YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1509 Okunma
109.AYET

YUNUS SÛRESİ-34. (son) Hafta

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

***

 

وَاتَّبِعْ مَا يُوحَى إِلَيْكَ وَاصْبِرْ حَتَّى يَحْكُمَ اللَّهُ وَهُوَ خَيْرُ الْحَاكِمِينَ (109)

(Va itTaBıG MAV YUvXAv EiLaYKa Va uÖBir XatTAv YaXKuMa elLAvHu Va HuVa PaYRu eLXAvKıMIyNa)

“Sana vahy olunana tabi ol. Allah hükmedinceye dek sabret. O hâkimlerin hayırlısıdır.”

Bu âyet sûrenin son âyetidir, farkına varmadan böylece tek âyet olarak kalmıştır.

Bu âyet seçim listelerinin (7 Haziran 2015 seçimi için) verildiği hafta yorumlanmıştır.

Bugün sizinle bir âyet üzerinde duracağız ve bu vesileyle bazı genel bilgiler vereceğiz.

Ses insanın boğazda bulunan hançeresinden çıkar, ağızda sesler hâline dönüşür. Sesler çıkış yerlerine göre sıralanır. Boğazın en altında ء (E) ve ه (H) harfleri çıkar. Orta boğazdan ح (X) ve ع (G) harfleri çıkar. Üst boğazdan غ (Ğ) ve خ (P) harfleri çıkar. Bunlara boğaz harfleri denir. Yutaktan ك (K) ve ق (Q) harfleri çıkar. Arka damaktan ج (C) ve ي (Y) harfleri ve bunun yanında uzun (ى) I sesi çıkar. Boğaz harfleri ve bunlara arka kameriye harfleri denir.

Bundan sonra dil ve damakla birlikte harfler çıkmaktadır. Arka damaktan ض (W) ve ش (Ş), orta damaktan ظ (J), ص (Ö), ط (O) harfleri,  dişlerin dibinden ز (Z), س (S), ت (T) ve د (D) harfleri, dişler arasından ذ (Ü) ve ث (Ç) harfleri çıkar. Ayrıca arkadan öne doğru ر (R), ل (L) ve ن (N) harfleri çıkar, bunlar titrek harflerdir. Hepsi birden şemsiye harfleridir. Dudaklarda م (M), و (V), ف (F), ب (B) ve و (U) harfleri çıkmaktadır, bunlar ön kameriye harfleridir.

Ayrıca harfler sürekli-süreksiz, sert-yumuşak, kalın-ince olmak üzere özel vasıflara sahiptir. Her harf bir sesli harfle yani hareke ile söylenir.

Bu bilgileri bilmeniz gerekir.

Kur’an’ın en büyük mucizesi bu harfler sayesinde oluşur.

 

 

UZUN SESLİ

SERT TİTREK

SERT SÜREKLİ

YUMUŞAK SÜREKLİ

YUMUŞAK SÜREKSİZ

SERT SÜREKSİZ

BOĞAZ

 

 

G

70

ع

X

8

ح

H

5

ه

E

1

ء

 

 

 

Ğ

1000

غ

P

600

خ

K

20

ك

Q

100

ق

ARKA

I

ى

 

Y

10

ي

 

 

 

 

C

3

ج

YUTAK

 

 

W

800

ض

Ş

300

ش

 

 

 

 

ORTA DAMAK

 

R

200

ر

J

900

ظ

Ö

90

ص

 

O

9

ط

DİŞ DİBİ

 

L

30

ل

Z

7

ز

S

60

س

T

400

ت

D

4

د

DİŞLER ARASI

A

ا

N

50

ن

Ü

700

ذ

Ç

500

ث

 

 

 

 

 

 

DUDAKLAR

U

و

M

40

م

V

6

و

F

80

ف

 

B

2

ب

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Kur’an sûreleri gruplandırır.

Gruplandırmayı Mekke ve Medine sûreleri ile veya sûre başlarındaki harflerle yapar. Mekke veya Medine sûreleri üslup farkı ile çok kolay ayrılmaktadır.

Bu harf bilgisinden başka sayılarla ilgili bilgileri de hatırlatalım. Tam sayılar vardır. Başka bir sayıya bölünmeyen sayılara asal sayı denir. 2, 3, 5, 7 ilk dört asal sayıdır.

2*5=10 eder. 3+7=10 eder. Bu 10 sayısı seçkin sayıdır. Sayılar 10, 100, 1000 diye bunlar üzerinde oturur. Tabanları 3 veya 7 olur. 2, 3, 7, 10 seçkin sayılarla gruplandırma yapılır. Kâinat bu sayılar üzerine oturur. Kur’an da bu sayılar üzerinde oturur. Her varlığın özel sayıları vardır. Ona göre biz onu tanırız. Nasıl makine çizgileri okursa, bizim beynimiz de cisimleri matematiğini okuyarak tanır.

Önce Kur’an ikiye ayrılmaktadır: Fatiha ve Büyük Kur’an.

Fatiha Sûresi sûrelerin fihristi mahiyetindedir.

Kur’an’da 114 sûre vardır. Bu 6*19=114 eder.

“Besmele”nin yazılan harfleri de 19’dur.

Büyük Kur’an 113 sûredir. Tevbe Sûresi’nde “Besmele” yoktur. 112 sûre eder. 7*16=112 eder. “Besmele” 16 harftir. (“Ellah” ve “Rahman”daki elifler harften değil harekeden dönüştüğü için sayılmaz.)

“Elhamdü”deki “vasıl elifi” ile 113 eder. “İhdi”deki düşen “y” ile 114 eder.

