisi emin olmasa da yapılması gerekenleri vakti gelince yapacaksınız, sormayacaksınız. Bilemedim, erteledim mazereti kabul edilmez. Gecikmeden dolayı sorumlu olursunuz. Hatadan dolayı sorumlu olmazsınız.
Genellikle hata burada yapılır. Hata yapmayayım diye bilhassa devlet memurları, mahkemeler ipe un sererler, kırk sene sonra karar verirler. İşte bu şiddetle yasaklanmıştır. Bu “sormayın” nehyi içine girer.
Sormanın yasak olduğu başka bir yer daha vardır. Çarpmayı biliyorsunuz. 315 kilo patates aldınız, 24 kuruştan kaç lira ödemeniz gerektiğini çarpma ile bilebilirsiniz. Ama çarpma yapmıyorsunuz da ‘hele bir dur muhasibe sorayım’ deyip ödemeyi geciktiriyorsunuz. Bu sorma da yasaklanmıştır. Usulcüler bunlara, nass, zahir, hafi ve müşkül diyorlar. Nass emin olduğun bilgidir, zahir tahmini bilgidir, hafi bilebileceğin bilgisizliktir. Müşkül ise bilip bilemeyeceğin belirsiz bilmediklerindir. Burada istersen içtihat yapar uygularsın, istersen beklersin. Böylece sorulacak yer çok aza indirilmiş oluyor. Yani bilmiyorsanız sorun âyeti ile eşyadan sormayın âyeti arasındaki sınır “sormayın”da genişletilmiştir. Sormayacaksın, içtihadınla ne gerekiyorsa onu yapacaksın. Bu da çok önemli bir fıkıh kuralıdır.
Kişi sormadı, içtihat yaptı, içtihadında hata yaptı. Sorumlu olmaz.
O halde içtihadının ne olduğunu nasıl bileceğiz?
İşte bu sebeple diyoruz ki herkes içtihatlarını yazmakla ve tescil etmekle yükümlüdür. Ondan sonra da o içtihatları ile hareket edecektir. İçtihadını değiştirebilir ama içtihadını değiştirdiğini de yazılı hâle getirecektir. Bugünkü ifade ile resmi gazetede yayınlamalıdır.
İçtihadını değiştirmiş ama henüz yayınlamamışsa onu uygulayamaz. İçtihadını değiştirmiyor, daha önce içtihat yapmadığı işte içtihat yaptıysa, onu yayınlamadan önce uygulayabilir ama en kısa zamanda yayınlamalıdır. Yargıya geldiği zaman sonra da olsa yayınlanmış olmalıdır. Böylece istediği gibi içtihadını değiştiremez, keyfi uygulama yapamaz.
عَنْ أَشْيَاءَ
(GaN EaŞYAEa)
“Eşyadan”
Eşyadan sormayın. Şeylerden sormayın.
“Seele” fiili müteaddi fiildir. Mef’ulü sorulandır. “Ahmet’e gelip gelmeyeceğini sordu, Ahmet’ten borcu istedi” deriz. Arapçada istemek ve sormak aynı kökle ifade edilir. Sail hem sorandır hem de dilencidir. Saili nehr etmek aynı zamanda sual soranı azarlama, onu ta’yib etme demektir. Soru sorulana kendine sorulmasını yasaklama denilmektedir. Aksine soruyu değerlendir demektir.
“La teselu” soru sorana sorma demektir. Arapçada sorulan nesne “An” ile getirilir. Burada “An” ile getirilmiştir.
Ruhu’l-Kur’an’a bakıp “seele”nin nasıl geldiğini görelim. “Seele Eşyae” derse ondan eşyayı istemiş olur. “Seele An Eşyae” derse ona eşyadan sormuş olur. “Seele Bi eşyae” dendiğinde ise bilgi almak için sormuş oluyor. “An” ile olur, icab için sormuş olur yani eşyanın hükmünden sormuş olur. Şöyle mi yapalım böyle yapalım diye sormuş olur. “Min” teb’iz için gelir.
Burada üzerinde duracağımız “Eşya” kelimesidir. “Şey” kelimesi düşünülmüş, tasarlanmış anlamındadır. Buna göre resimde görünen de şeydir. Çünkü sen tasarladın da onu yaptın. Planlamada yer alan bütün değerler dışarıda karşılığı olmasa da o “şey”dir. Daha olmamış ama olabilecek olan birer şeydir. Allah’ın indinde “şey” O’nun murad ettiği yani arşı kaplayan levhi mahfuz, değişmeyen her varlık bir şeydir.
“Eşya” bunların çoğuludur. Nekre gelmiştir. Gayri munsarif olduğu için tenvin almamıştır. Esreli gelmemiştir.
Bu vezinde cem olanlar yalnız sıfat oldukları zaman gayri munsarif olur. Cem ve vasıf birleşmiş olur. Oysa şey sıfat değildir. Var olan varlıktır. O takdirde bunun munsarif olması gerekir.
“Eşya” kelimesi Kur’an’da iki defa geçmektedir. Birinde mef’ul olduğu için üstünlüdür. “Hum”a izafe edildiği için de tenvinsizdir diyebiliriz. Orada munsarif olup olmadığını bilemeyiz. Burada munsarif olarak getirilmiştir.
Kur’an birçok yerde böyle ilk başta gramer hatası yapar gibi görünür. Eşyanın ismin çoğulu olduğu dolayısıyla munsarif olması gerektiği halde bilemediği için gramer hatası yapmış gibi gelebilir. Böyle pek çok yerde rastlanmış, hattâ muteber tefsirciler bile Kur’an nâzil olduğu zaman bu kurallar yoktu, dolayısıyla o şekilde gelmiş olabilir demektedirler. Hatayı Kur’an’da aramayız, hatayı kuralda arayabiliriz. Çünkü Kur’an okunduğu zaman hiçbir Arabın beyninde hata işareti vermedi.
Biz bu şekilde yorumlamıyoruz; ne Kur’an’da gramer hatası var ne de bu kural hatasızdır. Burada çok derin bir felsefe saklıdır; bu da “şey”in ne olduğu meselesidir. Ta Yunanistan döneminden beri tartışma vardır; varlık nedir? Kant ve diğer filozoflar da felsefelerini bu tartışmaya dayamışlardır. Kâinat cüz’ün la yetecezzalardan yani parçacıklardan oluşur. Eşya bu parçacıkların bir araya gelmesi ile oluşur. Şey parçacıkların kendileri değil onların dizilişidir. Yani parçacıkların kendileri değil de vasıflarıdır. Tuğlalarla evi ördüğünüz zaman ev şey olur. Ama tuğlanın oda olması cevher değil vasıftır. Çünkü tuğlalar değişmemiştir. Cevher aynı kamıştır. Oda olan varlık değil sıfattır.
Filozoflar bu sorunu bir türlü çözmemiştir. Ankara Anadolu’nun bir cüzüdür. Dolayısıyla Anadolu’nun cüzüdür ayrı varlık değildir. Bizim burnumuz da öyledir. Çıkıntı olduğu için burun demişiz. Orada yapılar yığıldığı için Ankara demişiz. O halde Ankara ayrı bir varlık değildir, vasfıdır. Bu kavram sanki renk anlamındadır, şey de bunun gibi renk gibidir. O halde bir şeyi meşiet etmek demek onu oluşturan parçaların istendiği şekilde dizilmelerini istemek demektir. Eşyanın gayri munsarif olduğu işte bu gerçeği ifade etmektedir.
Kur’an’ın bu kelimesinin manâsını kavramak için Eflatun’un idelerini, Aristo’nun suret ve heyulasını, Kant’ın varlık felsefesini ve İslâm âleminin cüz’ün layetecezza teorilerini bilmek gerekir. Şimdi siz onları okurken çok daha zevk alacak, nerelerde hata ettiklerini daha iyi kavrayacaksınız. Tefsircilerin o kadar bunun üzerinde durmaları, buna bir çözüm aramaları, onların da ne kadar muhakkik olduklarını göstermektedir.
Allah onlardan razı olsun.
“Eşyadan sual etmeyin” diyerek işaretle yukarıda bilgileri bize vermekte ama ibare ile de çok fazla incelik titizlik gösterip vesvese içine düşmeyin anlamını da taşımaktadır. Lemem yani küçük sapmaları dikkate almaya çalışmak demektir. İnsanın ilmi eksiktir, azdır, nisbidir, izafidir, ihtimalidir, takribidir.
Yirminci yüzyılda bu fizikte ispatlanmıştır. Einstein genel ve özel izafiyet teorisi ile bunları anlatmıştır. Genel izafiyette hepimize görülen aynı hatalardır. Mesela trende yolculuk yapan insanlara dağların gerisin geriye yürüdüğü görülür. Biz de uzayda yürüdüğümüz için birçok hareketleri ona göre görürüz. Tersine yürüseydik olayları başka türlü görecektik. Bize gelenleri önümüze alır ona doğru yürürsek daha erken onları arkamıza almış oluruz. Geleceğimizdir. Arkamıza alırsak onlar bizi arkalarına alırlar. Özel izafiyet nazariyesi ise aynı şeye değişik yönden bakmamızla oluşur. Burada zamanla değişme yoktur. Mekânla değişme vardır. Ondan sonra Heizenberg kesin hata formülünü bulmuştur. İnsana yakından bakarsan inceliklerini görür ama simasını göremezsin, uzaktan bakarsan simasını görürsün ama incelikleri görmezsin. Plank ve Schrodinger elektronların atom etrafına dolaşmalarını bir ihtimaliyat bulutu ile açıklamışlardır. Düz yörünge yerine olasılık bulutu ile açıkladılar. Bütün bunlar şeyin cevher değil de araz olduğunu gösterir. Diğer taraftan da bizim bilgimizin kesin olmadığını ifade eder.
إِنْ تُبْدَ لَكُمْ تَسُؤْكُمْ
(EiN TüBDa LaKuM TaSUEKuM)
“Size ibda edilirse size su’ eder.”
Buradaki fiil su’dur. ‘Su'” kötülük anlamına gelir. Yani eğer eşya size ibda edilirse ibda edilen eşya size kötülük yapar. “Su'” kelimesi “Hasen” karşıtı olarak getirilmektedir. Hak ve bâtılın dört türü vardır. Hata ve sevap, nef’ ve zarar, adl ve zulm, bir de hüsn ve su’. Fıkıhçılar hüsn karşılığı olarak su' değil de kubh kullanmaktadırlar. Firavun halkının âhirette de makbuhlardan olacağını bildirmektedir, Su’ ise 167 defa geçmektedir. Kur’an Kur’an’ın mesani yani ikili olduğunu söylemektedir. O halde tek sayıda bir kök geçmelidir. Su' ise Kur’an’da 167 tek olarak geçtiğine göre ona tekli bir yakın anlamlı kelime bulmamız gerekir. Bu da “kubh”dur 168 eder; 7*3*2*2*2=168 eder.
Hüsn kelimesine bakalım. Hüsn kelimesi ise 194 defa geçmektedir. 2*97 eder. Çift olarak geçtiği için eş aramamıza gerek yoktur. Badiye açık olan gözün yaşadığı kadar görünen ibda etmek demek ortaya koymak demektir. Beyanda üstünü açıyorsun. İbdayı ise çırılçıplak yapıyorsun. Size ibda olunursa kim ibda edecek demiyor. Allah kelimesini ibdanın faili yapmamaktadır. Meçhul sigası ile kullanılmaktadır. “Leküm” size demektir. O siz Asr-ı Saadet halkıdır. Sahabelerin kendileridir. İslâmiyet’in başlangıcından elli sene geçmiştir. Peygamberin ölümünden 30 sene geçmiştir. Muhatap olan halk bu halktır.
