“Ve huvellezî meddel arda ve ceale fîhâ revâsiye ve enhârâ, ve min kullis semerâti ceale fîhâ zevceynisneyni yugşil leylen nehâr, inne fî zâlike le âyâtin li kavmin yetefekkerûn” (Ra’d 3)
“İnne rabbekumullâhullezî halakas semâvâti vel arda fî sitteti eyyâmin summestevâ alel arşi yudebbirul emr, mâ min şefîin illâ min ba'di iznih, zâlikumullâhu rabbukum fa'budûh, e fe lâ tezekkerûn” (Yunus 3)
Bundan seneler evvel, Himalayalarda bir köye yolum düşmüştü. Küçük sessiz bir köydü, yeşillikler içerisinde küçük evlerden oluşuyordu ama muhteşem bir tapınağa sahipti. Ulaşım imkanları zayıftı ve bu sebeple orada bir süre kalmak zorunda kaldım.
Güler yüzlü, yardımsever insanların arasında olmak gerçekten keyif vericiydi.
Bizi enforme edenlerin büyük bir ustalıkla bize aktardıkları “seçilmişlik” hissi ile o insanları anlamaya çalışıyordum. Bir süre sonra tapınaktan bir rahiple tanıştım ve zamanımın büyük bir kısmını onunla geçirmeye başladım. Inandıklarımı (daha doğrusu inandığımı sandığım şeyleri) ona anlatmaya çalışıyordum. O da sürekli başını sallıyor ve gülümsüyordu.
Bir gün yine böyle bir sohbet esnasında kalktı ve bana “hadi gel yürüyelim” dedi. Kalkıp yürümeye başladık, ormana girdik ve biraz ilerdeki akarsuyun kenarına geldik. Yerden bir taş aldı ve gülümseyerek suya fırlattı. Ben boş boş onu izliyordum sadece, suya bakıyor ona bakıyordum. Suyun ortasında duran, suyun akışı sebebiyle artık parlak bir hale gelmiş olan büyük bir kayayı gösterdi.
“Bak o taşı görüyor musun? İyi ki su insanlar gibi değil, biz insanlar o taşı oradan kaldırmak için olmadık yollar buluruz. Onun bize engel olduğunu düşünürüz, yok ederiz. Zannederiz ki böyle yaptığımız zaman daha iyi olacak”
Bana göre de o taş orada olmamalıydı, orada suyun ortasında o kaya olmasaydı su daha sakin akacaktı. O devam etti:
“Onların birbirinden şikayetleri yok, taş orda olmasa su yolunu bulamaz, su olmazsa taş mutlu olmaz.”
Sonra parmağıyla göğsümü işaret ederek “korkma” dedi.”onlar kuralları biliyorlar”
Şimdi hatırladıkça ben de gülümsüyorum. O zaman anlamamıştım ama şimdi biliyorum. Biliyorum ki, biz ne yaparsak yapalım sistemi değiştirebilecek gücümüz yok. Çünkü biliyorum ki, bize kitabı veren Allah onlara da vermiş. Bize bilgiyi öğreten Allah onlara da öğretmiş.
Biz sadece, sisteme müdahale etmeye çalışmışız. Onu kabul etmek yerine, kendi kurallarımızla onun önüne set çekmeye çalışmışız. Derenin ortasından o taşı kaldırmakla, suyun önüne set çekmek arasında bir fark yok. Güneşi balçıkla sıvamaya çalışmak gibi bir şeydir bu. Çünkü bilgi kimsenin elinde değil, var edenin takdir ettiği bir şeydir ve biz ne yaparsak yapalım o bilgi çoğalacak ve yoluna devam edecek.
