YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
Süleyman Karagülle
1307 Okunma
34 VE 36.AYETLER

YUNUS SÛRESİ-13

بِسْمِ اللَّهِ الرَّحْمَنِ الرَّحِيمِ

 

***

 

قُلْ هَلْ مِنْ شُرَكَائِكُمْ مَنْ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ قُلِ اللَّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ (34) قُلْ هَلْ مِنْ شُرَكَائِكُمْ مَنْ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ قُلِ اللَّهُ يَهْدِي لِلْحَقِّ أَفَمَنْ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ أَحَقُّ أَنْ يُتَّبَعَ أَمَّنْ لَا يَهِدِّي إِلَّا أَنْ يُهْدَى فَمَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ (35) وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلَّا ظَنًّا إِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ (36)

 

***

 

قُلْ هَلْ مِنْ شُرَكَائِكُمْ مَنْ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ قُلِ اللَّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ ثُمَّ يُعِيدُهُ فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ (34)

(QuL HaL MiN ŞuRaKAvEıKuM MaN YaBDaEu eLPaLQa ÇumMa YuGIyDuHUv QuLı elLAHu YaBDAEu eLPaLQa ÇumMa YuGIyDUvHu Fa EanNAv TuEFaKUvNa)

Kavl et; şeriklerinizden halkı ibda edip sonra iade eden var mıdır? Kavl et; Allah halkı ibda eder, sonra iade eder. Nereye iyfak ediliyorsunuz?”

Bundan önce onlara sor, sizi kim rızıklandıracaktır; Allah diyecekler, demişti. Orada insanların bize rızık verenin Allah olduğunu itiraf edeceklerdir demişti. Gerçekten bugün artık herkes biliyor ve kabul etmiştir ki bundan 13,7 milyar yıl önce Kâinat bilye kadar büzülmüş bir parça idi, o anda patladı ve bugüne kadar genişlemektedir. Yıldızlar çok sonra oluştu. Bugün bizi Güneşimiz rızıklandırıyor, o yaratılmasaydı biz rızıklanamazdık.

Olay sadece Güneş olsa sorun o kadar da fazla olmaz ama bugün biliyoruz ki bizim yaşamamız birçok miktarların belli oranda bulunması sayesindedir. Bunların tesadüfen olması imkânsızdır. Onun için “diyecekler” demiş ve bugünkü ilmî sonuçların insanlar tarafından kabul edileceğini bildirmiştir.

Şimdi ise başka bir şey söylememizi istiyor. Yine “söyle” diyor. Soru şeklinde cümleler kullanıyor ama “sor” demiyor da “kul” diyor. Çünkü öğrenmek için sormuyoruz, onlara anlatmak için soruyoruz, onların düşünmelerini istiyoruz. Bu sebeple söylüyoruz, sormuyoruz. Kendileri kendilerine cevap versinler, bize değil. Tartışmak amacı ile de sormuyoruz, sadece düşünsünler diye soruyoruz.

Bugün insanlar teknikte çok ileri gitmişlerdir. Cep telefonları ile herkesle yan yana imiş gibi konuşabiliyoruz. Uzaya gidebiliyoruz. Teknolojide bu kadar ilerdeyiz. Ne var ki bunların hepsini Allah’ın halk ettiklerini kullanarak yapıyoruz. Bir tek elektron parçasını var edemediğimiz gibi bir zerreyi hareket ettirecek veya hareketini durduracak gücümüz de yoktur. Bu hususta artık kimse tartışmıyor. Doğanın bu gücüne teslim olunmuştur.

Bununla beraber şirk hâlâ devam ediyor. İnsanlar hâlâ belli kâşifleri ve insanları yaratıcı kabul etmektedirler. Kanun yaparken “Avrupa’da böyle” diyerek onların yaptıklarını tanrının yapması gibi kabul ediyorlar, hâlâ Avrupa Birliği’ne girmek için her türlü saçmalıkları yasalaştırıyorlar, hâlâ onların kapılarında tazarru hâlindedirler.

Büyük teknolojik başarıya karşın yeni bir molekül var edemiyor, hattâ onların özel diziliş şekli olan canlılara benzer bir dizi bile yapamıyorlar. Eğer biz molekülleri istediğimiz gibi dizebilseydik yeni canlılar icat ederdik. Mesela virüsleri emrimize alabilirdik. Bu sebepledir ki “şeriklerinize kavl ediniz” diyor.

“Kul” kelimeleri iade edilmiştir. Arapçada diyalog anlatılırken “Hasan Mehmet’e bir yere mi gidiyorsun” dedi. Mehmet “Ankara’ya gidiyorum” dedi. “Ne zaman geleceksin” dedi. “Üç gün sonra geleceğim” dedi. “Ne yapacaksın” dedi. “Kardeşimi göreceğim” dedi.

Yani “dedi”ler tekrar edip devam eder. Buradan anlıyoruz ki birinci “dedi”den sonra onlar dediler. Onların dediklerini hazf ediyor. Çünkü bu hususta onların dedikleri konusunda sükût etmişlerdir, bunlar ilmin konusu değil deyip geçiştirmişlerdir.

“Halkı kim ibda eder” sorusuna cevap veriyor. “Ahmet geldi mi?” sorusuna “Evet” der; cevap vermediği gibi “Evet, geldi” diyebilirsiniz, çünkü “Geldi mi?” diyor, “Geldi” diyorsunuz. İstersen Ahmet’i de tekrar edersin, “Evet, Ahmet geldi” dersiniz. Yani cümleyi tekrar ederek iade edersiniz. Cümleyi iade etmen demek, o cümleye sahip çıkma demektir. Yani sadece sana cevap vermiyorum, ben bunu sen sormasan da söylüyorum demek olur.

Kur’an’daki iadeleri sıralayıp her birine sebebini bulup yazsanız, sonunda gramer ortaya çıkar, o gramer Kur’an Arapçasının grameri olur.

Klasik dilciler Kureyş Arapçasının gramerini yazdılar ama Kur’an Arapçasının gramerini yazmadılar. “Ruhu’l-Kur’an” çalışmalarında Kur’an’da geçen kurallar ve kelimeler ele alınmaktadır. Bunlar Kureyş Arapçasından farklı olmayacak ama ona özel ek kuralları olacak, bazıları da terk edilecektir.

“Nereye ifk olunuyorsunuz de” diyor. Bundan önce “İttika etmeyecek misiniz?” sorusuna “Nereye ifk olunuyorsunuz?” denmektedir. “İttika” “vıka” kökünden gelir.  Sanduk gibi çeperleri katı olan kaptır. “Vıa” ise çuval benzeri yumuşak çeperli kaptır. “Vıka” aynı zamanda kulübe demektir, oraya girer ve korunursunuz. “İttika etme” demek, şeriat sınırları içine girip kendini korumak demektir. “Fısk” bu sınırların dışına taşma anlamındadır. “Fek” alt veya üst çene demektir. Kapanarak yakalayan tuzaklara “ifk” denmektedir. Tuzak anlamında kullanılmaya başlanmıştır. Alt ve üst çenenin birleştiği yerdir. Mastar olarak ters çevirmek manası almıştır.

Bundan önce “tusrafûn” kelimesi geçmişti. Burada da “tü'fekûn” kelimesi geçiyor.  “Sarf etmek” demek bir kalıptan başka kalıba girmek demektir. “İfk etmek” bir olayı olduğundan başka türlü anlatmak demektir. Biri kavildir, diğeri ise fiildir.