Şimdi şunun tahliline geçmeliyiz. Neden onlar kötü olurdu. İşler günü geldikçe yapılacaktır. Bundan 1400 sene önce Kur’an uygulanamazdı. Mesela ne uygulanamazdı? Tüm insanlık tek ümmettir. Kur’an tüm insanlara rahmettir. O gün insanlık tek ümmet olamazdı. Ulaşımları yoktu, haberleşmeleri yoktu, ortak banknotları yoktu, fen ilimleri gelişmemişti, bilgisayarları yoktu. İşte Kur’an’da birçok âyet vardır ki ancak bugün uygulanabilir. O gün o âyetler anlaşılmıyordu. Eğer gerçek manâları açıklamış olsaydı o uygulayıştan vazgeçmekle kalmaz, İslamiyet’i terk ederlerdi.
Kur’an hükümlerinin uygulanabilmesi için:
a) Uçağın icat edilip bir günde dünyanın her yerine gidilmesi gerekmektedir. Öyle âyetler vardır ki onların uygulanması için ışınlanmaları gerekebilir. Şimdi biz onların hükümlerini sormayacağız.
b) Ulaşım için cep telefonunun icat edilmesi ve herkese ücretsiz verilip ücretsiz kullandırılması gerekmektedir. Demek ki bugün de Kuran’ı uygulayamayız. Bir gün gelecek ben Ahmet’e 1000 lira verdiğim zaman ben Ahmet’ten 1000 TL aldım diyecek, tuşa basacak; işte az olsun çok olsun yazılmış olacaktır. (İsveç geçen hafta banknotu kaldırdı)
c) Kur’an’ın tam uygulanabilmesi için gecenin yarısını uyanık geçirmeliyiz. Karanlıkta ne yapabiliriz ki. O halde elektrikli motor ve aydınlanmanın keşfedilmiş olması gerekir.
d) Nihayet bilgisayarların icat edilmiş olması gerekir. İşte onlar bugünkü teknoloji sayesinde yapılanları onlara emretse onlar yapamayacakları için Kur’an yapılamayan işleri emredecekti. Hiç yazmazsa o zaman da biz fetret devresinde olacaktık. Ne yazdı? Kur’an’da o hükümleri yazdı ama o günkü insanlar onları anlamadıkları için onlara farz olmazdı. Şimdi bunları anladığımız için bizi bağlamaktadır.
وَإِنْ تَسْأَلُوا عَنْهَا
(Va EiN TaSEaLUv GaNHAv)
“Ve onlardan sual edecek olursanız.”
“Sual etmeyiniz” nehyinden sonra bu yasağın neden konduğunu açıklamaktadır. Bunun için “Ve” harfi ile atfetmektedir. Nehiy cümlesine şart cümlesi atfedilince o nehyin hikmetini açıklamış olur. “Ve”siz söylense cümle nehyin şartı olmuş olur. Bu şartla yapmayın anlamı çıkar. Bu vava itiraz vavı diyebiliriz. Atıf değildir. İsti’naf değildir. Hikmetini açıklarken fiil cümlesini yapmaktadır. Fiile zamir gitmeyeceği için fiil tekrar edilmiştir. “Hâ” zamiri ile de eşyaya işaret edilmiştir.
Burada sorulması yasaklanan şey nedir?
Kur’an’da ne söylenmişse söylenmiştir, ne mücmel veya müteşabih bırakılmışsa bırakılmıştır. Resul ne uygulamakta ise uygulamaktadır. Siz de ne anlıyorsanız anlıyorsunuz, ona göre hareket edeceksiniz. Fazlasını sormayacaksanız.
Eğer fazlası açıklansaydı hükümler kendi zamanında somutlaşır, sonrada uygulanamazdı. Oysa Kur’an kıyamete kadar bütün topluluklara hitap edecektir. Onlara emredecektir. Onlara yol gösterecektir. Onların sorma imkânı yoktur. Resule de sorma imkânı yoktur. Size farklı muamele yapılırsa o zaman örnek topluluk olamaz. Oysa Hazreti Muhammed de bir insan muamelesini görmüştü. İnsan olarak ve yönetici olarak Hazreti Muhammed’in bizden hiçbir farkı yok, Asr-ı Saadet’in de bizim topluluktan hiç bir farkı yoktur.
Allah onlara ne yardım etmişse bize de etmektedir. Eğer bir savaşta yağmur yağdırarak onlara yardım etmişse, mutlaka bize de benzer yardımlar yapmaktadır. Her biriniz kendi hayatınızı düşünün, kendi topluluk hayatınızı düşünün, bu tür olaylarla karşılaşırsınız. Nasıl biz şimdi resule sualler soramıyorsak, onlar da sual soramıyordu. Bizim uygulama imkanımızla onların uygulama imkanı aynı idi.
حِينَ يُنَزَّلُ الْقُرْآنُ
(XIyNa YuNazZaLu eLQuREANu)
“Kur’an nâzil olduğu hînde.”
“İz” geçmiş zamanı, “iza” gelecek zamanı içerir ve “iza” şartı da kapsar. “Hîn” ise bir zamanı ifade eder. Nâzil olma zamanı içinde sormazsınız.
Kur’an nâzil olurken Kur’an’ın manâsının sorulması yasaklanmıştır. Hazreti Peygambere de uygulama dışında açıklama yasaklanmıştır. Kur’an metin olarak inmiş, yorumu yapılmamış, uygulama örneği gösterilmiştir.
Kur’an Hazreti Muhammed zamanında neden uygulama dışında açıklanmamıştır?
Bunu anlayabilmemiz için şeriata göre yaşamanın nasıl mümkün olduğunu yeniden hatırlayalım. İki kişi veya daha fazla kişi oturup sözleşme yaparız. Sözleşme yaparken tartışırız. Rızamızla sözleşmeyi yaparız. Anlaşamadığımız hususlar sözleşmelere girmez. Sözleşmeye giren her şey artık bizi bağlar, sözleşmeye girmeyen hiçbir şey bizi bağlamaz.
Sözleşme yapıldıktan sonra hepimiz sözleşmelere uymakla yükümlüyüz. Ne var ki sözleşmeyi her birimiz kendimiz nasıl anlıyorsak öyle uygularız. Sözleşmenin yorumlanmasını kimseye bırakamayız. Artık sözleşmenin manâsı bu mudur, şu mudur diye taraflara sormayız. İşte sözleşmeyi birlikte yapmak gerekiyor ama sözleşmenin birlikte yorumlanması diye bir şey yoktur. Herkes sözleşmeyi kendisi yorumlayıp uygular. İşte buna “içtihat” diyoruz. Sözleşmedeki ittifak şartı bizi birbirimize bağlar. Sözleşmeyi herkesin kendisinin yorumlaması bizim özgürlüğümüzü ortaya koyar. Bunun bizim hayatımızdaki örnekleri şudur. Meclis kanun yapar. Hükümet onu uygular, kendisi yorumlar ve uygular. Kanunların yorumunu da isteyemez. Hattâ kanun teklifinde de bulunamaz. Bugünkü Türkiye’de hükümetlere kanun teklif yetkisi verilmiştir ve öncelikle o teklifler görüşülür!
“Kur’an nâzil olduğu zaman” denmektedir.
Kur’an “kitap” değil de “Kur’an” kelimesini kullanmaktadır.
“Kur’an” son ilâhi kitabın özel adıdır. Tevrat ve İncil nasıl o kitapların adı ise Kur’an da son kitabın adıdır. Diğer kitaplar mucize kitaplar değildir yani onların lafızlarında icaz yoktur. İcaz sadece son kitapta vardır. Daha önce peygamberler mucize gösterir öylece kitaplara inanılırdı. Kur’an ise kendisi mucizedir ve insanlar önce Kur’an’a inanırlar, sonra onun peygamberine inanırlar. Kur’an’ın mucizesi için insanlar, peygamberi hatırlamayı bile gerek görmezler. Onun Kur’an’ı öğreten peygamber olduğunu unuturlar. Kur’an’ın temel vasfından dolayı, lafzı mucize olduğu için özel adı “Kur’an” olmuştur.
Diğer kitaplarda hükümler ayrıntılıdır. Oysa Kur’an’da hükümler formüller hâlindedir. Siz onu içtihadınızla uygulayacaksınız. Bu sebepledir ki eski kitaplarda içtihat ve icma müesseseleri yoktur. Oysa son kitap içtihat ve icmasız uygulanmaz. Burada o sebeple “Kur’an nâzil olduğu zaman” diyerek Kur’an’ın resmî açıklamasının istenmemesini istemiştir. Bugün İncil’i açıklamak yalnız Papa’nın yetkisindedir. Oysa Kur’an’ı açıklamak ise herkesin yetkisindedir, Kur’an’ın resmî yorumcusu yoktur.
Kur’an bize sözleşmeyi nasıl yapacağımızı öğretmektedir. Oysa sûrenin başında olduğu gibi sözleşme yapıldıktan sonra artık Kur’an’a değil sözleşmeye uyulacaktır. Sözleşme serbestliğinin sağlanması için Kur’an’ın resmî yorumu yapılmamıştır. Şeyhülislamların fetvaları bunun için meşru değildir.
تُبْدَ لَكُمْ
(TuBDa LaKuM)
“Size ibda olunur.”
Bir iş yaptığınız zaman mevcut sözleşmelere uyarsınız. O sözleşmeleri açıklamak size ait olur. Onun açıklanmasını da sözleşme yapanlardan talep edemezsiniz. Sözleşme yapılırken de buna dikkat edilmesi gerekir. Gereksiz kayıtlar ve şartlar konmamalıdır. Mesela giyinme şartını getirebilirsiniz ama giyinme şekli üzerinde gereksiz şekilde durmak doğru değildir. Biz muhasebe yazarken şöyle kâğıda şöyle şekilde yazılacaktır şartlarını getirdiğimiz zaman yazmaktan vazgeçerler. İbadetlerde de ağır şartlar getirirsek ibadetleri terk ederler. Cemaatle namaz kılınan yerlerde sünnet namazları kılma bunun için nehyedilmiştir.
Biz farzlardan sonra iki rekât sünnet kılarız. Bunları aslında başka yerde kılmamız gerekir, sonra kılmamız gerekir. Biz yapamadığımız için sünnetlerden hepten kopmamak için farzların arkasından kılıyoruz. Namaz kıldıran imamın önüne seccade serilmelidir. Seccadede yalnız farz namazı kılınmalıdır. İmam sünnet namazlarını seccadede kılmamalıdır.
Sorulduğu zaman doğrusu size söylenir ama birçok zaman o doğru yapılmaz. Oysa söylenmeyen içtihada bırakıldığı zaman yere göre içtihat imkânı doğar.
Roma hukukunda halkın sözleşme yapma yetkileri yoktu. Tip sözleşmeler vardı. O tip sözleşmeleri görevlinin huzurunda kabul ederlerdi. Böylece sözleşme tamamlanırdı. Bu husus Tevrat’ta da buna yakındır. İnsanlar o zaman sözleşme yapma rüştüne ermemişti. Serbest sözleşme ilkesini ilk olarak Kur’an getirmiştir. Bu sûrenin başında akitleri ifa edin emriyle yeni bir düzen ortaya getirmiştir. Bu serbest sözleşmeler düzenidir. Avrupa’da kilise buna asla müsaade etmiyordu. Avrupa’da nikâh ve tapu akitleri hâlâ resmî görevli huzurunda yapılmaktadır.
Kur’an resmi sözleşme geleneğini kaldırmış ve yerine serbest sözleşme sistemini, borçların yazılması sistemini getirmiştir. Resmî işlemler de tarafların seçtikleri şahitler tarafından saklanmaktadır. Bugün tescil edenle saklayan aynıdır. Mesela noterle onu muhafaza eden aynı kişidir. Oysa bu sonra onun üzerinde oynama imkânını verir. Kur’an ise şahit ile kâtibi ayırmıştır. Kâtip belgeleri yazar, şahitler ise o belgeleri saklarlar. Bu sebepledir ki bizde kaydeden muhasip ile raporları alan muhasip farklıdır. Alanın muhasibi var, verenin de muhasibi var, kaydederler. Genel muhasip ise raporları alır.
