Bilgi mi, sabite mi?
Allah ve Rab kavramlarını birbirinden ayırdığımız zaman, Kainatın şekillendirilmesi, üzerinde gerçekleştirilen üretimler vs. hepsinin Rabbin işi olduğunu anlamak zor olmayacaktır. Bu durumda “Allah’ın gücü yeter mi?” sorusu da anlamını kaybeder.
Kainatın şekillendirilmesi ve gerçekleştirilen üretim ve dönüşümlerin tamamı belli bir program çerçevesinde yapıldı. Dolayısıyla programdaki aksamalar veya öngörülemeyenler Allah’ın değil Rabbin işidir.
Allah’ın tanımsız olması, bilinemez olması sebebiyle Rabbin de onu bilmesi mümkün değildir. Eğer Rab Allah’ı tanımlayabiliyor olsaydı, mutlaka kitabında bunu ifade etmiş olmalıydı. Şu halde, Rabbin de bilmediği bir şey hakkında düşünmek veya sonuçlar üretmek akli değildir.
Varlığı üreten de yine bir varlık ise, o halde üretimin bir süreç olması gerekir. Nedenleri olmalı ve nihayetinde sonuçları da olmalıdır. “Allah dileseydi” demek mantıklı değildir çünkü üretimi yapan Allah değildir. Eğer dileseydi her şey olabilirdi ama bu durumda seçiciliğin, ayrışmanın veya tekamülün veya gelişmenin hiçbir anlamı olmazdı. Dünyada bulunmamız bile saçma olurdu ki, bu Allah’ın kendisini de sorgulamamızı gerektirirdi. Üretimde Allah’ın bir katkısı olmadığına göre, O’nun gücünden söz etmek de imkansızdır.
Kimileri, Rab-Allah ayırımı yapamadıkları veya yapmadıkları için süreci tanımlamakta zorlanıyorlar. Bu durum kainatı açıklamada veya anlamada derin çelişkilere neden olmaktadır. Maddenin kendiliğinden oluşu, sürece Allah’ın müdahale etmediği, sistemin ve varoluşun sistematik bir şekilde Rab (Rububiyet) tarafından kurgulandığı ve üretildiği ve dolayısıyla nihai olarak hesabın da bu çerçevede olmasını zorunlu kılar.
Benzer şekilde başka kavramlar da ıslah edilmiş ve içine bolca peri masalı ve gizem karıştırılmış halde süreci anlaşılabilir olmaktan uzaklaştırılmıştır.
Mesela “Arasat” kelimesi lafzın kullandığı bir kelime değildir. Mana itibariyle “arsalar” demektir. Herhalde yeryüzündeki mülkiyet saplantısı sebebiyle dönüşümden sonra da birtakım arsalara sahip olma arzusundan ileri gelmektedir. Üstelik bu ifade “Mahşer” kelimesi ile aynı manada kullanılmaktadır. Oysa "mahşer" kelimesi de lafzın kullandığı bir kelime değildir.
Haşr; “buluşmak, Toplanmak” olarak anlaşılmaklatadır(Istılah). Böyle anlamak isteyenlere bir şey diyemeyiz ama, herhalde böyle anlayabilmek için lafzın ifadelerini hiç görememiz de gerekir. Yorumcular elbette nasıl istiyorlarsa öyle yorumluyorlar ama acaba kaç kelimenin aynı manada anlaşıldığını sorgulamak gerekmiyor mu? Oysa Kur’an iki kelimeyi aynı manada kullanmaz.
Haşere: toplamak, haşredip sevketmek, birini vatanından uzaklaştırmak, kurak ve kıtlık, birini ssıkıştırp zahmet vermek
Huşire: birinin başı pek büyük ve şiddetli oldu, helak oldular, karnı pek büyük olup önünde dikili oldu
Haşşere: birbiri üzerine yığıp sıkmak
El-haşrü: toplanma. kıyamet günü, insanların toplanması,haşri, Kur'anda Haşir suresi,(ıstılah) nazik kulak
El-haşru: kepek
El-haşratu: haşeret, çıyan,fare,
Haşera: sekaratta gargara, nefes alıp hırıldamak.
