Allah, O ve Mülkiyet
Daha once Allah-Rab ilişkisine yönelik yaptığımız tahlillerde ve sonrasında Adil Düzen Anayasası çerçevesinde ifade ettiğimiz Mülkiyet ve Sermaye/finansman meselesine ilişkin değerlendirmemiz her ne kadar derin eleştirilere muhatap olmuş olsa da görülüyor Doğru olan şey lafzi verilerdir.
Karagülle son iki seminerinde (689-690) Bazı açıklamalarda bulunuyor. Her ne kadar şimdilik son derece zayıf ve alçak bir sesle olsa da, anlaşılan o ki, ciddi tereddütler var.
Ancak, Lafza yaklaşırken yine de alışkanlıklarını terketmediği ve lafzın ifadelerini kabullerine monte etmeye gayret etmeye çalıştığı da yiine anlaşılan başka bir husustur.
Birkaç noktaya değinmek faydalı olabilir diye düşünüyorum:
Mülkiyet Meselesi ile ilgili olarak:
“Sosyalistlere göre yeryüzünde mülkiyet yoktur, her şey herkesindir. Geçmişteki kötü uygulama sebebiyle bugün hemen kollektif mülkiyete geçilemeyeceği için şimdilik her şey devletin olmalı, sonra devleti de ortadan kaldırıp halka yeniden iade edilmelidir.
Bu anlayış esasta doğrudur. Yeryüzü tüm insanlığın malıdır. Ne var ki sorumluluk ve emek mallar üzerinde mülkiyeti zorunlu kılmaktadır. O halde mülkiyet olacak ama mutlak mülkiyet olmayacaktır.”
Karagülle bu ifadesiyle, mutlak mülkiyetin olamayacağını Kabul ediyormuş gibi görünüyor. Ama “Mal” kavramının tanımını da yapmıyor çünkü toprak üzerindeki mülkiyeti yine kendi kabulu olan “işgale dayalı mülkiyet” haline dönüştürmesi gerekmektedir. Eğer toprak veya doğal kaynaklar “Mal” değilse, o halde mülkiyet olamayacağı gibi, mirasada konu edilemeyecek demektir. Ama biz biliyoruz ki, “Mal”, emek verilerek üretilmiş olan şeydir. Toprak emek ile üretilemez, ancak toprak işlenebilir. Bu durumda topraktan işlenerek elde edilen şey mal olur. Toprağın kendisi değil.
Devamında ise, Adil Düzen Anayasasındaki ifadeden ne kasdettikleriini açıklamaya çalışıyor ama, mutlak mülkiyetsizlik anlayışı ile örtüşen bir açıklama değildir. Diyor ki:
“Yeryüzü tüm insanlığındır. Kim ilk işgal ederse, işgal ettiği müddetçe o kullanır. Boşalttığı zaman orada hiçbir hakkı kalmaz. Başkası gelip işgal edebilir. Asıl olan budur.”
İşgal “Güce dayalı” bir eylemdir. Güçlü olan işgal eder, zayıf olan ezilmeye devam eder. Güçlü olan zaten güçlüdür, işgal ettiği topraklar onun gücünü artırmaktan başka bir işe yaramayacak ve diğerlerini de köleleştirecektir. Kaldı ki, gücü sebebiyle toprağı işgal edebilenlerin toprağı bırakıp gittikleri de herhalde rastlanabilen bir şey değildir. Bu kabulun hangi ayete dayanarak ortaya konduğunu bilmek de pek mümkün görünmüyor. Çünkü Bu sadece tarihsel bir anlayıştır ve lafzin önerisiyle veya hükmüyle ilgisi yoktur.
Ama elbette bu “Adil düzen” kabuludur. Bu açıdan diyeceğimiz bir şey yok ancak dayanakları sebebiyle bunun Doğru olmadığını, lafzi olmadığını söyleyebiliriz. Kur’an böyle bir şey önermez.
Öte yandan, Karagülle'nin Salat-Namaz ayırımı yapmaya başlaması da dikkate değer. Namaz’ı bir rituel olarak Kabul etmesi bizi ilgilendiren bir şey değildir. Ancak:
“Salât imanın şartları arasında sayılır. İman kalple yapılır, ağızla tasdik edilir. Ama bir kimse eğer namaza geliyorsa o mü’min kabul edilir. Namazı terk edip kılmayanı imandan çıkmış kabul ederler” demektedir.