Sûreler gruplanırken önce ikili olarak gruplanırlar. (2+2)+(2+2)=8

Sonra 3’lü olarak gruplanırlar. (3+3)+(3+3)=12    12+3=15    (12+4)=16

Bu 4’e 3 sûre eklenmektedir, 4+3=7 etmektedir.

Sonra 7’li grup oluşurlar; 4*7=28

Sonra da 10 Medeni sûre gelmektedir.

Bunların toplamı 8+12+4+3+28+10=65 eder.

Bundan Tevbe’yi çıkarırsak 64 eder.

Sonra 32’lik grup gelir.

Sonra 16’lık grup gelir.

Böylece Kur’an önce büyüye büyüye 64’e çıkar, sonra küçülür ve 16’ya iner.

Sûremiz 3’lü grubun ilk sûresidir, bu âyet de son âyetidir.

Âyet 3 cümleden oluşmaktadır.

“Sana vahy olunanlara ittiba et.”,

“Allah hükmedinceye kadar sabret.”,

“O hükmedenlerin hayrıdır.”

Üçlü sûrelerin son âyeti üç cümleden ibarettir.

Kelimelerin sayısı da 15’dir. 3*5=15 eder.

6 kelime müştak kelimedir. İttiba, Yuha, sabret, Hükmedene dek, hayır ve hakimin.

Müştak olmayan “Allah, Hüve ve Mâ” kelimelerinden Allah kelimesi mu’râb kelimedir ama Hüve ve Ma kelimeleri mebnidir.

3 “Ve” vardır. “Hattâ” ile “İleyke”yi de eklersek 14 eder; bu da 2*7=14 eder. “İleyke”deki “Ke”yi de eklersek 15 eder.

Harflerin sayısını cetvelden takip edelim.

                      

 

UZUN SESLİ

SERT TİTREK

SERT SÜREKLİ

YUMUŞAK SÜREKLİ

YUMUŞAK SÜREKSİZ

SERT SÜREKSİZ

 

BOĞAZ

 

 

 

G

1

ع

X

4

ح

H

2

ه

E

1

ء

9

 

 

 

 

Ğ

 

غ

P

1

خ

K

3

ك

Q

 

ق

9

ARKA

I

1+1

ى

 

Y

4

ي

 

 

 

 

C

 

ج

YUTAK

 

 

 

W

 

ض

Ş

 

ش

 

 

 

 

6

ORTA DAMAK

 

 

R

1

ر

J

 

ظ

Ö

1

ص

 

O

 

ط

DİŞ DİBİ

 

 

L

4

ل

Z

 

ز

S

 

س

T

4

ت

D

 

د

DİŞLER ARASI

A

3

ا

N

1

ن

Ü

1

ذ

Ç

 

ث

 

 

 

 

 

 

9

DUDAKLAR

U

1

و

M

3

م

V

3

و

F

 

ف

 

B

2

ب

9

 

 

6

 

 

9

 

 

9

 

 

6

 

9

 

3

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

Görülüyor ki 3’lü sûrelerin ilk sûresi olan Yunus Sûresi’nin son âyetinin cümlesi üçlüdür. Kelimeleri üçlüdür, “Ve” harfleri üçlüdür. Sûrenin üçlü sûrelerin birincisi olması gelişigüzel gelmemiştir. Sûreler 1, cümle 1, kelimeler (4*3+2)*2=28 toplam 30 defa 3 bir araya gelmiştir.

Bunun en çok muhtemel yüzdesini hesaplarsak (3/84)^84 = 2,76 10^(122)

Bu âyetin Kur’an’dan bir âyet olduğu kesin olarak ispatlanmış olmaktadır.

Şimdi âyetin kelimelerini ele alıp inceleyelim.

 

وَ

وَ

حَتَّى

الْحَاكِمِينَ

يَحْكُمَ

يُوحَى

اللَّهُ

هُوَ

 

وَ

إِلَى

مَا

اصْبِرْ

اتَّبِعْ

خَيْر

كَ

 

 

هُوَ

“O”

Sesler boğazdan çıkar. İlk çıkan harf ء “E” ve ه “H”dir. Allah varlığın başlangıcıdır. Her şey O’nun görüntüsünden ibarettir. O’nun o ilk hâli alt boğazdan çıkan harfle tesmiye edilmektedir.

“Hüve” Allah’ın bir adıdır. Çocuğumuza ben, biz gibi isim koyabiliriz. Allah’ın bir ismi de “O”dur. İhlâs Sûresi’nde O Allah’tır, birdir denmektedir. Oysa İhlâs Sûresi’nde “Hüve”den önce bir isim yoktur. Süreksiz olması tekliğine delalet eder. Yumuşak olması da görünmemesini ifade eder.

O’nu idrak etmemiz mümkün değildir. Çünkü bize gelen çarpıp geri dönen ışıktır. Oysa O’nun dışında ışık yoktur ki çarpsın da bize görünsün. Kendisinin neşredeceği ışığı görebiliriz, o da kendisi olmaz.

كَ

“Sen”

Bir kimsenin var olması için tanrı olması yetmez, onun hâlik olması gerekir. Hâlik olması da yetmez. Çünkü bilinçsiz varlığın varlığı ile yokluğu aynıdır, varlığının bir anlamı yoktur. O halde tanrı olmak için muhatap birilerini var etmesi gerekir.

“Sen” kelimesi o muhatabı temsil eder.

Demek bir Allah var, bir de O’nun var ettiği bir de muhatap vardır.

O da “Sen”dir.

Onu var eden biri olmaksızın sen olamayacağı gibi muhatabı olmayan da tanrı olmaz.

İşte, sûredeki O ve sen varlığın esasını, temelini ortaya koyar.

O vardır.

Sen varsın.