عَفَا اللَّهُ عَنْهَا
(GaFay elLAHu GaNHAv)
“Allah onlardan affetmiştir.”
Evet, insanların özgürlüğünü sağlamak için sözleşme yapmış olsalar bile, sonra o sözleşmelerde biraz rahat hareket etmeleri gerekir. Dolayısıyla uygulamadaki incelikler uygulayıcıya bırakılmıştır. Sisteme zarar vermeyen eksikliklere göz yumulmalıdır. Bu sebepledir ki birçok kötülükler sadece haram edilmiştir. Cezalar konmamıştır. Haramlar sadece kamu tarafından korunmaz ama yapanlara ceza da verilmez. Sonra birçok kötülükler bildirilmiş ama onlar haram da yapılmamış, devlet onları da korumaktadır. Çünkü devletin korumaması demek bizzat ihkak-ı hakka kalkışma demek olur, bu da fitneye sebep olur. Bu sebepledir ki eşyadan insanlar muaf tutulmuştur. Helali haram haramı helal yapmak şirk sayılmıştır. Görevlilerin kanunlara ilaveler yaparak yasaklar veya vecibeler getirmesi şirk sayılmıştır.
Yasalar sözleşmelerden oluşur. Halk ve görevliler kendi içtihatları ile uygulama yaparlar. Kimsenin kimseye karışma yetkisi yoktur. Üst asta talimat vermez. Görev verir ama görevi nasıl yapacağını ona anlatmaz. Görevli kendi içtihadı ile görevi yerine getirir. Görevli görevi yaparken görev verene danışamaz. Görev verenin yasama yetkisi yoktur. Kendi seçtiği dayanışma sorumlusuna danışabilir. Uymak zorunda değildir.
Affetmek demek kökünden silmek demektir, mağfiret etmek demek cezalandırmamak demektir. Bunun anlamı şudur. Kişi içtihadında hata ederse sorumlu değildir. İçtihatlar tescilli ise ve içtihat iptal edilmemişse kişi o içtihadı ile hareket edecektir. Hatasından dolayı sorumlu değildir. Zarar vermişse bile tazmin etmek durumunda değildir. Onunla sözleşme yapanlar ona göre sözleşme yapmış olmaktadır.
Herkes içtihadına göre hareket edecektir. Ne var ki bu içtihatların bilinmiş ve tescil edilmiş olması gerekir. İçtihadına göre hareket etmez de zarar gelirse onu kendisi tazmin eder. İçtihadına göre hareket eder de zarara sebep olursa onu kendisi değil dayanışması tazmin eder.
وَاللَّهُ غَفُورٌ حَلِيمٌ (101)
(VelLAHu ĞaFUvRun XaLIyMun)
“Ve gafur halim olan ise Allah’tır.”
Bundan önce fiil cümlesi geçmişti. Şimdi isim cümlesi geçmektedir. Bu hâl cümlesidir, “Vav” da hâl vavıdır. Bunda mağfiret ile afta fark vardır.
Bir adam size bir zarar verdiyse, sonra siz onun bedelini ödetip verdiği zararı vermemiş kabul etmek mağfirettir. Af ise hiç bir şey ödetmeyip o fiili yapmamış görmektir.
Kişi içtihadında hata ederse mafuvdur. Topluluk onu affetmiştir. Yani hatasından dolayı yaptığı zarardan sorumlu tutulmamaktadır. Ama mağdur olanların o mağduriyetlerini bir topluluk gidermelidir.
“Allah” kelimesi burada izhar edilmiştir. Birinci Allah yasaları koyan, sözleşmeleri yapan kimselerdir. Sözleşmede geçmeyen hususlarda taraflar içtihatlarında serbest bırakılmışlardır. Burada ise topluluğu dayanışma ortaklığı teşkil etmektedir. Zararları dayanışma ortaklığı giderecektir. Meclis ilmî dayanışma sorumlularından oluşur. Yasaları bunlar yaparlar. Ödemeler ise ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıklarınca yapılır. Ayrı kurum olduğu için izhar edilmiştir.
Burada bir hususa işaret etmekte yarar vardır.
Kur’an sözleşme midir yoksa bir bilgi kitabı mıdır?
Önce Kur’an tüm insanlığa gönderilmiş kitaptır. Kimsenin imtiyazında değildir. Resmî yorumcusu da yoktur. Onu Allah sözü kabul etmeseler bile herkesin ondan yararlanma ve onu okuyup öğrenme, kritik etme yetkisi vardır. Kuran’da kimsenin telif hakkı yoktur. Kimsenin de kendi yorumunu karşı tarafa dayatma imkânı ve gücü yoktur. Bu yönüyle Kur’an bir hüküm kitabı değildir. Sözleşme değildir.
Kur’an’ın Allah sözü olduğunu kabul edip ben Kur’an’ın hükümlerini kabul ediyorum diyenler için artık sözleşme olmuştur. Kur’an ehlinin anayasasıdır. Bu artık sözleşme hâline geldiği için onların Kur’an’ın hükümlerine uymaları gerekmektedir.
Ne var ki Kur’an’ı yorumlama herkesin kendi yetkisindedir. Kur’an farklı yorumlandığında o nasıl bizim ortak sözleşmemiz olacaktır? İşte bu sorunu çözecek şey ise içtihat ve icma müesseseleri ve dayanışma ortaklıklarıdır. Dayanışma ortaklıklarını oluşturmadan içtihat müessesesini kabul etmek hiçbir manâ ifade etmemektedir. Çünkü o içtihadı ile hareket edemez. Ederse sorumludur ve sorumluluktan ezilip gider.
İnsanı özgür hâle getirmek için önce içtihatları sigortalamamız gerekir. Bu dayanışma ortaklığıdır. Ondan sonra içtihadınla hareket et, sorumlu sen değilsin, biz dayanışma olarak tazmin edeceğiz denmiş olur. İşte burada sizden affedilmiş ama toplulukta ise sigortalanmış bulunuyorsunuz diyor.
Burada “gafur”un vasfı olarak “halim” kelimesi getirilmiştir.
“Halim” helva gibi tatlı anlamındadır. İsmi fail anlamındadır. Acıtmadan tatlılıkla bunu yapacaktır.
Bu neyi ifade eder?
Dayanışmada zararın etkisini ortaklara yüklerken ortaklara sıkıntı vermeyecektir diyoruz. Yıllık taksit senelik gelirin onikide birinden fazla olmamalıdır. Bunun için iki yol vardır. Biri dayanışma ortaklıklarının sayısını genişletmektir. Bucaktaki ortaklar yetmezse il, ildeki ortaklar yetmezse ülke, ülkedeki ortaklar yetmezse insanlık ortakları katılacaklar demektir. Yine de acıtacaksa, o zaman ödeme yılları uzatılır. “Adil Düzene göre İnsanlık Anayasası”nda bunlar zikredilmiştir. Fıkıh ve istihsan ile yaptığımız o tesbitlere burada “halim” kelimesi ile ulaşmış oluyoruz. Nassla teyit edilmektedir.
Allah Kur’an’da diyor ki: Sonra biz onu beyan edeceğiz.
Kur’an vahiy kesildikten sonra nasıl beyan etmektedir?
Eskiden peygamberlere vahyetmekteydi. Cebrail gelip onlara söylüyordu yahut peygamberlere ilham ediyordu. Uyguladıktan sonra sükût ederek tasdik ediyordu yahut melek gelip doğruluyordu. Kur’an’dan sonra bu usul değiştirildi.
Şimdi biz bir sorunla karşı karşıya geldiğimizde aklımıza çözüm gelmektedir. Buna istihsan denmektedir. Sonra istihsanımıza Kur’an’da delil arıyoruz. Eğer istihsanımız doğru ise Kur’an’da delil ortaya çıkmaktadır. Yalnız bu delili ararken kurallar içinde manâ vererek arıyoruz. Kur’an’ı bizim istihsanımıza yaklaştırma zorlaması yapmıyoruz.
Eğer bulduğunuz delil kurallara uygun ise o ayetin ona delalet ettiğinde icma hâsıl olmaktadır. Bu da Cebrail’in teyidi kadar kesin delil sayılmaktadır. Biz Adil Düzen Anayasasını önerip size insanlığa sunduk. İnsanlar bunların üzerinde ve deliller üzerinde düşünecekler tartışacaklar, uygulayacaklar. İcma haline gelenler kesin olacaktır.
Demek ki önce istihsan yaparız. Bu istihsan varsayımdır. Daha önceki varsayımlar içinde bir varsayımdır. Ondan sonra da onun ispatı için Kur’an’da delil ararız. Bulursak istihsanımız doğrudur demektir. Ondan sonra uygularız, istediğimiz hedefe ulaşmışsak anladığımız doğrudur demektir. Birinci Kur’an uygarlığı böyle doğdu. Büyük başarıya ulaştı. Avrupa uygarlığının doğmasına da sebep oldu. “Adil Düzen Uygarlığı” da böyle olacaktır. Çok daha ileri uygarlık olacaktır.
***
قَدْ سَأَلَهَا قَوْمٌ مِنْ قَبْلِكُمْ
(QaD SaEaLaHAv KaVMun Min KaBLiKuM)
“Sizden kabl bir kavim onu sual etti.”
“Kad” kelimesi hâli de içine alan yakın geçmişi ifade eder. Kur’an nâzil olmadan en yakın kavm. “Kabl” kelimesi daha önce değil bir önceyi ifade eder.
Kimdir bunlar?
Roma ve Bizans’tır. Bütün Hıristiyanlar değildir. Sadece Romalı Hıristiyanlardır. Onlarda papa fetva veren ve yorum yapan makamdır. Peygamberin yerine gelmişlerdir. İçtihatla değil ilhamla fetvalar vermektedirler. Bu fetvalar zamanla Hıristiyanlığın değişmez doktrini olmuştur. Bunlardan biri tek evliliktir. Din adamlarının evlenmemesidir. Boşanmanın olmamasıdır. Haram gözle bakıldığında o gözün oyulmasıdır. İncil’de bu hükümler yoktur. Tevrat’ta da yoktur. Oysa Hıristiyanların şeriat kitabı Tevrat’tır.
Roma hukuku böyle bir hukuktur. Eşyaların zikredildiği bir hukuktur. Roma hukuku Kıbrıslı Zenon tarafından kurulan Stua ekolünün laikleştirdiği Tevrat hukukunun Roma’da yayılması ile doğmuştur. Sonra Hıristiyanlığı kabul ederek Tevrat hukuku resmen Roma hukuku olmuştur. Zamanla papaların fetvaları ile eşya hukuku hâline gelmiştir.
Yukarıda saydığımıza benzer hükümler yer almıştır. Bu hükümler önce yani ahkâmı içeren hükümler olmadığı zamanlarda Roma uygarlığının doğmasına sebep olmuş ama ondan sonra bu eşya hükümleri uygarlığı çökertmeye başlamıştır. Batı bu cendereden İslâm hukukunu kabul etmekle kurtulmuş, serbest sözleşme ilkesini getirmiş, o sayede bugünkü uygarlığa ulaşmıştır. Fizikteki buluş tekniğe dönüşmekte, halk tekniği gözleri ile görmektedir. Oysa hukukta yapılan yenilikleri insanlar görmezler, sonra yaşadıklarının da farkında olamazlar.
Oysa insanlara çalışma imkânı sağlayan hukuktur.
Elde ettikleri sonuçları değerlendiren de hukuktur.