Burada da enteresan bir durum vardır. Salat kavramını imanın şartı olarak saymakla birlikte, bunu sadece Mü’min olanlar için zorunlu bir eylem haline dönüştürmektedir. Buna gore müslim olanların “Salat” etme zorunluluğu yoktur. Çünkü yine ifadelerinden anlaşıldığına gore “Salat ve Namaz” Karagülle’ye gore aynı şeydir.
Elbette kabulleri olan “Namaz” ile ilgili yapmış olduğu “beden eğitimi” tanımları veya “Sağlığa olan katkıları” kendi kabulleridir ve bu hususta diyebileceğimiz bir şey yoktur. Bizim merak ettiğimiz, Daha once “Salat ve Namaz aynı şey değildir” demiş olmasına rağmen, burada “Salat ve Namaz” kavramlarını aynı şeymiş gibi zikrediyor olmasıdır. Ve elbette bu kavramları getirip “İman esası” olacak bir niteliğe büründürmesidir. Bu durumda okullardaki Beden eğitimi dersleri de imanın şartı olması sebebiyle “Namaz” mertebesinde olmalıdır.
Anlaşılan o ki, “Namaz imanın şartları arasındadır” kabulu olmadığı takdirde, bu eyleme itibar eden kimsenin olmayacağından korkmaktadır. Dolayısıyla toplantılarına katılımın olmayacağı ve bir çeşit “zikr” ayinlerinin gerçekleşemeyeceğinden endişe etmektedir. Elbette bu bizim “hayali” varsayımımızdır, doğrusunu Karagülle’nin söylemesi gerekir.
Bize gore Namaz ritüeli ile Salat kıyas-ı kabil olmayan iki ayrı şeydir. (her ne kadar Karagülle de prensipte bunu Kabul etse de uygulamada bundan döndüğü görülmektedir). Gerek tarihsel veriler ve gerek Lafzın ortaya koymuş olduğu “Salat” kavramı bugün herkes tarafından bilinebilen şeylerdir. Aslında bu durum Lafzın “Salat” kavramını reddetmek anlamına da gelir ki bu oldukça vahim bir durumdur.
Karagülle, seminerinde “Arapça dili ile, Kur’an dilinin aynı olmadığını” Kabul ediyor. Buradan hareketle Arapça dili için üretilmiş olan kuralların Kur’an için uygulanamayacağını veya Doğru sonuçlar vermeyeceğini de söylüyor. Daha once böyle bir kabulu var mıydı bilmiyoruz ama böyle bir ifadeyi kullanmış olmasını doğrusu önemsiyoruz. Herhalde Karagülle takipçileri de oturup düşüneceklerdir.
Ancak, yine Karagülle’nin bu kurallar çerçevesinde “Allah ve O” ifadelerine yüklediği anlamlar oldukça gariptir. Diyor ki:
“Bundan önce geçen “Allah” kelimesine âlemlerin rabbi Allah olarak anlam verdik. Bundan önce geçen kelimeye de âlemlerin rabbi Allah manâsını verdiğimizden kuralımıza aykırı idi.”
“Burada “Allah” kelimesi iade edilmeden zamir ile O’nun velilerinden bahsetmektedir. “ demektedir.
Biz “veli” kısmını geçiyoruz, ancak “Allah” kelimesinin kendisini ne olarak Kabul ettiğini merak ediyoruz doğrusu. Bu kelime de bir “işaret zamiri” değil midir? “El-lehu” marife bir işaret zamiri gibi görünüyor, yoksa biz yanlış mı anlıyoruz? Yanlış hatırlamıyorsam müfessirlerin de tanımları bu şekilde idi. (Elmalılı ve diğerleri…)
Acaba “Allah” (el-lehu) lafzının bu şekilde marife kullanılması ile, nekre kullanılan “hu” veya “lehu” ifadeleri arasında bir fark yok mudur? Mesela:
“Elem ta'lem ennAllahe leHU mülküsSemavati vel Ard ve ma leküm min dunillahi min veliyyin ve la nasir” (bakara 107 ve diğerleri)
Herhalde burada iki işaret zamirinin yan yana zikredilmiş olması ilginç olmalıdır. Allah’ın katında/yakınında niçin bir yardımcı, bir dost yoktur? Diye de sormak geliyor insanın içinden.
