İktisadi Dengeler ve
Refah Toplumu
Müdahalesiz, başıboş piyasaları savunan klasik iktisadi görüş, devlet müdahalesini de önermez. Buna karşılık faizler ile piyasada dengenin kurulacağını varsayar. “Bırakınız yapsınlar bırakınız geçsinler…” Keynesyen görüşe göre ise devlet, girişimciye zarar vermeden ekonomiye müdahale etmelidir. Arz ve talebe karışmaz; ama kamu hizmetlerini artırmak ve vergileri düşürmek suretiyle piyasalara müdahale eder. Asgari ücret gibi parametreleri de saymak gerekir.
Kapitalist sistem, işleyişi karmaşık olmakla birlikte, serbest piyasa ekonomisini benimser; ama biraz daha ileri giderek siyasal yapılanmaya da etki ederek serbest seçimleri önerir. Her alanda, özel mülkiyeti benimseyerek toprak ve doğal kaynakların da mal olduğunu varsayar. Piyasada fiyatların kendiliğinden dengeye geleceğini öngörür. Bir bakıma Adam Smith ile paralel bir anlayışı benimser.
Sosyalistlerde ise üretim araçlarının tümü devlete aittir. Bu nedenle devletin görevlileri öncelik sahibidir. Yani planlamayı yapanlar ve onların tercihleri önceliklidir. Özel mülkiyeti reddederek her alanda kamu mülkiyetini benimsemekle tam bir devlet otoritesi inşa eder. Böylece sömürüye son verileceğini savunur.
Karma ekonomiler ise kapitalizmin ve sosyalizmin kimi yönleri ile birlikte işleyen sistemlerdir. Bunlarda, arz ve talebe müdahale etmemekle birlikte piyasalara müdahale vardır. Özel mülkiyet yanında kamu mülkiyeti de kabul edilir. Böylece devlet de mülk sahibi olur. Fiyatlar, yasal düzenlemelerle kontrol edilerek dengenin oluşmasına çalışılır.
Burada çok ilginç bir durum ortaya çıkmaktadır. Arz-talep ilişkisine müdahale edilmemekle birlikte, dengeyi sağlayabilmek için çeşitli yasal ve zorlayıcı tedbirlere başvurulmaktadır. Ama gerçekte dengenin sağlanacağı yer olan üretim-istihdam olanaklarının yaygınlaştırılması ve etkin hâle getirilmesini düşünen veya öneren kimse yoktur. Tüketicinin elinde satın alma gücü yoksa piyasalarda dengenin oluşması da mümkün olmaz. Çünkü sınırlı arz, talebi karşılamaya yetmeyeceği gibi, piyasada spekülasyonların oluşmasına ve manipüle edilmesine neden olur. Bir toplumda ihtiyaçlar, dengeli ve eşit koşullarda karşılanamıyor ise yasalar veya yaptırımlar yeterli olmaz. Fiyat mekanizmasına müdahale etmek yerine, fiyat rejimini doğal kurallara göre geliştirmek, hem satın alma gücünün artmasına neden olurken dengesizliği de ortadan kaldıracaktır.
Bir yandan serbest piyasa ekonomisini benimseyip diğer taraftan devletin müdahalesini zorunlu kılmak, aslında dengelerin oluşamayacağını peşinen kabul etmektir. Çünkü başıboş piyasalarda olup bitenleri kontrol edecek ilkesel bir duruş yoktur. Bu durum, sermaye sahiplerinin işine gelir elbette. Böylece arz miktarında yapacakları küçük değişiklikler ile kâr beklentilerini maksimize edebilirler. Bunu engelleyecek bir mekanizma yoktur. Toplumdaki dengesizliği örtbas edebilmek için asgari ücretler üzerinde küçük oynamalar yaparak toplumdaki işsizlerin isyan etmesi önlenir. Küçük istihdam olanaklarına aç kurtlar gibi saldırmaları sağlanmış olur. Aslında önerilen ücretler, yeterli değildir; ama hiç yoktan iyidir.
Temel sorun, devletin halka rağmen sermayenin yanında yer alması ile ilgilidir. Devletin varlığı, sermayeyi halka karşı koruma organizasyonuna dönüştüğünde, halkın talepleri veya ihtiyaçları önemini kaybeder. Halk çalışır, üretir ama refahtan yararlanamaz. Çünkü üretim araçları, sermayeye aittir ve onlar diledikleri gibi kullanırlar.
Gerçekte olması gereken, devlet ve iktisat kurumunun birbirinden ayrı ama halka karşı sorumlu olan etkin ve verimli organizasyonlar hâline dönüştürülmesidir. Böyle olduğunda dengeleri belirleyen piyasalara yapılan müdahaleler değil; ilkelerdir. Her iki tarafta da, ilkeli serbestlik söz konusu olacaktır. Başıboşluk yoktur; ama müdahale de yoktur. Çünkü ilkeler etkilidir. Yani kurallar vardır. Eğer kurallara göre işleyen bir sistem varsa, dengesizlikten de söz edilemez.