ثُمَّ
(ÇumMa)
“Sonra”
Bu “Sümme” çok önemli kelimedir. Fetva istendiği zaman verilen fetva o günkü şartlarda çok iyi sonuç verir. Çözüm kaynak tarafından yapılmıştır. O tarihte bir sıkıntı yapmaz. Sıkıntı ne zaman doğar? Zaman geçince, o eski fetva işe yaramayınca, işte o zaman sorun olur. Bunun için “sonra” kelimesi getirilmiştir.
Nitekim başlangıçta Roma ve Bizans için büyük başarılar kaydetmiş olan eşya hükümleri sonra Batı Roma İmparatorluğu’nu yıkmış, papalığı onun yerine ikame etmiştir. Papa ahkâm fetvaları üzerinde ısrar edince kilise yıkılmış ve Batı ateist hâle gelmiş, Bizans İmparatorluğu tamamen ortadan kalkmıştır.
Aynı durum İslâm âlemine de olmuştur. Fıkıhta yapılan içtihatlar ve icmalar İslam uygarlığını dünyanın süper uygarlığı haline getirmiştir. Ama 400. hicret yılında eşya hukuku kabul edilmiş, resmi fetvalarla şeriat dejenere edilmiş ve İslâm uygarlığı duraklama dönemine girmiş, 600 sene duraklama içinde kalmıştır. Sonra çökmeye başlamış ve dört yüz sene içinde çökmüştür. Bu çöküşün kaynağı Kur’an değil fıkıhtır. Fıkıh zamanında çok ileri hükümlere sahip olduğu halde zaman geçince artık işe yaramaz hâle gelmiştir. İçtihat kapısı kapalı olduğu içinde yeni bir şey yapılamamıştır.
Gazneli Mahmut hicri 400 senelerinde içtihat kapısını kapatmış, bugüne kadar kapalı kaldığı için çökme oluşmuştur. Daha Fatih zamanında İslâm’ın en güçlü olduğu dönemlerde bile yeni sorunları çözmek için kanunlar çıkarılmaya başlamıştır. Şeyhülislamlık icat edilmiş ve fetvalarla devlet yönetilmiştir. İlk hızla Viyanalara kadar gidilmiştir ama sonra çökmeye başlamıştır. Bu sefer Batı kanunlarını aktarmaya başlamışlardır; hâlâ da aktarıyoruz. Meclis bir tercüme onay merkezi olarak çalışır! Kanunlar Batı’dan geliyor. Bürokratlar tercüme ediyor. Meclis de tercümeleri onaylıyor!
Her konuda durmadan kanun çıkarılıyor ama o kanunlar uygulanmıyor. Türkiye hukuk devleti değildir. Türkiye bürokratlarla hâkimlerin çekiştikleri veya dayanıştıkları bir devlettir. Ordu ile siyasi partilerin uzlaştıkları ve istediklerini yaptıkları bir düzendir. Bunun sorumlusu; Türkiye’yi kanun devleti yapacağım deyip kanunlarla memleketi boğanlardır.
Kanun uygulamak içindir. O kadar çok kanun vardır ki oturup sayfaları açıp sadece satır satır baksak, okumamıza gerek yoktur, ömrümüz biter, kanunlar bitmez. Tüzükleri ve yönetmelikleri eklediğimizde torunlarımız sayfaları çevirmeye devam ederler.
Eşyadan sormak bu demektir. İnsanların okuyup üzerinde düşüneceği kadar yasalar olur. Kalan ise içtihatla tesbit edilir. Ancak bu suretle “hukuk düzeni” kurulur.
Şimdi ne yapıyorlar?
Durmadan kanunları çoğaltıyorlar. Sonra kendileri istedikleri maddeleri uygulayarak keyfi yönetimi sürdürüyorlar.
Tüm kanunların toplamı 600 sahifeyi geçmemelidir. Kanun değiştirilecekse o ifadeler değiştirilmeli, bir madde çıkarılırsa başka madde konmalıdır.
أَصْبَحُوا بِهَا كَافِرِينَ (102)
(EaÖBaXUv BiHAv KAvFiRIyNa)
“Sonra ondan dolayı/ona kafirler olarak isbah ettiler.”
“Isbah etmek” kelime manâsı sabahlamaktır. Ama Arapçada bu beklenen bir şeye varma demektir. Yani varan beklemese bile doğa kanunları onu oraya götürür. Uykuda olan insan sabahın farkına varamadan ona ulaşır. İşte bu eşyadan sual edenler pişman olacakları yere ulaşırlar.
Bizans imparatorluğu yıkılmış, Batı Roma papalığa dönüşmüş ama sonra kilisenin baskısı ile Roma hukukunun işkencesine giren Avrupa sonunda isyan etmiş, papalığın hatasını Hıristiyanlığa yüklemiş ve dinsiz olmaya başlamıştır. Tek evlilik Avrupa’ya zina serbestîsini getirmiş, boşanma yasağı aile müessesesini yıkmış ve şimdi Batı dünyası soykırıma uğramaktadır. Nüfus gittikçe azalmaktadır.
Hiç sevmedikleri Müslümanlarla beraber yaşamak zorunda kalmaktadırlar. Çünkü çalışan nüfusu yoktur.
Türkler de içtihadı yasaklamanın cezasını çok ağır bir şekilde Batı’nın istilasına uğramakla ödemektedirler. Biz Adil Düzen Çalışmalarımızla bu durumu değiştirmek istiyoruz. İçtihat ve icma müesseselerini yeniden canlandırmak istiyoruz. Neler yapmakta olduğumuzu sıralayarak bu haftaki seminer çalışmamıza son vermek istiyoruz.
1- Her şeyden önce bu “Kur’an ve İlim Seminerleri”ne devam ediyoruz...
2- “Ruhu’l-Kur’an” çalışmalarımızla içtihat ekolünü temelden kuruyoruz...
3- Adil Düzen Muhasebesi” çalışmalarımıza devam ediyoruz... Böylece “Adil Düzen İşletmeleri”nin kurulmasına imkân sağlanacaktır.
4- “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” çalışmamızı Kur’an’la delillendiriyoruz. Böylece içtihat temrinlerini yapmaktayız.
5- “Adil Düzen”de işsizliğin “Halk İşletmeleri” ile çözülmesi üzerinde çalışılmaktadır. “Halk Ekonomisi” demek “Senet Ekonomisi” demektir. Muhasebe çalışmalarımız bitince “Kredileşme Ortaklığı” şeklinde faaliyete geçeceğiz. Bunun için bir kooperatif kurma hazırlığımız vardır.
Bunlar ilmî çalışmalardır. Bu ilmî çalışmaların faaliyete geçmesi için giriştiğimiz uygulama denemelerimize ara vermiş olmakla çalışmalarımızı tatil etmiş değiliz.
1- “Ahşap Evler” inşaat denemesini yaptık, ürettik ve iki tanesini sattık. Bir üçüncüsü de İstanbul (Çatalca/Arnavutköy) Bahşıyaş köyündeki arazimizde duruyor.
2- “Bakkal/Market Çalışması” yaptık. Bir seneden fazla zaman süresince uygulamalı işletme denemesi yaptık. Şimdi ara vermiş bulunuyoruz. Bu arada bakkal/market yeri satın alınmıştır.
3- “Ayakkabılık/Askılık” (Portmanto) imalatına başladık, 24’erden 8 partiyi imal ettik, 6’sını pazarladık. Atölye, yeri ile satın alınmıştır.
4- “Üçüncü Bin Yıl Uygarlığı”nı getirecek yüz dairelik inşaat projesini hazırlıyoruz. Projemiz bitince arsa verecek belediyelere başvuracağız; görüşmelere başladık bile…
5- Bu anlatacağımız onuncu teşebbüsümüzdür. Bu teşebbüs “Ahşap Dinlenme Evleri”dir... Dinlenme turizmi alanı olan Artvin’in Camili bucağında (Borçka) yerler ve faaliyet binaları ortaklığa konacaktır... “Ahşap Evler orada inşa edilecektir… “Ayakkabılıklar/Askılıklar” (Portmantolar) seri halde orada üretilecek, İstanbul’da pazarlanacaktır... Ayrıca ortaklara hem ucuz hem de en yüksek kalitede “Dinlenme Evleri” yapılacaktır... Bütün bunları burada duyurmuş oluyoruz...
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 64
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
مَا جَعَلَ اللَّهُ مِنْ بَحِيرَةٍ وَلَا سَائِبَةٍ وَلَا وَصِيلَةٍ وَلَا حَامٍ وَلَكِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ وَأَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ (103)
مَا جَعَلَ اللَّهُ
(MAv CaGaLa elLAvHu)
“Allah ca’l etmedi.”
“Bid’ etmek” bir şeyi yeniden ortaya çıkarmak;
“Fitr etmek” bir şeyi parçalayarak taneler hâline getirip onlarla örmek;
“Halk etmek” çamura veya kumaşa biçerek şekil vermektir.
“Ca’l etmek” ise mevcut olan bir varlığa bir fonksiyon yüklemek, onu görevlendirmek veya ona bir iş yaptırmaktır.
“Allah ca’l etmedi” diyerek burada kimseyi ve nesneyi böyle bir görevle görevlendirmedi, böyle bir özellik vermedi manâsını taşır.
Buradaki “Mâ”, fiil-i maziyi olumsuz yapan “Mâ”dır. Türkçede de geldi-gelmedi deriz yani “Mâ” ile menfi yaparız. Türkçe ile Arapça arasında böyle pek çok yakınlık vardır. Bu yalnız Türkçede değil dünya dillerinde de böyledir. Bu da tüm insanların bir anne babadan türediklerinin bir ispatıdır.
Allah insanları yeryüzünde ca’l etmiştir. Belli varlıkları özel olarak ca’l etmemiştir. Bu âyet “Kur’an nâzil olurken “Eşyadan sormayın” ’ dan sonra yer almaktadır. Gerçi harfi atıf getirilmemiş, konunun değiştiğine işaret etmiştir. Bu bakımdan bundan önceki âyette belirtilen konularla tamamen ilgisiz de denmez.
Acaba bu âyetin burada yer almasının hikmeti nedir?
Kur’an bir ormana benzer. Ağaçlar ve bitkiler gelişigüzel serpiştirilmiştir. Onların arasında bir ilgi yokmuş gibi görünür. Ne var ki son derece uyumlu bir hayat vardır. Önce güneşten gelen ışınları tam olarak kullanabilmek için önce direkt güneşten yararlanan ağaç yaprakları yer alır. Sonra gündüz ışığından yararlanan yapraklar yer alır. Böylece ışıktan tamamen yararlanılır. Bitkiler birbirlerine dayanarak soğuktan ve sıcaktan korunurlar. Kışın kar yağar ve ağaçların etrafını sarar. İlkbahar gelince metrelerce kar erimeye başlar. Ağaçların yanındaki kar önce erimeye başlar ve çukurlaşır. Çünkü ağaçlar canlıdır ve birbirlerini ısıtmaktadırlar. Ayrıca yapraklardaki buharlaşma da serinlik meydana getirir. Bu sebepledir ki canlının gölgesi cansızın gölgesinden daha serindir. Köklere varınca da kökler taşları toprak yaparlar, köklerinden su ve maddeleri alırlar. Değişik köklerde değişik asitler vardır. Ancak birlikte toprağı yenerler. Ayrıca bazı bitkilerde, mesela baklagillerde azot bakterileri vardır. Onlar, havanın azotunu organik bileşiklere çevirirler. Diğer bitkiler hava azotundan yararlanamazlar. Bu sebepledir ki bitkiler ormanda iç içe karmakarışık haldedir.
