***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 37
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ فَسَوْفَ يَأْتِي اللَّهُ بِقَوْمٍ يُحِبُّهُمْ وَيُحِبُّونَهُ أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَائِمٍ ذَلِكَ فَضْلُ اللَّهِ يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ (54)
يَاأَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُوا
(Yav EayYuHa elLaÜINa EAvMaNUv)
“Ey iman etmiş olanlar.”
“Ey iman edenler” hitabı Kur’an’da 89 yerde geçmektedir. 89 maruf sayılardan değildir. Bunu tamamlayan başka kelime aramamız gerekir. O da “Ey nebi”dir, 13 defa geçer. Toplam 102 eder. 102 maruf sayıdır, 6*17=102’dir. 17 16’nın bir fazlasıdır. Atomun ilk 16 elektronu sekiz yüzlünün yüzlerinde yerleşmiştir. Merkezde bir elektron veya pozitron vardır. Bunun altısı küre yüzeyinin üç boylamına yerleşmiştir. Bunun 18’i bir hidrojen atomunu oluşturur. 1836 parçadan oluşur. Merkezde bir pozitron bulunur. Yani bir atom yapısına uygun olarak nebi ve iman edenler birbirine bağlanmıştır.
Başkanları olmayan topluluklar mü’min olamazlar. Ancak başkanın etrafında kenetlenmiş topluluklar siyasi güç oluştururlar. Dini cemaatler de başkanın çevresinde toplanırlar. Müslimlerden oluşan bu cemaatler sadece sevgiye dayanmaktadırlar. Siyaset ise güce dayanır. Güç oluşturma ancak başkanın emrinde canını vermedir. Böyle bir güç oluşturup “Adil Düzen”i koruma en büyük ibadet sayılmıştır. Şehit olanlar sorgusuz sualsiz cennete giderler.
Tekel sermaye buna karşıdır. O dünyayı sermaye ile idare etme hayalindedir. Askerlerle dünyanın dengesini sağlamayı hayal etmektedir. İdamları yasaklıyor, hapishaneleri lüks otellere çeviriyor.
Kur’an sermayenin dünyaya hakim olması sistemini benimsemiyor.
Önce laiklik vardır. Sermaye ekonomi işlerini yürütecektir.
Ekonomik işler paraya dayanmaktadır.
Parayı da siyasi güçler çıkarmayacaktır, parayı ekonomik kuruluşlar çıkaracaktır.
Semtlerde semt kooperatifleri kurulacak, kooperatifler semt senetleri çıkaracaklardır.
Bucaklarda işletme kooperatifleri kurulacak, buğday parasını çıkaracaklardır.
İllerde hizmet kooperatifleri kurulacak, onlar demir parasını çıkaracaklardır.
Ülkelerde çalışma kooperatifleri kurulacak, toprak parasını çıkaracaklardır.
İnsanlıkta kredileşme kooperatifi kurulacak, altın parasını çıkaracaktır.
Bunlar siyasi değil ekonomik kuruluşlardır.
Ekonomiye emek hakim olacaktır. Ancak emek üretime dönüşecek, üretim de para ile temsil edilecektir. Güvenlik bu para işlerine karışmayacaktır. O vergisini alacak ve kamu görevlerini görecektir. Ne ekonomi siyasete ne siyaset ekonomiye hükmedecektir. İlim ve din de bağımsız olacaktır. Başkanlar bunlar arasındaki dengeleri kuracaklardır.
Yeryüzü siyasi bakımdan ülkelere ayrılacak, illere ayrılacaktır. Ekonomik bakımdan da farklı paralarla farklı çevreler oluşturulacaktır. Ne var ki gidiş gelişler serbest olacak, gümrükler olmayacaktır. Doğal kaynaklardan yararlanma serbest olacaktır.
Bu sûre bunları düzenlemektedir.
Bu sûrenin özellikleri vardır.
“Ey iman edenler” bu sûrede 16 defa geçmektedir. Halbuki Bakara’da 11 defa, diğer sûrelerde en çok 9 defa geçmektedir. “Sayd” kelimesi de yalnız bu sûrede geçmektedir.
“Sayd” doğayı temsil etmektedir. Yani özel mülkiyet dışında doğadan yararlanma insanların hakkıdır. Bunların düzenlenmesi gerekir. Bunların düzenini ortaya koyma şeriatın görevidir. Şeriatın yürürlükte olmasını sağlama da mü’minlerin yani siyasetin görevidir. İşte, “Ey iman edenler” ile başlayan bu sûre aynı zamanda sayd ile başlamaktadır. Sayd kelimesini sadece av avlama şeklinde anlarsanız, modası geçmiş bir ifade olarak görürsünüz. Sayd doğanın kendisidir. Oradan tüm doğadan yararlanma ortaya çıkar.
Nelerdir bunlar?
- Yeryüzünün toprakları sınırlıdır. Özel mülkiyete intikal etmiş topraklar bile tüm insanların ortak malıdır. Bu sebepledir ki boş yerlerin özel mülkiyeti yoktur. Toprağı işlettiğin müddetçe ona sahipsin. “Evet, toprak işleyenin su kullananın olmaktadır.” Bu durum özel mülkiyeti durdurmaz. Toprak üzerinde emeğin varsa o emek senindir. Onu yani o toprağı kullanma hakkını vermektedir.
- Yeryüzündeki madenler de hava su gibi doğal kaynaktır. Sahibi insanlıktır. Bu toprak benimdir diye madenlerin çıkarılmasına mâni olamazsınız. Madenleri çıkaranlar beşte birini verirler, kalanı tüm insanlığındır. Üreten istediği yere götürüp satar. Hava ve suyun da hapsedilmesi veya kirletilmesi sözkonusu değildir.
- Yeryüzündeki otlar, bitkiler ve ormanlar da doğal kaynaklardır. Meralar doğal otlaklardır. Senindir benimdir denemez. Herkes şeriata göre ondan yararlanır.
- Nihayet yeryüzündeki av hayvanları da doğal kaynaktır. En zayıf doğal kaynak avdır. İşte bu sebepledir ki ava ait hükümler konulmuştur. Ava ait hükümler ağaçlara kıyas yoluyla teşmil edilmiştir. Sünnet bu kıyası yapmıştır. Biz de bunu madenlere ve topraklara teşmil ediyoruz. İşte çağımızın Kur’an şeriatı böyle oluşmaktadır.
Bu sûrenin başka bir hususiyeti, “Ey resul” ifadesi yalnız bu sûrede geçmektedir, “Ey nebi” geçmemektedir.
Hükümler daha çok dinler arası denge üzerinde oturtulmaktadır, yani daha çok merkez bucak yönetimleri üzerinde durulmaktadır.
Kur’an yorumları okunurken genel varsayımlar unutulmamalıdır.
- “Ey iman edenler” dendiği zaman, aynı zamanda resul olan nebinin arkasında Cuma namazı kılan topluluk anlaşılmaktadır.
- Bundan sonra insanlığın merkezi olan ve Arafat’ta namaz kıldıran insanlığın imamı anlaşılmaktadır, bu Mekke bucağının imamıdır.
- Bunların dışında her ülkenin Kurban Bayramı namazını kıldıran ülke merkez bucağı başkanı anlaşılır, Ramazan Bayramı namazını kıldıran il merkez bucağının başkanı anlaşılır.
Kur’an tüm insanlığı teşkilatlandırmaktadır. İnsanlığın başkanı yoktur, merkez bucağı vardır. Ülkelerin de başkanları yoktur, merkez bucakları vardır. İllerin de başkanları yoktur, merkez bucakları vardır. Bucakların siyasi başkanları vardır. Aşiretlerin ise siyasi olmayan başkanları vardır.
Tüm insanlar kendi seçtikleri hakemlerin kararları ile yönetilirler. Herkes hakem kararlarına uyar. Uymayanlar mü’minler tarafından yola getirilirler.
“Ey iman edenler” dendiği zaman, bu teşkilatın içindeki siyasi kuruluşları anlamamız gerekir.
مَنْ يَرْتَدَّ مِنْكُمْ عَنْ دِينِهِ
(MaN YaRTadDa MinKuM GaN DIyNIyHı)
“Sizden kim dininden irtidat ederse.”
“Men” kelimesi âm bir kelimedir. Kim olursa olsun demektir. Erkek veya kadın, kişi veya topluluk sözkonusu değildir. İrtidat eden herkesi içine almaktadır.
O halde “irtidad”ı önce kişi olarak ele almamız gerekmektedir.
- Erkeklerin irtidadı askerliği yapmamaktır. 15 yaşına gelen her erkek ya “müslim” olup bedel verir, ya da “mü’min” olup askerlik yapar, yani “bedelli” veya “nöbetli” olur. Bedelli her zaman nöbetli olabilir. Oysa nöbetli bedelli olmaz. Bedelli olmak isterse irtidat etmiş olur, ülkeyi terk etmesi gerekir.
- Kadınlar mü’min olmak istiyorlarsa, kendilerine siyasi bir nöbetliyi siyasi veli olarak seçerlerse nöbetli olurlar, erkek nöbetlilerin bütün haklarına sahip olurlar. Ancak nöbet tutma görevleri yoktur. Dayanışmada diyet ödeme paylarına katılma zorunlulukları yoktur. Bunların irtidadı veliye tâbi olmaktan vazgeçmeleridir. Müminlerin kadınları da bedel ödemedikleri için müslim olsalar da bunlar ülkeyi terk etmek zorunda değildir.
- Toplulukların irtidadı ise bir askeri birliğin kendisini feshetmesidir, yahut yargı kararlarına uymamasıdır. Devletler için uluslararası yargı kararlarını dinlememesidir. Askeri gücünü yargı kararlarının yerine getirilmesi için kullanması gerekirken kendi çıkarları için kullanmaya başlamasıdır.
- Bir devletin başkanlara bağlı orduları olur. Ordular kolordulara, kolordular tümenlere, tümenler tugaylara, tugaylar alaylara, alaylar taburlara, taburlar bölüklere, bölükler takımlara, takımlar mangalara ayrılır. Her birinin komutanı vardır. Bir birliğin irtidadı ülke devlet başkanına karşı çıkmadır. Birliğini değiştirme irtidat değildir ama savaşta birliğini değiştirme irtidattır.
Yeryüzünde iki şeriat kitabı vardır. Biri Tevrat, diğeri de Kur’an’dır.
Kur’an’dan önce Tevrat yeryüzünün güvenliğini sağlıyordu. Tevrat İsrail oğullarına mahsus hükümleri de içerir. O düzende yalnız İsrail oğulları mü’min olmaktadırlar, diğerleri müslimdirler. İsrail oğullarına vaat edilmiş topraklar vardır. Orası onlarındır. Oradaki Tevrat hükümleri şimdi de geçerlidir.
Kur’an’dan sonra artık İsrail oğullarının dünyaya hükmetmesi sözkonusu değildir. Tevrat da dünyanın şeriatı değildir. Dünyanın şeriatı Kur’an’dır. Artık Kur’an’ın hükümlerine inanan herkes mü’min olabilmektedir. Bunlar da tek ordudur. Yani her mü’min ulusun birer orduları olacak, kendi ülkelerini savunacaklardır. Ama yeryüzündeki genel güvenlik mü’min devletlere ait olacaktır. Bağımsız, tarafsız, etkin ve saygın yargı karar verecek ve mü’min devletler bu kararı infaz edeceklerdir.
Hıristiyanlar Tevrat hükümlerini dünyaya götürdüler ve dünyanın süper gücü oldular. BM Güvenlik Konseyi’nin değişmez üyeleri vardır: ABD, Fransa, İngiltere, Rusya ve Çin. Çin dışındakilerin hepsi Hıristiyandır. Yeryüzünün güvenliğini bunlar yüklenmişlerdir. Yani mü’min olanlar bunlardır. Ne var ki bunlar önce Tevrat’ı bile şeriat olarak görmüyorlar. Sonra da hakem kararlarına göre değil de, keyiflerine göre dünyayı idare ediyorlar. İsrail uluslararası sularda eğer Türk gemilerine saldırmış ve dokuz vatandaşımızı öldürmüşse, bundan en başta sorumlu olan Güvenlik Konseyi’dir, yukarıda saydığımız beş devlettir.
Tarihte böyle irtidatlar olmuştur. İslâmiyet gelmeden önce iki süper güç vardı: Bizanslılar ve Sasaniler. İslâmiyet’in gelmesi ile Bizans ve Abbasiler güvenliği korudular. Sonra Türkler ve Papalık geldi. Sonunda Osmanlılar ve Hıristiyan devletler güvenliği yüklendiler. Şimdi de Güvenlik Konseyi yüklenmiştir. Bunlar kendiliklerinden gelmemiştir. Allah getirmiştir. Şimdi de bunlar gidecek, “Adil Düzen”i benimseyen yönetimler gelecektir.