اللَّهُ

“Allah”

“Hüve” ile “Sen” başlangıçta vardılar. Ezeli ve ebedidirler. “Sen” de sonradan var edilmedi. Ezelden ebede kadar vardır ve var olacaktır. Ne var ki muhatabın bağımsız varlığı yoktur. Allah ona hitap ederse o muhatap olabilir. Allah hitap etmeden onun duyması mümkün değildir. Çünkü başka hatip yoktur.

Allah tektir, muhataplar ise çoktur.

İşte, “Hüve”nin muhataplara hitap etmesi demek, ruhların dışında maddenin de var edilmesidir. Yani “Sen”lerin duyabilmesi için onlara hitap aracı bilinçsiz varlıklardır. Kâinatı yarattıktan sonra artık O’nun adı “Allah”tır. Artık ses var, kelime var. “Arş”ı var etmiştir, beş boyutlu uzaydır. “Kürsü”yü var etmiştir, dört boyutlu uzaydır. Üç boyutlu uzayı var etti. Canlıları var etti. Melekleri, ruhları, cinleri ve insanları var etti. Daha doğru ifade ile zaten var olan bu varlıkların duyması ve yapması için maddi varlıkları oluşturdu.

خَيْر

“Hayr”

“Hayr” aslında varlık demektir. İnsanın geçinmesi için olan zenginliklere mal denmektedir. Ama üretmek için işletmede olan varlıklara “hayr” denir.

Kâinat insanın Allah’a muhatap olabilmesi için bir araç olduğu gibi aynı zamanda insanlar ve diğer “sen”ler için de sermayedir, yaşamaları için kullandıkları araçlardır.

Demek ki başlangıçta “Hüve” ve “Ke” vardı, “O” ve “Sen” vardır. Hüve kudretini kullandı, Kâinat var oldu. O Kâinat insan ve diğer “sen”ler için hitap aracı olduğu gibi yaşama aracıdır. Bütün insanlar ve diğer “sen”ler birbirleri ile de muhataptırlar. Görüşürler ve aralarında işbölümü doğar. “Hayr” olur. Dünya sadece “sen”in olsa hiçbir işe yaramaz ama diğerleri ile paylaşınca dünya servet olur, halk olur. 

Böylece “Allah” kelimesi “Hüve”nin bir adıdır.

“Hayr” da insanın adıdır.

Bir yerde “sen” varsa orası kıymetlidir.

يُوحَى

“Vahy olunur”

Evet, “O” var ve “sen” var.

“O” “sen”e hitap etmek için “hayr”ı var etti, ondan sonra da ona hitap etti.

Neyi hitap etti? Neyi hitap edecektir?

İnsan ne yapsın diye hitap edecektir. İnsan ne yapacak; kendisine ne yapılacağı bildirilecektir.

Nasıl bildirecek, nasıl bildirilecektir?

Ona akıl verdi, o aklıyla Allah’ın hitaplarını anlar hâle gelir. İnsan düşünürken kendisine ilham gelir ve ne yapacağını idrak eder. Allah başka insana bildirir, o insan size ulaştırır. İşte, insanın ve diğer “sen”lerin beyninde ne yapacakları bildirilecektir. O’na tâbi olmasını istemektedir. Doğa kanunları da vahiydir. Cebrail de bir “sen”dir, o vahyi getirendir. Peygamberler de birer “sen”dir. Her müçtehit bir “sen”dir. İçtihat bir vahiydir.

اتَّبِعْ

“Tâbi ol”

Evet, O Allah vahyedecektir. İnsan da O’na tâbi olacaktır. Allah ne yapacağını “sen”e bildirecek, “sen” de O’nun bildirdiğine tâbi olacaktır. Böylece düzen yürüyecektir.

Burada önemli olan bir husus vardır. “Sen” Tanrı değildir. “Sen” bir şey var etmez. Ama o sen O’ndan gelen vahye uymayabilir.

İşte muhatap olunma kadar önemli olan muhalefet edebilmesidir. Allah sonunda galip gelecektir. Allah’ın dediği olacak ama belli zamana kadar muhatap olduğu kadar muhalif de olabilir.

Allah’ın kendisine muhalif varlık var etmesi de muhatabı en yüksek seviyeye çıkartmaktadır. Tâbi ol emri vardır ama tâbi olma icbarı yoktur.

İşte hukuk düzeni budur. Kişi kişiyi öldürebilir. Kimse onun kolunu elini bağlamayacaktır. Ama öldürdükten sonra kendisi de ölecektir.

Bu muhalefet söz konusu olduğu için bundan sonra “sabret” diyor.

اصْبِرْ

“Sabret”

Evet, Allah’ın vahyi gelecektir. Senin O’na tâbi olman gerekir. Ama insanın muhataplığı tam olsun diye ona muhalefet etme gücünü de vermiş bulunmaktadır. Emri belli bir zaman içinde yerine getirmez ama zaten Allah öyle düzen var etmiştir ki O’nun emirlerine karşı gelmenin de genel oluşumda ve uygarlaşmada yararı vardır.

O halde “ey sen”, onlar gibi olmak istemeyen, onlar gibi cezalanmak istemeyen “sen”, sana verilen emri yerine getir. Ondan sonra da bekle, zamanı gelinceye kadar sabret, dayan. 

Bu dayanma iki şekilde olur.

Biri; gelecek sıkıntılara dayan, çökme, pes deme ve bekle.

Diğeri de; onlarla mücadelede sabret demek olur.

Savunurken sabret, karşı saldırıya geçerken de sabırlı ol.

Sen tâbi olacaksın ama başkalarının tâbi olmasını beklemeyeceksin. Onlar kendi âkilelerinde oynamaya devam edecekler, sen de sizin âkilenizde oynamaya devam edeceksin.