Haşr kelimesininn asli manası “köşeye sıkışmak, tıkmak”tır. Başka bir seçeneğin bulunmadığı, çıkış yolunun olmadığı manalarına gelir. Haşr, seçeneksizliktir. Bu kelimenin “sınava hazırlamak” manası da vardır. Zorunlu eğitime tabi tutma. Sözlükte "bir şeyi mekân ve meskenden çıkarmak, sevketmek" anlamlarına da gelmektedir.
Bu kelimeye “toplanmak” veya bir araya getirmek manası verebilmek için lafzın diğer ayetlerini de göz ardı etmek gereklidir.
“Yevme yecmeukum li yevmil cem’i zâlike yevmut tegâbun…” (Tegabun 9)
Mutlak toplanma gününde sizi toplayacak-toplar… (cem eder)
Devamındaki “tegabun” kelimesi “kaçırılan, cevapsız, kaçırılmaması gereken” manalarına gelir. Bu kelimeye “kar-zarar” manası verilmektedir. Oysa böyle mana verebilmek için karine yoktur. Çünkü “yevm-ul hisab” yani hesap günü zaten lafzın kullandığı bir ifadedir. (bknz. İbrahim 41, İsra 14, Şu’ara 82, Sad 16-26, Mu’min 27, inşikak 8) Kar-zarar demekle ne kastedilir? Böyle manalandırılınce “hesap” kavramının dışına mı çıkmış olur?
Konumuza dönersek, Haşr kelimesi ile ilgili olarak Mesela, Taha 59’da:
“Kâle mev’ıdukum yevmuz zîneti ve en yuhşeren nâsu duhâ”
Denmektedir. Mev’idukum kelimesi “randevu, bir araya gelme, buluşma” manasındadır. Haşr kelimesinin manası bundan farklı olmalıdır. “Cem” kelimesinden farklı olarak, zamanı ve yeri önceden belli olan bir buluşmayı ifade eder. Yani: Sizin randevunuz süslenme-dekorasyon (karnaval,bayram) günüdür. Yani, insanlar fedakarlık etmek (zamanlarını) için zorlanacaklardır.
Duha kelimesi, isim olarak “kuşluk vakti, öğleden önceki zaman” ifade etitği gibi, “fedakarlık, ödün” manalarına da gelmektedir. Her halukarda insanlar için başka seçeneğin olmadığı bu buluşmanın veya randevunun onlar için zorunlu olduğunu anlamak mümkündür. Duhana tıkışmış olacaklardır. Daha yalın bir ifade ile, “yani halk zorunlu olarak öğleden önceki zamanı feda edeceklerdir”
İsra 97’de de aynı kelime kullanılmaktadır:
“…ve nahşuruhum yevmel kıyâmeti alâ vucûhihim umyen ve bukmen ve summâ…”
Ayetin bütününe baktığımız zaman, o kimselerin o gün orada bulunanlar arasından bir yardımcı, dost bulamayacakları, zorunlu olarak yüzlerine karşı kor sağır ve dilsiz bir şekilde cehennem için hazırlanacakları ifade edilir. Bir çeşit zorunlu eğitime tabi tutulacaklardır ve bundan kaçış yoktur.
Furkan 25’te de benzer ifadeler vardır. Tanrı olmaksızın, Allah’ın düninden olmayan bir rabbe ibadet edenler için de aynı zorunluluğun, zorunlu hazırlığın, zorunlu eğitim varlığından söz edilmektedir.
“yevme yahşuruhum” köşeye sıkıştırıldıkları gün. Zorlandıkları, sıkıştırıldıkları gün. (Ayrıca Bknz. En’am 128, Yunus 45, Sebe 40)
Hicr 15, kelimenin manası açısından önemlidir.
“Ve inne rabbeke huve yahşuruhum, innehu hakîmun alîm”
Onların rabbi hizaya sokacaktır, köşeye sıkıştıracak, zorunlu eğitime tabi tutacaktır.
Anlaşılacağı gibi, “Haşr” kelimesi, seçeneksizlik, sıkıştırmak, tıkmak, zorlamak, anlamında kullanılmaktadır. Ayetlerden de anlaşıldığı gibi, Haşr, bir zorunlu eğitim, zorunlu sınava veya eğitime tabi tutmak, seçeneksiz bırakmak anlamında kullanılmıştır.