“Minküm” denmekte ve bize hitap etmektedir, yani Kur’an ehline hitap etmektedir.
Hıristiyanlara da başka âyetlerin delaletiyle şöyle demektedir: Hazreti İsa düzen getirmemiştir. Geçici olarak Tevrat’la amel edin, sonra yeni düzeni getirecek olan gelecektir, o zaman ona uyun denmiştir. Yani Hıristiyanlar ne yapacaklar? Hıristiyan kalacaklar ama Tevrat’a değil Kur’an’a tâbi olacaklardır. Böyle yapmaları gerekir.
Neden?
- Tevrat 3000 sene önceki hükümleri içerir. Kur’an ise içtihat ve icma müesseseleri ile kıyamete kadar olan hükümleri içerir.
- Tevrat İsrail oğullarına hitap eder. Kur’an ise tüm insanlara hitap eder. Kur’an’da ‘Ey Araplar’ diye bir ifade yoktur. Tevrat İsrail oğulları dışında kimseyi muhatap almaz. Oysa Kur’an tüm insanları muhatap alır.
- İncil’de Kur’an’ın geleceği bildirilmiştir ve Hıristiyanlara düzende ona uymaları emredilmiştir.
- Tarihî gelişmeye göre III. bin yıl uygarlığını ve belki de bundan sonraki bütün uygarlıkları Hazreti İsa’ya inanan cemaatler kuracaklardır. Bunlar da mü’minler ve Hıristiyanlardır.
Şimdi kendimize dönelim...
Yeni düzeni kurmakla “Adil Düzen Çalışanları” görevli kılınmışlardır; Türkiye’de görevli kılınmışlardır. Hıristiyan ve İslâm âlemi görevli kılınmıştır.
“İrtidat” ederlerse ne olacaktır?
“An diynihi” diyerek “düzeninden” denmektedir.
“Din” burada da marifedir. Zamirin işaret ettiği kimse de marifedir. Zamirin işret ettiği kimse “bizden” olup “irtidat” edendir. Din/düzen de bizim dinimizdir, yani Kur’an düzenidir.
Akevler’e, Saadetçilere, AK Partiye, ilâhiyatçılara ve diğerlerine hitap etmektedir.
Kur’an düzeninden, şeriat düzeninden kim irtidat ederse...
Tüm İslâm âlemine ve Hıristiyanlık âlemine hitap etmektedir. Çünkü bunlar Allah’ın şeriatını benimsemişler, binlerce sene onun için cihat etmişlerdir. Şimdi de “irtidat edip” sosyalizmin veya kapitalizmin dinine/düzenine geçmek istemektedirler.
فَسَوْفَ
(Fa SaVFa)
“İleride”
“Men” şart ismi olarak alınırsa, buradaki “Fa” da cevap “fa”sı olur.
“Sevfe” geldiğine göre, o halde cevap “Fe”lerde takip yoktur demektir.
Burada irtidat edenlerin arkasından hemen sonra değil, belli zaman geçecektir. İnsanlık bunların irtidatını görecek ki yeni kavim gelsin.
Batı bundan 500 sene önce Rönesans ile irtidat etmeye başlamıştır. İrtidatı yeni yapmamış, beş asır önce yapmış. Şimdi yeniden İslâmiyet’e yani Hıristiyanlığa dönmeye başlamıştır. Buna göre “Sevfe” 500 senedir.
Saadet Partisi de “Adil Düzen”i bırakarak irtidat etmeye başlamıştır. İrtidatı henüz tam olarak belli olmadığı için Adil Düzen Partisi kurulamamıştır. AK Parti zaten Millî Görüş partilerinin mürteddidir. Daha on seneler içindedir. İzmir Akevler ise uyku hâlindedir. İrtidat yerine fetret devrini yaşıyor. İstanbul Akevler’de ise çalışmalar devam ediyor...
Dünyada başka yerlerde de böyle çalışmalar var mıdır?
Bizim bilgimiz yoktur. Varsalar; www.akevler.org sitemize ulaşıp bizi haberdar etmeleri gerekir. Bilenlerle bizi tanıştırmaları gerekir.
Kur’an’ın yorumu üzerinde çalışacaklar.
- Kur’an ilimlerini yeniden baştan öğrenecekler.
- Batı ilimlerini de Kur’an’ı anlamak için öğrenecekler.
- Günümüzün sorunlarını müsbet ilmin aydınlatması içinde çözmek üzere Kur’an’ı anlayacaklar.
- Dünyada bu usulle çalışanlarla işbirliği içinde olacaklar. Hazreti İsa’nın “Men Ensârî İlellahi” hitabını unutmayacaklar.
Evet, “irtidat edenler” çok da, “yeni kavim”den şimdilik haber yok.
يَأْتِي اللَّهُ
(YaETIy elLAHu)
“Allah gelir.”
Hitap yenilenince lafızların iadesi doğrudur. “Ey iman edenler” dendiğinde muhatap olanlar farklıdır. Bu sûrede “Ey iman edenler” 16 defa tekrarlanmıştır. Her birini ayrı ayrı muhatap olarak düşünebiliriz.
Baştan itibaren başlayıp bunlar kimlerdir üzerinde düşünmemiz gerekmektedir.
Ey iman edenler, akitleri ifa edin. (Her yerdeki bütün insanlar)
Ey iman edenler, Allah’ın şeairini ihlal etmeyin. (Özel yerlerdeki bütün insanlar)
Ey iman edenler, namaza kıyam ettiğinizde yüzünüzü yıkayın. (Beş vakit namaz kılanlar)
Ey iman edenler, kıst ile kıyam olunuz. (Hakemler)
Ey iman edenler, savaşta Allah’ın size olan nimetlerini hatırlayın. (Savaşan askeri birlikler)
Ey iman edenler, ittika edin, hırsızın ellerini kesin. (İç güvenliği sağlayanlar)
Ey iman edenler, Yahudi Ve Nasarayı veli ittihaz etmeyin. (Yöneticiler)
Ey iman edenler, kim Allah’ın dininden irtidat ederse. (Adil Düzen çalışanları)
Buradaki muhataplar yer ve zamana göre değişebilir. Siz de başka türlü tasnif edebilirsiniz. Dayanışma içine girip düzeni korumakla görevli her kuruluş mü’minlerdir.
Burada muhatap olan düzenin kurucuları ve koruyucularıdır.
İstanbul Adil Düzen çalışanlarıdır... İzmir Akevler kurucularıdır... Millî Görüş kurucularıdır... AK Partililerdir... Türkiye Cumhuriyeti Devleti’dir... İslâm ve Hıristiyan âlemidir... Yeni hak düzeni arayan tüm insanlardır...
Samimi solcuları ele alalım. Bunlar dünyaya yeni düzen getirmek için ortaya çıktılar.
Hataları nelerdir?
- Yeni düzeni zorla getireceklerdi. Bu birinci hataları idi.
- Eski düzeni yıkarak yeni düzen getireceklerdi. Oysa yıkmakla yeni düzen gelmez. Yeni düzen getirirseniz eski düzen gider.
- Bunlar dinsiz düzen getireceklerdi, ailesiz düzen getireceklerdi, mülkiyetsiz düzen getireceklerdi, hattâ devletsiz düzen getireceklerdi. Oysa bunlar ütopik şeylerdir. Bu kâinat bunlarla var edilmiştir. Yani düzenleri tabii ve sosyal ilimlere uygun değildir.
- Bunlar inançsız laik düzen getireceklerdi. Oysa insanları Allah var etti. Kitapları O indirdi. O’nun öğretileriyle yeni düzen gelebilirdi.
Ne var ki solcular yeni dünya düzeninin mü’minleri olmaya soyunmuşlardı.
Başaramadılar.
Şimdi irtidat ediyorlar.
Onların yerine Allah yenilerini getirecektir. Yani yeni düzen gelmesi bakımından solcuların dediği olacaktır. Mevcut sömürücü düzen yıkılacaktır.
O halde samimi solcular bizim yanımızda yer almalıdırlar.
Nitekim CHP ile koalisyon yaptık (CHP-MSP koalisyonu). Rusya Başkanı Putin, İslâm Konferansı Örgütü’ne (yeni adıyla İİT) girmek için müracaat etti. Nasıl başlangıçta müşrikler İslâmiyet’i kabul ettilerse, nasıl Yahudiler ve Hıristiyanlar eski dinlerinde kaldılarsa, kapitalistler eski dinlerinde kalacaklardır. “Adil Düzen”e solcular katılacaklardır. Katılmayanlar da dinlerini/düzenlerini bırakmış olacaklardır.
Bunu şöyle izah edelim.
Biz İstanbul Akevler Adil Düzen Çalışanları olarak önce ahşap evlere başladık; başaramadık, askıya aldık... Sonra bakkal işletmesine giriştik; başaramadık, askıya aldık… Sonra dolap işletmesine başladık; başaramadık, askıya almak üzereyiz…
Biz yapamıyoruz diye vazgeçersek irtidat etmiş oluruz.
Başarısızlığın sebeplerini başkalarında değil kendimizde arayıp devam etmek ve sabretmek gerekmektedir. Ya bunlara geri dönüp yeniden bunları diriltmemiz gerekir, ya da yeni bir şey yapmamız gerekir. Mesela, inşaat yapabiliriz. Yahut başka bir şey yaparız ama yapamadık diye vazgeçmek irtidattır.
Bu durum topluca bütün İstanbul Akevler Adil Düzen Çalışanları için doğru olduğu gibi, tekrar ederek yazıyorum:
- Dergide yazıp vazgeçenler irtidat ediyorlar.
- Ahşap evde çalışıp vazgeçenler irtidat ediyorlar.
- Bakkalda bir müddet çalışıp vazgeçenler de irtidat ediyorlar.
- Askı dolabı üretim ve pazarlamasında çalışıp vazgeçenler irtidat ediyorlar.
“Adil Düzen”e gerçekten inanmış olan mü’minler bu çalışmalardan vazgeçmemelidir.
Evet, kim “ben mü’minim” diyorsa, açıkça benim gibi ilân etmeli ve demelidir ki; “Ben vazgeçmiyorum, varım, mü’minim.”
- Ahşap evden vazgeçmiyorum.
- Bakkal çalışmasından vazgeçmiyorum.
- Askı dolabı üretim ve pazarlamasından vazgeçmiyorum.
- Haftalık Akevler Dergisi’nde yazmaktan vazgeçmiyorum diyecektir.
Bunlar bizim İstanbul çalışmalarımızdaki denemelerdir. Asıl “Adil Düzen” hazırlığımızı yapabilmemiz için bu gibi deneme uygulamalarına ihtiyacımız vardır.
Asıl işimiz ise:
1- Kur’an’ın usul-ü fıkha göre yorumlanması sistemini çağımıza göre yapmamızdır. Bu hususta iki çalışmamız vardır.
A) Reşat Nuri Erol’un redakte ettiği ve 629 haftadan beri devam edip yayımlanmakta olan bu “SEMİNERLER” çalışması.
B) Lütfi Hocaoğlu ve arkadaşlarının yıllardan beri hazırlamakta oldukları “RUHU’L-KUR’AN” çalışması.
2- Anayasanın ve fıkhın Kur’an’a göre tedvini. Yani Kur’an’a dayanarak usul-ü fıkıh kuralları içinde anayasa dahil tüm fıkıh yeniden tedvin edilmelidir. Bu husustaki çalışmalar yapılmıştır. “Adil Düzene Göre İnsanlık Anayasası” yıllar önce tamamlanmıştır. Yıllar önce Sema (Güneş) Hanım tarafından redakte edilmiştir. Şimdi de Akevler Adil Düzen Yenibosna Çalışanları tarafından haftada iki gün “delillerin tesbiti çalışmaları” üzerinde durulmaktadır. Fıkıh üzerinde Yasin Kılar çalışmış ama irtidat etmiş yani yarıda bırakmıştır.
3- Anayasa ve fıkhın muhasebeleştirilmesidir. Eski mevzuat insanların hafızası ile uygulanıyordu. Bugün ise bu mümkün değildir. Kanunlar yazılır ama uygulanmaz. Mevzuata canlılık kazandırmak için fıkhın ve anayasanın muhasebeleştirilmesi gerekmektedir. Bu çalışmalara henüz başlanamamıştır.
4- Bugün merkezi ekonomiye göre muhasebe düzenlenmiştir. “Adil (Ekonomik) Düzen”de “halk ekonomisi” vardır. Halk ekonomisine göre yeni muhasebenin geliştirilmesi zorunludur. Bunun üzerinde çalışılmaktadır. Lütfü Hocaoğlu ve Tayibet Erzen bunun programını hazırlıyorlar. Fıkhın muhasebesi bundan sonra, fıkhı da bilenler tarafından yapılacaktır.
