INSAN TOPLUĞU (HUMAN SOCIETY)
DOĞAL EŞİTLİK İLKESİ:
Insan, Yaratıcı’nın yeryüzündeki “Halife”sidir. (Yunus 14, En’am 165, Bakara 30) Farklı yeteneklerde olmakla birlikte aralarında herhangi bir fark yoktur. (Sad 26).
Buna göre bütün insanlar “hür, haysiyet sahibi ve haklar bakımından eşit doğarlar”. Bütün insanlar “ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir ideoloji, etnik veya sosyal statü, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin” eşit kabul edilmelidirler. (Hucurat 13)
Doğuştan sonra insanın kazandığı veya içinde bulunduğu sosyolojik farklılıklar, fizyolojik farklılıklar hiçbir surette “Eşitlik” çerçevesini değiştirmeye veya bozmaya yetmez. Üstünlük ancak “sevgi/gönül bağı” iledir.
Kimileri “İslam, batıda geçerli olan "pozitif bir kavram olarak özgürlük" anlayışını kabul etmez. Bu nedenle eşitlik ve özgürlük gibi insan haklarının, insanın kendi kendine efendiliğinin sonucu olduğuna veya insanın, hayatını özgürce kendi istediği gibi programlayıp tasarlamak zorunda olduğuna da inanmaz. İslam kişiyi batıl tanrıların köleliğinden kurtarıp, özgürlüğün sadece Allah'a kulluk ile kazandırır.” Demektedirler.
Bu yaklaşım lafza uygun değildir. “Varlık olarak eşitlik” ilkesi ile “Sosyolojik farklılıklar” birbirine karıştırılmaktadır. Varlıkta eşitlik reddedilerek, sosyolojik farklılıklar üzerine bina edilmeye çalışılan bir “sınıfsal ayrımcılık” gözetilmektedir. Elbette “İyi işler yapan” ile “kötü işler yapan” arasında değer yargıları bakımından fark olmalıdır. Ancak Ku’an “Ey insanlar” diyerek varlık alanında bütün insanlara hitap etmekte ve “eşitlik ilkesini” burada tesis etmektedir.
Yâ eyyuhen nâsu innâ halaknâkum min zekerin ve unsâ ve cealnâkum şuûben ve kabâile li teârefû, inne ekremekum indallâhi etkâkum, innallâhe alîmun habîr (Hucurat 13)
“Ey insanlar” hitabı ile, insanların varlık olarak eşit oldukları kabul edilmiştir. Buna göre inançlarına veya tabiiyetlerine veya sosyal statülerine veya başka bir gerekçe ile insanlar arasında herhangi bir ayırımcılık yapılamaz.
HUKUKSAL EŞİTLİK (Topluluk içinde eşitlik) İLKESİ:
Bütün insanlar temel “eşitlik” ilkesi çerçevesinde “topluluk içerisinde de eşittirler.” (Nisa 58, Sad 26)
Kur’an, adalette de ayırımcılığa izin vermemektedir. Toplum içerisinde de insanların eşit kabul etmesi bir tercih değil, bir zorunluluktur. Çünkü Nisa 58 “ey insanlar” hitabıyla başlar ve eşit muameleyi “emreder”.
Öte yandan herkes tabi olduğu hukuka göre muamele görme hakkına da sahiptirler. (Maide 47, Şura 10, Bakara 256) Buna göre, kitap ehli olanlar kendi kitaplarına göre, (Yahudi, Hıristiyan, Müslüman, Budist vd.) olmayanlar ise örf’e göre değerlendirilirler.
“Din”de Allah’ın kuralları esas alınır. Yaşamda ise “Örf” esastır. İnsanlar hangi inanca mensup olurlarsa olsunlar topluluk içinde eşittirler. İnançları ile ilgili anlaşmazlıklarda herkes kendi kitabına/hukukuna göre, toplum içerisindeki ortak anlaşmazlıklarda ise “Örf hukuku”na göre yargılanırlar. Hiç kimseye inançları yüzünden “baskı veya zorlama” yapılamaz, (Bakara 256) Ayrımcı, ayrıştırıcı uygulamalarda bulunamaz.
Kimileri sadece “inanç” temelinde toplulukların bir arada yaşayabileceğini iddia etmektedirler. Bu şekilde aynı inanç guruplarının veya aynı sosyal tercihlere sahip gurupların ayrı topluluklar oluşturması öngörülür. Bu durum “lafza” uygun değildir. Lafzın “Eşitlik, Yaşama Hakkı, yaşama yerini seçme hakkı” prensiplerini bütünüyle ihlal eden bir yaklaşımdır. Kur’an “farklılıklarla birlikte ortak yaşam”ı emretmektedir. Hiç kimse inançlarına, sosyal tercihlerine veya kimliklerine göre sınıflandırılamaz. Böyle bir sonucu doğuracak “kurallar” koyamaz. Hiç kimse herhangi bir sebeple topluluktan dışlanamaz.