Elbette bu kelimeye dayanılarak “Çıkarmak” manası verenlere de bir şey diyemeyiz. Ancak unutulmamalıdır ki, dünya hayatı ile sonrası kesintisizdir. Bütün varlığın aynı anda bir yerde toplanmaları söz konusu olmadığı gibi, lafzın ifade ettiği şekliyle bunun bölük bölük, parça parça olacağı, yani bir süreç olduğu da açıktır. Herhangi bir yok etme veya kapatma söz konusu değilse, neyi çıkarmak gereklidir? Neml suresi 83 ve 84. Ayetler bu açıdan önemlidir.
“Ve yevme nahşuru min kulli ummetin fevcen mimmen yukezzibu bi âyâtinâ fe hum yûzeûn” (Neml 83)
“Hattâ izâ câû kâle e kezzebtum bi âyâtî ve lem tuhîtû bihâ ılmen em mâzâ kuntum ta’melûn” (Neml 84)
Mesela 83. Ayette kullanılan “fevc” kelimes “Alay” demektir. Bilindiği gibi, Alay, ortalama beşbin askerden oluşan bir birliktir. 84. Ayette ise bu alaylara sorulur: Siz ayetleri açıp, onlardan çıkarımlar yaparak (ihata) ilim yapmanız gerekirken yalanladınız mı? Hah işte şimdi eziyetine katlanın bakalım…
Bir ayrıntıyı daha not etmeden geçmeyelim. Meryem suresi 85. Ayette “Haşr” kavramının sadece bir “eziyet” anlamında olmadığı, bunun aynı zamanda herkes için geçerli olan bir zorunluluk oluduğu açıkça ifade edilir.
“Yevme nahşurul muttekîne iler rahmâni vefdâ”
Demek ki başarılı olanlar için bu zorunluluk, bir saygı, izzet ikram manasına gelmektedir.
Kesin olarak anlaşılan şey şudur ki: Bizim yeryüzü servüenimiz, bilgi içindir. Bilgiye ulaşmanın gereği sonraki aşamaya hazırlanmaktır. Çünkü dönüşüm veya gelişim ancak ve ancak bilgi ile mümkündür. Bilgiyi reddedenlerin neticede büyük zorluklarla karşılaşacakları son derece açıktır. Öyleyse dünya bir okuldur, bir eğitim alanıdır. Tam da burada bir kere daha “Salat” kavramının önemi bütün çıplaklığıyla ortaya çıkmaktadır. Bilgiye nasıl ulaşacaksınız? Üzerinde yaşadığımız dünyada her şeyi bilebilmemiz mümkün olmadığına göre, bunun başka bir yolu olmalıdır. Ritüellerin buna katkısı herhalde tartışılır. Bu sebeple dünyayı sabit bir düzene bağlamak ve bunda ısrar etmek son derece mantıksız olur. Çünkü “din” yani düzen de dünya için değildir. “yevm-ud din” din günü de bir sonraki aşamadır. Yani buradaki varlığımız aynı zamanda sonraki aşamada düzeni kurgulamak içindir. Aslında sabit fikirlilik bizler için de bir eziyettir. Ya değişeceksin, ya değiştireceksin…
Herhalde bütün bunlar aynı zamanda dünyadaki varlığımızı ve süreci anlamak için önemli verilerdir. “Niçin” sorusunun cevapları da yine lafzın kendisinde vardır.
Aynı şekilde A’raf kelimesi de ıslah edilmiş, ifade ettiği mana mitolojik bir figüre dönüştürülmüştür.
Genel olarak, "A'râf", urf kelimesinin çoğulu olup, yüksek ve yüce olan her mekâna verilen bir isimdir. Yine bu kelimeden olarak, atın yelesine urfu'l-feres ve horozun ibiğine urfu'd-dîk denilir. Yüksek olan her yere "urf" denilir. Çünkü o yer, yüksekliği sebebi ile, kendisinden daha alçak yerlere nazaran daha iyi tanınmakta (ma'ruf olmaktadır) denmektedir.