Demek ki bundan önceki âyette nasıl değişiyorsunuz, olduğunuzdan başkası oluyorsunuz demektir. Burada ise nasıl oluyor da düşünceleriniz, fikirleriniz, iddialarınız değişiyor, gerçekleri başka türlü anlıyorsunuz demektir.

Bu âyette işaret edilen husus yaratılma ile değiştirmenin farklılığıdır. Değiştirmede mevcut olanları kullanıyorsunuz. Madde sakımı kanunu, enerji sakımı kanunu vardır. Bu hilkati yeniden icat etme demektir. Sonra entropinin büyümesi kanunu vardır. Canlıların enerjiyi kullanmaları kanunu vardır. Bunlar değişmedir, yaratma değildir. İnsanlar değiştirirler, entropiyi büyüterek değiştirirler, yeniden var etmezler. Eskiden kıdem nazariyesi vardı, kâinat hep vardı. Kendiliğinden nasıl vardı diyemezdiniz. Çünkü Allah nasıl kendiliğinden varsa, kâinat da öyle kendiliğinden var olabilirdi. Bunu çürüten en büyük delil entropinin büyümesidir. Güneş’teki hidrojen tükenmektedir. Şimdiye kadar tükenmediğine göre sonsuz zaman geçmemiş demektir, bir gün gelecek tükenecektir. O halde Kâinat kendiliğinden değil birisi tarafından ibda edilmiştir.

İbdadan sonra aslında bir ifna olmalıdır ki iade olsun. Bunu söylememiş, onun yerine sonra sözü söylemiştir. İbdadan sonra entropi büyümeye başlayacak, bundan yararlanan insanlar, melekler, cinler ve ruhlar hayatlarını sürdürecekler. Canlılar bunların dayanağı olacak. Sonunda bu ibdanın yağı tükenecek ve Kâinat ifna olacak, sonra da iade edilecektir. İnsanın entropiyi küçültme gücü bile yoktur. Oysa Allah bütün bunları iade edecektir.

قُلْ

(QuL)

“Söyle”

Daha önce “Qul” demiş, “Sizi yeryüzünde kim rızıklandırıyor de” demiştir.

Onlar cevap verecekler, “Allah” diyecekler.

Yirminci yüzyılın sonunda bunu demek zorunda kalacaklar. O zaman yani onlar bunu söyledikten sonra yeniden bunu da söyle demişlerdir. Yani bu emir bugün bizleredir. Onlar “Allah’tır” dediklerinde “söyle” denmektedir.

İnsanlık İslâmiyet’in tesiri ile müsbet düşünmeye başlamış ve beklenmedik sonuçlara varılmıştır. Madde ve enerji sakımı kanunundan sonra üçüncü kanun bulunmuştur, o da entropinin büyümesidir. Bir de uzaklaşan cisimlerin yaydıkları dalgaların dalga uzunlukları büyür. Frekans azalır. Bu sayede hem Kâinatın neresinde ne var bilebiliyoruz, hem de Kâinatın yaradılışını bilebiliyoruz.

Bunlar hep yirminci yüzyılın bilgileridir. Böylece kendiliğinden olma ve ebedi olma gibi varsayımlar sona ermiştir. Şimdi söyleme zamanıdır.

Nasıl söyleyeceğiz?

“Bin Dil Üniversitesi’ni” kurarak söylemeliyiz.

هَلْ

(HaL)

“Mi?”

Böyle şerikleriniz var mı?

Yok!

“O halde nereye ifk ediyorsunuz” ifadenin edilmesi için buradaki “Hel”in “E” olması gerekir. ‘Senin evin yok mu, neden sokaktasın?’ dendiği zaman, evin var demektir. “Hel” soru edatı bunu ifade eder. Eğer bu cümleleri bizi onlara söylerken “Allah böyle diyor, biz elçiyiz, Allah adına söylüyoruz” şeklinde olsaydı, “Hel” yerine “E” gelirdi. Allah bize bunu söyleyin dediğinde siz kendi adınıza onlarla böyle konuşun şeklinde emir verilmiştir. Yani biz Allah adına değil de kendi adımıza konuşacağız. Emir böyle.

Bu takdirde biz kendimizi onlardan daha üstün görüp onlarla tartışma yapamayız. Biz diğer insanlarla eşitiz. Onların bize nasıl hitap etmesi gerekiyorsa biz de onlara öyle hitap edeceğiz. Bizim tanrımız bu özelliği taşıyor. Sizin tanrılarınızın böyle özelliği var mı diyoruz. Varsa öğrenmek isteriz diyoruz. İşte bu sebeple “Hel” gelmiştir. Son derece beliğ bir ifadedir. Bize yarışma usulünü öğretmektedir. Peşinen görüşleri reddetmemeliyiz. Delillerini öğrenmek için ve doğruyu bulmak için söyleyeceğiz.

مِنْ شُرَكَائِكُمْ

(MiN ŞuRaKAvEıKuM)

“Şeriklerinizden”

Burada “sizin şerikleriniz” diyor.

Putlardan bahsetmiyorum.

Teknikteki başarıları ile kendilerini Tanrı’nın üstünde görüp Avrupa müktesebatını üretenler içinde böyle şeyleri yapan var mı? Halkı ibda eden, sonra da iade edecek birileri var mı diye sorunuz.

Avrupa Birliği’ne girmek isteyenlerin şürekâsı Avrupalılardır, onların strateji ortaklarıdır. Aslında heykel tanrılaştırılmıyor, tanrılaştırdıkları kendi nefisleridir. Şeriata uysun uymasın kanunlar üretip insanlığa dayatmak suretiyle Tanrı’yı kendilerine ortak ediyorlar, O’nun yapacaklarını kendileri yapıyorlar. Çıkardıkları karşılıksız para şirktir.

Şeriata karşı olanlara, “Adil Kur’an Düzeni”ni kabul etmeyenlere, AB sokaklarında çözüm arayanlara biz soruyoruz ve açıklamalarını istiyoruz: Size şeriat dersini verenlerin içinde böyle hilkati ibda eden, sonra da âhirette bizi sorguya çekecek biri var mı? Varsa, biz de yararlanalım. Ama bizim ders aldığımız Allah bunları yapan ilâhtır. Biz iki yoldan hareket ederek Allah’ın dediklerine ulaşmaya çalışıyoruz; Biri KİTAP, diğeri de İLİM. Sizin bize bunlara alternatif olarak sunacağınız şeyler varsa söyleyin, biz de faydalanalım.

مَنْ يَبْدَأُ الْخَلْقَ

(MaN YaBDaEu eLPaLQa)

“Halkı kim ibda eder?”

Kâinat bundan 13,7 milyar yıl önce patladığı zaman bir bilye kadardı. Onun dışında mekân yoktu, zaman yoktu, madde yoktu, enerji yoktu.

Parçacıklar oluştu. O parçacıkların hızları oluştu. Işığın baskısı ile mekân büyümeye başladı. Bizden uzak olan yerden gelen algıyı yeni algılıyoruz. Dolayısıyla Kâinatımızın tarihini çok iyi bilebiliyoruz.

İşte o bilgilerden şimdi kesin olarak biliyoruz ki Kâinat yeniden ibda edildi.