يَحْكُمَ

“Hükmedene dek”

Evet, vahyolunana tâbi olmayıp karşı gelenlerin galip gelmesi mümkün değildir. Allah sadece onlara zaman tanımıştır, geçici olarak öyle hareket etmelerine imkân vermiştir. Bir gün gelecek onlar artık suç işlemeye devam edemeyecek ve teslim olacaklardır. Allah’ın kaderinde belirlediği düzen devam edecektir. Senin görevin de sabretmektir, dayanmandır. Cihadı bırakmamandır.

Evet, Allah inananlara vahyedecek ve insanlar yenilik yapmaya başlayacaklardır. Buna karşı direnenler ve karşı gelenler olacaktır. Bir müddet karşılıklı çatışma devam edecektir.

İnsanın görevi ve vahyin bildirdiği şudur. Vahye uyanlar sabredeceklerdir. Kendilerine düşeni yaptıktan sonra ortak gereksiz ta’cile gidilmeyecek, sabredilecektir. Sana emredilmeyen işlere sen karışmayacaksın, bekleyeceksin. Hükmü O verecektir. Belli bir olgunluk oluşmadan ve günü gelmeden olaylar olmaz. Erken doğan çocuk yaşamaz.

الْحَاكِمِينَ

“Hâkimler”

Sûrenin başında “Bunlar hakîm kitabın âyetleridir” âyetiyle başladı. Bitirirken de “Hâkimlerin hayırlısıdır” diyerek bitiriyor ve son âyette hüküm kelimesi iki defa geçmektedir. Bundan sonraki sûrenin başında da yine âyetlerin hakîminden bahsedilmektedir.

Buradan anlıyoruz ki bu on iki sûre hükümlerden bahsedecektir.

“Hâkimîn” kurallı erkek çoğuldur. Dolayısıyla bir cemaati ifade eder.  Buradan şuna işaret etmektedir. “Hüve” hâkim” olduğu gibi “Ke” de hâkimdir. Aslında hepsi birden hâkim durumdadır. Çünkü insana muhalefet imkânı verince o da hâkim olmalıdır ki muhalefet etsin.

Allah hayrın hâkimidir. Şerrin hâliki Allah ise de hâkimi muhalif olan “sen”lerdir. Ne var ki şer ile hayrı hadiselerin, oluşmanın iç ve dış iki yüzü olan hayr olmadan şer olmaz, şer olmadan da hayr olmaz. Ne var ki şer hayr olsun diye var edilmiştir, hayrın hayr olması için var edilmiştir. Şer sadece hayra hizmet etsin diye vardır. Allah ise hayrın hâkimidir. Şerre izin vermekte ama sonunda hayr hâkim olmaktadır.

“Hayr” ismi tafdildir. Şer de aslında dolayısıyla hayırdır ama şer dolaylı hayırdır. Hayr ise doğrudan hayırdır, Allah da onun yanındadır. Gaye mutlak hayrın var olmasıdır. Mademki mahkûm olmadan hâkim olmaz, öyleyse Allah ile insanlar bir bütün teşkil ederler. Bir tektir ve hâliktir. Diğeri çoktur, pek çoktur ve mahlûktur. Ayrı ayrı “sen”ler sıfırdır ama bütün “sen”ler bir araya geldikleri zaman Allah’ın yanında değer ifade eder ve her ikisi birden hâkim olurlar. Bunlar içinde Allah hayrın hâkimidir.

Şöyle ifade edebiliriz. Bir olay olduğu zaman ya herkes için hayır olur ya herkes için şer olur yahut kimisi için hayır kimisi için şer olur. Kimi insan için hayr olan diğeri için şer olur. Ama hiçbir olay yoktur ki Allah için şer olsun.  İşte bu âyet bunu ifade eden âyettir; Allah hayrın hâkimidir, şerrin hâkimi değildir. O kendisi için şer olanı var etmez.

مَا

“Ma”

O hâlik olan Allah var. O’nun muhatabı “sen”ler var. “Sen”lerin birbirleri ile ve Hâlik ile “sen” arasındaki ilişkilere aracılık yapacak şuursuz olan varlıklar vardır. O da “Mâ”dır.

Allah ve “sen”ler neye hükmedecekler?

“Mâ”ya hükmedecekler.

Âyette “Mâ”nın geçmesi ile üçlü oluş tamamlanmıştır. Vahyolunanlar da “Mâ”nın içine alınmıştır. Çünkü Allah insanlara “Mâ”ların içinde vahyeder. İnsan beynindeki devrelerde fikirler oluşturur. Rüyada nasıl birileri gelip değişik gösterileri bize seyrettirmektedir. Ayık iken de değişik fikirleri aklımıza getiren birileri vardır. Bunlar insanın ruhunda değil bedeninde olmaktadır. Ruh nefsin aracılığı ile bunları idrak etmektedir.

Âyette kelimeler dışında harfleri (mana harfleri) de eşler olarak zikredilmektedir.

Harficerler kelimelerin başına gelir ve ondan sonraki kelimelerle önceki kelimeler, hassaten fiillerle bağlantı kurarlar.

a) “Min” olayın başlangıcını gösterir. Sonra gelen ismin olaya bir etkisi yoktur. İsim de olaydan etkilenmez. Sadece olayın başladığı yer ve zamanı gösterir.

b) “İlâ” olayın sonunu gösterir. Sonra gelen ismin olaya etkisi yoktur. İsim de olaydan etkilenmez. Sadece son bulduğu yeri veya zamanı gösterir.

c) “Bi” olayın başladığı yeri veya zamanı gösterir. Ayrıca olayı başlatandır. Olayın sebebidir.

d) “Li” olayın sona erdiği yeri veya zamanı gösterir. Ayrıca olayın gayesini gösterir. Bu olay neden oluşmaktadır, sonuçları nelerdir?

e) “Fî olayın bulunduğu yeri veya zamanı göstermektedir, çerçevesini çizmektedir. Olay ile sonra gelen isim arasında oluşma bakımından etkileşme yoktur.

g) “Ke” ise olayın benzerini gösterir. Karşılıklı etkileşme yoktur.

h) “Hattâ kelimesi “İlâ manasındadır. Bununla beraber “Hattâ” kelimesi fiilin başına gelmektedir. “Hattâ”nın kelime gelişini bu âyetle çözüyoruz.