Mitolojik Istılahta ise; cennet ve cehennem arasındaki yer olarak tanımlanır.Burada olanlara da Araf halkı denir.Sadece müslümanlıkta değil, hristiyan dini terminolojisinde de bu kavram vardır. (pagan dinlerinde olanları saymıyoruz) Araf halkının bir özelliği de, cennettekileri ve cehennemlikleri aynı anda görebilmeleridir. (Bu yaklaşım da lafzi verilere aykırıdır)
A’raf istilaha göre cennetle cehennem arasındaki yerin adıdır, (Pagan kültürü)
Ancak “urf” “pratik bilgi, örf”, “yüksek yer, çıkıntı, yükselti, tümsek” anlamlarına da gelir.
Kuran'da geçen deyimin “urf” sözcüğünün ikincil anlamından türediği kabul edilir. Ancak Habeşçe ölüler için söylenen A’rafa (istirahat etti,) fiiline işaret eder. Arafat, yüksek tepe olduğu için değil, büyülü kabul edildiği için bu isim verilmiştir. Ölülerin istirahat ettiği büyülü dağ.
اعراف –A’raf : Normlar, Standart durum, Gelenekler sonucu oluşmuş kurallar, zorunlu kurallar, Standardize edilmiş, Standardı yakalamış, kural veya protokoller, bilmek, idrak etmek, itiraf etmek,ikrar eylemek, mükafatını göstermek, sabretmek
اعراف – A’raf: Gümrük, gümrükler, gelenekler
عرف – Urf : gelenek, görenek, özel,
عراف – Uraf: Kahin, büyücü, geleceği gören
عرافة – Urafet : Hex, onaltılı, altı köşe, nazar, büyü
عارف – Arif: koku sürnmeyi terketmek, bilmek, tanımak, bir şeye delalet etmek, bilmek için haber sormak,bildirmek öğretmek
يعرف – Ya’rufu : Bilmek, biliyor, idare etmek, işlerini tedbir etmek, atın yelesini kırkmak, çok koku sürmek, kokusu güzel olmak, başkan,kavmin reisi olmak
Istılah açısından baktığımız zaman, A’raf ‘ın cennet ve cehennemdekileri aynı aynı anda görülebildiği bir yer olarak tarif edilir. Oysa ayetler bunun tam aksini söyler. Mesela, Araf 46’da:
“Ve beynehumâ hicâb..:”
İkisinin arasında hicab vardır.
Hicab: duvak, peçe, yüze örtülen şey, bir çeşit perde
Devamında:
“…ve alel a'râfi ricâlun ya'rifûne kullen bi sîmâhum….”
Standart kurallara göre erkekler onların hepsini özelliklerinden bilirler….
Burada “simahum” kelimesine “yüzlerinden” manası veriliyor, oysa ayette arada bir perde olduğu söyleniyor, yani yüzlerini görmüyorlar ki yüzlerine bakarak bilsinler veya tanısınlar. Demek ki bilinen şey, standardize edilmiş özelliklerdir. Kaldı ki, “Yüzleri” manası verebilmemiz için “vucuhekum” ifadelerini göz ardı etmemiz gerekir.
Sima: özellik, özellikle, belli başlı manasındadır.
Genel olarak klasik “A’raf” anlayışına göre, burada bulunanlar ne cennete ne de cehenneme girememiş olanlar olarak tanımlanır. Ancak ayete bakıldığı zaman, “henüz girmemiş” oldukları ifade edilmektedir. Yani bu girmeyecekleri anlamına gelmez. 49. Ayette “Cennete girin” denmektedir. Demek ki orada kalıcı değillerdir. Yani bu da sürecin bir parçasıdır.
Aynı şekilde 48. Ayette de başkaları, başka adamlar da A’raf ehlini “simalarından” yani özelliklerinden tanırlar denmektedir. Ne A’raf ehli cennet ve cehennemdekileri, ne de cennet veya cehennemdekiler A’raf ehlini görmedikleri kolayca anlaşılabiliyor. Demek ki A’raf’ta bulunanların kimseyi görmediği, başkalarını standart özelliklerinden tanıdıkları veya tanımladıkları açıkça anlaşılabilen bir şeydir.
Şöyle bir soru da sormak gerekir: Niçin adamlar/erkeklerden söz ediliyor da, kadınlar yok?