Platon’un mağara alegorisini bilirsiniz. “Bazı insanlar karanlık bir mağarada, doğdukları günden beri mağaranın kapısına arkaları dönük olarak oturmaya mahkumdurlar. Başlarını da arkaya çeviremeyen bu insanlar, mağaranın kapısından içeri giren ışığın aydınlattığı karşı duvarda, kapının önünden geçen başka insanların ve taşıdıkları şeylerin gölgelerini izlemektedirler. İçlerinden biri kurtulur ve dışarı çıkıp gölgelerin asıl kaynağını görür ve tekrar içeri girip gördüklerini anlatmaya başlar ama içerdekileri, duvarda gördüklerinin zâhiri olduğuna ve gerçeğin mağaranın dışında cereyan etmekte olduğuna inandırması imkansızdır.”
Benim hatalarım sizinkilerden fazladır. Ama şimdi biliyorum ki, Hata yapma korkusuyla hayatı askıya almak sonucu değiştirmiyor. Biz bilgeliğin/erdemin peşine düşmedik. Biz kuralların peşinde olduk hep. Sisteme müdahale etmeye çalıştık, hata yapmaktan korktuk. Bizim böyle yapmamız Varlığa katkıda bulunmadı, hiçbir şeyi değiştirmeye yetmedi. Sistem var edenin arzuladığı gibi çalışmaya devam etti ama biz ona yetişemedik, onu anlamadık.
“E fe lem yerev ilâ mâ beyne eydîhim ve mâ halfehum mines semâi vel ard, in neşe’nahsif bihimul arda ev nuskıt aleyhim kisefen mines semâ, inne fî zâlike le âyeten li kulli abdin munîb” (Sebe 9 )
Kur’an bize “oku” dedi, biz oturduk sabah akşam anlamadığımız şeyleri okumaya başladık. Neyi okumalıyız diye düşünmedik? Okuduklarımızdan ne anlamalıyız? Toprağa dokunan, ağaçlara selam veren ve suya gülümseyen adamın bilmediğini iddia edebilir miyiz? Ona neyin doğru neyin yanlış olduğunu söyleyebilir miyiz? Onun elinde Kur’an yoktu, ama benden farklı bir şeye sahipti: “Okumayı biliyordu.” Muhteşem bir kitabı okuyordu, var edenin ayaklarımızın altına serdiği başımızın üstüne kubbe yaptığı kitabı okuyordu. O kitaptaki her kelimeyi olduğu gibi kabul ederek. Çünkü o biliyordu ki, o kelimeleri değiştirmenin imkanı yok.
Atalarımız Var edenin kuralları ile yetinmediler.
“E lâ inne evlîyâ allâhi lâ havfun aleyhim ve lâ hum yahzenûn” (Yunus 62)
Bizim beğenmediğimiz şey nedir? Hepimiz, bütün insanlar Allah’ın velileri değil miyiz? O rahibin olmadığını kim söyleyebilir? Gerçek şu ki, hiç kimse söyleyemez.
Bizim usullerimiz, yöntemlerimiz, korkularımız, kurallarımız ne olursa olsun, biz ne kadar sisteme müdahale etmeye çalışırsak çalışalım, ellerimizle ne kadar kitaplar yazarsak yazalım, hiç biri var edenin sistemini etkilemeye yetmiyor. Biz suyun önüne setler çekiyoruz ama yine de suyun akışını durduramıyoruz.
Yıllardır dünyayı dolaşıyorum. Yüzlerce farklı toplulukla karşılaştım. Dilleri, renkleri, alışkanlıkları farklı olan insanlar. Her biri farklı bir dünyayı anlatıyor. Ama hiçbir yerde, Kur’an ın bana anlattıklarından farklı bir şey görmedim. Bu insanların hemen hepsi bizim kurallarımıza uygun değillerdi, ama hepsi Kur’an a uygundu. Pasifik ilginçtir inanılmaz güzelliklere sahiptir, muhteşem bir doğası vardır, göz alabildiğine uzanan kumsalar, yemyeşil ormanlar…. Ama bu sizi yanıltmasın, çünkü pasifik onu sevdiğiniz ölçüde size kucak açar. Ağaçların rüzgara boyun eğmeleri, toprakla olan bağlarını koparmamak içindir.