Kur’an’da da âyetler iç içe orada burada yer alır gibi görünmektedir. İlk bakışta aralarında bir ilişki yokmuş gibi görünür. Üzerinde durdukça birçok hikmetler ve yeni manâlar keşfedilir. Hepsini anlamamız ve bilmemiz imkânsızdır, ancak kıyamette hikmetlerini belki tam öğrenebileceğiz. Ama Kur’an’daki âyetler, ufukta görünenlerdir. Çabalayıp oraya vardığımız zaman orasını öğreniriz ama yeni ufuk ortaya çıkar. Ufukları bitiremeyiz. İlim de böyledir. Matematikte bir problem çözerseniz dört problem ortaya çıkar. İnsanın matematik bilgisi artmaktadır, çözümler artmaktadır ama problemler daha çok artmaktadır.
Şimdi bu âyet bu sûreye niye girdi? Bu sûrenin özelliği nedir?
Bu sûre bir bucağın nasıl oluşacağını, bir kentin nasıl yasaklar koyabileceğini, üretimin nasıl yapılacağını anlatan bir sûredir. Bu sûrenin özelliği ideal bir taşra veya merkez bucağının yapılanmasını anlatmaktadır. Anayasamızda diyoruz ki; her bucak kendi kamu hukukunu kendisi oluşturur, helal ve haramları kendisi koyar. Taşra bucakları kendi hukuklarını oluşturur, merkez bucakları da sadece merkezlerde geçerli olmak üzere kendi hukuklarını oluştururlar.
Bir de Kur’an’ın ortaya koyduğu helal ve haramlar vardır. Domuz eti, kumar, ölü, avlanma gibi. Bunlar Mekke için konmuşsa örnektir. Bunlara kıyas edilerek her bucak yani kabile kendi fıkhını kendisi oluşturur.
Allah haramları saydığı gibi haram olmayanları da saymaktadır. Yani Kuran’da bütün haram ve helaller belirtilmemiştir. Burada zikretmesinin sebebi, soru sorarak kendinize suni haramlar icat etmeyin yasağı yanında, aslı bulunmayan ve hikmeti olmayan âdetlerle gereksiz yasakları da icat etmeyin yani geleneklere uyarak içtihada dayanmadan kendinize hükümler icat etmeyin demektedir. Topluluklar gereksiz kurallar koyar ve kendilerini işkenceye sokarlar. Bu gereksiz sorularla ve fetvalarla işkenceye sokma olduğu gibi, bir hüküm ortaya koyar ve gereksiz onu kabul eder. Sermaye ‘adam öldürülmez, idam edilmez’ der, ondan sonra binlerce insanı öldürene dokunamazsınız! Delilsiz iddiaları Kur’an yok sayın diyor.
Tartışmada ustalıklı bir yanıltma vardır. Tartışma konusunu başka tarafa çekip asıl tartışılacak konuları tartışmadan kabul ettirmektir. Sizin bir altınınız olsa, o altını taş parçası şeklinde taş renginde boyasanız ve taşlar içine karıştırsanız, onun altın olduğunun bilinmesi mümkün olmaz. Sizden başkası onu çalmaz, almaz. Öyle böcekler vardır ki sahte yuvalar yapar ve asarlar. Kuş onları yemekle meşgul olurken vaktini kaybeder. Asıl böceğin olduğu yuva böylece gizlenmiş olur.
Bugün ne yapıyorlar?
Biz anayasa ile ilgili herkesin görüşünü alacağız deyip onu bunu dinliyor, gereksiz laflarla çuvalı dolduruyorlar! Sizin cevherli maddeleriniz kayboluyor ve bu arada kendileri istedikleri maddeleri tartışmadan dayatıyorlar! Güya halkla istişare etmiş oluyorlar!
İşte, her şeyi sormayın âyetine aykırı davranma olduğu gibi mesnetsiz ispatsız iddialara kulak vererek onlar üzerinde tartışıp asıl araştırılacak şeyleri tartıştırmamak budur.
Biz “Adil Düzen Anayasası”nı Meclis’e gönderdik. Onun üzerinde tartışacaklarına; ‘bu şunu söyledi, şu bunu söyledi’ deyip güya onları değerlendirecekler.
Anayasa yapacaklar tartışmazlar, telif de etmezler, halkın önerilerini ve tartışmalarını tercih ederler. Karar veren merci taraf olmaz. O herkesi dinler ve sonunda onların içindeki önerileri tercih eder. Nasıl mahkeme iddia makamında oturmazsa, istişare edenler de müşavir makamına oturmaz. İstişare yazışma ile olmaz, şifahi olur, temsilcilerle şifahi olur.
Bundan önceki “eşyadan sual etmeyin” âyeti ile buradaki “Allah ca’letmedi” o kadar iç içe ve birbirine yakındır ki “Ve” harfi koymaya bile gerek yoktur. Demek ki eskilerin sorup da sonra riayet etmedikleri konular bu tür konulardır. Bunlar tamamen asılsız değildir. Nasıl hamrda zarar da nef de varsa, bunlarda da yarar ve zarar vardır ama zararı daha fazladır.
Başlangıçta “Ve” harfinin kemali inkıtadan olduğunu söyledik. Şimdi ise kemali ittisale geldik. İşte Kur’an âyetleri böyledir. Değişik cihetlerle başladığınız zaman değişik şekilde görünür.
مِنْ بَحِيرَةٍ
(MiN BaXIyRaTin )
“Bahireden”
Önce burada dört kelime getirilmiştir: Bahr, Sayb, Vasl ve Ham. Bu kelimeler nekredir ve “Lâ” ile atfedilmişlerdir. Hepsi bir “Min” harfi ceriyle matufen mecrurdurlar.
Önce şunu belirtmemiz gerekir. Mekkeliler bu kelimeleri duymuşlardır ama manâlarını bilmemektedirler. Alusi’de bunların ne olduğunda ihtilaf vardır deniyor. Görüşler bunların birer hayvan olduğunda birleşiyor. Köle diyenler de vardır. Doğurma ile ilgili özelliği olan hayvanlardır. Ya örnek on doğan hayvandır yahut onuncu doğan hayvandır. Cinsiyetle ilgisi vardır. Ortak hükümleri vardır. Özel durumları vardır. Ya etleri yenmez ya da işe koşulmaz, vesaire. Mekke veya Medinelilerin bilmediği bu hayvanlar Kur’an’da zikredildiğine göre bunların ancak etimolojik manâları vardır.
Önce dört kelime olarak zikredilmiştir. O halde bizim dörtlü sisteme göre manalandıracağız. Temel olarak biz ilmî, ahlâkî, iktisadî ve siyasî gruplar oluşturuyoruz. Bunların hangileri hangilerine daha çok yaklaşır, önce bunu araştırırız.
Önce kelimeleri tahlil ile başlayalım.
“Bahr” kelimesi deniz demektir. Büyük akarsular ve göller de bahr içindedir. Behire-yebheru fiil olarak denize girmek, denizi geçip bir yere varmak anlamındadır. Gemilerin denizi yararak gitmesine de behir denir. Yol aldı anlamındadır. Hayvanın kulağını kesip kan akıtmak da behire anlamında kullanılmıştır. Yarmak anlamında istimal edilmiştir. Ayrıca insanların faziletini anlatan bahrden yapılmış özel isimler vardır. Kur’an’da “bahr” kelimesi deniz ve nehir olarak zikredilmektedir.
“Saibe” kelimesi ise “Saime” kelimesi ile akrabadır, “Savm” kelimesi ile de akrabadır. Yemeyen anlamındadır. Hayvanlar damgalanır, kime ait olduğu, hangi kabileye ait olduğu belirlenir, sonra meraya salınır; bunlara “Saime” denmektedir. Böylece hangi hayvanların kimlere ait olduğu bilinmiş olur.
“Vasl” ise bitiştiren anlamındadır. Eklenen yer demektir. Peş peşe eklenenler vasıle olur. Kat’etmek zıddıdır. İrtibat demektir. İrtibatta ikili ilişki vardır. Vaslda peş peşe zincirleme ilişkisi vardır.
“Ham” kelimesi ise himaye etme, koruma anlamına gelir. Aslı koruluktur. Ormanlar vardır. Orada ağaç kesilmez, koruma alanıdır. “Ham” denir. Bir kimsenin yakınları da hıma’dır. Onlarla evlenmek yasaklanmıştır. Kocanın erkek akrabaları, kadının kadın akrabaları hıma’dır. Sıhr ise kadın ve erkek akrabaları içine alır. Hıma yardım ve miras bakımından, sıhr ise yakınlık bakımından akrabalığı gösterir.
Şimdi bu dört kelimenin manâsını böylece zikrettikten sonra dört melekemizi ilgilendiren kelimeleri yerlerine koymaya çalışalım.
“Saibe” yemekle ilgili olduğuna göre bu ekonomi ile ilgilidir.
“Ham” himaye etme, koruma anlamında olduğuna göre siyasi olabilir.
“Vasl” ahlâk ve “Bahır” ilimle ilgili olabilir.
Şimdi bu kelimeleri bu şekilde sınıflandırdıktan sonra “Bahıre” kelimesini manalandırmaya çalışalım.
Türkçede çok bilenlere “bu adam deryadır” derler. Edebiyatta ledün ilim sahiplerine “ummana daldı” derler. O halde bahır gibi tüm bilgileri toplamış kişi, ilmin ledününü bilen anlamındadır. Bundan önceki âyette her şeyi sormayın, kendi içtihadınızla çözünüz emrinin arkasında bahıret yoktur. Allame-i gayb yoktur. İlmi ledünü bilen yoktur anlamında bahire yoktur denmiştir.
“Bahır” denize giren veya denizi geçen anlamındadır yahut geçilen deniz anlamındadır. Sonundaki harfi ismi cinsi ifade etmek için gelmiş kabul ederiz. Kutuplar kutbu’l-ektablar olmadığı gibi herhangi kutub da yoktur demektir. Dolayısıyla başka kimselerden istimdat ederek amel etmek caiz değildir. Biz kendimiz içtihat etmeliyiz. Ona göre amel etmeliyiz. İçtihada kudretimiz yoksa yine içtihat ederek, içtihat edeni bulmalıyız, onun verdiği fetvalarla amel edeceğiz. Ona da gücümüz yetmezse, o zaman velimizin dediklerine uyarız.
O da bize içtihatla cevap verir. Kerametle değil.
İşte ehli şeriatın anladığı manâ budur.
Bahire yoktur diyor Allah. Oysa tüm tarikat bahireye dayanır. Öyleyse tarikat yoktur mu demiş oluyoruz. Hayır, tarikat vardır. Genel kural şudur. Askerlikte ve tarikatta üstünü, şeyhini sen seçersin. Onun hata etmez biri olduğunu kabul etmezsin. O da beşerdir, bizim gibi her zaman hata edebilir. Ama birlikte hareket etmemiz için o ne derse onu yapmalıyız. Beğenmiyorsak ayrılabiliriz ama ona biat etmişken ona muhalefet etmeyiz. Bu askerlikte böyle olduğu gibi tarikatta da böyledir.
Evet, bahire yoktur ama hâdi vardır.
Hata da etmişse ayrılmadığımız sürece ona itaat ederiz.
Toplulukta içtihatsız kabul edilen bilgiler vardır. Bir şey söyler, o söylediği için herkes onu kabul eder. Televizyonda mesela şalgam kansere iyi geliyor derler, herkes ona inanır. Bugün doktorlarımız da böyle yapıyorlar. Kitaplarda gördükleri makalelerde yazılanlar doğru kabul edilmektedir. Başka yapacakları bir şey yoktur. Sağlık Bakanlığı onlara kapitalistler ne söylüyorlarsa onu yapacaksınız, kendiniz içtihat yapmayacaksınız diyor. O halde bugünkü tüm tababet bahireye dayanan bir tababettir. Onlar her şeyi biliyorlar. Ne söylüyorlar? İçtihat yapmamıza gerek yok, diyorlar.
O halde “Adil Düzen”de sağlık nasıl olacaktır?