Aslında çok basittir, cinseyet biyolojik varlık içindir. Beşer içindir. Kur’an ın “insan” olarak tarif etitği şey için bir cinsiyet atfında bulunabilmenin kolay olmadığı açıktır. Dönüşüm süreci ile birlikte biyolojik bedenden ayrılmış olacağına göre, bir cinsiyetten söz etmenin de imkanı ortadan kalkar. Yani biyolojik beden ve cinsiyet mevcut fiziksel koşullarımız içindir ve geçici bir durumdur. Demek ki sonraki aşamada herkes aynıdır. Tabii burada yine klasik anlayışın vazettiği birtakım cinsel beklentileri boşa çıkardığımız için de üzgün olduğumuzu ifade etmemiz gerek. (AYnı şekilde, Zina kavramına yüklenen anlamların bir kere daha gözden geçirilmesini de önerebiliriz)
Yine ayetlerden anlaşıldığına göre, muhatap olan da Rab’dir. A’raf ehlinin duaları veya yalvarışları Rabbedir. Araf 47’de bu durum çarpıcı bir şekilde ifade edilir:
“…kâlû rabbenâ lâ tec'alnâ mealkavmiz zâlimîn” denmektedir.
Ey rabbimiz, bizi zalimlerin topluluğuyla birlikte dönüştürme…
Netice itibariyle, Dönüşüm sürecinin bir anda olup bitmediği, bunun bir süreç olduğu ve herkesin aynı anda orada bulunmayacağı, bulunamayacağı anlaşılmaktadır. Yani herkesin aynı anda Haşr olmayacağı, aynı anda cennet ve cehennem gibi bir ayırıma tabi tutulmayacağı, bunun bir süreç içerisinde gerçekleşeceği anlaşılmaktadır. Böyle olunca “Kabir hayatı” vs. gibi pagan mitolojisinden devşirme varsayımların da bir değeri ve anlamı kalmamaktadır. Bedeni terk eden nefsin sürece devam ettiği herhalde reddedilemez. Lafzi ifadeler bu durumun bütün çıplaklığıyla yüzevurumudur.
Aynı şekilde ayetlerin ifadelerinden anlaşıldığı gibi, kimse bir yerden çıkarılmayacak. Haşr eğer zorunlu bir eğitim ise, veya bir köşeye sıkıştırma, tıkma ise, o halde dünyada başarılı olamayanların mevt olduktan sonra sürecin başladığını söylemek mümkün. Çünkü hayatın kesintisizliği sebebiyle herhangi bir bekleme veya asılı kalma durumu söz konusu olmamalıdır. Mu’minun 99 ve Secde 12 de de ifade edildiği gibi, mevt olduktan sonra Rabbe yalvardıkları ve geri dönmek istedikleri açıkça ifade edilmektedir. Çünkü kimileri bunu reddetmekte, sürecin devamının olabileceğine ihtimal vermemekteydi. Buna göre, demek ki, idrak, anlama, görme ve işitme biyolojik bedenle bağlı bir durum değildir. Sonrasında da devam eden bir süreç olarak karşımıza çıkar. Basitçe yaşam formunun bir dönüşümüdür.
Özetle, normatif dönüşüm, başlangıçta Rabbin yaptığı işlerin veya Rabbin üretiminin bir sonucu ve bir aşaması olarak karşımıza çıkar. Allah’ın kainatı niçin varettiğini bilmemiz mümkün değildir. Çünkü kendisini bilemeyiz. Ama görünen o ki, Rabbin bizi var etmesi ve dünyada bulunmamızın en temel nedeni, bilgiye ulaşmak içindir. Deneyim kazanmak ve dönüşüm sürecinde başarılı olmak içindir. Nihayet muhatap olan da Rabdir.
Dünya bir eğitim alanıdır ama nihai hedefe ulaşmak için öncelikle nihai hedefin de yaratılmış olması gerekir. Oysa nihai hedef yani Ahiret denilen şey de bizler için henüz yaratılmış değildir. Bu mevt olanlar için yaratılmış olmadığı anlamına gelmez. Görünen o ki, sonraki aşamada ne olacağını da belirleyen bizleriz. Demek ki geleceği de biz yaratıyoruz. Bilgiye ulaştığımız ölçüde ve yaptıklarımızla...
Düzeni kavramak isteyenler için not etmek istedik.
Vesselam