“Üçüncü Bin Yıl Uygarlığı” bunların üzerinde kurulacaktır.
Başlayıp bırakanlar irtidat etmiş olurlar.
Ben mürtet olmamak için Kırgızistan’a gittim...
Ben mürtet olmamak için yıllardan beri İstanbul’dayım...
Herkes kendisi “ben irtidat ettim” veya “hiç mü’min olmadım” desin.
Ben kimseye “sen mü’minsin”, “sen mürtetsin” demiyorum, sadece yapılan işin irtidat olup olmadığını ele alıyorum.
بِقَوْمٍ
(Bi QaVMın)
“Kavm ile”
“Etâ” gelmektir. “Bi” ile gelirse taaddi etmiş olur, getirir anlamındadır. Yani kendisi de beraber gelir demektir.
Allah başka bir “kavmi” getirecektir. “Kavm” nekre gelmiştir. Bilmediğimiz bir kavm gelecektir. Allah yenilerini getirecektir.
Önce Yenibosna çalışmalarımızdan başlayalım ve İstanbul’daki Adil Düzen Çalışanlarını ele alalım. Allah gidenlerin yerine başkalarını getirir. Bırakanların yerine de yeni kavim çıkarır. Allah her şeyi yeterince yapar. İsraf yapmaz.
Ondan sonra İzmir Akevler, sonra Saadet Partililer, sonra AK Partililer, sonra Türkiye hep birer kavimdir. Görevlerini bırakırlarsa Allah başkalarını getirir.
Yenibosna Akevler çalışmasını esas alalım. Biz bunu bırakırsak, irtidat edersek Allah başkalarını getirir. Biz devam eder de İzmir Akevler bizim elde ettiğimiz sonuçları değerlendirmezse, Allah başka bir sermaye kuruluşunu bize gönderir, biz onlarla uygulama yaparız. Biz uygulama yapıp “Adil (Ekonomik) Düzen”i uygulayacak hâle getirdiğimiz zaman Saadet Partisi’ne iş düşer, o hazırladığımız “Adil Düzen”i Türkiye çapında tebliğ eder, dünya çapında tebliğ eder. O bunu yapmazsa Allah Adil Düzen Partisi’ni kurdurur, onlar uygular. Sonra sıra AK Parti’ye gelir. O artık siyasi tebliğ aşamasını geçerek siyasi uygulamaya koyar. Koymazsa, Allah başka parti getirir, onlar koyar. Türkiye bunu yapmazsa, Allah başka ulusu getirir ona yaptırır. III. bin yıl uygarlığının başlaması biraz gecikir.
يُحِبُّهُمْ
(YuXıbBuHuM)
“Onları sever. Onları hubbeder.”
Sabahleyin kalkarsınız, işinize gidersiniz. İş size zevk verir. Hoşunuza gitmez ama yine de yapmak zorunda olduğunuz iştir. Namaz kılarsınız ama namaz kılmak aynı zamanda size zevk verir. İşte bu muhabbettir. Bu insanın elinde değildir. Onun için Allah insanlara muhabbet edin diye emretmemektedir. Eğer O’nun dediklerini yaparsak Allah bize onun muhabbetini verir. Bizde muhabbet yok diye Allah sormayacaktır.
Akevler dergisinde yazma muhabbeti vermemiş olabilir. Siz nefsinize hakim olarak istemeye istemeye onu yapmaya başlarsanız, bir gün Allah size onu sevdirir.
Burada Allah’ın o topluluğu seveceğini belirtmektedir.
Buradaki zamir bundan önceki Allah’a gitmektedir. O Allah kâinatın rabbi olan Allah’tır, O’nun halifesi olan topluluk değildir. “Allah kavm ile gelir” deyince, burada kavm mefuldür. Fail olamaz. Zaten bundan sonra da sebilullah denmektedir. Topluluğun yollarında anlamındadır. O halde burada muhabbet eden doğrudan âlemlerin rabbi Allah’tır.
Allah’ın muhabbeti ne demektir?
Allah’ın kalbinde duyduğu his değildir. Böyle bir hissi duyan insan mahbubuna ne yaparsa Allah da onu yapar demektir. Bizi ilgilendiren de budur.
Buna göre seven insanın özelliği nelerdir?
Ona karşı meyli vardır. O ne yaparsa yapsın, o ne kadar kötü olursa olsun, o ne kadar kötülük ederse etsin, ona karşı duyulan yakın olma hissi çözülmez. Sigaraya bağımlı olanların sigarayı bırakmaması gibi ona bağımlı olur.
Allah onlara muhabbet eder demek, artık onlar kötülük yaparlarsa bile onları görevlendirmiştir. Onların görevlerini yerine getirmeleri için Allah adeta onları zorlar.
Biz birinciler olduğumuz için Allah bizi serbest bırakmaktadır. Yaparsanız dereceniz yücelerin yücesidir. Ama yapmazsanız iradenizi zorlamayacağız demektir. Yedek olarak getireceğimizin derecesi sizin kadar yüksek olmaz ama onlar mutlaka istediğimizi yaparlar demektir.
Demek ki inkılaplarda iki kademe vardır. Biri talip olanların inkılap yapmasıdır. Bunlar başarırlarsa gönüllü inkılap olmuş olur. Başaramazlarsa o zaman tufan olur, gönülsüz inkılap olur. İkincilere de tebliğ vardır. Ama onların tebliği mütereddit değildir. Bırakmaları mümkün olmaz. Onları öyle bir kavim yapar ki onlar bırakmazlar.
وَيُحِبُّونَهُ
(Va YuXıbBUvNaHUv)
“Ve onlar da onu severler.”
Sevgi iki taraflıdır. Evde kedi veya köpek olur, o sizi severse sen de ona sevgi duyarsın. Bazen tek taraflı sevgi olur, o da seven için işkence olur.
Allah severse Allah öyle sever ki karşı tarafa da sevdirir. İki taraflı sevgi doğduğu zaman artık hesaplaşma kalkar. “Nârın da hoştur, nûrun da hoştur” diyen derviş bunu demektedir. Sevdiği kimseden eziyet görse bile sevgilisini memnun ettiği için ondan hoşlanmaktadır. Allah’ı sevenler kendilerine gelen musibetlere bu gelen Allah’tandır derler ve sevinirler. Çünkü ya günahlarını affetmek için yahut derecesini yükseltmek için ona musibet vermiştir. Komutanlar astlarını korurlar. Kanunen yasak olduğu halde disipline göndermez, iki tokat atar ve suçu kapatırlar. Ast da dayak yediği halde üstünü daha çok sever.
Bu sebepledir ki Medineliler Mekke’de kalan ve sonradan Müslüman olan Kureyşlilerden daha faziletlidirler. Mekkeliler irtidat etmiş, kendilerine verilen görevi yerine getirmemişlerdir. Medineliler ise görevlerini yerine getirmişlerdir. Ne var ki onlar için yerine getirmeme diye bir şey sözkonusu olmadı. Allah onlardan da alıp başkalarına götürmezdi.
Allah İstanbul Yenibosna cemaatini bunlardan kılacaktır.
Allah onları sevmektedir, onlar da Allah’ı sevmektedirler.
İstanbul Akevler Adil Düzen Çalışanları kendilerini birinci kabul edebilirler, kendilerini İzmir’den hicret edenler olarak anlamazlarsa. Ne var ki Reşat Nuri Erol, Hasan Özket, Süleyman Karagülle İzmir’den hicret etmişlerdir, muhacirdirler. Süleyman Akdemir İzmir’den hicret etmiştir. Bunların dışında Hasan Hacıbektaşoğlu ve Gürsoy Erol da İzmir cemaatini uzaktan desteklemişlerdir. Bu durumda İstanbul Adil Düzen Çalışmalarını Medine değil de Mekke aşaması olarak görebiliriz. O zaman Allah’ın bu vaadine mazhar olmuş kimseleriz demektir. Bizim için irtidat mümkün değildir.
İstanbul’da olup da; “biz henüz katılmadık, sadece uzaktan destekliyoruz” diyenler hariç, diğerleri için dönme şansları yoktur, isteseler de irtidat edemezler.
أَذِلَّةٍ عَلَى الْمُؤْمِنِينَ
(EaÜilLaTin GaLay eL MuEMiNiyNa
“Mü’minler üzerinde ezilledirler.”
“Zelle” yumuşak demektir. Toprağın yumuşağı, bastığınızda iz bırakan topraktır. Dalın yumuşağı kolay eğilir demektir. Salkımları ile ağacın eğilmesi alçalış eğilmesi değildir. İsm-i illettir. Zelilin cemidir. Söz dinleyen anlamındadır. Kesre ile okunur, kavmin sıfatıdır. Fetha ile okunur, kavmin hâlidir. “Kavm” kelimesi ism-i cem geldiği için burada sıfat müennes olmuştur. “Ezilliyn” de gelebilirdi. O zaman birlikte zelil olurlardı.
Bu şekilde her biri ayrı ayrı böyledir Her mü’min başka mü’mini dinlerken ona saygılı olacaktır. Onun isteklerini anlayacak ve ona yardımcı olacaktır. Çünkü mü’minler dayanışma içindedirler, onlar anlaşmışlardır. Birinin derdi diğerinin derdidir.
“Mü’minler” burada kâfirlere karşı getirilmiştir. Dolayısıyla müslimler de dahildir. Yani müslimlere karşı da ezilledirler. Müslimler de cizye vererek hükmen korunma bakımından mü’minlerin sahip oldukları haklara sahip olmuşlardır. Kâfirlere de müşrikler dahildir. “Mü’minler” kurallı çoğul getirilmiştir. Ayrı ayrı mü’minlere değil de bütün mü’minlere birden ezille olacaklardır. Bir de burada “Li” getirilmesi gerekirken “Alâ” getirilmiştir. Oysa hem zelil olma hem de âli olma çelişkidir. Araplar kullanmazlar. Ama Kur’an kullanmakta ve hiç de gayr-i fasih olmamaktadır.
“Alâ” neden gelmektedir?
Gelmektedir çünkü kendisi zelildir ama makamı zelil değildir.
Burada emredilen üstlerin astlara davranışlarıdır. Yöneticilerin yönetilenlere karşı davranışlarıdır. Yani bir komutan astın hakimi değil hâdimidir. Hazreti Muhammed bunun için “kavmin seyyidleri onlara hizmet edenlerdir” diyor.
İşte buradaki “Alâ” o hâdim olan seyyidleri ifade etmektedir. Kendisi seyyid olduğu için “Alâ” getirilmiştir ama hizmet ettiği için de zelil olmuştur.
Bu Arapça kurallara uygun mudur?
“Eizzetin Ala’l-Kâfirîn”deki “Alâ” ile geldiği için harfler birbirine etki eder ve birlikte geldiği harfi kendisine benzetir. Eğer “Li” gelseydi kâfirlerin mü’minler üzerindeki ezil ve eizz olması tartışılırdı. Burada ise bir mü’minin kâfire eizz olması ve mü’mine ezil olmasıdır. Tek başına kullanılmayan bazı kalıplar benzerleri ile yan yana gelince kullanımları beliğ olur.
Burada kastedilen üstün emrinde olan mü’minlerdir. Yani bucak başkanı bucak halkı için, il başkanı il halkı için, ülke başkanı ülke halkı için, insanlık başkanı insanlık halkı için ezilledir. Merkez bucak başkanları merkez bucaklarının başkanlarıdır, taşra bucaklarındaki halkın başkanı değildirler demiştik. Şimdi herkesin başkanıdır diyoruz. Asker olmaları dolayısıyla tüm askerlerin başkanıdır. Bedellilerin de tebaen başkanıdır.
O halde devlet başkanı ne yapacak?
Yetmiş milyon insanın dertlerini dinleyecek ve çözecektir. Benzer emir onlarla istişarede de vardır. Bu hususta ne yapacağımızı Tevrat’tan öğreniyoruz.
Hz. Musa peygamber denizi geçip Sina’da devletini kurunca, herkesin derdini kendisi dinliyordu. Kayınpederi gelip bu durumu görünce; bu böyle olmaz, sen kavmini sıbtlara ayır diyor. Başlarına birer halefini koy, halk sana gelmeden onlara gitsin, önce sorunlarını onlar çözsün, çözemezlerse size gelinsin diyor.
Biz de buna göre teşkilat oluşturuyoruz.
- Her aşiretin bir başkanı vardır. Aşiret mensuplarının sayıları yüzün altındadır. Başkan doğrudan sorunlarını çözer. Çözemezse, ben çözmeyim bucağa gidin der.