Toplumsal Dengeler ve İktisat:
Bugün, en önemli problem, bütün iktisadi olanaklar ve uygulamalara rağmen dengeli bölüşümün sağlanamaması, toplumun her kesimine dengeli yayılan gelir dağılımının gerçekleştirilememiş olmasıdır. Eğer sosyal barışa ulaşmak isteniyor ise, iktisadi alanda sistematik bir yenilenme zorunludur. Kaynakların verimli ve etkin kullanımı, toplumun her kesimine yaygın ve etkin dağılım gerektirecektir. Bu, aynı zamanda toplumun kendini yenileyebilmesi için de bir fırsat oluşturacaktır.
İktisadi faaliyetlerin konusu olan bütün uygulamalar, neticede kaynakların verimli kullanılmasına dayanıyor olsa da, temelde insan mutluluğunu hedefler. Bu nedenle, sisteminin ilk hedefi, teknoloji bakımından gelişmiş, yaşam konforunu esas alan dengeli gelir dağılımı sayesinde bir refah toplumu inşa etmektir. Bunun için etkili olan şey ise doğal ilkelerdir. Müdahale yoluyla değil; fırsat eşitliğine dayanan dengeli dağılımı sağlayarak bunu yapar.
Çünkü sistem, ferdin ve toplumun iktisadi refahını arttırmak için gerekli olan tüm araçları doğrudan geliştiren ve kullanıma sunan bir yapıya sahiptir. Eğer iktisat, bireyi esas alıyorsa, iktisadi faaliyetlerin amacı da bireyin ve dolayısıyla toplumun refah düzeyinin yükseltilmesidir. Bu nedenle iktisadi dengelerin[1] kurulması ve işletilmesi için çeşitli alternatifler geliştirilebilir. Ancak bütün alternatiflerin tek bir sistem içerisinde toplanıyor olması, dengelerin kurulması ve yönetilmesini de sağlayacaktır. İktisadi dengelerin tespit edilmesi ve ilişkilerinin gözetilmesi, önem taşımaktadır.
Tasarruf – Yatırım Dengesi:
Bir toplumda eğer tüketim varsa, tasarruf da vardır. Çünkü tüketim olabilmesi için belli bir gelirin olması gerekir. Gelecek beklentisi, insanları, gelirlerinden bir kısmını tasarruf etmeye zorlar. Bu, doğal bir davranıştır. Ancak, tasarrufların dolaşıma aktarılması esnasında bazı sorunlar ortaya çıkabilir. Bunun en temel nedeni, devletin uyguladığı vergi rejimidir. Sermayeden veya tasarruflardan alınan vergiler (ve bunlara yönelik dolaylı kesintiler), insanların tasarruflarını dolaşıma kazandırmalarını engellemektedir. Bu nedenle, tasarruflar üzerinde doğrudan veya dolaylı olarak vergilendirme söz konusu olamaz. Buna karşılık, bir ülkenin toplam yatırım miktarı, tasarrufları kadardır. Eğer yatırımlar tasarruflardan çok ise, bu durumda borçlanmak gerekir ki bu da açık demektir. Bu durumda toplum borçlanmış olur ve geleceğe dair endişeleri artmaya başlar.
Sistem içerisinde, vergiler ve yatırım finansmanı birbirinden ayrılmaktadır. Üretimin artması, vergi gelirinin artması anlamına gelir. Dolayısıyla devletin ilave vergi talebinde bulunmasına gerek kalmadan cari harcamalarının dengelenmesine neden olacaktır. Sistem, yatırımlarını tasarruflardan elde edilen finansman gücü ile yapmak zorundadır. Bu nedenle yatırımlar açısından herhangi bir borçlanma söz konusu değildir. Buna karşılık tasarruflar, periyodik olarak artış eğilimi gösterirler. Sürekli katlanarak çoğalan ve artan ivmesel bir gelişme gösterir. Bu da yatırımların paralel olarak artması anlamına gelir.
Mesela bir toplumda tasarruf edebilir nüfusun toplamı, yılda 100 birim tasarruf edebiliyorsa, birinci yılda tasarruf edilen 100 birimlik miktar karşılığında 100 birimlik yatırım sağlanmış olur. İkinci yıl, aynı nüfus, aynı miktarda tasarruf ederse, mevcut miktara eklenerek tasarruf ve yatırım miktarı 200 birime çıkmış olacaktır. Bu şekilde yatırım, her yıl katlanarak çoğalan bir seyir izleyecektir. Yatırımların katma değer üretip tasarruf sahibine geri dönmeye başlaması ile birlikte, yılda 100 birim tasarruf eden toplumun tasarruf değerinde de önemli bir artış söz konusu olacaktır. Yani yılda 100 birim tasarruf eden toplum, 200 birim tasarruf edebilir hâle gelecek ve yatırımlar da bu oranda artış gösterecektir.