Başka bir şey daha biliyoruz, Kâinat ölüme gitmektedir. Her ölüm yeni hayat içindir, tekrar var olacak olan yeni hayat içindir.

ثُمَّ يُعِيدُهُ

(ÇumMa YuGIyDuHUv)

“Sonra onu iade eder”

Burada uygun olan “Bedee’l-Halka Sümme Yuiduhu” olmalı idi. Çünkü bir defa iade etti, sonra da iade edecektir. Halkı iade edecektir, mahlûku değil.

Mahlûk yani insan değişmeyecek ki iade etsin, insan yok olmuyor ki. Bedeni yok olup dağılacak, atomlar aynı atomlar olarak kalacak.

İade edilen hilkattir. “Sümme” kelimesi arada uzun zamanın geçeceğine işaret ediyor.

قُلِ

(QuLı)

“Kavl et”

Bize “söyle” emri verilmiştir. O’nun adına söylemiş oluyoruz, tebliğ etmiş oluyoruz. Kendi adımıza söylüyoruz. Dolayısıyla eşitlik içinde saygılı olarak söyleyeceğiz.

Biz iddialarımızı ve delillerimizi ortaya koyacağız, onlar da delillerini ve iddialarını ortaya koyacaklardır. Hak ne ise ona uyacağız.

اللَّهُ يَبْدَأُ الْخَلْقَ

(elLAHu YaBDAEu eLPaLQa)

“Allah Halkı ibda eder”

Burada mazi sigası değil de muzari sigası kullanıyor.

Beş boyutlu uzay içinde tohumlar hâlinde Kâinatlar serpiştirilmiş. Arş yağmuru yağdığında bunlardaki çimler çimlenmekte ve üç boyutlu uzay olmaktadır. Sonra o uzay yaşlanmakta, ebedi hayatın olduğu cennet ve cehennemin bulunduğu uzaylar oluşmaktadır.

Bunun için “iade eder” diyor.

ثُمَّ يُعِيدُهُ

(ÇumMa YuGIyDUvHu)

“Sonra onu iade eder”

Sonra onu yani halkı/yaratmayı iade eder. İçinde yaşayanlar yeniden yaşamaya başlarlar. Bu sebepledir ki bizim benliğimizde bir iade yoktur. İade bedenimizdedir.

Dünyada ise önce bir tür DNA’larla oluşturulur. O tür ibda edilir. Sonra o tür kendi kendisini üretmeye devam eder.

O halde âyet sadece âhirete değil dünyadaki canlılara da işaret etmektedir.

Avrupa’daki tanrı ortaklarınız bir sineği var edebiliyorlar mı, milyar sayıdaki türlere varan canlılara yeni bir canlı katabiliyorlar mı?

Mademki bir canlı bile kodlayamıyorsunuz, yapısı ile bir canlı gibi olan toplulukların kanunlarını kendi kafanızdan nasıl icat edeceksiniz?

Allah akıl vermiş, kısas ilkesini vermiş. Böylece O’nun düzenini öğrenir ve uygularsınız. Ama siz kendi başınıza kısas yoktur deyip hırsızın kolunu kesmezseniz, hırsıza verilen altı aylık cezanın ne manası vardır. Hırsızı siz yaratmadınız, ona çalma melekesini siz vermediniz. Mülkiyet kuralını siz koymadınız. Peki, verilecek cezanın miktarını nerden biliyorsunuz? Şerikinizin böyle bir mahareti var mıdır, iade edebiliyor mu?

فَأَنَّى تُؤْفَكُونَ (34)

(Fa EanNAv TuEFaKUvNa)

“Nereye ifk olunuyorsunuz?”

“İfk etmek” başkalarına iftira yapmak demektir.

“İfk olunmak” meçhul sigadır. Başkaları tarafından ifke uğramak demektir. Başkaları tarafından yakalanmak ve tutuklanmak demektir. Yani şerikleriniz sizi hangi çıkmazlara götürüyorlar, hangi uydurma içinde yaşatacaklar?

Avrupa Birliği âşıklarına Bediüzzaman’ın dediği gibi; Allah’ın onulmaz tokadıdır bu.

Allah’ın bize, onlarla konuşurken saçma şeyler söyleseler bile eşitlik içinde konuşmamız gerektiğini öğreten bu âyet bize şunu demek istiyor; nasıl oluyor da diğer insanlardan ve devletlerden kendilerini üstün görmektedirler.

قُلْ هَلْ مِنْ شُرَكَائِكُمْ مَنْ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ قُلِ اللَّهُ يَهْدِي لِلْحَقِّ أَفَمَنْ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ أَحَقُّ أَنْ يُتَّبَعَ أَمَّنْ لَا يَهِدِّي إِلَّا أَنْ يُهْدَى فَمَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ

(QuL Hal MiN ŞuRaKAvEıKuM MaN YaHDIy EiLay eLXaqQı QuLi elLAHu YaHDIy LıeLXaqQı EaFaMAN YaHDIy EiLay eLXaqQı EaXaqQu EaN YutTaBaGA EaM MaN LaYaHıdDIy EilLAv EaN YuHDAv FaMAv LaKuM KaYFa TaXKuMUvNa)

“Kavl et: Sizi hakka hidayet edecek şeriklerinizden var mı? Kavl et: Allah hak için hidayet eder. Hakka hidayet eden mi yoksa hidayet olunmadan ihtida edemeyen kimse mi ittibaa ehaktır? Size ne oluyor, nasıl hükmediyorsunuz?”

Siz söylediniz, onlar bir cevap verdiler yahut sükuti hal ile cevap verdiler. Sen başka soru sor: Hakka hidayet eden şeriklerinizden biri var mı?

Burada “şerikler” tekrar edilmiştir. Burada şerikleri iade etti demek, birinci şerikler ile bu şerikler farklıdır demektir. Çünkü onların Kâinatını var eden tanrıları var, onların kanunları farklı, toplulukları ve insanları var eden tanrılar başka tanrılardır! Bu sebeple “şürekâ” kelimesi tekrar edilmiştir.

Müminlere göre Allah Kâinatı insanlar için yarattı. Kâinatın kanunlarını öyle koydu ki içinde insanlar yaşasın. Dolayısıyla doğa kanunları ile sosyal kanunlar aynıdır, birbirleri ile uyumludur. Dolayısıyla Kur’an ve doğa kanunları aynı şeyleri söylerler. Kur’an veya Tevrat’a inanmayanlar eğer mümin iseler, hakkı kabul ediyorlarsa, biz müsbet ilmin verilerine göre sonuçları çıkaralım, onu kabul etsinler.

Hayır! Onlar sömürü sermayesinin istediklerine ‘çağdaş düşüncedir’ derler ve ilme de şeriata da aykırı olsa onu kabul ettirmeye çalışırlar.

Sorarken Hakka götüren “İlâ” diyor. Cevap verirken Hak için götürür demektedir.

Yolu göstermek mef’ul ile olur. Sebili hidayet etti, yolu tarif etti demektir. Gideceği yeri göstermek “İlâ” ile olmaktadır. Ne ile hidayet etmişse o “Bi” ile gösterilir. Hakkın bulunduğu yer “İlâ” ile Hakk ise “Li” ile ifade edilir.

“Hakkın yerini götürecek şerikiniz var mıdır?” sorusuna; “Allah hakkın kendisine götürür” şeklinde cevap verilir.