Karagülle bir önceki seminerinde (689) “Allah’ın bilinebilir olmadığını, O’nun tartışılamayacağını veya şekillendirilemeyeceğini” söylüyor idi. O’nun “Mutlak” olduğunu Kabul ediyordu.
Şimdi, yerler ve gökler değişkenler evreninin bir parçası değil midir? Böyle ise, “Mutlak” olan ile nasıl ilişkilendirilebilir? Yoksa şöyle midir: “emir yetkisi Mutlak olana aittir, ancak fiziksel evrendeki otoritenin sahibi aynı zamanda mülkün de sahiplik yetkisini kullanandır” Eğer böyle değilse, Karagülle kurallarını yeniden gözden geçirmek zorunda kalır diye düşünüyoruz. Çünkü gerek iki kelimenin aynı manada kullanılmamış olması ve gerekse, yine kendisinin ifade etitği kurallara gore iki kelimenin farklı unsurları ifade etmesi gerekliliği zorunlu olmaktadır.
Tabii yine, Allah kelimesi yerine topluluk veya benzeri olguları bütünleştirmesi de yine Akevler Kabullerindendir. Buna da söyleyebileceğimiz bir şey yoktur. Bunun yanlış olduğunu, böyle olamayacağını daha once ısrarla ifade etmiştik. Ancak kabuller bizi bağlamaz.
Bu manada “evliya-veli” kavramlarına yüklediği anlam da yine bu kurallar ile çelişen bir durumdur ama bunun da bir “Kabul” olması sebebiyle bizi ilgilendirmediğini düşünüyoruz.
Öte yandan “İçtihatlar yapılacak ve uygulanacak; başarılı olanlar Allah’ın hükümleri olacaktır.” Demektedir.
Mutlak olan hükümler Kur’an da yeteri kadar açık değil midir? Bunun dışında hangi çıkarımları “Allah’ın hükmü” yapmak istiyorsunuz? Oldukça şaşırtıcı bir ifade olsa gerek.
Son olarak Karagülle, “Artık zekâtın vergi olduğunu bileceğiz.” Diyor.
Biz yanlış mı anlıyoruz, Kur’an da “vergi” olarak anlaşılan şey “Sadaka” değil midir? Eğer “Zekat” kelimesin “Sadaka” kavramının Türkçe karşılığı olarak kullanılıyorsa buna diyeceğimiz bir şey yok. Ancak bu da kavram karmaşasına yol açacağı için uygun değildir. Eğer kelime itibariyle “Zekat vergidir” iddiasında iseniz, bu durumda “Sadaka” yı vergi olmaktan çıkarmalısınız.
Bu konu oldukça geniş bir şekilde tartışılmıştı. Zekatı vergi Kabul etmekle, kavramın ortaya koyduğu sonuçları ortadan kaldırmış olursunuz. Topluluğu sermayesiz bırakır, gelişmenin önüne engel oluşturursunuz demiştik. Buna katılmadığınız açık. Ancak hangi lafzi gerekçeyle veya hangi ayetin delaletinde böyle bir kabule ulaştığınız hususu önemlidir. Sadaka zorunlu ise “infak” sınırlarının dışında kalır. Bu durumda Zekat’ı vergi düzlemine konumlandımanın imkanı ortadan kalkar. Detaylar daha once tartışıldığı ve ortaya konulduğu iiçin yeniden tartışmanın gereği yoktur. Ancak bu iddianızın ve ısrarınızın “lafzi delillerini” bütün açıklığıyla ortaya koymanız gerektiğini düşünüyoruz. Tarihsel uygulamalar veya kabuller bizi bağlamıyor. Bu açıdan Lafzi deliller önemlidir. Zekat ve Sadaka aynı şey ise, niçin ayrı ayrı ifade ediliyor? Böyle bir kabul, Sizin kendi kurallarınız ile de derin bir çelişki içinde olduğunuz anlamına gelmez mi?
Dinlerin tahrif edilmiş olduğundan şikayet etmekte haklı olabilirsiniz ancak kavramları böylesine işlevsizleştirmek de bir başka tahrif şekli değil midir?
Vesselam