Gelir Dengesi – Bölüşümde Etkinlik:
Bir ülkenin veya toplumun sahip olduğu kaynaklar, belli bir merkezde toplanmaz. Kaynaklar, yaygındır. Dolayısıyla bu kaynakların yerinde işletilmesi, maliyetler açısından önem taşır. Sistemin yapısı gereği, üretim planlaması zorunluluğu vardır. Böylece, toplumun her kesimine, her alanda yaygın bir istihdam sağlanmış olur.
İstihdamın yaygınlaştırılması, gelir dağılımının da dengeli bir şekilde toplumun her kesimine yayılması anlamına gelir. Eğer üretim alanları yaygın ise, istihdam da yaygın olmak zorundadır. İşgücünü taşımak veya üretim alanlarını taşımak yerine, yerinde üretim ve yerinde istihdam ile gelir yaygınlaştırılmış olur. Elbette bunun için yapılması gereken şeyler de vardır. Ulaşım ağının geliştirilmesi, ürün ve hizmetlerin taşınmasını kolaylaştıracak ve yatırımların yaygınlaşmasına neden olacaktır. Eğer bir ülkenin ulaşım ağı, istenilen düzeyde değilse, üretimin yaygınlaştırılması da mümkün olmaz. İstihdama paralel olarak gelirin yaygınlaştırılması, toplumun bütün kesimlerinde satın alma gücünün artması ve tasarrufların çoğalması anlamına gelir. Bu durum, tasarruflardan elde edilecek toplam faydanın en iyi şekilde dağılımını sağlar. Herkes, genel refahtan dengeli ve yeterli pay almış; bölüşüm dengesi kurulmuş olur.
Yatırımlarda tartışma konusu olan bir diğer konu ise, “bölüşümün” yani yatırımdan elde edilen gelirin nasıl paylaştırılacağı meselesidir. Aslında bu son derece basit, rasyonel ve zaten uygulanmakta olan “hisse/pay” sistemi vasıtasıyla kolayca çözülebilecek bir konudur. Yani:
· Tasarruf sahibi, parasını bankaya yatırmakla bankanın bir nevi faaliyet ortağı olur.
· Banka, bu mevduatı yatırımlarda kullanır ve iştirakçileri adına işletme kurup işletir. Oradan elde edeceği geliri de yine ortaklarına paylaştırır.
Son derece pratik, anlaşılabilir ve kurallı bir şekilde bölüşüm[2] gerçekleşmiş olur. Artık emek halka geri döner.
Üretim – Kaynak Dengesi:
Sistemin doğal yapısı içerisinde, üretimin her aşamada planlanması ve uygulamanın yaygınlaştırılması gereklidir. Buna göre, ülkenin bütün bölgelerinin kaynak analizlerinin yapılması ve yatırımların bu kaynaklara göre planlanması zorunludur. Çünkü tarıma elverişli olan bölgede sanayi üretimi yapmak mantıklı değildir. Bu, hem maliyet artışına neden olur hem de verim kaybı doğurur. Buna zaten ihtiyaç yoktur. Kaldı ki, üretimin de profesyonelleşmesi ve eksik istihdamın önlenmesi önemlidir. Çünkü eksik istihdam, (yetersiz bilgiye sahip veya yeteneğine uygun olmayan alanda istihdam edilen iş gücü) verimsizliği doğuracaktır.[3] Bu da bir birim malın üretilmesi için gerekli olan zaman süresinin uzatır ve dolayısıyla maliyeti artırır, kalite ve verimin düşmesine sebep olur.
Eğer, ülke genelinde bölgesel kaynaklara göre üretim planlaması yapılırsa, bölgenin potansiyeli yerinde ve en ucuz maliyetle değerlendirilmiş olacaktır. İş gücünün bölgesel kaynaklara göre istihdam edilmesi, iş gücü yeteneklerinin verimli kullanılması anlamına gelir. Çünkü belli bir alanda uzmanlaşmış olan iş gücü, çalışma yerini değiştirse bile, bir başka üretim noktasında da aynı veya benzer bir işi yapacaktır. Dolayısıyla yetersizlikler önlenmiş olacaktır. Bu durum, üretim maliyetlerinin önemli ölçüde düşmesine neden olur. Böylece daha ucuz maliyetle üretim gerçekleşmiş, daha kaliteli ürünler çok daha uygun koşullarda tüketilebilir hâle gelmiş olur. Satın alma gücünde önemli bir değişiklik olmasa bile, üretim maliyetlerinde gözlemlenecek düşüşler, tüketimi de olumlu etkileyecektir.