Böylece “İlâ” dendiği zaman göstermek, “Li” dendiği zaman da götürmek anlamında olur.

Yine konuşma devam etmektedir. Onların cevabı onlara bırakılmıştır. Ne cevap verirlerse versinler biz sormaya devam ederiz.

Şimdi bu soruları AB müzakerelerinde sormalıyız. Onlara “Adil Düzen”i önermeliyiz. Siz bunları kabul ederseniz biz Avrupa Birliği’ne gireriz denmelidir. “Adil Düzen Anayasası”nı müzakere edelim demelidirler. Buna davet ederken de bu soruları sormalı ve onlardan cevap istemelidirler.

Türkiye’de “Adil Düzen”i kabul etmeyenlere bu soruları sormamız gerekir.

Biz sosyalizmi ve kapitalizmi de biliyoruz. Bilmek kabul etmek demek değildir. Onlar “Adil Düzen”e niye kulak vermiyorlar? Onlar Kur’an düzenine niye kulak vermiyorlar? Biz yanlış anlıyorsak onlar daha iyisini göstersinler, biz onlara uyalım; ama Kur’an’a uyalım. Kur’an’ı mı kabul etmiyorlar; ondan daha üstününü göstersinler de ona uyalım. Evet, Kur’an’dan daha ileri bir anayasa kaynağınız mı var; getirin, gösterin, kanıtlayın, ona uyalım. Tabii ki bizden de o kanıtı isteyecekler; kanıtlamamız gerekir.

İşte, “Kul” emri bunu gerektirir.

قُلْ هَلْ مِنْ شُرَكَائِكُمْ

(QuL HaL MiN ŞuRaKAvEıKuM)

“Kavlet; sizin şerikleriniz var mıdır?”

Karşılıklı konuşmalar devam ediyor. Burada onların dedikleri zikredilmiyor. Harf-i atıf olmaksızın “Kul” dediğine göre onların dedikleri mahzuftur.

Sen de:               - Semadan sizi rızıklandıran kim?

Onlar diyecekler:         - Allah. 

Sen de:               - Öyleyse ittika etmeyecek misiniz?

Onlar diyecekler:         - ……

Sen de:               - Şeriklerinizden Hakkı ibda eden var mı?

Onlar diyecekler:         - ……

Sen de:               - Şeriklerinizden Hakka hidayet eden var mı?

Onlar diyecekler:         - ……

Sen de:               - Allah Hakka götürür.

Burada “şeriklerinizden” kelimesi tekrar edilmiştir.

Eski şeriklerden olabilir, başka şeriklerden olabilir.

“Var mı?” diye sual ediyor. Bundan önceki âyette halkı ibda eden ve onu iade eden var mı diye sormuş. Şimdi de “Hidayet eden var mı?” diye soruyor.

“Avrupa müktesebatı” diyorlar; sermayenin menfaat talimatına “Avrupa müktesebatı” diyorlar. Peki, bu müktesebat Hakka mı götürüyor, yoksa belli sınıfın halkı ezmesine mi götürüyor? Avrupa Birliği ne demektir? Tek başına dünyayı sömüremediği için birleşerek sömürmek istiyorlar. Güçleri yetmediği için Türkiye’yi yanlarına almak istiyorlar, ama Türkiye güçlü olmasın diye Kürtleri bizden ayırdıktan sonra AB’ne almayı düşünecekler...

مَنْ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ

(MaN YaHDIy EiLay eLXaqQı)

“Hakka hidayet eden bir kimse”

Hak nedir?

Hak insandır; insanın haklarıdır. İnsan olmasa Kâinat abes olur, hiçbir işe yaramazdı. Kâinat insanla mana kazanmış ve hak olmuştur. İnsan ile Kâinatı var edenin varlığı kabul görmüştür. İnsan Kâinatın aynasıdır. Nasıl insan aynaya bakmadan kendisini göremezse, Tanrı da insanı ve mahlûkatı yaratmasaydı, arşı, kürsüyü, semavat ve arzı var etmeseydi, kimin rabbi olacaktı? Rab olmayan tanrının manası nedir? Demek ki Hakka götüren demektir. İnsanın haklarını gösteren şeriklerinizden biri var mıdır?

Kapitalistler sermayeye daha çok sömürü imkânı vermeye çalışırlar.

Diğerleri de güçlerini artırmak için çalışırlar.

Üretimde ve tüketimde ekonomik kararları üretenler ve tüketenler kendileri alıyorsa, bu haktır. Çünkü üretme ve tüketme görevini Allah onlara vermiştir. Üretme ve tüketme görevi kime verilmişse yetkiyi de ona vermiştir. Ama onların sistemi bunu yapmıyor, onların sistemi sömürüye götürüyor.

Cevap olarak ne derler biliyor musunuz?

Zamanı değil, uygulanabilir değil!

Yahut size söyletmezler, size yazdırmazlar, sizinle alay ederler...

İşte onların bu durumlarını Kur’an ifade etmiş ve bunu bizim müşahedelerimize bırakmıştır.

Açın iktisat kitaplarını ve okuyunuz, ne bulursunuz; tutarsız ve manasız bâtıl düzen! Karşılıksız faizli para ve bu para ile dünyayı fitne ve fesada vermek!

Er veya geç mağlup olacaklar ve cehennemde haşr olacaklardır.

Bir gün onların kaçacak delik aradıklarını gördüğünüzde bunları benim kehanetim olarak değil, Kur’an’ın bu mucizatını görün ve Nasr Sûresi’ni kıraat ediniz.

Bugün onların kalabalık olduğuna bakmayın. Kekeme Hz. Musa nerde, Firavunlar saltanatı nerde?  Yetim Hz. Muhammed nerde, Roma/Bizans ve Kisra nerde?  Binlerce sene sonra onları yani o peygamberleri izleyenler varlar, ama onlar şimdi yoklar.

Bugün biz birkaç zavallı kişiyiz ama galip geleceğiz ve bu yolda çalışanlar cennete gidecekler; Hakka dayalı düzeni kabul etmeyenler mağlup olacak ve cehenneme gidecekler.

قُلِ اللَّهُ يَهْدِي لِلْحَقِّ

(QuLi elLAHu YaHDIy LıLXaqQı)

“Kavl et: Allah hak için hidayet eder.”

Allah hakkı kendisine götürmektedir, insanı insana götürmektedir. İnsan kendi iradesine ulaşacaktır. İstediği işte çalışacak, istediği malı üretecek. Miktarını kendisi tayin edecek. Sonra kendi özgür güçlü iradesi ile anlaşacak ve topluluğa verecek. Topluluk onu ezmeyecek. Sonra topluluktan istediğini karşılık olarak ve karşılığında alacaktır. Kimse ona emredemeyecek, kimse onu köle yapamayacak. Üçüncü Binyıl Uygarlığı bunu sağlayacaktır. İnsana hakkı göstermekle kalmayacak, insanı doğrudan hakka götürecektir.

Hür olmak isteyen, insan olmak isteyen, hak olmak yani gerçek olmak isteyen insanlar, kooperatifler kuracaklar ve kendi yuvalarına çekilecekler. Geniş yeryüzünün kuytu yerlerine hicret edecekler ve özgür yaşayacaklar. Hakka tapacaklar ve hak olacaklar. Mansur ‘ben hakkım’ dediği için kanını akıttılar. Bu manaları anlayamadılar. Abid olmadan mabut nasıl olunacak, mahlûk olmadan hâlik nasıl olacaktır?

