“DIN” Faktörü ve Yetkiler
Toplu halde, belirli düzen ve kurallara uyarak yaşama, sadece insana mahsus bir kabiliyet ve ihtiyaç olmayıp bütün canlılar için söz konusudur. Buna rağmen sosyal hayata en yatkın olan ve buna en çok ihtiyacı bulunan varlığın da insan olduğu açıktır.
Ne var ki “din” sadece “ibadet ve ahlak”tan ibaret değildir. Kur’an, öz değerleri itibariyle “iyi insan” ortaya çıkarmayı hedefler. Kendi ölçülerinde insanların meydana getirdiği bir toplum ve devletin de en anlamlı bir devlet olacağı öngörür. Bu öngörüsünü hayatın her alanına yayarak işlerlik kazandırmayı amaçlar.
Klasik anlayışa göre İslam, birey ve toplumun, dini, ilmi, içtimai, idari siyasi, iktisadi ve ailevi hayatına yön veren bir dindir. İslam, hem din, hem hukuk, hem ahlak ve hem de denetimdir. Buna göre, topluluğun kurallara tabi olmaları, itaatkar olmaları ve herkesin aynı ideal etrafında birleşmeleri öngörülür. Bu ideal, “iman” esaslarıdır. Buna göre, “Din” kurumsal olarak devlete/düzene hakim olmalıdır.
Ancak Kur’an diğer din mensuplarını da ve başkalarını da Müslümanlarla bir araya getirerek barışa dayalı yepyeni bir devlet anlayışı ortaya koymaktadır. Bu doğrultuda pozitif değişimin ve ıslahın odağına kendini koyabilmiş insan, evrensel değerlere açık hale gelmiş demektir. Mutlak doğrunun her zaman arkasında olan insan kendi benliğinin zaaflarını minimize etmeye çalıştığı gibi çevresinden gelen yanıltıcı dürtü ve tesirlere de objektif bakmaya gayret eder. Kur’an, “biz babalarımızı bu yolda bulduk” diyerek doğruya ve hakka iltifat etmeyenlere “peki ya babalarınız yanlış yoldaysa ne olacak” sorusunu sorar. Kısaca Kur’an ın “iyi insan, iyi vatandaş ve iyi dünya sakini” oluşturmayı hedeflediği rahatlıkla söylenebilir. Bu insanların içinde yaşadığı toplum, devlet ve dünyada huzurlu, güvenli ve mutlu olacaktır.
Bu çerçevede Kur’an bir “Devlet düzeni” ortaya koymaz. Buna karşılık “prensipler düzeni” ortaya koyar. Buna göre, Seçim, Özgürlükler, Insan hakları, Hukukun Üstünlüğü, Düşünce özgürlüğü gibi ölçülere uyan devlet anlayışı kur’an anlayışıdır. Bireylerin yaşam tarzlarını, düşünme biçimlerini, bireysel hukukunu düzenlemek veya sınırlamalar getirmek her şeyden önce özgürlüklerin ihlali anlamına gelmektedir. Toplumda form ve şekil uygulamak ve toplumu bir kalıba sokmak Resulullah öncesi toplumlarda vardı. Kur’an ile bunlar ortadan kaldırılmıştır. Her şeyden önce, Kur’an kuvvet toplumu değil, hukuk toplumu önermektedir.