Bu âyete üçlü sistemin uygulanabilmesi için A harflerinden birisinin titrek harflerden, boğaz harflerine gitmesi gerekiri “A” “I”ye dönüşmelidir. Bu “Yûhâ”daki “A”dır. Zaten “Y” olarak yazılmaktadır. “Vahy” kelimesinden dönüştüğü için bunu açıklamamız zor değildir. Bir “A” harfinin de “Zel” harfinin yanına gitmesi gerekmektedir. Buradaki “Za” ism-i işaretten dönüşen “A” harfidir.

“Hattâ” kelimesi “İlâzâ”dan dönüşmüştür. “İleyke” geçtiği gibi “İla zâ” manasına “Hattâ” kelimesi geçmektedir. Gerek “İlâ” gerekse “Hattâ” zamanı içermektedir. Hatta da “E” harfi “X”ya dönüşmüş, “L” de “T”ye dönüşmüştür. “Hattâ Zâ” buraya kadar demektir. Allah bu Kâinatı burada anlattıklarımıza göre düzenlemiş, zaman ve mekân ile sınırlamış, mekândaki sınırları bize bırakmış ama zaman bizim elimizde değil O’nun elindedir.

“Huve, Allah, vahy, hükm, hâkim ve hattâ” Allah’a ait işlerdir. Buna karşılık “sen, tâbi olmak, sabretmek, Mâ ve İlâ” insana ait işlerdir. Âyet içerdiği kelimelerle böylece Allah ve insanı anlatmaktadır, düzeni anlatmaktadır.

Bunların yanında üç tane “Ve” harfi gelmektedir. “Ve” harfi atıf harfidir. Allah, insan ve eşya arasındaki atıfları ifade etmektedir.

Demek ki bu âyete dayanılarak bir yaratılış felsefesi kurulabilir. Tanrı vardır yoktur tartışması yanında; Tanrı, insan ve eşya arasındaki ilişkiler ele alınıp incelenmelidir.

وَاتَّبِعْ

(Va itTaBıG)

“Tâbi ol”

Bundan önceki âyette “Qul/Söyle” emrini vermiş ve kime söyleyeceğini “ey insanlar” olarak bildirmiş, tüm insanlığa hitap etmiştir. Bu tüm insanlara hitap yalnız yaşayanları değil, gelecekte yeryüzüne gelecek insanları da içermektedir.

Kur’an nâzil olmaya başladığı zaman Mekke 10 bin kadar nüfusa sahip bir kasaba idi. Henüz devlet aşamasına geçilmemişti. Yönetimin emniyet gücü yoktu. Yazılı hukukları mevcut değildi. Oysa o zaman iki süper güç vardı; İran ve Roma. Bunlar yeryüzüne hâkimdi. Binlerce senelik uygarlıkları vardı. Daha Medine Devleti bile kurulmamıştı. “Ey insanlar” diye hitap ediyordu. Sonra ne oldu? Medine Devleti kuruldu. Mısır fethedildi. Önce İran’daki yönetim teslim oldu. Roma-Bizans İmparatorluğu İstanbul’u Kur’an’a bıraktı.

Bundan önceki âyet tüm insanlara tebliğ kısmıdır. Orada emredilen “Kul/Söyle” emri ile başlangıçta sadece Hazreti Muhammed’e emredilmiştir. Ondan sonra sahabeler bu görevi devraldılar. Sonra müçtehitler devraldılar. Emeviler, Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar günümüze kadar getirdiler. Şimdi ise bu görev bize verilmiştir, onların halefi biz olduk.

Ayette “Kul/söyle ve tâbi ol” diyerek müfret olarak emredilmektedir. Örgütlenmeden önce her müminin tek başına nasıl hareket edeceğine işaret etmektedir. Hepimiz ayrı ayrı muhatap olmaktayız. Allah her insanı doğrudan muhatap almaktadır. Bundan dolayı “Kul/Söyle” demektedir. Bununla beraber bizim bir olmamız istenmektedir. Tüm insanlara söyleyeceğiz. Tüm insanlar da eğer Kur’an’ı okuyor ve ona inanıyorlarsa bize söyleyecekler ve böylece biz insanlık olarak Allah’ın muhatabı olmaktayız.

Demek ki insanın iki görevi vardır. Kur’an’dan emri aldıktan sonra diğer insanlarla olan ilişkileri düzenlemektedir. Bundan önceki âyette tüm insanlarla nasıl ilişki kuracağımız tedvin edilmiş, bu âyette de kendimize düşen görev anlatılmaktadır.

Bizim insan olarak yapacağımız iş tâbi olmaktır. İnsan yaratılmış, ona görevler verilmiş, görevlere karşılık da ona nimetler bahşedilmiştir. Böylece Allah hâlik olarak bizleri var etmiştir. Biz de ibad yani kullar olarak O’nun işlerini yapmakla mükellefiz.

“Tâbi olmak” demek görevleri yerine getirmek demektir.

Evet, insana emredilen tâbi olarak kendisine verilen emirleri yerine getirmektir. Mademki Allah’ın var ettiği Kâinat içinde yaşıyoruz ve onun nimetlerinden yararlanmayı sürdürüyoruz, bizim de buna karşılık O’nun bize verdiği görevleri yapmamız gerekiyor.