Aklı başında olan, servetin ve makamın sarhoşluğu içinde olmayan herkese diyoruz ki; Avrupa kapılarında sürünmeyin... Gelin, Allah’ın size gönderdiği Kur’an’ı anlamaya çalışın...

Bize gelin demiyoruz. Bizi milletvekili yapın demiyoruz. Bize devletin paralarını aktarın demiyoruz. Siz Kur’an’ı öğrenin. Bin sene önceki insanların resimlerine bakarak Kur’an’ı anlamayın. Kur’an’a gözlerinizle bakın.

AK Parti’nin görmezliğinin baş amili iki arkadaşımı tanıyorum, onlara ve diğerlerine sesleniyorum; Hayrettin Karaman, Şevket Eygi ve... Bu insanlara gerçekleri hatırlatın; çağın kapitalizm ve sosyalizm mezbeleliğinden kurtulsunlar...

أَفَمَنْ يَهْدِي إِلَى الْحَقِّ

(Ea FaMAN YaHDIy  EiLay eLXaqQı)

“Hakkı gösteren kimse mi?”

“Fa” harfi ile açıklamaya başlamıştır. Mademki hidayete götüren Allah’tır, hidayeti gösterenler de vardır. Bunlar Kur’an’ın yorumlayıcılarıdır.

Sayın Cumhurbaşkanı Akevler ekibini çağırmalıdır. Akevler’e muhalif kimler varsa onları da çağırmalıdır. Muvafık veya muhalif olmayanları da çağırmalıdır. Bin kişilik bir araştırma ekibini kurmalıdır. Önce kendisi katılarak madde madde bunları tartıştırmalıdır. Kendisinin kabul ettiği şekliyle maddeler yazılmalıdır. Böylece bunlar Hakkı göstermelidirler. Sonra, muhalif olan ilim adamlarının bin kadarını da dünyadan çağırmalıdır. Onlara Kur’an’ın bu tebliğini tartıştırmalıdır. Hiç olmazsa Firavun’un yaptığını yapmalıdır. Firavun tam 20 sene Hazreti Musa ile görüştü ve tartıştı.

Bu ayette bizi bu manalara götüren nedir?

“El-Hak” kelimesini tekrar etmiştir. Birinci Hak başka, bu Hak başkadır.

Birinci “Hak” insanın kendisidir, kendi özgür iradesidir.

İkinci “Hak” ise insanı kendisine götürecek Kur’an hükümleridir.

Yine bizi bu manalara götüren önce “Li” harfi, şimdi ise “İlâ” harfini getirmiş olmasıdır. “Li” mülkiyet içindir. O halde “Li” dendiği zaman hak sahibi olan insandır, “İlâ” dendiği zaman da düzendir, borç ve alacaklardır.

أَحَقُّ أَنْ يُتَّبَعَ

(EaXaqQu EaN YutTaBaGA)

“Tabi olunmaya ehaktır?”

Biz nebilere, resullere, kitaplara tabi oluruz, Allah’a tabi olmayız. O’na itaat ederiz, ona ibadet ederiz, ona ihtida ederiz.

Demek ki burada zikredilen “Men” Allah değil günümüzün Adil Düzen çalışanlarıdır. Yukarıda verdiğimiz manayı teyit eden bu da üçüncü delildir.

Burada ehak olan Kur’an’ı aktaranlardır. Bin sene önceki yorumları değil, günümüzün sorunlarını Kur’an’la çözen âlimler itbaa daha ehaktır, desteklenmeye daha hak sahibidir. Burada “hak” kelimesinin değişik manası ile getirildiği ifade edilmektedir.

أَمَّنْ لَا يَهِدِّي

(EaM MaN LaYaHıdDIy)

“Yoksa ihtida edemeyen kimse mi?”

“Yehiddî”nin aslı “Yehtedi”dir; “Ta” “Dal”a dönüşmüş “La Yehiddî” olmuştur.

Yoksa ihtida edemeyen, kendi başına yolu bulamayan kimse mi?

İhtida etmek demek içtihad yapmak demektir. Kur’an’da “içtihad” kelimesi geçmemektedir, onun yerine “ihtida” kelimesi geçmektedir.

İhtida/içtihad yapmayan veya yapamayan kimse mi uyulmaya layıktır? Hakkı gösteren kimse mi uyulmaya layıktır? Ki bunlar Kur’an, Sünnet, icma ve müsbet ilimleri kaynak kabul ederek içtihad yapıyorlar. Diğerleri ise içtihad yapmıyorlar, körü körüne başkalarına uyuyorlar. Kime uyulması daha ehaktır?

Allah insanı yarattı ve kendisine halife yaptı. Sen benim görevlimsin, doğrudan bana bağlısın dedi. Sana akıl verdim, ilim verdim, kitap gönderdim, kitabın ilk uygulamasını yapan peygamberi gönderdim. Sana Benim Kitabımı manasıyla ulaştıran bir cemaati oluşturdum. Haydi, şimdi Benim adıma ihtida yap, içtihad yap ve sonra bir görevli olarak onu amel et diyor. Bu içtihadın öyle olsun ki Benim haklarımı devrettiğim topluluk ile çıkar paralelliğin olsun. Sen ise bunları bırakıyorsun, içtihadı yasaklıyorsun, sonra da kör kör dolaşıyorsun, bir de buna rağmen insanların sana uymasını istiyorsun.

إِلَّا أَنْ يُهْدَى

(EilLAv EaN YuHDAv)

“Ancak birisi seni götürürse”

Bir kimse vardır ki yolu sana sorar, tarif ettiğin zaman onu anlar ve gideceği yere gider. Biri vardır ki tarif ettiğin yolu bulamaz, bir rehber olmalı, onun önüne düşmeli. Ancak o kişi hedefe varır.

Şimdi sen yolu kime sorarsın yahut kimin arkasından gidersin? O başkasına göre ancak yolu bulanın mı, yoksa kendi araştırması ile yola gidenin mi?

Burada çok önemli bir kural konmaktadır. Müçtehid olmayana uyulmaz. Ancak müçtehid olan, rasih olan ve ehl-i zikr olana uyulmalıdır.

Ehl-i zikr, kendi mezhebinin kitaplarını okuyup anlayan, projeyi okuyan kimsedir.

Fakih, projeyi yapan kimsedir.

Rasih, projeyi yapma kurallarını koyan kimsedir.

Ancak bunlara uyulabilir, yoksa onun bunun söylediklerine uyulamaz.

Meclis zabıtlarını alın ve okuyun; kanunları savunurken bu Fransa’da böyledir, İngiltere’de bu böyledir der ve savunurlar. Diğerleri de Rusya’da bu böyledir yahut Ebu Hanife’ye göre böyledir der ve savunurlar. Be zavallılar; bir de Türkiye’de bu böyledir deseniz ya!

Biz kendilerine Kur’an’ın beyanlarını aktarıyor ve bu böyledir diyoruz.

Bize; sen bilmezsin der, senin diploman yok der, sen görevli değilsin der!

Peki, o zaman mademki sen daha iyi biliyorsun, sen oku da sen Kur’an’ı anla ve uygula.

 Hayır, der, biz Kur’an’ı anlayamayız. Müçtehitler anlamış ve her şeyi yazmışlar, bize gerek yok derler, böylece şirk içinde olurlar!