Eğer Kur’an ın anlayışı böyle ise, Din devletin neresindedir? Bunun için bazı temel prensiplere göz atmak gerekir:
- Kur’an “çoklu hukuk” sistemini benimser (Maide 43)
Buna göre, her insan tabi olduğu hukuka göre değerlendirilir. Yani her insan kendi “inançları” ile vardır. Eğer Yahudiler ve Hırıstiyanlar ve diğerleri, kendi kitaplarına göre değerlendirilecek ise, Devlet düzeninde Hangi Din hakim olacaktır? (Ancak ayetten farklı görüşlere sahip olanların başka bölgelerde olması gerektiğine dair bir anlam çıkaramıyoruz)
- Temel hak ve özgürlükleri esas alır
-Hürriyet hakkı (insan 3)
-Yaşama hakkı (maide 32, En’am 164),
-barınma/yerleşme hakkı (Araf 10, 24, Nahl 80, Bakara 125-126,),
-Güvenlik hakkı (Tevbe 6, Hicr 46, Fetih 4,)
-Nefsi-i müdafaa/korunma hakkı (Nisa 148),
-Eşitlik hakkı (Hucurat 10, 13),
-Kişilik/kimlik hakkı (Hucurat, 11, 12, Nur 37),
-Seçme ve seçilme hakkı (al-i İmran 159, şura 38),
-Çalışma hakkı (Furkan 47, Kassas 24, Sebe 13, Al-i İmran 195)
-Sağlık hakkı (Şuara 80, Nahl 69, İsra 82)
-Sosyal güvenlik hakkı (Fetih 17)
-Eğitim hakkı (bakara 31-32, Alak 1-5, Zümer 9, Araf 199, Tahrim 6, Mucadele 11, Taha 114)
-Mülkiyet hakkı (Bakara 188, Nisa 29, enbiya 103, Araf 27)
-inanma hakkı (bakara 256)
-Hukuku seçme hakkı (kafirun 6, Bakra 213, 256, Kehf 18,29)
-Adil yargılanma hakkı (maide 8-42, Nisa 58-135, Sad 26, Şura 15,
“Temel insan hakları” başlığı altında toplayabileceğimiz bu haklar bütün insanlar içindir. Devlet bu haklara müdahale edemez. Ortadan kaldıramaz veya değiştiremez. Veya topluluğu oluşturanların bir kesimine bu hakları verip, diğer kesiminde kısıtlamaya gidemez. Böyle olunca Devlet organizasyonu bütün bunların altında bir kurum haline gelir.
- Kur’an insanlar arasında “eşitlik” ilkesini benimser
Insan, Yaratıcı’nın yeryüzündeki “Halife”sidir. (Yunus 14, En’am 165, Bakara 30) Farklı yeteneklerde olmakla birlikte aralarında herhangi bir fark yoktur. (Sad 26).
Buna göre bütün insanlar “hür, haysiyet sahibi ve haklar bakımından eşit doğarlar”. Bütün insanlar “ırk, renk, cinsiyet, dil, din, siyasi veya diğer herhangi bir ideoloji, etnik veya sosyal statü, servet, doğuş veya herhangi diğer bir fark gözetilmeksizin” eşit kabul edilmelidirler. (Hucurat 13)
Doğuştan sonra insanın kazandığı veya içinde bulunduğu sosyolojik farklılıklar, fizyolojik farklılıklar hiçbir surette “Eşitlik” çerçevesini değiştirmeye veya bozmaya yetmez. Üstünlük ancak “sevgi/gönül bağı” iledir.
Buna göre, insanları hangi inanç sistemine göre değerlendirip, bu sisteme göre bir devlet anlayışı geliştirilebilir?
Esasen Kur’an bir devlet düzenini değil, devlet düzenindeki temel prensipleri ortaya koyar. Bu manada Bütün esaslar (Anayasa ve yasalar) bu temel prensiplere göre düzenlenir. Bunlar aynı zamanda “Doğal Prensipler” dir ve insanlığın çatısını oluşturur. Eğer bu prensiplere göre bir düzen ortaya konuluyorsa “Din devlet yapısının her yerindedir”. Ancak zaten “Din, devlet üstü ve insanlık içindir”. (Din kelimesini klasik anlamda kullanıyoruz)
Kur’an ın ortaya koyduğu çerçeve anlaşılmadığı zaman, “Din” faktörünün devlet mekanizmaları içinde belirleyici bir kurum olarak yer alması gerektiği zannedilir. Ancak bize göre durum böyle değildir zaten Kur’an ın anlayışı da böyle değildir. Devlet prensiplere göre var olur. Dinleri veya insanları dizayn etmek/yön vermek devletin işi değildir. Her ikisi de mecrasında gelişmek ve ilerlemek zorundadır.