- Her bucakta ilmî, dinî, meslekî ve siyasî dayanışma ortaklıkları vardır. Kişiler konularına göre meseleleri bu dayanışma ortaklık sorumlularına götürürler. Onlar da bucak başkanlarına götürür. Semt yöneticileri sorunlarını çözebilirlerse çözerler, çözemezse çözemediğini beyan eder.
- Her ilde de benzer dayanışma ortaklıkları vardır. Bu sefer bucak dayanışma sorumlusu il dayanışma sorumlusuna götürür. O da il başkanına götürür. O da ilçe yöneticilerine çözdürür. Çözdüremezse çözemediğini beyan eder.
- Her ülkede de ülke dayanışma ortaklıkları ve sorumluları vardır. İl sorumluları ülke sorumlularına götürür. Onlar da başkana götürürler, başkan bölge sorumlularına çözdürür.
- Sonunda ülkede çözülemiyorsa insanlıktaki dayanışma sorumlusuna gider. O da insanlık başkanına gider. O da kıta yöneticilerine çözdürür.
Dayanışma ortaklıkları bucak, il, ülke merkez bucaklarında vardır. Hizmetliler ise kıta merkezlerinde, bölge merkezlerinde, ilçe merkezlerinde ve semtlerde vardır. Dolayısıyla yukarıdan gelecek yardımla sorunlar çözülecektir.
İşte buradaki “mü’minler” kelimesinin kurallı çoğul olması nedeniyle bu yolla sorunu çözen kişi yetmiş milyon insan arasından bulunacak, telefonla irtibat kurulacak ve hizmet veren ücret alacak. Hizmet alan ortaklıktan hizmet alacaktır. Böylece tüm insanlar bir tek bedenin birer hücresi olurlar.
“Adil Düzen”in oluşması işte budur.
İşte şimdi bizim yaptığımız bu çalışma insanlığı bu organizasyona götürecektir.
أَعِزَّةٍ عَلَى الْكَافِرِينَ
(EGızZaTin GaLay elKAvFiRIyNa)
“Kâfirler üzerinde azizdirler.”
“Aziz” sert demektir. Ayağını bastığın zaman sana batıyorsa azizdir. Elması demire sürtersen elmas demiri çizer. Şimdiye kadar bilinen en sert cisim elmastır. Elmastan daha sert cisim yoktur, bilmediğimiz de yoktur. Çünkü organik olmayan cisimlerin sertlikleri periyodik cetvelden bilinmektedir. Organik cisimler daha yumuşaktır. Onun için kemiğin yapısı kalsiyum karbonattır. Yani organik değildir. Demirin çelikleşmesi için de kömür katılır.
Sosyal manâda “aziz” demek sözü dinlenir, sözü geçerli demektir. Yukarıda ezille ondan üstün olan ama onun sözünü yerine getiren anlamındadır. Annenin çocuğun isteğini yerine getirmesi ezilletün alâdır. Aziz olan da sözü dinleten demektir. Ne var ki bu söz çoğu zaman istekle olur. Yani söz dinleyen de isteyerek sözü kabul etmiş olur.
Halk “sözü dinlenir, sözü geçerli, söz sahibi” gibi deyimler kullanır. Yöneticiler mü’minlerin emrinde ve hizmetindedirler. Kâfirlere ise söz dinletirler demektir. Söz dinletme her zaman zorla ve savaşla olmaz. Öyle davranırsınız ki onlar size itaat ederler. Sen onları dinlemezsin, onlar seni dinlerler.
Bunun için yöneticilerde şu vasıflar bulunmalıdır.
- Yönetici güçlü olmalıdır. Karşı gelindiğinde hallerinin perişan olduğunu bilmelidir.
- Yönetici kararlı olmalıdır. Bir defa karar verdi mi yanlış da olsa kararından dönmemelidir. Karar icra edilir. Sonra başka kararla kararın zararları giderilir. Kâfirler bilirler ki bu bir şey dedi mi o olur. O zaman kimse kararlarınızdan sizi vazgeçirmek istemez. Karara önce uyarlar, sonra itiraz ederler. Çek ve bonolarda bu kurallar uygulanmaktadır.
- Yönetici merhametli olmalıdır. Kâfir olsalar da onlara iyilik etmeye çalışmalısın. Sizden yararlanmalıdır. Sizinle beraber olmak, sözünü dinlemek onun çıkarına olmalıdır. O zaman siz ne derseniz onu yapar.
- Yönetici adil olmalıdır. Kâfir de olsa mü’minlerin ona zulmetmelerine imkan verilmemelidir. Biz onları cizye vermedikleri için başkalarına karşı korumayız ama biz onlara yine insan olarak onların haklarını veririz. Biz inanırız ki kâfir de olsa âhirette bizden hakkını isteyecektir. Hakem kararlarını kabul ettikleri için biz onların davalarına meccanen (karşılıksız) bakarız.
Fetih Sûresi’nde “ruhemau beynehum eşiddau ala’l-küffari” denmiştir. Burada “eizettin ala’l-kâfirîn” denmektedir. Orada ayrı ayrı şiddetli anlamındadır. Savaş hâli ifade edilmiştir. Burada ise barışta onların toplulukları birlikte zikredilmektedir.
Bu âyetten anlaşıldığına göre, bize cizye vermeyen kâfirler de bizim topraklarımızın içinde ocaklarını, bucaklarını, illerini kurabilirler demektir. Çünkü yeryüzü tüm insanlığındır. Onların toprak hakları vardır demektir. Devlet de kurabilirler. Ülkelerine giriş çıkışlara izin veriyorlarsa ve giren çıkanlara güvenlik sağlıyorlarsa o ülke “dâr-ı İslâm”dır. Giriş izne tâbi, çıkış serbestse burası “dâr-ı terk”tir. Çıkış da vizeye ve izne tâbi ise burası “dâr-ı harp”tir, savaşla girer oradaki esirleri kurtarırız.
يُجَاهِدُونَ فِي سَبِيلِ اللَّهِ
(YüCAvHiDUvNa FIy SaBİyLiElLAHi)
“Allah yolunda mücahede ederler.”
Yani topluluk yollarının açık olması için mücadele ederler.
Kişinin yattığı odası vardır. Orası onun öz mülküdür. İzni olmadan kimse giremez.
Ocak vardır. Ocakta ocaktakiler için dolaşma serbesttir.
Sonra bucaklar vardır. Merkez semtlerinde bucaktakiler serbestçe dolaşırlar. Ama ocaklara oradakilerin izni olmazsa giremezler.
İller vardır. İl içinde o ildeki halk serbestçe dolaşabilir. Ama taşra ocaklarına giremez.
Ülkeler vardır. Bir ülke halkı merkez illerde serbestçe dolaşabilir ama o ilin izni olmadıkça yabancı o ile giremez.
İnsanlık içinde merkez bölgelerde dolaşmak herkes için serbesttir. Başka ülkelere o ülke halkının izni olmadıkça girilemez.
İşte, kıtaları birbirine bağlayan yollar ve merkez bölgelerinin, ülke içinde merkez illeri bağlayan yollar, il içine merkez bucakları bağlayan yollar sebilullahtır. Bu yolların yapımı ve bu yolların güvenliğini sağlama görevi mü’minlere aittir. Bu Allah’ın sebilinde cihat etmedir. Yani yeryüzünün güvenliğini sağlamak amacıyla canını bile vermeyi göze alan kimseler mü’mindirler. Burada bu vasıflar zikredilmektedir.
Burada iki türlü mü’minlerden bahsedilmektedir. Bir, İslâm düzeni kurulmadan İslâm düzeni getirmek için cihat edenler vardır. Bunlar için savaş ve silah kullanma meşru değildir. Zulümlere ya dayanacaksın ya da o ülkeyi terk edip gideceksin. İktidar olduktan sonra ise savaş meşru olur, farz olur. O zaman güvenliği biz sağlarız, bize karşı çıkanları emrimize alırız. Şimdi bugün biz birinci dönem mü’minleriyiz. “Adil Düzen”i getirmek için gayret ediyoruz. Zor kullanmamız sözkonusu değildir. Oysa AK Parti iktidardır. Terörü yok etmek, sözü geçirmek onun görevidir.
İslâmiyet’i sosyalizme benzetir aynı hukuku onlar da uygulamaya çalışırlar. 163 ile 144’üncü maddeleri bir yaparlar. Oysa Marks işçileri organize edip iktidarı devirmeyi önermektedir.
Bizde ise tebliğ yapacaksın, iktidar devrilmeyecek, iktidar düzelecektir. Saddam indirilmeyecek, Kaddafi indirilmeyecektir; Saddam düzeltilecektir, Kaddafi ve Esed düzeltilecektir. Sokak hareketleri ile değil, oluşan ve sabreden cemaatle düzeltilecektir.
İhvan-ı Müslimin’in hatası budur. İktidarla mücadele etmiştir. Oysa iktidar desteklenip onun salih olmasına çalışılmalı idi.
Biz Akevler olarak bunu böyle yaptık. N. Erbakan ve F. Gülen de bizim görüşümüzde olmuştur. Bugün ne kadar başarılı olduğumuz ortaya çıkmıştır. Bugün de AK Parti’ye karşı olmamalıyız. Onu ıslah etmeye çalışmalıyız. AK Parti de kendini bu yönde göstermelidir. Hâlâ başörtüsü sorununu bile halledememiş, güya orduyu düzeltiyor.
وَلَا يَخَافُونَ لَوْمَةَ لَائِمٍ
(Va Lav YaPAFUvNa LaVMaTa LAEiMin)
“Ve levm edenin levminden havf etmezler.”
İki türlü insan vardır. Biri halk onlardan korkar, diğeri ise onlar halktan korkarlar.
Hayatı boyunca hep çevreye kendisini beğendirmeye çalışır. İçerde ve dışarıda kulağı halktadır. Onların istediği gibi giyinir, onların istediği gibi yapar, onların istediği gibi konuşur. Yaptıklarının çoğunu halktan gizler. Bunlar mü’min değil müslimdirler, yöneten değil yönetilendirler.
İkinci grup insan ise kendisine göre doğru ne ise onu yapar. Kendisini üstün görür. O halka uymaz, halkın kendisine uymasını sağlar. Bunlar yöneticilerdir. Onlar ne yaparlarsa halk da onu yapar, onlar ne söylerlerse halk da onu söylemeye başlar, halk onların giyindikleri gibi giyinir. Bunlar yöneticidirler, mü’mindirler, hak yolunun yöneticileridirler. İşte mü’minler bunlardır.
Başlangıçta bu şekilde davrananlar çok büyük mukavemet görürler. Çünkü yenilik eski iktidarları sarsmaya başlar. İşte “Millî Görüş”e ve “Adil Düzen”e karşı olmalarının sebebi budur. Ama çare yok, ister istemez yenilikçiler galip gelir. Onların iktidarları gider.
Direnenler hep iktidardan oldular.
Bugün AK Partililer belki onların dediklerini yapıyorlar ama onlar iktidarda değildirler, biz iktidardayız.
“Adil Düzen”in iktidar olmasına ramak kalmıştır.
Evet, Adil Düzen Çalışanları halkın levminden korkmayacaklardır. Yapmak istediklerini halka değil Allah’a beğendireceklerdir. Görüşürken böyle yaparsak zarar ederiz, böyle yaparsak okuyucuyu kaybederiz, böyle yaparsak oy alamayız, böyle yaparsak görevimizden oluruz diyenler mü’min değildirler. Böyle yaparsak Kur’an’ın âyetine aykırı olur, böyle yaparsak şeriata uymaz diye korkmalıdırlar. İşte hakiki mü’minler bunlardır.
ذَلِكَ فَضْلُ اللَّهِ
(ÜAvLiKa FaWLu elLAHi)
“Bu Allah’ın faziletidir.”
Evet…
Müslimler Allah’ın halifesi olan topluluktan havf ederler.
Mü’minler ise Allah’ın kendisinden havf ederler.
Mü’minlerle müslimleri ayıran temel fark budur.
Mevcut düzeni yürütmek için müslim olmak yeterlidir. Ama yeni düzen getirmek için mü’min olmak gerekir. Kendinizi mü’min kabul ediyorsanız, kim ne derse desin aldırmazsınız. Siz hak bildiğiniz yolda canınızı verircesine yürürsünüz.
Rabbime hamd ederim ki ben iman ettim.
Haydi siz de mü’min olduğunuzu ilan edin.
يُؤْتِيهِ مَنْ يَشَاءُ
(YüETIyHi MaN YaŞAvEu)
“Meşiet edene verir.”
Buradaki “Yeşau”nun faili Allah da olabilir, verilen kimse de olabilir. Yani Allah imanı istediğine verir ve onu mü’min yapar anlamı çıkar. O zaman biz mü’minler Allah’tan vazifeli kılındığımızı bilmemiz gerekmektedir. Ona göre hareket etmeliyiz.
