1960 yıllarından itibaren, ülkemizde yükselen devrimci harekete karşı mücadele amacı taşıyormuş gibi gösterilen bir hareketin fitili, 27 Mayıs’ta radyo konuşmasından sonra ki günlerde ateşlendi.
Türk milletine ilk defa verilen söz hakkını cebren gasp edip, Menderes ve arkadaşlarını darağacına götüren darbecilerin içinden çıkan dokuz subay, Cumhuriyetçi Köylü Partisine katıldı ve kısa zamanda da partiyi ele geçirdi. Allah’ın bir Hikmetidir, Çok kısa bir süre içinde de, 61 il 435 ilçede teşkilatlar kuruldu...!!!
Saf dışı bırakılan grubun lideri Nihal Atsız’ın: “Allah geldi, Tanrı’yı kovdu.” sözünün gerçeği şuydu aslında: ”Darbeciler geldi, Allahsızı kovdu.”
Kovulanlar hayırsızdı da, gelenler hayırlı mıydı?
Kimler hangi planı yaptı?
Darbeci subaylar neden siyasete soyundular?...
Fitili ateşlenen bu dinamitin bir kısa, bir de uzun vadeli bir gayesi vardı. Kısa süreli gayesi sağ-sol zıtlığı olarak kendisini su yüzüne çıkardı. Batılılarca kullanım maksadı bu imiş gibi görünse de, asıl hesap bambaşkaydı. Hani derler ya bir taşta iki kuş. Bir taşta iki değil, çok kuş.
Bu hareketin içinde bulunanlar, batılıların bu tuzağından habersiz bir şekilde belli bir zamana kadar bir yere getirildiler.Tabanda bulunanlar bu tezgahtan habersizdiler.
Lakin; Batılılar uyanık adamlardır, planın sorunsuz işlemesi için, dokuz kişinin haberinin olması yeterli idi. Zaten herkesin haberi olur ise şayet, fitilin ateşi yanar yanmaz sönerdi.
90’lı yıllara gelindiğinde, bir röportajda Alpaslan Türkeş’in, aynen aktarıyorum laflarını “Ülkücülük Türkiye ile sınırlıdır. Bizim İslam birliği, İslamın yayılması ve İslam davası gibi bir gayemiz yoktur. Lakin; İslam’a da, İslam birliğine de karşı değiliz.”
Alpaslan Türkeş’in fikirsel anlamda ne kadar milli, ne kadar vatanperver olduğunu zan etse de bazıları; İngiltere bankalarında bulunan ve çocuklarının miras kavgasına düştüğü, O günün değeri ile 1.2 trilyonluk, cinsi Türk Lirası bile olmayan nakit varlığına bakıldığında parasal anlamda, hiçte öyle Türkiye ile sınırlı bir milliyetçiliğinin olmadığı ayan beyan görülmektedir. İşin garibi bir tek bankada değil, havale mi edilmiş yoksa oradan direk mi yatırılmış, o da ayrı bir muammadır.
Bir diğeri ise; “ İslam diye bir davamız yok ama İslam’a ve İslam birliği ne de karşı değiliz” lafıdır. Bir Alman veya bir Fransız söylese anlarım bu lafı, Adama sorarlar, o vakit sen nesin veya senin davan ne diye..?
Olan olmuş canım, yıl 2016’ya gelmiş, geçmiş geçmişte kalmış.
Geçmiş, geçmişte kalmış da; Yaşadığımız bela ve sıkıntılar hala devam ediyor ve bir de geleceğimizin ne olacağı meselesi var. Üstelik çile çekmiş, hapiste çürümüş ve ölmüş o kadar Ülkücü insan ve ailelerinin dramı da cabası olarak bu millete yeter.
Kimse bana şu savunmayı da yapmasın sakın; Biz olmasaydık, Komünistler devrim yapacaklardı. Evet yaptılar, Kenan Paşa ve yeşil elbiseli Dalton Ekibi, sizin yıllarca yapamadığınız şeyi bir günde yaptı.
Şunu aklımızın en hatırlanabilir yerine koyalım,
Çile çekmek, sürülmek, hapiste yatmak bir fikrin doğru olduğu anlamına gelmez. Eğer bunları kıstas alacak olur isek şayet; Ne Deniz Gezmiş’in, ne de Che Guevara’nın eline su döken bulamazsınız bu memlekette. Sonuçta biri asılarak, diğeri ise uzuvları kopartılarak öldürüldü.
Batılı, adamını ceza evine de attırır, sürgünde ettirir. Başına ne kadar musibet getirilir ise, o derece O’na biat edenlerin güven ve bağlılık duyguları artar ve pekişir. İtiraz ve eleştirilere karşıda; “Öyle diyorsun da dostum, adamın başına bu kadar bela gelmiş.” Sözü de, eksikleri ve bir niyeti gizleme amaçlı bir savunma silahı olarak bekletilir.
Size bizatihi yaşadım bir örneği aktarayım: Yıllardır FETÖ’ye ajan, kardinal derken, bana itiraz edenlerin cevabı hep şu olmuştu: Öyle diyorsun da, adam namaz kılıyor, okulları, yurtları var, hem bütün dünyaya Türkçeyi öğretiyor, falan filan bir sürü savunma……
Eğer ki DİN adına bir batılı dolması yutmak istemiyor isek şayet; Milletçe düsturumuz kesinlikle şu olmalıdır:
“Bir yanlış, dokuz doğruyu götürür”
Yani bir topluma, bir yanlışı ve sinsi niyeti ancak doğrularla süsleyerek yutturabilirsiniz. Batılı adamın işi yutturmak, bizim ki de yutmamaktır. Yutunca PKK, yutunca 15 Temmuz oluyor.
Sonuç olarak;
Türkeş’in, yukarıda zikrettiğim lafları ağzından çıkarması ile birlikte, üstüne başka sebeplerde eklenince rahmetli Muhsin YAZICIOĞLU liderliği garanti olmasına rağmen, bu oluşumdan az bir arkadaşı ile ayrıldı. Acı olan şey ise, safında kalıp, ayrılmayan çoğunlukta ki binlerce insanımızın nasıl bir tuzağın içinde olduklarını bilmemiş olmasıdır.
Şimdi Merhum Muhsin Bey mi doğru yaptı? Ya da; Onunla beraber ayrılmayıp, safın da kalanlar mı doğru yaptı? Şu Boşnak ata sözünü okuyup, doğru nedir? Doğru olanı kim yapmıştır? Sorusunun cevabını bulmak ta, siz okuyuculara düşüyor...
“Sigarasız kahve, imansız Türk’e benzer”...
Saymayansayilmaz@gmail.com @hikmetguvel