Meslekî dayanışma ortaklıkları olacaktır. Burada halk meslekî faaliyet yaptıkları zaman yaptıkları hata olursa, hakemlerin kararı ile yargılanarak mahkûm olanların tazminatını onlar ödeyecek. Diyelim ki bir ilaç yan tesir yaptı, hasta öldü. Bu hastanın yakınlarına tazminat ödeyecektir. Bunun iki hedefi vardır; hastanın yakınları mağdur olmasın, bir de bu tür hatalara karşı dikkatli olunsun. Bugün sermaye bir ilaç çıkartıyor. Sağlık Bakanlığı’nın bir görevlisini ikna ediyor. ‘Bu ilaçtır’ raporu çıkıyor. Sağlık Bakanlığı buna ruhsat veriyor. Doktor da o ilacı kullanıyor. Hasta ölüyor. Soruşturma başlıyor. Doktor Sağlık Bakanlığı’nın ruhsat verdiği ilacı mı kullanmış; artık sorumlu değildir. Sağlık Bakanlığı sermayenin ürettiği ilaca ve sermaye yetkililerinin izin verdiği ilaca mı ruhsat vermiş? Sorun biter, sorumlu ilaç fabrikası olur. Ona da kimse soramaz. İşte bu bahire sistemidir. Sermayenin adamları hata yapmaz! Onlar ‘evet’ dedi mi tamamdır!
Bizde öyle değildir.
Bu ilaç verilmeseydi hasta iyileşecek miydi yoksa hasta mı kalacaktı? Hastanın iyileşme yüzdesi nedir? Hasta kalıp yaşama şansı nedir? Başka ilaçta bu daha mı azdır? Hâsılı doktor müdahalesi olsaydı daha iyi idi. Müdahale daha iyi olmuştur. Hasta doğal akıbetle ölmüştür. Burada yapılacak bir şey yoktur. Hastaya müdahale edilmesi kötü olmuştur. Hastayı öldürmüştür. Burada suçlu yoktur, hata vardır. Sorumlu da doktordur. Doktorun dayanışma ortaklığı ölenin diyetini vârislere öder. Ondan sonra ödeyen, dayanışma ilaç müessesesine rapor veren doktorların âkilelerine müracaat eder yani hakemlerin kararı ile ödetir.
İşte bu da bahiresiz sistemdir. Herkes içtihatla hareket eder. Hata olursa dayanışma içinde ödenir.
“Min” kelimesi tekit içindir, kesinlik içindir. Mesela “Mâ raeytu âlimen” derseniz, ben âlimi görmedim anlamı da çıkar, ben onu âlim olarak görmedim anlamı da çıkar. Yani hâl veya mef’ul olabilir. Ama eğer “Mâ raeytü min âlimin” derseniz artık âlim hâl olmaz mef’ul olur. “Mâ Bahiretin” denmiş olsaydı biz kimseyi veya nesneyi bahire olarak kılmadık denmiş olurdu. Benzer başka şey için var olur. “Min Bahiretin” derseniz, o zaman bahire mef’ul olur, bahire olanı değil de bahıreyi kılmadık anlamına gelir.
Sonra “Mâ raeytü âlimen” dediğimiz zaman siz bir âlimi görmediğinizi söylemiş olursunuz ama çok âlimi görmüş olabilirsiniz. İki müşterek mana da çıkabilir. “Mâ raeytü min âlimin” derseniz, âlimden kimseyi görmedim demiş olur, çok âlimi de ifadenin kapsamı içine almış olursunuz. “Bahireden birini görmedim” deyince tek başına bahire yoktur demektir.
Burada bir husus daha ortaya çıkıyor. İlaç olduğunda ve yararı zararından fazla olduğunda icma olan ilaçları kullanan doktor sorumluluktan kurtulur, icma olduğu için kimse sorumlu olmaz. Ama bir mezhebin ilaç olarak kabul ettiği bir ilacı doktor uygular da hasta ölürse ve ölümün o ilaçtan ortaya çıktığı hakemler tarafından karara bağlanırsa, o zaman onu ilaç kabul eden dayanışma ortaklığı o ölümü tazmin eder.
İcma ile içtihat arasındaki fark da ortaya çıkmıştır. Bahirenin “Te” ile gelmesinin hikmeti budur. Bahır var bahire yok, icma kesin içtihat kesin değil.
وَلَا سَائِبَةٍ
(Va LAv SAEiBaTin)
“Ne de saibeyi”
Türkçede aynı manâya gelen iki cümle söyleyelim. “Ne Ahmet’i ne de Hasan’ı gördüm.” “Ahmet’i de Hasan’ı da görmedim.” Bu iki cümle aynı manâdadır. O halde neden ayrı ayrı söylenmiştir. Dilde böyle ifadeler var mıdır, yoksa aralarında manâ farkı mı vardır?
İfade daha çok sorulan bir suale cevaptır. “Sen Ahmet’i veya Hasan’ı gördün mü?” diye sana soracak olursa ben ne Ahmet’i ne de Hasan’ı gördüm dersin. Karşı taraf sormuyor ama siz ona anlatıyorsanız; “Çok sıkıntıda idim, onlara haber gönderdim, Ahmet gelmedi, Hasan da gelmedi.” Bu söylemde gelmek istemediler manâsı çıkar. Hâlbuki ‘ne de’ ile sadece gelmedikleri bildirilmiş olur.
“VeLâ” ifadesi ile Türkçedeki “ne de” anlamları ifade edilmiş olur. Bunlardan her biri ayrı ayrı olabilirlerdi ama hiçbiri olmadı anlamı çıkar.
Bizim bütün bilgilerimiz dile dayanır. Dile yüklenen manâlar dışarıdaki gözlemlerle elde edilir ama sonunda dil ile ifade ederiz. Dili iyi kullanırsak bilgilerimiz de sağlam olur.
Kur’an çok beliğ bir dile sahiptir ama kesin ifadeler yerine insanların düşünerek anlamlandıracakları ifadeler vardır. Burada “Ev” veya “Ve” getirilmemiş de “VeLâ” getirilmiştir. Bunlardan hiçbiri yoktur anlamındadır. Bunun manâsı, bunlardan her biri ayrı olmakla beraber tür itibariyle aynıdır. Ne bahire var ne da saibe vardır. Diğerleri de yoktur. Bahire’yi ilmi ledün anlamına gelen bir kelime olarak anlamlandırdık. Şimdi Saibey’e de bir anlam vereceğiz. Başkaları da başka manâ verebilir. Her iki manâ da doğru olabilir. Her iki manâ da yanlış olabilir. Birisi doğru diğeri yanlış olabilir.
“Saibe” yemeyen içmeyen demektir. Her canlı canlılığını sürdürmek için mutlaka beslenmek zorundadır. Kâinat ilk yaratıldığı zaman gereği kadar gerekli her şey yaratılmıştır. Bir otomobil gibi yaratıldı. Bütün parçaları birden var edildi. Lazım oldukça parçalar var edilmedi. Tüm parçacıkların sayısı aynıdır. Kâinat var edildiğinden beri değişmemektedir. Bunların özelliği olan hızlarının kare toplamları da sabittir. Bunların miktarı da değişmemektedir. O halde kâinatta hiçbir varlık, almadan bir şey veremez. Bir atom dışarıdan ışık kuantumu alır, yerine başkasını gönderir. Her şey, her madde almakta ve vermektedir. Ancak aldığı kadar verebilir. Bu canlılarda da böyledir. Dışarıdan beslenirler, madde alırlar, sonra bunları dışarıya verirler.
Güneşten enerji gelir, bitkiler onu alırlar. Şeker hâline getirirler, sonra biz onu kullanırız. Öylece yaşarız ve iş yaparız. Bunun dışında bir enerji yoktur. İnsanlar enerji üreten makineleri icat ettiklerini iddia ederler. Oysa nasıl biz maddeyi var edemiyorsak enerjiyi de var edemeyiz. Biz ancak mevcut enerjiyi harcayarak iş yapabiliriz. Madde azalmamaktadır. Oysa yarayan enerji devamlı olarak azalmaktadır.
Güneş hidrojeni yakarak helyuma dönüştürmektedir. Bize gelen enerji odur. Biz onu harcayarak yaşıyoruz. Bir gün enerji bittiği zaman bizim de hayatımız bitmiş olacaktır.
Saibe yani enerjisiz yaşayan, enerjiyi harcamadan bir iş yapan kimse yoktur. Yalnız insanlarda değil meleklerde ve cinlerde de yoktur. Develerde de yoktur. Üstün güçler yoktur. Mehdi gelecek, eline asayı alacak, yer yerinden oynayacak; böyle bir şey yoktur.
Dünyanın ekseni bozulsa ve bunu düzeltmek üzere melekler var edilse, onlar da bir enerjiyi harcayarak düzelteceklerdir. Bizzat kendileri güç icat eden varlıklar yoktur. İlmi ledün sahibi insan veya melek olmadığı gibi dev güce sahip ve enerji harcamadan iş yapan bir varlık da yoktur. Maddeyi yok eden veya var eden, enerjiyi kullanmadan iş yapan kimse yoktur.
Ekonomide de madde vardır. Onu işleyen emek vardır. İnsanlar maddeyi artırıp eksiltemezler. Sadece emekle ona şekil verirler. O da yine enerji ile mümkündür. Güneş enerjisini bitkiler kullanır, onu yiyecek yaparlar. Biz onu kullanarak onunla iş yapabiliriz. Onun dışında bizim bir iş yapma gücümüz yoktur.
Faiz nedir? Saibe’dir. Kendi kendine çoğalan, dışarıdan bir şey almadan çoğalan bir şeydir. Alacak durup dururken artmaktadır. İşte faizli düzen Saibe düzenidir. Enerji üreten makine ile parayı üreten makine aynı şeydir. Bunu yapmaları mümkün değildir. Kendi kendilerini kandırmaktadırlar.
Mal karşılığı çıkarılan para gerçek paradır. Mal karşılığı olmadan çıkarılan para Saibe’dir. Allah Saibe’yi meşru kılmamıştır. Saibe’yi ca’l etmedi. Tefsirciler ve lügatçiler Saibe ile Bahire’ye aynı manâları vermişlerdir. Birini deve, diğerini koyun yapmışlardır. Oysa Kur’an bununla kâinatın değişmez kanunlarını ifade etmektedir.
Fizik üstü metafizik varlıklar tasarlamışlardır. Evet, metafizik varlıklar vardır. İnsan ruhu metafiziktir. Cinler metafiziktir. Melekler metafiziktir. Hâsılı ruh diyeceğimiz şey metafiziktir. Metafiziktir çünkü bunlar fizikten yararlanarak bilgi alırlar ve yine fizikten yararlanarak doğada değişiklik yaparlar. Bunlar pasif değil, aktiftirler. Yapılan değil, yapandırlar. Bilinen değil, bilendirler.
Ne var ki bunlar doğa kanunları içinde yaparlar. Yeni madde var edemezler. Kâinatta kaç tane atom varsa ancak o atomları veya parçacıkları kullanırlar. Bunun dışında bu madenin aslını değiştiremezler. Mesela mıknatısın çekme özelliğini yok edemezler. Yer çekimine mâni olamazlar. Su sıfır derecede donar, bunu değiştiremezler. Miktarı artıramadıkları gibi özelliklerini de değiştiremezler. Ya ne yaparlar? Bu özelliklerden yararlanarak yapılar oluşturur ve o yapılara iş yaptırabilirler.
İşte burada şunu yapmazlar bunu yapmazlar dediğimizde Saibe olmazlar anlamı çıkar. Her şeyi doğa kanunları içinde düşünmemiz gerekir. Allah ise doğrudan, melek veya insanları kullanmadan elbette her şeyi yapmaya muktedirdir. Bundan şüphe edilmez. Ancak bunu ne zaman nerelerde yapmaktadır. Bu araştırılır. Ama ne insten ne cinden herşeyi bilen veya her şeyi yapabilen bir varlık yoktur. Yalnız O vardır.