Görevi yerine getirmeyenin cezası çok ağır olacaktır. Şah damarı koparılacaktır.
Yahut “şae”nin faili mü’mindir. İsteyen kişi mü’min olur. Ama yine de onu mü’min yapacak olan Allah’tır. Yani Allah yolunda cihat edenlere Allah yollarını gösterecektir.
Demek ki her iki halde de iki tarafın, Allah’ın ve mü’minin meşieti olacaktır.
Buradaki zamir nereye gidiyor?
Fazla/fazilete gitmektedir. O da imandır. İslâm’ın üstündeki imandır.
Kimileri mü’min olmadan mü’min olmak istemektedir.
Evet, AK Partililer ve çevremizdekiler müslimdir ama mü’min değildirler. Çünkü onlar halktan ve insanlardan korkmaktadırlar. Biz de mü’miniz desinler. Haktan başkasından korkmuyoruz desinler de biz de sevinelim. Yalnız dilleri ile deyip münafık olmasınlar.
وَاللَّهُ وَاسِعٌ عَلِيمٌ (54)
(Va elLAHu VASiGun GaLIyMun)
“Ve Allah vasidir alimdir.”
Buradaki “Allah” âlemlerin rabbi olan Allah’ın halifesidir. Çünkü haberler nekredir. Bir de âlemlerin rabbi Allah’tan sonra gelmiştir. Yukarıda “yeni bir kavm ile gelir” denmiştir. İşte o kavim yeryüzüne “Adil Düzen”i getirir. Sonra da tüm insanlık “Adil Düzen” içinde hakka inanır, artık onlar şeriat üzerinde olurlar.
“Vasi” geniş anlamındadır. Aynı zamanda imkan sahibi demektir.
Bugünkü insanlık “Adil Düzen”i getirecek güne gelmiştir.
Bugün insanlığın bilgi seviyesi de “Adil Düzen”i uygulayacak durumdadır. Çok yakında insanlık bu tefsirlerimizi okuyacak, kendileri artık ilâhi kitaplardan istidlâl metotlarını öğrenecektir. Buradaki bu ifade şartların hazır olduğunu ifade etmektedir.
***
MÂİDE SÛRESİ TEFSİRİ - 38
بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ
إِنَّمَا وَلِيُّكُمْ اللَّهُ وَرَسُولُهُ وَالَّذِينَ آمَنُوا الَّذِينَ يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ وَهُمْ رَاكِعُونَ (55) وَمَنْ يَتَوَلَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَالَّذِينَ آمَنُوا فَإِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمْ الْغَالِبُونَ (56)
إِنَّمَا وَلِيُّكُمْ
“Veliniz sadece.”
Bundan evvelki “Ey iman edenler” bölümünde “Ey iman edenler, Yahudi ve Hıristiyanı veli ittihaz etmeyiniz” olarak zikretmişti.
Bu bölümde ise dinden irtidat edenlerden bahsetmektedir. Onu müteakip de “Sizin veliniz şunlardır” diyerek nereden irtidat edildiğine işaret etmektedir.
Ebu Hanife bazı yerlerde büyük hatalar yapmıştır. Bu hataların kaynağı kabul ettiği usuldür. Sükuti icmayı delil kabul etmiştir. Böylece Hazreti Ömer’in uygulamalarına muhalefet olmamışsa, âyete uysun uymasın onu delil kabul etmiş, icmayla âyeti nesh etmiştir. Bu usulünden dolayı büyük hata olmuştur. Allah o dönem için onu tasvip etmiştir. Biz onların yaptıklarını hatalı bulmuyoruz. Allah onlara öyle ilham etti, bize de böyle ilham ediyor. Onlar için o doğru idi, bizim için de bu doğrudur.
“İrtidat” kelimesine bizim verdiğimiz manâ şudur; bir kimse mü’min olduktan yani asker olduktan sonra “askerlikten vazgeçtim, ben de diğerleri gibi cizye yani bedel vereceğim” derse, bu kimse irtidat etmiş olur. Bu asker kaçağına yapacağımız muamele şudur. Son olarak davet edilir ve o güne kadar askerliğe katılmazsa yani tekrar iman etmezse o takdirde öldürülür. İşte bugün de uygulanan bu olay anlaşılmamış ve namaz kılmayan bile mürtet kabul edilerek onun katline fetva vermişlerdir ama bu sebepten katl olunan olmamıştır.
Şimdi sık sık sorulan bir soru vardır: Bir Kur’an devletinde bir Hıristiyan veya Yahudi mü’min olmak isterse yani nöbetli olmak isterse kabul edilecek midir? Yoksa kendisine, sen önce Kur’an ehli ol, ancak ondan sonra mü’min olabilirsin mi denecektir?
Bu konuda şimdiye kadar istihsan ile şöyle hükümler koymuşuzdur.
Önce her ocağın, her bucağın, her ilin ve her ülkenin, mü’mini vardır, yani nöbetlisi vardır. Sonra bir kimse isterse ülkede nöbetli, ilde bedelli olabilir, bucakta nöbetli olabilir. Her çevrede bedel farklıdır. Yani zamana göre değiştiği gibi yere göre de değişmektedir. Her ülkenin, her ilin ve her bucağın kendi askeri alanları vardır ve orada askeri hükümler uygulanır. Böylece yere göre gruplaşma vardır. Hıristiyan olan ilin askerleri Hıristiyan olmak zorundadır. Alevi olan bucağın askerleri Alevi olmak zorundadır. Ülkeler de resmi din benimseyebilirler ama bu sadece merkez bucakları bağlar, taşra bucaklar kendi dinlerine göre silahlı güçlerini yetiştirirler.
Ayrıca siyasi dayanışma ortaklıkları da kendi dinlerine göre ordular kurarlar.
Ülkemizde Müslümanların dışında din mensupları yoktur. Ne var ki değişik mezhep mensupları vardır, tarikat mensupları vardır. Örnek olarak Nurcular kendi ordularını kendileri kurarlar. Sayıları çoksa iki ordu, üç ordu onların olur. Sayıları azsa bir kolordu onların olur. Bu takdirde değişik ordularda yer almak şartı ile bir ülkede her dinden olanlar da mü’min olabilirler. Diyelim ki Türkiye’deki Ermeniler bir alay oluşturabiliyorsa onlar o birlikte toplanırlar. Laik bir ordu oluşur, o birlik o ordu içinde yer alır. Orduların komutanlarını devlet başkanları seçer ama o dinden olanlardan seçer. Öyle seçmek zorundadır. Çünkü halk onlara biat edecektir. Tehlikeli bir cemaat varsa onlardan komutan seçmez, onlar da nöbetli değil bedelli olurlar. Devlet içinde durum böyledir. Hicret demokrasisi vardır. Kendi bucaklarında, kendi illerinde kendi başkanları söz sahibi olur.
“Velayet” dediğimiz şey nedir?
“Velayet” dediğimiz şey askeri birliğe katılmadır. Yani herkes kendi dini birliğine katılsın anlamındadır.
Velayet sistemini daha iyi kavrayabilmemiz için uygarlıkta oluşan iki dönem karşılaştırılmalıdır. Biri cahiliye dönemidir. İnsanlığın çocukluk dönemidir. Batı literatüründe buna “devlet aşaması öncesi dönem” veya “ilkel dönem” denmektedir. Bu dönemde kabile dönemi vardır. Kentler oluşsa bile kent yönetimi yoktur. Yol üzerinde su bulunan yerlerde yerleşmeler olur ve orada değişik kabileler bir arada yaşarlardı. Bu kabileler arasında sosyal denge oluşmuştu. Ne var ki bu denge tamamen örgütsüz bir dengedir.
- Bir arada yaşayan kabilelerin ortak başkanları yoktu, her kabilenin kendi başkanı vardı. Kabile başkanları uzlaşma içinde birlikte yaşarlardı. Bazı zamanlardaki savaş veya felaket hallerinde kabile başkanlarından biri yönetimi ele alırdı. Bizim beş vakit namazda seçtiğimiz imam gibi idi. O iş biter, onun başkanlığı da biterdi.
- İlkel toplulukta denge kan davasına dayanırdı. Biri öldürüldüğünde veya dövüldüğünde onun tüm yakınları birleşip karşı tarafa saldırırlardı. Karşılıklı öldürmeler devam eder, sonra kabile reisleri bir araya gelir bunları barıştırırlardı. Kız alıp vermeler olur, diyetler ödenirdi. Polis, jandarma, mahkeme diye bir şey yoktu.
- Kentin sınırları belli değildi. Nerde hangi kentin alanı başlar, hangi kentinki biter, bilinmezdi. Bu sebepledir ki kentler arası kavgalar bitmezdi. Bu durum savaştan çok, yenme yenilmeden çok, sadece çatışma şeklinde olurdu. Oysa uygar toplulukta savaş olur, galip gelen onları esir alır, topraklarını yağmalardı.
- Cahiliye döneminde kentler fazla büyüyememiştir. Ancak birbirlerini tanıyan insanların bir arada yaşadıkları görülmüştür. Bu sebeple yazıya ihtiyaçları yoktur. İlkel dönemde de sayılı birkaç kent oluşmuştur. Bunların yazılı kalıntılarına rastlayamıyoruz. Ama yazdıklarını kâğıt benzeri şeylerde yazmış olabilirler.
İşte, Hazreti Nuh peygamberden sonra gelen peygamberler insanlığı bu cahiliye aşamasından uygarlık aşamasına getirmişlerdir. Şöyle ki:
- Yazılı hukuk oluşmuştur, insanlar ona göre yani yazılı hukuka göre hareket etme durumuna gelmişlerdir.
- Toplulukların sorumlu başkanları olmuştur, artık topluluklar onun emrinde hareket etmeye başlamışlardır.
- Hakemlerden oluşan yargı sistemi doğmuştur. Kişi muhakeme edilmiş, haklı haksız ayırt edilmiştir. Başkanlar yargı kararlarını uygulamaya başlamıştır.
- Askeri güçler oluşturulmuş ve savaş düzenine geçilmiştir. Savaşta iki ordu karşılaşır, sonunda mağlup olan mallarını galip olanlara verir, mağlup olanlar esir edilirdi.
Hazreti Nuh aleyhisselâmdan itibaren başlayan bu uygarlaşma hareketi Kur’an’ın nüzulü ile ideal şekle ulaşmıştır. Teknik imkanlar müsait olmadığı için Kur’an uygarlığı ancak üçüncü bin yılda tam olarak oluşacaktır.
- Bugün haberleşmede dünya bir tek köy gibi olmuştur. Telefona yazdığınız birkaç rakamla istediğiniz kimseye ulaşabiliyorsunuz.
- En uzak yerlere uçakla bir gün içinde varabiliyorsunuz.
- Elektrik ve aydınlatma sayesinde gecemiz gündüz olmuştur.
- Bugün oluşturulan klima sistemi ile en soğuk yer, en sıcak yer, deniz ve uzay bile yaşanabilir hâle gelmektedir.
Bütün bunlar bilgisayar donatımı ile mümkün olmaktadır. Bilgisayarın tam yaygınlaştığı yıllar III. bin yılın başlangıcıdır. 2000 yılından önce yapılan programlar artık çalışmamaktadır.
Bu sebepledir ki Kur’an’ın hükümleri ancak III. bin yıl içinde uygulanacaktır.
Uygarlık demek insanın özgürlüğünü de artırarak birlik sağlaması demektir. Diğer canlılarda birlik olunca özgürlük daralır, özgürlük olunca da birlik olmaz. Oysa insan topluluklarında birlik olunca özgürlük de artar.
Neden?
Birlik demek imkanların sağlanması demektir. Özgürlüğün kullanılma imkanının genişlemesidir. Eskiden insanın hareketlerini devlet kısıtlamıyordu, kurallar koymuyordu. Birlik yoktu. Tam seyahat özgürlüğü vardı. Ne var ki insanlar ancak birkaç kilometre içinde dolaşabiliyordu. Şimdi seyahat birçok kurallara tâbi olmuştur. Yeşil lamba yanarsa karşı tarafa geçersiniz. Yapılan yollar sayesinde dünyanın her yerine yolculuk yapabiliyorsunuz. Dağda güvensiz birkaç kilometrede dolaşmadaki tam seyahat hürriyeti ile şimdi kısıtlı ama bütün dünyada seyahat. İşte bu imkan birlik sayesinde olmaktadır.
Bunun sağlanması için bu güvenliği sağlayan bir kuruma ihtiyaç vardır ki bu kurum da ordudur. Mü’minler demek ordu kuranlar demektir, ordu demektir.