Kur’an, inançları, sosyal statüleri veya nitelikleri ne olursa olsun “bütün insanları eşit” kabul etmektedir. Bütün ayetler bu yöndedir. Hal böyle iken, insanlar “seçme” zorunda bırakılamaz. Herkes topluluk içerisinde “insan” olarak var olma, topluluğa katılma, faydalanma ve yaşama hakkına sahiptir.
Üstünlük sadece “takva” iledir. Bir insanın dini, dili, ırkı, sosyal statüsü ne olursa olsun “daha iyi insan olmak” prensibinde üstündür. Kur’an “daha iyi inanmak”, “daha çok “mü’min” olmak gibi bir ayırımcılık ortaya koymaz. İnsanlar sadece “Salih amel” çerçevesinde yaptıkları işlere ve “takva” çerçevesinde dürüstlüğüne/samimiyetine bakılarak değerlendirilir. Başka bir kriter yoktur.
YÖNETİMDE EŞİTLİK /ÇOĞULCULUK
İnsanları “tek bir anlayış” üzerinde birleşmeye zorlamak “imkansız” olduğu kadar “lafza” da aykırıdır. Herşeyden önce Kur’an ın “siyaset anlayışı” çoğulcu bir yapıya sahiptir. (Am-i İmran 64, Maide 48) Aslında insanları “tek bir anlayış” üzerinde birleşmeye zorlamak, onları daha fazla bölmek/ parçalaak anlamına gelir. Bu anlayış, düşmanlıkların çoğalmasına, huzurun bozulmasına da neden olmuştur. Tarihsel gerçekler bu örneklerle doludur.
Kimileri, Kur’an ın çoğulcu anlayışa sahip olmadığını, bu sebeple kararların ekseriyete göre değil ittifaka göre alınması gerektiğini iddia etmektedirler. Buna göre kararlarda topluluğu oluşturan bireylerin (halkın) etkisi yoktur. Yasalar sosyal gurupların halktan bağımsız tercihlerle belirlendiği, Yöneticilerin kararları ile yasaların oluşturduğu bir yapı ortaya koymaktadırlar. Bu lafza uygun değildir.
Herşeyden önce Kur’an, seküler bir yapı ortaya koymaktadır. Hiç kimseye baskı uygulamayan, herkesi toplum içerisinde eşit kabul eden ve ayırımcılığa göz yummayan bir anlayışa sahiptir. Sadece “Uzlaşma”yı önerir ve bunun için de iki kriter vardır:
- Tevhidde uzlaşmak (Ali-İmran 64) : Ehli kitap olanlar ve bir şekilde Allah’a inananların bu prensipte uzlaşmaları anlamına gelir.
- Şeriatte Uzlaşmak (Maide 48) : Tevhidde uzlaşılamadğı zaman ise “ortak kurallar” üzerinde uzlaşma önerilir.
Kur’an ın ortaya koyduğu çoğulculuk Pragmatik bir çözüm değildir. Bu azınlık olanların haklarını yaşama haklarını ve topluluğa katılma haklarını ortadan kaldırmaz. Tam aksine onların haklarını da garanti altına alan bir çoğulculuk önerir. Herşeyden önce “Yaşamda ve Hak’ta eşitlik” vardır. Hiç kimse Kur’an a tabi olmak zorunda değildir (Bakara 62, Maide 47).
Yerleşik kabuller, “islamca dizayn edilmiş” bir topluluk öngörmektedirler. (islam’dan kasıt yerleşik kabullere göre şeriat anlayışı, din anlayışıdır) Kur’an tam aksine “insanca dizayn edilmiş” bir topluluk anlayışını ortaya koyar. Yani çatışma değil, sadece “Barış ve Uzlaşı” önemlidir. Herkesin özgürlüklerinin korunduğu, herkesin fikriyatta ve yaşamda hür oldukları bir sistem vardır. Bunun için kimsenin inançlarına bakılmaz, inançlarına göre değerlendirilmez.
Bu çerçevede bazı kavramlara da açıklık getirmek gerekir. Kur’an ın siyaset anlayışını tarif eden bazı prensipler vardır. Bunlar “tevhid, itaat, hilâfet, bey'at, şûra ve ulu-l Emr,” şeklinde anlaşılabilir.
Tevhid : Kitap ehli olanlar ve bir şekilde “Allah”a inananlar için ortak “Uzlaşı” noktasıdır. Ancak topluluk içerisinde bu bir zorunluluk veya ayrıcalık değildir.