. مَا يُوحَى إِلَيْكَ

(MaV YUvXAv EiLaYKa)

“Sana vahyolunana”

Tâbi olunacak ama neye tâbi olunacak, kime tâbi olunacak?

Allah emirleri insanlara nasıl ulaştıracaktır?

“Sana vahyolunana” denmektedir. İnsana ne yapılması gerektiği ona ilham edilmektedir yani bildirilmektedir. İnsanın beyni ne yapması gerektiğini, neye tâbi olacağını kendiliğinden bulabilmektedir.

Kimileri diyorlar ki, bu bilgi insanda kendi varlığı ile vardır, kimse ona bildirmemektedir. Kur’an bunu reddeder. İnsana iyilik de kötülük de ilham edilmektedir. Böylece isteyen emirlere tâbi olmakta, isteyen olmamaktadır. Herkese bildirilmektedir. İnsanın beyni kendisinin ne yapacağını bilebilecek şekilde yaratılmıştır. Allah ona devamlı olarak çeşitli yollardan vahyetmektedir.

Buradaki vahyi Kur’an olarak anlayan, vahyolunan kimseyi de Hazreti Muhammed olarak anlamak isteyenler vardır. Oysa Kur’an için vahyolunan değil, inzâl olunan kelimesi getirilmektedir. “Mâ” yerine “Ellezî” kelimesi gelmeli idi. O halde burada vahyolunan Kur’an olmadığı gibi muhatap da yalnız peygamber değildir. Vahyolunan kimse insandır, “Sen”dir. Hattâ melek cin ve ruhlar da bu “Sen” içine dâhildir.

“Yuha Leke” veya “Aleyke” denmesi gerekirken, “İleyke” denmiştir. Çünkü “Ke” hedeftir. Sana senin için vahyolunmaktadır. Sana vahyolunan artık daha ileri gitmemektedir. Sana vahyolunanla başkaları amel etmekle yükümlü olmadıkları gibi sen de onlara vahyolunanla amel etmekle yükümlü değilsin.

Burada neden “Aleyküm” denmeyip de “İleyke” dendiği daha açık bir şekilde anlaşılmaktadır. Herkes kendi içtihadı ile amel edecektir.

“Mâ Uhiye İleyke” denmemiştir. “Mâ Yuha İleyke” denmiştir. Çünkü insan sürekli içtihat hâlindedir ve sürekli aldığı vahye tâbi olma durumundadır. “Yuhi İleyke” denmemekte, “Mâ Yuha İleyke” denmektedir. Meçhul sigası ile getirilmiştir. Çünkü insan içtihat yaparak dört çift delilden yararlanır. Önce deliller aklî ve naklîdir. Her iki delillerde benzer gruplar vardır. Kitap ve mesalih, sünnet ve istishab, icma ve örf, kıyas ve istihsan. Allah insanlara bunlarla vahyetmektedir. Bu sebepledir ki “Yuha” kelimesi getirilmiştir.

İnsan içtihadını yapacak, yaptığı içtihadı diğer insanlarla paylaşacak ve sonra içtihadına göre amel edecektir. İçtihat yaparken Allah’ın halifesi olacak. Vahiy tamamlanınca vahiyden aldığı emri yani içtihat sonucu elde ettiği neticeleri uygulayarak tâbi olacaktır. Fıkıhçılar bunu böyle tedvin ettiler ama Kur’an da o yapılanları teyit etmektedir.

وَاصْبِرْ

(Va uÖBiR)

“Ve sabret”

İnsanın görevleri belli bir sıra takip eder. Önce içtihat yapıyorsun. Aklî ve naklî delillere dayanarak yapacaklarını tesbit ediyorsun, görevleri buluyorsun. Bunu Allah’ın halifesi olarak yapıyorsun. Sonra aldığın emri söyleyerek veya yaparak yerine getiriyorsun. Bu emirde birtakım gayeler vardır. Yani gelen vahiyde sana ne yapacağın bildiriliyor. Yalnız yapılacaklar abes işler değildir. Belli sonuçlar elde etmek için yapılması emredilmiştir. Bunlara “emredilenlerin hikmetleri” diyoruz.

Hikmetleri hedefleyerek illetleri, sebepleri işliyoruz. Ondan sonra da sonuçları bekliyoruz. O halde içtihat olarak hikmetlere dayanarak illetleri tesbit edip o illetlere göre amel etmemiz gerekmektedir. Amellerimiz bizi hikmetlere götürecektir. Ama bu sonuçlar her zaman elde edilemez, çok ender elde edilir.

Bizim yaptığımız ameller ancak başkalarının yaptığı amellerle bir araya gelirse sonuca varılır. Diğer taraftan bizim ameller doğal ve sosyal kanunlar içinde yer alır. Bize gelen vahyin hepsi isabetli olmaz, dolayısıyla beklenen sonuç elde edilemez. Biz içtihadımızla amel etmekle yükümlüyüz. İçtihadımızın hatalı olmasından biz sorumlu değiliz. Çünkü sorumluluk bizim elimizde olanları yapıp yapmamamızdandır.

“Hüve”  ile “Ke” arasındaki en büyük fark budur. Biz her istediğimizi yapmaya muktedir olamadığımız gibi biz her zaman doğru içtihat yapmadığımız için hata yaparız. “Hüve” ise ne isterse yapar ve O hata etmez, çünkü hayru’l-hakimîndir.

Söyle, tâbi ol ve sabret yani bekle.