Bugün artık biliyorum ki, aslından koparılmış, mecrasından uzaklaştırılmış hiçbir şeyin yaşama şansı yoktur. Bu yüzden atalarımızın kuralları da yaşamıyor, kimse itibar etmiyor. Çünkü doğal değil, çünkü yanlış olan/eksik olan bir şeyler var…. Allah bizimleydi ama biz yine de başaramadık. Bin yıldan fazla zamandır yanıldık. Kurallarımız yanıldı.
“Ve iles semâi keyfe rufiat./ Ve ilel cibâli keyfe nusıbet. / Ve ilel ardı keyfe sutıhat.” (Gasiye 18-20)
Biz üzerine basıp atladığımız taşları “cansız varlıklar” zannettik. Onlar ancak evlerimizin duvarları veya kaldırım için yararlı olabilirlerdi. Toprağı sadece ekip biçebileceğimiz bir şey, suyu içebileceğimiz, denizleri balık avlayabileceğimiz veya üzerinde gemiler yüzdürebileceğimiz bir şey sandık. Ağaçları ve bitkileri kışın öldürdük, baharda dirilttik. Onlar sadece bizim için tahta, odun veya meyve veren bitkilerden başka bir şey olmadı. Ama biliyor musunuz, burada ağaçlar hiç ölmüyorlar, kışın yapraklarını döküp, yazın yeniden yeşermiyorlar. Hep yeşiller, hep yaşıyorlar.
Kur’an ı kağıtların üzerine yazılmış kelimelerden başka bir şey olmadığını var edenin bu kitabı bize armağan ettiğini düşündük.. Bu bir mucize idi, müthiş bir belagat ile kaleme alınmış, inanılmaz bir eserdi. Oysa gerçekte Kitabın, ayetlerin, yerlerde ve göklerde ve onların içindekilerde olduğunu anlamadık. Her gün yanından yürüyüp geçtiğimiz ağaçların bize selam verdiğini, üzerine bastığımız taşın haykırdığını, toprağın barındırdığı müthiş bilgiyi, dağların yürüyüşünü, suyun dirilişini anlamadık, bunların bize anlatabileceği bir şeyler olabileceğini asla düşünmedik. Kitaplarımıza sarıldık, kendi ellerimizle yazdığımız kitaplarda aradık gerçeği. Sayfaların arasında boğulup gittik.
“Kul huvel kâdiru alâ en yeb’ase aleykum azâben min fevkıkum ev min tahti erculikum ev yelbisekum şiyean ve yuzîka ba’dakum be’se ba’d, unzur keyfe nusarrıful âyâti leallehum yefkahûn” (En’am 65)
“Kul helumme şuhedâekumullezîne yeşhedûne ennallâhe harreme hâzâ, fe in şehidû fe lâ teşhed meahum, ve lâ tettebi’ ehvâellezîne kezzebû bi âyâtinâ vellezîne lâ yu’minûne bil âhireti ve hum bi rabbihim ya’dilûn” (En’am 150)
Biz, Var edenin kurallarını değiştirmek, ona ilaveler yapmak, şu da böyledir, bu da böyledir demekle uğraşırken asıl olan şeyi kaçırdık. Üzerinde düşünmemiz, anlamamız ve ilerlememiz için bize bırakılmış olan Hayat kadar geniş bir alanı kaçırdık. Oysa sisteme müdahale etmeye çalışmak ve zaman kaybetmek yerine, dünyaya/kainata bakıp bilginin peşinde koşmalıydık. Bir taşın nasıl düşünebildiğini keşfetmeliydik. Mucizeler beklemek yerine, mucize yaratmalıydık. Zülkarneyni anlamalıydık, Musa’nın “asa”sını, İsa’nın “şifa”sını anlamalıydık. Süleyman’a Belkıs’ın tahtını getiren “bilge” adamı anlamalıydık.
Bugün bunları biliyoruz, Bırakınız insanlar özgürce yaşasınlar. Bırakınız insanlar akletsinler, hata yaparak deneyimleyerek öğrensinler. Kur’an ı bilmiyor olabilirler, ama varlığın, var edenin kitabını okuyabilirler/okuyorlar. Ne farkı var?