İtaat : Topluluğun seçilmişlere “itaat etmesi” anlamına gelir (Nisa 58, 83). Kimliğine bakılmaksızın isyan meşru değildir
Hilafet : İnsanlar yeryüzünde Allah’ın halifesi ise, Topluluğun da “halife”si olmalıdır. Buna göre “Devlet” topluluğun halifesidir (Bakara 104, İsra 16). Krallık, saltanat yoktur (Neml 34,Bakara 247)
Bey’at : Vekaleti tayin etmek, yetki vermektir (Fetih 10, 18, 19). Devleti kim oluşturacaktır? Topluluğun “yetki” verdiği insanlar oluşturacaktır. Yetki nasıl verilecektir? “Seçim” yoluyla yetki verilecektir.
Şu’ra : Seçilenler tarafından oluşturulan “meclis” tir (Şura 10, mucadele 11, Alak 17). Topluluğun ortak kurallarını oluştururlar. Çoğunluk varsa yasalaşır ve herkes uymak zorundadır. Yasama kriteri “Rasyonel fayda” üzerinedir (emr-i il ma’ruf, nehy-i anil münker)
Ulu-l Emr : Seçilmiş başkandır. (Kehf 26, Nisa 59) Yürütmenin başıdır. Yetkisi çerçevesinde kararları uygular. İttifak çoğunluktadır.
Kimileri, bu temel kavramlara Velayet, Hüküm gibi tali kavramları da ilave etmektedirler. Ancak mekanizma içerisinde velayet anlam taşımadığı gibi, hüküm esasları da zaten bellidir. Sistemin hükme uygun olması kaçınılmazdır. Dolayısıyla yapısal bütünlük içerisinde bir mekanizma olarak değerlendirmek doğru değildir.
Özetle, kur’an topluluğun bir arada yaşamalarını, organizasyon yapısını ve bu yapının şeklini tarif etmektedir. Buna göre:
- Seçim esastır. Yöntemleri belirlenebilir. En uygun olan yöntemle olabilir. Ancak gerek meclisin oluşturulması ve gerekse “başkan” mutlaka seçimle işbaşına gelmelidir. Ancak bu bir saltanata dönüşmemeli, bu sebeple de “süreli” olmalıdır.
- Topluluğu oluşturan bireylerin özgür iradeleriyle yaptıkları seçim, temsilde kapsayıcı olacaktır. Meclis, topluluğun her kesimini, her inanç gurubunu, her sosyal gurubunu temsil edecek nitelikte meydana gelecektir.
Yerleşik kabullerle hareket edenler, “iktidarın meclisten çıkası” uygulaması sebebiyle, temsilin adaletsiz olduğunu savunurlar. Oysa Kur’an iktidarı “meclis” e değil Başkan’a verir.
- Meclis, topluluğun ihtiyacı olan yasaları yapar. Çoğunluk ilkesine dayalı olarak ittifakla karar alır. Uzlaşı esastır. (yüzde yüz ittifak söz konusu değildir) “Rasyonel Fayda” ilkesi çerçevesinde kararlar alır ve yasalaştırır.
- Başkan, yine topluluğu oluşturan bireyler tarafından özgür irade ile seçilir. Seçimle işbaşına gelir ve yürütmenin başıdır. Devletin de başıdır. Ancak başkanın yasama yetkisi yoktur. Sadece yürütme memurudur. Orduyu idare etmek, devleti idare etmek onun görevidir.
Kimileri, başkanın aynı zamanda ordunun da komutanı olması gerekçesiyle Generallerden olması gerektiğini iddia ederler. Bu totaliter bir yaklaşımdır ve saltanat doğurur. Tarihsel örnekleri vardır. Lafza da uygun değildir.
- Seçimle işbaşına gelen yöneticilere veya meclise “itaat” esastır. Meclis “homojen” olacaktır. Dolayısıyla topluluğun her kesimini temsil etme niteliğine sahiptir. Başkan’a itaat de bu çerçevededir. Mutlak hakimiyet yoktur.
- Kararlar çoğunlukla alınır. Çoğunluğun kararları, ittifak kararı haline dönüşmemişse, üzerinde tam bir ittifak sağlanıncaya kadar geçerli olur. Herkes uymak zorundadır. İttifak sağlandıktan sonra ise zaten hüküm ifade eder. Ancak kararlarda yüzde yüz ittifak aranmaz. Kur’an ın öngördüğü çoğulcu sistem içerisinde bu zaten mümkün olmaz.
Kur’an a göre devlet “laik ve sosyal” bir devlettir. Farklılıkları, bireysel özgürlükleri koruyan ama “Rasyonel Fayda” da ortak değerler ortaya koyan bir devlet yapısı vardır. Barışı tesis etmek, toplumun refahı için çalışmak ve ilerlemeyi gerçekleştirmek için vardır. Federatif bir devlet öngörülür. Medine sözleşmesi bunun için önemli bir örnektir. Kimseyi dışlamayan, herkesi birleştiren ve kucaklayan bir devlet anlayışıdır bu.