Kur’an’dan başka her şeyin yazıldığı başka bir kitap yoktur.

Bu âyet bize tabi olana tabi olunmaz, metbu olana tabi olunur kuralını getirdiği gibi; bu âyet bize kıyasa kıyas olmaz hükmünü de getirmiştir. Makısa kıyas yapılmaz, makısın aleyhe kıyas yapılır.

Müçtehitler bu kuralları koydukları zaman henüz Arapça kuralları bilinmiyordu. Bu sebeple Kur’an’a dayanarak değil de sünnete dayanarak sorunları çözdüler ve kuralları oluşturdular. Şimdi o kuralları ifade eden âyetleri teker teker keşfediyoruz. Bu uyum bize İslâmiyet’in hak olduğunu gösteren en büyük mucize olmaktadır.

فَمَا لَكُمْ كَيْفَ تَحْكُمُونَ

(FaMAv LaKuM KaYFa TaXKuMUvNa)

“Size ne oluyor, nasıl hükmediyorsunuz?”

“Hey gafiller, size ne oluyor, nasıl kanunlar yapıyorsunuz? Yukarıda koyduğu teşri kuralını burada nasıl hükmediyorsunuz?” ifadesi ile taçlandırması, bizim doğru yaptığımızı teyit etmesidir.

AB kanunlarını Türkiye’ye aktarmanın saçmalığını ifade ediyor.

Gerçek şudur ki, AK Parti, AB kanunlarını Türkiye’ye aktarırken Türkiye’deki zulmü ortadan kaldırmak için yapıyordu. Bunu da başardı, hedefe ulaştı. Türkiye’de artık dokunulmaz kanunlar yoktur. Anayasanın değişmez maddelerini bile değiştiriyorlar. Türkiye’de artık ordu zalimlerin yanında değildir; millî iradenin yanındadır. Bu bakımdan yaptıklarını tartışmıyorum, yapmadıklarını tartışıyorum. Bundan önceyi tartışmıyorum, zamanı geri getiremeyiz, ama yapacaklarımızı tartışmalıyız. Allah kendilerine her türlü imkânları vermiştir. Artık Kur’an’a kulak verme zamanıdır, soruları ona yani Kur’an’a sormalı ve aldıkları cevapları değerlendirmelidirler. Her söze kulak vermek zorunda oldukları için bu arada Akevler’in sözlerine de kulak vermelidirler. Allah bunlara ne söyletiyor deyip değerlendirmelidirler.

Evet, şimdi Kur’an Meclis’e soruyor, durmadan kanun teklifleri gönderen Hükümet’e soruyor: Size ne oluyor, nasıl kanun yapıyorsunuz? diyor. Bize de bunu sormamızı emrediyor.

Ben bu âyeti böyle yorumluyorum. Sizin de aklınız eriyorsa, bulduğunuz milletvekiline bu âyeti iletip sorun; “Allah bize, size bunu sormamızı emrediyor” deyin; “ne oluyor size, bu ne biçim kanun yapmadır?! Avrupa’yı taklit ederek kanun mu yapılır?! AB, kendisi muhtacı himmet bir dede, nerde kaldı başkasına himmet ede!..”

Biz kendi dünyamıza dönmeliyiz. Kooperatifimizin içinde kendi yaşama ve çalışma kurallarını Kur’an’a göre kendimiz koymalıyız. Onları kendi hallerinde bırakıp kör kör dolaşmalarını uzaktan seyretmeliyiz.

وَمَا يَتَّبِعُ أَكْثَرُهُمْ إِلَّا ظَنًّا إِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ بِمَا يَفْعَلُونَ (36)

(Va MAv YatTaBıGu EaKSaRuHuM EilLay JanNan İnNa elJanNa LAy YuĞNIy MiNa ElXaqQı ŞaYEan EinNa elLAvHa GaKIyMun BiMAv YaFGaLUvNa)

“Onların ekserisi zandan başkasına tabi olmuyorlar. Zan haktan bir şey iğna etmez. Allah fiil ettiklerini bilmektedir.”

Onların ekserisindeki “onlar”, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri yani milletvekilleri olabilir. Yahut Avrupa Birliği’nin yöneticileridir. Zamiri her ikisine gönderebilirsiniz. Meclis’te kararlar alırken yahut hükümet kanunların taslaklarını görüşürken, hiçbir delile dayanmadan, sadece öyle hoşuna gittiği için karar alıyor! AB ve ABD karar organlarının da böyle dayandıkları bir delil yoktur.

İdam kalkmalı diyorlar. Neden? Sömürü sermayesi öyle istiyor! Sermaye tetikçileri kolay bulsun ve istediklerini kolayca öldürtsün diye idam cezalarını kaldırtıyor. O yüz kişiyi öldürecek ama sen onu öldüremeyeceksin. Niye? Çünkü insanın canı dokunulmazmış!

Behey zavallı Avrupalı, behey onların peşinden koşan Türkler; ya o yüz kişinin canı yok mu? Avrupa müktesebatı dendiği zaman Tevrat ve Kur’an’ın hükümlerini sermayenin sömürüsüne uygun şekilde adapte edip insanlığa sunulmasından ibarettir.

Bu âyette;

1) ABD’deki sermaye; 200 ailenin elinde bulundurduğu sermaye.

2) Onlara tâbi olan ve kendi başlarına bir iş yapamayan AB/ABD.

3) AB/ABD’lilerin arkasından koşan tüm dünya.

Bu âyetin ortaya koyduğu üç grup bunlardır.

Bunların hiçbirisinin dayandığı bir delil yoktur. ABD’deki sermaye bir dünya sermaye devletini kurmak istiyor. Gelişmiş ülkeleri “kapitalizm sermaye tekeli” ile devletlerine alacak, gelişmemiş ülkeleri de “sosyalizm devlet tekeli” ile emrine alacak. Bunun için 1897’de Basel’de (İsviçre) aldığı kararlar vardır. İşte o kararlar da delillere dayanmıyordu. Zanna göre oluşmuştu. Tüm Avrupa I. ve II. Cihan Savaşları ile onun bu emeline hizmet etti. I. Cihan Savaşı’nda imparatorlukları yıktı, dikta rejimlerini getirdi ve Filistin’i hâkimiyetine aldı. II. Cihan Savaşı’nda Hitler’i Yahudileri dünyadan sürgün etmesi için görevlendirdi ve İsrail devletini kurdu. 1997’de yani yüz sene sonra İsrail imparatorluğu kuracaktı ama başaramadı.

Bugün ne yapıyor?

Başaramadığını idrak etmiş olarak yeni habasetler içinde.

Asıl merkez zan içinde olduğu gibi onlarla işbirliği hâlinde olan AB de aynı şekilde zanların peşinden gitmektedir. Kilise ve havraları bırakmış, hayatını barlarda geçirmektedir. Türkiye’de AB’ne girmek isteyenler ise hepten şaşkın. İşte bu âyet bunların hiçbirisinin ilme dayalı bir şeyleri yoktur diyor, onlar heva ve heveslerine tabi oluyorlar.

Zan haktan bir şey iğna etmez. Zan gerekli olduğu halde, yeterli değildir. Zannın karşılığını biz kati diyoruz. Kur’an ise hak diyor. Zanna göre amel ederiz. Ama zan kendi başına bir şey ifade etmez. Bir de kat’ilerin olması gerekir. Kanunlar zanlarla oluşturulur, içtihatla oluşturulur.