وَلَا وَصِيلَةٍ
(Va Lav VaÖıLaTin)
“Ne de vasıleyi”
Vasıle’yi de cal’etmedi. Bahir, her şeyi bilen insanı yapmadı. Saibe, her şeye gücü yeteni yapmadı. Bir de ulaştıranı da yapmadı.
“Vasılet” kelimesi “feil” veznindedir. “Feil” ismi fail ve ismi mef’ul olur. İsmi fail anlamında olduğu zaman müennesi de “Te”siz olur. İsmi mef’ul olunca “kerime” gibi “Te” harfi oluşmuş olur. “Vesile” vasıl olan anlamındadır. Bunun anlamı yükselerek Tanrı ile birleşen kimse demek olur.
İnsanlar genellikle Tanrı ile ilişki kurma yerine O’na yakın olanlarla ilişki kurma yolunu tercih ederler, aracı kullanırlar. Devlet bir vali tayin eder. Vali devletin temsilcisidir. Ondan aldığı emirleri yerine getirir. İnsanlar valinin getirdiği emirleri yerine getirirler. Kanunlara ve talimatlara uyarlar, vali bununla görevlidir. Vali kendiliğinden kuralları değiştirmez. Vali kural dışında bir şey yapmaz. İnsanlar da valiye değil kurallara, emirlere, talimatlara uymakla yükümlüdürler.
Bunun yerine keyfi idare olsa, merkezdeki sultan valiyi emirleri yerine getirmek için değil de orasının yöneticisi olması, onlardan yararlanması için onu vali yapmış olabilir. O zaman valiye verilen yetki devletin kurallarını yerine getirmek değil, sultanın istediklerini yapmaktır. Halk da kurallara uyma yerine valiyi memnun etmeye çalışır. Ona yakınlık gösterirler, o ne derse yaparlar. İşte bu vali vasile olan validir.
Hz. Muhammed Allah’ın habibi imiş, onu memnun etmesi için kâinatı yaratmış, bizim görevimiz O’nun getirdiği emirlere uymak değil, O’nun Muhammed’ini memnun etmek imiş. O şimdi sağ değilse bile onun sünnetini yaşatmamız gerekir. Onun ehli beytine saygı göstermemiz gerekir. Ondan el alan sahabeden el alan şeyhlerin gönüllerini yapmamız bizi kurtarırmış. İşte vasıle sistemi budur. Böyle bir şey yoktur. Hazreti Muhammed O’nun elçisidir. Ona hayatında biat ederiz. Ondan sonra onun halifesi olan bucak başkanına biat ederiz. Ama kendi emir ve şeriatını bize ulaştırmakla, onu yaptırmakla yükümlüdür. Biz de onun bu husustaki emirlerine ve isteklerine uyarız.
Bizim görevimiz topluluğun kurallarına ve ilâhi şeriata uymaktır, yoksa başkanımızın gönlünü yapmak değildir. Bu yönüyle başkanların diğer insanlardan hiçbir farkı yoktur. “Kim resule itaat ederse, Allah’a itaat etmiş olur” âyeti ile “Allah vasıle kılmadı” âyeti birbirini dengeler. Başkanın yetkisi dâhilinde olan işlerde onun topluluk adına bize yaptığı emirleri yerine getirmek ne kadar doğru ve yerindeyse, onun şahsi arzularını ve topluluğun kuralları ile alakası olmayan istekleri yerine getirme de o derece yanlıştır.
Başkan da kişi eğer kurallara uymuyorsa onun kurallar içinde cezalandırma görev ve yetkisine sahiptir. Ona saygısız olabilir ama topluluğun kurallarına ve yetkisi dâhilindeki emirlerine kayıtsız şartsız uyuyorsa ona yapacağı bir şey yoktur. Orduda durum böyledir. Askerler belki birbirlerini sevmezler ama üst asta üst olarak emir verdiği zaman onu o kişinin verdiğini kabul etmez, üst olduğu için verdiğini kabul eder ve devletine saygısından dolayı kayıtsız şartsız yerine getirir.
Biz namaz kılarken hiç sevmediğimiz, belki de konuşmadığımız kimse imam olsa, o “Allahuekber” dediği zaman biz de “Allahuekber” deriz, ona itaat ederiz. Çünkü biz ona itaat etmiyoruz, biz imama itaat ediyoruz. Onun namazda bizden hiçbir üstünlüğü yoktur. Biz onun aracılığı ile değil, doğrudan asla ibadet ediyoruz. O vasıle değildir.
İmam da kıbleye doğru Allah’a yönelmiştir. Bize emretmemektedir. Sadece o kendisi için namaz kılarken biz de ona uyuyoruz. İşte vasıleyi de ca’letmedi deme bunu ifade etmektedir. Allah için bütün insanlar eşittir. Hepsi ile doğrudan irtibattadır. Kimseyi aracılarla kabul etmez. Ona doğrudan ilham eder. İşbölümü dolayısıyla farklı görevler verir. Görevleri iyi bir şekilde yerine getiren kimseleri kendisine yüceltir.
Topluluk ile kişiler arasında da durum böyledir. Köle de kölelik yapacaktır ama o toplulukla doğrudan ilişkilidir. Hakemini seçip sahibi dâhil herkese karşı dava açabilir, dava açtığı kimse de hakem seçmek zorundadır. Başhakemin kararına eşit şartlar içinde herkes uymak durumundadır. Topluluk hakem kararlarını dayanışma içinde yerine getirir. Devlet içinde herkesin eşit kişiliğe sahip olması vasıle’nin olmaması demektir.
وَلَا حَامٍ
(Va LAv XAyMın)
“Ne de hamı”
Diğerlerini hep tenis “Te”si ile getirdiği halde burada “Hamiyetin” demedi, Hami, Bahire ile Saibeyi sıfatı müşebbehe vezninde getirdi. Saibe ile Hamı ismi fail sigası ile getirdi. Saibi “Te”li getirdi, Hamı “Te”siz getirdi. Dört isim zikretti, hepsi sıfat vezninde. Dördünü de farklı kalıpta getirdi. Bunlar üzerinde düşünmek gerekir. Bu kalıpların ne gibi özelliklerinin olduğunu tesbit edip ona göre hükümler çıkarmak gerekir.
Kur’an’ı yorumlarken önce konuyu seçmeliyiz. Biz kamu hukukunu seçmiş oluyoruz, anayasayı seçmiş oluyoruz. Kur’an’ı buna göre yorumluyoruz. Başkası başka yönüyle ele alır. O zaman bu âyetin bambaşka manâları olur. Bizi ilgilendirmediği için biz onları anlayamayız, o da bizim konuları anlayamaz. Dolayısıyla Kur’an üzerinde birlikte çalışırken ortak konumuz olmalıdır, aksi halde birbirimizi anlayamayız.
Bizim yaptığımız yorumlar hem şeriat yorumlarıdır hem de hukukullah olan şeriatın yorumlarıdır. Bunun üzerinde düşünen, bunun üzerinde hüküm çıkaran kimse cümlelerimizi anlayabilir veya anlatabiliriz.
Biz bir ocak veya bir bucak kurmakla meşgulüz, âyetlerimizi buna göre yorumluyoruz. Bugün Kur’an’ın bize yüklediği iki vazife vardır. Biri içtihat ve icmalarımızla bir ocağı, bir bucağı kurmamızdır. Bunu yaptığımız zaman Kur’an’ın nurunu üçüncü bin yıl uygarlığına ulaştırmadır. Diğeri de Kur’an’ın ilâhi söz olduğunu insanlığa kabul ettirmektir. Hong Kong’dan Sam Adian bu konu üzerinde, Kur’an üzerinde çalışmaktadır. Yani konularımız farklıdır. Onun için zor anlaşıyoruz. O bizim hiçbir dediğimizi kabul etmiyor, bizim de onun dediklerine aklımız ermiyor.
Birbirimizi anlamak istiyorsak, biz onunla konuşurken Kur’an’ın Allah sözü olduğuna insanları nasıl inandıracağız?
Mekke’de Kuran’ın yaptığını yapacağız. Helal ve haramdan, emir ve nehiyden bahsetmeyeceğiz. Onları kaçırmayacağız. Ne zaman ki tebliğ ulaşır, Kur’an’ın Allah’ın sözü olduğunu insanlara ispat ederiz, ondan sonra sıra emir ve nehiylere gelecektir.
Şimdi “Ham” kelimesi üzerinde düşünelim. Ham ismi faildir, isimleşmiş ismi faildir. Ham koruyucu demektir. Ne yapmış? Allah insanı yaratmış ama zayıf yaratmış, cahil yaratmış, kendi çıkarını bilmez birisi olarak yaratmış. O halde onu kötü yollardan alıkoyan bir hamiye ihtiyaç vardır. Bu hamiler de peygamberlerdir, evliyalardır, zenginlerdir, krallardır. Halk bunlar tarafından yönlendirilecek ve yönetilecektir. Bugünkü dünyanın anladığı düzen budur. Hamilere gerek vardır. Allah insanı zayıf ve cehul yaratmıştır ama ona akıl vermiş, böylece öğrenip cehaletini giderecektir. Öğrenmesiyle o kadar güçlü olacaktır ki yeryüzünün halifesi olacaktır. Bu hamilik sistemli olmaz.
Hamilik küçüklük ve akıl hastalığı gibi durumlarda vardır. Hamisi değil, velisi olur. Onun işlerini görür. “Ham” kelimesinin ism-i fail ve “Te”siz getirilmesi buna işaret etmesi için olabilir. İsimleşmemiş bir hamilik söz konusudur. Yani babanın oğluna hamiliği babalık vasfından mesleğinden değil, o anda ona ihtiyaç olduğu içindir. Hamilik vasıf değildir. Aksine hamilik iştir, fiildir. O halidlik sıfatı yoktur. Himaye etme görevi vardır. Velayet ile himaye arasındaki fark; velayet sözleşmeye dayanır ve her zaman kişi velisini değiştirir, oysa hami onu her zaman korur. Yöneticiler hami değildir, velidir.
Allah da insanları yaratmış onları himaye etmiyor. Yani Allah istese hiç kimsenin suç işlemesine, günah işlemesine izin vermezdi ama insanları hür iradeleriyle serbest bıraktı. Kendi iradeleri ve kendi güçleri ile korunacaklardır.
Allah insanı yaratmış ve kendi iradesi ile baş başa bırakmış, muhasebesini ertelemiştir, kendi başına yapacaklarında serbest bırakmıştır.
Cebriler her şeyin Allah’ın kaderi ile olduğunu, bizim irademizin olmadığını söyler ve kadere teslim olurlar. Yani Allah hami durumundadır.
Kur’an bunu reddediyor. Kendisi bile hami olarak kâinatı yönetmemektedir. İnsanları kendi cüzi iradelerini kullansınlar diye var etmiştir. Hamiyi var etmemiştir.
وَلَكِنَّ الَّذِينَ كَفَرُوا
(Va LakinNa elLaÜIyNa KaFaRUv)
“Velâkin küfretmiş olan kimseler.”
Allah; Bahire, Saibe, Vasıle ve hamı Allah ca’letmedi ama bugün bunlar hayatta vardır.
Kuvveti üstün tutan düzenler bunlara dayanarak devletleri yönetmekte ve insanları sömürmektedirler.
“Velâkin” kelimesini getirmiştir; bugün bu sistemin yaşamakta olduğunu belirtmek için “velâkin” kelimesini getirmiştir.
Buradaki “Ellezîne Keferû” belli kâfirlerdir.