Şimdiye kadar size anlattıklarımız istihsanladır. Yani genel İslâmî bilgi ve sistem içinde anlattık. Şimdi Kur’an bu âyette bu hususlarda ne diyor, onlara bakalım.
اللَّهُ وَرَسُولُهُ
“Allah ve resulüdür.”
Sizin veliniz Allah ve resulüdür.
Velayet dayanışmadır. Aslında “veli” arka demektir. Türkçedeki “bel” kelimesi de buna akrabadır. Türkçede de “arka olmak” denir.
Sığırlar otladıktan sonra sıcaklar basınca gölgeli bir yerde yatarak dinlenirler. Yalnız bu dinlenmede aynı zamanda savunma durumuna geçerler. Şöyle ki, başları dışarıda, arkaları içeride olmak üzere halka yaparlar. Böylece herkes dışarıyı gözetler, aslan kaplan gelirse hemen harekete geçer, diğerleri de ona uyarlar.
Başlangıçta insanlar kulübelerini de böyle yapar, ortada güvenlikli bir yer oluştururlardı. Buna “mena” denir, “iman” kelimesi de buradan gelir.
İşte, veli olmak demek sırt sırta dayanıp saldıranlara karşı kendisini korumaktır. Bana bir şey olursa hepimize olmuş kabul ederek birlikte savunmaya geçeriz. İşte böyle bir birliğe katılanlar evliyadır, yani birbirlerinin velileridir.
Topluluk dayanışmaya dayanır. Cahiliye döneminde de dayanışma vardı. Ne var ki dayanışma sadece savaş için geçerli idi. Oysa uygarlaştıktan sonra dayanışma savaş için değil barış için kullanılmaya başlandı. Mağdur olan dava açar. Hakemler karara bağlar, taraflar hakem kararlarına uyarlar. Mağdurun diyeti dayanışma içinde ödenir. Aynı dayanışma içinde olanlar paylaşarak diyeti öderler. İşte uygarlık budur.
Kur’an’da “Allah ve resulü” deyince hakemlerden oluşan yargı anlaşılır. Dayanışma ortaklıkları hakem kararlarına uymak içindir. Ben bir hakem seçerim, siz bir hakem seçersiniz, hakemler bir başhakem seçerler. Onların verdiği karara birlikte gönül rızası ile uyarız. Madem ki hakem kararlarına gönül rızası ile uyduk, biz dayanışma içindeyiz demektir. Ayrıca verilen zarar büyükse biz onu birlikte ödüyoruz, bölüşerek ödüyoruz.
O halde velayet budur.
Demek ki mü’minlerin temel dayanışma ortaklıkları kendilerinin seçtiği hakem kararlarını uygulama dayanışma ortaklığıdır. “Sizin veliniz yalnız Allah ve resulüdür” derken, hakemlerin verdiği kararlardır. Dayanışmayı orada göstereceksiniz demektir.
وَالَّذِينَ آمَنُوا
(Va elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ve iman etmiş olan kimseler.”
“Allah ve resulü” hakem kararlarıdır. Buna bütün insanlar uymalıdırlar. Hattâ kâfirler bile uyacaklardır. Buna uymayanlar müşriktir ve onlarla herhangi bir dayanışma içinde olmak şiddetle yasaklanmıştır. Onun dışında hakemliği kabul eden her insana karşı biz de hakemliği kabul ederek onlarla dayanışma içine gireriz. Ne var ki onlarla savaşa girmeyiz, onların askeri olmayız. Onları ordumuza da almayız. Müslimlerin ordularına katılmayız ama onlar ordumuza gelirlerse birlikte savaşabiliriz.
Biz ancak dayanışma ortaklığına katılanların velileriyiz. Sadece bunların evliyasıyız.
Burada “Ve” harfi ile atfedilmiştir. Yalnız Allah ve resulü değil, yalnız iman etmiş olanlar değil, ikisini birden yapanlar bizim velilerimizdir. Yani hakem kararları etrafında dayanışma ortaklığını kuranlar anlamında olan dayanışma ortaklığına katılanlar.
Şimdi sorun biraz daha aydınlanıyor. Bir mezhebe dayalı dayanışma ortaklığı kurulabilir, kurulur. Mesela Aleviler veya Hıristiyanlar bir dayanışma ortaklığını kurabilirler. Kürtler, Araplar, Gagavuzlar bir dayanışma ortaklığını kurabilirler. Ne var ki mü’minler böyle dayanışma ortaklıklarına katılamazlar. Mü’minler ancak hakem kararlarının uygulanması için dayanışma ortaklığını kurmuş olanlara katılabilirler.
Bu durumda Kürt partisi kurulabilir mi?
Kurulur. Ancak Kürt partisine girenler nöbetli olamazlar, ancak bedelli olurlar. Ülke içinde bedelli olurlar. Ama kendi ülkelerinde nöbetli olurlar. Türk partisini kurmak da serbesttir. Ama onlar da nöbetli olamazlar bedelli olurlar. Irka dayalı kurulan gruplar nöbetli (mümin) olamazlar.
Kimler nöbetli olacaktır?
Irk, din, sınıf, zenginlik ayırt etmeksizin sadece yargı kararlarının infazı için dayanışma ortaklığını oluşturanlar, mü’minlerin katıldığı dayanışmadır. Bunlar artık başka dayanışma içinde olmazlar.
Kürtlerin veya Şiilerin veya demircilerin bir orduda yer almaları başkadır. Dayanışmanın bunun üzerinde kurulması başkadır. Demircilerden biri adam öldürse onu demirciler ödesin şeklinde oluşan dayanışma mesleğe dayanan dayanışmadır. Mü’minler için yasaklanan dayanışma budur.
Mü’minler sadece yargı kararlarına tâbidir. Bunların dayanışmalarına girerler. Başka gayeleri yoktur. Yargı kararlarını yaşatmakta ırk, dil, din ayırımı gözetilmez.
الَّذِينَ
(elLaÜIyNa)
“Kimseler”
“Biz bugün bize gelmiş olanlara ikram edeceğiz” dediğimiz zaman, “dün de gelmiş olanlara ikram edeceğiz” olan “dün” kelimesine vurgu yaparsanız, gelenlere mutlaka ikram edeceğiz anlamı çıkar ama başkalarına ikram etmeyeceğiz manâsı çıkmaz. Vurguyu “bugün” kelimesinde yaparsanız, biz bugün yalnız bize gelenlere ikram edeceğiz, başkalarına ikram etmeyeceğiz anlamı çıkar. “Gelenlere” diyeceğimize “bugün gelen kimselere” dersek, yalnız bugün gelenlere ikram edeceğiz anlamı çıkar. Yani “kimseler” sözünü tekrar ederseniz hasr yaparsınız.
“Ellezîne”nin tekrar edilmesi ile şu manâlar ortaya çıkar.
- İman etmiş olanlardan kasıt namaz kılanlardır.
- Ancak namaz kılanlarla dayanışma ortaklığı kurulur.
İşte bu âyetten anlaşılıyor ki namaz kılmayanlarla dayanışma ortaklığı kurulamaz, namaz kılmayanlar mü’min değildirler.
Bu sebeple eğer bir kimse nöbetli iken namazlara gelmezse, gelmemekte de ısrar ederse, bu kimse mü’minlikten çıkmış olur. Ya o kuruluşu terk eder ya da öldürülür.
Bunun anlamı nedir?
Asker olan birilerinin askerlikten kaçmaları, içtimalara katılmamalarıdır. Bugünkü hukukta böyleleri hapsediliyor. İslâm hukukunda sürülüyor, ülkeyi terk etmesi isteniyor. Terk etmezse öldürülüyor. Bir yabancı geliyor. Çık dışarı diyoruz, çıkmıyor, kapıdan kovuyoruz bacadan giriyor. Batı ne yapıyor? Bunu hapse atıyor ve besliyor. Kur’an ise bunun kanını heder ediyor. Yani öldüren olursa onun hukukunu korumuyor, onun diyetini ödemiyor.
Şimdi İslâm şeriatına karşı çıkanlara şu suali soruyorum: Pasaportu olmayan silahlı bir yabancı dağda öldürülmüş olarak bulunuyor. Irak devleti; benim vatandaşımı öldürdünüz, bana diyetini verin diyebilir mi? Dağdaki bu eşkıyayı Doğu Anadolulu bir çoban öldürmüş. Biz çobanı alıp muhakeme edecek miyiz, çobanı mahkum edecek miyiz? Yani askerlerin kovaladığı bir kişiyi vatandaş öldürse suç mudur?
İşte bugünkü hukukta bu konular boşluktadır.
İslâm hukukunda ise pasaportlu birisi dağlarda gezer de öldürülürse devlet onun tazminatını öder. Pasaportu olan kimseyi bir vatandaş öldürürse vatandaşı öldürmüş gibi ceza verilir. Pasaportu olmayan bir kişi ölü bulunursa diyet ödemeyiz, yani kasameye girmeyiz. Onu birisi öldürmüşse o diyetini ödeyecektir. PKK mensubu olduğu mahkeme kararı ile sabit olan kimseyi vatandaş öldürürse vatandaşa ceza verilmez, aksine mükâfat bile verilir.
Burada ortaya çıkan hükümler “Ellezîne” kelimesinin tekrarı üzerine dayanmaktadır.
يُقِيمُونَ الصَّلَاةَ
(YuQIyMUvNa elÖaLAvTa)
“Salâtı ikame ederler.”
Demek ki mü’min olmanın şartı salâtı ikame etmedir.
Salâtı ikame etme ne demektir?
Atlar iki türlüdür. Eğitilmemiş atlar vardır. Bunlar yürürler ama koşmayı bilmezler. Yürümede adımlar farklı atılır. Üç ayak üzerinde iken bir ayak ileri gider, böylece dört ayak sıra ile hareket eder. Oysa eğitilmiş atlar atlayarak giderler, arka ayaklarına basarak sıçrarlar, ön ayaklarının üzerine düşerler. Bunlara “yorga atlar” denir. Sürat almak için bu gereklidir. Saatte 30 kilometre koşabilmektedir. Neredeyse otomobille yarışabilecektir. Eskiden tatar postaları vardı. Birisi ata biner, postayı eline alır, bir saat koşardı; o koşarken bir başkası gelir, onun elinden paketi alıp yola devam ederdi. Hiç durmadan postalar böylece mektubu en kısa zamanda götürürlerdi. İstanbul Ankara arası 450 kilometredir. 15 saatte Ankara’ya ulaşılabilirdi. İşte atları bu şekilde koşturmak için eğitim yaptırılır yani talim yaptırılırdı.
Namaz da insanları eğitmektedir.
“V” harfi ile geldiği zaman manâsı budur.
“Y” harfi ile geldiği zaman da pişme anlamındadır. Ham olan bir yiyeceği pişirerek yenebilir hâle getirmektir.
İşte, namaz müessesesi insanı bedenen ve zihnen eğitmektedir. Yani okuldur. Doğuştan ölüme kadar insanın eğitime tâbi tutulmasıdır. Çünkü bebekler de namazlara getirilmektedir. Bugün de askere alınan kimseler içtimaa getirilip talim yaptırılmaktadır. Bu talim namazı takliden yapılmaktadır.
Şimdi size çok kısa olarak namazın ne olduğunu anlatacağız. Çünkü burada hem “salât/namaz” marife gelmiş hem de “ikame” kelimesi cem/çoğul olarak gelmiştir. O halde gelişigüzel bir namaz değil, bildiğimiz namaz olacaktır, yani belli eğitimdir.
Namazın cüzleri sekizyüzlüye göre şöyledir.
Ezan | Vakit | Yer | Temizlik | Giyim |
Kamet | İmam | Saf | Niyet | Kıble |
Namaz | Kıraat | Kunut | Zikr | Dua |
Tekbir | Kıyam | Rüku | Secde | Tahiyyat |
Selam | Tesbih | Hamd | İstiğfar | Huşu |
Çağrı
Namaz: İnsanların çalışma ve yaşama vakitlerini düzenler ve temel eğitimi yaptırır. İnsanlar sabahleyin kalkarlar, vitir namazını kılarlar, yemeklerini yer ve mescide gelirler, birlikte namaz kılıp işlerinin başına giderler. Öğleyin namaz kılıp evlerine giderler. İkindide bir daha toplanıp namaz kılarlar. Akşamleyin toplanıp çalışma saatlerini tatil ederler. Yatsıya kadar toplanıp akşam sohbetini yaparlar ve yatmadan önce birlikte namaz kılıp dağılırlar. Haftada bir defa bir araya gelip Cuma namazı kılarlar, yılda iki defa bir araya gelip bayram namazlarını kılarlar. Cenazede bir araya gelip cenaze namazını kılarlar. Ay ve güneş tutulmalarında bir araya gelip namaz kılarlar. Tehlike belirince bir araya gelip görüşürler. Felaket zamanlarında bir araya gelirler.