Yani biz bize emrolunanı yapmakla yükümlüyüz. Sonuçlar bize ait değildir. Sonuç Allah’a aittir. Biz tarlamıza buğdayı ekeriz, sularız, ilaçlarız, gübreleriz ama ondan sonra bekleriz. Sonbahar gelir, başaklar buğday verir, olgunlaşır, o zaman toplarız. Zamanı gelmeden meyve alamadığımız gibi zamanı gelince de alacağımız buğdayın miktarını bilemeyiz. Bize düşen görev tâbi olmak yani sürekli içtihatlar yapıp amel etmektir. Yani sulamayı, gübrelemeyi, ilaçlamayı, korumayı yapmak, sonuçlar için de beklemektir.

Kâinat yaratılmıştır. Devamlı genişlemektedir. Dolayısıyla hesaplara dayanarak değişmeler olmaktadır. Ama hiçbir zaman aynısı tekerrür etmemektedir. Büyümektedir. Ayrıca entropisi büyümekte yani yüksek enerji olan ışık bozularak ısıya çevrilmektedir. Zamanla Kâinatın sonuna doğru gidilmektedir. Bu arada bütün yaratıkların mukadder akıbetleri vardır. Kimse o akıbetten kendisini kurtaramaz.

Akan bir ırmağı düşünün. Siz de bir kayığın içinde o nehrin içindesiniz. Kayığın dümeni vardır. Sağa sola gidebilirsiniz, ortadan yol alabilirsiniz ama duramazsınız. Geri gidemezsiniz. Özgürlüğünüz var ama bu özgürlük cüzidir.

Bunun gibi zaman da bir ırmak gibidir, akıp gitmektedir. Biz onu durduramayız. Ama biz sağa sola gidebiliriz. İşte vahiy bu sağa sola gitme kadardır. Sonuçta ırmak bizi hangi denize götürecekse oraya gideceğiz. Kimse bundan kaçamaz.

حَتَّى يَحْكُمَ

(XatTAv YaXKuMa)

“Hükmedene kadar”

Kâinatta doğa kanunları vardır. Allah meleklerden de önce doğayı var etti. Onları kanunlar içinde oluşa bağladı. Oluş devam etmektedir. 13,7 milyar yıldır durmadan yol almaktadır. Bu arada Allah melekleri, ruhları, cinleri ve insanları var etti. Bu Kâinat sarayını onların emrine verdi. Burada şu işleri yapın ve sonunda bu nimetlerden yararlanın dedi.

Biz daha önce oluşmuş olanlardan yararlanarak yaşarız. Yaşlanmamız yaptığımızın ücreti ile olmaktadır, kendisi ile olmaktadır. Bir hamala iş verirsiniz, alt kattan üst kata eşyayı taşır. Buna karşı ona ücret verirsiniz. Onun karnını doyuran taşıdığı eşya değildir, yaptığı iş değildir, senin ona verdiğin ücrettir.

O halde biz iş yaparız. Yaptığımız işin bize bir faydası yoktur ama başkasının yaptıkları ile yaşarız. O halde, işte, bizim çalışma karşılığı aldığımız ve yaşamamızı sağlayan Allah’ın hükmüdür.

Bugün İstanbul’da 20 milyona yakın insan yaşamaktadır. Dünden bugüne kadar hiç kimse açlıktan ölmemiştir. Oysa kimsenin belirlenmiş kesin bir geliri yoktur. Emeklilerin dışında her an her insan işsiz kalma durumundadır, aç kalma durumundadır. Ama kimse aç kalmıyor. Bir kurtun karnını doyurması için mutlaka bir kuzu yakalaması gerekir. Oysa ortalıkta kuzu yoktur. Bütün bunlar Allah’ın hükümleridir. İnsanlar hareket yaparlar, sonra da Allah’ın hükmünü beklerler.

Burada eskiden beri tartışılan bir konu vardır. Allah bunları koyduğu Sünnetullah ile mi yapmakta, yoksa her biri ile ayrı ayrı iradesiyle mi düzeni yürütmektedir?

Hangisi olursa olsun, ikisi de O’nun yüceliğini göstermektedir.

O kadar ince hesapları yapıp milyarlarca bilinmeyen denklemleri en açık şekilde çözüp formüllere bağlamak, ayrı ayrı yapmaktan daha ekberdir.

اللَّهُ

(elLAvHu)

“Allah”

Kâinatın hâliki olan O’dur.

“L”ler orta harflerdir. L harfleri meleklerdir.

Allah onlar aracılığı ile bize vahyetmektedir. Biz onları görmemekteyiz ama bizim için görevli melekler vardır. Bir de şeytan vardır. Bize her iki taraf da yardımcı olmaktadır. İyilik yapmak istersek melekler yardımcı olur. Onlar bize ne yapacağımızı bildirmektedirler. Kötülük yapmak istersek o zaman da şeytan devreye girmekte ve kötülük yapmamıza yardımcı olmaktadır.

Tüm “sen”lerin bu davranışları sonucu hayır olmakta, şerler hayra çevrilmektedir. Bu arada iyiler iyiliklerinin karşılığını görmekte, kötüler de kötülüklerinin karşılığını görmektedirler. Bu düzen böyle oluşmuştur. Bu düzeni beğenip beğenmeme bizim elimizde değildir. Böyle olsaydı daha iyi olurdu dememiz de mümkün değildir. Unutmayalım ki bunu aklımıza getiren O’dur. Onu eleştirten de O’dur. Ona nasıl biz akıl vereceğiz? Bizim yapacağımız şey ne olması gerektiğini tesbit etmek değil, ne olduğunu ve ne olmakta olduğunu tesbit etmektir. Hükmeden biz değiliz, hükmeden O’dur.

وَهُوَ

(Va HuVa)

“O”

Buradaki zamir Allah’a raci olmaktadır. Hükmedinceye kadar bize sabır emredildikten sonra da yine bilgi verilmektedir.