Bizim işimiz, insanların günahlarının veya sevaplarının hesabını tutmak değildir. İnsanlar, hata yaparak öğrenirler, hata etmekten korkmasınlar ki pişman olmayı becersinler, böylece anlasınlar ve olgunlaşsınlar, öğrensinler ve ilerlesinler ve varlığı kavrasınlar …. Bırakınız bilgiyi keşfetsinler ki bir korku imparatorluğunda yaşamaya mahkum olmasınlar. Allah’ın insanlara bahşettiği Saf Akla güvenmeyi öğrensinler. Allah’ın var ettiklerini keşfetmekten başka ne yapabilirler ?
Hiç birimiz, bir değerimizden daha üstün değiliz. Hiç birimiz bilginin sahibi değiliz, bildiğimizi zannettiğimiz şeyler bile bize ait değil. Hiç birimiz aklın sahibi ve hükümdarı değil. Aklına güvenmeyen bir insan, varoluşu reddeden insandır. Akla güvenmeyen, Allah’a da güvenemez.
Bizim gibi inanmayanlar, bizim gibi olmayanlar da bizimle aynı dünyada yaşıyorlar. Siz ellerinizle binlerce ciltlik kitaplar yazabilirsiniz. kurallarınız olabilir. Ancak , bize akıl veren Allah’ın başkalarına da aynı aklı verdiğini, bize bilgiyi öğreten Allahın başka insanlara da öğrettiğini unutmamak gerekir. Hepsi Aynı Adem’in çocukları, hepsi Aynı bilginin sahibi.
“Huvellezî cealeş şemse dıyâen vel kamere nûren ve kadderehu menâzile li ta'lemû adedes sinîne vel hisâb, mâ halakallâhu zâlike illâ bil hakk, yufassılul âyâti li kavmin ya'lemûn” (Yunus 5)
“Ve cealnel leyle ven nehâre âyeteyni fe mehavnâ âyetel leyli ve cealnâ âyeten nehâri mubsıraten li tebtegû fadlen min rabbikum ve li ta’lemû adedes sinîne vel hisâb, ve kulle şey’in fassalnâhu tafsîlâ” (İsra 12)
Bizim işimiz, insanlara ne yapıp ne yapmayacaklarını söylemek, onlara kendi kurallarımızı/korkularımızı dayatmak olmamalıdır. Bizim işimiz, insanların beyinlerinde şimşek çaktıracak olan kıvılcımı yaratmak olmalıdır. Onları düşünmeye sevk etmek olmalıdır. Çünkü düşünce bir kere harekete geçtiği zaman bir daha onu durdurmak asla mümkün olmaz.
Biz eğer var edenin ayetlerinden bir şeyler anlayabiliyorsak, bu anladığımız şeyleri insanlığın önünü açmak için kullanmalıyız. Hata yapma korkusuyla hayatı askıya almadan, çekinmeden cesaretle bunu yapmalıyız. Kur’an bize ait değil, o bütün insanlığa aittir. Hiç kimse kimseye bir şey öğretemez ve yaptıramaz. Öğreten ve yaptıran sadece Allah’tır.
Kimileri bu söylediklerime “mistik nostalji” deyip geçecektir. Kimileri de durup düşünecektir. Ama ben biliyorum ki, insan için olan Allah içindir. Çünkü insan özgürleştikçe Allah’a yaklaşır. Kızılderililere toprakları karşılığında para teklif edildiğinde şöyle demişlerdi “bize ait olmayan bir şeyi nasıl verebiliriz?”
vesselam
(Sayın Demirci bana: “Kuranın mutlak doğru olduğunu kabul ediyorsunuz, onun yanında ilim de dahil başka kaynak delil olarak kabul etmiyor ama yararlanabiliyorsunuz...Herşeyi kuranla sağlamaya kavuşturuyorsunuz.
Peki kuranı kabul ederken neye dayanarak hak olduğunu tespit ettiniz ?” diye sormuştu. İnşallah yeterli cevap olmuştur)