Ezan: Namaz vakti gelince ezan okunur. Belli zaman beklendikten sonra namaza başlanır. Bu toplantıya çağrıdır.
Vakit: Her topluluğun kendine göre çalışma ve yaşama saatleridir. Sabahleyin vitir ayrı ayrı herkesin kendi evinde kılınır. Sabah mesaisi ile akşam mesaisi ayrı yapılır. Akşam namazından sonra yemek yenir. Bunlar normal mesai sistemidir. Bunun dışında öğle ile ikindi, akşam ile yatsı, yatsı ile vitir birleştirilebilir. Her bucak değişik mevsimlerde değişik program uygulayabilir.
Yer: Ocaklarda mescit vardır. Beş vakit namaz orada kılınır. Mescidin civarında başka yerde cemaat namazı kılınmaz. Bucaklarda Cuma mescidi vardır. Haftada bir defa orada toplanılır, başka yerde toplanılamaz. Ezan sesi duyulamayacak kadar uzakta olanlar kendileri ezan okur ve ezanın okunduğu yer toplantı yeridir. Hac yalnız Mekke’de yapılır.
Temizlik: İnsana zararlı olan şeyler pistir, insanın bedenine, elbisesine, meskenine bulaşmamalıdır. Çevrede de pisliği üretici kaynak olmamalıdır. Herkes toplantıya giderken temiz olarak gitmelidir, pisliği ve hastalığı bulaştırmamalıdır.
Giyim: Dört tane fonksiyonu vardır. Birincisi, dıştan gelen kötü tesirlerden vücudu korur. İkincisi ise vücut içinden ısının dengeli çıkmasını sağlar. Üçüncüsü, cinsi tahrikleri önler. Dördüncüsü ise kişilerin kişiliklerini ortaya koyar. Mesela mühendis mühendis elbisesini giyerek çevreye kendisini tanıtmış olur. Kıyafeti topluluklar tesbit eder. Namazlara da o toplulukların istediği kıyafetle gelinir.
Açılış:
Kamet: Açılışa davettir. Açılışın olması için de gelenlerin yerleşmeleri gerekir.
Kıble: Başkanın duracağı yeri gösterir. İlk gelen imamın arkasında oturur. Sonra sağda, sonra solda. Sıra dolar. Arka sıraların tamamlanmasına da böyle başlanmalıdır.
Saf: Herkesin yüzü kıbleye yöneliktir. Yan yana düzgün saf yaparak otururlar. Ön taraf dolmadan arkada saf yapılmaz.
İmam: Birisi başkan olur. Cemaate dönerek konuşur. Namaz kılarken o da kıbleye döner. Tekbirlerle topluluğa komuta eder.
Kelam:
Tekbir: İmam komuta eder, cemaat uyar. Ne yapılacağını imam yaparak gösterir, sesle de duyurur. Tekbir sadece uyarıdır. Asıl olan imamın hareketleridir.
Kıraat: İmam Kur’an’dan iki sûre okur. Biri Fatiha’dır. Diğeri de kısa bir sûre veya âyetlerdir. İnsanlar Kur’an’ın lafzı ile karşılaşırlar. Cisimlerde titreşim vardır. Biri titrediği zaman ona uyumlu cisimler de titrer. Buna “rezonans” denir. İnsanın sesleri ile vücut hücreleri arasında böyle bir uyum vardır. Uygun seslerde bütün vücut titreşir. Titreşme de sağlık için gereklidir. Böcekler ve kuşlar öterken tüm canlılara hizmet etmektedirler.
Hareket: Ayakta durmak. Eşitlik ilkesine dayanır. Hareketliliği ifade eder. Beyin en yukarda, kanı pompalayan kalp aşağıdadır.
Rüku: Tâbi olmayı ifade eder. Birlikte hareketin sağlanması için birinin önce hareket etmesi, diğerlerinin ona uymasıdır. İş hayatındaki uyumluluğu öğretmiş olur. Kalp ile beyin aynı seviyede olur. Beyindeki basınç azalır.
Secde: Mutlak itaati içerir. Şeriata uyumu temsil eder. Beyin aşağıda kalb yukarıdadır. Beyindeki basınç en üste çıkar.
Kade: Kişinin özgürlüğünü ifade eder. Dizlerin üzerine çökülür. Hattâ bağdaş bile kurulabilir. Namazın diğer yerlerinde topluluğun kişiden istedikleri anlatılır. Burada ise kişinin topluluktan istediği dile getirilir.
Kunut: Cemaat başını kaldırarak öne doğru bakar ve can kulağı ile dinler. Buna “kunut” denir.
Zikir: Okunanın manâsını anlamadır. Arapça bilmeyenlere namazdan önce veya sonra imam tercüme ederek anlatır. Arapça bilmeyenler için namazın dışında bu manâları takip etmek farzdır.
Dua: Otururken Allah’tan bazı şeyleri istemek meşrudur. Farzlardan sayılmamıştır. Önce kendisi ve imamı için sağlık ve selamet ister. Sonra dilediğini Allah’tan talep eder. Bugün Arapça okuyorlar, namazın dışında da Arapça okuyorlar. Oysa namazın içinde dua edilecektir. Namazdan sonra “topluca” dua etmek bidattir. Selam vermekle namaz biter.
Selam: Namazdan çıkmayı ifade eder. Namazda herkes Allah’ladır. Tanrı’ya gitmiştir. Selamla arkadaşlarına döner, selam verir, imama da selam vermiş olur.
Tesbihler:
Tesbih: Rükuda iken “sübhanerabbiyelazîm veleke’l-hamd” dersiniz. Secdede iken “sübhanerabbiyelala veleke’l-hamd” dersiniz. Ayrıca rükudan kalktıktan ve birinci secdeden kalktıktan sonra da “nestağfirullah” dersiniz. Bir de sükut zamanları vardır. Kıraatte Kur’an dinlersin. İkinci ve üçüncü rekatlarda başını secdeye çevirir, gözlerini secdeye diker ve Allah’tan ilham beklersiniz. O zaman Allah size Kur’an dışı ilhamlar verir. Bu arada kıraatte gözler uzaklara, huşuda orta uzaklığa, rükuda yakın uzaklığa, secdede ise çok yakın olana bakar. Böylece göz sporu da yapılmış olur. Bunun içindir ki namazda gözleri kapamak mekruhtur. Tesbihin manâsı şudur. Ben daha önceki namazla bu namaz arasında Allah’ın verdiğin görevleri yerine getirerek Allah’ı eksikleri olma durumunda bırakmamadır. Yani topluluğa da yarayacak işler yaptım ve topluluğu sıkıntıdan kurtardım.
Hamd etmek: Görevimi başardım ve mükafatımı da aldım. Sana hamd ediyorum. Topluluğa müteşekkirim demektir.
İstiğfar: Şunları şunları da yapamadım, onun için de mağfiret diliyorum demektir.
Tekbir: Bundan sonra görevleri yapabilmem için şunlara ihtiyacım var, senden talep ediyorum demektir.
Böylece kişi her namazda Allah’a tekmil vermektedir. Aldığı görevlerden neleri yaptığını, karşılığını nasıl aldığını, yapamadıklarını ve gelecekte yapabilmesi için nelere ihtiyacı olduğunu bildirmektedir. Namazdan önce veya sonra ilgililerle görüşüp bu hususları onlara arz eder.
İşte, namaz bir taraftan çalışma ve yaşama saatlerimizi düzenler, diğer taraftan insanın ferdî ve içtimaî eğitimini yaptırır.
وَيُؤْتُونَ الزَّكَاةَ
(Va YuETUvNa elzZaKAvTa)
“Ve zekâtı ita ederler.”
Burada da aynen namazdaki kalıbı kullanmıştır. Namazı birlikte ikame ettikleri gibi zekâtı da birlikte ita ederler.
Marife olan zekâtı da öğrenmemiz gerekir.
Gani | Humus | Öşür | Rub’ Öşür | Cizye |
Kasib | Amilîn | Müellef | Kurban | Fitre |
Zekât | Kabile | Şa’b | Kavm | Nâs |
Sail | Sebil | İbn-i sebil | Rıkab | Garimin |
Mahrum | Yetim | Zi’l-kurba | Miskin | Fakir |
Zekât: İşbölümü içinde birlikte üretip ailece birlikte tüketimi sağlamayı düzenleyen bir müessesedir. İnsanlar diğer canlılardan farklıdır.
- İnsanlar hürriyetlerini koruyarak topluluğun ferdi olurlar.
- İnsanlar iç içe topluluklar oluştururlar. Ocakların kişilikleri vardır. Bucak, il, ülke ve insanlığın hep ayrı kişilikleri vardır. Kişilik eşittir. Yani bir insan ile tüm insanlık yargı karşısında eşittir.
- İnsanlık evrim yapan varlıktır. Yeni nesil eski nesilden sosyal bakımdan ileridir.
- İnsanlar eğitim yoluyla evrim yaparlar. 33 yaşına kadar dedelerinden öğrenirler. 66 yaşına kadar uygular ve yenilik yaparak katkıda bulunurlar. Ondan sonra ölünceye kadar torunlarını eğitirler.
- İnsanlar yarışarak evrim yaparlar. Kim başarılı olursa o ve onun çocukları daha çok pay alır.
- İnsanlar çatışarak evrim yaparlar. Diğer canlılarda türler arası çatışma vardır. Oysa insanlarda ise kendi cinsi içinde savaşma vardır.
- Kendileri kural koyar ve o kurallara uyarlar.
- Kendi kurdukları toplulukta yaşarlar.
- İnsanlar birlikte çalışır, ayrı ayrı tüketirler.
- Borçlu ve alacaklı olurlar.
İşte, zekât insanların kişiliklerini koruyarak ayrı ayrı üretip sonra aile içinde birlikte tüketmeyi gerçekleştirmenin müessesesidir. Yani namaz toplulukları oluşturur, zekât da topluluk içinde kişilerin korunmalarını sağlar.
Gani: Toplulukta iki grup insan vardır. Biri çalışıp üretim yapanlardır. Bunlara “gani” denmektedir. Ganiler çalışıp üretirler. Diğer insanlar da tüketirler. Üretenler ganidir, varlık sahibidir. Tüketenler ise fakirdir, muhtaçtır. Zekâtlar ganilerin birlikte ürettiklerini tüketicilere bölüştürür. Tüketim aile içinde olmaktadır. Bu sebeple aileler bölüştürür. Ailede baba çalışır ve üretir, nafakayı eve getirir. Anne de bunları pişirir, yedirir, diker, giydirir. Aile içinde anne babanın veya karı kocanın görevleri bunlardır. Aile dışında ise erkek veya kadın çalışıp kazanmakta serbesttir. Herkesin kendi kazandığı kendisine aittir.
Beşte Birler: Emek verilerek üretilen mallar girdilere pay edilir.
Bunlar şu şekilde paylaştırılır.
- Emeklerini vererek üretim yapanlara beşte ikisi verilir.
- Üretimi destekleyen kamu görevi yapan veya genel hizmeti yapanlara beşte iki verilir. Bunlar da ortak üretime katkıda bulunmuş olurlar.
- Bunların yarısı yani beşte biri de üretime katkısı olmayan duafaya verilir. Bunlar fakirler, yoksullar, yetimler ve emeklilerdir. Bunların payı yeryüzünün kira payı olarak verilmiş olur. Bu pay madenler gibi kaynakları tükenen mallar içindir.
Onda Birler: Üretim araçlarını kullanmakla beraber, kendisini devre sonunda aynen iade eden üreticilerden hasılanın onda biri alınır. Yani çalışmayanların payı yarıya iner. Tarım ürünleri böyledir.
Kırkta Birler: Bu aslında yirmide birdir. Yarılanmasının sebebi mera gibi üretim yerlerinin herkese açık olması nedeniyledir. Üretimden yani sütten değil de üretim araçlarından alındığı için yarılanmış, kırkta bire inmiştir. Kırk inekten bir inek alınır. Kırkta birler altın ve gümüş gibi paralardan, ticaret mallarından, merada yayılmış hayvanlardan ve ambarlarda bir yıldan fazla bulundurulan mallardan alınır.
Bedel: Askere katılmayanlardan alınan bedeldir. Onbeş yaşına gelenlerden askere gelmeyeceklerse taahhüt alınır, 65 yaşına kadar o bedeli ödeme durumundadırlar, savaşta askere alınmazlar. Bedel o yıl baliğ olanlar için tesbit edilir. Ona göre karar verilir. Kadınlar bedel ödemezler. Çünkü savunma görevi nafakada olduğu gibi kadınlara ait değildir. Kadınlar savaş yapmak yerine çocuk doğururlar. O sebepledir ki Hazreti Peygamber çocuk doğururken ölen kadın savaşta ölen erkek gibi şehittir der, yani sorgusuz sualsiz cennete gideceklerdir. Her doğum bir gazilik mertebesidir.