Bugünlük sorunları çözer ama bir ülkede birlik sağlamadığı gibi toplulukların zaman içindeki tekliğini de sağlamaz. İnsan biliyor ki ben küçüklükte kim isem yaşlı iken de oyum.

Türkiye’nin kuruluşu Selçuklulara dayanmaktadır. Selçuklular Abbasileri sultan olarak tanımışlardır. Abbasiler de Emeviler’e vâris olmuşlar, onlar ise dört halifenin kanlı mirasçısı olmuşlardır. Türk devleti kendisini hem bir İslâm devleti hem de merkezi devlet kabul eder. Bununla beraber Cumhuriyet yeniden doğmuştur. İşte bu birliği sağlayan icma ile sabit ilkeler vardır. Hak odur. Onun için savaşılır. Onun için cihad yapılır.

Hakta biz dünyadaki bütün barış devletleri ile bir olmalıyız. Ama zanlarda herkes kendi ülkesinin içtihadı ile varlığını sürdürecek. Nasıl bir kimse başkasının içtihadı ile hareket etmezse, devletler de başkalarının kanunları ile ülkeyi yönetemezler. Avrupa’da hazırlanan kanunlarla devletimizi idare etmek bu âyete göre yasaklanmıştır.

Biz ancak insanlığın icmaı ile sabit olanlara uyma durumunda olacağız. Allah onların fiillerini bilmektedir.

“Alimun” nekre gelmiş ve “Allah” kelimesi iade edilmiştir.

Demek ki bizim onların fiillerini takip edip değerlendirmemiz gerekmektedir, ona göre yapacaklarımızı yapma durumundayız.

 

وَمَا يَتَّبِعُ

(Va MAv YatTaBıGu)

“Tabi olmuyorlar”

İmam namazın önüne geçer. Kıbleye dönüktür. Arkasında kim var bilmez. O kendi namazını kılar. Cemaat de arkasından ona uyar. İmam burada ittifakla sabit olan hareketleri yapar. Cemaat de o hareketlerde ona uyar. İmam cemaatin bilmediği, kabul etmediği hareketleri yaparsa cemaat o hareketlere uymaz.

İmam burada sadece birliği sağlamaktadır, yoksa imam yapılacak hareketleri düzenlememektedir. Demek ki önceden yapılması kararlaştırılan konularda sadece birlik sağlamak için öne geçen kişiye uyma ittibadır. O ne yaparsa sen de onu yapıyorsun. İcma ile sabit olanlar, ittifakla sabit olanlar hâldir. O hususlarda birine ittiba meşru ve memurdur. Oysa karar alırken kendin içtihat ediyorsun, orada sen kendi içtihadına göre hareket edeceksin. Zanda başkasına tâbi olunmaz.

Biz ne yaparız?

İslâm âleminin ittifak ettiği hususlarda İslâm âleminin icmalarına tâbi oluruz. Kalan kısımları bizim kendimizin içtihat ve icma etmemiz gerekir. İnsanlık âleminin veya Avrupa Birliği’nin ittifak ettiği hususlarda onlara tâbi oluruz, ama ihtilaf edilen hususlarda biz kendi içtihat ve icmalarımızla iş yaparız.

Ekseriyetle alınan kararlar bizi bağlamaz. Bizi bizim içtihadımız bağlar. Türkiye Cumhuriyeti kanunlarına uymak zorundayız, çünkü Türkiye’de yaşıyoruz. Bunu değiştirmek ve “Adil Düzen” getirmek istiyoruz. Bu konuda solcularla beraberiz ama biz silah zoru ile değil yasal yollarla değiştirmek istiyoruz. Ülkeyi terk etmeden ve birileri bize saldırmadan biz birilerine karşı silah kullanmayız.

أَكْثَرُهُمْ

(EaKSaRuHuM)

“Onların çoğu”

Yunan mantığında insan aklı mutlak doğruları bulur. Dolayısıyla biri düşündüğü zaman kati delillere dayanmalıdır. İslâmiyet’e göre tek başına insan aklı hiçbir zaman kesin sonuçlara varamaz. Ama kişi kendi aklıyla içtihat yapar. Kendisi için o katidir. Ama topluluk için kati olmadığı gibi içtihat her zaman değişeceği için yine zannidir.

Demek ki insan kendi içtihatlarına göre amel eder. Topluluğun ittifaklarına tabi olur. Ekseriyet sistemi yoktur. Yüz yanlış bir doğrudan daha doğru değildir.

Batı ise ekseriyet sistemini kabul etmiş, ekseriyetin zannı kati kabul edilerek herkes uymaya mecbur edilmiştir. Oysa onların ekserisi zanna tabi olmaktadır. Yani Batı kararları kati değildir. İnsanlığın ittifakı ile sabit olmamıştır. Onların ekseriyeti ile sabit olmuştur. Ekserisi de kararları zanni olarak almışlardır.

إِلَّا ظَنًّا

(EilLay JanNan)

“Sadece zanna”

Evet, bugün “AB müktesebatı, Batı müktesebatı” diye dayattıkları şeyler onların kendi aralarında bile ittifak etmedikleri hususlardır. Oylama yaparlar. Ekseriyetin parmak sayısı kanun olur. Bu kadar saçma bir kararın peşine nasıl koşulur?!.

Varsayalım ki 21 kişiyiz. İçimizden araştırmalar yapmış ve kendilerine göre sonuçlara varmış iki kişi vardır. Bu iki kişinin görüşleri farklıdır ve ayrı ayrı sonuçlara vardılar. İkisinin de kuvvetli delilleri var. Hangisine uysak bizi Ankara’ya götürecek, hangi firmanın arabasına binsek bizi Ankara’ya götürecek? 21’inci kişi kararsızdır. İki âlimden hangisinin içtihadına uyacağına karar veremiyor. Durmadan grubu değiştiriyor. Gidilecek arabalar seçilemediği için Ankara’ya gidilemiyor.

Ekseriyet sistemi yaz-boz sistemidir, kararsızlık sistemidir, kavga sistemidir. Ekseriyetin ekalliyettekileri ezme sistemidir. Bunun yerine “ortak vekilin karar alması ve hakemler sistemi” ikame edildiği gibi aynı zamanda “hicret sistemi” konmuştur.

إِنَّ الظَّنَّ لَا يُغْنِي

(EnNa elJanNa LAy YuĞNIy)

“Zan iğna etmez”

“Zan” içtihatla sabit olanlar demektir.

“İğna etmez” demek yetmez demektir.

Evet, içtihatla amel etmek gerekir. Bu insanlar için özgürlük içinde birliği sağlar. Herkes kendi içtihadı ile hareket ederken kurallı hareket etmiş olur. Başkaları onun nasıl hareket edeceğini bildiği için kendisi ona göre karar alır ve hareket eder. Böylece kimse kimseye baskı yapmadığı halde birlik sağlanmış olur. Kurallı hareket düzeninin oluşmasına imkân verilir. Kuralla hareket etmediğiniz zaman sizin ne yapacağınızı başkaları bilemediği için topluluk oluşamaz. Özgürlük içinde birliğin manası budur. Bununla beraber topluluğun oluşması için bu yetmez. Topluluğun ortak kurallarının olması gerekir. Bu da ittifakla sabit olandır. İcmadır.