Elbette insanların bu manada ihtiyaçlarının giderilmesi veya “özel kuralların” geliştirilmesi, anlaşılması için mekanizmaların da olması gerekir. Bu çerçevede her gurup kendi yapılanmasını yaparlar. Bize göre bu yapılanma bilimsel platformda olmalıdır. Topluluk içinde oluşan inanç guruplarının kendi aralarında üst yapılar meydana getirerek Üniversiteler, akademiler vs. gibi bilimsel bir platformda tartışılabilir/geliştirilebilir. Böylece hem özel metinlerin (Kutsal kitaplar) bilimsel olarak anlaşılması imkanı ortaya çıkar, hem de devlet mekanizması içinde kendisine yer edinmiş olur. Böylece belirleyicilik sadece özgürlükler alanında sınırlı kalmış olacaktır.
Kısaca, din faktörü doğrudan devlet mekanizmasının içinde var olamaz. Devlet belli bir “din” anlayışı içerisinde oluşturulamaz. Her anlayışa ve inanışa eşit mesafede, insan esaslı olmak zorundadır. Devletin içerisine “Din Kurumu” yerleştirmek, devletin tarafsızlığını ortadan kaldıracağı gibi, kilise benzeri bir yapı ortaya çıkaracaktır. Devlet ruhbanlaşmış olur.
Öte yandan, devlet mekanizması içerisinde karar yöntemleri ile ilgili olarak “mutlak ittifak” şartı rasyonel bir yaklaşım değildir. Aynı inancı paylaşan iki insan arasında bile mutlak bir ittifaktan söz etmek mümkün değildir. Bu son derece ütopik bir yaklaşımdır. Ancak insanlar asgari müştereklerde uzlaşabilirler ve uzlaştıkları noktadan hareket ederek kurallar ortaya koyabilirler. Uzlaşı ise “Mutlak ittifak” değildir.
Devlet “Ticari bir Organizasyon” veya “işletme” değildir. Ticari işbirlikleri mutlak ittifaka dayalı sözleşmelerle gerçekleşir. Cünkü burada tarafların ortak çıkarları söz konusudur ve yapılacak iş bellidir. Oysa Devlet yapısı içerisinde insanların aynı ortak çıkar etrafında toplanmaları mümkün değildir. Değişik sosyal gurupların ihtiyaçları ve beklentileri de değişik olacaktır.
Zaten, yasama erki yani meclisi oluşturan mekanizma içerisinde komisyonlar, klasik anlayışa göre şuralardır. Ancak bu yapılanma bağımsız örgütlenme veya kendi başına karar alma mekanizması şeklinde değil, topluluğun uzlaşı prensibine göre olmalıdır. Elbette yasalar oluşturulurken ilgili gurupların inisiyatifleri önemli olmalıdır fakat bu yeterli değildir, normlar topluluğun diğer kesimleri için de “kabul edilebilir olmalıdır”. Bu aynı zamanda otokontrol mekanizması anlamına da gelecektir. Yani, bir gurubun diğer bir gurup üzerine tahakküm olasılığını da ortadan kaldıracaktır.
Mesleki gurupların veya komisyonların yürütme üzerindeki etkisi ancak “yasa” düzeyinde olabilir. Çünkü yürütmenin başı, yani başkan “Yasalar ile bağlıdır”. Temel bir noktanın algılanmasında da zannediyorum önemli bir hata yapılmaktadır: Devlet düzeni “Prensipler”e göre oluşturulduğuna göre, yani Kur’an ın ortaya koyduğu kurallar çerçevesinde bir düzen oluştu ise, topluluğun yapması gereken beşeri ihtiyaçlarının karşılanması için gerekli olan kuralları belirlemek veya ihtiyaçlara çözüm üretmektir. Doğal olarak bu süreç devleti ve mekanizmayı oluşturan kurallardan bağımsız değildir. Bütün faaliyetler bu temel esaslar çerçevesinde yapılmalıdır.