Kasib: Gani olanlar serveti vasat servetin üstünde olanlardır. Kasib olanlar ise üretenlerdir. Geliri vasat gelirin yarısından fazla olanlardır. Bunlar kesbettiklerinden zekât verirler. Bunların fakir olmaları zekât vermelerine mâni değildir. Çünkü verdikleri zekât kamu araçlarını kullanmalarından dolayı ödedikleri kira payıdır. Ebu Hanife’nin görüşü budur. Biz de buna katılıyoruz.
Amilîn: Kamu görevi görenlerdir. Genel hizmetlileri ve kamu görevlileridir. Yaptıkları işlerde gelirden yani ortak bütçeden pay alırlar.
Müellef: Bunlar da amilîn gibi genel hizmet görürler. Ne var ki bunlar yaptıkları işlere göre değil de yüklendikleri sorumluluğa göre pay alırlar. Tamirciler tamirde harcadıkları saatlere göre değil de, bakım yaptıkları makinenin kirasından pay alırlar.
Fitre: Herkesin kendi senelik mutfak giderinin 350’de birini başkaları ile paylaşmasıdır. Ramazan Bayramında ziyafet olarak verilir. O gün bayram yerinde yemekler yenir. Herkes yemek getirir. Zengin kendine göre, fakir de kendine göre getirir ve herkes herkesin yemeğini yer. Zenginler fakirlerin neler yediklerini öğrenir, fakirler de zenginlerin yediklerini senede bir defa olsa da yerler. Birbirlerinden haberdar olurlar.
Kurban: Kırkta birlerden fazla olan mallardan, taşınmazlardan, arabalardan, ev eşyasından, altın ve gümüş dışı mücevherattan zekât alınmaz. Bunlar zengin olduklarından zekât alamazlar. Senede bir defa bir kurbanı kesmekle mükelleftirler. Bunu da Kurban Bayramı günlerinde keserler. Kesilen kurbanların etleri üçe ayrılır. Bir hissesi orada pişirilerek herkes ortaklaşa yer. Bir pay birleştirilir ve kurban kesmeyenlere bölüştürülür. Bir hisse de evlere götürülüp komşulara ikram edilir veya sene içinde yerler.
Sail: Vakıflar kurulur. Şöyle ki, biri çıkar ve bir vakıfname hazırlar. Kamunun yararına ait bir kuruluştur. Kamudan toprak talep eder. Bir yer ona tahsis edilir. Sonra hisse senedi çıkararak halka satar. Satın alanlardan toplanan para ile vakıflar inşa edilir. İşte bunlara katılmak da farzdır.
وَالَّذِينَ فِي أَمْوَالِهِمْ حَقٌّ مَعْلُومٌ (24) لِلسَّائِلِ وَالْمَحْرُومِ (25)
“Onların mallarında malum hak vardır, sailler ve mahrumlar için.” denmektedir. “Ellezîne” marifedir. O halde belli servetlere sahip olanlar için bu yükümlülük sözkonusudur. “Malları” marifedir. Belli mallar için söz konusudur. “Hak” nekire ise de malum olması gerekmektedir. Bu da her bucakta, ilde veya ülkede değişmektedir. Demek ki zekât dışında da belli mallara ve bunların sahiplerine yükümlülükler konur.
Bunlar sailler ve mahrumlardır.
“Sail” kimdir?
İşte yukarıda belirttiğimiz vakıf tesisleri oluşturanlardır.
Değişik vakıf projeleri olur. Belli sermaye sahipleri bunlardan birine katılma durumundadır ama istediklerine katılırlar. Böylece onların istediği vakıflar kurulmuş olur.
İran’da ayetullahlara verilen böyle humuslar vardır. Bunu hükümet toplayıp istediği yerde harcayamaz. Verenler nereye veriyorlarsa orada harcanır.
Sebil: Yol gibi hayriye olan vakıflardır.
İbnü’s-sebil: Vakıflara gelir getiren galliyelerdir.
Rıkab: Kölelerdir. Köleleri hürriyete kavuşturma müessesesidir. Bedelleri ödenir.
Garimin: Borçluların borçları ödenerek tıkanıklık önlenir. İflas trafik kazasına benzer. Alacağını alamayan borcunu ödeyemez. Sistem sonuna kadar tıkanır. Nasıl kaza yapan arabalar oradan kaldırılıp trafik açılırsa, borcunu ödeyemeyenin borcu ödenir ve ekonomik faaliyete yol açılır.
Mahrum: “Mahrum” kelimesi de âyette harf-i tarif ile getirilmiştir. “Ve” harfi ile atfedilmiştir. “Hak” ise nekre yapılmıştır. O halde mahrumlar ve sailler aynı müessesedir. İnsanlar hangisine isterlerse ona verirler. Yani ister galliyeye ister hayriyeye verirler yahut sail hayriye veya galliye için olduğunu belirtmek zorundadır.
Yetimler: Babaları ölmüş olduklarından dolayı nafakalarını temin edecek kimse olmadığı için zor durumda olan kimselere verilecek olan paydır. Anneleri ölmüşse ona hizmet eden kadına ücret olarak verilir. Baba nafaka temin etmekle mükelleftir ama çocuğuna bakacak olan yetimin akrabasına ücret vermekle yükümlü değildir.
Yakınlar: Kendilerini geçindirecek kadar gelirleri olmayan yaşlıların malları onun tayin ettiği yakınlısına verilir. O işletir ve onun geçimini temin eder. Mallar mirasçılara aittir, eksiltemez. Bu yakınlısı olan erkeklere de aynen pay ayrılır. Yaşlı kadınlara bakan kadın yakınlar da pay alırlar.
Yoksul: Kazancı vasat kazancın altında olanlara da çalışmayanların payından pay verilir. Serveti vasat servetin altında olanlara da çalışmayanların servetinden pay verilir.
Kuruluşlar:
Bucaklar: Kırkta birleri bucak yönetimi toplar ve bölüştürür. Üçte birini vakıflara ayırır. Yarısı ile tesisleri işletirler, yarısı ile de tesislerde çalışanlara ücret verirler. Üçte biri de kölelerin azat edilmesinde ve borçların ödenmesinde kullanılır. Üçte biri de fakirlere, yoksullara, âmillere ve müelleflere ödenir.
İller: Onda birleri alırlar ve gelirlerin yarısını bucak bütçesi gibi paylaştırırlar. Geri kalanın yarısını da devlet bütçesi gibi paylaştırırlar.
Ülkeler: Beşte birleri alırlar. Üçte biri şuranın olur, üçte biri de hükümetin olur. Kalan üçte bir de yetimlerin, yaşlıların, yoksulların ve seyyahların olur.
Böylece tüm insanların ekonomisi düzenlenmiş olur. Garimin faslında para çıkarma da vardır. Çünkü para borç senedidir. Hamili alacaklıdır. Bu da en uzun âyetle düzenlenmiştir.
وَهُمْ رَاكِعُونَ (55)
(VaHuM RaKıGUvNa)
“Onlar rüku eder olarak bunları yaparlar.”
Burada isim cümlesi fiil cümlesine atfedilmiştir. O halde hâldir.
Neyin hâlidir?
“Ellezîne”nin hâlidir. Yani namaz kılan ve zekât verenlerin hâlidir. Rüku eder, namaz kılar ve zekât verirler demektir. Bu da zekâtları toplayıp dağıtmanın imamların görevi olduğunu ifade eder. Ne var ki imam sadece namazda olduğu gibi bilinenleri yapar. Kendisi karar vererek istediği gibi harcayamaz. Yani yıllık bütçe yapılır. O bütçeye göre imam zekâtları toplayıp harcar.
Avrupa’da bütçe yapılsın diye savaşlar olmuştur.
İslâm düzeninde bütçe şöyle yapılır:
a) Dinî dayanışma sorumluları halkın ihtiyaçlarını ve isteklerini tesbit ederler. Sağlık bakanlığından, sanat bakanlığından, kontrol ve soruşturma bakanlığından ihtiyaçları alırlar. Bunu şûrada bütçe hâline getirip bütçe yaparlar. Ne yapılacağını tesbit ederler.
b) Bütçe ilmî şuraya gider, nasıl yapılacağı tesbit edilir.
c) Meslekî dayanışmaya gider, kimin yapacağı tesbit edilir.
d) Siyasi dayanışmaya gider, bölüşülme yapılır.
İşte, namaz nasıl belli kurallar içinde kılınırsa, aynı kurallar içinde de zekât müessesesi çalışır. Üretim ve tüketim yapılır. Üretirken askeri metot uygulanır. Ama askeri metottan farkı isteyenin üretime katılmaktan her zaman çekilebilir olmasıdır. Zorla çalıştırma yoktur.
***
وَمَنْ يَتَوَلَّ اللَّهَ وَرَسُولَهُ وَالَّذِينَ آمَنُوا
(Va MaN YaTaValLAHu Va RaSUvLaHu Va elLaÜIyNa EAvMaNUv)
“Ve kim Allah ve resulü ve iman edenlere tevelli ederse”
Yukarıdaki “Allah ve resulüne iman etmiş olanları” aynen iade etmektedir. Böylece üçünün birlikte olduğunu teyit etmektedir. Yani hakemler olacak ve hakemlerin kararlarını uygulayacak mü’minler olacaktır. Hakemler şeriata göre karar verecekler.
“Ve” harfi ile atfetmiştir. “Ve” burada hâl vavıdır. Beyan vavı da olabilir. Yani bunlara kıyas da yapılabilir.
“Men” şart menidir. Kim bunu yapsa anlamı çıkar.
Burada zamir gönderilmemiş de aynı kelimeler zikredilmiştir. Bu suretle bunun bir müessese olduğu ve bir çokluk olmadığı ifade edilmiştir. Herkes kurban kessin, kurban farzdır denir. O farzdır dense beliğ olmaz. Çünkü birinci kurban kelimesi marife ise ahd içindir. Nekre ise hâstır. Oysa ikinci kurban cins içindir. Bu sebepledir ki izhar edilmesi gerekir. Burada bu sebeple izhar edilmiştir.
Burada zamir getirilseydi “hüm” değil “küm” getirilmesi gerekirdi. Çünkü birincide mü’minlerin aralarındaki tevekkül etmeleridir. Oysa buradakiler ise müslimlerdir. Yani kim mü’minlere tevelli ederse demek olur. Birincisinde birbirine dayanışma vardır. Burada ise onlara dayanma vardır.
فَإِنَّ حِزْبَ اللَّهِ هُمُ الْغَالِبُونَ (56)
(Fa EinNa XıZBa elLAHı HuMu elĞAvLiBUvNa)
“Allah’ın hizbi galip olanlardır.”
Kur’an’da şeytan hizbi var, bir de Allah hizbi vardır. Allah hizbi topluluğun varlığı için çalışan hizbdir. Şeytan hizbi ise topluluğun yok olması için çalışan hizbdir. Nasıl bir vücutta mikroplar vardır, bir de vücut hücreleri vardır. İnsan hücreleri hizbullahtır. Mikroplar ise hizbu’ş-şeytandır. Toplulukları da yıkmak isteyenler vardır. Bunlar şeytanın ordusudur. Topluluğu yaşatmak isteyenler vardır. Bunlar da Allah hizbidir.
Bir ocakta, bir bucakta, bir ilde, bir ülkede ve insanlıkta Allah hizbi vardır ve şeytan hizbi vardır. İnsanlığa hükmetmek için savaşan devletler şeytan hizbidir. Ülkeler ile insanlık arasında çıkar paralelliği sağlayanlar Allah hizbi yani topluluk hizbidir.
Kur’an bunların galip geleceklerini söylemektedir. Türkler ve Müslümanlar insanlığı hakimiyetleri altına almak için çalışmamaktadır. Tarih boyunca da insanlara hürriyet götürmek, adalet götürmek için savaşmışlardır. Dolayısıyla Türkler ve Müslümanlar galip geleceklerdir. Ülke içinde de Türkiye ile kabileler arasında çıkar paralelliğini sağlayanlar galip geleceklerdir. Kürtleri, Türkleri veya Gürcüleri hakim kılmak isteyenler mağlup olacaklardır.
Tarih boyunca yaşatıcı hücreler ile yok edici mikroplar arasında savaş olmuş ama daima yapıcı hücreler galip gelmiştir. Öyledir ki varız. Topluluklarda durum böyledir. Onlar sadece ayıklamaya yararlar. Galip gelen hizbullahtır, yaşatıcı sağlık hücreleridir.