Batılıların ekseriyet sistemini icma kabul etmeleri de bu âyetle reddedilmiş olur. Zan hakkı iğna etmez yani hakkı doğurmaz. Batılıların zannı hak değildir ki siz onların peşine koşuyorsunuz.

مِنَ الْحَقِّ شَيْئًا

(MiNa ElXaqQı ŞaYEan)

Haktan bir şeyi iğna etmez”

“Ani’l-hakki şey’en” dersek, hakka olan ihtiyaçtan bir şeyi karşılamaz anlamına gelir. Mana, hakka olan ihtiyacımızı azaltmaz demek olur. Zanna ihtiyacımız vardır ama zan yetmez, hakka da ihtiyacımız vardır demek olur.

Bugünkü dünya zannı yeterli görüp hakka yani icmalara gerek görmemektedir. Biz de onların zannına uyuyoruz. Bizim orada oyumuz bile yoktur. Bizimle beraber oylama yapsaydılar belki bizim oyumuz ekseriyeti oluşturacaktı. Demek ki uyduğumuz şey zannın zannıdır.

Haktan bir şey iğna etmezin ikinci manası, haktan olan herhangi bir şeyi ortaya koymaz. Ekseriyetle alınan karar icma ile alınan kararı oluşturmaz, kati olmaz demektir.

İslâmiyet’in dayandığı iki kaynak vardır. Biri içtihattır, zanni delillerdir. Ancak kendi içtihatlarımıza uyarız. Diğeri de kesin sabit olan haktır. Bu ya icma ile ya da ilimle sabit olmuş olur. Hakemler tarafından inat üzerine yapılan muhalefetler etkisiz hâle getirilir. Böylece icma onlarsız sabit olmuş olur.

Birinin icma dışında kalması veya bırakılması onun muhalefetine rağmen bir şeyin hak kabul edilmesi için hakem kararı ile onun o hususta bilgi sahibi olmadığı, yeterli ehliyeti olmadığı ortaya konmalıdır. Yahut diğeri de yine hakem kararları ile küfründen öyle iddia ettiği sabit olmalıdır.

Yine hakemler kararı ile kişinin icmayı delil kabul etmesidir. İcmayı reddeden kimsenin icma üzerinde herhangi bir söz söyleme yetkisi yoktur.

إِنَّ اللَّهَ عَلِيمٌ

(EinNa elLAvHa GaLIyMun)

“Allah alimdir”

Kâinatın rabbi olan Allah bir araca ihtiyaç duymadan her şeyi zerresine kadar bilir. Ne var ki arşa istiva ettiği için Kâinatı ve içindekileri doğrudan yönetmektedir, görevlileri aracılığı ile yönetmektedir. Melek, cin, ruh ve insanları istihdam etmektedir. Bunun içinde kayıtlar ve defterler tutulmaktadır.

Biz yeryüzünde yaşayanlar da kamu tarafından aynı kayıtları yapmak zorundayız. Bizim de topluluğun dosyalarında yaptıklarımız kayıt altına alınacaktır. Kayıt araçları gittikçe gelişmekte, kameralar çalışmakta yahut kişiler uzaktan gözetlenebilmektedir. Bu husustaki kayıtlar uygarlık ilerledikçe daha da ileri gidecektir.

İleride aile içinde evlerde kayıt cihazları yasaklanacak, aile mahrem olacaktır. Hattâ ocaklar bile mahrem alanına alınabilir. On dairelik kat yani aşiret/ocak içinde artık herkes özgür hâle gelir. Ama ocağın dışına çıkıldığında kişinin tüm hareketleri üzerindeki kayıt cihazı ile kontrole alınacak, her davranışı belirlenecektir.

بِمَا يَفْعَلُونَ (36)

(BiMAv YaFGaLUvNa)

“Fiil ettiklerini.”

Fiil vardır, amel vardır. Allah faaldir, faildir ama amil değildir. Amel, ücret karşılığı başkasına yapılan iştir. Toprak işlerinde çalışanlara verilen addır.

Akevler lügatinde “Fa’l” kelimesi şöyle ifade edilmiştir: “Fa’l” “yapmak” demektir. “Amel” bir başkası için çalışmaktır ve maddidir. Fi’l ise maddi ve manevidir. Allah’a fi’l izafe edilir. Burada Allah’ın “Fil halkı”na nasıl yaptığını hatırlatmaktadır. Fa’l, kullanılan aletlerin elle tutulan kısmıdır. Sap gibi, denmektedir.

Türkçede davranışlara fiil; üretime, işçiliğe ve hizmete ise amel diyebiliriz.

Kur’an önce bizim şimdi yaptığımız gibi yorumlanmalı, sonra bu bilgilere dayanarak “RUHU’L-KUR’AN” çalışmalarımızda yapıldığı gibi sistematik hâle getirilmelidir.

Onların yaptıklarını da bilmemiz gerektiğini ifade ediyor, bu âyet. Sosyalizmi yerinde öğrenmek için beş sene Kırgızistan’da onlarla beraber oldum. Kapitalizmi, sosyalizmi, karma düzeni bilmemiz, ondan sonra Hakkı dünyaya duyurmamız gerekir. Hong Kong’daki çalışmaların bize bu bakımdan yararı bulunmaktadır, onların çalışmalarını değerlendirmemiz gerekmektedir. Onların kitaplarını paragraf paragraf değerlendiriyorum.

 

 


YUNUS SÛRESİ TEFSİRİ(10.SÛRE)
1-1 VE 2.AYETLER
1682 Okunma
2-3 VE 4.AYETLER
1495 Okunma
3-5 VE 6.AYETLER
2262 Okunma
4-7 VE 10.AYETLER
1451 Okunma
5-11 VE 14.AYETLER
1305 Okunma
6-15 VE 17.AYETLER
1460 Okunma
7-18 VE 20.AYETLER
1588 Okunma
8-21 VE 23.AYETLER
2222 Okunma
9-24 VE 25.AYETLER
1558 Okunma
10-26 VE 27.AYETLER
1384 Okunma
11-28 VE 30.AYETLER
1385 Okunma
12-31 VE 33.AYETLER
1495 Okunma
13-34 VE 36.AYETLER
1307 Okunma
14-37 VE 39.AYETLER
1286 Okunma
15-40 VE 44.AYETLER
1406 Okunma
16-45 VE 47.AYETLER
1409 Okunma
17-48 VE 51.AYETLER
1260 Okunma
18-52 VE 54.AYETLER
1741 Okunma
19-55 VE 58.AYETLER
1351 Okunma
20-59 VE 61.AYETLER
1378 Okunma
21-62 VE 66.AYETLER
1612 Okunma
22-67 VE 70.AYETLER
1347 Okunma
23-71 VE 74.AYETLER
1379 Okunma
24-75 VE 78.AYETLER
2079 Okunma
25-79 VE 83.AYETLER
1408 Okunma
26-84 VE 87.AYETLER
1358 Okunma
27-88 VE 89.AYETLER
1972 Okunma
28-90 VE 92.AYETLER
1657 Okunma
29-90 VE 92.AYETLER FİRAVN ÖLDÜ MÜ?
1381 Okunma
30-93 VE 95.AYETLER
1381 Okunma
31-96 VE 100.AYETLER
1355 Okunma
32-101 VE 104.AYETLER
1271 Okunma
33-105 VE 108.AYETLER
1326 Okunma
34-109.AYET
1561 Okunma

© 2024 - Akevler