Yasama meclisi, “siyisal veya ideolojik” sıfatlardan kurtarıldığı zaman, burada alınacak kararların toplumun bir bölümünün diğer bölümüne tahakkümü olarak değerlendirilemez. Yani böyle bir mecliste karara karşı çıkanlar ile kabul edenlerin topluluğun spesifik kesimlerini temsil etmeleri düşünülemez. İttifak şartı komisyonlarda aranabilir ancak bize göre bu da gerekli değildir. Çünkü bir kural teklif edildiğinde diğer komisyonların da asgari müşterekte uzlaşı ve uygunluğuna onay veriyor olmaları gerekir. Elbette kişilerin kendi dünya görüşleri ve tercihleri olacaktır. Ancak “objektif” kriterlere göre hareket etmek zorunluluğu vardır. Bu kriterler de zaten devletin temelini oluşturan ve Kur’an ın ortaya koyduğu kriterlerdir.
Devletin görevi insanı dizayn etmek değildir. Devlet sadece ortak alanlardaki prensipleri belirleyebilir. Kaldı ki Anayasa “doğal kuralları” ortaya koyar. Bu kurallar Kur’an ın esaslarıdır. Dolayısıyla burada bir yorum ihtiyacı da yoktur ve meclisin yorum yapması değil, etkin çözüm noktası haline dönüşmesi sağlanmış olur.
Yürütme mekanizmasi ile ilgili de yaklaşımlar değişmektedir. Başkan yürütmenin başıdır, uygulayıcıdır. Hizmetin başıdır. Kime hizmet edecektir? Topluluğa hizmet edecektir. Nasıl? Yasalar çerçevesinde. Elbette bu çerçevede kararlar alıp uygulayacaktır. Aldığı kararlardan ve uygulamalardan sorumlu olacaktır. Ancak başkanın “Yasa koyma” yetkisi düşünülemez. Aksi halde topluluğun oluşturduğu kuralların bir anlamı kalmaz. Yürütme “yargıç” da değildir. Yargı bir mekanizma olarak zaten vardır. Herhalde yargının mekanizmasını bu manada tartışmak anlamsız ve gereksizdir. Başkan eğer “yasa koyucu” ise, toplumsal sözleşmeleri de düzenleyebiliyor demektir. Modern manada totaliter uygulamalarda da büyük ölçüde böyledir. Bir meclis vardır ama başkanın istediği yasaları yapar, yani başkanın onay meclisidir. Özgürlüklerden söz edilemez.
Yürütmenin ayrıca bir meclisi olmalı mıdır? Olabilir, ancak bu “yasa koyma” yetkisinde bir meclis olamaz. Teknik danışmanlık düzeyinde olabilir. Yani bir bilim kurulu olabilir. Toplumun her kesiminden uzmanlardan oluşabilir. Yasalar çerçevesinde karar almak ve uygulamak başka bir şeydir, “yasa koymak” başka bir şeydir.
Aynı hassasiyet yargı için de geçerlidir. Yargıçların devlet tarafından destekleniyor olması, devletin sosyal sorumluluğu sebebiyledir. Ancak yargıçlar atanan memurlar değildir. Savcı başkadır Yargıç başkadır. Savcıların devlet tarafından atanıyor olmaları yargı üzerinde bir etki oluşturmaz. Çünkü savcının yargılama yetkisi yoktur. Çoklu hukuk uygulamalarında da uzman yargı mekanizması gereklidir. Yargıçlar bu yüzden uzman olmalıdırlar. Bireyler kendi yargıçlarını seçerlerken, kendi hukuklarına göre seçerler. Ama hepsinin ortak uzlaşı ve karar noktası olması gerekir.
Kur’an da hakemlik, bilinen manada “tahkim” olarak vardır. Yani, yargı öncesi, kişiler veya guruplar arasındaki ihtilafların giderilmesinde bir yöntem olarak benimsenmektedir. Modern anlamda Tahkim, özellikle ticari faaliyetlerden dolayı ortaya çıkan ihtilafların ortadan kaldırılması amacıyla uygulanmaktadır. Kararları bağlayıcı olmakla birlikte uyulmadığı zaman “müeyyide” öngörmez. Kur’an ın anlayışı da budur. Tahkim kararlarına uyulmadığında nihai olarak “Yargı” devreye girer ve “müeyyide” burada ortaya çıkar. Kur’an bu konuda “kist” ve “hakem” kavramlarını kullanarak detaylı bilgi vermektedir.