Altyapı planlaması devletin işidir. Altyapı giderleri, vergi gelirlerinden karşılanır. Devlet, üretim yatırımı yapmak zorunda değildir. Bu nedenle vergi gelirlerini yerinde ve etkin kullanabilecek durumdadır. Sistemin yatırım planlamasına göre altyapının geliştirilmesi ve ulaşım ağının iyi bir seviyeye çıkarılması zorunludur. Bölgesel kaynaklara göre yatırımların planlanması ve uygulanması, iş gücünün yeteneklerine göre uzmanlaşmasını da beraberinde getirecek bir sonuç doğurur. Sürecin doğal seyri içerisinde herkes, kendi yetenek ve koşullarına uygun üretim aşamalarında uzmanlaşacak ve denge sağlanmış olacaktır.[4]
İstihdam – Tüketim Dengesi:
Yaygın ve etkin istihdam, gelir dengesinin oluşmasını ve beraberinde satın alma gücünün artmasını sağlayacaktır. Eğer toplumun her kesiminde düzenli gelir olanakları yaygınlaştırılır ve iş gücünün bu olanaklardan yararlanması sağlanırsa satın alma gücü artışına paralel olarak tüketimin de artması kaçınılmaz olur.
Tüketim artışı, daha çok üretim gerektirir. Daha çok üretim ise daha çok istihdam demektir. Üretim artışı ile sağlanacak olan verimlilik, doğrudan üretime katılanları da ilgilendirdiği için, gelir artışı da paralel bir seyir izleyecektir. Yani, tasarrufları ile üretime katılanlar, tasarruflarından dolayı gelir elde edeceklerdir.
Emekleri ile üretime katılanlar, emeklerinden dolayı gelir elde edeceklerdir. Ancak üretime emek ile katılanlar, aynı zamanda tasarruf sahibidir; yani aynı zamanda üretimden pay alan taraftır. Dolayısıyla hem üretime iş gücü olarak katılmasından hem de tasarruflarından dolayı ivmesel bir gelir artışı söz konusu olacaktır.
Gelir artışı, tüketimin artmasını, tüketim artışı ise üretimin artmasını sağlar. Buna göre, dinamik bir pazar ortaya çıkacak; istihdam, yaygın ve etkin hâle gelecek; tüketim artışı, üretim üzerindeki baskıları ortadan kaldırılarak sürdürülebilir verimlilik oluşturacaktır. Kaynak planlaması, yerinde üretim olanaklarını geliştirecek ve yerel istihdamın yaygınlaşmasını sağlayacaktır.
Yatırım – İşletme Dengesi:
Kaynak ihtiyacı duyan bir işletme, belli nedenlere dayanarak kaynak talebinde bulunur. Finansman darlığı içerisinde olabileceği gibi, yatırımın geliştirilmesi, üretim verimliliğinin artırılması, pazardan daha fazla pay alma isteği gibi pek çok nedene dayalı olarak böyle bir talep oluşur. Konvansiyonel uygulamalar, teminat karşılığı fon sağlamaya yöneliktir. Bu durum, sağlanan fonun denetimsiz olarak işletmenin tasarrufuna bırakılması demektir. Fakat eğer işletme, üretim verimliliğini kontrol edemiyor veya pazar öngörülerini sağlıklı yapamıyor ise sağlanan fon, risk taşıyor demektir. Zekât sisteminde bu yoktur. İşletmenin finansman taleplerine banka, doğrudan iştirak ederek katılacaktır. Böylece işletmeye sadece ihtiyaçları için fon sağlamakla kalmamış, aynı zamanda profesyonel destek de sağlanmış olacaktır.
Her işletmenin daha iyi üretim, daha iyi planlama ve daha iyi kazanç beklentisi vardır. Bunun için ihtiyaç olan şey, sadece finansman değildir. Bilgi ve deneyimlerin paylaşılarak çoğaltılması da önemlidir. Sistemin böyle işlemesi, toplumun her kesimine yayılmış olan işletmelerin birer laboratuvar hâline gelmesine de neden olur. Böylece hata veya olumsuzlukların, kolaylıkla tespit edilip giderilebileceği şartların oluşması için gerekli olan bilgi akışı, zamanında ve etkin bir şekilde sağlanmış olacaktır.[5] Hiçbir işletme zarar etmeyecek; verimlilik, sürdürülebilir ve dinamik olacaktır.
“Refah = İktisadi dengeler toplamı”dır.[6]
[1] Rahman: 7, 8, Mutaffifin: 2, 3.
[2] Baqara: 188, Nisa: 29.
[3] Taha: 124.
[4] Rahman: 7, Naziat: 28.
[5] Baqara: 44, Al-i İmran: 104, 110, Maide: 54.
[6] Rahman: 7, 8.