Kuvveti üstün tutan kimselerin yönetme tarzında temel ilke halkı kandırmak, yanıltmak, aldatmak suretiyle onları kendi emirlerine almadır. Bunların istedikleri şudur. İnsanlar kurallara değil, içtihatlara değil, kendilerinin emirlerine dayanarak hareket etsinler, onlar ne söylerlerse halk onu yapsın. Bu sebeple onlar halkı kandırmanın yollarını ararlar.
Allah’a inanmamış, kâinatı var eden Allah’ın insanları kendisine halife yaptığını kabul etmeyenler, iyilik veya kötülük yapma özgürlüğünde olduklarını bilmeyen insanları birtakım olmayan gizli kuvvetlere inandırarak insanları emirleri altına alırlar. Bunlar dinî liderlerdir, siyasî liderlerdir, patronlardır ve her şeyi bildiği iddia edilen âlimlerdir. Halk bunların üstünlüğüne inanır, bunlara tapmaya başlar. Başkanlar da bunlarla işbirliği yapar, birlikte topluluğu yönetirler.
Devlet dairesinde bir işin varsa, siz başvurduğunuzda görevli onu yapmaz. Siz ne yaparsınız? Milletvekilinize başvurursunuz. Milletvekili telefon eder ve o işiniz yapılır. Çünkü bakan ona öyle emretmiştir. Milletvekili de bakanın emrindedir. Çünkü bakan görevlilere dese ki “bu milletvekilinin dediğini yapmayın” o bürokrat onu yapmayacaktır. Böylece kurulmuş özel tezgâh ile halk merkezden yönetilmektedir.
Bu yolla işini halledemeyen kimse bu sefer bir takipçi bulur ve memura rüşvet verir, işini böylece yürütür. Bakan memurun rüşvet almasına ses çıkaramaz. Çünkü bakan da kendisi özel talimatla iş yaptırmaktadır.
Yani devlet işleri iki şekilde yürütür.
Ya memur rüşvet alır, öylece işler görülür. Milletvekilleri aracılığı ile işler görülür. Milletvekilleri bakanı destekler. Bakan da ülkeyi sömürür. Bakan sömürmez, bakanı oraya getiren sermaye sömürür yahut bakanı oraya getiren silahlı güç sömürür.
İşte burada marife olarak getirilen “küfreden kimseler” bunlardır.
Yani sömüren sermayedir. Kuvveti üstün tutan düzen de kapitalistlerde sermaye, sosyalistlerde silahlı güç sömürmeye bu yolla devam eder. Uydurma güçler icat eder, halkı onların güçlü olduğuna inandırır.
Bu tezgâhın dışına çıkmanız mümkün değildir. Rüşvet vermek ile milletvekilini aracı koyma arasında hiçbir fark yoktur. Milletvekilini aracı koyma demek, ona oy verme ve oy karşılığı işini yaptırma demektir. Sonra da onun yaptığı kanunla bu sefer vergi ödemedir. Ha aracı kullan, ha doğrudan rüşvet ver, ne fark eder? Ama bunlardan birini yapmazsan işin görülmez.
Milletvekili olmazsan başkası seni sömürür, milletvekili olursan sen başkasını sömürmek durumunda kalırsın. Bakanlık da böyledir. Rüşvet alan memur da suçlu değildir. Çünkü ona devlet az maaş vermekte, onu rüşvet almaya zorlamaktadır. Böylece memur suçlu hâle getirilerek ona her dediğini yaptırmaktadır.
Hâsılı, silahlı güç veya sermaye veyahut işbirliği hâlinde her ikisi birlikte bu tezgâh içinde yer alır. Her iki güç de sonunda dünya sömürü sermayesine veya silahlı gücüne veya ikisine birden sahip olana ibadet ederler, şirk içinde olurlar.
Bu düzen böyle kurulmuş ve böyle gitmektedir. Sen rüşvet vermezsen ezilir gidersin. Sen oyunu iş bilen milletvekiline veya partiye vermezsen yok olup gidersin. Ordu bu çarkın dışına çıksa dağılır.
Demek ki suçlu yoktur, suçlu olan “düzen”dir, suçlu olan küfreden kimselerin oluşturduğu “düzen”dir.
يَفْتَرُونَ عَلَى اللَّهِ الْكَذِبَ
(YaFTaRUvNa GaLay elLAHı eLKaÜiBa)
“Allah’a yalan iftira ediyorlar.”
Burada “aleyhi” denmemiş de Allah’a yalan iftira ediyorlar denmiş. Uydurma demokrasi ile kanunlar çıkarıyorlar. Bu sistemi kuruyorlar. Halkı kandırıyorlar. Topluluğun istediğini yaptıklarını söylüyorlar. Buradaki Allah Allah’ın halifesi olan topluluktur, insanlıktır. Bunun için izhar edilmiştir.
Kuvveti üstün tutan düzende her şey kandırmacadır. Kanunlar Amerika’da sermaye tarafından hazırlanır. Ülkelere gönderilir. Bürokratlar son şeklini verirler. Bakanlar kurulu imzalar, sonra meclise gelir, mecliste güya komisyonda görüşülür. Sonunda meclise gelir meclis bunu onaylar. Türk ulusunun bunu istediği iftirasında bulunurlar.
Eskiden bu işler zor yapılırdı. Şimdi kolaylaştı. AB’ye gireceğiz, dolayısıyla onlar ne söylerse onu kanun olarak yapalım diyorlar. Kanunlar geliyor, meclisten geçiyor. İftiralar devam ediyor. Kanunları yetkililer belirlemiyor. Bahıreler, saibeler, vasıleler ve hamler belirlemiyor. Sonunda bunlar sömürü sermayesine hizmet ediyorlar. Bunu yapmazsak yaşayamayız. Kanunları meclisten geçiriyoruz ama sonra uygulamıyoruz. Böylece kanun devleti, hukuk devleti olmaktan uzaklaşıyoruz. Zaten istenen de budur.
Hukuk devleti olmayınca, şeriat olmayınca, kurallar olmayınca ne yaparız?
O zaman şahıslara teslim olmaktan başka çaremiz olmaz. Ya bir tarikata katılırız ve onların himayesinde yaşarız. Ya bir parti içinde yer alır hukukumuzu koruruz. Ya da bir şirketin işçisi oluruz. O ne derse onu yaparak yaşarız. İşte böylece hayatımız sürüp gider.
Bugün bu “zulüm düzen”i en güçlü hâle gelmiştir. İsra Sûresi’nde İsrail oğullarının böyle bir duruma geleceğini bildirmektedir. Hem de bu işi Hıristiyanlara dayanarak yapmaktadırlar. Hıristiyanlığın canına okumuş, papalığı batırmışlardır ama olsun; Hıristiyanlar hâlâ onların en sadık hizmetkârı olmuşlardır!
Bundan nasıl kurtulacağız?
Kur’an’ın dediklerini yapmakla kurtulacağız. Bunun için insanlığa Kur’an’ı duyurarak Kur’an’ın onları bu işkenceden kurtaracağını anlatmalıyız. İnsanlar ümitsizlik içinde değil ümit içinde sabırla bu düzen içinde varlıklarını sürdürmelidirler. Düzen değiştikçe herkes düzen içinde yapacağını yapacaktır. AK Parti’nin yaptığını yapacak. Sistem devam edecek. Erbakan’ın yaptığını yapmayacak. Düzen içinde iyilik değil, yeni düzeni kurmamız gerekir.
Yeni düzeni nasıl kuracağız?
Yüzer dairelik semtler kuracağız. Sera apartmanımızı oluşturacağız. Dünya ile ilişkimiz alıp satmaktan ibaret olacak. Askerlik dışında apartmanın dışına çıkmayacağız. Alışverişi tüccarlarımızla yapacağız. Tüccarlar semte gelince bizim düzene, dışarı çıkınca da oranın düzenine uyacaklardır. Sonra on apartmanımızı birleştireceğiz ve bucağımızı kuracağız. Kendi medinemizi oluşturacağız.
Bize saldırabilirler ama onları Bedir’de, Uhud’da, Hendek’te ve Mekke Fethi’nde olduğu gibi yeneriz.
وَأَكْثَرُهُمْ لَا يَعْقِلُونَ (103)
(Va EaKÇaRuHuM LAv YaGQıLUvNa)
“Ve ekserisi akletmezler.”
Bu düzeni kuran küfretmiş olan kimseler kimlerdir; ne kadarı bunun bilincindedir; ne kadarı bilmeden, düşünmeden, akletmeden bu çarkın içinde bulunmaktadırlar?
Evet, Kur’an bunu bildiriyor.
“Ekserisi” diyerek Kur’an çoğunun bundan haberi yok, bu çarkı, bu düzeni onlara anlatmak mümkün değildir. Ekserisi bilmeden bu çark dönüyor.
İnsanlar doğup büyüdükleri bir çevrede yaşarlar. Bunu kabullenmek zorundadır. Kimse geceyi ve gündüzü uzatıp kısaltamaz. Kimse yaz ve kışı değiştiremez. Olan olduğu gibi devam eder. Sosyal olaylar da böyledir. Bahire, saibe, vasile ve hamın dünyayı yönettiği bir putperestlik içinde yaşıyoruz. Herkes onlara ibadet etmekle, onların uşaklığını yapmakla geçinip gitmektedir. İnsanların çoğu bunlardan habersizdir. Sadece burnunun önünü görmekte, daha ilerisinden habersizdir. Siz anlattığınız zaman da anlamamakta, bir türlü kavrayamamaktadır. Dört azılı putun dünyayı işbirliği içinde idare ettiği dünyada ben zavallı bir insan olarak ne yapabilirim ki demekte, hâlinden memnun yaşayıp gitmektedir!
1400 sene önce de Mekke’de ve dünyada durum böyle idi. Bahıre, saibe, vasıle ve ham dünyayı kasıp kavuruyordu.
Şimdi biz bu güçlü dört putu nasıl ortadan kaldıracağız?
Diplomalı profesörleri, apoletli generalleri, anahtarları usbenin zor taşıdığı Karun bankerleri ve postnişin işbirlikçi şeyhleri nasıl yapacağız da tahttan indirip yerine Hay ve Kayyum Allah’ı mabut edineceğiz?
İşte bunun çözümü yüz dairelik sera apartmanları yapmaktır, kendi aşiretimizi ve kendi kabilemizi kurmaktır.
Mekke fethinden sonra o putların hepsi gitmiş, Mekke sakinlerinin hepsi Ebubekir olmuş, Ömer olmuş, Osman olmuş, Ali olmuştu... Onların çocukları Ebu Hanife olmuş, Malik olmuş, Şafii olmuş, Hambeli olmuştu... Evet, ardından gelenler Buhari, Müslim Tirmizi, Nesei ve İbni Maceh olmuştu... Yetmemiş Gazali olmuş, Razi olmuş... Olmuş da olmuş...
Bugün de bizim kuracağımız Medine beldesi tüm dev putları yıkacak ve yok edecektir.
1950’lerde durumumuz çok daha karanlıklar içinde idi. Yapılan plana göre İslâmiyet yok edilecekti. DP geldi, CHP’yi arattı ama 60 ihtilâli ve ondan sonra gelen askeri müdahalelerin ardından biz bugün anayasa ekseriyeti ile iktidardayız. Akletmeyen, bu dönen çarktan anlamayan yöneticilerimiz var. Anlasalar da yapacakları bir şey yoktur.
Akevler’i kurduk, partiyi kurduk, vakfı kurduk ve bugün bu hâle geldik…
Şimdi yeniden yapacağımız hamle ile putlar devrilip gidecektir. İnsanların beyninden heyula yıkılıp gidecektir. İnsanlara değil kurumlara ve kurallara, onların mutlak sahibi olan rabbü’l-âlemine itaat edeceğiz.
III. Bin Yıl Uygarlığı budur.
“Adil Düzen” budur.