Sizlerin ortaya koyduğu sistem ise Ticari bir işletmeye benzemektedir. Bilindiği gibi, bir işletmede, işletmenin sahibi veya yönetim kurulu başkanı veya genel müdür vardır. Çalışanlar veya personel işletme adına bu kişilerle sözleşme yapar ve bu sözleşmeye dayanarak iş akdi gerçekleşmiş olur. Ondan sonra işletmenin koyduğu kurallar çerçevesinde her iki tarafın da kabul ettiği şekilde faaliyet sürdürülür. Her iki taraf da diledikleri zaman sözleşmeyi feshedebilir. Varsa tazmin edilecek müeyyideler de yerine getirilerek elbette.
Sizlerin Bucak tanımlamanız da bunun gibidir. Herkes başkanla sözleşme yapar, başkan seçilmiş değil, kendiliğinden başkandır çünkü sözleşmeyi hazırlayan odur. Böyle olunca otomatik olarak başkan yetki sahibi olur. Kural koyucu olur. Şirketler de böyledir. Yeni bir kural konduğu zaman çalışan beğenmediyse sözleşmeyi fesheder ve şirketten ayrılır veya kurallara uymayan olursa şirket sözleşmesini fesheder ve işine son verir. Bucak başkanı da aynı yetkiye sahiptir. Yeni bir kural karşısında kabul etmeyenler sözleşmelerini feshederler ve bucaktan ayrılmak zorunda kalırlar veya başkan onların sözleşmelerini fesheder ve bucaktan ayrılmalarını ister. Elbette bu da bir yöntemdir, kabul edenler ve sisteme uyanlar olduğu sürece uygulanabilir. Denenebilir.
Aslında bu yöntem Gelecekteki Sistemler (Systematics of The Future-STF) üzerinde çalışanların da hakkında kafa yordukları bir yöntemdir. Çünkü gelecekte insanların gereğinden fazla özgürleşmeleri halinde kontrol edilemez olacakları ve dolayısıyla toplumsal hayatın biteceği varsayılmaktadır. Bu nedenle yaşamın sürdürülebilir olabilmesi için sistemlerin tıpkı bir şirket gibi olması gerektiği düşünülmektedir. Devlet küçültülmeli ve yerelleştirilmelidir. Aslında ortada fiilen bir devlet de yoktur. Yani geleceğin insan guruplarının Toplum değil Topluluk olacağı varsayılmaktadır. Yani geleceğin dünyasında sosyal çevre bir alegori (kinaye) ve insan da ironiye yönelmiş (imişcesine davranan) bir varlık olacaktır. Bu durum bireyleri birbirinden bağımsız hale getirecek, bir çeşit atomize bireyler haline dönüştürecektir. Görecelilik, bireyleri özgür kılıyor gibi görünse de, bilgisizlikten dolayı bilmeme veya algıdan ötesine gerek duymama eğiliminden hareket ederek aslında herkesin kendine göre bir gerçeklik dünyası inşa etmesi anlamına geliyor. Başka bir ifade ile tümellik yerine göreceli genellik.
Ancak benim bakış açım, ortaya konulan teoriyi eleştirmek değildir. Bu faraziyeler arasındaki bir diyalog olarak algılanabilir. Mutlaka herkes teorisini kendi içerisinde ispatlamıştır. Uygulamaları görülmeden kabul veya reddetmek için bir sebep yoktur. Benim eleştirilerim ancak Kur’an ile olan irtibatlarında olabilir. Teorinin kendisini eleştirmek gibi bir yaklaşım söz konusu değildir.
Drucker'e göre "eğitimli insan" önceki toplumlarda bir süstür. Ama bilgi toplumunda toplumun bir simgesi ve örnek tipidir. İşte bu örnek insanı yetiştirecek eğitim ekonomiyi ateşleyecek ama bunu "ürünü" yani eğitimli insanı yoluyla yapacaktır. Bu anlamda bilginin tek yönlü bir eğitimle şekillenmesi korku ve endişesini de dile getiren düşünür, "bilgi toplumunda eğitim bir yandan da "erdem"aşılamak zorundadır" der. İyi bir yaklaşım gibi geliyor bana.
Vesselam.