“Ve” harfi ile isim cümlesi getirilmektedir. Fiil cümlesinden sonra “Ve” harfi ile bir cümle gelirse o hâl cümlesidir. Durum böyle olduğuna göre Allah hükmedinceye kadar sabret denmektedir.

Yeni doğmuş bir çocuk düşünelim. Anne babasının karşısında ne kadar güçsüz ve zavallı biridir. Ama anne baba için bu çok kıymetlidir, hattâ kendi nefislerinden de kıymetli olabilir. Hiçbir fedakârlıklarını esirgemezler. Allah için insan da böyledir. O’nun yarattığı hiçbir gücü olmayan biridir ama O var etmiştir, onun için kıymetlidir, ona kendi yanında yer vermektedir ve insanı muhatap almaktadır.

خَيْرُ الْحَاكِمِينَ

(PaYRu eLXAvKıMIyNa)

“Hâkimlerin hayırlısıdır.”

Önce “hâkimlerin hayırlısıdır” demekle ondan başka hâkim olan varmış anlamı çıkar. Sonra da hâkim olanların topluluk olduğunu ifade eder. Allah tektir. O’ndan başka hâlik yoktur. O mahlûk kendi içinde çoktur ama o da birinin mahlûku olması itibarı ile tektir.

Öyleyse bu hâkimler topluluğu kimdir?

Allah Kâinatı var etti ve insanların emrine verdi. Onlar da hükmedenler arasına girdi. Böylece Kâinatı Allah’la beraber insanlar ve diğer “sen”ler yönetmektedir. Dolayısıyla O ve “sen”ler hâkimdirler, beraber hâkimdirler. Anonim şirketleri vardır. Herkes ortaktır. Ama karar sermayede ekseriyeti temin edenindir.

Peki, yönetime katılmayan bu ortaklar nesine ortaktırlar?

Semeresine, yararlarına ortaktırlar. Bunun gibi; evet, insanlar da Allah’la beraber hâkimdirler ama insanlar ekalliyette oldukları için son söz hep Allah’ın olmaktadır.

“el-Hâkim”deki “Lam” ya ahd için olur. Yani belli bilen hâkimler topluluğu anlamına gelir. O topluluğa mensup olanlar ayrı ayrı değil ama birlikte hepsini içerir. Harfi tarif had için değil de istiğrak için gelebilir. O takdirde hâkim olan toplulukların hepsi anlamına gelir. Burada birinci mana verildiği takdirde Allah’ın da dâhil olduğu “Ke”lerle birlikte oluşturdukları hükmetmedir. Yönetimde işe katılmış olmaktadır.

“Hayr” kelimesi “şer” kelimesine karşılık kullanılmaktadır. “Hayl” at sürüsü demektir. “L”nin “R”ye dönüşmesi ile servet demektir. Bir iş yapmak için gereken varlıklardır. İnsanlar elde ettikleri servetin bir kısmını yaşamak ve çoğalmak için kullanırlar. Kur’an’da bu “rızık” olarak geçmektedir. Diğer kısmı ise işletmeye konur ve yeni üretimin yapılması için kullanılır. Bu “hayır”dır. Hayır demek gelir getiren artan servettir. Tüketim serveti değildir.

Allah Kâinatın yönetimine katılmakta ve kararlar birlikte alınmaktadır. Kişilerin verdiği kararları onaylamaktadır. Ama karşılığında bir şey istememektedir. Tüketici olmamaktadır.

Böylece bu sûre bize hikmetleri ile bizim özgürlük içinde topluluğun oluşturulmasını öğretmektedir.

İnsan topluluk içinde özgürdür, insan topluluğu özgür üyelerden oluşur.

 

 

 

 

 


YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
1-1 VE 2.AYETLER
1631 Okunma
2-3 VE 4.AYETLER
1433 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
2167 Okunma
4-7 VE 10.AYETLER
1372 Okunma
5-11 VE 14.AYETLER
1256 Okunma
6-15 VE 17.AYETLER
1409 Okunma
7-18 VE 20.AYETLER
1530 Okunma
8-21 VE 23.AYETLER
2149 Okunma
9-24 VE 25.AYETLER
1497 Okunma
10-26 VE 27.AYETLER
1299 Okunma
11-28 VE 30.AYETLER
1318 Okunma
12-31 VE 33.AYETLER
1447 Okunma
13-34 VE 36.AYETLER
1253 Okunma
14-37 VE 39.AYETLER
1238 Okunma
15-40 VE 44.AYETLER
1340 Okunma
16-45 VE 47.AYETLER
1361 Okunma
17-48 VE 51.AYETLER
1214 Okunma
18-52 VE 54.AYETLER
1685 Okunma
19-55 VE 58.AYETLER
1295 Okunma
20-59 VE 61.AYETLER
1327 Okunma
21-62 VE 66.AYETLER
1559 Okunma
22-67 VE 70.AYETLER
1296 Okunma
23-71 VE 74.AYETLER
1327 Okunma
24-75 VE 78.AYETLER
2025 Okunma
25-79 VE 83.AYETLER
1357 Okunma
26-84 VE 87.AYETLER
1302 Okunma
27-88 VE 89.AYETLER
1840 Okunma
28-90 VE 92.AYETLER
1607 Okunma
29-90 VE 92.AYETLER FİRAVN ÖLDÜ MÜ?
1309 Okunma
30-93 VE 95.AYETLER
1329 Okunma
31-96 VE 100.AYETLER
1298 Okunma
32-101 VE 104.AYETLER
1225 Okunma
33-105 VE 108.AYETLER
1269 Okunma
34-109.AYET
1509 Okunma